7 Kasım 2021 Pazar

Kitle İletişim Araçları Vasıtasıyla Evde Cuma Namazı Kılınması

Din İşleri Yüksek Kurulu Kararları
Karar Yılı: 2020 - Karar No: 10
Konusu: "Kitle İletişim Araçları Vasıtasıyla Evde Cuma Namazı Kılınması" konulu Kurul Kararı
   

Din İşleri Yüksek Kurulu, 01.04.2020 tarihinde Kurul Başkanı Dr. Ekrem KELEŞ’in başkanlığında toplandı. “Cuma Namazlarının Evde Kılınması ve Başka Yerde Kılınan Cuma Namazına Televizyon ya da İnternet Aracılığıyla uyulmasının Hükmü” konulu metin müzakere edildi.
KARAR
İslam’ın şiarlarından sayılan Cuma namazı, cemaatle camide veya açık alanda kılınması gereken temel bir ibadettir. Bu namazın, özel hanelerde kılınması caiz değildir. Evlerde kılınan bir namaz Cuma namazı olarak geçerlilik kazanmaz.
Cuma namazı da dâhil olmak üzere cemaatle kılınan namazlarda imam ile ona uyanların hakikaten veya hükmen aynı mekânda bulunması şart olduğundan televizyon, internet vb araçlarla yayınlanan namazlara başka yerlerden uyulması da caiz değildir. Bu sebeple imamın namaz kıldırdığı mekânın hakikaten ya da hükmen dışında olan başka bir mahalde bulunan bir kimsenin o imama uyarak namaz kılması durumunda bu namaz geçerli olmaz.
GEREKÇE
Cuma namazı, akıl sağlığı yerinde ve ergenlik çağına erişmiş sağlıklı, hür ve mukim (misafir olmayan) erkeklere farz olan bir ibadettir. Bu namaz aynı zamanda İslam’ın şiarlarından yani saygı gösterilmesi ve korunması gereken belli ibadet, işaret ve sembollerinden biridir. Yüce Allah, “Ey inananlar! Cuma günü namaz için çağrı yapıldığında, alışverişi bırakıp hemen Allah’ı anmaya koşun. Eğer bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır. Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan nasibinizi arayın. Allah’ı çok zikredin ki kurtuluşa eresiniz.” buyurmaktadır (Cuma, 62/9-10).
Bütün ibadetlerde olduğu gibi İslam dininin temel ibadetlerinden biri olan Cuma namazı da Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından uygulanıp öğretildiği biçimiyle eda edilir. Çünkü ibadetler gerek şartları ve rükünleri gerek eda ediliş şekilleri açısından aklın alanına girmeyen, hikmetleri hakkında bazı yorumlar yapılabilse de içerik ve gerekçeleri akıl ile tam olarak kavranamayan (taabbüdî) hükümlerdir.
Bu bağlamda yukarıdaki ayetin nüzulünden ve Hz. Peygamber’in kıldırdığı ilk Cuma namazından itibaren bu önemli dinî şiarla ilgili olarak şu noktaların öne çıktığı görülmektedir:
1. Yukarıda meâli verilen ayet-i kerimede bütün müminlere hitaben Cuma namazı için çağırılmaktan ve işi-gücü bırakıp çağrının yapıldığı yere sür’atle gidip Allah’ı anmaktan bahsedilmektedir ki, bu, söz konusu namazın evin dışında ve herkesin gelebileceği bir yerde kılınacağı anlamına gelmektedir.
2. Hz. Peygamber (s.a.s) bu namazı her zaman bir namazgâhta veya bir mescitte kıldırmıştır. Ondan sonraki sahabe-i kiram döneminde ve günümüze gelinceye kadar bütün tarih boyunca da camilerde ve namazgâhlarda kılınagelmiştir. (bkz. Şevkânî, Neylü’l-evtâr, Kahire 1993, III, 269-277).
3. Gerek Kur’ân-ı Kerim’de gerek Hz. Peygamber’in sünnetinde diğer farz namazlarla ilgili olarak belli bir çağrıyı duyup hemen ona icabet etmekten bahsedilmemiş, aksine vakti girdiğinde kılınması gerektiği söylenilmekle yetinilmiştir. Nitekim Hz. Peygamber “Yeryüzü benim için mescid ve temiz kılındı. Onun için ümmetimden birine namaz vakti nerede gelirse hemen oracıkta namazını kılıversin!” (Buhârî, Teyemmüm, 1; Müslim, Mesâcid, 5) buyurarak beş vakit namazın her yerde kılınabileceğini açıkça ifade etmiştir. Fakat Cuma namazı böyle değildir. Bu, bir ezana/çağrıya bağlı olarak orada bulunup kendisine bu namazı kılmanın farz olduğu herkesin katılımıyla bir yerde ve topluca eda edilen bir namazdır.
4. Birçok hadis-i şerifte “cumaya gitmekten”, “cumaya iştirak etmek için evinden çıkmaktan”, “cemaate katılmaktan”, “Cuma günü olduğu zaman mescidin kapısı yanında meleklerin durup, gelenleri öncelik sırasıyla yazmalarından”, Cuma namazı için mescide girildiğinde “tahiyyetü’l-mescid namazı kılmaktan”, Cuma için çıkılacağında “güzel elbiseler giymekten”, “güzel kokular sürmekten”, “mescide erken gitmekten” bahsedilmektedir ki, bunların her biri bu sembol ibadetin evde değil herkese açık olan bir mekânda yani musallâ/namazgâh veya camide eda edileceğini göstermektedir.
Bu hükmü içeren hadis-i şeriflerden bir kısmı şöyledir:
Cuma günü olduğu zaman mescidin kapısı yanında melekler durur, gelenleri öncelik sırasıyla yazarlar. Erken gelenin konumu bir deve kurban eden kimse gibidir. Ondan sonraki bir sığır kurban eden gibi; ondan sonraki bir koç kurban eden gibi; ondan sonraki bir tavuk sonraki de bir yumurta tasadduk eden; gibidir. İmam hutbeye çıkınca melekler sayfaları kapatıp zikri dinlerler.” (Buhârî, Cuma, 31; Müslim, Cuma, 10, 24).
Bir kimse Cuma günü yıkanıp elinden geldiğince temizlenir, evinde bulunan kremden veya kokudan sürünür, sonra evinden çıkıp cemaate katılır ve camide yan yana oturan iki kimsenin arasını yarmaz, omuzuna basmaz daha sonra ona takdir olunduğu kadar namaz kılar, sonra da imam hutbeye başlayınca namaz sonuna kadar sükût ederse, kuşku yok ki, o Cuma ile öteki Cuma arasındaki günahları bağışlanır.” (Buhârî, Cuma, 6; Ebû Dâvûd, Taharet, 343; İbn Mâce, İkâmetu’s-Salât, 83).
5. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) “Cuma namazına gitmek ergenlik çağına ulaşan her kimseye farzdır” (Ebû Dâvûd, Taharet, 342; Nesâî, Cuma, 3) buyurup ardından “Ancak köle, kadın, çocuk ve hasta bundan müstesnadır” demesi (Ebû Dâvûd, Tefrî Ebvâbi’l-Cum’a, 9; Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübra, No: 5578), bu ibadetin ev dışında yine umumi bir mekânda eda edileceğine ve evde bulunan kadın, çocuk, hizmetçi ve hastalara farz olmadığına delalet etmektedir.
6. Cuma namazı tarih boyunca hep camilerde veya musallalarda kılınmış, bütün mezhepleriyle İslam âlimlerinin baskın çoğunluğu bu hüküm üzerinde ittifak etmiştir. Bir başka ifadeyle İslam âlimleri Hz. Peygamber ve sahabe uygulamasından hareketle Cuma namazının, cemaatle ve herkese açık bir mekânda kılınması gerektiği sonucunu çıkarmışlardır (Serahsî, el-Mebsût, İstanbul 1983, II, 23; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, Kahire 2004, I, 167 vd.; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, Beyrut 1992, II, 136-140; 151-152).
