9 Haziran 2020 Salı

ASR-I SAADETTE RASULULLAHIN DAVRANIŞLARININ BAĞLAYICILIĞI-Prof. Dr. Hayreddin Karaman


GİRİŞ


Tarihte ve günümüzde birçok düşünür, bilgi kaynağı olarak yalmz akla ve duyu organlarına itibar etmiş, bunlarla elde edeme­diği bilgiyi de, bu bilginin ilgili bulunduğu varlıkları da inkar etmiş, yok saymışlardır. Bunlara karşı yine bazı düşünürler ile peygamberler ve semavi bir dine iman edenler, akıl ve duyu or­ganları yanında başka bilgi kaynaklarından söz etmişler, bu kay­naklardan elde edilen sağlam ve tutarlı bilgileri insanlara açıkla­mış; Allah, ruh, yaratılış, ölümden sonraki ebedi hayat gibi aklın ve duyu organlarının ulaşamadığı konularda onların yollarına ışık tutmuş, bilmediklerini ve bilemeyeceklerini öğretmişlerdir. «Sana ruhu soruyorlar; onlara de ki: Ruh bir Allah işidir ve size ilimden ancak birazı verilmiştir.»[2] mealindeki ayet, insana veri­len ilimin (bilgi ve bilgi edinme vasıtalarının) bilgi konusu olabile­cek şeyler karşısında yetersiz olduğunu, bilinmeyenin bilinenden daha çok bulunduğunu, ruh gibi bazı varlıkların mahiyetini insan aklının idrak edemeyeceğini ifade etmektedir.lşte bu akıl üstü bil­gi" kaynaklarının başında, peygamberlerin, Allah'tan bilgi alma vasıtaları olan vahiy vardır: «Nitekim size kendi içinizden, ayetle­rimizi size okuyan, sizi eğitip olgunlaştıran, size Kitabı ve hikmeti öğreten ve size bilmediklerinizi bildiren bir elçi gönderdik.»[3] diyen ayet, vahyin ve rasulün, bilgi ve eğitim sahasındaki rollerim dile getirmektedir. [4]

Birinci Bölüm


HZ PEYGAMBER (S.A.V.VIN ÖRNEKLİĞİ VE DAVRANIŞLARININ VAHİYLE ALAKASI


1. Rasûlullah'ın Örnekliği Ve Özellikleri


Peygambei'lerin bilgi kaynaklarının vahiy olduğu konusunda bir şüphe ve şaibeye yer vermeyi istemeyen Allah, onları, okur ya­zar olmayan kulları arasından seçmiştir. [5]insanlara Allah katın­dan bilgi getirmek yamnda, başta örneklik ve eğitim olmak üzere daha birçok vazife ile yükümlü olan peygamberlerin, insanlar(be-şer) arasından seçilmesi, sünnetullah (kainatta hakim kaide ve kanunlar) gereği idi. Bu sebeple Peygamberlerin niçin melek ol­madıklarını, neden fevkaladelikler taşımadıklarım, küfürlerine bahane kılanlara ilahi Kitap şöyle sesleniyordu: «Eğer yeryüzün­de yerleşmiş olarak gezip dolaşan (siz insanlar değil de) melekler olsaydı şüphesiz onlara elçi olarak gökten bir melek indirirdik.»[6] İnsanlara Allah'ı anlatacak ve O'na çağıracak olan peygamberle­rin hem insanlardan olması, hem de onlardan farklı bulunması zarureti vardı; peygamber insan olmalı idi, fakat bizzat Allah'ın eğitip insanlığa örnek diye sunduğu bir insan.[7] Beşer hamurun­dan yoğurulmuş, fakat peygamber kalıbına dökülmüş bulunan Allah elçisinin sonuncusu bu sebeple gerektikçe «Ben de ancak si­zin gibi bir beşerim...» diyor,[8] gerektiğinde de«Ben herhangi biri­niz gibi değilim; ben Allah tarafından yedirilir, içirilirim...» bu­yuruyor[9] kendi özelliği cümlesinden bulunan iftar etmeden gün­lerce oruç tutma ibadetinden ashabını menediyordu. O'nun, bir insan olmasına rağmen kimselerin dayanamayacağı maddi ve manevî yüklere dayanması, günahsız ve günah işlemekten beri oluşu, eşlerinin sayısı, mehirsiz evlenme yetkisi, hanımlarının bütün müminlerin anneleri hükmünde oluşları ve daima perde arkasında bulunmaları... hep özellikler, farklılıklar, O'na mahsus hükümler ve haller cümlesindendi; müminler bu sahada O'nu iz­leyemez, yaptığını yapamaz, hali ile hallenemezler. Peygamber­lerde ümmete örneklik esas olmakla beraber bir yanda bu özellik­leri, bir yanda da —aşağıda açıklama ve örnekleri gelecek olan— beşerî ve tabiî davranışları, örneklik (başka bir ifade ile bağlayıcı­lık) dışında kalmaktadır. [10]

2. Rasûlullah'm Davranışlarının Vahiy İle Alakası


Allah Rasûlü'nün bütün davranışları (sözü, fiili, tavır alışla­rı) vahye dayanırsa örneklik ve tebliğ dışında kalan bir davranı­şından söz edilemez. Eğer davranışlarından bir kısmı beşeri tabi­atından geliyor, yahut rey ve içtihada dayanıyorsa bu takdirde bağlayıcı davranışlarını, böyle olmayanlardan ayırmak ve ayrı kategorilerde değerlendirmek gerekecektir. Konu ile ilgili ayet ve hadislerden bir kısmı —diğerleri gözönüne alınmazsa— Ü'nun, her davranışının vahiyden kaynaklandığını anlatır gibidir; «Dos­tumuz (Allah Rasûlü) ne sapmış, ne de asılsız şeylere inanmıştır. O, kendiliğinden bir şey söylemez; söylediği, ancak kendisine gön­derilen vahiydir, bunu da çok güçlü (Cebrail) O'na öğretmiştir.»[11] Abdullah b. Amr anlatıyor: Allah Rasûlü'nden duyduğum her şeyi, unutmayayım diye yazardım. Kureyş (ileri gelenler) 'sen her duyduğunu yazıyor musun, halbuki Allah Rasulü hoşnutluk halinde de, hiddetli iken de konuşan bir beşerdir' diyerek beni bundan menettiler, ben de yazmaktan vazgeçtim ve durumu Al­lah Rasûlüne ilettim; kendileri, parmağı ile ağzını göstererek yaz, hayatım elinde olana yemin ederim ki buradan ancak hak (gerçek ve Allah rızasına uygun olan) çıkar buyurdular.»[12]
Bu gibi ayet ve hadislerin karşısında O'nun beşer Özelliğini or­taya koyan ve her davranışının vahye dayanmadığını gösteren naslar da vardır: Bedir savaşında alınan esirlere yapılacak mua­mele konusu müzakere edilmiş, Rasûlullah'm da içlerinde bulun­duğu grubun reyi tercih edilerek fidye karşılığı serbest bırakılma­larına karar vermişti. Sonradan gelen vahiy bu kararı şöyle değer­lendiriyordu: «Düşmanı çökertip yeryüzünde hakim oluncaya kadar bir peygamberin esirleri olamaz. Siz dünya malını istiyor­sunuz, Allah ise ahireti istiyor; Allah izzet ve hikmet sahibidir. Eğer Allah tarafından daha önce konmuş bir hüküm (ictihadda hata eden cezalanmaz, kanunsuz suç olmaz hükmü) olmasaydı, aldığınız fidye yüzünden size büyük bir ceza gelecekti.»[13] Allah Rasûlü bir namazı kıldırırken yanılmış, ashabın «bir değişiklik mi oldu» sualleri üzerine «Ben ancak bir beşerim, sizin gibi ben de unutup yanılabilirim...» demiştir.[14] Kendisine getirilen bir dava sebebiyle «hakkında vahiy gelmeyen dava konularınla ben re'y ve içtihadımda hükmederim.» buyurmuşlardır.[15] Hz. Peygamber (s.a.v.), Medine'ye geldiğinde ziraatçilerin, erkek hurma dallarım dişler üzerine asarak tozlaştırma yaptıklarını görmüş ve ne yap­tıklarını sormuştu, «öteden beri bunu yapıyorduk» dediler, «uma­rım ki siz bunu yapmasamz daha iyi olur» buyurdu, onlar da toz­laştırma yapmayı terkettüer, bu yüzden hurmalar olgunlaşma­dan döküldü ve eksik oldu, durumu Allah Rasûlüne ilettiler, şöyle buyurdu: «Ben ancak bir beşerim, size dininize ait bir şey emreder­sem bunu uygulayın, size şahsî görüşten bir şey söylersem ben an­cak bir beşerim.», bir başka rivayette «... siz, dünyanızın işini daha iyi bilirsiniz.» [16]Yukarıdaki deliller yanında bu hadis, bir yandan Allah Rasûlü'nün bütün davranışlarının vahye dayanmadığım ortaya koyarken, diğer yandan bağlayıcı olan ve olmayan davra­nışlarını birbirinden ayırma konusunda bir Ölçü de getirmektedir: «Dine ait olan bağlayıcı, dünyaya ait olan bağlayıcı değil». Hz. Peygamber (s.a.v.)in özellik ve selahiyetlerini açıklayan ayet ve hadisler ile sahabe uygulaması bilikte değerlendirilince «dünyaya ait söz ve davranışlarını» da ikiye ayırmak gerekmektedir: a) müs-bet ilimlerin, teknik ve teknolojinin araştırma, çözme ve geliştir­me sahasına giren konular, b) İnsanların ferd ve toplum halinde eğitilip yönetilme ve yönlendirilme sahasına giren konular. Bun­lardan birincisi hadiste kastedilen «dünya işleriniz» sahasıdır ve bu konularda Allah Rasûlü'nün söyledikleri genellikle şahsi tec­rübe ve düşüncesine dayara bağlayıca değildir. İkincisi siyaset, hukuk, ekonomi, sosyal kn -umlar, eğitim... ile ilgili sahadır; Allah Rasûlü'nün bu sahaya gelen söz ve davranışları genellikle dine dahildir ve bağlayıcıdır vçünkü ya vahye dayanmakta, yahut da —içtihada dayansa bile—- vahyin sözlü veya sukut şeklinde tasdi­kinden geçmiş bulunmaktadır). Bu konulara ait bulunduğu halde bağlayıcı olmayan davranışları da vardır; bunların nelerden iba­ret olduğu ve diğerlerinden nasıl ayrılacağı konusu, bu yazının asıl konusudur ve aşağıda ele alınacaktır.
Asıl mevzuumuza geçmeden önce Rasûlullah'm, bağlayıcı ol­mayan söz ve davranışlarına ait bazı örnekleri, Kadı Iyad'ın Şifa'sından takip etmek, sonra da bu konuya el atan yazarları tanıtmak üzere bir fasıl açmak faydalı olacaktır. Kadı Iyad (v.544/1149) bu meşhur eserinde, Peygamberimizin beşeri*tabia­tından kaynaklanan, rey ve içtihadına dayanan, çoğu bağlayıcı ol­mayan zengin örnekler vermiş, bunların hikmetlerini açıklamış, ilk bakışta çelişik görünen nakilleri uzlaştırmıştır.[17] «Rasulullah da diğer peygamberler gibi beşer nev'indendir Ö'nun cismi ve dış varlığı tamamen beşeridir, diğer insanlar için caiz olan hastalık­lar, değişmeler, acılar, sancılar ve Ölüm O'nun için de caizdir... Allah Rasûlü hastalanmış, inlemiş, soğuk ve sıcaktan müteessir olmuş, acıkmış, susamış, hiddetlenmiş, canı sıkılmış, usanmış, yorulmuş, zayıflamış, yaşlanmış, bineğinden düşüp yaralanmış, kafirler kendisini yaralayıp dişini kırmışlar, zehirli et vermişler, sihir yapmışlardır; O da maddî manevî vasıtalarla bunlara karşı tedavi görmüş, tedbirler almış, nihayet Büyük Dostu'na kavuş­muş ve dünyayı terketmiştir; diğer peygamberlerin de başından geçen bu hal ve olaylar beşeriyet gereğidir, kaçınılmaz ve tabii­dir...»[18] «Hz. Peygambere, eşi Zeynebb. Cahş bal şerbeti sunmuş, bu yüzden onun yanında biraz daha fazla kalmıştı. Bunu kıska­nan diğer iki eşi «ağzından kötü bir koku geliyor, içtiğin bal şerbe­tinden olmalı» deyince bir daha bal şerbeti içmemeye söz vermişti. Vahiy bu davranışını şöyle değerlendirdi: «Ey Peygamber! Eşleri­nin gönlünü hoş edeceğim diye niçin Allah'ın sana helal kıldığı şe­yi haram kılıyorsun; Allah çok bağışlayıcıdır, engin rahmet sahi­bidir.»[19] O'nun (s.a.v.) dünya hayatına ait iş ve davranışlarına ge­lince bunlarda da Allah'ın rızasına aykırı davranmayacağını daha önce açıklamıştık. Bu sahada bazen unutma ve yanılmasının caiz olduğunu da zikretmiştik. Bu unutma ve yanılmalar O'nun peygamberliğine zarar vermez, aslında bu yanılma ve unutma olayları çok nadirdir, O'nun davranışlarının çoğu tam bir doğru­luk ve tutarlılık içindedir, hatta bunların tamamı, yahut çoğu iba­det ve Allah'a yakınlaşma vesilesi olmaktadır. Çünkü Peygambe­rimiz dünyadan, ancak zaruret miktarı ve kendisini ayakta tuta­cak kadar nasib alırdı. Bunun da faydası kendine ait olanı ile Rab-bine ibadet eder, şeriati ayakta tutar, ümmetini yönetirdi. Dünya işlerinden, kendisi ile ümmeti arasında olanlar ise şu kategoriler içine girer: Ümmetine iyilik ve ihsan etmek, tatlı ve güzel söz söy­leyip dinletmek, kaçkınları, uzak duranları ısındırmak, inada sa­panları yola getirmek, çekemeyenleri idare etmek... Bunların da hepsi O'nun salih amelleri ve artan ibadet vazifeleri arasında yer almaktadır. Dünya hayatı ile ilgili davranışlarını duruma göre de­ğiştirir, her iş ve duruma uygun davranış biçimini hazırlardı. Şeh­re dönerken eşeğe binerdi, sefere çıkarken deveye binerdi, gerek­tiğinde ata biner, acil yardım yetiştirmek için bunları hazır bulun­dururdu. Giyinişinde ve diğer davranışlarında da böyleydi; kendi­si ve ümeti için faydalı olanı gözönüne alırdı. Bazen uygun gördü­ğü bir davranış yerine ümmetin daha kolay uyum sağlayacağı, siyasetin gerektirdiği —fakat aslında tercihi olmayan— bir dav­ranışta bulundu. Bazen de aynı sebeplerle yapmak istediği bir fiili terkederdi ve bunları, iki şık arasında muhayyer bırakıldığı za­man dini işlerde de yapardı. Nitekim kendi görüşü Medine içinde mevzilenmek olduğu halde istek üzerine Uhud bölgesine çıkmıştı; münafıkları kesin olarak bildiği halde müslüman olacakların göz­lerini yıldırmamak, müminlerin akrabalık bağlarını gözetmek, halkın 'Muhammed ashabını katlediyor' demelerine meydan ver­memek gibi sebeplerle bunları öldürmemişti; Kureyşin gönülleri­ni ve Kabe binasına saygılarından onun yıkılıp değiştirilmesini hazmedemiyeçeklerini düşündüğü, bundan dolayı gönül nefretle­rini, dine ve dindarlara karşı geçmişteki düşmanlıklarını canlan­dırmak ve tahrik etmek istemediği için Kabe'yi yıkıp, Hz. ibra­him'in kurduğu temeller üzerinde yeniden inşa etme arzusunu gerçekleştirmemiştir. Bazen bir işe teşebbüs etmiş, sonra başka­sını daha uygun bulduğu için ondan vazgeçmiştir; nitekim îbnu'l-Münzir'in ikazı üzerine Bedir'de, düşmana en uzak kuyu bölgesin­de mevzilenmekten vazgeçerek en yakın kuyu bölgesine intikal et­miştir; veda haccında, «bu işi yeni baştan yapsaydım kurban sev-ketmezdim (göndermezdim)» demiştir. Yine (siyaset ve maslahat icabı) gönlünü kazanmak için kafire ve düşmana güler yüz göster­miş, cahile sabretmiş tir. «insanların kötülüğünden sakındıkları kişi, insanların kötülerinden olan kişidir.» demesine rağmen böy­le kötü kişilere, şeriatini ve Rabbi'nin dinini sevdirmek için değer­li mallar bahsetmiştir. Evinde bir hizmetçisinin yapacağı işleri üzerine almış ve yapmıştır. Elbisesine, kolu bacağı gözükmeye­cek, vakarına yakışacak biçimler vermiş, meclis arkadaşları da O'na daima büyük saygı göstermişlerdir. Onlarla geçmişten gele­cekten konuşmuş, şaştıklarına şaşmış, güldüklerine gülmüştür, insanlara güler yüz ve adalet dağıtmıştır. Hiddeti ve gadabı Allah için olduğu ve hakkı yerine getirmekten geri durması mümkün bulunmadığı halde davranışlarına hiddeti hakim olamamış­tır...»[20]
Kadı Iyad'ın sıraladığı bu davranış örnekleri vahye değil, beşeri ihtiyaçlara, şahsî takdire, rey ve içtihada, tecbüreye, amme menfaati ve siyaset kaidelerini gözeterek yaptığı tercihe... dayan­makta, ancak hiçbiri kulluk sınırının dışına taşmamakta, yasak sahaya girmemektedir. [21]

3. Bu Konuda Yapılmış Çalışmala


Allah Rasûlü'nün söz, fiil ve tavırlarının, vahye bağlılık ve bağlayıcılık açısından tasnife tabi tutulması daha O'nun hayatın­da başlamıştır. Kendileri ashabını sık sık ikaz ettiği ve «ben beşe­rim, vahiy gelmediğinde reyimle de hükmederim, dünya işlerini siz daha iyi bilirsiniz» gibi sözler söylediği için ashab, O'nun dav­ranışlarını, vahye bağlılık bakımından ayırıma tabi tutar ve te­reddüt ettikleri zaman kendisinden «vahiy mi, rey mi?» diye sorar­lar ve buna göre hareket ederlerdi. Nitekim Hz. Peygamber, düş­man Gatafan kabilesinin şerrinden bir müddet emin olabilmek için Medine hurmasının üçte birini onlara haraç vererek sulh and-laşması yapmak istemişti, sahabe bunun vahye değil, re'ye dayan­dığını anladıkları için karşı çıktılar. Peygamberimiz de teşebbü­sünden vazgeçti.[22] Bedir'de mevzilenme ve Bedir esirlerine yapı­lacak muamele konusunda ashabın davranışlarını daha Önce zik­retmiştik. Yine Rasûlullah (s.a.v.), baş münafık Abdullah b. Übey'in cenaze namazını kaldırmaya teşebbüs etmiş, Hz. Ömer buna karşı çıkmıştı, gelen vahiy Hz. Ömer'in görüşünü tasdik etmiştir.[23] Rasûl-i Ekrem Efendimizin emirleri de sahabe tara­fından —karineler değerlendirilerek— farklı anlaşılmış ve uygu­lanmıştır; yerine göre O'nun bir emri ile canlarını feda eden saha­be, yerine göre de emrin teşvik ve tavsiye mahiyetinde olduğunu anlayarak buna göre davranmışlardır; nitekim Rasûlullah (s.a.v.), kafirlere benzememeleri için ağaran saç ve sakallarını boyamala­rını emredince kimisi boyamış, kimileri de[24] boyamamıştı. Berire isimli cariye Hz.Aişe tarafından azad edilip hürriyetine kavuştu­rulunca selahiyetini kullanarak kocasını boşamıştı. Köle olan ko­cası eşini sevdiği için Hz. Peygamber'e başvurmuş, karısını kara­rından döndürmesini istemiş, O da Berire'ye, kocasına dönmesini söylemişti. Berire, «bana bunu emrediyor musunuz ey Allah'ın El­çisi», diye sormuş, Efendimiz'in «hayır, aracılık (şefaat) ediyo­rum» demesi üzerine Berire kocasına dönmemiş ve bu davranışı kimse tarafından kınanmamıştır.[25] Sahabeden Cabir b. Abdul­lah'ın babası birçok kimseye borçlu olarak vefat edince Cabir, Rasûlullah'a gelerek alacaklıların birer parça tenzilatta bulun­maları hususunda aracılığını rica etmişti, Hz. Peygamber alacak­lılardan biraz indirim yapmalarını istedi, fakat onlar bunu kabul etmediler ve alacaklarının tam olarak Ödenmesinde ısrar etti­ler,21/a bunu da kimse kınamadı. Sahabenin bu anlayış ve davranı­şı sonraki nesillere de intikal etmiş, Fıkıh ve Usulül-Fıkıh ilimle­rini tedvin eden ilk müctehidler, Hz. Peygamber'in fiil ve emirleri­nin bağlayıcı olup olmadığı konularım tartışmışlar ve çeşitli gö­rüşler ileri sürmüşlerdir. Bu hayırlı çalışmalara rağmen Şihabud-din Ahmed b. îdris el-Karafi'ye (v. 684/1285) kadar, Hz. Peygam­berin davranışlarının bağlayıcılık bakımından ilmî tasnifi yapıl­mamıştır. Karafî el-Ihkâm22 ve el-Furuk (36 fark) isimli eserle­rinde Peygamberimizin beşeriyet dışında kalan davranışlarını «tebliğ, fetva, kaza ve imamet (devlet başkanlığı)» olarak dörde ayırmış ve bunları bağlayıcılık bakımından incelemiştir. Tunuslu müceddid alim Muhammed et-Tahir b. Aşûr bu tasnifi daha da ge­liştirerek onikiye çıkarmıştır.[26]

İkinci Bölüm


HZ. PEYGAMBERİN ÇEŞİTLİ SIFATLARINDAN KAYNAKLANAN DAVRANIŞLARI


Hz. Peygamberin sıfat ve davranışlarında hakim olan pey­gamberlik ve örneklik vasfıdır; bu sebeple sayısız ayet ve hadiste O'iia uyulması, itaat edilmesi, örnek alınması, sünnetine dört elle sarılmması istenmiştir. Ancak yukarıda sunulan birçok örnek O'nun, başka sıfat ve Özelliklere de sahip olduğunu, bunlara daya­lı ve bunlardan kaynaklanan birçok davranışının da bulunduğu­nu ortaya koymuştur. Bu sebeple gerek İslâm'ın yorumcuları ve gerekse uygulayıcılar hadislerin hangi sıfattan kaynaklandığını ve bu bakımdan bütün müslümanlar için bağlayıcı olup olmadığı­nı araştırmak ve gözonüne almak durumundadırlar. Bu konuda inceleme ve araştırma yapanlar mezkur sıfat ve durumları oniki­ye kadar çıkarmışlardır:
1. Dini davaları tebliğ etmek ve tamamlamak (teşrî)
2. Fetva vermek (ifta),
3. Davaları hükme bağlamak (kaza),
4. Devlet başkanlığı (imamet, imaret)
5. Daha iyiye teşvik (irşad)
6. Arabulmak, anlaştırma (sulh)
7. Danışmada bulunana yol göstermek (istişarî rey)
8. Öğüt vermek (nasihat),
9. ikmal ve takva eğitimi vermek
10. ince ve yüce gerçekleri öğretmek,
11. Eğiterek sakındırmak (te'dib),
12. Başkalarına yol göstermekle ilgisi bulunmayan beşerî, tabiî davranışlarda bulunmak. [27]

1. Dini Tebliğ Etmek Ve Tamamlamak


Rasûl, kendisine gelen vahyi hem uygulamak, hem de tebliğ etmekle görevli insan demek olduğuna göre O'nun önde gelen va­zifesi tebliğdir ve davranışlarının çoğu tebliğ mahiyetindedir. Peygamber, sözlü vahyin gelmediği konularda da yine Allah'ın ir­şadı ile (sözlü olmayan bir nevi vahiy ile), dini tamamlayan bilgi ve hükümler getirir. Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) şu hadislerinde bu sıfat ve selahiyetlerini anlatmaktadır: «Gafil olmayın! Bana Kur'ân verildiği gibi, onun yanında, onun kadar daha (bilgi ve hüküm) verilmiştir! Bilin ki yakın bir gelecekte karnı tok, koltuğuna gö­mülmüş biri çıkıp şöyle diyecektir: Siz şu Kur'ân'dan ayrılmayın, onda helal bulduğunuzu helal, haram bulduğunuzu da haram bi­lin...»[28]" Peygamberimizin bu sıfatına bağlı fiil ve sözlerini diğerle­rinden ayırmak için bazı ipuçları vardır; Meselâ veda hutbesini okurken herkes duysun diye uygun aralıklarla yüksek sesli tebliğ-çiler koymuştur, «burada bulunanlar, bulunmayanlara duyur-sun» demiştir, veda haccını ifa ederken «yaptıklarıma bakarak hac ibadetim öğrenin» buyurmuştur. [29]

2.Fevta Vermek (İfta)


Dini tebliğ ve tamamlama mahiyetinde olan fetvanın farkı, hükmün soru üzerine açıklanması, bu açıklamada soru soranın hali ve çevre şartlarının gozönüne alınmasıdır. îbn Abbas'ın nak­line göre veda haccında Rasûlullah (s.a.v.) Mina'da, devesinin üzerinde birçok soruya muhatap olmuş ve bunları cevaplandır­mıştır. Bu cümleden olarak birisi «kurbanı kesmeden tıraş oldum, ne yapayını?» diye sormuş, «zararı yok, şimdi kes» buyurmuş, di­ğer birisi «şeytan taşlamadan önce kurbanımı kestim, şimdi ne ya­payım?» diye sormuş, «şimdi kes, zararı yok» cevabını vermişler, bir üçüncüsü gelerek «şeytan taşlamadan önce gidip Kabe'yi ta­vaf ettim, ne yapayım1?» diye sormuş, «zararı yok, şimdi şeytanı taşla» buyurmuşlar; hasılı bilgisizlik veya unutma yüzünden in­sanların önce veya sonra yaptıkları her iş için «zararı yok, yap» ce­vabını vermişlerdir.[30] Amellerin en iyisi, insanların en hayırlısı hakkında sorulan sorulara, soranın durumuna göre farklı cevap­lar vermiştir. Cahiliye devrinde içinde şarap yapılan bazı kaplar­da —haram olmayan— nebiz (bir nevi şerbet) yapmak isteyenleri bundan menetmiştir; çünkü hem bu kapların kötü hatıraları var­dır, hem de Arabistan sıcağında bunlara konulan nebîz kısa za­manda şaraba dönüşmektedir. İbnu'l-Kayyim, î'lamu'l-muvak-kı'ln, isimli eserinin dördüncü cildinin sonunda, Rasulullah'ın fetvalarım 147 sayfada toplamıştır. [31]

3. Davaları Hükme Bağlamak (Kaza)


Kazanın iki yönü vardır: a) Muhakeme sonunda ortaya çıkan duruma göre verilen hüküm bakımından kaza, fetva gibi bir tebliğ ve teşridir; aynı durumlarda aynı hükmün verileceğini, ilahi ira­denin böyle olduğunu gösterir, b) Isbat delillerine göre adaletin tevzî bakımından kaza isabetli de, hatalı da olabilir. îsbat debileri hakkın yerini bulmasını sağlamış ise hem hakim isabet etmiş ve ecir almıştır, hem de hükme muhatap olanlar sorumluluktan kur­tulmuşlardır. Hak sahibi davasını isbat edememiş, karşı taraf is-batta daha başarılı olmuş, hüküm de buna göre verilmiş ise hakim hata etmiş, fakat elinden geleni yaptığı için yine ecir almış, adaleti yanıltan taraf ise manevî sorumluluk ile başbaşa kalmıştır. Rasûlullah (s.a.v.) kazanın bu yönünü şöyle anlatıyor: «Bana da­vanızı getiriyorsunuz, ben ancak bir beşerim, (kimin haklı olduğu konusunda) bana bir vahiy gelmemiştir, vahiy gelmeden konular­da ben ancak reyimle hükmediyorum. Olur ki biriniz, diğerine nis-betle delilini daha tesirli anlatır, daha iyi ortaya koyar, ben de onu haklı zannederek lehine hükmederim, her kime, kardeşine ait bir hakkı hükmeder, verirsem sakın onu almasın, ben ona bir parça ateş vermiş olurum...»[32]
Hz. Peygamberin kazaî hükümlerini diğerlerinden ayırmak oldukça kolaydır; çünkü bu hükümler genellikle açılan bir davayı takip etmekte, şahit ve delil istenmekte, hükmediyorum (akdî) vb. ifadeler kullanılmaktadır. Bu nevi hükümleri toplayan hususi ki­taplar yanında, hadis kitaplarının kaza bölümleri de birçok örnek ihtiva etmektedir. [33]

4. Devlet Başkanlığı (İmaret, İmamet)


Rasulullah'ın devlet başkanlığı, peygamberlik, ifta ve kaza selahiyetlerinden farklı ve bunlara ek bir sıfat ve selahiyettir. Devlet başkamna toplumu idare etmek, onun menfaatini gözet­mek, sosyal adaleti sağlamak, zararlı oluşum ve cereyanlarla mü­cadele etmek, ülkeyi dışa karşı savunmak vb. görevler verilmiştir. Bu görevler her peygambere verilmemiştir, bazı peygamberler yalnızca tebliğ vazifesi almışlardır. Peygamberimizin risalet ve if­ta selahiyetine dayanan davranışları bütün ümmet için geçerli ve bağlayıcıdır; bunların icrası ve bağlayıcılığı başka bir makamın iznine veya hükmüne bağlı değildir. Devlet başkanı sıfatiyle yap­tıkları ise hem diğer başkanları bağlamaz, hem de devrin devlet başkanı izin vermedikçe benzeri haklar, müminler tarafından re'sen elde edilemez. Ganimetin paylaştırılması, devlete ait mal varlığının en uygun bir şekilde kullanılması ve sarfı, cezanın infa­zı, orduların tertibi ve şevki, isyan ve terör hareketlerinin bastırıl­ması, toprak, maden, su gibi kaynakların özel şahıslar veya kamu kuruluşlarınca işletilmesi... devlet başkanının selahiyeti altında­dır. Başkan veya onun temsilcileri hüküm ve izin vermedikçe bun­ların alınması, yapılması, icra edilmesi caiz değildir. Bu konular­da bir önceki başkanın yaptıklarını, sonra gelen başkan —amme menfaatini gözeterek— değiştirebilir; meselâ Hz. Ömer, müellefe-i kuluba zekattan pay vermeyi terketmiştir,maaşlarda kıdam ve fazilete itibar etmemiş, eşitlik esasını getirmiştir, Hz. Osman is­yancıların üzerine asker sevketmemiş, Hz. Ali sevketmiştir... Hukukçular, yukarıda zikredilen hususların devlet başkanlığı se­lahiyetine dahil olduğunda birleşmekte beraber bazı konularda farklı anlayışları olmuştur:
a) Peygamberimiz «Bir toprağı işleyerek kullanılır hale geti­ren ona malik olur» buyurmuştur.[34] Buna göre bir kimsenin mül­kiyeti altında bulunmayan toprağı imar ve ıslah ederek verimli hale getiren şahıs toprağın sahibi olmaktadır. Ancak bu ifade Rasulullah'ın hangi sıfatına bağlıdır? Eğer devlet başkanı sıfatı ile söylemiş iseler bu hüküm, diğer başkanları bağlamaz, her biri kendi çağ ve ülkelerinde amme menfaatini gözönüne alarak dev­lete ait topraklar üzerinde tasarrufta bulunurlar ve toprak imarının mülkiyet sebebi olması daima devletin iznine bağlı bulunur; Ebu Hanife'nin içtihadı işte bu istikamettedir. Çünkü toprak üze­rinde ıktâ vb. şekilde tasarruf hakkı ve görevi devlet başkanına aittir, İmam Şafiî bu hadisi fetva ve tebliğ sıfatına bağlamış, «çün­kü Rasulullah'ın asıl işi ve sıfatı budur, askine delil bulunmadıkça hadisleri buna göre yorumlamak gerekir» demiştir. Hadisin tebliğ (dini kaidenin açıklanması) mahiyetinde olduğu kabul edilirse bu hakkf kullanmak, hiçbir kimsenin iznine tabi olmaz, her vatandaş toprağı kendiliğinden ıslah ederek ona sahip olur. İmam Malik bu konuda şehir ve mücavir alan toprakları ile yerleşim bölgesinden uzak yerlerdeki toprakları birbirinden ayırmış, birincisini devlet başkanlığı sıfatına bağlamıştır; çünkü buralarda oturan insanla­rın huzur ve menfaatlerini korumak devlet başkanının sorumlu­luğu altındadır.
b) Ebu Süfyan'ın karısı Hind b.Utbe Rasûlullah'a başvurarak «kocası Ebu-Süfyan'm cimri bir adam olduğunu, kendisine ve ço­cuğuna yetecek nafakayı vermediğini» söyledi, Peygamberimizi ona «normal ölçülerde sana ve çocuğuna yetecek kadarını bizzat al» buyurdu.[35] Bu hadis-i şerifi tebliğ ve fetva telakki eden mücte-hidler (Şafiîler ve kısmen Hanefller) bundan şöyle bir kaide çıkar­mışlardır: Bir kimsenin sübut bulmuş alacağım borçlu ödemekten kaçınırsa alacaklı, icra safhasında hakime başvurmadan ve hatta borçlunun haberi olmadan alacağına tekabül eden malı bulduğu yerde alabilir (Hanefilere göre alacağı cinsinden malını alabilir). Malik ve Ahmed b. Hanbel gibi müctehidler hadisi kaza selahiye­tine bağladıkları için «hakim izin vermedikçe alacağını karşıla­yan malı bizzat alamaz» demişlerdir.[36]
c) Hz. Peygamber «Savaşta düşmanı öldüren onun üzerinden çıkan eşyaya sahip olur» buyurmuştur.[37] îmam Şafiî gibi bazı müctehidler bu hadis-i şerifi tebliğ saydıkları için «her zaman, her savaşta, düşmanını öldüren asker Nonun üzerindekilere sahip olur, bu onun mükafatıdır» demişlerdir. Ebu Hanife ve Şafiî gibi düşü­nen müctehidler bunu, devlet başkanlığı sıfatına bağladıkları için başkan ve komutanların iradesine bırakmışlar, onlar izin verme­dikçe kimsenin ganimetten birşey alamıyacağına hükmetmişler­dir.[38]

5. Daha İyiye Teşvik (İrşâd)


Ayet ve hadislerin ifade şekilleri ile uygulama vb. karineleri değerlendiren müctehidler, bazı talebleri kesin olarak bağlayıcı (farz, vacib, haram) saymışlar, bazılarını ise teşvik kabul etmiş­lerdir. Güzel ahlakı teşvik eden hadisler, cennetliklerin vasıfları­nı anlatan hadisler, nafile ibadetlerin sevabım dile getiren hadis­ler böyle yorumlanmıştır.
Sahabî Ebu Zerr'i, takım elbise giymiş kölesi ile birlikte gören birisi «bu ne haldir?» diye sormuş, Ebu Zer de şöyle anlatmıştır: Birgün köleme kızmış ve anasının durumunu zikrederek ona ha-keret etmiştim, Köle beni Allah Rasûlüne şikayet etti. O da «doğ­ru mu, ona annesi sebebiyle hakaret ettin mi?» diye sordu, «evet» de'dim, şövle buyurdu: «Sen halâ cahiliyye devri izleri taşıyan bir adamsın! Köleleriniz sizin kardeşlerinizdir, Allah onları sizin hi­mayenize vermiş, elinizin altında kılmıştır, kimin böyle elinin al­tında birkardeşi varsa ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giy­dirsin, gücünün yetmeyeceği bir işi ona yüklemesin, yüklerse yar­dım etsin!»[39] Bu hadiste geçen «yedirme, giydirme ve ağır iş bu­yurmama, köleye yardımcı olma» emirleri bağlayıcı (farz kılan) emirler olarak anlaşılmamıştır; bu sebeple köle ile sahibinin fark­lı şeyler yemesi ve giymesi caiz görülmüştür. [40]

6. Arabulmak, Anlaştırmak (Sulh)


Bir konuda anlaşmazlığa düşen tarafları, mahkemeye başvu­rup davayı isbat ile uğraşmaksızm kısa bir yoldan anlaştırmak için yapılan teşebbüsler sulha yöneliktir. Sulh için aracılık yapan­lar hakim gibi davranmazlar, tarafların iddialarını isbat edip iste­diklerini almalarını sağlamazlar, onları karşılıklı fedakarlık ve anlayışa çağırırlar, bu ise başka anlaşmalara emsal teşkil etmez.
Peygamberimiz'in(s.a.v.), sahabeden Cabir'in —babadan ala­caklılarına— yaptığı fedakarlık teklifi bir sulh teşebbüsüdür, bu teklif onları bağlamadığı için kabul etmemişlerdir. Yine Peygam­berimiz Kab b. Malik ile Abdullah b. Ebi Hadred arasında, birinci­nin ikincisi üzerindeki bir alacağı sebebiyle çıkan anlaşmazlıkta Kabe, alacağının yarısından vazgeçip geri kalanını almaşım tavsiye etmiş, o da bunu kabul ede: ek sulh olmuşlardır.[41] Hz. Zübeyr ile Medineli Humeyd arasında, birincisinin bahçesinden geçerek ikincisinin bahçesine gelen bir su yüzünden anlaşmazlık çıkmıştı. Durumu Rasûlullah'a arzettiler, O da aralarını bulmak üzere «Zü­beyr! ağaçlarını sulayınca bırak o da sulasm» dedi. Humeyd buna razı olmayıp hiddetlenince de «Zübeyr! Ağaçlarını sula, sonra da havuzlardan taşıncaya kadar suyu tut!» buyurdu.34 Birinci tavsi­ye, anlaşmayı sağlamak üzere fedakarlık teklin şeklinde, ikincisi ise —karşı taraf anlaşmaya yaklaşmadığı ve haksız olduğu için— haklı olana, hakkım kullanması şeklinde ifade buyurulmuştur. [42]

7. Danışmada Bulunana Yol Gösterme (İstişarî Rey)


Burada Rasûlullah (s.a.v.) \ukanda gördüğümüz sıfatları ile değil, kendisi ile istişare edilen bir problemin çözümünde yol gös­terici olarak hareket etmekte, çözümler teklif etmektedir.
Hz. Aişe, Berire isimli bir cariye'yi satın alıp azâd etmek iste­mişti. Bağlayıcı kaidelere göre (şeriate göre) bir köleyi azad eden kişi ile o köle arasında bir velayet ilişkisi doğuyordu. Berire'nin sahibi bu velayet hakkının kendilerinde kalmasını şart koşuyor, ancak bu şartla satmaya yanaşıyorlardı. Hz/Aişe hakkından vaz­geçmeden cariyeyi nasıl alabileceğini sevgili eşi Hz. Peygamber (s.a.v.) ile istişare etti, Peygamberimiz ona şöyle dedi: «Sen onla­rın şartını kabul et ve onu al; sonuçta velayet hakkı ancak azad edene aittir.» Hz.Aişe bunun üzerine gidip cariyeyi satın aldı ve azad etti, sonra Rasûlullah minbere çıkarak halka şöyle seslendi: «Nasıl oluyor da bazı kimseler, Allah'ın Kitabına uymayan şart­lar ileri sürüyorlar!.. Velayet hakkı yalnızca azad edene aittir.»[43] Eğer Peygamberimizin ilk ifadesi «teşri, tebliğ, fetva, kaza»' kabi­linden olsaydı şart muteber olacak ve velayet hakkı satanda kala­caktı; sonraki ifadesi bunun böyle olmadığını, ilk ifadesinin ise «meşru bir maksadı elde etmek üzere bulunmuş bir çözüm, bir istişarî reyden ibaret» olduğunu göstermektedir.
Medine'de ziraatçiler hurma meyvasmı daha olgunlaşmadan ağaç üzerinde satarlardı. Kesim zamanı gelince de meyva çeşitli sebeplerle az çıktı denir, karşı taraf buna itiraz eder ve böylece anlaşmazlık çıkardı. Hz. Peygamber bu yüzden meydana gelen anlaşmazlıkların çoğaldığım görünce şöyle buyurdu: «Böyle olup gidecekse (anlaşmazlıkların ardı arkası kesilmeyecekse) ağacın üzerinde olgunlaştığı belli oluncaya kadar meyvayı satmayın.»Hadisin Buharı'deki rivayetinde ravî Zeyd b. Sabit şu yorumda bulunmaktadır: «Hz. Peygamber bu yüzden anlaşmazlıkların ço­ğaldığım gördüğü için ashaba, istişarî olarak yol göstermiştir.» Bunun manası, hadisin bağlayıcı olmadığı, meyvayı daha önce satmanın kesin olarak yasaklanmadığıdır. Peygamberimiz adeta «bana sorarsamz şöyle yapın daha iyi..» demektedir. [44]

8. Öğüt Vermek (Nasihat)


Peygamberimizin, haram ve yasak olmamakla beraber uygun ve yerinde bulmadığı bir davramş veya teşebbüse muttali olduğu zaman ilgililere öğüt vermek, doğru ve uygun olanı söylemek sure­tiyle nasihat etmiştir; bu da kesin ve bağlayıcı olmayan davranış­ları çerçevesine girmektedir.
Bu cümleden olarak Beşir b. Sa'd isimli sahabî, oğlu Numan'a bir hizmetçi hediye etmiş, diğer oğullarına böyle bir bağışta bu­lunmamıştı. Karısının isteği üzerine bu bağış olayına Hz. Pey-gamber'i şahit tutmak istedi, Peygamberimiz Beşir'e «bütün ço­cuklarına bu şekilde bağıştabulundun mu?» diye sordu, «hayır» cevabını alınca «beni haksız bir davranışa şahit kılma» dedi; bir başka rivayette «bütün çocuklarının sana eşit derecede itaatli ve bağlı olmalarım ister inisin?» diye sordu, «evet» cevabım alınca da «öyleyse olmaz» dedi. îmam Ebu Hanife, Malik ve Şafî'î bu ha­diste geçen yasaklamayı, kesin ve bağlayıcı bir yasaklama olarak değil, aile düzenini ve akrabalık bağlarını korumak için yapılmış bir nasihat olarak anlamışlar ve «kişinin çocuklarından birine mal bağışlamasının caiz olduğunu» söylemişlerdir. Mezkur müc-tehidler bu yorumu yaparken Rasûlullah'ın bu konuda bağlayıcı bir yasaklamasının yaygın olarak bilinmediğini ve bir rivayette «başkasını şahit tut» dediğini gözönüne almışlardır. Buna karşı Ahmed, Davud, Süfyan gibi müctehidler hadiste geçen.
Aynı çerçevede bir başka örnek Fatıma b. Kays ile ilgilidir. Bu hanımı kocası boşamıştı. îddeti dolunca Peygamber Efendimize gelerek kendisini hem Muaviye'nin, hem de Ebu Cehm'in istedik­lerini söyledi. Rasûl-i Ekrem şöyle buyurdu: «Ebu Cehm eli değ­nekli bir adamdır. Muaviye b.Ebi Süfyan ise çok fakirdir; sen Üsa-me b. Zeyd ile evlen!» Fatıma önce Üsame'yi istememiş, fakat Rasûlullah'ın ısrarı üzerine onunla evlenmiş ve mutlu olmuş­tur.[45] Bu hadis bir öğüt ve tavsiye olarak anlaşılmıştır; çünkü islâm'da bir kadının gerek fakir ve gerekse sert kimselerle evlen­mesi yasak değildir. [46]

9. Takva Ve Kemal Eğitimi Vermek


Eşsiz bir eğitimci olan Peygamberimiz'in bu sıfatla vaki dav­ranışları daha çok ashaba yönelik olmuştu. Kur'ân-ı Kerim'de ve hadislerde ashab öğülmüş, İslâm'ın bu ilk ve büyük neslinin müs­tesna özellikleri dile getirilmiştir. Peygamberimiz nasıl en kamil Örnek insan ve peygamber ise, ashabı da öyle kamil ve örnek bir nesildir. Peygamberimiz bu nesli yetiştirirken, eğitirken onların bu özelliklerini dikkate almış, onlara mahsus yükümlülükler ge­tirmiş, vazifeler vermiştir.
Bunların parlak bir örneği hicreti takip eden günlerde yaşan­mış, Peygamberimiz tarafından herbiri bir muhacire kardeş kılı­nan ensâr (Medineli müslümanlar) onlarla her şeylerini paylaş­mışlardır. Sahabeden el-Bera b. Azib rivayet ediyor: Rasûlullah (s.a.v.) bize yedi şeyi emretti, yedi şeyi de yasakladı: Hasta ziyare­tini, cenazeyi kabre kadar götürmeyi, aksırana «Allah sana rah­met etsin» demeyi, yemin edenin yeminine riayet etmeyi, haksızlı­ğa uğrayanın elinden tutmayı, herkese selam vermeyi ve davete katılmayı emretti. Altın yüsük takmayı, gümüş kap kullanmayı, kırmızı eğer yastığı kullanmayı, kabartma çizgili ipek, kalın ipek, ince ipek ve genellikle ipek kullanmamızı yasakladı.[47] Bu ondört maddenin bazıları farz, bazıları haram olmakla beraber, meselâ aksırada dua temek farz değildir, kırmızı eğer yastığı kullanmak da haram değildir. Buna rağmen hepsinin birarada zikredilmesi ashabı dünya ile fazla içli dışlı olmaktan alıkoymak, lüks ve refaha dalarak asıl maksattan uzaklaşmalarını Önlemek içindir.
Sahabeden Rafi b. Hadic'e, amcası Zuhayr: «Rasûlullah bizim için faydalı olan birşeyi yasakladı» deyince Rafı: «Rasûlullah ne demiş ise o haktır, yerindedir» demiş ve ne olduğunu sormuştu, amcası anlattı: Allah Rasûlü beni çağırtarak tarlalarımızı ne yap­tığımızı sordu. «Belli yerlerinden çıkan mahsul, yahut belli ölçek­te ürün karşılığı kiraya veriyoruz.» dedim. Efendimizin: «Öyle yapmayın, ya kendiniz ekin, ya ektirin, yahut da olduğu gibi tutun» buyurdu. Rafi amcasından bunu duyunca «emri başımın üstüne!» dedi. Müctehidlerin çoğu, Peygamberimizin bir sahabî aileye yönelik bu emrini ümmetin tamamı için bağlayıcı saymış­lardır. Buharî de bu sebeple hadisi zikrettiği bölümün başlığında şöyle demiştir: «Ashabın aralarındaki yardımlaşmalar bölümü...»[48]
Rasûl-i Ekrem'in eşlerine, çocuk ve torunlarına karşı tutu­munda, emir ve tavsiyelerinde bu «kemal, takva ve Örneklik» eğiti­minin müstesna örnekleri vardır. Canı gibi sevdiği kızı Fatı-ma'mn kolunda gümüş bilezik gördüğü için evine girmemesi, yine Fatıma'nın bir hizmetçi istemesi üzerine evine gelerek hem hiz­metçi veremeyeceğini bildirmesi, hem de Allah'ı zikir şeklinde ek vazifeler vermesi, hanımları, diğer kadınlar gibi giyinip kuşan­mak, takıp takıştırmak isteyince «Ey Peygamber! Eşlerine şöyle de: Eğer siz dünya hayatını, zinet ve refahını istiyorsanız gelin —istediklerinizi— size verip güzellikle sizi boşayayım. (Yok) eğer Allah'ı, Rasûlünü ve ahiret yurdunu istiyorsanız, şüphesiz Allah, içinizden iyi amel sahibi olanlarınıza büyük bir mükafat hazırla­mıştır.»[49] mealindeki ayetin gelmesi bu örneklerden yalnız birka­çıdır. [50]

10. İnce Ve Yüce Gerçekleri Öğretmek


islâm, insanların iman ve düşüncelerine de yön vermekte, ışık tutmaktadır, iman ve düşünce çerçevesine giren çok ince, zor ve yüce konular vardır. Bunları kavrama hususunda, sahabeden de olsa, kişiler aynı seviyede olamazlar, «insanların, Allah'ı anla­yıp kavramayacağını anlaması, anlamanın ta kendisidir» diyen Ebu Bekir ile «Allah nerede?» sorusuna göğü göstererek cevap ve­ren, buna rağmen imanı geçerli sayılan bedevi kadının idraki aynı seviyede tutulamaz ve gerçeklek bu iki farklı seviyeye aynı üslub ile anlatılamaz.
Rasûlullah (s.a.v.) bir akşam üzeri Ebu Zerr'e Uhud dağını göstererek şöyle demiştir: «Ey Ebu Zer! Şu dağ kadar altınım ol­sa, üç dinar hariç, hepsini —Allah yolunda—harcamaktan başka bir şey istemezdim...»[51] Peygamberimiz bu sözleri ile dünyaya, servet ve refaha bakışım dile getirmiş, gönlüne hakim olan asıl sevginin ne olduğuna işaret buyurmuştu; alıkoyduğu üç dinar da borçları ve zaruri ihtiyaçları içindi. Ebu Zerr bunu böyle anlayaca­ğı yerde, müslümanın zaruri ihtiyaçları dışında para ve servet sa­hibi olmasının, bunları dağıtmayıp elinde tutmasının —zekatını verse dahi— caiz olmadığı şeklinde anlamış, fakat diğer ashab bu anlayışa katılmamışlardır. [52]

11. Eğiterek Sakındırmak (Tedib)


Bağlayıcı, farz ve zaruri olmadığı halde iyi, güzel, uygun olan davranış ve ibadetleri teşvikte heyecanlı ve itici ifadeler kullanıl­dığı gibi, bunların zıddı söz konusu olduğu zaman da caydırıcı, alı-koyucu, engelleyici ifadeler kullanılmıştır. Eğitimde bu üslub ve ifade hala geçirliliğini korumaktadır. Müctehid bu ifadelerden hangilerinin kesin olduğunu, hangilerinin böyle olmadığını diğer delil ve karineleri değerlendirerek ayırmak mecburiyetindedir.
Mesela Peygamberimiz, namazı evlerinde kılıp cemaate gel­meyenler hakkında şöyle buyurmuşlardır: «Hayatım elinde olana yemin olsun, içimden öyle geçiyor ki, emredeyim odun toplansın, onra söyleyeyim ezan okunsun, sonra birisine emredeyim cemaate imam olsun, sonra ben onlardan ayrılıp evlerinde kalan adamla­rın yanlarına varayım ve onlar içende iken evlerini yakayım. Allah'a yemin ederim ki onların her biri yağlı bir kemik, yahut iyi­sinden iki ayak (paça) bulacağını bilse hemen yatsı namazına ge­lirdi!»[53] Şüphe yok ki Allah Rasulü, cemaate gelmeyenlerin evle­rini yakacak değildir, ayrıca «yağlı kemik...» gibi sözleri nadiren söylemektedir; burada maksat, cemaatle namazın önemini anlatmak ve cemaate gelmeme âdetini ortadan kaldırmak, müslüman-larm cemaat sevabından ve bereketinden istifade etmelerini sağ­lamaktır.
Peygamberimiz yine bu maksatla «şöyle şöyle yapmayan iman etmiş olmaz» ifadesini çeşitli konular için kullanmıştır. Bunlardan birinde şöyle buyurur: «Vallahi iman etmiş olmaz, vallahi iman etmiş olmaz!» «Kim, ya Rasûlallah?» diye sorarlar, devam eder. «Komşusu, kötülüklerinden güvende olmayan kim­se.»[54] Bu nevi kusurların kişiyi imandan çıkarmadığı kesin delil­ler ile bilinmektedir; bu ifadenin yöneldiği maksat sakındırır v ve bu gibi davranışların müminlere yakışmadığını etkili bir şekii de ortaya koymaktır. [55]

12. Örneklik İle İlgisi Olmayan Tabiî, Beşeri Davranışları


Peygamberimiz bir insan olduğu, her insanda bulunan nor­mal vasıfları, ihtiyaç ve temayülleri bulunduğu için bunlara bağlı davranışlarda bulunması da tabiidir. Günah ve yasak çerçevesine girmemek şarüyle gerek dini hayatında ve gerekse dünya işlerin­de, günlük hayatında bu kabil davranışlarda bulunmuş, ümmeti­ni de bu konularda serbest bırakmıştır. Yeme, içme, yatma, yürü­me, binme şekli, bu konulardaki zevk ve tercihi burada örnek ola­rak zikredilebilir. Tamamen müâbet ilmin, tekniğin ve teknoloji­nin konusu olan dünya işleri de böyledir; O'nun bu konulardaki sözleri şahsi görüş, zan ve tecrübesine dayanmaktadır, ümmeti için bağlayıcı değildir.
Bedir savaşında mevzilenme yeri ile ilgili görüşü ve tavsiye üzerine yer değiştirmesi, hurma ağaçlarının tozlaştırılması konu­sundaki reyi ve bunun sonucu ile ilgili örneklere daha önce yer ve­rilmişti. Namazda secdeye giderken Rasûlullah (s.a.v.) genellikle önce dizlerini, sonra ellerini yere koymuş ve böyle yapılmasını bu­yurmuştur.[56] Malik ve Evzaî gibi bazı müctehidlerin önce ellerin konması gerektiği şeklindeki görüşlerine, «Peygamberimiz yaş­landığı zaman, önce dizlerim yere koymakta güçlük çektiği için böyle yapmıştır, sünnet olan önce dizleri koymaktır» şeklinde ce­vap verilmiştir, işte bu önce ellerin konması, ibadet içinde de olsa beşeriyet icabı bir davranıştır.
Peygamberimiz veda haccmda,veda tavafından önceki gün, Mekke ile Mina arasındaki Abtah düzlüğünde konaklamış, bura­da öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını kılmış, biraz istirahat etmiş, sabaha karşı halkı uyandırmış ve veda tavafı için Mekke'ye gelmiştir. îbn Ömer bu düzlükte konaklama, namaz ve istirahatı sünnet (tebliğ tasarrufu) olarak yorumlamış, ve ömrü boyu buna riayet etmiştir. Hz. Aişe ise şöyle demektedir: «Bu konaklama sünnet değildir, Peygamberimiz bunu halka kolaylık olsun (bura­sı müsait olduğu için rahatça toplamp hazırlıklarını yaparak veda tavafına gidebilsinler) diye yapmıştır, isteyen burada konaklar, istemeyen konaklamaz.»[57]
Sabah namazından sonra sağ yanı üzerine yatıp istirahat et­mesi de aynı şekilde farklı değerlendirilmiş bazıları bunu sünnet telakki ederken bazıları beşerî, tabii bir olay olarak yorumlamış­lardır. Hz. Meymune'nin evinde Rasûlullah (s.a.v.)'in sofrasına kızartışmış çöl keleri konmuştu, yemek üzere elini uzattığı sırada bunun keler olduğunu söylediler ve elini geri çekti, «bu haram mı­dır?» diye sorulunca «hayır, fakat bu bizim memleketimizde yok­tur, ondan hoşlanmıyorum.» dedi. Hadisi rivayet eden Halid b. Velid diyor ki: «Bunun üzerine Rasûlullah'm gözü önünde keleri önüme çekip yedim.»[58] Halid b. Velid'in bu davranışı, Hz. Peygam­berin keleri yememesini bundan hoşlanmamasına, keler eti ye­meye alışmadığı için bunu sevmemesine bağlamasına dayanmak­tadır. Helal olan bir şeyi sevip sevmemek beşerî, tabii bir zevk ve tercih meselesidir. [59]



[1] Prof. Dr. Hayreddin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/467.
[2] lsrâ, 17/85.
[3] Bakara, 2/151.
[4] Prof. Dr. Hayreddin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/469.
[5] Cumua, 62/2.
[6] İsrâ, 17/95.
[7] Ahzâb, 33/21.
[8] Buharı, Salat, 31; Ahkam, 20.
[9] Buharî, Savm, 49; İtisam, 5; Müslim, Siyam, 57-61..
[10] Prof. Dr. Hayreddin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/470-471.
[11] Necm, 53/2-5.
[12] Ebu Davud, İlim, 3.
[13] Enfâl, 8/67-68.
[14] Buharı, Salât, 31; Xynî,Umde, C. II, s. 310.
[15] Ebu Davud, Akdıye, 7; Azimabadî, Avn, C. IX, s. 503 vd.
[16] Müslim, Pedail, 140-141.
[17] Aliyyu'1-karî şerhi, İst. 1309, C.II, s. 326-386; karşılaştır: $ihabuddin el-Hafacî şerhi, İst. 1314, c. IV, s. 266-369.
[18] s. 327-328.
[19] s. 352; ayet: Tahrim, 66/1.
[20] s. 366-68.
[21] Prof. Dr. Hayreddin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/471-475.
[22] Aliyyu'1-karî, Ş. Şifâ, G.II, s. 340.
[23] Hz. Ömer'in yirmi küsur vakada buna benzer mazhariyeti olmuştur; bak. Aynî, C.II, s. 318; Ahmet. Naim, Tecrid-i Sarih Tercüme ve Şerhi, C. II, s. 346-353.
[24] İbn Hacer, Fethu'I-Barî, Kahire, 1959,C. XII, s. 473-477.
[25] Ebu Davud, Talâk, 19. (21/a) Buharı, Buyu, 51. (22)Haleb, 1967, s. 86-109.
[26] Mekasıdu'ş-şeriatfl-lslâmiyye, Tunus 1978, s. 27-39.
Prof. Dr. Hayreddin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/475-476.
[27] Prof. Dr. Hayreddin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/477.
[28] Ebu Davud, Sünnet, 5.
[29] Prof. Dr. Hayreddin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/478.
[30] Ebu Davud, Menasik, 87; Nesaî, Hacc, 224.
[31] Prof. Dr. Hayreddin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/478-479.
[32] Ahmed, Müsned, C. VI, s. 307, 320; Buharı, Ahkam, 20, Hiyel, 15.
[33] Prof. Dr. Hayreddin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/479.
[34] Buharî, Hars, 15.
[35] Buharî, Buyu, 95; Nesaî, Kaza, 31.
[36] îbn Hacer, Feth, Kahire, 1959, C. XI, s. 435-440..
[37] Buharî, Humus, 18, Megazî, 54, Müslim, Cihad, 42.
[38] Karafî, İhkam, s.96-108.
Prof. Dr. Hayreddin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/480.
[39] Buharı, İman, 22, Itk, 15; Müslim, Eyman, 40.
[40] Prof. Dr. Hayreddin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/482.
[41] Buharî, Sulh, 10,14, Husumat, 9; Müslim, Müsakat, 20-21.
[42] Prof. Dr. Hayreddin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/482-483.
[43] Buharî, Buyu, 73; Müslim, Itk, 8,14.
[44] Prof. Dr. Hayreddin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/483-484.
[45] Müslim, Talak, 36.
[46] Prof. Dr. Hayreddin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/484-485.
[47] Buharî, Libas, 28, 36, 45; Müslim, Libas 2, 28, 31, 64.
[48] Buharî, Hars, 18.
[49] Ahzab: 33/28-29.
[50] Prof. Dr. Hayreddin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/485-486.
[51] Buharî, Zekat, 4, Müslim, Zekat, 31.
[52] Prof. Dr. Hayreddin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/486-487.
[53] Buharî, Ezan, 29, 34; Müslim, Mesâcİd, 251-254.
[54] Buharı, Edeb, 29; Müslim, İman, 73.
[55] Prof. Dr. Hayreddin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/487-488.
[56] Ebu Davud, Salat, 137.
[57] Buharî, Hac, 148; Ebu Davud, Menasik, 86-87.
[58] Buharî, Zebaih, 33; Müslim, Sayd, 44.
[59] Prof. Dr. Hayreddin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/488-489.

8 Haziran 2020 Pazartesi

FATİHA SURESİ TEFSİRİ


İndiği Yer: Mekke
İniş Sırası: 5
Âyet Sayısı : 7
Nüzulü:
Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem 'in peygamberliğinin ilk yıllarında Mekke'de nazil olduğu hususunda ittifak vardır. Kaynaklarda nüzul sebebiyle ilgili özel bir olay yoktur. Mushafın baş tarafına konmak üzere vahyedilmiştir; Kur'an'ın hem bir mukaddi­mesi hem de özeti gibidir. Ayrıca her müminin kıldığı namazın bütün rek'atlarında Rabbi ile konuşurcasına okuması ve bu sayede O'na yaklaşması murat edilmiş­tir.
Adı ve Âyet Sayısı
Kur'an ilimlerine dair kaynaklarda birden fazla adı vardır; ancak bunlardan "Fatiha, es-Seb’u’l-mesânî, Ümmü'l-kitâb" adları hadislerde geçmektedir. (bk. Buharı, Tefsir, 1, Ezan, 109; Tirmizî, Salât, 183)
Fatiha "ilk, evvel, başlangıç" demektir. Bütün olarak gelen ilk sûre olduğu, Kur'ân-ı Kerîm'i okumaya ve yazmaya onunla başlandığı için bu adı almıştır. Fa­tiha sûresinden önce gelen (nazil olan) âyetler, ait oldukları sûrelerin parçalarıdır ve bu sûrelerin nüzulü Fâtiha'dan sonra tamamlanmıştır.
es-Seb'u'l-mesânî "ikilenen, tekrarlanan yedi" demektir. Bu sûre yedi âyet­ten oluştuğu ve namazda en az iki kere okunduğu ya da her rek'atta ona bir başka sûre veya birkaç âyet eklendiği İçin bu ismi almıştır.
Ümmü'l-kitâb "kitabın aslı, temeli, anası" demektir. Bazı hadislerde "Ümmü"l-Kur'ân" (Kur'an'ın anası) şeklinde ifade edilmiştir. Fatiha sûresine bu ismin verilmesi, yukarıda işaret edilen ve az sonra açıklanacak olan içeriği sebebiyledir.
Fatiha'nın yedi âyetli bir sûre olduğunda görüş birliği vardır. Bu yedi âyetin sayımı, besmelenin Fatiha sûresine dahil bir âyet olup olmadığı konusundaki gö­rüş ayrılığı sebebiyle farklı olmuştur. Mekke ve Kûfeli kıraat âlimlerine (kurrâ) ' göre besmele Fâtiha'ya dahil bir âyettir, "el-hamdü" ile başlayan ise İkinci âyettir. Medine, Basra ve Şam kurrâsına göre besmele, Fâtiha'ya dahil bir âyet değildir, "el-hamdü..." birinci âyettir. Bu konuya besmelenin tefsirinde tekrar dönülecektir. Besmeleyi Fâtiha'dan saymayanlara göre "en'amte aleyhim" den sonrası ayrı bir âyettir ve yedi rakamı böyle tamamlanmaktadır.
Konusu
Bu sûre ilâhî kitabın bütün amaçlarını; getirdiği mâna, bilgi ve hükümleri özet halinde ihtiva etmektedir. Kur'ân-ı Kerîm'in gönderiliş amacı insanların dün­ya hayatını düzene koymak ve iyi (ilâhî irade, rızâ ve düzene uygun) bir dünya ha­yatından sonra ebedî saadeti sağlamaktır. Bu amaca ulaşabilmek için:
1. Emir ve yasaklara ihtiyaç vardır.
2. Bu emir ve yasakların hayata geçmesi, bunların kayna­ğının "yaratıcı, varlığı zaruri, kemal sıfatlarına sahip, her çeşit eksiklik ve kusur­dan uzak bulunan Allah" olduğunun bilinmesine bağlıdır.
3. Bu imanı, bu bilgi ve şuuru desteklemek üzere de mükâfat ve ceza vaadi gerekir. Sûrenin başından "yev-mi'd-dîn"e kadar birincisi, "müstakîm"e kadar ikincisi ve buradan sonuna kadar da mükâfat ve ceza vaadi ile -konulan desteklemek, canlı bir şekilde tasvir etmek ve geçmişten ibret alınmasını sağlamak üzere verilen- Kur'an kıssalarının özü ve­ciz bir şekilde ifade edilmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'in bilgi, irşad ve talimatla ilgili bü­tün muhtevası "bilinmesi ve inanılması gerekenler" ve "yapılması gerekenler" di­ye ikiye ayrılabilir. Birincisinde Allah, peygamberlik, gayb âlemi hakkında bilgi­ler, öğütler, misaller, hikmetler ve kıssalar vardır. İkincisinde ise ibadetler ve ha­yat düzeni gibi amelî, ahlâkî hükümler ve öğretiler vardır. Fatiha sûresi bütün bun­ları ya sözü veya özüyle ihtiva etmektedir ya da bu konularda aklın önünü açarak ona ışık tutmaktadır.
"Hamd Allah'a mahsustur" cümlesi Allah Teâlâ'nın kendisini hamde (övgü­ye, yüceltmeye) lâyık kılan bütün yetkinlik sıfatlarını; "âlemlerin rabbi" ifadesi di­ğer yaratma ve fiil sıfatlarını; "rahman ve rahîm" isimleri Allah'ın insanlara rah­met ve merhametinden kaynaklanan din kurallarını; "ceza ve hesap gününün sahi­bi" nitelemesi kıyamet hallerini ve âhiret âlemini; "Yalnız sana kulluk ederiz" kıs­mı iman, ibadet ve sosyal düzeni; "Yalnız senden yardım dileriz" cümlesi ameller­de İhlâsı (ibadetlerin yalnızca Allah rızâsı için yapılmasını) ve tevhidi (O'ndan başkasına kul olarak boyun eğilmemesini, Tanrı'ya mahsus sıfat ve etkilerin O'ndan başkasına tanınmamasını) ifade etmektedir. "Bizi doğru yola ilet" cümle­si ibadet, nizam, düşünce ve ahlâk çerçevesini, "nimete erdirdiklerinin yoluna..." kısmı gelip geçmiş örnek nesilleri, millet ve toplulukları; "gazaba uğramışların ve sapmışların yolunu değil" bölümü ise kötü örnek teşkil eden ve hallerinden ibret alınması gereken geçmiş toplulukları içine almaktadır.
Denebilir ki besmelenin başındaki "bi" edatından başlayarak besmeleye, sonra Fâtiha'ya ve devamında bütün Kur'an'a doğru ilâhî sırlar perde perde açılmak­ta; yoğunlaştırılmış dar hacimden, yoğunluğu gittikçe hafifleyen geniş hacimlere doğru yansıyan ilâhî irşadın ışığı âlemlere yayılmaktadır. "Bi" edatındaki "musa­habe" (beraberlik) ve "istiâne" (yardım dileme) mânaları, kul ile Allah ilişkisinin ve dolayısıyla dinin amacının bütününü İhtiva etmektedir. Besmelenin geri kalan kısmı ile Fatiha, bu ilişkiyi daha da açarak devam etmekte, diğer sûre ve âyetler de bunları, aralarında bir bütünlük oluşturarak her kabiliyet ve zihin seviyesine uy­gun üslûplar içinde açıklığa kavuşturmaktadır.
Fazileti ve Özellikleri
Gerek yalnızca "el-hamdü lillâh" vb. şeklinde ifade edilen hamdın ve gerek­se bütünüyle Fatiha sûresinin değeri ve müminin dinî hayatındaki yeri hakkında birçok sahih hadis bulunmaktadır:
"Zikrin en üstünü 'la İlahe illallah', duanın en yücesi 'elhamdülillâh'tır." (Tirmîzî, Duâ, 9)
"Allah'a hamd ile başlamayan her önemli işin sonu güdüktür." (İbn Mâce, Nikâh, 19)
Allah'ın resulü, Ebû Saîd b. Muallâ isimli sahâbîye, Kur'ân-ı Kerim'deki en büyük sûreyi mescidden çıkma­dan bildireceğini ifade buyurmuş, sonra da bunun Fatiha olduğunu açıklamıştır. (Buhari, Fezâ'ilü'l-Kur'ân, 9)
Yine birçok sahih hadiste Fatiha sûresinin şifa özelliği ile ilgili açıklamalar yapılmıştır (Meselâ bk. Buhârî, Fezâ'ilü'l-Kur'ân, 9)
Meali
Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınırım.
Tefsiri
"Eûzü" veya "istiâze" diye bilinen bu cümle, bu şekliyle bir âyet olmadığı için mushafa yazılmamıştır. "Kur'an okuyacağın vakit o kovulmuş şeytandan Al­lah'a sığın" (Nahl 16/98) şeklinde buyurulduğu için Kur'an okumaya başlayanlar, besmeleden önce "eûzü..." ifadesini okumak suretiyle bu emri yerine getirmekte­dirler.
Asıl adı İblîs olan şeytan, Allah'ın "Âdem'e secde et!" emrine uymadığı, kendisinin daha üstün olduğunu ileri sürerek emre karşı geldiği için meleklerin va­tanından (melekût âleminden) kovulup sürgün edilmiş; o da imtihan dünyasında Allah'ın kullarını, O'nun yolundan ve rızâsından ayırmak için uğraşmayı kendine vazife edinmiştir (A'râf, 7/11-17) Şeytan, kendine uyan diğer cinleri ve insanları da kullanarak vazifesini yapmaya çalışmaktadır. (En'âm 6/112) Ancak Allah'a iman eden, O'na dayanan ve güvenen müminlere şeytanın zarar veremeyeceği ve onlara hükmünün geçmeyeceği ilgili âyetlerde açıklanmıştır. (Nahl, 16/98-100)
Yukarıda meali zikredilen âyet (16/98) sebebiyle Kur'an okumaya başlayan­lar "eûzü" çekerler. Ancak bunun hükmü konusunda farklı görüş ve yorumlar var­dır. Bazı müctehidlere göre emir kipi kullanıldığı için eûzü çekmek farzdır. Müctehidlerin çoğunluğuna göre ise bu bir tavsiye emridir, eûzü çekmek farz değil menduptur, teşvik edilmiştir ve güzel bulunmuş bir davranıştır.
Şeytanın insandan en uzakta olması gereken zaman olan Kur'an okuma ha­linde bile -okumaya başlarken- eûzü çekmek tavsiye edildiğine göre diğer işlere başlarken bunu yapmanın daha da gerekli olacağı anlaşılmaktadır.
Kötülüğe karşı bile iyilik yaparak insanlardan gelecek belâyı defetmek, eûzü çekerek de şeytandan gelecek olan vesvese ve kışkırtmayı kendilerinden uzaklaş­tırmak Kur'an'ın, müminlere tavsiyeleri arasında yer almıştır. (bk, Mü'minûn 23/96-98)
Eûzü, bir yandan böyle maddî ve manevî şerleri, kötülükleri defetme­ye ilâç olurken diğer yandan kulun imtihan şuurunu tazelemekte, insanın ulvî yö­nü ile süflî yönü arasında ömür boyu sürüp giden ve onu geliştirmeyi, olgunlaştır­mayı sağlayan mücadelede uyanık ve tedbirli olmayı telkin etmektedir.
Meali
1. Rahman ve rahîm olan Allah'ın adıyla...
2. Hamd, âlemlerin rabbi Al­lah'a mahsustur.
3. Rahman ve rahîm.
4. Ceza gününün tek sahibi.
5. (Rabb'imiz!) Ancak sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz.
6. Bizi dosdoğ­ru yola ilet.
7. Nimetine erdirdiklerinin yoluna; gazaba uğramışların yoluna da, doğrudan sapmışların yoluna da değil!
Tefsiri
1. Sûrelerin başında bulunan besmele cümlelerinin, Kur'ân-ı Kerîm'in mushaflarda ilk defa toplanmasından itibaren yazılageldiği, aynı dönemde Kur'an'a dahil olmayan hiçbir şeyin mushafa yazılmadığı dikkate alınırsa -aksine görüşler bulunmasına rağmen- her sûrenin başındaki besmeleyi, sûrenin âyet sayılarına da­hil olmayan ayrı bir âyet olarak kabul etmek gerekmektedir. Hanefî fıkıhçılarının görüşleri de böyledir. (Cessâs, Ahkâmü'l-Kur'ân, 1,12)
İmam Şafiî Fatiha sûresi­nin başındaki besmeleyi bu sûreden bir âyet olarak kabul etmiştir. Diğer sûrelerin başlarındaki besmeleler konusunda kendisinden iki farklı görüş nakledilmiş, her sûreye dahil bir âyet sayılması görüşü -ona ait olması yönünden- daha sahih bir ri­vayet olarak kaydedilmiştir. Ebû Hanîfe'ye göre besmeleler sûrelerin başında ay­rı âyetler olduğu için namazda yalnızca Fatiha'dan önce sessiz olarak okunur, Fâtiha'yı takip eden ve zamm-ı sûre denilen sûre ve âyetlerden önce ise besmele okunmaz.
Besmele dilimize genellikle "rahman ve rahîm olan Allah adıyla" şeklinde çevrilmektedir. Bu cümlede zikredilmeyen fakat her besmele okuyanın başlayaca­ğı işe göre niyetinde bulunan "...okuyorum, başlıyorum, yapıyorum, yiyorum" gi­bi bir yüklem vardır. "Allah'ın adıyla yemek, okumak" ifadesinden Türkçe'de "yenen ve okunanın Allah'ın adıyla birlikte yenildiği veya okunduğu" anlaşılır. Bu mâna kastedilmediğine göre maksadı doğru anlatabilmek için besmeleyi "rah­man ve rahîm olan Allah adına,... adını anarak,... Allah'tan yardım dileyerek..." şekillerinde çevirmek de uygun olur.
Kul herhangi bir davranışta bulunurken, önemli bir işe teşebbüs ederken ön­ce eûzü çekerek muhtemel olumsuz etkileri defetmekte sonra da besmeleyi okuya­rak "kendinin tek başına yeterli olmadığını, başarı ve gücün ancak Allah'tan gele­bileceğini, Allah'ın yeryüzünde halife kıldığı bir varlık olarak O'nun mülkünde, O'nun adına tasarrufta bulunduğunu, asıl mâlik ve hâkim olan Allah'ın koyduğu sınırları aşarsa emanete hıyanet etmiş olacağım..." peşinen kabul etmekte ve bun­dan güç almaktadır. Burada tevhid cümlesinin mânası da üstü kapalı olarak mev­cuttur. Zira nasıl ki tevhid cümlesinde "lâ ilahe" denilerek önce bütün sahte tanrı­lar zihinlerden siliniyor, sonra da "illallah" ifadesiyle hakiki, tek, eşi ve benzeri bulunmayan Tanrı (Allah) kalbe ve zihne yerleştiriliyorsa, eûzü besmele çekildi­ğinde de önce kulluk ilişkisine engel olan kirli çevre temizleniyor, sonra da bu iliş­kinin en uygun anahtarı kullanılmış, doğru kapılar açılmış, sağlıklı bağ kurulmuş oluyor.
Allah yerine "tanrı", rahman yerine "esirgeyen", rahîm yerine de "bağışla­yan" kelimelerinin kullanılması bu isimlerin anlamlarını tam olarak karşılamaz. Çünkü Allah ismi, bu isme hakkıyla lâyık olan "tek, eşsiz, benzersiz, bütün kemal sıfatlarına sahip ve eksikliklerden uzak, varlığı zaruri (olmazsa olmaz), yokluğu düşünülemez" olan yüce zâta mahsustur, bu sıfatları taşımayan hiçbir varlığa Al­lah denemez. Halbuki insanların uydurdukları, kendilerine göre bazı nitelikler yükledikleri mâbudlara tanrı denebilir, Başka bîr deyişle tanrı kelimesi Allah için de kullanılabilir, halbuki Allah ismi O'ndan başka hiçbir varlık için kullanılamaz ve Arap dilinde de kullanılmamıştır.
Kur'an dilinde rahman sıfat-ismi de Allah'a mahsustur, başka hiçbir varlık İçin kullanılmamıştır. Rahman "en uzak geçmişe doğru bütün yaratılmışlara son­suz ve sınırsız lütuf, ihsan, rahmet bahşeden" demektir. Rahman, rahmetiyle mu­amele ederken buna mazhar olan varlığın hak etmesine, lâyık olmasına bakmaz, bu sıfatın tecellisi yağmur gibi her şeyin üzerine yağar, güneş gibi her şeyi ısıtır ve aydınlatır.
Rahim "çok merhametli, rahmeti bol" demek olup bu sıfatla kullar da nite­lenebilir. Allah'ın rahîm sıfat-ismi O'nun, daha ziyade kullarının gelecekte elde etmek üzere hak ettikleri, lâyık oldukları sınırsız rahmetini, lütuf ve merhametini ifade etmektedir. "Esirgemek" ve "bağışlamak" bu sonsuz, engin ve etkisi çeşitli rahmetin ancak bir parçası, etkilerinin yalnızca bir çeşididir.
2. Dilimizde övme ve teşekkür etme, Arapça'da medih ve şükür kelimeleri­nin hamd kelimesine yakın mânaları bulunmakla birlikte bunlar arasında birtakım ince farklar da vardır. Methetme (övme) bir iyilik ve güzellik karşısında yapılır; bu iyilik ve güzelliğin sahibi, kendisinin bunda iradesi ve etkisi olsun olmasın methedilebilir. Kişi kendi iradesinin eseri olmayan güzelliği sebebiyle övüldüğü gibi cömertlik ve cesaret gibi erdemlerinden dolayı da övülür. Halbuki hamd ancak ira­de ve istekle hâsıl olan iyilik ve güzellik karşısında yapılır.
Şükür ve teşekkür "isteyerek yapılmış (ihtiyarî) bir iyilik ve ihsana karşı dil­le veya başka şekillerde uygun mukabelede bulunmak"tır. Bu, hem Allah'tan hem de insanlardan gelen iyilikler karşılığında yerine getirilmesi beklenen ahlâkî bir ödevdir. Hamdetmek de dil ile yapılır; "hamdolsun, elhamdülillah..." denir, ancak bunun sebebi yalnızca nimet ve ihsan değil, irade ve ihtiyara dayalı bütün güzel­lik ve iyiliklerdir. Bu mânada hamd yalnızca Allah'a mahsustur. Çünkü başkaları­na ait olan iyilik ve güzellikler, gerçek ve kâmil manasıyla onların isteklerine bağ­lı değildir. İnsanların kendi isteklerine bağlı iyilik ve güzelliklerde Allah'ın da ira­desi vardır. Onların irade ve isteklerine bağlı olmayan iyilik, güzellik ve hizmet­ler ise doğrudan yaratıcının, fıtrat ve özellikleri takdir edip yaratarak insanlara bahşeden kudretin eseridir. Dolayısıyla bu mânada hamdın tamamı Allah'a mah­sustur, O'na aittir.
Âlem maddî ve manevî, görülen ve görülemeyen, dünyada ve âhirette Allah Teâlâ'nın yarattığı her şeydir. Görülen, hissedilen, insan bilgisinin ulaşabildiği maddî varlıklara "mülk ve şehâdet âlemi", madde ötesi varlıklara da "gayb ve melekût âlemi" denilir. Gayb ve melekût âleminin tek sahibi Allah'tır. Mülk ve şehâ­det âleminin ise gerçek sahibi Allah olmakla beraber görünürde ve mecazen baş­ka sahipleri de olabilir. Vahiy yoluyla gelen bilgilere göre şehâdet ve mülk âlemi, gayb ve melekût âlemine nispetle denizden bir damla, sahradan bir kum tanesi ka­dardır. Günümüze kadar insan bilgisinin ulaşabildiği uzay akıllara hayret verecek büyüklüktedir. Fakat bu büyüklük gayb âleminin yanında bir kum tanesi kadar kal­dığına göre gayb âleminin azametini akıl terazisi çekemez. Konuya bu açıdan ba­kıldığında evrenin büyüklüğüne ve ondaki düzenin inceliklerine dair ulaşılan her yeni bilgi, Allah'ın insana bahşettiği aklın nerelere kadar ulaşabileceğini ortaya koymasının yanında, erişeceği sırların enginliğini tasavvur edebilmesi için bir öl­çü de oluşturmaktadır. Şu halde gayb âleminin bu büyüklüğü iman ve irfanla kav­ranmakta, oradan da bütün âlemlerin rabbi (sahibi, mâliki, takdir edip yaratanı, ko­ruyanı, geliştireni) olan Allah'ın azamet ve büyüklüğü karşısında kula yakışan hayret haline ulaşılmakta; bu azamet karşısında kul secdeye kapanınca onun hay­ret hali, "huzur, güven, sevgi, yakınlık ve tatmin"e dönüşmektedir.
Rab kelimesi tek başına söylendiği zaman bundan yalnızca "Allah" kastedi­lir, O'nun güzel isimlerinden biridir, "sahiplik ve terbiye edicilik" özelliğini ifade eder. Bu kelime "rabbü'd-dâr" (ev sahibi) gibi tamlama şeklinde başkaları için de kullanılır.
4. "Din gününün mâliki" tamlamasında geçen mâlik "malın, mülkün sahibi" demektir. Kıraat âlimlerince "hükümdar, iktidar sahibi" anlamında "melik" şeklin­de de okunmuştur. İnsanlar için kullanıldığında mâlik ile melik arasında güç, yet­ki ve tasarruf hakkı bakımlarından önemli farklar vardır. Mal ve mülkün sahibi (mâlik) kişinin başkalarına hükmü geçmez, başkalarına hükmü geçen hükümdar (melik) ise her malın ve mülkün sahibi değildir. Allah Teâlâ hakkında mâlik ve melik sıfatları kullanıldığı zaman mâna çerçevesinde bir eksiklik olamaz; çünkü O hem âlemlerin sahibidir hem de herkese ve her şeye hükmü geçer; O'nun iktidarı üstünde bir iktidar tasavvur bile edilemez. Melik O'nun zâtına, mâlik ise fiiline ait sıfatlardır.
"Din günü"nün âhiretteki hesaba çekme ve hüküm verme günü olduğu, bunu açıklayan başka âyetlerden anlaşılmaktadır. (Meselâ bk. İnfitâr 82/17-19)
Allah Teâlâ bütün zamanlarda ve zaman kavramına bağlı olmaksızın mutlak hâkim, sa­hip, melik ve mâliktir. Ancak Allah Teâlâ dünya hayatında, imtihan için kullarına da sahiplik ve iktidar vermiş; imam olduğu halde gaflet içinde bulunan kimseler -zaman zaman da olsa- Allah'ın sahipliği ve iktidarının bilincinde olmaya özen göstermemişler; imanı olmayanlar ise bunun şuurundan tamamen yoksun kalıp in­kâr etmişlerdir. Âhiret âleminde kulun, bu görünürdeki ve geçici iktidarı da orta­dan kalkacağı için Allah'ın melik ve mâlik sıfatı bütün azametiyle ortaya çıkacak, belli olacaktır, Bunun için âhirette O, gerçekte ve görünürde "melik ve mâlik"tir.
5. Besmeleden buraya kadar kendisi ve sıfatları, kulları ve kâinat ile kesinti­siz ilişkisi, dünya hayatının sonu ve hesap günü hakkında önemli açıklamalar ya­pan Allah Teâlâ, bunları iman içinde dinleyip anlayan ve şuuruna yerleştiren kul­larında hâsıl olacak duygu ve düşünceye, davranış biçimine tercüman olarak "An­cak sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz." buyuruyor. Şu halde yuka­rıda sıralanan eşsiz ve benzersiz sıfatlar Allah'a mahsus olduğuna göre ibadetin ve yardım dilemenin O'na özgü kılınması da -kul açısından- tabii hale gelmektedir.
İbadet "kulluk ve tapınma" olarak anlaşılmıştır. Bu kavramın içinde kâmil mânada "sevgi, korku ve boyun eğme" vardır; bu üç tavır ve duygunun birlikteli­ği ibadetin temelini oluşturur. İnsanların yaratılış gayesi ibadettir; ancak onlar bu­na mecbur tutulmamışlardır; yani terim anlamıyla ibadet, iradeye bağlı olmayan hareketler ve oluşlar gibi hâsıl olmamakta; ilâhî emri kul, -dünya hayatında bir im­tihan olarak- serbest iradesiyle yerine getirmekte veya ihmal etmektedir. Dünya­nın bütün nimetleri ve imkânları insanın, insanca (yalnız Allah'a kulluk ederek) yaşaması için verilmiş araçlardır. Bunları amaçlarına uygun olarak kullanmayan­lar nimetin kıymetini bilmemiş ve israfa sapmış olurlar. İnsanın sınırlı gücü ve ira­desi her zaman maddî ve manevî ihtiyaçlarını karşılamaya ve kendisinden bekle­nenleri yerine getirmesine yeterli olmamaktadır. Bu sebeple insanlar hem diğer in­sanlardan hem de insan üstü güçlerden yardım istemeye ve almaya kendilerini mecbur hissetmişlerdir. Fakat onların bu iki kaynaktan yardım istemek ve almak için tuttukları yollar, benimsedikleri sistem ve usuller, ilâhî irşada kulak asmadık­ları zamanlarda şirke ve bedbahtlığa düşmelerine sebep olmuş; dolayısıyla birçok bâtıl din, işe yaramaz sistem ortaya çıkmıştır. Bu âyet, ibadet ederken ve yardım isterken yöneleceğimiz doğru adresi bize göstermekte ve tevhidi (bir Allah'a iba­deti, sığınmayı ve yönelmeyi) getirmektedir.
Âyette "ederim, dilerim" yerine "ederiz, dileriz" şeklinin seçilmiş olması tevhid ehli müminlerin bir bütün teşkil ettiklerini, bu sebeple "Sen ben değil, biz varız." ilkesi doğrultusunda hareket etmelerini, fert-toplum arasındaki dengeyi koru­malarını işaretlemektedir. Burada "biz"i oluşturan bağ imandır, bir Allah'a kulluk­tur;
"Allah'ın kulları! Kardeş olun..." (Buhârî, Nikâh, 45; Müslim, Birr, 23, 28-32)
mealindeki hadis de bu mânaya açıklık getirmektedir. Müminler kardeşçe yardımlaşırlar, fakat kimin elinden gelirse gelsin gerçekte her nimetin Allah'tan gel­diğini, O dilemedikçe kimsenin bir şey veremeyeceğini bilirler.
6. İnsanlar maddî ve manevî hayatlarını düzenlerken doğrunun yanında yan­lış da yapmışlar; hatalı, çıkmaz, saptırıcı yollara da yönelmişlerdir. Sapmanın ve yanılmanın baş sebebi insanın kendini yeterli sanması, bilgi ve güç almak için Al­lah'a yönelmeyi reddetmesidir.
"Gerçek şu ki insan, kendini kendine yeterli göre­rek ille de azgınlaşmaktadır! Oysa (kuldaki) her şey yalnız Rabbine aittir (O'na dönecektir)." (Alak, 96/6-8)
"Bize doğru yolu göster" duası aynı zamanda Rabbin, kullarına bir irşad ve uyarışıdır; eğer insan kendine yeterli olsaydı, doğru yolu gör­mesi ve bulması için bir başkasına ihtiyacı olmazdı. Yaratıcı bu talimatı verdiğine göre kula düşen, ilâhî irşada kulak vermek, insanî bilgi ve kabiliyetlerini bu irşad doğrultusunda kullanarak her adımını doğru atması için O'nun tarafından sağlanan imkânları gerektiği gibi kullanmaktır. "Doğru yol" (sırât-ı müstakim) İslâm'dır. Allah'ın peygamberleri ile kullarına gönderdiği dinlerin genel adı da İslâm'dır. Yaratan ile yaratılan, Allah ile kul, akıl ile vahiy, hürriyet ile cebir, haksızlık ile adalet, iyi ile kötü... ancak İslâm'da yerli yerine konmuş, doğru ilişkiler ve denge­ler kurulmuş, kurulma yolları gösterilmiştir. Hadiste yer alan bir örnekle açıklana­cak olursa dosdoğru bir yol, yolun iki tarafında iki duvar, duvarlarda açılmış per­deli kapılar ve yolun başında da bir çağıran var ve o, "Ey insanlar! Hepiniz doğru yola giriniz, dağılıp parçalanmayınız!" diye sesleniyor. Birisi perdeli kapılardan birine girmek istediğinde yukarıdan bir başka çağırıcı sesleniyor: "Sakın o perde­yi kaldırma! Kaldırırsan girer gidersin!" (Müsned, IV, 182-183; Şevkânî, I, 20)
Bu örnekteki yol İslâm'dır, duvarlar Allah'ın koyduğu sınırlardır, kapılar haram­lardır, yolun başındaki çağıran Allah'ın kitabıdır, yukarıdaki çağıran ve uyaran, her müminin kalbindeki ilâhî öğütçüdür. Böylece İslâm'da vahiy, vicdan ve akıl birlikte İşletilerek doğru yol bulunmaktadır.
"Ne irfandır veren ahlâka yükseklik ne vicdandır.
Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır."
7. Burada tarihe bir atıf yapılarak yolun doğrusu ve eğrisi hakkında bir baş­ka ölçüt ve delil daha verilmektedir. İslâm yalnızca Allah kitabında böyle buyur­duğu için doğru yol değildir, aynı zamanda tarih boyunca ilâhî irşadı reddedenle­rin tecrübeleri de doğru yolun İslâm olduğunu göstermektedir. Bu sebeple doğru yolu arayanlar ve üzerinde bulundukları yolun sağlamasını yapmak isteyenler, dö­nüp tarihe bakmak, gerçek mutluluğu bulanlarla sapanlar ve Allah'ın gazabına uğrayanların yol ve yöntemlerini incelemek durumundadırlar. Tarihte hem örnekler hem de ibretler vardır. Örnekler, peygamberlerin izlerinden giden fert ve ümmetlerde, ibretler ise onlara cephe alan ve Cenâb-ı Hakk'a meydan okuyanlarda gö­rülmektedir. Bazı rivayetlerde sapanların "Hristiyanlar", ilâhî gazaba uğrayanların da "Yahudiler" olarak açıklanması,(meselâ bk. Müsneâ, IV, 378; Tirmizî, Tefsîr, 2) yalnızca zaman ve mekân itibariyle yakın birer örnek olmalarından dolayıdır.
Müslim'in rivayet ettiği bir kutsî hadiste (bk. Salât, 38) Allah Teâlâ'nın, "Namazı (Fatiha'yı) kulumla kendi aramda yarı yarıya paylaştım ve kulum diledi­ğini alacaktır" buyurduğu ifade edildikten sonra şöyle devam edilmiştir:
"Kul (na­mazda Fâtiha'yı okurken) 'Hamd âlemlerin rabbi Allah'a mahsustur.' deyince Allah, 'Kulum bana hamdetti.' buyurur. Kul 'rahman ve rahim' deyince Allah, 'Ku­lum beni övdü.' der. 'Ceza gününün tek sahibi.' deyince 'Kulum benim yüceliği­mi dile getirdi.' der. 'Ancak sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz.' de­yince 'Bu, kulumla benim aramda ortak olan kısımdır ve istediği kulumun olacak­tır.' buyurur. Kul 'Bizi dosdoğru yola ilet; nimetine erdirdiklerinin yoluna; gaza­ba uğramışların yoluna da doğrudan sapmışların yoluna da değil!' deyince Allah, 'İşte bu, yalnızca kuluma aittir ve kuluma istediği verilecektir.' buyurur."
"Duamızı kabul buyur, böyle olsun, bizi eli boş çevirme" mânasına gelen "âmin" sözü, dilleri ne olursa olsun bütün Müslümanların, hatta semavî din men­suplarının ortak ifadeleri haline gelmiştir. Bu cümle Fatiha sûresine dahil olmadı­ğı gibi âyet de değildir. Birçok hadiste Resûlullah'ın Fâtiha'dan sonra "âmin" de­diği ve böyle denilmesini öğütlediği ifade edilmiştir. (meselâ bk. Müslim, Salât, 72-76)
Namazda veya namaz dışında Fâtiha'yı okuyan veya dinleyen kimse, sû­renin sonunda "âmin" deyince aynı zamanda meleklerin de "âmin" dedikleri, hem şehâdet hem de gayb âlemlerinde aynı anda dile getirilen bu duanın Allah ta­rafından kabul buyurulacağı hadislerde açıklanmıştır. (bk. Buhârî, Ezan, 112-113; Müslim, Salât, 72-76)
Yine sahih hadisler, Fatiha sesli okunduğunda "âmin" duasının da sesli yapılacağı bilgisini getirdiği için fıkıh mezheplerinin ço­ğu bunu benimsemişlerdir. (Şevkânî, Neylü'l-evtâr, II, 229-232)
Hanefîlere göre bu cümle namazda daima sessiz söylenir. (bk. Diyanet, Kur’an Yolu, Fatiha Suresi)

7 Haziran 2020 Pazar

Âdet kanaması 10 günden fazla süren bir kadın ibadetlerini yerine getirmede nasıl hareket etmelidir?


Her kadının âdet gördüğü gün sayısı eşit değildir. Bu süre Hanefîlere göre en az üç, en çok on gündür. Düzenli âdet gören bir kadının normal âdet günlerinden sonra kanaması devam ederse bu kanama on günü geçmediği takdirde tamamı hayız hükmünde sayılır. Ancak on günü geçerse tekrar önceki normal âdeti esas alınarak devam eden kısmı istihaza (özür kanı) kabul edilir. Bu kanama ikinci ayda da on günü geçerse bu kadının âdeti on gün olarak değişmiş olur. İki âdet arasındaki temizlik dönemi en az 15 gündür. (İbn Nüceym, el-Bahr, I, 120; Aliyyü’l-kârî, Fethu bâbi’l-‘inâye, I, 133-134).
Mesela, ay hâli altı gün olan bir kadının daha sonraki ayda altıncı günün bitiminde kanaması devam etse, bu durum on günü aşmadıkça normal âdeti olan altı güne ilaveten kanamanın devam ettiği günler de ay hâlinden sayılır (Mevsılî, el-İhtiyâr, I, 107). Fakat aynı kadının bu altı günün bitiminde kanaması devam eder ve bu süre on günü geçer de mesela on iki güne ulaşırsa, bu kadının ay hâli altı gün olarak kabul edilir. Altı günü on iki güne tamamlayan son altı günlük sürede görülen kan, istihâza yani özür kanı sayılır (Mevsılî, el-İhtiyâr, I, 99). Onuncu günden sonra görülen kan, özür kanı olduğu için kadın bu günlerde namazını kılar, orucunu tutar. Düzenli adet günleri olan altı günden sonra kılmadığı namazları kaza eder.


6 Haziran 2020 Cumartesi

Âdetli kadın ziyaret, veda ve umre tavaflarını yapabilir mi?


Âdetliyken ihrama giren veya ihrama girdikten sonra âdet görmeye başlayan kadınlar, tavafın dışında haccın bütün menâsikini yerine getirebilirler. Ancak metâfa giremez ve tavaf edemezler. Çünkü Resûlullah (s.a.s.), Hz. Âişe’ye “Bu, Allah Teala’nın, Âdem’in kızları üzerine yazdığı bir şeydir (senin elinde olan bir şey değildir). Hacıların, hacla ilgili yaptıklarını sen de yap. Ancak âdet gördüğün sürece Kâbe’yi tavaf etme.” (Buhârî, Hayız, 1) buyurmuştur.
Âdetli oldukları için bayram günlerinde ziyaret tavafını yapamayan kadınlar âdetleri bitince bu tavaflarını yaparlar. Bu gecikmeden dolayı kendilerine herhangi bir ceza gerekmez. Ziyaret tavafını yaptıktan sonra âdet gören kadınlar, ülkelerine dönmeden önce, vacip olan veda tavafını yapacak imkân bulamazlarsa, bu tavafı terk ederler. Bundan dolayı da bir ceza gerekmez (Semerkandî, Tuhfe, II, 410, 414).
Mekke’de kalma imkânı yoksa Hanefî mezhebine göre tavafta taharet farz olmayıp vacip olduğu için, âdetli olarak ziyaret tavafını yapar, ancak ceza olarak bir deve veya sığır (bedene) kurban etmesi gerekir. İmkân bulur da temizlendikten sonra bu tavafı iade ederse bu ceza düşer (Kâsânî, Bedâî’, II, 129).
Şâfiî mezhebine göre bir kadının âdetli iken yapacağı tavaf hiçbir şekilde geçerli değildir. Temizlendikten sonra yapması gerekir (Nevevî, el-Mecmû’, VIII, 14, 17). Mâlikî mezhebine ait bazı kaynaklarda belirtildiğine göre, âdetli kadının temizleninceye kadar Mekke’de kalma imkanı yoksa âdet sırasındaki kanamanın kesilip, kanın gelmediği temizlik zamanını gözler, bu ara zamanda guslederek tavafını yapar. Bundan dolayı da herhangi bir ceza gerekmez (Bkz. Uleyş, Şerhu minah, I, 171, 176; Desûkî, Hâşiye, I, 172-175).
Başına bu hâl gelen bir kadının durumunu ilgililere bildirmesi ve onların vereceği cevaba göre amel etmesi uygun olur.
Umre tavafına gelince Hanefî mezhebine göre tavafta taharet farz olmayıp vacip olduğu için, umrenin tavafını adetli olarak yaparsa ceza olarak bir dem (koyun veya keçi) kurban etmesi gerekir. İmkân bulur da temizlendikten sonra bu tavafı iade ederse bu ceza da düşer (Kâsânî, Bedâî’, II, 129).

Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı