2 Aralık 2019 Pazartesi

HUD SÛRESİ 112.- 113. ayetlerin tefsiri


Allah Teala'nın Emirleri Üzerine İstikamet Yolunu Tutmak

112- Emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Seninle birlikte tevbe edenler de (böyle olsunlar). Haddi tecavüz etmeyin. Şüp­hesiz ki Allah yaptıklarınızı çok iyi görür.

113- Zalimlere asla meyletmeyin. Aksi takdirde cehennem ateşi size dokunur. Sizin Allah'tan başka dostunuz yoktur. Sonra yardım görmezsiniz.


Açıklaması

Ya Muhammed! Sen ve seninle birlikte iman edenler itikad, amel ve ahlâk hususunda ifrat ve tefrite düşmeden istikamet yoluna sarılın.

İstikamet; Allah'ın zat ve sıfatlarında birliğini kabul etmeyi, cennet, cehen­nem, öldükten sonra dirilme, hesap ve ceza görme, melekler ve arş gibi gaybî hususlara iman etmeyi, Kur'an'ın ibadetler ve muameleler çerçevesinde emret­tiklerine sarılmayı gerektirir.

Bu, yüksek bir derece olup, nefsiyle cihad eden, nefsi arzuları ve şehvet­lerini tatminden vazgeçenler dışındaki kimseler için oldukça zordur.

Hz. Musa ve Hz. Harun (a.s.) da şu ayette "istikamet" ile emrolunmuştu: "İkinizin de duaları kabul edildi. O halde istikamet üzere (dosdoğru) olun. (Hakkı) bilmeyenlerin yoluna tabi olmayın." (Yunus, 10/89).

İstikametin mükâfatı ise meleklerin korku ve üzüntüden emin olmakla ve cennetle müjdelemek suretiyle onları tatmin etmeleridir:

"Rabbimiz Allah'tır deyip sonra istikamet üzerine (doğru yolda) devam edenlere melekler inerler ve şöyle derler: Korkmayın, üzülmeyin, vaad olun­duğunuz cennetle müjdelenin." (Fussilet, 41/30).

Müslim'in rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Süfyan es-Sekafî isimli bir sahabinin:

- Ya Rasulallah! Bana İslâm'da öyle bir söz söyle ki, onu senden sonra hiç kimseye sormayayım, şeklindeki sorusuna Peygamberimiz (s.a.):

- Allah'a iman ettim de, sonra da istikamet üzerine (dosdoğru) ol, diye cevap vermiştir.

Rasulullah (s.a.)'a istikamet ile (dosdoğru olmakla) emredilmesi onun is­tikamet üzerine olmadığı manasına gelmez. Zira o bunun aksine son derece is­tikamet üzerine idi. Bu emirden maksat devamlılık ve bulunduğu hal üzere kalmaktır. Bu düşmanlara karşı zafer elde etmekte en büyük yardımcıdır. Rasulullah (s.a.) ve onunla birlikte olan müminlere istikamet üzerine olmakla emredilmesi onların istikamet üzerinde sabit olmaları içindir.

Bu ayette, şer'î naslara hiçbir tasarrufta bulunmadan, hiçbir sapma olmadan, taklide düşmeden, fasit ve doğru olmayan bir görüşle amel etmeden ittiba etmenin vacip olduğuna delil vardır. Kim selefin metodundan saparsa eğrilir ve dalâlete düşer. Cenab-ı Hakk'ın buyurduğu gibi: "Dinlerini parça parça edip fırkalara ayrılanlardan olup her fırka kendilerine olanla övünüp durur." (Rum, 30/32).

İhtilâfın kalkmasının yolu Kur'an ve Sünnete dönüştür. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: "... Aranızda herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düştüğünüz zaman onun hükmünü Allah'a ve Rasulüne havale edin." (Nisa, 4/59).

Allah Tealâ "istikamet" üzerine olmayı emrettikten sonra zıddı olan "tuğyan"dan yani Allah'ın koyduğu sınırlara tecavüz etmekten, haddi aşmaktan nehyetti. Çünkü tuğyan helake götüren kaygan bir yoldur. Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: "Haddi tecavüz etmeyin."

Bundan sonra da muhalif davranmayı yasaklayarak şöyle buyurdu: "Şüp­hesiz ki O yaptıklarınızı çok iyi görür." Yani Yüce Allah kullarının amellerini görür, hiçbir şeyden gafil değildir, O'na hiçbir şey gizli kalmaz. O hepsinin kar­şılığını verir."

İstikamet üzere olmaya ve haddi tecavüz etmekten kaçınmaya davet Kur'an-ı Kerim'in sık sık tekrarladığı ana hedefidir. Cenab-ı Hak şöyle buyu­ruyor:

"Ey Muhammed! işte bunun için sen onları hakka davet et. Emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Müşriklerin heva ve heveslerine uyma. Onlara şöyle de: Ben Allah'ın indirdiği bütün kitaplara iman ettim. Aranızda adaleti hakim kılmak­la emrolundum. Bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbiniz Allah'tır. Bizim amel­lerimiz bize, sizin amelleriniz sizedir. Benimle sizin aranızda (tartışılacak) bir mesele yoktur. Allah bizi bir araya getirecek (yüzleştirecektir), dönüş ancak O'nadır."(Şûra, 42/15).

Daha sonra Cenab-ı Hak zalimlere meyletmenin tehlikesine işaret ederek şöyle buyurdu: Zalimlere sevgi ile, yağcılık yaparak veya amellerinden razı olarak, onlardan yardım isteyerek, onlara güvenerek meyletmeyin. Aksi tak­dirde onlara meyletmeniz sebebiyle size cehennem ateşi dokunur. Zalimlere meyletmek de zulümdür. Allah'tan başka size faydası dokunacak, sizin azap görmenizi engelleyecek yardımcılar yoktur. Sonra Allah da size yardım etmez. Size bu hadisede yardım edecek kimse bulamazsınız. Çünkü Allah Tealâ zalim­lere yardım etmez.

"Zalimlerin yardımcıları yoktur."
(Bakara, 2/270).

"Zalimlerin hiçbir yardımcısı yoktur." (Hac, 22/71; Fatır, 35/37).

Ayet, zalimlere azıcık meyletmenin kötü akıbetine, normal olarak insanı zulme düşürdüğüne ve zalimlerin yaptıklarını ikrar etmeye, içinde bulunduk­ları zulme razı olmaya, yollarını güzel görmeye, onların veya başkalarının yanında bu zulmü medhü sena etmeye ve dolayısıyla onların zalim amellerine ortak olmaya sebep olacak kaygan bir zemin olduğuna delâlet etmektedir.

Beyzavî diyor ki: Belki de bu ayet zulümden nehyetmek ve tehdit etmek hususunda tasavvur olunabilecek en beliğ ayettir.

Zulme meyletmek cehennem azabını gerektiriyorsa ya bizzat zalimin hali nasıl olur? [31]


[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/407-409

1 Aralık 2019 Pazar

Hayızın Başlaması Ve Sona Ermesi

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
6. BÖLÜM HAYIZ

19. Hayızın Başlaması Ve Sona Ermesi

Biz, Hz. Aişe'ye 
radıyallahu anha bir kap içinde üzerinde sarılık bulunan pamukları gönderen kadınlarız. O şöyle demişti: Pamuğu bembeyaz görünceye kadar acele etmeyin. Bu sözüyle Hz. Aişe radıyallahu anha, hayızdan çıkmak için temizlenmeyi kasdetmiştir.

Zeyd b. Sâbit'in kızı, kadınların gece vakti lamba isteyip hayızlarının bitip bitmediğini kontrol ettiğini öğrenince 'ashabın kadınları böyle yapmazdı' deyip, bu şekilde yapanları ayıpladı.

320- Hz. Âişe'den 
radıyallahu anha şöyle nakledilmiştir: "Fâtıma bintu Ebî Hubeyş özür kanı görürdü. Bu durumu Hz. Peygamber'e Sallallahü Aleyhi ve Sellem sordu. O da şöyle bu­yurdu: Bu damardan delen bir kanamadır. Hayız değildir. O halde, hayızın başladığı zaman namazı bırak, sona erince gusül abdesti al ve namaz kılmaya başla!"

Açıklama

(Hayızın Başlaması ve Sona Ermesi) Alimler, hayzın, âdetin görülebileceği günlerde birden kanın gelmesiyle başlayacağı konusunda ittifak etmişlerdir. An­cak ne zaman sona erdiği konusunda ihtilaf etmişlerdir. Bazılarına göre hayzın sona erdiğini kuruluk gösterir. Yani, kadının âdetinin bitip bitmediğini öğrenmek İçin kullandığı pamuğun kuru çıkması hayzın bittiğine delalet eder. Bazılarına göre ise, söz konusu pamuğun beyaz çıkmasıyla hayzın bittiği anlaşılır. İleride açıklayacağımız üzere İmam Buhârî bu görüşe meyletmiştir.


Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

30 Kasım 2019 Cumartesi

Hayızdan Çıkmak İçin Gusül Abdesti Alan Kadının Saçlarının Örgüsünü Çözmesi

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
6. BÖLÜM HAYIZ

16. Hayızdan Çıkmak İçin Gusül Abdesti Alan Kadının Saçlarının Örgüsünü Çözmesi

317- Hz. Âişe'den 
radıyallahu anha şöyle nakledilmiştir: "Zilhicce ayının hilalinin görünme­sine yakın bir zaman kala Medine'den yola çıktık. Rasûlullah Sallallahü Aleyhi ve Sellem Umre için telbiye getirip ihrama girmek isteyenler, bunu yapsın. Eğer ben hedy kurbanı sevk etmeseydim ben de umre niyetiyle telbiye geti­rip ihrama girerdim." buyurdu. Bunun üzerine, ashabın bir kısmı umre için, diğer bir kısmı da hac için yüksek sesle telbiye getirip ihrama girdi. Ben de um­reye niyet edenlerdendim. Derken Arafat'a çıkılacak gün gelip çattı. O esnada hayızlı idim. Bu durumumu Hz. Peygamber'e Sallallahü Aleyhi ve Sellem anlatıp halimden şikayette bulundum. Bana "Umreden vazgeç! Örgülerini çözüp saçını tara ve hac için telbiye getirip ihrama gir!" dedi. Ben de öyle yaptım. Hasba'da gecelendiği zaman, benimle birlikte kardeşim Abdurrahman'ı Ten'im'e gönderdi. Burada yapamadığım umremin yerine telbiye getirip yeni bir umre için ihrama girdim." Hadisin ravilerinden Hişâm şöyİe dedi: "Bundan dolayı keffâret olarak, ne kurban, ne oruç, ne de sadaka gerekti."

Açıklama

(Hayızdan Çıkmak İçin Gusül Abdesti Alan Kadının Saçlarının Örgüsünü Çözmesi) Bu bâb, hayızdan çıkmak İçin alınan gusül abdestinde saçların çözül­mesinin farz olup olmamasıyla alakalıdır. Hadisten ilk etapta akla gelen manaya göre bu, farzdır. Hasan-ı Basrî ve Tavus'a göre hayızlı kadının saçlarını çözmesi farzdır. Ancak cünüp biri için bu, farz değildir. Ahmed İbn Hanbel de aynı gö­rüştedir. Ancak Hanbelİ mezhebinden bazılarına göre bu, hem hayızlı hem de cünüp için müstehaptır. Bu hususta İbn Kudâme şöyle demiştir: "Abdullah İbn Ömer'den başka bunun, hayızlı ve cünüp kimseler için farz olduğunu söyleyen birini bilmiyorum." İbn Ömer'in bu görüşü, İmam Müslim tarafından nakledil­miştir. Ancak yine İmam Müslim'in rivayetine göre, Hz. Âişe 
radıyallahu anha, İbn Ömer'in bu görüşünü reddetmiştir. Gerçi onun açık bir şekilde örgünün çözülmesini farz kabul ettiğini gösteren bir ifade de yoktur. Bu konuda Nevevî şöyle demiştir: "Bizim mezhebimizden bazı âlimler bu görüşü Nehâî'den nakletmiştir. Ancak çoğunluk, Ümmü Seleme'den nakledilen şu hadise dayanarak bunun farz olma­dığını savunmuştur: "Ürnmü Seleme radıyallahu anha Hz. Peygamber'e Sallallahü Aleyhi ve Sellem 'Ey Allah'ın elçisi! Saçla­rım çok örgülü, cünüplükten kurtulmak için gusül abdesti alırken onları çözeyim mi?' diye sordu. Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem, 'gerek yok.' diye cevap verdi." Bu hadisi İmam Müslim nakletmiştir. Yine onun rivayet ettiği bir hadiste "hayızlıktan ve cü­nüplükten temizlenirken" ilavesi vardır.

Her iki hadis arasındaki çelişkiyi gidermek için, Buhârî'nin bu bâbda zikret­tiği hadiste yer alan emrin, müstehap bir hüküm için olduğu söylenmiştir. Bazı­ları da suyun ulaşıp ulaşmamasına göre ayrıntıya gitmek suretiyle iki hadis ara­sında var gibi görünen çelişkiye son vermiştir. Onlara göre, saçlara su ulaşmı­yorsa örgünün çözülmesi gerekir. Ulaşıyorsa buna gerek yoktur.


Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

29 Kasım 2019 Cuma

HUD SÛRESİ 18.- 24. ayetlerin tefsiri


Müminlerin Ve Kâfirlerin Amellerinin Ahiretteki Karşılığı


18- Allah'a yalan uydurandan daha za­lim kim olabilir? Onlar Rablerine arz edilecekler. Şahitler 'İşte bunlar Rable­rine karşı yalan söyleyenlerdir" diye­cekler, iyi bilin ki, Allah'ın laneti zalimlerin üzerinedir.
19- Onlar (halkı) Allah yolundan alıkoyarlar. Bu yolu eğri bir yola çevirmeye çalışırlar. Bunlar ahireti de inkâr ederler.

20- Onlar yeryüzünde Allah'ı aciz bıra­kamazlar. Onların Allah'tan başka hiç­bir yardımcıları da yoktur. Onlara kat kat azap verilir. Çünkü onlar hakkı dinleyemez ve göremezlerdi.

21- Kendilerini zarara sokanlar bunlar­dır. Uydurdukları şeyler kendilerinden uzaklaşmıştır.

22- Gerçekten ahirette en çok zarara uğrayacak olanlar da bunlardır.

23- Şüphesiz ki, iman edip salih amel iş­leyen ve Rablerine boyun eğenler işte onlar cennetliktirler. Onlar orada ebe­dî kalacaklardır.

24- (Kâfir ve mümin) iki topluluğun ha­li, kör ve sağırla, gören ve işitenin hali­ne benzer. Hiç bu iki topluluk bir olur mu? Hiç düşünmez misiniz?


Açıklaması

Cenab-ı Hak kendisine iftira edenlerin "insanların en zalimi" olduklarını ve ahirette bütün mahlûkat huzurunda rezil olacaklarını beyan etmekte, ayrı­ca kendi nefsine ve başkasına, Allah Tealâ'nın sıfatı, hükmü ve vahyi hususun­da veya Allah'ın izni olmadan şefaat edecek kimselerin bulunması hususunda veyahut Meleklerin Allah'ın kızları olduğunu ileri süren Araplar, Üzeyr'in Al­lah'ın oğlu olduğunu ileri süren Yahudiler ve Mesih'in Allah'ın oğlu olduğunu ileri süren Hristiyanlar gibi ve Allah'ın meleklerden evlat edindiğini iddia etme gibi hususlarda Allah hakkında yalan uydurandan, ona iftira edenlerden kendi nefsine ve başkasına daha zalim bir kimse olamayacağını belirtmektedir.

"Onlar Rablerine arz edilecekler." Yani küfür, şirk ve Allah'a iftira günah­larına gark olanlar Rablerine arz edilecekler. Yani Allah onları şiddetle hesaba çekecek ve yüce meleklerden şahitler de "işte bunlar Rablerine karşı yalan söy­leyenler, iftira edenlerdir" diyecekler. İyi bilin ki bunlar Allah'ın rahmetinden koyulmuşlardır.

Bu arz olunma bütün kullar hususunda umumi bir kaide olmakla beraber, buradaki arz olunmadan murad hususidir. Bu da onların rezil olmaları maksa­dıyla yapılan bir arz olunmadır. Böylece onlar rezil rüsvay olup en kötü bir şe­kilde işkenceye tabi tutulmuş olacaklardır. Bu arz olunma hesap ve sual için hazırlanan yerlerde veya Allah'ın emriyle mahlûkatından dilediği kimseler hu­zurunda, yani melekler, Peygamber ve müminler huzurunda olacaktır.

Bu ayet şu ayet gibidir: "Şüphesiz biz peygamberlerimize ve iman edenlere hem dünya hayatında, hem de şahitlerin şahitlik edeceği kıyamet gününde mut­laka yardım edeceğiz. O gün zalimlere mazeretleri hiç bir fayda sağlamayacak­tır. Lanet onlaradır. En kötü yurt da onlarındır." (Gafir, 40/51-52).

İmam Ahmed, Buharı ve Müslim İbni Ömer'den şöyle rivayet ediyorlar: Rasulullah (s.a.)'tan kıyamet günündeki sual sorma hakkında şu hadis- i şerifi işittim: "Allah (c.c.) mümini kendine yaklaştırır. İnsanlardan ayrı tutar ve gü­nahlarını ona ikrar ettirir ve der ki: Şu günahı biliyor musun? Şu günahı bili­yor musun? Şu günahı biliyor musun? Nihayet günahlarını ikrar edince ve ken­disinin helak olduğu kanaatine varınca "Ben dünyada bu günahlarını örttüm. Bu gün de onları senin için bağışlıyorum" der ve ona hasenat defterini verir. Kâfirlere ve münafıklara gelince: Şahitler derler ki: İşte bunlar Rablerine karşı yalan söyleyenlerdir. İyi bilin ki, Allah'ın laneti zalimlerin üzerinedir."

"O zalimler..." insanları hakka, imana ve itaate tabi olmaktan ve Allah'a ulaştıran doğru yola girmekten alıkoyarlar ve insanlarla cennet arasında engel olurlar. İnsanları Allah'ın yolundan şirk ve günahlara döndürürler. Onlar yollarının doğru değil eğri olmasını isterler. Aynı zamanda onlar ahireti inkâr ederler, yalanlarlar.

Allah'ın yolunu engelleyen o zalimler Rablerinin başkalarına yaptığı gibi helak edip ve yerin dibine geçirerek onları cezalandırmasına engel olamazlar. Bilakis onlar Allah'ın ezici gücü ve hakimiyeti altındadırlar. Allah ahiretten önce dünyada onlardan intikam almaya kadirdir. Onların Allah'tan başka ken­dilerine yardım edecek, azap görmelerini engelleyecek hiçbir yardımcıları da yoktur. Kendileri sapıttığı gibi, başkalarını da saptırdıkları için onlara kat kat azap verilir. Onlar hakkı dinlemeyen sağırlar, hakkı göremeyip tabi olmayan körlerdir.

Bu ayet manasında Cenab-ı Hakkın şu ayetleri de vardır: "... Allah onla­rın cezalarını gözlerin yerlerinden fırladığı o zor güne bırakır." (İbrahim, 14/42).

"İnkâr eden ve Allah'ın yolundan alıkoyanlara bozgunculuk yapmaları se­bebiyle hak ettikleri azabı kat kat artırırız." (Nahl, 16/88).

Peygamberimiz (s.a.) Buharî ve Müslim'deki hadis-i şeriflerinde "Allah za­lime mühlet verir. Nihayet onu yakaladığı zaman da bırakmaz" buyurmaktadır.

Böylelerine azabın kat kat verilmesine sebep Kur'an'ı düşünüp öğüt alma gayesiyle dinlememeleri, hayır ve hak yolunu görmemeleri, Kur'an'ın ayetleri­ne ve vahyin doğruluğuna delâlet eden kâinat ayetlerine bakmamalarıdır.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "İnkâr edenler birbirlerine şöyle de­diler: Bu Kur'an'ı dinlemeyin. Okunurken gürültü yapın. Belki de bu yolla ga­lip gelirsiniz." (Fussüet, 41/26).

"Onlar insanları Kur'an'a iman etmekten alıkoyarlar ve kendileri de on­dan uzaklaşırlar..." (En'am, 6/26).

Ayetteki "dinlemez" ve "görmezler" ifadelerinin manası işitme ve görme duyularının olmaması değil, bilakis onların görünüşte işitmelerine ve görmele­rine rağmen bu iki duyuyu bilgi edinmek ve sağlam inanç sahibi olmak gibi ye­rinde ve doğru bir şekilde kullanmamalarıdır. Aşırı inatları, isyanları, hak ve hidayetten hiç hoşlanmamaları sebebiyle onlar Kur'an ayetlerini işitmeye ve Allah'ın kâinattaki kudretinin ayetlerini görmeye bile tahammül edememekte­dirler.

İşte yukarıda belirtilen özelliklere sahip olan bu kimseler kendilerini bü­yük bir zarara ve hüsrana sokmuşlardır. Çünkü bunlar alevi gittikçe artan kız­gın bir ateşe atılacaklardır: "Onların varacağı yer cehennemdir. Cehennemin ateşi hafifledikçe onun ateşini artırırız." (İsra, 17/97). Artık orada ne ölürler, ne de gerçek anlamıyla hayat sürerler.

Allah'tan başka uydurdukları eş ve ortaklar, putlar, kendilerinden uzakla­şırlar. Bunlardan hiçbir fayda elde edemezler, bilakis kendilerine son derece zararları olduğunu anlarlar.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "İnsanlar (kıyamet günü he­sap vermek üzere) toplandıkları zaman dünyada tapındıkları putlar kendilerine düşman kesilir ve onların kendilerine tapındıklarını inkâr ederler." (Ahkaf, 46/6).

"Kâfirler kendilerine destek olsunlar diye Allah'tan başka ilâhlar edindiler. Hayır, bilakis tapındıkları putlar onların kendilerine tapındıklarını inkâr ede­cekler, onların karşısında olacak ve düşman olacaklardır." (Meryem, 19/81-82).

Gerçekten ahirette insanlar arasında malında en çok zarara uğrayanlar bunlardır. Çünkü bunlar cennet nimetleri ve derecelerini verip cehennem aza­bını ve onun düşük derecelerini almışlardır. Bunlar cennet nimetlerine karşılık kaynar sular, misk kokulu cennet şarabı yerine zehirleri ve yakıcı içecekleri, irinden yapılan yiyecekleri, muhteşem cennet villaları yerine cehennem çukur­larını, Rahman'a yakınlık yerine Deyyan (Kahhâr)'ın gazabını ve cezasını ter­cih etmişlerdir.

Cenab-ı Hak bedbaht olanların durumunu anlattıktan sonra bunun ardın­dan saadete nail olanların durumunu anlattı. Saadet ehli Allah'a ve Rasulüne iman eden, dünyada amel-i salih işleyen, kalben iman eden, ibadet ve taat işle­me, münkerleri terk etme hususunda azami gayret eden, Allah'a boyun eğen ve O'na yönelen kimselerdir. Elbette böyleleri için sayılamayacak, hesabı yapıla­mayacak kadar çok ve çeşitli, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir beşer kalbine doğmayan nimetlerin bulunduğu Cennâtu'1-ulâ (Yüksek Cennetler) vardır. Onlar bu cennetlerde ebedî, daimi bir şekilde kalacaklar, ne ölecek, ne yaşlanacak, ne de hastalanacaklardır. Onlardan pis ve kirli hiçbir şey çıkmayacak, sadece misk kokulu ter boşanacaktır.

Allah daha sonra da kâfir ve müminler hakkında bir misalle benzetmede bu­lundu. Şöyle buyurdu: Daha önce vasıfları zikredilen şekavet ehli kâfirler ile sa­adet ehli müminler grubunun misali kör ve sağır ile gören ve işiten kimse gibidir.

Kâfir dünya ve ahirette hakkın yüzünü görmediği, hayrın yolunu bulama­dığı ve hayrı bilemediği için kör gibi, açık hüccetleri duymadığı ve kendisine faydalı olacak şeyleri dinlemediği için de sağır gibidir.

Mümin ise dinlediği Kur'an ve gördüğü kâinattan istifade ettiği için gözü ve kulağı açık kimse gibidir. Göz ve kulak ilim ve hidayet vasıtaları, aklın ve düşüncenin geliştirilmesinin araçlarıdır.

Bu iki grubun durumları da sonuçları da bir olmayacaktır. Siz bu ikisinin arasındaki farkları anlayıp ibret almaz mısınız? Hiç düşünmez misiniz? Birbi­rine zıt olan bu sıfatları nasıl birbirinden ayıramıyorsunuz?

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Cehennemliklerle cennetlikler bir değildir. Kurtuluşa erenler sadece cennetliklerdir." (Haşr, 59/20).

"Kör ile gören bir olmaz. Karanlıklarla aydınlık bir olmaz. Gölge ile sıcak bir olmaz. Dirilerle ölüler de bir olmaz. Şüphesiz ki, Allah dilediğine işittirir. Sen kabirde olanlara işittiremezsin." (Fatır, 35/19-22).

Bu ayette (Hûd, 24) "Hiç düşünmez misiniz?" ifadesinin kullanılması, kör­lüğün ve sağırlığın tedavi edilmesinin mümkün olduğuna uyarıda bulunmak içindir. [9]


[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/298-300.

28 Kasım 2019 Perşembe

HUD SÛRESİ 8.- 11. ayetlerin tefsiri


Mümin Ve Kafir İnsanın Nimet Ve Sıkıntı Karşısındaki (Farklı) Tavırları

8- Yemin olsun ki, eğer onlardan azabı sayılı bir zamana kadar ertelesek "Onu bizden alıkoyan nedir?" derler. İyi bilin ki, (azap) onlara geldiği gün o kendile­rinden uzaklaştırılmayacaktır. Onları alay ettikleri (azap) kuşatacaktır.

9- Yemin olsun ki biz, insana tarafımız­dan bir rahmet tattırıp sonra onu ken­disinden alırsak şüphesiz ki insan, bü­yük bir ümitsizliğe düşer ve çok nankörleşir.

10- Yemin olsun ki, biz insana uğradığı zarardan sonra tekrar nimetler tattırsak "Kötülükler başımdan gitti" der. Şüphesiz insanoğlu çok şımarık ve çok gururludur.

11- Ancak sabredenler ve iyi amel işle­yenler bundan müstesnadır. İşte onlara günahlarından bağışlanma ve büyük bir mükâfat vardır.


Açıklaması

Yemin olsun ki biz kâfirlerden veya müşriklerden Rasulullah'ı onları uya­rıp korkutmasından sonra azabı "Her şeyin vadesi yazılıdır." (Rad, 13/38) aye­tinde belirtilen sünnetimize (ilâhî kanuna) ve hikmetimize uygun olarak bir müddet geciktirsek onlar azabın acil olarak gelmesini ister tarzda yalanlama kasdıyla ve alay ederek "Buna engel olan nedir?" derler.

"Bu azabın gecikmesine sebep nedir?" derler. Buradaki "ümmet" kelimesi müddet, zaman manasındadır.

Allah Tealâ da onlara, bu alay konusu ettikleri azabın inmesi için bir en­gel olamayacağı, vaktinden önce azabın inmesini ister tarzda alay etmelerine karşılık bir ceza olarak o gün azabın kendilerini tamamen kuşatacağı şeklinde cevap verdi.

Nitekim bir başka ayet-i kerimede "Şüphesiz ki, Rabbinin azabı mutlaka gerçekleşecektir. Ona karşı koyacak hiçbir kuvvet yoktur." (Tur, 52/7-8) buyurul-maktadır.

Bundan sonra Allah Tealâ Allah'ın kullarından rahmet eylediği kimseler hariç insanların kötü sıfatlarını bildirdi:

Allah bir insana kendisinden bir rahmet olarak sağlık, rızık, emniyet içi­nde yaşama, itaatkâr evlat gibi bir nimet verir de, sonra da bu nimeti çekip alırsa ve bunun yerine hastalık, fakirlik, korku, ölüm, felaket gibi bir musibet verirse insan Rabbinin rahmetinden büyük bir ümitsizliğe düşer, çok nankör olur, geçmişi ve içinde bulunduğu diğer nimetleri inkâr eder. O durumda gele­ceği için ümitsizlik duyar; ayrıca sanki hiçbir iyilik görmemiş gibi geçmişini ve şu an içinde bulunduğu nimetleri inkâr eder. Bunun sebebi ise o kişinin sabrın ve şükrün faziletine sarılmamasıdır.

Eğer Allah ona hastalıktan sonra şifa, zayıflıktan sonra kuvvet, zorluktan sonra kolaylık gibi sıkıntılardan sonra nimetler verirse "beni üzen musibetler benim başımdan gitti. Bu günden sonra da bana hiçbir sıkıntı ve kötülük gel­meyecektir der" ve nimet sebebiyle yahut elindeki bu imkân sebebiyle böbürle­nerek, başkalarına karşı gururlanarak, kendisinden düşük olanları da hakir görerek son derece şımarık ve kibirli olur.

İşte böyle bir kimse böyle bir durumda nimete şükürle karşılık vermemek­te, bilakis kibirlenip insanlara karşı böbürlenmekte, fakir ve yoksullara yar­dımcı olmamaktadır.

Dikkati çeken bir husus da şudur: Nimet verme durumunda en az vasfıyla nimet verildiğine delâlet etmek için "ezakna {tattırdık)" yani lezzetini idrak et­tirdik ifadesi kullanılırken, sıkıntı verme durumunda musibetin en az derecesi ile bir zarar dokunduğunu bildirmek için "messethu (ona dokundu)" yani pek az zarar hissetti, ifadesi kullanılmıştır.

Yine bu ayette lezzet alma ve imrenme manasındaki "ezakna (tattırdı)" kelimesiyle nimete sıkı bir şekilde bağlılığı ve hırslı olduğuna işaret eden "neza'naha (o nimeti çekip aldık)" kelimeleri arasında "mukabele" sanatı vardır.

Bütün bunlar insanoğlunda kötü tabiatlar ve hastalıklar bulunduğuna de­lâlet etmektedir. Bu hastalıklar Allah'ın rahmetinden ümit kesme, nimetine nankörlük etmek, böbürlenmek, gururlanmak ve kibirlenmektir. Bunların ilâcı ise sabır, iman, kaza ve kadere razı olmaktır.

"İnsan" denilince anlatılmak istenen mutlak manada insanoğludur. Çünkü sabreden ve salih amel işleyenler "Ancak sabredenler ve salih amel işleyenler bundan müstesnadır." (Hûd, 11) ayetiyle bundan hariç tutulmuştur. İstisna, bunlar olmasaydı dahil olacak olan şeyleri hariçte bırakırdı. Bununla sabit ol­muştur ki ayetteki "insan" kelimesiyle kastedilen mümin ve kâfirdir. O zaman insan kelimesi hem mümine, hem kâfire şamil olmaktadır. Buradaki istisna "istisna-i muttasıl"dır. Kurtubî "Bu doğru bir görüştür" demektedir.

Bir başka görüşe göre ayetteki insan daha önceki ayette geçen ifadelere havale edilerek "Bu ayetteki "insan"dan murad, kâfirdir" denilmiştir. Çünkü bu ayette insan için zikredilen sıfatlar tam olarak kâfire yakışan sıfatlardır. Bunlar "yeis (çok ümitsiz)" ve "kefûr (çok nankör)" sıfatları, "kötülükler başım­dan gitti" sözü, "ferîh (çok şımarık)" ve "fahur (çok gururlu)" sıfatlarıdır. Bun­lar dindar kimselerin değil, kâfirlerin sıfatlarındandır. Buna göre buradaki (Hûd, 11) istisnanın istisna-i munkati olarak kabul edilmesi gerekir. Bu du­rumda bu mahzurlar meydana gelmez.

Bundan sonra Cenab-ı Hak insan cinsinden sabreden ve salih amel işle­yenleri istisna ederek şöyle buyurdu:

"Ancak sabredenler ve salih amel işleyenler bundan müstesnadır..." Yani ancak cihad, fakirlik ve musibet gibi zorluk ve sıkıntılara karşı sabredenler ve refah, nimet ve afiyet içerisinde iken bile farzları eda etmek, nimetlere şükret­mek, hayırları işlemek, insanlara iyilikte bulunmak, salih amellerle Allah'a yaklaşmak gibi faydalı, hoş salih amelleri işleyenler bundan müstesnadır.

Böyle kimselerin salih amelleri işlemeleri veya kendilerine isabet eden sı­kıntılar sebebiyle günahları bağışlar ve onlara yaptıkları hayır ve iyiliklere ve refah zamanında işlediklerine karşılık olarak ahirette en azı cennet olmak üze­re büyük bir mükâfat vardır.

Bu ayetle aynı manada şu ayetler vardır: "Asr'a yemin olsun ki, insan mutlaka hüsrandadır. Ancak iman edenler, salih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır." (Asr, 103/1-3).

Yine aynı manada şöyle bir hadis-i şerif vardır: "Nefsim (kudretinin) elinde olan Allah'a yemin ederim ki, mümine isabet eden endişe, keder, yorgunluk, hastalık, üzüntü hatta ayağına batan diken sebebiyle dahi Allah onun hataları­nı bağışlar."

Buharî ve Müslim'in Sahihinde yer alan bir hadis-i şerifte "Nefsim (kudretinin) elinde olan Allah'a yemin ederim ki, Allah mümine hiçbir şey takdir etmemiştir ki o onun için hayırlı olmasın. Mümine bir iyilik isabet eder şük­rederse, bu onun için hayırlı olur. Mümine bir sıkıntı isabet eder, sabrederse bu onun için hayırlı olur. Bu derece müminden başka hiçbir kimseye nasip olmaz." [4]


[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/280-282.

27 Kasım 2019 Çarşamba

Hayız Kanının Yıkanması

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.


"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
6. BÖLÜM HAYIZ

9. Hayız Kanının Yıkanması

307- Hz. Ebu Bekr'in kızı Esmâ'dan 
radıyallahu anha şöyle nakledilmiştir: "Bir kadın Hz. Peygamber'e Sallallahü Aleyhi ve Sellem 'Ey Allah'ın elçisi, bizden birinin elbisesine hayız kanı bulaşırsa ne yapması gerekir? Bu konuda ne buyurursunuz? diye sordu. Rasûlullah Sallallahü Aleyhi ve Sellem da şöyle cevap verdi; 'Eğer sizin elbiselerinize hayız kanı bula­şırsa, onu çitileyip üzerine su döküp yıkayın. Daha sonra o elbiseyle namaz kılın."

Bu hadise göre, hayız kanı diğer kanlar gibidir. Dolayısıyla yıkanması farz­dır. Ayrıca kurumuş kirlerin yıkanmasını kolaylaştırmak için önceden çitilemek müstehaptır.

308- Hz. Âişe'den 
radıyallahu anha şöyle nakledilmiştir: "Bizden biri hayız olurdu, temizlen­dikten sonra elbisesine bulaşan kanı çîtilerdi. Daha sonra elbisenin kan bulaşan kısmını su ile yıkardı. Sonra elbisesinin geri kalan kısımlarına su döker ve onunla namaz kılardı." 

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

26 Kasım 2019 Salı

Özür Kanı (İstihâze)

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.


"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
6. BÖLÜM HAYIZ

8. Özür Kanı (İstihâze)

306- Hz. Aişe'den 
radıyallahu anha şöyle nakledilmiştir: Fâtıma binti Hubeyş Hz. Peygamber'e Sallallahü Aleyhi ve Sellem"Ey Allah'ın elçisi, ben temizlenemiyorum. Namazı bıra­kayım mı?" diye sordu. Bunun üzerine Rasulullah Sallallahü Aleyhi ve Sellem şöyle bu­yurdu: "Bahsettiğiniz şey, damar (kanamasıdır). Hayız değildir. Adetin başladığı zaman namazı bırak. Âdet müddetin dolunca, üzerindeki kanı yıka ve namaz kıl."

Açıklama

(Özür Kanı) Adet dönemi dışında kadının cinsel organından gelen kana özür kanı denir.

(ben temizlenemiyorum.) Fâtıma'ya göre hayızlı kadının temizlenmesi, ka­nın kesilmesi ile anlaşılırdı. Bundan dolayı kinaye yoluyla temizlenemediğini belirterek kanın devamlı geldiğini ifade etmiştir. Hayızlı kadının namaz kılamayacağını biliyordu. Bu hükmün, kadının cinsel organından kan geldiği sürece geçerli olduğunu zannetmişti. Bu yüzden "namazı bırakayım mı?" diye sormuş­tur.

(üzerindeki kanı yıka ve namaz kıl.) Bu durumda olan bir kadın, gusül ab­desti aldıktan sonra üzerindeki kanı yıkar ve namaz kılar.

Bu hadis şuna delil teşkil eder: Kadın hayız kanı ile özür kanını birbirinden ayırt edebiliyorsa, hayız kanını esas alır ve onunun başlaması ile sona ermesine göre davranır. Hayız süresi sona erince, temizlenmek için gusül abdesti alır. özür kanının hükmü İse, abdesti bozan diğer şeylerin hükmü gibidir. Yani özür kanı gören kadın, bundan dolayı her namaz için abdest alır. Ancak aldığı abdest ile, ister zamanında kılman isterse kaza edilen olsun sadece bir farz namazı kılabilir. Çünkü Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem özür kanı gören kadın hakkında "Her namaz için abdest al!" buyurmuştur. Çoğunluk bu görüştedir. Hanefîlere göre ise abdest, namaz vaktiyle İlgilidir. Bundan dolayı özür kanı gören kadın, aldığı abdest İle zamanı girmiş farz namazı ve o namazın vakti çıkmadığı sürece dile­diği kadar kaza namazı kılabilir. Onlara göre "her namaz için abdest al!" hadisi her namaz vakti için abdest al! manasına gelir. Bu hadiste hazif şeklinde tezahür eden mecaz vardır. Ancak bunun böyle olduğunu gösteren delile ihtiyaç vardır.

Malikîler'e göre özür kanı gören kadının her namaz için abdest alması müstehaptır. Abdesti bozan başka bir durum meydana gelmediği sürece abdest alması farz değildir. Ahmed ve İshâk'a göre ise, özür kanı gören kadının her farz namaz için gusül abdesti alması daha ihtiyatlıdır.

Ayrıca bu hadis, kadının kendisiyle alakalı konularda fetva istemesinin, ka­dınlara özgü meselelerde erkeklerle karşılıklı konuşmasının ve ihtiyaç anında sesini duyurmasının caiz olduğunu gösterir.


Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

25 Kasım 2019 Pazartesi

TEVAZU


Alçakgönüllülük, Kibirlenmenin, büyüklük taslamanın zıttı.

Tevazu, beğenilen bir özelliktir. Ancak, sınırı çok iyi ayarlanmalıdır. Kişinin şahsiyetini ortadan kaldıran hafifmeşreplik tevazu değildir. İnsan, büyüklük taslamamakla birlikte, zamanın ve yerin gerektirdiği davranışı göstermelidir. Yoksullar, düşkünler ve çocuklarla ilgilenmek, onların hal ve hatırlarını sormak tevazudur. İnsan, mevkîsi ne olursa olsun Allah'ın kulu olduğunu unutmamalıdır.

İslâm tevazu'a büyük önem vermiştir. Peygamberimiz bu özelliği hem bizzat üzerinde taşımış, hem de sözleriyle tavsiye etmiştir. Bir gün kendisine bir adam getirilir, gelen şahıs korkudan titremeye başlar. Bunu gören Allah Resulu: "Sakin ol, ben bir melik değil, Kureyş 'ten, kuru et yiyen bir kadının oğluyum" buyurmuştur (Gazalî, İhyâu Ulûmi'd-din, Kahire, 1954, II, 483, 484).

Tevazu, alçakgönüllü olmak demektir. Böylelerine, mütevâzi insan denilir. Tevazu sahipleri kendilerinden aşağıda olanlara küçük muamelesi yapmaz, onları hor ve hakir görmezler. Arkadaşları arasında büyüklük taslamazlar. Vakar ise, ağırbaşlı olmak demektir. Vakûr kişiler mevki ve haysiyetlerinin hakkını gereği gibi korumasını bilen insanlardır.

İnsan hem mütevazi, hem vakûr olmalıdır. İslâm tevazu ve vakar sahibi olmayı teşvik etmekle beraber, bu hususta aşırı gitmeyi yasaklamıştır. Çünkü, tevazuda aşırı gitmek insanı zillet ve meskenete düşürür, herkesin maskarası haline getirir ki bu doğru bir şey değildir. Mütevazi olacak başkalarına karşı alçakgönüllülük gösterecek diye herkesin hakaretine, âdice davranışlarına tahammül göstermek, aşağılamalarına razı olmak ahlâkî bir fazilet sayılmaz. Vakarda aşırılık ise insanı kibirli yapar.

Cenab-ı Hak, Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyuruyor: "Allah katında en değerliniz en çok Allah'tan korkanınızdır" (Hucurat, 49/13). Öyleyse insanların kendilerini üstün görmeleri yanlış bir davranıştır. Başka bir ayette de Allah Teâlâ: Siz nefislerinizi övmeyiniz, kimin müttakî olduğunu Allah daha iyi bilir" (Necm, 53/32) buyurarak yine bize mütevazi olmamızı emretmiştir.

Bu konuda Peygamber Efendimiz de şöyle buyurmuştur; "Muhakkak Allah Teâlâ, bana, sizin mütevazi olmanızı vahyetti" (Rizazu's-Salihin, II, 37). "Her kim Allah için alçakgönüllülük yaparsa, Allah muhakkak onun derecesini yükseltir" (Müslim Bir ve's Sıla, 69; Tirmizî, Birr, 82).

Hz. Lokman oğluna şöyle tavsiye etmişti: "Kibirlenip insanlardan yüzünü çevirme. Yeryüzünde çalımla yürüme; çünkü Allah kurulup öğünenlerin hiç birini sevmez" (Lokmân, 31/18). Peygamber (s.a.s)'in aşağıdaki sözleri de tevazu ve vakarın insan için önemini göstermesi bakımından dikkat çekicidir: "Allah için alçakgönüllülük edeni Allah yükseltir, Allah 'a karşı böbürleneni de Allah alçaltır" (Feyzü'l-Kadîr, VI, 108-109).

Görülüyor ki tevazu ve vakar sahibi olmak dinin emridir ve insan haysiyetine yakışan da budur.

Hz. Peygamber: "Eğer paça yemeğine çağırılsaydım icabet ederdim ve bana paça gönderilseydi kabul ederdim" (Riyazü's-salihin, II, 41) buyurmuştur. Bu hadis, "mütevaziyim" demekle tevazu sahibi olunmayacağını, tevazuun bir davranış biçimi olduğunu göstermemektedir.


24 Kasım 2019 Pazar

Kolay doğum için okunacak sureler


Fâtıma radıyallahu anha diyor ki:

Doğumum yaklaşınca Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem Ümmü Seleme ile Zeynep binti Cahş’a, bana gelip yanımda  Âyete’l-Kürsî, A'raf suresinin 54. ayetini, Felâk ve Nâs sûrelerini okumalarını buyurdu. (İbn Sünnî, s.232, No: 625)

A'raf suresi,54

"İnne rabbekümüllahüllezi halekas semavati vel erda fi sitteti eyyamin sümmesteva alel arşi yuğşil leylen nehara yedlübühu hasisev veş şemse vel gamera ven nücume müsehharatim bi emrih ela lehül halku vel emru tebarakellahü rabbül alemin."

(Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş'a istivâ eden, geceyi, durmadan kendisini kovalayan gündüze bürüyüp örten; güneşi, ayı ve yıldızları emrine boyun eğmiş durumda yaratan Allah'tır. Bilesiniz ki, yaratmak da emretmek de O'na mahsustur. Alemlerin Rabbi Allah ne yücedir!)
(A'raf, 7/54)

23 Kasım 2019 Cumartesi

Hayvanlarda akıl var mıdır?


Akıl, anlayıcı bir kuvvettir. Hakkı batıldan, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırır. Akıl sadece insanda, cinde ve melekte vardır. Bunlara akıl verildiği için yaptıkları işlerden sorumlu olur. İnsanı hayvanlardan ayıran en önemli özelliği, aklı ve konuşmasıdır. Hayvanlarda akıl yok, zeka vardır. 

Zekaları sayesinde birbirleriyle anlaşırlar. Allahü teâlâ, hayvanlara akıl vermediği için, onlara hiç bir şeyi yasak etmemiş, dilediklerini yiyip içmekte, diledikleri gibi yatıp kalkmakta serbest bırakmıştır. Hayvanları yaptıkları işlerden sorumlu tutmamıştır. Hayvanların şehvetlerine uymaları suç olmaz. 

İnsanlara akıl verildiğinden nefislerine uymaları, doğru yoldan sapmaları suç olur. İpek böceğinin ipek, arının bal yapması gibi hayvanlardaki harika işler, içgüdü denilen ilham sayesinde olur. Hayvanı aşırı soğuk veya sıcaktan uzaklaştıran basit reaksiyon veya temas neticesi olan daha hızlı refleks hareketleri hep bu ilham iledir. Sevgi veya nefret, yavru bakımı ve yılın bazı mevsimlerinde göç etmek mecburiyeti gibi daha girift hisler de ilhamdır. 

İlham, bir kuşa yuvasını ne zaman ve nerede kuracağını haber verir. Fakat aslında kuşun, yuvasını nerede kurduğundan haberi yoktur. Yuva içindeki ötücü kuş yavruları bir yabancı gördüğünde korkup, kaçmaya kalkmazlar. Fakat tüylenmiş ve yuvayı terk etmeye hazır olan aynı yavrular, korkma kabiliyetini ve tehlikeden kaçma hissini de elde etmiş olurlar. Yeni doğmuş memeli hayvan yavrusuna annesinin göğsünden süt emzirten, yeni yumurtadan çıkmış ördek yavrusunu suya çeken de bu ilhamdır. İlham, hayvanı bulunduğu şartlara gerektiği gibi karşı koyacak şekilde hazırlıklı tutar. Mesela, aniden düşmanıyla karşılaşan hayvan, kaçmak gibi rasgele bir teşebbüs yerine, bütün avantajlarını en iyi şekilde kullanacağı bir metot tatbik eder. Bütün bunları yaparken hayvan, niçin böyle hareket ettiğini bilmediği gibi, hareketinin neticesini de kestirebilmekten acizdir. Çünkü aklı yoktur. 

22 Kasım 2019 Cuma

Hayızlı kadının tavafı ve mescide girmesi


Hacca ve umreye giden kadınlarımız, farz olan tavafı yapamadan Mekke''den ayrılmaları gerekiyorsa, kalma ve bekleme imkanları yoksa ne yapacaklarını, bir de hayızlı iken namaz kılmasalar bile K''abe mescidine girip onu seyretmelerinin caiz olup olmadığını hep sorarlar.

Bu iki konuda müctehidler arasında ihtilaf vardır. Kesin olarak tavaf yapamaz diyenlere karşı İbn Kayyim el-Cevziyye şu farklı görüşü savunuyor:

"...Allah kullarını, güçlerinin yetmeyeceği, kendilerine çok zor gelen ibadetlerle yükümlü kılmaz. Ayakta namaz kılamayan oturup kılar, su bulamayan teyemmüm eder, elbise bulamayan çıplak kılar, kıbleyi bilemeyen tahmin ederek bir tarafa yönelir... Hayızlı kadın da temizlenmeyi bekleyemiyorsa öylece tavâfını yapar ve kasten bir kuralı ihlal etmediği ve yasağı çiğnemediği için ceza da gerekmez... (Bak. İbn Kayyim, İ''lâm, Mısır, 1955, , 25, 34 vd.)

Bu görüşe alim olanların itiraz hakları vardır, ama sıradan Müslüman, başka çaresi yoksa bunu da uygulayabilir.

İbn Rüşd, "mescide girme" konusunda özetle şunları kaydediyor:

Fıkıh âlimlerinin, cünüp ve hayızlı olanların mescide girmelerinin cevazı konusunda üç farklı ictihadları vardır: 1. Malik (Hanefîler de bu görüştedirler) "girmeleri caiz değildir" diyor. 2. Şâfi''î "orada oturmak üzere giremezler ama mescide bir kapısından girip diğerinden çıkarak yollarına devam edebilirler" diyor. 3. Dâvûd Zâhirî ve onun yolundan gidenler ise "cünüp ve hayızlının mescide girmeleri, orada oturmalar caizdir" diyorlar.

Bu konuda farklı yorum ve ictihadların bulunmasının sebebi, ilgili âyetin farklı anlaşılması, hadisin de sahih olup olmadığı konusundaki farklı değerlendirmedir.

İlgili âyetin meali şöyledir: "Ey iman edenler! Ne söylediğinizi bilir hale gelinceye kadar sarhoş iken namaza yaklaşmayın, guslünüzü edinceye kadar da -yoldan geçmeniz dışında- cünüp iken (namaza yaklaşmayın)" (Nisâ: 4/43).

Mealde geçen "namaza yaklaşmayın" cümlesi iki şekilde anlamaya müsaittir: a) Namaz kılmayın. b) Namaz yerine (mescide) yaklaşmayın; yani girmeyin. Ayeti birinci şekilde anlayanlar, "hayızlı ve cünüp iken namaz kılınmaz ama mescide girilebilir" demişlerdir.

Hadis de "Cünüp ve hayızlı için mescidi helal kılmıyorum" mealindedir. Bu hadisi sahih bulmayan müctehidler onu delil olarak kullanmamışlardır.

Zâhiriyye mezhebinin güçlü âlimi İbn Hazm de el-Muhallâ isimli fıkıh kitabında, "cünüp ve hayızlı olanların mescide giremeyeceklerini" savunan alimleri tenkit ediyor ve özetle şu delillere dayanıyor: İleri sürdükleri âyeti "mescide yaklaşmayın" şeklinde anlamak doğru değildir. Hadis de sahih değildir. Hz. Peygamber zamanında Suffe ashâbı mescidde kalırlardı ve elbette ihtilam olurlardı. Azat edilen bir siyah cariyeyi Peygamberimiz uzun zaman mescidde oturttu; bu esnada onun da âdet görmüş olması tabîîdir... (İbn Hazm, el-Muhallâ, II , 77, , 184; İbn Rüşd, Bidayetü''l-müctehid, Beyrut, 1987, , 29 vd.).

Bu bilgiye ulaşan veya buna uygun fetva alan bir kadının bunu uygulama hakkı vardır. Herhangi bir ictihadı ve mezhebi müminlere dayatma hakkımız yoktur. Müslümanlar, çocukluktan itibaren öğrenip uyguladıkları mezhepte devam edebilirler, ama ihtiyaç duyduklarında bilgi sahibi oldukları, fetva aldıkları başka ictihadlara da uyabilirler.