7. Tarih boyunca zaman zaman baş gösteren veba vb bulaşıcı hastalıkların yaygın olduğu ve adeta pandemik bir boyut kazandığı dönemlerde karantina uygulamaları sebebiyle sokaklar boşalmış ve camilerde cemaatle namaz kılınamaz duruma gelindiğinde fakihler evlerde Cuma namazı kılınabileceği fetvası vermemişlerdir. Mesela Hicretin 18. yılında Şam-Filistin bölgesinde Amvâs vebası denen bulaşıcı bir hastalık ortaya çıkmış ve içlerinde o bölgede görev yapmakta olan büyük sahabîlerin de bulunduğu yirmi beş bin kişinin vefat etmesine sebep olmuştu. İşte bu vefatlardan sonra oraya tayin edilen Amr b. el-Âs (r.a.) hastalık riski taşıyanları toplumdan uzaklaştırarak dağlarda karantina tedbirleri almış ama Cuma namazlarının tek tek evlerde kılınabileceğinden söz etmemiştir (Taberî, Tarih, Beyrut 1387, IV, 101; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, Beyrut 1992, IV, 248). Aynı şekilde 827/1424 yılında Mekke-i Mükerreme’yi de kuşatan salgında camiler cemaatsiz kalmış, imamlar görev yapamamış ama evlerde Cuma kılınması gündeme gelmemiştir (İbn Hacer, İnbâü’l-ğumr, Beyrut 1986, III, 326). 1812 yılında İstanbul’da baş gösteren ve binlerce kişinin ölümüne sebep olan veba salgınından sonra pek çok konuda Şeyhulislâm Mekkîzâde Âsım Efendi’den (ö. 1262/1846) fetva alınmasına rağmen kılınamayan ya da karantina sebebiyle camide kılamayan kişiler için evlerde Cuma kılınmasına dair bir fetva söz konusu olmamıştır (“Karantina”, DİA, XXIV, 463-465). Zira Cuma namazının ancak genel mescidlerde veya bunun için belirlenmiş olan alanlarda herkesin iştirakiyle kılınması gerektiği yönündeki genel kanaat, zaten bunun gündeme gelmesine engel olmuştur (Cassas, Şerhu Muhtasari’t-Tahâvî, Medine 2010, II, 134; Merğînânî, el-Hidâye, Beyrut ts. (Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî), I, 82; Şirbînî, Muğni’l-Muhtac, Beyrut 1994, I, 543; Karâfî, ez-Zehîra, Beyrut 1994, II, 335; Sâvî, Haşiye ala’ş-Şerhi’s-Sağir, Kahire ts. (Dâru’l-Meârif), I, 499-500).
8. Cuma namazı için gerekli olan asgari cemaat sayısında ihtilaf edilmekle birlikte (ki bu sayı Hanefîlere göre imam dışında 3, Mâlikîlerde 12 ve Şâfiîler ile Hanbelîlerde 40 kişidir), bu sayının tamamının, kendilerine Cuma farz kılınan (Hanefilere göre en azından cemaate imamlık yapmaya elverişli) kişilerden oluşması gerektiği, aksi halde kılınan Cuma namazının geçerli olmayacağı hususunda ittifak bulunmaktadır (Merğînânî, el-Hidâye, I, 83; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, II, 151; Şirbînî, Muğni’l-Muhtac, I, 545-6; Sâvî, Haşiye ala’ş-Şerhi’s-Sağîr, I, 497). İslam âlimlerinin bu ortak kanaati de bu namazın ancak herkese açık olan camilerde kılınabileceği sonucunu vermektedir.
9. Cuma namazının farz kılınış hikmetlerinden biri de bir mahalde meskûn olan müminlerin haftada bir kez bir araya gelip birbirlerinden ve kendilerini ilgilendiren meselelerden haberdar olmalarını ve sorunlarına çözüm üretmelerini sağlamaktır. Bu bağlamda sadece Cuma kelimesinin manası ve hikmeti düşünüldüğünde bile bunun evde kılınmasının caiz ve mümkün olmayacağı anlaşılmış olur.
Bütün bu delil ve yaklaşımlar, İslam’ın somut toplumsal sembollerinden biri olan Cuma namazının evlerde kılınamayacağını, aksine genel çağrıya binaen herkesin katılabileceği camilerde veya musallalarda ya da açık alanlarda kılınması gerektiğini göstermektedir.
Cuma ve cemaatle namazın internet, televizyon vb. iletişim araçları ile başka bir mekândaki imama uyularak kılınması meselesine gelince; fakihlerin yine Hz. Peygamber (s.a.s.) ve sahabe-i kiram (r.a.) uygulamalarına dayanarak ulaştıkları ortak kabule göre cemaatle namaz kılınabilmesi için imam ile cemaatin aynı mekânda bulunmaları gerekir. Asr-ı saadetten itibaren yerleşik uygulama bu yöndedir. Esasen “bir imama uyan cemaat” mefhumu da bunu yani mekân birlikteliğini ve birbirlerinden haberdar olmayı gerektirmektedir. Namazların cemaatle kılınmasının hikmeti, Müslümanların birbirleriyle görüşüp hallerinden haberdar olmalarını, bilgi alışverişinde bulunmalarını, aralarında sevgi ve yardımlaşmanın yerleşmesini ve ibadetlerini birliktelik ruhuyla ve severek yapmalarını sağlama amacına yöneliktir. Hz. Peygamber bu sebeplerle namazların cemaatle kılınmasını teşvik etmiş ve cemaate gitmek için atılacak her adımın mükâfatlandırılacağını bildirmiştir (Buhârî, Ezan, 30; Mesacid, 53; Ebû Dâvûd, Salat, 47, 49). Diğer taraftan “cemaatin” ancak iki kişinin yan yana gelmesiyle oluşabileceği de yine Hz. Peygamber tarafından beyan edilmiştir (Buhârî, Ezân, 35; Nesâî, İmâmet, 43-45). Nitekim o “İnsanlar ilk safın sevabını bilselerdi, ön safta durabilmek için kura çekmekten başka yol bulamazlardı. Namazı ilk vaktinde kılmanın sevabını bilselerdi, bunun için yarışırlardı. Yatsı namazı ile sabah namazının faziletini bilselerdi, emekleyerek de olsa bu namazları cemaatle kılmaya gelirlerdi.” (Buhârî, Ezan, 9, 32; Müslim, Salat, 129) buyurarak da cemaatin, ona katılan herkesin bir arada imamla birlikte bulunması suretiyle oluştuğuna işaret etmiştir. Şu hadis-i şerif de aynı gerçeğe vurgu yapmaktadır: “Kişinin cemaat ile kıldığı namaz, evinde veya çarşıda kıldığı namazdan yirmi beş derece daha faziletlidir. Bu fazilet şu şekilde gerçekleşir: Biriniz güzelce abdest alır sırf namaz kılmak için camiye gelirse, camiye varıncaya kadar attığı her adım için bir sevap verilir ve bir günahı silinir. Camiye girdiği zaman namaz için beklediği sürece namaz kılıyormuş gibi sevap kazanır. Melekler bu kimseye dua ederler. Kimseye eziyet etmediği ve abdesti bozulmadığı sürece; ‘Allah’ım! Bu kulunu bağışla, ona merhamet et ve tövbesini kabul et’ diye dua ederler.” (Ebû Dâvûd, Salât, 49).
İşte bu gerekçelerle, imamın namaz kıldırdığı mekân dışında bulunan bir kimse imama uymaya niyet ederek namazını kılsa bu namaz geçerli olmaz. Nitekim imam ile cemaat arasından geçen bir nehir veya genişçe bir yol da İslam âlimlerince cemaatin imama uymasına engel sayılmıştır (İbn Nüceym, el-Bahr, Kahire 1311, I, 384; II, 127; el-Fetâvâ’l-Hindiyye, Bulak 1310, I, 87). Buna göre internet, televizyon ve radyo aracılığı ile başka bir mekândaki imama uymaya niyet etmekle mekân birliği gerçekleşmiş olmayacağından ve “cemaat” mefhumu oluşmayacağından bu şekilde kılınan namaz geçerli değildir.
Sonuç olarak, ibadetler eda edilirken Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’de belirtilen bütün kural ve uygulamalara riayet etmek gerekir. İbadetlerde ekleme ve çıkarmanın yanında şekil ve eda etme biçimlerini değiştirmek de doğru değildir.

6 Kasım 2021 Cumartesi

Salgın ve Elverişsiz Hava Şartlarında Bir Camide Birden Fazla Cuma Namazı Kılınmasının Hükmü

Din İşleri Yüksek Kurulu Kararları
Karar Yılı: 2020 - Karar No: 30
Konusu: Salgın ve Elverişsiz Hava Şartlarında Bir Camide Birden Fazla Cuma Namazı Kılınmasının Hükmü
   

Din İşleri Yüksek Kurulu 25.11.2020 tarihinde Kurul Başkanı Prof. Dr. Abdurrahman HAÇKALI başkanlığında toplanarak “Salgın ve Elverişsiz Hava Şartlarında Bir Camide Birden Fazla Cuma Namazı Kılınmasının Hükmü” hususunda aşağıdaki kararı almıştır:
KARAR:
Cuma namazı, gerekli şartları taşıyan her mümin erkeğe farzdır. Bu namazla yükümlü olmanın şartlarından birisi, cemaate katılmaya mani bir mazeretin bulunmamasıdır. Zira meşru bir mazeretin varlığı, Cuma namazının farziyetini düşürmektedir. Hastalık, şiddetli yağış, aşırı soğuk ve sıcak gibi elverişsiz hava koşulları yanında salgın hastalık da kişiye cumanın farz olmasını düşüren bu mazeretler kapsamındadır.  Nitekim Kurulumuzun 18.03.2020 tarihli ve 9 sayılı kararında bu hüküm gerekçeleriyle birlikte ifade edilmiştir.
Salgın döneminde maske ve mesafe gibi tedbirlere riayet edilerek cemaatle namaza devam edilebilmektedir. Ancak bu tedbirler, kış mevsiminin getirdiği elverişsiz hava koşullarıyla birleştiğinde, ülkemizde, cemaatin bir kısmı camide yer bulamadığından dolayı Cuma namazını kılamamaktadır. Bu durumda, Cuma namazını kılamayan kişilere öğle namazını kılmak farz olur. Bu, Hz. Peygamber  (s.a.s.) döneminde sabit olduğu bilinen ve günümüze kadar ittifakla uygulanan bir hükümdür. 
Gerek yukarıda işaret ettiğimiz mazeretler nedeniyle Cuma namazının farziyetinin düşmesi gerekse Cuma kılamayanların öğle namazını kılmakla yükümlü olmaları nedeniyle, aynı camide ikinci kez Cuma namazı kılınmasını gerektiren bir zaruret oluşmamaktadır. Bu itibarla,  bir camide birden fazla Cuma namazının kılınması meşru değildir.
Diğer yandan bulaşıcı salgın hastalığa yakalananların ve temaslı olanların cemaate katılmamaları ve karantina şartlarına riayet etmeleri dinen zorunludur.
GEREKÇE:
Cuma namazı, farziyeti Kitap, Sünnet ve icmâ ile sabit olan ve İslam’da şiar (sembol) olarak kabul edilen ibadetlerdendir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulmuştur: "Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağırılınca Allah'ı anmaya (namaza) koşun ve alışverişi bırakın. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. Namaz kılınınca yeryüzüne dağılın ve Allah'ın lütfunu arayın. Allah'ı çok anın ki felah bulasınız." (Cum‘a, 62/9-10). Hz. Peygamber de (s.a.s.) Cuma namazının önemini vurgulamış ve bu namazı özürsüz olarak terk etmenin büyük günah olduğu konusunda uyarılarda bulunmuştur (Bkz. Müslim, “Cum‘a”, 40; Tirmizî, “Cum‘a”, 7; Ebû Dâvûd, “Salât”, 209; İbn Mâce, “İkametü's-salât”, 93; Nesâî, “Cum‘a”, 2).
Konuyla ilgili ayetlere ve Hz. Peygamber’in uygulamalarına dayanılarak Cuma namazı ile yükümlü olmak için birtakım şartlar (vücûb şartları) belirlenmiştir. Bu şartlar; erkek, hür, mukim ve mazeretsiz olmaktır. Bunun yanında Cuma namazı yükümlülüğünü düşüren bir takım mazeretler de vardır. Hastalık, cana, mala ve namusa bir zarar gelme tehlikesi ve şiddetli yağış gibi sebepler bu mazeretlerden bir kaçıdır (Ebû Dâvûd, “Salât”, 215-217; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, II, 550; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, III, 246; İbn Kudâme, el-Muğnî, III, 216; Nevevî, el-Mecmû’, IV, 483-484; İbnü’lHümâm, Fethü’l-kadîr, II, 59). Bu bağlamda, salgın hastalıklar da Cuma namazı hususunda evleviyetle mazeret oluşturmaktadır.
Şiddetli yağmur durumunda cemaatle namaza ara verme uygulaması sahabe döneminde de söz konusu olmuş ve Abdullah b. Abbas, yağmurlu bir Cuma gününde müezzine “namazlarınızı evlerinizde kılın!” ilanını yapmasını emretmiştir. Bu uygulama insanlar tarafından yadırganır gibi olunca “bunu benden daha hayırlı olan Rasûlullah (s.a.s) yapmıştır…” cevabını vermiştir (bkz. Buhârî, “Cum‘a”, 14; Müslim, “Salâtu’l-Musâfirîn”, 26).
Salgın döneminde camilerimizde cemaatle kılınan namazlarda maske ve mesafe kuralına riayet edilmekte ve hava şartları elverdiği ölçüde dışarıda namaz kılınmaktadır. Elverişsiz hava koşulları nedeniyle dışarıda namaz kılma imkânı bulunmadığında cemaat için camilerin içi yetersiz kalabilmektedir. Bu durumda, bazı kimseler Cuma namazını edâ etme imkanı bulamamaktadır. Gerek salgın gerekse elverişsiz hava şartları nedeniyle camilerde Cuma namazını edâ etme imkanı bulamayanlar dinen mazeretli sayılırlar. Bu şekilde Cuma namazını kılamayan kişilere öğle namazını kılmak farzdır. Bu, Hz. Peygamber döneminden itibaren Müslümanların ittifakla kabul ettiği bir hükümdür.
Bunun yanında Cuma namazının, Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından uygulanıp öğretildiği biçimiyle ve meşru kılınış amacına uygun olarak topluca ve bir arada eda edilmesinin zorunlu olduğu esası gözden kaçırılmamalıdır. Bu şekilde eda edilmesi Cuma namazının temel özelliğidir. Onun bu özelliğini muhafaza etmek ve cemaati bölmemek gerekir. İslam'ın şiarı ve ümmetin birlikteliğinin sembolü olan Cuma namazının aynı camide iki defa kılınması hem Hz. Peygamber’den günümüze kadar gelen hükme ve uygulamaya aykırı düşecek hem de cemaatin bölünmesi gibi birlik ve beraberlik ruhunu zedeleyici neticeler ortaya çıkarabilecektir. Öte yandan böyle bir uygulama, Müslümanların birliğine zarar vermek isteyenler için suistimale açık bir durum oluşturacaktır. 
Bütün bu delil ve gerekçelerden hareketle Din İşleri Yüksek Kurulu, Hz. Peygamber’den günümüze kadar uygulandığı gibi Cuma namazının aynı camide bir defa kılınması gerektiğine ve tekraren kılınmasının meşru olmadığına karar vermiştir.

5 Kasım 2021 Cuma

Piyango, Toto, Loto, İddia vb. Şans Oyunları Oynamanın Dini Hükmü

Din İşleri Yüksek Kurulu Kararları
Karar Yılı: 2020 - Karar No: 33
Konusu: Piyango, Toto, Loto, İddia vb. Şans Oyunları Oynamanın Dini Hükmü
   

Din İşleri Yüksek Kurulu 16.12.2020 tarihinde Kurul Başkanvekili Dr. Mustafa Bülent Dadaş başkanlığında toplandı. Sosyal Hayat Komisyonu tarafından hazırlanan “Piyango, toto, loto, iddia vb. şans oyunları oynamanın hükmü nedir?” başlıklı metin görüşüldü. Yapılan müzakereler sonucunda aşağıdaki metnin Kurul Kararı olarak kabul edilmesine oy birliğiyle karar verildi:
“Taraflardan birisinin kazanıp diğerinin kaybetmesi esasına dayalı olan bütün şans oyunları kumar olduğundan haramdır. Zira bu tür oyunlarda bir taraf kaybederken diğer taraf haksız kazanç elde etmektedir (İbn Nüceym, el-Bahru’r-râik, VIII, 554-555; İbn Kudâme, el-Muğnî, IV, 194). Buna göre şans faktörüne dayalı olan piyango, toto, loto, iddia, müşterek bahis, ganyan gibi tertip ve oyunlar da kumardır ve haramdır.
Bu tür oyunların hâsılatından bazı kuruluş ve hayır kurumlarının yararlanması, onları meşru hale getirmez ve haramlık hükmünü değiştirmez. Müslümanların bu tür meşru olmayan kazanç yollarından uzak durması gerekir. Bu yollardan birisiyle kazanç elde edilmesi halinde bir an önce tövbe edilmeli ve elde edilen kazanç, sevap beklenmeyerek yoksullara verilmelidir.”

https://kurul.diyanet.gov.tr/Karar-Mutalaa-Cevap/38773/piyango--toto--loto--iddia-vb--sans-oyunlari-oynamanin-dini-hukmu

4 Kasım 2021 Perşembe

“Secde Ayetlerinin Mealini Okuyan Kişinin Tilavet Secdesi Yapması Gerekir mi?”

Din İşleri Yüksek Kurulu Kararları
Karar Yılı: 2021 - Karar No: 3
Konusu: “Secde Ayetlerinin Mealini Okuyan Kişinin Tilavet Secdesi Yapması Gerekir mi?” Başlıklı Fetva
   

Din İşleri Yüksek Kurulu 20.01.2021 tarihinde Prof. Dr. Abdurrahman HAÇKALI başkanlığında toplandı. Kur’an-ı Kerim Meallerini İnceleme Komisyonu tarafından hazırlanan “Secde ayetlerinin mealini okuyan kişinin tilavet secdesi yapması gerekir mi?” başlıklı fetva müzakere edildi. Yapılan müzakereler sonucunda aşağıdaki soru ve cevabının Kurul Kararı olarak kabulüne karar verildi:
Secde ayetlerinin mealini okuyan kişinin tilâvet secdesi yapması gerekir mi?
Secde ayetlerinin Arapça lafzını okuyan veya dinleyen kimsenin, tilâvet secdesi yapması Hanefî mezhebine göre vacip, diğer mezheplere göre ise sünnettir. Kur’ân-ı Kerîm’in meal ve tefsirleri, bizatihi Kur’ân hükmünde olmamakla birlikte secde ayetinin mealini okuyan kimsenin de ihtiyaten tilavet secdesi yapması gerekir (Bkz. Serahsi, Mebsut, II, 5; Bilmen, İlmihal, Secde-i Tilavete Müteallik Meseleler, md. 375).

https://kurul.diyanet.gov.tr/Karar-Mutalaa-Cevap/38807/-secde-ayetlerinin-mealini-okuyan-kisinin-tilavet-secdesi-yapmasi-gerekir-mi---baslikli-fetva

3 Kasım 2021 Çarşamba

Meal okumak hatim yerine geçer mi?

Din İşleri Yüksek Kurulu Kararları
Karar Yılı: 2021 - Karar No: 2
Konusu: Meal okumak hatim yerine geçer mi?
   

Din İşleri Yüksek Kurulu 20.01.2021 tarihinde Prof. Dr. Abdurrahman HAÇKALI başkanlığında toplandı. Kur'an-ı Kerim Meallerini İnceleme Komisyonu tarafından hazırlanan "Meal okumak hatim yerine geçer mi?" başlıklı fetva metni müzakere edildi. Yapılan müzakereler sonucunda aşağıdaki metnin Kurul Kararı olarak kabul edilmesine karar verildi:
Kur’ân-ı Kerîm, Allah katından hem lafız hem de mana olarak indirilmiş olan ilahî kelâmın adıdır. Bu itibarla Arapça olarak indirilmiş olan Kur’ân’ın (Yusuf 12/2; Taha 20/113) manasını aktarmak üzere herhangi bir dilde yazılmış olan hiçbir meal, bizatihi Kur’ân hükmünde değildir. Çünkü tilaveti de ibadet olan, Kur’ân-ı Kerîm’in bizatihi kendisidir. Bu doğrultuda hatim, Kur’ân’ın mealinden okunması değil, Kur’ân’ın tamamının, Arapça metni üzerinden Fatiha suresinden başlanarak Nas suresine kadar okunmasıdır. Dolayısıyla Kur’ân-ı Kerîm’in meal ve tefsirlerinin okunması suretiyle hatim yapılmış olmaz.
Bununla birlikte bir Müslümanın, Yüce Allah’ın öğütleri ve buyruklarını öğrenmek maksadıyla Kur’ân-ı Kerîm’in mealini ve tefsirlerini okuması, Kur’ân’ın inzal sebebine muvafık (Nisa 4/82, Muhammed 47/24) ve sevaba vesile olacak bir durumdur. Bu vesileyle Kur’ân’ın hem Arapça lafzını hem de manasını aktaran meal ve tefsir türü eserleri okumaya gayret etmek de önemlidir.

https://kurul.diyanet.gov.tr/Karar-Mutalaa-Cevap/38804/meal-okumak-hatim-yerine-gecer-mi-

2 Kasım 2021 Salı

Dinden Çıkmayı Gerektiren Sözleri (Elfaz-ı Küfrü) Söylemenin Nikaha Etkisi Nedir?

Din İşleri Yüksek Kurulu Kararları
Karar Yılı: 2021 - Karar No: 4
Konusu: Dinden Çıkmayı Gerektiren Sözleri (Elfaz-ı Küfrü) Söylemenin Nikaha Etkisi Nedir? Başlıklı Fetva
   

Din İşleri Yüksek Kurulu 27.01.2021 tarihinde Prof. Dr. Abdurrahman HAÇKALI başkanlığında  toplandı. Sosyal Hayat Komisyonu tarafından hazırlanan, geçmişte “Kurul Fetvası” olarak Dini Bilgilendirme Platformuna yüklenen ve Diyanet İşleri Başkanlığınca yayınlanan Fetvalar kitabında da yer alan “Dinden çıkmayı gerektiren sözleri (elfaz-ı küfrü) söylemenin nikaha etkisi nedir?” başlıklı fetvada bazı değişiklikler yapılmasını içeren komisyon teklifi görüşüldü. Yapılan müzakereler neticesinde ilgili fetvanın aşağıdaki şekilde değiştirilmesine ve Kurul Kararı olarak kabulüne karar verildi:
Dinden çıkmayı gerektiren sözleri (elfaz-ı küfrü) söylemenin nikaha etkisi nedir?
İnançsızlık ya da dinî değerlere hakaret etmek amacıyla değil de sırf ağız alışkanlığıyla, dinden çıkmayı gerektiren sözlerin söylenmesi büyük günah olmakla birlikte tercih edilen görüşe göre bilgisizce söylenen bu sözlerle dinden çıkılmayacağı için nikâh da bozulmaz. Çünkü burada maksat dinî değerlere hakaret etmek veya bu değerleri hafife almak değildir. Şu kadar var ki bu tür söz ve davranışlarda bulunan kişinin tövbe ve istiğfarda bulunması ve tekrar böyle bir hataya düşmemeye gayret etmesi gerekir.
Dinin kesin esaslarından birisinin bilerek inkar edilmesi veya hafife ya da alaya alınması ise kişinin dinden çıkmasına sebep olur. Mesela Allah’a, Peygambere ve dinen mukaddes olan değerlere küfreden, namazı ve orucu inkar eden kişi İslam dininden çıkmış olur. Hanefi mezhebine göre, eşlerden birinin dinden çıkmasıyla, evlilik kendiliğinden sona erer. Tövbe ederek İslam’a dönse bile yeni bir nikah akdi olmaksızın evlilik hayatını devam ettiremez. Şafii mezhebine göre, dinden çıkan kimse tövbe eder de iddet müddeti içinde İslam’a dönerse yeni bir nikah akdine gerek kalmaksızın evlilik hayatını devam ettirebilir (Şafii, el-Ümm, I, 297; Şeyhizade, Mecme‘u’l-enhur, I, 546).

https://kurul.diyanet.gov.tr/Karar-Mutalaa-Cevap/39666/dinden-cikmayi-gerektiren-sozleri--elfaz-i-kufru--soylemenin-nikaha-etkisi-nedir--baslikli-fetva

1 Kasım 2021 Pazartesi

KÜÇÜK NOTLARIM (64): Sabr-ı cemil


Sabr-ı cemîl, başa gelen belâ ve musîbetleri hiçbir şekilde başkasına şikâyet etmeden, onlara tahammül göstermektir. Çekilen sıkıntılar insanlara şikâyet edilirse, olaylar karşısında gösterilen sabır, önemini kaybeder.

Sabr-ı cemil

1-Allah öyle istedi ve oldu; onun muradı gerçekleşti. Kulun bunu sorgulamaması,

2- benim işim en hayırlının, en merhametlinin, en adil, en güvenli bir mercinin elinde

3-sabrın eninde sonunda güzele intikal edeceğini bilmek "sabrun cemil"yapıyor sabrı. Benim için en iyisi olacak

-ağlamak sabri cemile engel değil

-güzel sabır, Allah’a hüsnüzan etmeye devam etmek

-Özlem,acı, matem, üzüntü, ağlamak, sabıra engel değil. Sabredince bu acılar da gitmeyecek. Sabır şuna inanmaktır: Bunu Allah-u Teala bana takdir etti; merhameti ile takdir etti ve bunun sonu muhakkak güzel olacak. "Allah cc bana hayırdan başka bir şey murad etmez" demek güzel sabır. Güzel sabır, güzel imanı koruyor.  

-derdi dillendirmek sabırsızlık değil. Sadece acısını dillendirip, yükten kurtulup derttaş arayabilir. 

Katlanmak ve sabır farkı:
katlandığımızda öfke içerde sürekli kaynar,birikir, menfaat vardır.

Sabretmekte ise eylem vardır.  Sabretmekte rıza vardır. Allah'ın verdiği hükme memnuniyet ortaya çıkar.

Kişiye imtihan verildiyse onun sabrı da verilir. Üzülmen, nasıl dayanıyor demen doğru olmaz. Sen dışardan ateş görsen de o gül bahçesindedir.
Sabır eylemsizlik değil gayret etmektir. İçinde bulunduğu durumu devam ettirmesidir.

Psk.Reyhan Özyağlı

31 Ekim 2021 Pazar

KÜÇÜK NOTLARIM (63): İnsanların onayı mı, Rabbimizin rızası mı?


İnsanların onayını, Rabbimizin rızasının önüne geçirmenin bir sonucu da sürekli depresif bir haleti ruhiyedir.

Kendisini iyi hissetmesi hep diğerlerinin ona nasıl davrandığına bağlı olan birinin başka türlü olması nasıl beklenir?

Yüzümüzü, özümüzü var edene çevirip, ondan başkasına minnet etmediğimizde ulaşacağımız huzurun bir hediyesi de evvelce sürekli bizi kırdığını düşündüğümüz insanların aslında sadece kendi özlerinin gereğini yapıp durduklarını ve bunun bizimle hiçbir ilgisinin olmadığını görmek olacaktır.

Fatma Bayram

30 Ekim 2021 Cumartesi

67- El-Vâhid ism-i şerifi:


“Bir, yegâne, bir tek” anlamına gelen Vâhid ve Ehad kavramları Allah hakkında kullanıldığında, “bölünmesi (tecezzî, inkısâm), parçalanması ve sayısının artması (tekessür) mümkün olmayan yekpare, bir, tek, yegâne varlık” manasına gelir. Zıddı kesrettir. Vâhid ismi, ismi fail kalıbındadır ve bu kalıp süreklilik bildirir. Allah’ın birliğinin sonsuzluğu ile şirkin imkânsızlığı bu isimde bir arada ifade edilmiş olur.
Bu ism-i celîl, büyük ve derin bir teolojik değer taşır. Sayısal bir durumu değil, mutlak, benzersiz ve sonsuz bir varoluşu bildirir. Buradaki birlik, herhangi bir sayı dizisinin ilk basamağı anlamında değildir; Allah’ın, çeşitli parçaların bir araya gelmesiyle oluşan birleşik (mürekkeb) bir varlık olmadığı, benzeri ve dengi bulunmadığı manasını taşır. Parçaların bir araya gelip gelişmesi suretiyle oluşmama ve parçalara bölünmeme, Rabbimizin var oluşunun ezelî ve ebedî olduğunu da ifade etmiş olur. Varlığı, değişmez biçimde ve zamansızdır.


Vâhid-Ehad
Ehad ve Vâhid aynı kökten gelmekle beraber aralarında bazı farklar vardır. Temelde Vâhid, ortağı, Ehad de benzeri olmayan demek ise de Elmalılı Hamdi Yazır bu iki isim arasındaki farkları izah etmek için İhlas suresi tefsirinde yaklaşık otuz sayfa kadar yer ayırmıştır. Burada gramatik farklara ve ince nüanslara işaret ettikten sonra kısaca şöyle der: “Ehad, zatında ne kesir ne de maada hiçbir aded kabul etmeyen, hiçbir vechile iki olması ihtimali bulunmayan hakiki birdir. Hep bir, daima bir, maadası hiç olan birdir. Ehadiyet ile Allah Teala’dan başka bir şey tavsif olunmaz. Mesela ‘raculün ehadün, dirhemün ehadün’ denilmez, oysa ‘racülün vahidün, dirhemün vahidün’ denilir. Ehad daha kapsamlıdır. Öyle ki ehad denilmekle vahid denilmiş olur, vahid denilmekle ehad denilmiş olmaz. Ayrıca ‘filana ehad mukavemet edemez.’ denildiğinde sayısı kaç olursa olsun hiç kimse mukavemet edemez demek olur. ‘Vahid mukavemet edemez.’ denildiğinde ise bir kişi mukavemet edemez ama birden fazla olursa olabilir, demektir.”


Kur’an’da Vâhid
Bu isim Kur’an-ı Kerim’de yirmi iki yerde Allah’a isnat edilerek kullanılmıştır. Geldiği bölümlerin genellikle Mekki ayetler olması, bu ismin bir tevhit mücadelesi dönemi olan Mekke Dönemi için ifade ettiği merkezî konumu gösterir. Bu yirmi iki ayetin on altısında “İlah”, altısında ise “Kahhar” ismi ile birlikte gelmiştir. Bu da bize, ilahın biricik olmakla beraber zayıf ve güçsüz olmadığını, tam tersine tüm mahlukatı kahrı altında tutabilecek gücü haiz olduğunu gösterir.
Kur’an’da Vâhid ismi genellikle, şirkin reddedildiği ayetlerde Allah’ın birliğini vurgulamak üzere gelir. (Bakara, 2/163; En’am, 6/19; Tevbe, 9/31; Rad, 13/16; Nahl, 16/22, 51; Hac, 22/34; Saffat, 37/4; Sad, 38/5.) Hz. Yusuf da zindan arkadaşlarını şirkten sakındırıp tevhide çağırırken bu ismi zikretmiştir. (Yusuf, 12/39.) Şirkin her çeşidi reddedilirken Cenab-ı Hakk’a evlat isnad edenler üzerinde özellikle durulmuş ve bunun imkânsızlığı da bu isme işaret edilerek anlatılmıştır. (Nisa, 4/171; Maide, 5/73; Zümer, 39/4.) Ehli kitaba tebliğ yapılırken bir asgari müşterekte birleşme çağrısı yapılmış ve bu ortak noktanın Allah’ın birliği esası olduğu vurgulanmıştır. (Ankebut, 29/46.) Bazen de Yüce Allah’ın kendisini anlattığı bir paragrafta O’nun eşsiz kudretinin bu isimle anlatıldığını görürüz. (Sad, 38/65.) Kıyamet gününde bu eşsiz kudretin huzurunda toplanılacak ve sadece O’na hesap verilecektir. (İbrahim, 14/48; Mümin 40/16.)


Tevhit
Allah’ın zatında, sıfatlarında, mabut oluşunda bir ve tek olduğunu zihin ve kalp yoluyla kabul etmek anlamına gelir. Kur’an, Allah’ın varlığını benimsemenin insan fıtratının bir gereği olduğunu vurguladığı gibi aynı şekilde selim akıl ve kalbin, O’nun eşsiz birliğini kabul etmesinin de kaçınılmaz olduğunu söyler. Kur’an-ı Kerim, Allah’ın varlığının gerekliliğinden çok birliği üzerinde durmuştur. Bütün peygamberlerin ortak tebliğ konusu da tevhittir. (Bakara, 2/133; İbrahim, 14/52; Kehf, 18/110; Enbiya, 21/25,108; Fussilet, 41/6.) Allah’tan başka bir varlığa yaratılmışlık üstü bir konum verilmesi, ona hayatında veya ölümünden sonra yaratılmışlık üstü saygı gösterilmesi tevhit ilkesini bozan davranışlardandır. (Şura, 42/13.)
Allah Teala’nın Vâhid oluşunun doğal sonucu, O’nu uluhiyette ve rububiyette birlemektir. O’nu uluhiyette birlemek demek, O’nun zatında, sıfatlarında ve fiillerinde eşsiz olduğunu kabul etmek demektir. Rububiyette birlemek de, bu inancın doğal sonucu olarak O’ndan başkasına kulluk etmemek, O’ndan başkasında tanrısal özellikler görerek el açmamak ve sığınmamaktır. Buna, ibadette tevhit veya amelî tevhit de denir. Uluhiyyette tevhit, zihnî bir fonksiyondur ve imanın teorik yanını oluşturur; rubûbiyyette tevhit de kalbin ameli olup imanın gönül hoşluğuyla kabulünü teşkil eder. İman, bu ikisinin birleşmesinden meydana gelir. Amelî tevhit, kişinin kalbiyle Allah’ı sevmesi, davranışlarıyla bu sevgisini ispat etmesidir. Ulûhiyyette tevhit, insanın fikir hürriyetini; ibadette tevhit ise duygu hürriyetini sağlar.


Vâhid tecelli ederse
Yaratılmış hiçbir şeyin, kendi türünden de olsa bir başka varlığa tam olarak benzememesi bu ism-i şerifin tecellilerindendir. Mahlukatın her ferdi bu anlamda bu ismin tecellisine mazhardır. Her birimizi “fert” kılan bu tecellidir. Her insan bu tecelli sayesinde orijinal, benzersiz bir şahsiyettir. Fertlerdeki bu farklılıkları ortadan kaldırıp onları fiziksel, sosyal ve manevi anlamda tek tip yapmaya çalışan her proje Allah’ın Vâhid ismine bir isyandır. Efendimizin (s.a.s.), ashabını kişilik farklarıyla birlikte kabul etmesi, onları tek bir karaktere dönüştürmeye çalışmaması Yüce Rabbimizin yaratılışta verdiği farklılıklara duyduğu saygıyı gösterir.
Vâhid isminin sayısız çokluk şeklinde görünen bu yaratılmışlar âleminin sebepler zincirinde geriye doğru gittiğimizde biricik yaratıcıya bağlanmadığında, yani zihinlerimiz tevhide ulaşmadığında kesretteki kaosta kaybolup gideceğini de hatırlatmış olalım. Özellikle insanı ilgilendiren tıp, psikoloji vb. bütün bilimler bu holistik bakışa ulaşamadıklarında, bir yeri yaparken bir yeri bozmaktan bir türlü kurtulamazlar. Çünkü vahdette huzur, kesrette kaos vardır.

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram 

29 Ekim 2021 Cuma

66- El-Macîd ism-i şerifi:


Sözlükte “şerefli ve seçkin olmak” anlamındaki “mecd” kökünden türeyen Mecîd “asil, şerefli, cömert olan” demektir. Aynı kökten türeyen Mâcid de bu manaya gelmekle birlikte mübalağa bildiren “Mecîd” kalıbının daha zengin içerikli olduğu kabul edilir. Mecîd ve Mâcid Allah’a nispet edildiğinde “yetkinliğin karşıtı olan her türlü nitelikten münezzeh, lütuf ve ikramı bol” anlamına gelir. Dilciler, mecd kökünün temel manasının bolluk ve genişlikten ibaret olduğunu söylerler. Buna göre Macîd/Mecîd isimleri Rabb’imizin şanının yüceliğini, sıfat ve fiillerinin güzelliğini, kadrinin ululuğunu ve cömertliğinin sınırsızlığını ifade eder. Mutlak manada sadece Allah için söylenebilecek, insanın gönlünü ilahi azamet ve muhabbetle dolduran zâtî isimlerdendir.


Genellikle âlimler, Mecîd ismini Allah Teâlâ’nın zatına ve sıfatlarına yönelik olmak üzere iki açıdan yorumlamışlardır. Zata yönelik yorum O’nu acz ve eksiklikten, yani yaratılmışlık özelliklerinden berî ve münezzeh tutmayı; fiillerine yönelik yorum da lütuf ve ihsanının çok olduğunu belirtmeyi amaçlamıştır. Bunların ikisi de zat-ı ilahiyyeyi yetkin sıfatlarla niteleme noktasında birleşir.
Zatın yüceliği ile fiilerin güzelliği bir araya geldiğinde mecd ortaya çıkar. Bu durumda mecd, zat ile fiilin en üst derecedeki uyumudur. Seçkin bir karakter her zaman seçkin davranışlara muvaffak olamadığı gibi seçkin görünen davranışlar da her zaman seçkin bir ruha dayanmayıp birtakım hesap ve çıkar kaygıları ile yapılmış olabilir. Bu ikisi bir arada mükemmel şekilde sadece Yüce Rabb’imizde bulunduğu için mâcid olan sadece O’dur. Biz kullar her namazımızda O’nu Hamîd ve Mecîd isimleriyle anarız.

Mecîd olan Allah’ın arşı da kelamı da mecîddir
Mecd kavramı Kur’an-ı Kerim’de sadece “mecîd” şeklinde dört ayette yer almaktadır. Bunların ikisi “çok şerefli” manasıyla Kur’an’ın sıfatı durumundadır. (Kâf 50/1; Burûc 85/21.) Hûd suresi 73. ayette ise Rabb’imize izafe edilmiş olarak gelen mecîd sıfatı, öncesinde anlatılan bir mucizevi hadiseden sonra meleklerin Hz. İbrahim’in eşine hitabı içerisinde şu şekilde geçer: “Melekler, ‘Allah’ın emrine mi şaşıyorsun? Allah’ın rahmeti ve bereketi size olsun ey (peygamber ocağının) ev halkı! Şüphesiz O, övülmeye lâyıktır, şanı yücedir.’ dediler.” Konunun gelişinden anlaşıldığı üzere Mecîd ismi, içerdiği yücelik, kudret ve cömertlik nedeniyle bizleri, O’nun fevkalade ikramları karşısında, olamazmış gibi düşünmenin yanlışlığına düşmekten korur. Aslında bizim âdetin hilafı olarak gördüğümüz bu gibi harikalar da ilahi kanunlar çerçevesinde olup bitmektedir ama biz onların mahiyetini bilmediğimizden anlayamıyoruz. Mucizelerin oluşundan kuşkuya düşmek, uluhiyetin mecdinden kuşkuya düşmektir. Bu nedenle Allah’ın Mâcid ismine imanı tam olan, O’nun sıra dışı ve akıl üstü ikramlarını muhal görmez.

Mecîd ismi, Kur’an’da geçtiği dördüncü yerde ise kıraat imamlarının farklı anlayış ve okuyuşlarına bağlı olarak ya Yüce Rabb’imizin veya O’nun arşının sıfatı olmuştur. (Burûc, 85/15.) Arş, Cenab-ı Hakk’ın otorite ve hakimiyetinin sembolüdür. Arşın mecîd olması da arşın ve onun hükmü altındaki bütün mahlukatın üzerindeki hakimiyet ve otoritenin sadece Allah’a mahsus olduğunu gösterir.

Mâcid tecelli ederse
Allah Teâlâ’nın kullarına olan ikram ve cömertlikleri hiçbir insan kelamıyla tam olarak ifade edilemez, hiçbir ölçüyle ölçülemez. Rabb’imizin manevi ikramları sadedinde olarak mesela önce kullarını temiz ahlak sahibi olmaya, iyi işler yapmaya muvaffak kılıp sonra yaptıkları o güzel işleri, hâiz oldukları seçkin vasıfları sebebiyle onları övmesi sayılabilir. Buna ilaveten Rabb’imiz kusurlarımızı affeder, kötülüklerimizi yok eder. Fakat bunları devamlı hatırlatarak bizleri utandırmaz. Dar ve zor zamanlarda akla hayale gelmeyecek yollardan yardımını gönderir. Müşkülleri gidermenin, huzur ve afiyete kavuşmanın yollarını açar. İnsanın şerefli bir ömür sürmesi için ihtiyaç duyduğu her şey, bu ismin tecellisi ile vücuda gelir. Bu ikramlara mazhar olandan da aynı şekilde asil, onurlu ve cömert bir ahlak beklenir. Bilhassa, herhangi bir konuda insanların önüne düşenler bu isimle ahlaklanmaya daha da özen göstermelidir. İmtihan şuradadır ki güç ve imkânlar arttıkça bu güzel ahlakı korumak zorlaşır.
Hayatımızda kesbi veya vehbi ne kadar şeref ve itibarımız varsa hepsi Mâcid olan Allah’ın ikramıdır. Vehbi olanların O’nun ikramı olması açıktır. Bizim gayretimizle olanlar ise onu kazanma gücü ve isteği vermesi sebebiyle yine O’ndandır. Hasılı bütün bolluk ve refahlar, bütün haysiyet ve itibarlar hepsi Allah’ın mecdindendir.

Mecîd olan Allah’a dua
Mecîd ve Mâcid çok sayıda hadis rivayetinde zikredilmiş, özellikle namazlarda selamdan önce okunan ve “Hamîdün Mecîd” isimleriyle sona eren “Allahümme salli”, “Allahümme bârik” metinleri Kütüb-ü Sitte’nin tamamında rivayet edilmiştir. Cenâb-ı Hak bir kutsî hadiste zatını mecd kavramıyla nitelediği gibi mecd nitelemesi (temcîd) Hz. Peygamber’in dua ve niyazlarında birçok kez tekrarlanmıştır. Rasulullah’ın gece namazının arkasından okuduğu duanın tenzih nitelemeleriyle şekillenen son cümleleri şöyledir: “Allah’ım! Bizi, doğru yola kılavuzluk eden ve onu fiilen izleyen, hak yoldan sapmayan ve saptırmayan, dostlarınla barışık ve düşmanlarına dargın olan kimseler grubuna kat. Güç ve kudret ridâsına bürünüp bunu yaratıklara beyan eden, mecd ve şerefle vasıflanıp yücelen, tesbih ve tenzihe yegâne layık olan, lütuf, ihsan, mecd, kerem ve azamet sahibi Allah’ım! Seni yüceltir, seni her türlü eksiklikten tenzih ederim.” (Tirmizî, “Da’avât”, 30.)

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram 

28 Ekim 2021 Perşembe

65- El-Vâcid ism-i şerifi:


Vâcid ismi vecd/vücûd kökünden türemiştir. Bu kök, bulmak, bilmek ve her istediğine, hemen ulaşmak ve bunu sağlamak için kendisi dışında hiçbir şeye ihtiyaç duymamak anlamlarına gelir. Bu durumda Vâcid ismi dilediğini dilediği zaman bulan, bu hususta bir yardıma ihtiyaç duymaktan müstağni olan demek olur. Zira Yüce Allah ilah olmak için lüzumlu olan ilim, kudret, yaratma, hakimiyet gibi vasıfların hiçbirinden mahrum değildir. Uluhiyet sıfatları ve bunların kemali hususunda kendisine gerekli olan her şey, şanı yüce olan Allah’ın zatında mevcuttur. Yarattığı hiçbir şey, hiçbir an O’nun bilgisi dışında kalamaz. Her şey O’nun gözü önünde olup bitmektedir. O’ndan kaçmak ve gizlenmek mümkün değildir.

Kısacası Yüce Allah her şeyi, istediği an ve zamanda hemen bulur. Herhangi bir şeyi ele geçirmek için zaman kollamaya, tedbir almaya, tuzak kurmaya ihtiyacı yoktur. Hiçbir şey O’ndan kendini gizleyemez. İstediği şey, istediği zaman, derhâl huzurundadır; O’nun ulaşamayacağı, gücünün yetmeyeceği bir noktaya kaçıp kurtulamaz. Bu nedenle kul kendisini asla Allah’tan ayrı zannetmemeli, her an huzurda olduğu bilincinde yaşamaya bakmalıdır.

Vâcid kelimesi Kur’an-ı Kerim’de geçmemekle birlikte sekiz ayette fiil kalıplarıyla zat-ı ilahiyyeye nispet edilmiştir. Bunlardan üçü Rasulüllah’ın hayatının ilk dönemlerine ait beyanlardır. (Duhâ, 93/6-8.) Bunun dışında Vâcid isminin “bulmak, sahip olmak, bilmek” şeklindeki içeriğine uygun birçok ayet vardır. Sebe’ suresinde (34/2) gaybı bilen Rabb’e yemin edilerek göklerde ve yerde zerre kadar, ondan daha küçük veya daha büyük hiçbir şeyin Allah’tan gizli kalmayacağı ifade edilmiş, aynı muhteva Yunus suresinde de (10/61) yer almıştır.

Vacibü’l-vücud
Bu isim, aynı zamanda vücud kökünden gelmesi sebebiyle Allah’ın zihnin dışında gerçekliğinin bulunduğunu ve yokluğunun düşünülemeyeceğini de ifade eder. Yüce Allah’ın varlığının zorunlu olması (vacibü’l-vücud) insanların doğuştan Allah’ın varlığına dair bilgiye veya eğilime sahip kılındıkları anlamına gelir. Kur’an’a göre bu, selim fıtratın gereğidir. (A‘râf, 7/172; Rûm, 30/30.) Kur’an’ın beyanıyla, asil ve şerefli bir varlık olarak yaratılıp (İsrâ, 17/70.) imtihan dünyasında yaşatılan insan, içten gelen nefsani arzular ve dıştan gelen saptırıcı akımlarla temiz fıtratını köreltebilir. Bununla birlikte hayatta karşılaşılan beklenmedik olaylar, hastalık ve felâketler kişinin aslî yaratılışına dönmesini sağlar.

Aramak ve bulmak
Râgıb el-İsfahânî bu ismi açıklarken insanların bir şeyi bulma ve elde etme konusunda çaba göstermeleri, denemeler yapmaları gerektiğini ve buna rağmen yine de bir şeyin hakikatine vâkıf olabilmek için ilahi yardıma muhtaç olduklarını anlattıktan sonra Cenab-ı Hakk’ın her şeyi çabasız ve vasıtasız bir şekilde, bütün hakikati ve mahiyeti ile önünde hazır bulduğunu anlatır. İnsanlar ise bir şeyin mahiyetini bilebilmek için nesnelerde gözlem ve deneye, zihinsel hakikatlerde ise akıl yoluyla idrak edebilmeye, yani çaba göstermeye mecburdurlar. Bu çabalara rağmen yine de sonuç garanti değildir. Rabbimiz Vâcid ismi ile tecelli etmezse bir ömür arayış içinde geçer de hakikatin kırıntısına bile ulaşılamamış olabilir.

Vâcid ismi fâkıd kelimesinin zıddıdır. Fâkıd, yitiren, amaçlarına ulaşamayan, istediği şeyi elde edemeyen demektir. Bunu bilince Vâcid isminin bize tecelli etmesinin hayatımızın her alanı için ne demek olduğunu daha iyi anlarız. Hem tasavvufun hem de psikolojinin söylediğine göre bizim hayatlarımız baştan sona bir arayıştır. Annenin memesini aramakla başlayan hayat maddi ve manevi arayışlarla devam eder. Son nefesimizde aradığımız ise doğru kelimeyi söyleyebilmektir. Bu iki arayışın arasında daha neler neler ararız. Hayatın anlamını ve kendi özelimizde yaratılış gayemizi ararız. Her durumda ve her ilişkide gerçeği ararız. Hakiki dostlar ararız. Doğru okulu, doğru mesleği, doğru kişiyi ararız. “Bulmak” başlı başına büyük bir başarıdır.

Vâcid tecelli ederse

Vâcid isminden nasibi olan kullar seçkin insanlardır. Allah onlara dünyevi ve uhrevi amaçlarına ulaşmayı nasip etmiştir. Onlara da Cenab-ı Hakk’ın kendilerine verdiği ilim, irfan, hikmet, servet ve beceriden Allah’ın yarattığı tüm varlıkları faydalandırmak ve her bir yaratılmışın aradığını bulmasına rehberlik etmek yakışır. Bu insanlar hayvanların rızık yollarını kapatmaz, insanların arayışlarına, ihtiyaçlarına ulaşmalarına ve yükselmelerine engel çıkartmaz; engel olmak şöyle dursun, bedenlerin ve ruhların gıdasını bulmasına vasıta olmak onun mutluluk vesilesi olur.

Vâcid isminin tecelli ettiği insan ihtiyaç duyduğu şeyleri nerede bulacağını bilir, yolunu kaybetmez, hedefine ulaşır. Hem de kimseden bir şey istemeden Allah vergisi olarak bulur.


En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram