22 Ocak 2019 Salı

NİSA SÛRESİ 85.-87.ayetlerin tefsiri


Güzel Şefaat, Selâm Almak, Ölümden Sonra Diriliş Ve Tevhidin İspatı


85- Kim güzel bir şefaatte bulu­nursa ondan kendisine bir hisse vardır. Kim de kötü bir şefaatle şefaatte bulunursa ondan kendi­sine bir pay vardır. Allah her şe­ye hakkıyla kadir ve nazırdır.

86- Bir selâm ile selâmlandığınız vakit siz ondan daha güzeli ile selâm alın veya onun aynısıyla karşılayın. Şüphesiz ki Allah her şeyin hesabını hakkıyla arayan­dır.

87- O, öyle bir Allah'tır ki, O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Olaca­ğında hiçbir şüphe bulunmayan kıyamet günü elbette hepinizi toplayacaktır. O Allah'tan daha doğru sözlü kimdir?


Açıklaması

Hayırlı netice verecek bir iş hususunda yardıma çalışan kimse için hakkın batıla galip gelmesinden bir hisse ve onu takiben elde edilen dünyada şeref ve ganimet, ahirette de nail olunacak sevaptan bir pay vardır.

Aynı şekilde bir günah yolunda katkıda bulunan kimse de çalışması ve ni­yetinden ötürü gereken günah ve vebali yüklenir. Sahih bir hadiste Rasul-i Ek­rem (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Hayır işlerinde şefaatçi olunuz, ecir alırsınız. Al­lah, peygamberinin lisanı üzere dilediği şeyi hükme bağlar." [13]

Şefaat iki nevidir: Güzel ve çirkin. Güzel şefaat, kendisiyle bir Müslümanın hakkının gözetildiği, Müslümandan bir şerrin defedildiği veya ona bir hayır sağlayan, Allah rızası için yapılan ve o yüzden rüşvet almayan, caiz olan bir iş hakkında yapılan, Allah'ın had cezalarından bir had ya da kul haklarından bir hak hususunda olmayan türdeki şefaattir. Deniliyor ki: Güzel şefaat, Müs­lüman için dua etmektir. Çünkü o da Allah Teâlâ katında şefaatte bulunmak manasındadır. Peygamberimiz (s.a.) Hazretleri şöyle buyurmaktadır: "Kim 'Müslüman kardeşi için gıyabında dua ederse duasına icabet olunur. Melek dua edene de, aynısı senin için olsun, der." [14] İşte bu da dua edenin hissesi ol­maktadır. Müslüman aleyhine yapılan dua da bunun tersinedir.

Kötü şefaat ise güzel olanın aksinedir. Şimdi yaygın olan ise aracılık etme­ler, adam kayırmalar, menfaat ve rüşvet alarak yapılan kötü şefaatlerdir ve başkalarının haklarını çiğnemek, mallarını zalimce yollarla ele geçirmek için yapılmaktadır. Rivayet edildiğine göre Mesrûk bir şefaatte bulunmuş, lehinde şefaat ettiği kimse de hediye olarak Mesrûk'a bir cariye sunmuştu. Mesrûk hiddetlenerek hediyeyi reddetmiş ve "Kalbinde olanı bilseydim senin ihtiyacın hakkında tek kelâm etmezdim, tamamlanması için bir kelime bile söylemez­dim" demiştir. [15]

"Allah her şeye hakkıyla kadir ve nazırdır." Herşeyi muhafaza edicidir, her şeye şahittir. Ayette geçen "mukît" kelimesinin kudret ve iktidar sahibi, hesabı lâyıkıyla görücü, manalarına geldiği de söylenmiştir. Cenab-ı Hak şefaatçıların maksatlarına muttalidir, bilicidir. Herkese maksadına göre karşılık verecektir. Herkese hak ettiği ceza ve mükâfatı vermeye kadirdir. Çünkü O'nun koyduğu kanuna (sünnetullaha) göre ceza (karşılık) amel ile alâkalıdır.

Daha sonra yüce Mevlâ insanlara selâmı ve selamlaşma âdabını öğret­mektedir. Selamlaşma da güzel şefaat gibi insanlar arasında yakınlaşma ve iyi ilişki kurma vasıtalarındandır. Ayette geçen "tehiyye" kelimesinin aslı Allah'ın uzun ömürler vermesi için dua etmek demektir. "Tahiyyat Allah'a mahsustur" diye okunan duanın manası ise Allah'ın mülk ve kudretine delâlet eden ve ken­dileri yerine kinaye olarak kullanılan lafızlar, ifadeler demektir. Sahih olan bu­rada tehiyye kelimesinin "selâm" manasına gelmesidir. Nitekim Allah Teâlâ da "tehiyye" lafzı ile şöyle buyurmaktadır: "Onlar sana geldikleri zaman seni Al­lah'ın selâmlamadığı bir şeyle selâmlarlar." (Mücadile, 58/8).

Size bir Müslüman selâm verdiği vakit kendisine ondan daha güzel veya aynı şekildeki bir selâm ile karşılık vermek vaciptir. Daha fazla bir ifade ile selâm almak mendup, benzer bir ifade ile karşılık vermek ise farzdır. Bu şahıs "Esselâmü aleykum" dediği zaman kendisine selâm verilen ya "Ve aleykümü's-selâm" şeklinde yahut da "Ve aleykümü's-selâm ve rahmetullah" şeklinde selâ­mı alır. Şayet "ve berakâtüh" lafzını eklerse bu daha faziletlidir. Her bir kelime için on hasene (derece) sevap elde eder. Selâmın güleryüz, sevinç ve güzel bir muamele ile alınması daha münasiptir.

İbni Cerir, Selmân-ı Fârisî (r.a.)'den rivayet ediyor: Bir adam Peygamberimize (s.a.) geldi ve "Esselâmü aleyke ya Resulullah" dedi. O da "Ve aleyke's-selâmu ve rahmetullah" dedi. Sonra başka birisi gelip "Esselâmü aleyke ve rahmetullahi ve berakâtüh ya Rasulallah" dedi. Ona da Resulullah (s.a.) "Ve aleyke's-selâm ve rahmetullahi ve berakâtüh" diye karşılık verdi. Daha sonra biri daha gelerek "es-Selâmü aleyke ya Rasulallah ve rahmetullahi ve berakâtüh" de­di. Ona ise cevabı "Ve aleyke" oldu. Bunun üzerine adam "Ey Allah'ın Peygambe­ri, anam-babam sana feda olsun, filân ve falan kimseler sana gelip selâm verdik­lerinde, bana verdiğin karşılıktan daha fazla ifadelerle onların selâmını aldın" deyince Hz. Peygamber (s.a.): "Sen bize bir şey bırakmadın ki. Allah Teâlâ "Bir selâm ile selâmlandığınız vakit ondan daha güzeli ile selâmı alın veya onu aynısıyla karşılayın" buyurdu. Biz de sana aynısıyla karşılık verdik" diye cevap verdi.

"Şüphesiz ki Allah her şeyin hesabını hakkıyla arayandır." Sizi selâmlama ve onun dışındaki her şeyden dolayı hesaba çekecektir. Bu ifade selâmın yayıl­masını ve selâm verenin selâmını almanın vacip olduğunu tekit etmektedir. Ebu Davud'un Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayet ettiğine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Nefsim kudreti elinde olan Allah'a yemin ederim ki iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsı­nız. Size yaptığınız zaman birbirinizi seveceğiniz bir işi göstereyim mi?: Aranız­da selâmı yayınız."

Daha sonra Allah Teâlâ onların selamlaşma, cihad, hayır işleri ve şefaattan dolayı mükâfat alacaklarını beyan etmekte ve varışın, dönüşün tek ve biricik ilâh bulunan Allah'a olacağını, ahirette yeniden diriliş (ba's) ve amellerin karşılığının verileceğinin kesinlikle vuku bulacağını haber vermektedir. Bu ayet dinin iki esas rüknünü de takrir eylemektedir: Tevhid (Allah'ın tek ilâh olduğu)'nu ispat ediyor ve "O, öyle bir Allah'tır ki, ondan başka bir ilâh yoktur" ayetiyle bütün mahlukat üzerinde yegâne ilâhlık haklarının O'na ait olduğunu haber veriyor. Ahirette diriliş (ba's) ve cezanın olacağı da müteakip kasem ile ispat olunmaktadır: "Olacağında hiçbir şüphe bulunmayan kıyamet [16] günü el­bette hepinizi toplayacaktır." Cenab-ı Hak gelmiş geçmiş herkesi öldürüp top­rak altında toplayacak, sonra da hepsini tek bir sahada diriltecek ve herkese ameline göre karşılık verecektir. Ayet, yeniden dirilme hususunda şek ve şüphe duyanlar hakkında nazil olmuştur. Allah Teâlâ bunu tekit için kendi adına ye­min etmiştir.

"O Allah'tan daha doğru sözlü kimdir?" Yani sözünde verdiği haberde, vaad ve tehdidinde Allah celle ve alâ'dan daha sadık ve doğru kimse yoktur, tek ilâh O'dur, başka bir rab olamaz. O'nun verdiği bu bilgi bütün kâinatı kuşatan ilminden kaynaklanmaktadır. Durum "Benim Rabbim hata da etmez, unutmaz da." (Tâ-Hâ: 20/52) ayetinde buyurulduğu gibidir. [17]


[13] Buharî, Müslim ve İbni Mace dışındaki Sünen sahipleri Ebu Musa'dan rivayet etmişler­dir.

[14] Müslim ve Ebu Davud Ebu'd-Derda'dan şu şekilde rivayet etmişlerdir. Her kim (müslü-man) kardeşine arkasından dua ederse onun müvekkel meleği de "Amin! Aynısı senin için olsun" der.

[15] Zemahşerî, 1/413.

[16] Kıyamet adının verilişi o gün insanların rablerine kıyam etmelerindendir. "Yoksa onlar büyük bir gün için diriltileceklerini sanmıyorlar mı? O gün insanlar âlemlerin Rabbi olan Allah'ın huzurunda dururlar." (Mutaffifin 83/4-5). Ayrıca bu adın verilişinin o gün insan­ların kabirlerinden kalkıp ona yönelmelerinden dolayı da olduğu söylenilmiştir: "O gün süratle kabirlerinden çıkarılırlar." (Meâric, 70/43).

[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/165-167.

21 Ocak 2019 Pazartesi

NİSA SÛRESİ 80.-82.ayetlerin tefsiri


Rasul'e İtaat Allah'a İtaattir, Kur'an'ı Tedebbür Ve Tefekkür Etmek Lâzımdır, Kur'an Allah Katındandır

80- Kim o Peygamber'e itaat ederse muhakkak Allah'a itaat etmiştir. Kim de yüz çevirirse... Zaten seni onların başına bekçi göndermedik ya!

81- Onlar (sana): "Hayhay, emrine uy­duk" derler. Fakat senin yanından ay­rıldıkları zaman da onlardan bir toplu­luk senin söylediklerinden başkasını geceleyin kurarlar. Allah onların gizli­ce ne planlar kurduklarını yazıyor. Onun için sen onlardan yüz çevir (aldı­rış etme). Allah'a güvenip dayan. Al­lah, bir vekil olarak yeter.

82- Onlar hâlâ Kur'an'ı gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah'tan başkası tarafından olsaydı elbet içinde birbirini tutmayan bir çok (tutarsızlık­lar) bulurlardı.


Nüzul Sebebi

Mukâtü'in rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyururdu: "Beni se­ven muhakkak Allah'ı sevmiştir. Bana itaat eden muhakkak Allah'a itaat etmiş­tir. " Bunun üzerine münafıklar şöyle demeye başladılar: Şu adamın söylediğini işitmiyor musunuz? Bize Allah'tan başkasına ibadet etmememizi yasakladığı halde kendisi neredeyse şirke giriyor. Hıristiyanların İsa'yı rab edindikleri gibi bizim de kendisini rab edinmemizi istiyor. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu ayet-i kerimeyi inzal eyledi. [8]

Açıklaması


Allah Teâlâ, kulu ve peygamberi olan Hz. Muhammed (s.a.) hakkında ha­ber vermekte, ona itaat edenin Allah'a itaat etmiş olduğunu, ona isyan edenin Allah'a isyan etmiş bulunduğunu, çünkü onun asla kendi arzu ve hevesine göre konuşmadığını, söylediklerinin kendisine gönderilen bir vahiy olduğunu bildirmektedir. Sahihayn'da Ebu Hureyre (r.a.)'den nakledilen bir rivayette Cenab-ı peygamber (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Kim bana itaat ederse muhakkak Al­lah'a itaat etmiştir. Kim bana isyan ederse muhakkak Allah'a isyan etmiştir. Kim emire itaat ederse, muhakkak bana itaat etmiştir. Kim de emire isyan eder­se muhakkak bana isyan etmiştir."

Ayetin manası: Kim Rasul-i Ekrem'e (s.a.) itaat ederse, o muhakkak Al­lah'a itaat etmiş olmaktadır. Zira gerçekte emreden ve nehyeden Allah Teâlâ'dır. Peygamber ise sadece emri ve nehyi, yasağı teklif etmektedir. Dolayı­sıyla itaat, bizzat Peygamber'e değil, onun emri ve nehyi kendisinden alıp tek­lif ettiği zata yani Allah azze ve celle'ye yapılmış olmaktadır.

Ama Hz. Peygamber (s.a.)'in dünya işlerine dair emir ve tavsiye ettiği hur­maların aşılanması, zeytin yağı yenmesi ve bedene sürülmesi, buğday, arpa gi­bi yiyeceklerin öğütülürken, hamur yapılıp yoğrulurken tartılması gibi husus­lara gelince, bunlar kendisinin kanaati ve içtihadıdır.

Ashab-ı Kiram (r. anhum) bir işle ilgili olarak onun Allah'tan gelen bir va­hiy mi, yoksa Cenab-ı Peygamberin bir içtihadı mı olduğu hakkında şüphe ettik­leri zaman Rasul-i Ekrem'e (s.a.) sorarlardı. Eğer vahiy ise tereddütsüzce itaat ederlerdi. Şayet kendi görüşü ise onlar da görüşlerini söylerler, daha uygun gör­dükleri husus varsa onu beyan ederlerdi. Nitekim Bedir ve Uhud savaşlarında böyle olmuştur. Resulullah (s.a.) bazan onların görüşlerine katılır ve uygulardı.

Ey Habibim sana itaatten yüz çeviren muhakkak zarara ve hüsrana uğ­rar, kaybeder. Onun işi hakkında senin yapacağın bir şey yoktur. İstediğim şey hususunda onu zorlayamazsın. Sana düşen sadece belağ yani tebliğ etmektir. Onların üzerine musallat olmuş, zorba birisi değilsin sen. Hüsran ve helak onlara er veya geç ulaşacaktır. Nitekim sahih bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: 'Kim Allah'a ve Rasulü'ne itaat ederse muhakkak rüşde (hidayete) ermiştir. Kim de Allah'a ve Rasulü'ne isyan ederse, o kimse kendisinden başkasına zarar vermiş olmaz."

Daha sonra Allah Teâlâ münafıkların durumlarını haber veriyor. Onlar zahiren muvafakat ve itaat ettiklerini belirtirler. Münafıklık edip zahiri bir teslimiyet arz ederek "Bizim işimiz sana itaat etmektir" ya da "Emrine itaat edilecek bir emirdir" derler. Senin bulunduğun yerden ayrılıp uzaklaştıktan sonra ise geceleyin senin yanında söyleyip arz ettiklerinden başka görüş ve fi­kirler, planlar kurarlar, tertip ederler. İbni Cerir et-Taberî, İbni Abbas (r.a.)'tan onun şöyle dediğini rivayet ediyor: Onlar öyle insanlardı ki Resulullah (s.a.)'ın yanında bulunurlar iken canlarını ve mallarını güven altına almak için, Allah'a ve Rasulü'ne iman ettik, derlerdi. Fakat Allah Rasulü'nün yanından çık­tıktan sonra onun yanında söylediklerinin aksine bir tavır ve yola girerlerdi. O sebepten dolayı Allah Teâlâ kendilerini ayıplayıp azarlamıştır.

Allah celle ve alâ onların tertip ve tuzaklarını bilmektedir. Kulların işleri­ni ve sözlerini yazmaya memur kıldığı yazıcı hafaza meleklerine, münafıkların bu hal ve sözlerini yazıp kaydetmelerini de emretmektedir. Bu tehditteki mana şudur: Cenab-ı Hak haber veriyor ki kendisi o münafıkların gönüllerinden ge­çenleri de, aralarında gizlice konuştukları sırları da, Rasul-i Ekrem (s.a.) Hazretlerine muhalefet ve isyan etme hususunda geceleyin verdikleri ve vardıkları kararları da -her ne kadar zahiren ona itaatkâr ve muvafakat eder gözükseler de- gayet iyi bilmektedir, o yüzden de onları cezalandıracaktır.

Ey Rasulüm! Sen onlardan yüz çevir. Müsamahakâr ol, onlara karşı da yu­muşak davran. Hemen onları hesaba çekme, kurdukları komplo ve desiselere fazla önem verme, açıklarını hemen ortaya dökme. Ve onlardan da korkma, Allah Teâlâ'ya tevekkül et. O'na güven, işini O'na ısmarla, bütün işlerinde O'na güvenip dayan. Çünkü onların seslerine karşı Allah sana yeter. Zira Allah Teâlâ, kendisi­ne tevekkül edip, yalnız O'na dönenlere dost, yardımcı ve destek olarak kâfidir.

Allah Teâlâ, ondan sonra Kur'an-ı Kerim'i tedebbür etmeyi, manasını iyice düşünerek okumayı, muhkem manaları ve belâğatli lafızlarını anlamayı emre­diyor. Bu düşünce yolunun plan ve metodunu tashih etmek hususu zaten O'nun kefaleti altındadır. O Kur'an'da hiçbir ihtilâf, karışıklık, çelişki bulun­madığını, çünkü onun Hakîm ve Hamîd olan Allah katından indirildiğini, Hak'tan gelen bir hak olduğunu haber veriyor. Onun için, Allah Teâlâ "Onlar Kur'an'ı hiç düşünmüyorlar mı? Yoksa onların kalpleri üzerinde (kat kat) kilit­ler mi var?" (Muhammed, 47/24) ayetindeki sualden sonra buyuruyor ki: "Eğer o Allah'tan başkası tarafından olsaydı" (Nisa, 4/82) yani kul tarafından yazılıp ortaya konmuş olsaydı, "Elbet içinde birbirini tutmayan birçok (şeyler) bulurlardı." Yani onda pek çok ihtilâf, tezat, tutarsızlık ve benzeri şeylere rastlar­lardı. Halbuki şu Kur'an bütün bu tür eksikliklerden salim ve uzaktır, çünkü o Allah Teâlâ'nın katından inmiştir.

Bulunması muhtemel ihtilâf ve farklılıkların ortaya çıkacağı yerler ya Kur'an'ın nazmında ya da manalarında olabilirdi.

Nazmı ve belâğati yönüyle düşünülse bazı ayetler mucize derecesine var­mış iken diğer bazıları o dereceden daha aşağı olabilirdi.

Manaları yönüyle düşünülecek olursa bazı ayetlerin manası doğru, bazısı­nın ki fasit ve sakat olabilirdi. Gaybdan, geçmiş ümmetlerin kıssalarından ha­ber verirken gerçeğe uygun olan haberlerin yanısıra gerçek ve vakıa ile bağ­daşmayanları da nakledebilirdi. Milletlerin sosyal, iktisadî ve siyasî ahvali ile ilgili gerçekleri tasvir ettiği gibi hurafeleri ve yanlışları da zikredebilirdi. Akide esaslarını, anayasa prensiplerini, genel hükümleri ihtiva eylediği gibi bunları çürüten ve yıkan hükümler de bulundurabilirdi.

Tertibi bakımından ele alınacak olursa Kur'an-ı Hakim, toptan değil de yirmi üç küsur yıl boyunca çeşitli olaylar ve münasebetlere göre ayrı ayrı, perdeypey indirilmesine rağmen son derece sağlam, tutarlı, mütenasip, şahane bir düzene sahiptir. Zira Peygamberimiz (s.a.) Hazretleri her bir ayet ve sure vahyolunduğunda kâtiplerine onlara nereye yazacaklarını, tescil edeceklerini bil­dirmiş ve takip etmiştir. Zaten kendisi de ayetleri hafızasından silinmeyecek şekilde sağlam ve sabit olarak "(Habibim) seni okutacağız da (asla) unutmaya­caksın" (A'lâ, 87/6) ayetinde belirtildiği gibi ezbere biliyordu.

İşte bu çeşit ihtilâf ve ihtimallerin hiçbiri Kur'an-ı Kerim'de bulunmamak­tadır. Bu da kesin bir şekilde gösteriyor ki Kur'an, Allah kelâmıdır. Ne önün­den, ne ardından ona hiçbir batıl (yanaşıp) gelemez. O, belâğatiyle, fesahatiyle, akıcılığıyla bütün beliğ ve fasih kimseleri acze düşürmüştür. Gerçekleri hiçbir ihtilâf ve çelişki olmaksızın tam manasıyla tasvir eylemiştir. Geçip gitmiş de­virleri vakıaya uygun olarak doğruca haber verdiği gibi, zamanındaki ahvali, nefislerdeki ve kalplerdeki gizli esrarı da hayret ve şaşkınlık verecek şekilde, tenkitçi dilleri susturacak ölçüde sağlamca bildirmiş, gelecekle ilgili verdiği ha­berler de aynen öylece gerçekleşmiştir. Akidenin temel prensiplerini, genel ve özel konulara, milletlerarası siyaset ve yönetime ait daha önce görülmemiş hükümler vaz'etmiştir. Öyle ki bunlar, bugün beşeriyetin uzun bir mücadele ve çalkantılar döneminden sonra ulaşabildiği en modern ve sağlam nazariye ve felsefî doktrinlerden daha ileri bir seviyede durmaktadır.

Gayb âlemini, kıyamet manzaralarını öyle canlı, hissedebilir bir şekilde bize tasvir etmiştir ki sanki onları görüyormuş, onları yaşıyormuş gibi oluruz. Şiddetli etkisinden ve muhteşem bir şekilde tasvirinden, hikayelerinin doğru ve gerçekçi oluşundan ötürü zihinlerimizde bıraktığı izler kaybolmak bilmez: "Allah, kelâmının en güzelini -(ayetleri birbiriyle) ahenkli, katmerli (tıklım tık­lım gerçeklerle dolu) bir kitap halinde- indirmiştir ki Rablerine derin saygı gös­termekte olanların ondan derileri ürperir, sonra da hem derileri, hem kalpleri Allah'ın zikrine (yatışıp)yumuşar." (Zümer, 39/23).

Eğer Müslümanlar kendilerine karşı insaflı düşünüp davransalar bu mü­barek Kur'an'ı terk edilmiş olarak bırakmazlardı. Onun ihtiva ettiklerini iyice düşünseler ve kendileri için çizdiği en doğru hayat yolunu anlayıp takip etse­lerdi, şu andaki zelil duruma düşmezlerdi. Kur"an bir hidayet rehberidir, bu ümmetin nurudur, ışığıdır. Allah Teâlâ'nın bildirdiği dosdoğru yoldur, mutluluk anahtarıdır, gerçek menfaatin gerçekleşmesi İslâm ümmetinin bina edilip me­deniyetle ilerlemesinin tek yoludur. Nitekim Allah celle ve alâ şöyle buyuruyor: "Gerçek bu Kur'an (insanları) öyle bir yola doğrultup götürür ki o, en adil ve en doğru bir (yol)dur. O, salih amel (ve hareketlerde bulunan müminlere kendileri için muhakkak bir ecir olduğunu da müjdeler." (İsra, 17/9). [9]


[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/152.


[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/152-155.

20 Ocak 2019 Pazar

Ayakları Yıkamak Ve Çıplak Olarak Ayaklar Üzerine Mesh Etmemek

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.


"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)


4. BÖLÜM ABDEST

27. Ayakları Yıkamak Ve Çıplak Olarak Ayaklar Üzerine Mesh Etmemek

163- Abdullah İbn Amr 
radıyallahu anh
 şöyle demiştir:

Bir yolculukta Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem bizden arkada kalmıştı. ikindi vakti girdiğinde bize yetişti. Biz abdest alırken ayaklarımıza mesh yapıyor­duk. Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem en yüksek sesi ile iki veya üç kere şöyle bağırdı.

"Ateşte yanacak topukların vay haline!"

Açıklama

Hadisten ilk anda anlaşıldığına göre bu yolculukta Abdullah İbn Amr da vardı. Müslim'in bir rivayetinde yer aldığına göre bu yolculuk Mekke'den Medi­ne'ye yapılıyordu. Bunun, kaza umresi sırasında meydana gelmiş olması da mümkündür. Çünkü Abdullah İbn Amr'ın 
radıyallahu anh hicreti, o zaman veya ona yakın bir zamanda olmuştu.

Sahabenin abdestli olduğu için veya suya kavuşma umuduyla bu namazı geciktirmiş olması da mümkündür. Müslim'in şu rivayeti bunu göstermektedir: "Yolda suya rastladığımızda bir grup ikindide acele etti". Yani ikindinin vakti yaklaştı, onlar da acele ederek hemen abdest aldılar.

"Ayaklarımıza mesh ediyorduk": Buharı bu ifadeden, Hz. Peygamber'İn 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem onları yadırgama sebebinin ayakların bir kısmının yıkanması değil, meshedilmesi olduğu sonucunu çıkarmıştır. Bu sebeple konu başlığında "ayaklar üzerine mesh etmemek" şeklinde bir ibare kullanmıştır.

Hadisin Arapça aslında geçen "veyl" kelimesinin ne anlama geldiği konu­sunda farklı görüşler ileri sürülmektedir. Bu konudaki en güçlü görüş İbn Hibban'ın Sahih'inde Ebû Said'den merfu olarak rivayet ettiği "Veyl cehen­nemde bir vadidir" hadisidir.

Hz. Peygamber'İn 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem abdest alma şeklini anlatan mütevatir hadisler onun ayaklarını yıkadığını ifade etmektedir. Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem bunu yaparken Allah'ın abdest İle ilgili ayetteki emrini açıklamaktadır.

Abdurrahman îbn Ebî Leyla şöyle demiştir: 
"Resûlullah'ın Sallallahü Aleyhi ve Sellem ashabı ayakların yıkanması konusunda icma etmiştir."

"Topukların vay haline" sözünün anlamı, yıkama konusunda kusurlu davra­nan topukların sahiplerinin vay haline demektir.

Hadisten Çıkan Bazı Sonuçlar

* Bilmeyen kişiye öğretilir.

* Bir mesele anlaşılsın diye, yadırgama maksadıyla ses yükseltilebilir, me­sele tekrarlanabilir.

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

19 Ocak 2019 Cumartesi

Abdest Alırken Sümkürmek

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)


4. BÖLÜM ABDEST

25. Abdest Alırken Sümkürmek

161- Ebû Hureyre 
radıyallahu anh, Hz. Peygamber'den Sallallahü Aleyhi ve Sellem şunu rivayet etmiştir:

Abdest alan kimse sümkürsün, taş ile istinca yapan kimse tek sa­yıda taş kullansın.
[Hadisin geçtiği diğer yer: 62]

Açıklama

Arapça konu başlığında yer alan peltek "s/th"  "istinsâr" kelimesi, abdest alan kişinin burnuna çektiği suyu, içeriyi tam olarak temizlemek maksadıyla dışarıya atmasıdır. Bunun sol elle yapılması müstehaptır.

"Sümkürsün" emrinden ilk anda bunun farz olduğu anlaşılmaktadır. Dolayı­sıyla burna su çekmeyi farz gören Ahmed İbn Hanbel, İshak, Ebû Ubeyde, Ebû Sevr ve İbnü'l-Münzir gibi âlimlerin sümkürmeyi de farz görmeleri gerekir, çünkü bu da su çekme gibi emredilmiştir. el-Muğnî yazarının sözlerinden ilk anda anla­şıldığına göre onlar bunu farz olarak kabul etmekte ve onlara göre burna su çekmenin meşruluğu sümkürme olmadan gerçekleşmemektedir. Çoğunluğun buradaki emrin mendupluk ifade ettiğine dair delilleri ise Tirmizî'nin hasen, Hâkim'in sahih gördüğü, Hz. Peygamberin 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem bir bedeviye söylediği şu sözdür: "Allah'ın sana emrettiği gibi abdest Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem bedeviyi âyete yönlendirmiştir. Ayette ise burna su çekmekten bah­sedilme mektedir.

Abdest alırken sümkürmekten maksat burnu temizlemektir. Çünkü burnun temiz olması kişinin (namazda sure ve duaları) rahat olarak okumasına yardımcı olmaktadır. Zira nefesin çıktığı yeri temizlemekle harfler doğru bir şekilde telaffuz edilebilmektedir. Ayrıca uykudan kalkan kimse için buna ek olarak şeytanı kov­ma durumu da söz konusudur.

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

18 Ocak 2019 Cuma

NİSA SÛRESİ 58.-59.ayetlerin tefsiri


Emanetleri Ve Hakları Ehline Vermek, Adaletle Hükmetmek, Allah'a, Rasulüne
Ve Müslümanlardan Olan Emirlere (İdarecilere) İtaat Etmek


58- Şüphesiz ki Allah size emanetleri ehline vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hük­metmenizi emreder. Allah bununla si­ze ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz ki Allah hakkıyla işiten, hakkıyla gören­dir.

59- Ey iman edenler, Allah'a itaat edin, Peygamber'e ve sizden olan emir sa­hiplerine itaat edin. Eğer bir şey hak­kında çekişirseniz (ihtilâfa düşerse­niz), onu Allah'a ve Peygamber'e götü­rün, eğer Allah ve ahiret gününe inanı­yorsanız. Bu, hem hayırlı, hem netice itibariyle daha güzeldir.


Nüzul Sebebi

"Şüphesiz ki Allah size emanetleri ehline vermenizi emreder" (58. ayet) aye­tinin nüzulü ile ilgili olarak İbni Abbas diyor ki: Resulullah (s.a.) Mekke'yi fethettiği zaman Osman b. Talha'yı çağırdı. Geldiğinde "Kabe'nin anahtarını gös­ter" dedi. Osman anahtarı getirip uzatınca, Abbas kalkarak "Babam anam sa­na feda olsun ey Allah'ın Rasulü, sikaya (hacıları sulama) işine ilâve olarak bu­nu da bana ver" dedi. Bunun üzerine Osman elini geri çekti. Rasul-i Ekrem (s.a.) "Ey Osman, getir anahtarı" dedi. Osman da "Allah'ın emaneti ile al" dedi. Cenab-ı Peygamber (s.a.) kalktı, Kabe'yi açtı ve girdi. Çıktıktan sonra Beyt-i Muazzam'ı tavaf etti. Sonra Cebrail (a.s.) anahtarın geri verilmesi emrini in­dirdi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.) Osman b. Talha'yı çağırarak anahtarı kendisine verdi ve "Şüphesiz ki Allah size emanetleri ehline vermenizi... emredi­yor" ayetinin tamamını okudu.

Şube, Tefsirinde Haccac'dan tahric ediyor, o da Saîd b. Cüreyc'in şöyle de­diğini rivayet ediyor: Bu ayet, Osman b. Talha hakkında indi. Mekke'yi fethet­tiği gün Resulullah (s.a.) Osman'dan Kabe'nin anahtarını aldı ve Kabe'ye girdi. Sonra ayeti okuyarak dışarı çıktı. Osman'ı çağırıp kendisine anahtarı verdi. İb­ni Cüreyc'in rivayetine göre Ömer b. el-Hattab (r.a.) "Resulullah (a.s.) Kabe'den çıkarken -babam anam kendisine feda olsun- bu ayeti okuyordu. Daha önce bu­nu okuduğunu duymamıştım" demiştir.

Görünüşe bakılırsa ayet-i kerime Hz. Rasul-i Ekrem (s.a.) Kabe'nin içinde iken inmiştir.

"Ey iman edenler, Allah'a itaat edin..."
(59. ayet) ayetinin nüzulü ile ilgili olarak da Buharî, İbni Abbas (r.a.)'ın şöyle dediğini rivayet eder: Bu ayet-i keri­me, Abdullah b. Huzâfe b. Kays hakkında indi. Resulullah (s.a.) kendisini seriyye (askeri birlik) emiri olarak bir gazaya göndermişti.

Hafız İbni Hacer der ki: Buharî bu şekilde kısaca zikretmiştir; Ayet-i keri­me Abdullah b. Huzâfe kıssası hakkında indi, manasınadır.

Hadiseyi İmam Ahmed (2, 622), Buharî (13, 109), Müslim (3, 1779) uzun olarak Hz. Ali (r.a.)'den şu şekilde naklederler: Resulullah (s.a.) bir seriyye gönderdi, başına da emir olarak Ensar'dan birini tayin etti. Onun sözünü dinleyip itaat etmelerini de emreyledi. Askerler bir meseleden dolayı emiri kızdırdılar. Emir de onlara odun toplatıp ateş yaktırdı ve dedi ki: "Resulullah size beni din­leyip itaat etmenizi emretmedi mi?" Onlar "Evet" deyince "O halde ateşe girin" dedi. Onlar: Bizler ateşten kurtulmak için Allah'ın Rasulüne kaçtık, dediler ve girmediler. Dönüşlerinde olayı Rasul-i Ekrem (s.a.)'e anlattıklarında "Ateşe girselerdi ondan asla çıkamazlardı, itaat maruf ve meşru şeylerde olur" buyurdu. [74]

Açıklaması

Emanetleri ehline verme ayetinin kendisi hakkında indiği özel sebep, laf­zın umumunu, genel manasını tahsis etmez. Genellikle Kur'an-ı Kerim'in bü­tün ayetlerinde muteber olan, lafzın umumiliğidir, sebebin özel oluşu değildir. Bu da her Müslümana, uhdesinde veya elinin altında bulunan her bir emanet­ten dolayı emanetlerin ehline ve lâyık olanına verilmesi hakkında yöneltilmiş genel bir emirdir ve insana emanet olarak teslim edilmiş her şeyi, ister kendisi hakkında olsun, ister başka bir kul veya Rabbi hakkında olsun, içine alır.

Allah Teâlâ'nın hakları ile ilgili emanete riayet etmek, emirlerini yerine getirmek, yasaklarından kaçınmak, duygularını ve organlarını kendisini Rabbinin rızasına yaklaştıracak işlerde kullanmak suretiyle olur. Ebu Nuaym, el-Hılye'de, merfu olarak İbni Mes'ûd (r.a.)'un Peygamberimiz (s.a.)'den rivayet ettiği şu hadisini zikreder: "Allah yolunda öldürülmek bütün günahlara kefa­rettir." Hadisin bir rivayeti "Her şeye kefarettir, ancak emanet hariç" şeklinde­dir.

Emanet namaz hakkında olur, oruç hakkında olur, söz hakkında olur. En şiddetlisi de kul hakları ve malları ile ilgili emanettir. Abdullah b. Mes'ud, el-Berâ b. Azib, İbni Abbas, Ubeyy b. Kâ'b gibi bir kısım Ashâb-ı kiram (r.a.) şöyle demişlerdir: Emanet her şeyle ilgilidir, abdestte, namazda, oruçta, zekâtta, cünüplük, ölçü, tartı, emanet mallar... İbni Abbas Allah Teâlâ, eli dar olana da, varlıklı olana da emaneti elinde tutarak sahibine iade etmeme hususunda ruh­sat (izin) vermedi demiştir. İbni Ömer de der ki: Allah Teâlâ insanın fercini (cinsî organını) yarattıktan sonra "Bu bir emanettir, onu senin yanında gizle­dim. Meşru hakkı dışında onu haramdan koru" buyurdu.

İnsanın kendi hakkında emanete riayet etmesi ise dini, dünyası ve ahireti hakkında ancak kendisine faydası olacak şeyleri yapması, ahireti ve dünyası bakımından zarar verecek bir işe girişmemesi, hastalık sebeplerinden korun­ması, sağlık kaidelerine uygun şekilde çalışması suretiyle olur. İmam Ahmed, Buharî, Müslim, Ebu Davud ve Tirmizî'nin İbni Ömer (r.a.)'den rivayet ettikle­ri hadisinde Cenab-ı Peygamber (s.a.) Efendimiz şöyle buyurmaktadır:

"Hepiniz çobansınız. Hepiniz raiyyenizden (emanetiniz altına verilmiş şey­lerden) sorumlusunuz." Başka bir sahih hadiste "Muhakkak ki nefsinin de senin üzerinde bir hakkı vardır." buyurulmuştur.

Başkaları hakkındaki emanete de, emanet ve ödünç olarak verilen eşyayı sahiplerine geri vermek, muamelelerde aldatmamak, cihad, nasihat, insanların sırlarını ve ayıplarını yaymamak suretiyle riayet edilir.

Emaneti koruma hakkında pek çok ayet-i kerime ve hadis-i şerif varit ol­muştur. Bazılarını şöylece kaydedelim: "Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara arz (ve teklif) ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, bundan endişeye düştüler. İnsan ise (bunu) sırtına yükledi." (Ahzâb, 33/72); "(Öyle müminler) ki onlar emanetlerine ve ahitlerine riayet edicilerdir." (Mü'minûn, 23/8); "Ey iman edenler, Allah'a ve Peygamber'e hainlik etmeyin. Siz kendiniz bilip dururken, emanetlerinize de hainlik yapmayın." (Enfâl, 8/27).

İmam Ahmed ve İbni Hibbân'ın, Enes (r.a.)'ten rivayet ettiği hadisinde Rasul-i Ekrem (s.a.) buyuruyor ki: "Emaneti olmayanın imanı yoktur. Ahde riayet etmeyenin de dini yoktur." Buharî, Müslim, Tirmizî ve Nesâî'nin Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayet ettiği hadis ise şöyledir: "Münafığın alâmeti üçtür: Konuştuğunda yalan söyler, söz verdiğinde yerine getirmez, cayar, kendisine birşey ema­net edildiğinde ise hainlik yapar."

Emanetleri yerine vermek, özellikle sahibi tarafından istendiği zaman farzdır. Dünyada emaneti vermeyenden kıyamet gününde o alınacaktır. Nite­kim İmam Ahmed, Buharî (el-Edep kitabında), Müslim ve Tirmizî'nin Ebu Hu­reyre (r.a.)'den rivayet ettikleri hadiste Efendimiz (s.a.) Hazretleri buyuruyor ki: "Emanetleri sahiplerine mutlaka ödeyeceksiniz. Hatta boynuzlu koyundan boynuzsuz koyunun öcü alınacaktır."

Emanet helak veya zayi olur, ya da çalınırsa, şayet bir tecavüz, kusur ya­hut ihmal varsa tazmin ettirilir, öyle birşey yoksa tazmin ettirilmez.

Emanetlerin yerli yerini bulmasından sonra insanlar arasında adaletle hükmetmeye sıra gelir. Ondan dolayı Allah Teâlâ adaleti emretmiştir. Emanet İslâm nizamı ve hükümranlığını birinci temeli olduğu gibi, adalet de ikinci te­meldir. Bu iki emrin muhatabı da o ümmetin çoğunluğudur.

Adalet mülkün temelidir. Medeniyet, kalkınma ve ilerlemenin gereğidir, bütün akıl sahiplerince methedilmiştir. İslâm'daki hüküm verme esaslarından bir esastır. Bir toplum için çok lüzumlu bir kaidedir. Tâ ki zayıf hakkını alabil­sin, güçlü olan zayıfa haksızlık etmesin, cemiyette güven ve nizam, düzen ha­kim olsun. Semavî din ve kanunlar adaleti hakim kılmanın vacip olduğunda ittifak etmiştir. Hakların sahiplerine ulaşması için bu devlet sultanlarının, hükümdarlarının, başkan ve ona bağlı bulunan memurların, hakimlerin ada­letten ayrılmaması gerekir. Adaleti emreden bir çok ayet ve hadis de varit ol­muştur. "Şüphesiz ki Allah adaleti, iyiliği emreder." (Nahl, 16/90); "Siz söyledi­ğiniz vakit -hısım, akraba dahi olsa- adaleti gözetin." (En'am, 6/152); "Adalet yapın ki o takvaya daha yakındır." (Maide, 5/8); "Ey iman edenler, Allah için hakkı ayakta tutanlar, adaletle şahitlik edenler olun." (Maide, 5/8). Cenab-ı Hak, Hz. Davud (a.s.)'a da adaleti emretmiştir: "Ey Davud, biz seni yeryüzün­de bir halife yaptık. O halde insanlar arasında hak (ve adalet) ile hükmet." (Sâd, 38/26).

Enes (r.a.) Hz. Rasul-i Ekrem (a.s.)'in şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Söylediği zaman doğru söyledikçe, hüküm verdiği zaman adaleti gözettikçe, merhamet istendiğinde merhamet ettikçe bu ümmet hayır üzeredir."

Allah Teâlâ pek çok ayet-i kerimede de zulmü ve zalimleri yermiştir: "O zalimlerin yapmakta oldukları (ve yapacaklarından Allah'ı gafil zannetme sakın." (İbrahim, 14/42); "O zulmedenleri ve onlara eş olanları bir araya topla­yın." (Saffât, 37/22). Zulüm türlerinin en tehlikelilerinden biri Allah'ın indirdi­ği hükümlerin dışındaki kanunlarla hükmetmek, idarecilerin ve hakimlerin zulüm işlemesidir. "İşte zulmetmeleri yüzünden çökmüş, ıpıssız kalmış evleri." (Nemi, 27/52). Kadı ve hakim tarafından gelecek zulümden kaçınmak, önce da­vayı iyi anlamak suretiyle, sonra hasımlardan biri tarafını tutmamak, Allah'ın hükmünü iyi bilmek ve yeterli, ehil olan kişilere bu görevi vermek yoluyla olur.

"İnsanlar arasında hükmettiğimiz zaman" cümlesinde insanlar arasında hak ve adaletle hüküm verecek bir hakimin tayin ve tespitinin lüzumlu oldu­ğuna işaret vardır.

Daha sonra Allah Teâlâ adaleti ve emaneti ehline, lâyık olana vermeyi em­retmenin faydasını beyan ederek buyuruyor ki: "Allah bununla size ne güzel öğüt veriyor!" Yani kendisiyle size öğüt verdiği şey ne güzeldir! Bu cümlede medhe mahsus olan şey hazfedilmiştir, emredilmiş bulunan emanetleri ödeme, adaletle hükmetme gibi hususlar medhedilmektedir.

"Şüphe yok ki Allah hakkıyla işiten, hakkıyla görendir." Sizin ortaya koy­duğunuz emanetleri yerine verdiğinizi veya hıyaneti görür, insanlar arasında verdiğiniz hükümleri işitir. Ona göre sizi hesaba çeker, karşılığınızı verir. İşiti­len ve görülen şeyleri en iyi O bilir.

Ondan sonra Allah Teâlâ, emanetleri ehline verme ve adaletten ayrılma­maya götürecek bir hususu emrediyor ki bu İslâm nizam ve hakimiyetinde üçüncü esastır. O da hükümlerini yürürlüğe koymak suretiyle Allah'a itaat et­mek, Rablerinin hükmünü açıklayan Rasul-i Ekrem'e ve Müslümanlardan olan idarecilere itaat etmektir.

Ulü'l-emr Kimlerdir?

Bazı müfessirlere göre emir sahiplerinden murad, Müslüman devlet yöne­ticileri veya askeri birlik ve orduların komutanlarıdır. Diğer bazı müfessirlere göre ise bunlar insanlara dinin hükümlerini açıklayan alimlerdir.

Ayetin zahirine göre ise hepsi de murad edilmektedir. Siyasette orduları komuta edenlere ve ülkeleri idare etmede Müslüman devlet yöneticilerine itaat etmek icap ettiği gibi, sert hükümlerin açıklanmasında, insanlara dinin öğre­tilmesinde, maruf olanı emretme, münker ve yasak olanı menetme meselele­rinde alimlere itaat etmek lâzım gelir. İbnü'l-Arabî der ki: "Kanaatimce ümera 'idareciler) ve alimler hep beraberce murad olunmaktadır. Ümeraya itaat em­rin aslı onlardan kaynaklandığı, hüküm verme onlara ait bulunduğu için lâ­zımdır. Alimlere itaat ise insanların şer"î meseleleri onlara sorması gerektiği, alimlerin de cevap vermesi lâzım geldiği, fetvalarına uymak da vacip olduğu için lâzımdır." [75]

Fahreddin er-Râzî'ye göre emir sahiplerinden maksat, böylece ayetle alim­lerden sadır olan icmanın hüccet oluşuna istidlal edilmesidir.

Şayet sizinle ulul-emr arasında din işlerinden biri hakkında bir çekişme ve ihtilâf olursa ve Kur'an'da da, Sünnet'te de ona dair bir nas, hüküm bulun­mazsa, ihtilaflı mesele Kur'an ve Sünnet'te kabul edilmiş olan genel esas ve ka­idelere havale edilir, onlara uygun olan netice ile hükmedilir, aykırı olanlar reddolunur. Buna Usûl-i Fıkıh ilminde "kıyâs" denilmektedir.

Peygamberimiz (s.a.) de kıyas ile amel etmeyi ikrar ve kabul eylemiştir. Muaz b. Cebel'i kadı (hakim) olarak Yemen'e gönderirken: "Sana bir dava geti­rildiği zaman nasıl hüküm vereceksin?" diye sormuş, Muaz "Allah'ın kitabıyla hükmederim" demişti. Tekrar "Eğer o mesele Allah'ın kitabında yoksa?" diye sormuş, Muaz da "Allah'ın peygamberinin sünnetiyle" cevabını vermişti. "Al­lah'ın kitabında da, Allah Rasulü'nün sünnetinde de yoksa?" diye sorduğunda Muaz "Kendi görüşüme göre içtihat ederim, öyle yapmaya da devam ederim" diye cevap verince Resulullah (s.a.) onun göğsüne vurup "Rasulü'nün elçisini, Allah Rasulü'nü razı edecek şeye muvaffak kılan Allah'a hamdolsun" buyur­muştur. [76]

"Allah'a ve Peygamber'e döndürün (götürün)"
cümlesi, ihtilâf konusunun hakkında nas bulunmayan meselelerle ilgili olduğuna, yoksa nassa uymanın vacip olup o hususta ihtilâfa yer bulunmadığına işaret etmektedir.

Eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız hakkında ihtilâf edilen mese­leyi Kur'an ve Sünnet'e arz etmek suretiyle Allah'a ve Peygamber'ine döndü­rün, havale edin.

Çünkü mümin, hiç bir şeyi Allah'ın hükmüne takdim etmez, ona öncelik tanımaz. Aynı şekilde dünyaya gösterdiği ihtirastan daha çok, ahirete ve Allah Teâlâ'nın rızasını kazanma maksadını güder. Bu Allah Teâlâ tarafından, Al­lah'a ve Rasulü'ne itaatten, ihtilâf ortaya çıktığında meseleyi Allah'a ve Rasulüne havale etmekten ayrılan herkese karşı yönelik bir tehdittir; şu ayetteki manayadır: "Öyle değil, Rabbine andolsun ki onlar aralarında kimi oraya, kimi buraya çektikleri (kavga ettikleri) şeylerde seni hakem yapmadıkça... iman et­miş olmazlar." (Nisa, 65). Buharı ve Müslim'in Ebu Hureyre (r.a.) vasıtasıyla rivayet ettikleri hadisinde Peygamberimiz (s.a.) buyuruyor ki: "Bana itaat eden muhakkak Allah'a itaat etmiş olur. Bana isyan eden de muhakkak Allah'a is­yan etmiş olur. Kim benim emirime (tayin ettiğim kumandana) itaat ederse ba­na itaat etmiş olur. Kim de emirime isyan ederse, şüphesiz bana isyan etmiş olur."

"Bu hem en hayırlı, hem de netice itibariyle daha güzeldir" cümlesi, Allah'a ve peygamberine itaat etmek, ihtilâfa düşme durumunda meseleyi Kur'an ve Sünnet'e arz etmek gibi yukarıda emredilen hususlara işaret etmektedir. Bu ise akibet ve sonuç bakımından daha güzeldir. [77]



[74] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/110.


[75] İbnü'l-Arabi, Ahkamü'l-Kur'an, 1/452.


[76] Ahmed, Ebu Davud, Tirmizî, İbni Adiyy, Taberî, Dârimî ve Beyhakî rivayet etmişlerdir.


[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/111-114.

17 Ocak 2019 Perşembe

NİSA SÛRESİ 44.-46.ayetlerin tefsiri


Yahudilerin İşleri Ve Tasarrufları

44- Kendilerine Kitap'tan (Tevrat'tan) bir nasip verilmiş olanlara bakmadın mı? Onlar sapıklığı satın alıyorlar ve sizin de (hak) yoldan sapmanızı isti­yorlar.

45- Allah, sizin düşmanlarınızı çok iyi bilendir. Ve Allah size dost olarak da yeter, yardımcı olarak da yeter.

46- Yahudi olanlardan kimisi kelimele­ri (Allah tarafından) konuldukları yer­lerinden (kaldırıp) değiştirirler ve dil­lerini eğerek bükerek, dine de saldıra­rak (sana) derler ki: "(Eh) dinledik, (fa­kat) isyan ettik. İşit, işitmez olası, râinâ." Eğer onlar: "Dinledik, itaat ettik. İşit, bize bak" deselerdi elbet kendileri için daha iyi ve daha doğru olurdu. Fa­kat Allah, kendi küfürleri yüzünden onlara lanet etmiştir. Artık onlar, bira­zı hariç olmak üzere, iman etmezler.


Nüzul Sebebi

Ayet-i kerimeler Medine Yahudileri hakkında indirilmiştir. İbni İshak di­yor ki: Rifâa b. Zeyd b. et-Tâbût, Yahudi ileri gelenlerinden idi. Resulullah ı a.s.) ile konuşurken dilini eğip bükerek: "Ey Muhammed, kulağını bize iyi ver" dedi, sonra da İslâm'a dil uzattı, tenkit etti. Bunun üzerine Allah Teâlâ onun hakkında "Kendilerine Kitap'tan (Tevrat'tan) bir nasip verilmiş olanlara bak­madın mı?" ayetini indirdi.

Müfessirler de diyor ki: Yahudi alimlerinden biri olan Kâ'b b. el-Eşref, Uhud Savaşından sonra Yahudilerden yetmiş binekli kişi ile Mekke'ye doğru yola çıktı. Resulullah (s.a.)'a gadretmek üzere Kureyş ile anlaşma yapmak, kendileriyle Rasul-i Ekrem (s.a.) arasındaki muahedeyi bozmak istiyorlardı. Kâ'b, Ebu Süfyan'ın evine, Yahudiler de Kureyşlilerin evlerine misafir oldular.

Ebu Süfyan Kâb'a "Sen kitap okuyan alim bir adamsın. Biz ise ümmiyiz, pek bilgimiz yok. Hangimizin yolu daha doğru, hakka daha yakın, bizim mi, Muhammedin mi?" dedi. Kâ'b "Bana dininizi bir arz edin bakayım" diye cevap verdi. Ebu Süfyan şunları söyledi: Biz hacılar için besili büyük develerden kur­ban ederiz, onların su ihtiyaçlarını karşılarız, misafiri ağırlarız, esiri salıveri­riz, akrabalık bağlarını koruyup gözetiriz, Rabbimizin evini imâr eder onu ta­vaf ederiz. Bizler bu mukaddes Harem'in ehliyiz. Muhammed ise atalarının di­nini terk etti, akrabalık bağlarını kopardı. Harem'i bırakıp gitti. Bizim dinimiz daha eski, Muhammed'in dini ise yenidir. Bunun üzerine Ka'b: "Vallahi siz onun üzerinde bulunduğu dinden daha doğru bir yoldasınız" dedi. İşte Allah Teâlâ da Ka'b ve beraberindeki arkadaşlarını kastederek: 'Yahudi olanlardan kimisi kelimeleri (Allah tarafından) koyuldukları yerlerinden (kaldırıp) değişti­rirler..." ayetini bu hadise sebebiyle indirdi.[64]

Açıklaması

Ey Muhammed aleyhisselâm! Kendilerine ilâhî bir kitap olan Tevrat'tan bir kısım verilmiş olan şu kimselere bakmadın mı? Hidayet karşılığında dalâleti sa­tın alıyorlar, kâfirliği imana tercih ediyorlar, Allah'ın peygamberine indirdiğin­den yüzlerini çeviriyorlar, ellerinde bulunan yalan söylemek, insanlara eziyet vermek, faiz (riba) yemek hakkındaki hükümleri, geçmiş peygamberlerin Hz. Muhammed (s.a.)'in sıfatına dair verdikleri bilgileri terk ediyorlar. Kendilerinin icat ve uydurması olan bir takım dinî gelenek ve tapınma şekilleri ile az bir dün­ya menfaati sağlamaya çalışıyorlar. Ey müminler, onlar sizin de kendileri ile be­raber hak yoldan sapmanızı ve size indirilenleri inkâr etmenizi üzerinde bulun­duğunuz hidayet ve faydalı Kur"an ilmini bırakmanızı istiyorlar. Ey müminler, Allah Teâlâ sizin düşmanlarınızı en iyi bilen olduğu için sizi onlardan sakındırı­yor. Size dost olarak Allah yeter. Sizi onlardan korur, işlerinizi yürütür. O kendi­sine sığınanın kale gibi koruyucusudur. O, kendinden yardım dileyene de yar­dımcı olarak yeter. Onların şerrini sizden defeder. İşte o yüce Rabbiniz daima si­zi hakkınızda en hayırlı olana, kurtuluşunuz bulunan hususlara yöneltir. Ve O düşmanlarınıza karşı salih amele ve hidayete muvaffak kılarak size yardım eder de zafer için gerekli olan yardımlaşma, güçlü savaş aletlerini hazırlama gibi se­bepleri gerçekleştirirsiniz. Ondan başkasından dostluk ve yardım talep etmeyin.

Onların Tevrat'tan amel ettikleri kısım kaybettikleri ve unuttukları kısma aittir. Amel etmeyi terk ettikleri hükümler ise yanlarında geriye kalan kısım­dandır.

Sonra Allah Teâlâ "Yahudi olanlardan kimisi de..." cümlesiyle, kendilerine kitap verilenlerden maksadın Yahudiler olduğunu beyan ediyor. "Min" harfi bura­da cinsi beyan için olup, "O halde murdardan (yani putlardan)... kaçının." (Hac, 22/30) ayetindeki gibidir. Onlar öyle bir kavimdir ki Allah'ın Tevrat'ta indirdiği kelimeleri asıl konuldukları yerlerden kaldırıp değiştirirler. Bunu da ya kelimele­ri asıl konuldukları başka bir manaya çekerek yaparlar; Rasul-i Ekrem (s.a.) hak­kındaki müjdeleri, Mesih hakkındaki haberi başka bir şahsa yorumlayıp bugüne kadar onu beklemeye devam edişleri gibi. Yahut da bu tahrifi kitaptaki bir kelime veya cümleyi bulunduğu yerden başka bir yere naklederek yaparlar. Nitekim Mu­sa aleyhisselâmdan rivayet edilen ayetlere uzun bir müddet sonra yazılmış sözler karıştırdıkları gibi diğer bazı peygamberlerin sözlerine de başka insanların sözle­rini katmışlardır. Bu ilâve ve karışıklıkları, kendilerinin de itiraf ettiği gibi kaybolan Tevrat yerine bugünkü Tevrat'ı ortaya koyanlar yapmışlardır.

Bu tahrifat ile iddialarına göre ıslah gayesi güdüyorlardı. Bunun kaynağı şuydu: Hz. Musa (a.s.)'ın yazdığı asıl nüshanın kaybolmasından sonra yanla­rında dağınık Tevrat yaprakları bulunuyordu. Bunları bir araya getirmek iste­mişlerdi. O esnada da birçok ilâve ve tekrarları katmışlardı. Bu tarihî gerçekle­ri Hintli Rahmetullah Efendinin Izhâru'l-Hak adlı kitabında yaptığı gibi güve­nilir, araştırıcı tarihçiler ispat etmişlerdir.

O Yahudiler Peygamberimiz (s.a.)'e sözünü işittik, emrine isyan ettik, diyor­lardı. Mücahid der ki: Yahudiler Resulullah (s.a.)'a "Sözünü işittik, fakat sana itaat etmeyiz", dediler. Aynı zamanda Hz. Peygamber (a.s.)'e duydukları haset ve kinden ötürü "İşit, işitmez olası!" diyorlardı. Edep gereği "Kötü söz duymayasın" diyecekleri yerde "Allah sana işittirmesin" veya "duan dinlenmemek, senden ka­bul edilmemek üzere" manasına sözlerle O'na beddua etmiş oluyorlardı.

Aynı şekilde bir de "râinâ" derlerdi. Ruûnet, yani ahmaklık, gayr-ı ciddilik kelimesinden ism-i fail olarak kullanırlardı. Bu kelime "bize bak, bize mühlet tanı" manasına kullanılacak yerde lisanlarındaki sövme ve dil uzatma manası­na gelen râînâ'dan gelme de olabilir. Allah Teâlâ ise "Ey iman edenler, "râinâ" demeyin, "unzurnâ (bize bak) deyin." (Bakara, 2/104) ayetiyle müminleri bu ke­limeyi kullanmaktan menetmiştir.

İşte Yahudiler ya meclisinde, ya da kendisinden uzakta iken Resulullah s.a.) Efendimize karşı duydukları haset ve kin sebebiyle veya alay etmek, eğlenmek amacıyla bu üç suçu da işlemişlerdir. İki manaya gelme ihtimali de bu­lunan bir söz kullanırlar, ama onunla saygı, hürmet, değer vermek manasını değil, tahkir etme, küfretme manasını kastederlerdi. Dillerini eğip bükerler, dillerini evirip çevirip sözü hayır manasına gelmekten şer ve sövme manasına döndürürlerdi, İslâm'a dil uzatarak saldırırlardı. "Râinâ" sözleriyle "kulağını bize ver" demek istiyormuş gibi yaparlar, fakat gerçekte Peygamberimiz (s.a.)'e dil uzatarak ahmaklık manasını kastederlerdi. Bu ise adiliğin ve batıl üzerin­deki cüretkârlığın en son derecesidir.

"Essâmü aleyküm" diye selâm vermeleri de dillerini eğip bükmeleri cürmündendir. "Es-sâmü", ölüm manasınadır. Yani "selâm size" demek ister gibi yaparlar, "ölüm size" manasına dillerini kıvırtırlardı. Rasul-i Ekrem (s.a.) Haz­retleri de bu maksatlarını bildiği için cevapta sadece "ve aleyküm (= size de)" yani herkes ölecektir, derdi.

İbni Atıyye (öl. 541 H/1147 M.) der ki [65]: Bu, şimdiki Yahudilerde de mev­cuttur. Çocuklarını buna göre yetiştirdiklerini, müslümanlara hitap ederken görünüşte saygı ifade eden kelimeleri nasıl hakaret manası kestederek kulla­nacaklarını ezberlettiklerini müşahede etmekteyiz.

Sonra Hak Teâlâ örnek bir hitap şekline tevcih ederek buyuruyor ki: Eğer onlar "Dinledik, itaat ettik, sen de bizim dediğimizi dinle, bize mühlet ver, acele etme ki dediklerini iyi anlayabilelim" demiş olsalardı, taşıdığı faydalı ve edepli üslûptan dolayı kendileri için daha hayırlı ve önceki söylediklerinden daha doğru olurdu.

Sonra Allah Teâlâ onların bu yakışıksız tasarruflarının sonucunu zikret­miştir: Allah'ın rahmetinden kovulmak, artık ebediyen hayra muvaffak ola­mamak. Hak Teâlâ onların lanete uğramalarına, ilâhî yardımdan yoksun kalmalarına inkârlarının sebep olduğunu belirtmektedir. Zira küfür, inkâr genel olarak tefekkürden, hitap ederken edep ve nezaket göstermekten alıkor. İşte öyle kimseler iman etmezler, etseler de değer verilmeyecek derecede az ve basit şekilde bir imanları vardır. Kalpleri hayırlardan uzaktır, nasip­sizdir. Faydalı olabilecek bir iman onların gönlüne girmez. İman da bulun­mayınca ameli düzeltme, aklı yükseltme, ruhu yüceltme hususunda hiç bir ümit kalmaz. [66]



[64] Vahidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 89.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/85.


[65] el-Bahru'l-Muhît, III/264.


[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/86-88.

16 Ocak 2019 Çarşamba

Abdest Organlarını Üçer Kere Yıkayarak Abdest Almak

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)


4. BÖLÜM ABDEST

24. Abdest Organlarını Üçer Kere Yıkayarak Abdest Almak
159- İbn Şihab, Atâ İbn Yezidin kendisine Hz. Osman'ın 
radıyallahu anh azatlısı Humrân'in şunu rivayet ettiğini söylemiştir:

Hurman Osman İbn Affan'ın 
radıyallahu anh bir kap getirilmesini istediğini gördü. Osman üç kere avuçlarına su boşaltarak onları yıkadı. Sonra sağ elini kaba sokarak ağzı­nı çalkaladı ve burnuna su çekti. Sonra yüzünü üç kere ve dirseklere kadar kolla­rını üç kere yıkadı. Sonra başını meshetti. Sonra ayaklarını topuklara kadar üçer kere yıkadı. Sonra şöyle dedi; Resûlullah Sallallahü Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu;

'Benim aldığım gibi bu şekilde abdest alarak, hatırına bir vesvese getirmeksizin nefsinin, sesine kulak vermeden iki rekat namaz kıtan kişinin geçmiş günahları affolunur. 
[Hadisin geçtiği diğer yerler: 160,164,1934,3433]

Açıklama

Buharı ve Müslim'in Sahihlerinde Hz. Osman'ın 
radıyallahu anh kaç defa başını meshettiği ile ilgili bir şey yoktur. Alimlerin çoğunluğu da bu görüştedir. Şafiî "Yıkamada olduğu gibi meshi de üç kere yapmak müstehaptır" demiştir. Müslim'de geçen "Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem her bir organı üçer defa yıkayarak abdest aldı" hadisinin ilk anlamı Şafiî lehine delil olarak ileri sürülmüştür. Buna şu şe­kilde cevap verilmiştir: Müslim'deki hadis mücmeldir, diğer sahih rivayetler meshin tekrarlanmadığını açıklamaktadır. Dolayısıyla Müslim'deki rivayetin tağliben söylenmesi veya yıkanan organlara hamledilmiş olması mümkün görülmektedir. Ebû Dâvud Sünen'inde şöyle demiştir: "Hz. Osman'dan radıyallahu anh rivayet edilen sahih hadislerin tümü başın meshinin bir defa olduğunu göstermektedir". İbnü'l-Münzir de "Mesh konusunda Hz. Peygamber'den Sallallahü Aleyhi ve Sellem sabit olan bunun bir defa olmasıdır" demiştir.

Bu hadis, abdestten sonra iki rekat namaz kılmanın müstehap olduğunu gösteriyor.

"İçinden bir vesvese geçirmeksizin nefsinin sesine kulak verme­den" sözünün anlamı, nefsin verdiği vesveseye son vermek kişinin elindedir anlamına gelir. Çünkü hadisin Arapça aslındaki fiilin kalıbı, bu işin kişinin kendi fiili ile yapıldığını göstermektedir. Kişinin kendi isteği dışında aklına gelen ve def edilmesi imkansız olan hatıralar ve vesveler ise affedilmiştir.

Kadı lyaz bazılarından bu ifade ile kasdedilenin "hiçbir şekilde içinden bir şey geçirmemek" olduğunu nakletmiştir. İbnü'i-Mübârek'in ez-Zühd isimli eserindeki "Bu iki rekatta içinde bir şey gizlemez" şeklindeki rivayet de bunu destekle­mektedir.

Nevevî bunu reddederek şöyle demiştir: "Doğru olan, gelip geçici arızî dü­şüncelerin kalbe gelmesi durumunda da hadiste belirtilen faziletin gerçekleşmesi­dir, Şüphesiz ki içinden hiçbir düşünce geçmeyen kişi en üstün dereceye sahip­tir,"

Kalbe gelen düşüncelerin kimi dünya ile ilgilidir ki bunların mutlak olarak def edilmesi istenmiştir.

Hakîm et-Tirmizî bu hadisi, 'İçinden dünyaya ilişkin bir şey geçirmeksizin" şeklinde rivayet etmiştir.

Bu düşüncelerin kimi de âhirete ilişkindir, şayet bunlar yabancı düşünce ise dünya hallerine benzer. Bu namaza ilişkin hususlar ise dünya işlerinden sayılmazlar. Bu konunun diğer ayrıntıları Namaz bölümünde gelecektir.

Hadisten Çıkan Bazı Sonuçlar

"Geçmiş günahları affolunur" ifadesi ilk bakışta büyük ve küçük günahları kapsamaktadır. Ancak âlimler, bu rivayet dışındaki rivayetlerde büyük günahlar istisna edildiği için buradaki ifadeyi küçük günahlara özgü kabul etmişlerdir.

Sadece büyük günahları olan kişiden ise, küçük günah sahibi kişiden ne kadar düşüyorsa o kadar günah hafifletilir. Küçük veya büyük günahı olmayan kişinin iyiliklerine bu miktar eklenir.

Fiilen öğretmek daha etkili ve daha öğretici olduğundan hadiste bu şekilde öğretim vardır.

Abdest organlarını yıkarken tertibe riayet etmek gerekir. Çünkü her bir fiil "sonra" bağlacı ile bağlanmıştır.

Hadis ihlasa teşvik etmektedir.

Hadiste, namazda dünya ile ilgili şeyleri düşünen kimseleri, özellikle de gü­nah işlemeyi kalbine koyanları, namazın kabul olmayacağını söyleyerek, sakın­dırma söz konusudur. Çünkü kişi ne ile meşgul ise, zihin namazda namaz dışındakinden daha çok onu düşünür.

Buhârî Kalp Yumuşaklığı bölümünde hadisin sonunda Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem "Aldanmayın" sözünün bulunduğunu belirtmiştir. Yani; nama­zın günahları sileceğine güvenerek kötü amelleri çok çok işlemeyin. Çünkü ha­taları silecek olan namaz Allah'ın kabul ettiği namazdır. Kul namazının kabul edilip edilmediğini nereden bilebilir ki?

160- İbrahim, Salih İbn Keysân'dan, O da İbn Şihab'tan rivayet etmiştir. Ancak Urve Humran'dan rivayet etmiştir:

Hz. Osman 
radıyallahu anh abdest alınca şöyle demiştir: Size bir hadis zikredeyim mi? Kur'an'da bir âyet olmasaydı size bunu zikretmezdim. Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem şöyle dediğini işittim:

"Bir kimse güzelce abdest alır ve (farz) namaz kılarsa, bu abdest ile namazı kılıncaya kadarki günahları affolunur."

Açıklama

Urve buradaki âyetin şu olduğunu söylemiştir: "İndirdiğimiz açık delilleri ve kitapta insanlara apaçık gösterdiğimiz hidayet yolunu gizleyenlere hem Allah hem de bütün lanet ediciler lanet eder. Ancak teube edip durumlarını düzelten­ler ve gerçeği açıkça ortaya koyanlar bundan müstesna tutulmuştur. Zira ben onlann tevbeîerini kabul ederim. Ben tevbeyi çokça kabul eden ve çokça esirge­yenim.[el Bakara,2/159-160]

Hz. Osman'ın kasdettiği şudur: Bu âyet tebliği teşvik etmektedir. Âyet kitap (Yahudi ve Hıristiyanlar) hakkında indirilmiş olsa bile, dikkate alınacak olan husus ifadenin genel olmasıdır. Bunun benzeri ilim bölümünde Ebû Hureyre 
radıyallahu anh hakkında da söz konusu olmuştur. Yukarıdaki âyet olmasaydı Hz. Os­man'ın bu hadisi tebliğ etmeyeceğini söylemesi ise hadisi duyan insanların (onu doğru anlamamak suretiyle) aldanmalarıdır.
Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

15 Ocak 2019 Salı

İki Tuğla Üzerine Oturarak Tuvalet Yapmak

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)

4. BÖLÜM ABDEST

12. İki Tuğla Üzerine Oturarak Tuvalet Yapmak

145- Vâsi' İbn Hibban'ın rivayet ettiğine göre Abdullah İbn Ömer şöyle söy­lerdi:

İnsanlar "Tuvalet yapmak için oturduğunda kıbleye ve Beytü'l-Makdis'e önünü dönme" diyorlar. Oysa ben birgün evlerimizden birinin üzerine çıktım. Resûlullah'ı 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem tuvalet ihtiyacını görmek üzere iki tuğla üzerine oturmuş ve önünü Beytü'l-Makdis'e dönmüş olarak gördüm.

(İbn Ömer, Vâsi'a şöyle dedi): "Belki de sen de karnını dizlerine yapıştırarak namaz kılanlardansın."

Vâsi: "Vallahi bilmiyorum", dedi

Mâlik, İbn Ömer'in burada namaz kılarken yerden uzakta durmayan, yere yapışık olanları kasdettiğini söylemiştir. 
[Hadisin geçtiği diğer yerler: 148,149,3102]

Açıklama
Buradaki tuğladan kasıt, bina yapımında kullanılan çamurdan yapılmış ve pişirilmemiş tuğladır.

İbn Ömer burada belirtilen davranışı yaparken Hz. Peygamber'i 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem seyretmeyi kasdetmemiştir. Beyhakî'nin, Nâfi İbn Ömer yoluyla rivayetinde görüleceği üzere zorunlu bir şey için evlerinin damına çıktığında tevafuken görmüştür. Bu şekilde kasıt dışı tevafuken gördüğünde bunun da faydasız kalmamasını istemiş ve bu­nunla ilgili şer'i hükmü bu sayede bellemiştir. Âdeta İbn Ömer Hz. Peygamberin Sallallahü Aleyhi ve Sellem  sırt tarafını görmüş ve ne olduğunu anlamak için bakması da caiz olmuştur. Bu, sahabenin Hz. Peygamber'e Sallallahü Aleyhi ve Sellem uyma amacıyla onun davranışlarını araştırma konusunda ne derece istekli olduğunu göster­mektedir. İbn Ömer de böyleydi.

Mâlik, İbn Ömer'in sözünü, "karnını dizlerine yapıştırarak namaz kılanlar" şeklinde yorumlamıştır. Bu, meşru olan secde şekline, yani karnın dizlerden uzak olması ve dirseklerin yere konulmaması şekline aykırıdır.

İbn Ömer'in bu sözünün bağlam ile alakasını Müslim'deki bir rivayet gös­termektedir. Vâsi'den gelen bu rivayetin başında Vâsi' şöyle demektedir: "Ben mescitte namaz kılıyordum, bir de baktım Abdullah İbn Ömer oturuyor. Nama­zımı bitirdiğimde bir tarafımdan kalkarak onun yanına gittim. Abdullah şöyle dedi: İnsanlar "Tuvalet yapmak için oturduğunda kıbleye ve Beytü'l-Makdis'e önünü dönme" diyorlar...İbn Ömer sanki Vâsi'in secde yaparken tam hakkını vermediğini görmüş ve bu konuyu ona yukarıdaki şekilde sormuştur. Bu durumda Vâsi' önce ilk olayı anlatmıştır, çünkü bu kendisi açısından kesin olan merfu bir rivayettir. Bu sebeple bunu zanna dayalı hususa tercih etmiştir. İbn Ömer'in sözlerini naklettiği kişilerin, onun bu konuşmayı yaptığı zamana yakın bir dönemde bunu söylemiş olmaları uzak bir ihtimal değildir. O da bu tabiînin hükmü öğrenerek kendisinden nakletmesini istemiştir. Üstelik bu iki husus ara­sında bir münasebet bulunması da imkansız değildir. Şöyle ki: Muhtemeldir ki karnını dizlerine yapıştırarak secde eden kişi aynı zamanda, tuvalet yaparken hiçbir durumda kıbleye önünü dönmeyi caiz görmeyen bir kişiydi.

Namazdaki durumlar dörttür: Kıyam (ayakta durma), rükû (eğilme), sücûd (yere kapanma) ve kuûd (oturma). Bu hareketleri yapma sırasında, secdede karnı dizlerden uzak tutma durumu hariç, cinsel organ yayılmadan (toplu olarak) durur. İbn Ömer karnı dizlere yapıştırmanın cinsel organın yayılmaması ama­cıyla yapıldığını düşünerek bunu yapmayı bid'at ve aşırılık olarak gördü. Sünnet ise buna aykırıdır. Elbise ile örtmek bunun için yeterlidir. Nitekim kıbleye dönme ile ilgili yasağın neticesinin avret yerini çıplak olarak kıbleye döndürme oldu­ğunu kabul ettiğimizde, avret yerinin kıbleye dönmüş sayılmaması için arada duvarın bulunması yeterlidir, İbn Ömer, tabiîye birinci hükmü anlatınca, onun kıldığı namazdan kendi anladığı duruma işaret etmek için de ikinci hükmü söylemiştir. Vâsi'in "bilmiyorum" sözü, İbn Ömer'in düşündüğü şeyin onun aklına gelmediğini göstermektedir. Bu sebeple İbn Ömer, engelleme konusunda ona ağır ifadeler kullanmamıştır. Doğrusunu Allah bilir.


Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

14 Ocak 2019 Pazartesi

NİSA SÛRESİ 36.-39.ayetlerin tefsiri


Sadece Allah'a İbadet, Ana-Babaya, Akrabalara Ve Komşulara İyilikte Bulunmak, Gösteriş İçin Harcamaktan Sakındırmak


36- Allah'a ibadet edin ve O'na hiç bir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, ak­rabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa, sağ ellerini­zin sahip olduğu kimselere (kölelerini­ze) iyilik ediniz. Şüphesiz ki Allah ki­birli ve devamlı böbürlenen kimseyi sevmez.

37- Onlar hem (kendileri) cimrilik ya­parlar, hem insanlara cimriliği emre­derler, hem de Allah'ın fazl u keremin­den kendilerine verdiğini gizlerler. Biz o nankörlere hor ve hakir kılıcı bir azap hazırlamışızdır.

38- Yine onlar Allah'a ve ahiret gününe inanmadıkları halde insanlara gösteriş için mallarını sarf ederler. Şeytan ki­me arkadaş olursa, o ne kötü bir arka­daştır!...

39- Allah'a ve ahiret gününe iman edip de Allah'ın kendilerine verdiği rızıklardan harcasalar, ne zarar ederler? Allah onları çok iyi bilendir.


Nüzul Sebebi

37. ayetin nüzul sebebiyle ilgili olarak İbni Ebî Hatîm Saîd b. Cübeyr'den tahrîc etmiştir. Saîd dedi ki: İsrailoğulları alimleri kendilerindeki ilmi cimrilik yaparak yaymazlardı. Allah Teâlâ da "Onlar hem kendileri cimrilik yaparlar, hem insanlara cimriliği emrederler" ayetini indirdi. İbni Alekâs'tan rivayet edildiğine göre Yahudilerden bir kısım insanlar Resulullah (s.a.)'ın ashabına gelirler, onları din uğrunda mallarını harcamaktan caydırma telkinleri yapar­lar; ilerde ne olacağını bilemezsiniz ki, diyerek onları fakirliğe düşmekten kor­kutmağa çalışırlardı. Bunun üzerine Allah Teâlâ: "Onlar hem kendileri cimrilik ederler, hem insanlara cimriliği emrederler..." ayetini inzal buyurdu.

Müfessirlerin çoğuna göre ayet, Hz. Muhammed (s.a.) Efendimizin sıfat ve özelliklerini, yanlarındaki kitaplarında yazılı olduğunu bildikleri halde gizle­yen, insanlara bunları açıklamayan Yahudiler hakkında indirilmiştir. el-Kelbî diyor ki: Ayette kastedilenler Yahudilerdir. Kendilerine gelenlere Hz. Muham­med (a.s.)'in kendi kitaplarında yazılı olan sıfat ve özelliklerini doğru bir şekil­de haber vermekte cimrilik gösterirlerdi.

Mücahid de "Alîmâ"ya kadar olan bu son üç ayetin Yahudiler hakkında in­diğini söylemiştir.

İbni Abbas ve İbni Zeyd diyorlar ki: Bu ayet, Yahudilerden bir cemaat hakkında indirilmiştir. Bunlar Ensar'dan bazılarına gelirler, onlarla oturup kalkarlarken, "Mallarınızı harcamayın, biz sizin fakir düşmenizden korkuyo­ruz" diyerek güya nasihatta bulunurlardı. Bunun üzerine Allah Teâlâ "Onlar hem kendileri cimrilik ederler, hem insanlara cimriliği emrederler..." ayetini indirdi. [56]

Açıklaması

Allah Teâlâ yukarıda eşleri güzel muamele ve geçinmeye, hakimleri ihtilâf ve çekinme sebeplerini izale etmeye irşad ettikten sonra, insanları toptan bazı hayır ve iyilik hasletlerine, ahlâk esaslarına teşvik etmekte, birbirleriyle mu­amelede bulunurken dikkat edecekleri güzel prensiplere davet etmektedir. Bunların sayısı on üç olup kimisi emredilmiş, kimisi de yasaklanmıştır.

1- Yalnızca Allah'a ibadet etmek: İbadet, Allah Teâlâ'ya son derece itaatkâr olmak, O'na boyun eğmek demektir. İbadet, Allah'ın emrettiklerini yapmak, yasakladıklarını da terk etmek suretiyle olur. Bu emir ve yasaklar bazan gönül ile, bazan da azalarla ile ilgili iş ve fiillerle olur. Çünkü Allah Teâlâdır yaratıcı olan, rızık veren, yarattıklarına in'am eden, lütuf ve keremiyle veren. O sebep­le kulların, mahlûkatın bir tanıması, kendisine hiç bir ortak koşmaması gere­ken zât O'dur.

2- O'na hiç bir şeyi eş koşmamak: Şirk koşmak, tevhidin (bir tanıyıp kabul etmenin) zıddıdır. Bu cümle hâs (özel) olan bir hususu, âmm (genel) olana atfetmek kabilindendir.

Genellikle bu ikisi beraberce zikredilir. Nitekim İmam Ahmed, Buharî, Müslim, Tirmizî ve İbni Mace'nin rivayet ettikleri hadiste geldiği gibi Nebiy-yi Muhterem (s.a.)'e, Muâz: "Allah ve Rasulü daha iyi bilir" diye cevap verince Hz. Peygamber de "O'na ibadet etmeleri ve hiç bir şeyi eş koşmamalarıdır" buyurmuştur. Sonra da: "Bunu yaptıkları takdirde kulların Allah Teâlâ katındaki hakkı nedir, biliyor musun? Onlara artık azap etmemesidir" demiştir.

Allah Teâlâ ayette iki sebeple kendi hakkını önce zikretmiştir:

İlki, ibadet ve ihlâs dinin esasıdır, temelidir. Onsuz kula ait hiçbir ameli Allah kabul etmez.

İkincisi, ondan sonra gelecek şeyler kulların haklarıyla ilgili olsalar da, çok önemli olduğuna îmâ ve işaret etmektir.

Şirk koşmanın muhtelif türleri vardır:

Bazısı Allah Teâlâ'nın Arap müşriklerinin hallerinden bahsettiği şekilde­dir. Putlara tapınmak, onları Allah'a giden vasıtalar, aracılar diye kabul etmek gibi. "Onlar Allah'ı bırakıp kendilerine ne bir zarar, ne de bir fayda veremeyecek şeylere taparlar. Bir de "Bunlar (putlar) Allah katında şefaatçilerimizdir" der­ler. De ki: Siz Allah'a göklerde ve yerde bilemeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsu­nuz. ?" (Yunus, 10/18). Yine müşrikler; "Biz, bunlara ancak bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz." (Zümer, 39/3) derlerdi.

Bir kısım şirk de Hristiyanlardaki şekildedir. Hristiyanlar, Mesih'e (İsâ aleyhisselam'a) taparlar; Allah Teâlâ buyuruyor ki: "Onları bırakıp bilginlerini, rahiblerini, Meryem'in oğlu Mesih'i (İsa'yı) tanrılar edindiler. Halbuki bun­lar da bir olan Allah'a ibadet etmelerinden başkasıyla emrolunmamışlardı. On­dan başka hiçbir ilâh (tanrı) yoktur. O, bunların şirk koşageldikleri (eş tuttuk­ları) her şeyden münezzehtir (uzaktır)." (Tevbe, 9/31).

3- Anne-babaya ihsanda bulunmak, iyilik etmek: Allah Teâlâ, Kur'an-ı Kerim'in pek çok yerinde anne-babaya itaat ve iyilik etmeyi, kendisine ibadet edi­lip bir tanıması emri ile birlikte anmıştır. Burada ve şu ayetlerde olduğu gibi: "Rabbin, "Kendisinden başkasına ibadet (kulluk) etmeyin; ana-babaya iyi mu­amele edin" diye hükmetti." (İsra, 17/23). "Bana ve ana-babana şükret." (Lok­man, 31/14).

Ayette geçen lafız ile ana-babaya iyilik (birr), meşru olan işlerde onlara itaat etmek, hizmetlerini görmek, istediklerini yerine getirmeye çalışmak, onlara eza ve sıkıntı verecek şeylerden uzak durmak demektir. Çünkü çocukların yaratılma­sındaki, şefkat ve ihlâs ile büyütülmelerindeki zahir sebep anne-babadır. Müfessir İbnu'l-Arabî diyor ki: Anne-babaya itaat ve iyilik, dinin farzlara dair rükünle­rinden bir rükündür. Onlara iyilik ve ihsanda bulunmak sözlerde ve amellerde söz konusu olur. Sözlerdeki iyi muamele "Onlara öf (bile) deme. Onları azarlama. Onlara çok güzel (ve tatlı) söz söyle" (İsra, 17/23) ayetindeki gibi olur. Yine onla­rın mutlak bir rahim bağı ve hususî yakınlık hakkı bulunmaktadır.[57]

4- Akrabaya ihsanda bulunmak:
Akrabalık da kardeş, kızkardeş, amca, dayı ve onların çocuklarında olduğu gibi bir rahim bağıdır. Onlara iyilik de su­renin başındaki "Kendisi de (adını öne sürmek suretiyle) birbirinize dileklerde bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık (bağlarını koparmak)tan sakının." (Nisa, 17/1) ayetinde belirtildiği şekilde akrabayı sevip onlara mali yardımda buluna­rak olur. Bu muamele ölenin birbirine bağlanmasını sağlar, maneviyat ve daya­nışmasını güçlendirir, dolayısıyle toplum kuvvetlenir ve devlet de ilerler.

5- Yetimlere ihsanda bulunmak: Allah Teâlâ surenin başında ve başka ayetlerde yetimlere iyi davranmayı emretmiştir. Çünkü yetim kendine yardım­cı olacak baba desteğinden yoksundur. İbni Abbas diyor ki: Yetimlere şefkatle yaklaşılır, eğitim ve terbiyesine çalışılır, yetimin vasisi olan kimse onların mal­larını korumak için çok titiz davranır.

6- Miskinlere ve yoksullara ihsanda bulunmak: Miskinler kendilerine ye­tecek miktarda imkân ve malı olmayan kimselerdir. Onlara yapılacak ihsan, iyilik, kendilerine sadaka vermek, sadaka verilemeyecekse hoş bir şekilde geri çevirmektir. Allah Teâlâ bu hususta: "Sâile (muhtaç dilenciye) gelince, onu da azarlayıp kovma." (Duha, 93/10) buyurmaktadır. Bu emir İslâm'da sosyal da­yanışma prensibini gerçekleştirmektedir.

7- Yakın komşuya ihsan: Bundan murad mekân, nesep, yahut da din bakı­mından yakın olan kimselerdir. Komşulara iyilik yardımlaşma, dayanışma, bir­birini sevme, mutluluk duygusuna erişme prensibini gerçekleştirir.

8- Uzak komşuya ihsanda bulunmak: Bunlar da uzakta bulunan ya da ak­rabalık bağı olmayan komşulardır. İslâm, gayr-i müslim dahi olsa komşu ile ilişkilerde ihsanda bulunmaya teşvik etmiştir. Peygamberimiz (s.a.), Yahudi komşusunun oğlunu hastalanınca ziyaret etmiştir. Abdullah b. Ömer (r.a.) bir koyun kesmiştir. Hizmetkârına dedi ki: "Yahudi komşumuza biraz hediye ettin mi, Yahudi komşumuza bir parça hediye ettin mi?". Beyhakî'nin rivayetinde Hz. Aişe (r.a.)'den de rivayet edildiği şekilde ben Resulullah'ı şöyle buyururken duydum: "Cibril bana durmadan komşuya iyilik yapmayı tavsiye etti. Bu sıkı tavsiyeden komşuyu komşuya varis kılacak zannettim." Buharî ve Müslim'in tahric ettiği bir hadiste de Hz. Peygamber (a.s.): "Allah'a ve kıyamet gününe iman eden kişi komşusuna ikram etsin" buyurmuştur.

Komşuluk sınırının tespiti örfe bırakılmıştır. Hasan-ı Basrî bunu dört bir taraftan her bir tarafta bulunan kırk komşu olarak tahdit ve tespit etmiştir.

Komşuya ikramın çeşitli görünümleri vardır. Fakir ise malî olarak yardım edilir. Güzel bir şekilde geçim yapıp komşuya eziyet vermekten kaçınmak gere­kir. Zaman zaman komşuya hediyeler yollayıp yemeğe çağırmak lâzımdır. Arada sırada ziyaretleşmek, hastalandığında yoklamak da komşuya iyilik babındandır.

İbnül-Arabî diyor ki: Komşuya hürmet, hem cahiliye döneminde, hem de İslâm'da çok önemlidir. Zaten böyle olması makuldür, mürüvvet ve diyanet yö­nünden meşrudur. [58] Muvatta'da geçen şu hadisteki husus da komşuya yapıla­cak iyiliklerdendir: "Sizden biriniz, duvarına ağaç çakmaktan komşusunu me­netmesin."

9- Yakınında bulunan arkadaşa ihsanda bulunmak:
Belli bir süre beraber olunan, ilim öğrenirken, yolculukta, aynı meslekte, camide veya bir mecliste otururken yanında olan arkadaşlara da iyi davranmak gerekir. Hz. Ali (r.a.)'den gelen bir rivayete göre bundan maksat erkeğin karısıdır.

10- Yolda kalmışa iyilik etmek:
Malından uzakta kalmış yolcu veya misafi­re (konuklara) iyi muamele etmek de İslâm'ın emirlerindendir. Bu da onlara memleketlerine varması veya ihtiyacını görmesi için yardımcı olmaktır.

11- Sağ ellerinizin malik olduğu kimselere ihsan: Bunlar kişinin mülkiyeti altında bulunan erkek köle ile cariyelerdir. Hz. Muhammed (s.a.) vefat ettiği hastalığı sırasında en son vasiyetleri arasında onlar hakkında vasiyette bulun­muştur. İmam Ahmed ile Beyhakî, Enes (r.a.)'ten şöyle naklederler: Vefatı yaklaştığı sırada Resulullah (s.a.)'ın en çok söylediği vasiyet: "Size namazı ve ma­lik olduğunuz kölelere dikkat etmenizi tavsiye ediyorum" idi. (Buharî ve Müslim tarafından rivayet edilen bir hadisindeki emri de şöyledir: "Onlar Allah'ın sizin eliniz altına koyduğu kardeşleriniz ve etbaınız (size bağlı kişiler)dir. Kimin eli altında kardeşi varsa artık yediğinden ona da yedirsin, giydiğinden de giydir­sin. Altından kalkamayacakları işleri onlara yüklemeyin. Şayet ağır işler verir­seniz siz de onlara yardım ediniz." Onlara iyilik, onları azat etmekle veya hürriyetlerini kazanmaya yardım ederek olur.

12- Kendini beğenmek ve böbürlenmek haramdır:
Ayette geçen "muhtar kelimesi, hareketlerinde ve fiillerinde kibir belirtilerini ortaya koyan mütekebbir kimse manasınadır. "Fehûr" ise böbürlenen, sözlerinde kibir alâmetlerini ortaya koyan kişi, demektir.

Kibirli ve böbürlenen kimse, Allah Teâlâ katında hoşlanılmaz biridir. Çün­kü insanların haklarını hor görmekte, yüce rabbin sıfatlarına benzemeye kalkışmaktadır. Böyle kimseler hakkıyle Allah'a ibadet de etmez. Zira huşu ve tes­limiyeti yoktur. Anne-babaya, akrabalara, komşulara, arkadaş ve dostlara da iyilikte bulunmaz.

"Şüphesiz ki Allah, kibirli ve devamlı böbürlenen kimseyi sevmez." ayetinin manası, Allah öyle kişiyi kendini beğenmesi ve böbürlenmesinden dolayı cezalandıracaktır, demektir. Allah Teâlâ başka bir ayette kibiri, böbürlenmeyi (huyelâ) şiddetle yasaklamıştır: "Yeryüzünde kibirle büyüklenerek yürüme. Çünkü asla yeri yaramazsın, boyca da asla dağlara eremezsin." (İsra, 17/37).

Kaba ve sert olmadan, vakar ve edeple beraber şahsiyet sahibi olmak, evin, bineğin, görünüş ve elbisenin güzel ve düzgün olması kibirden sayılmaz. Bunun delili Ebu Davud ve Tirmizî'nin İbni Mes'ud (r.a.)'dan rivayet ettiği şu hadistir: Resulullah (a.s.) buyurdu ki: "Kalbinde zerre ağırlığınca kibir bulu­nan kimse cennete giremez." Bir adam: "Bir kişi var ki elbisesinin güzel, pabu­cunun güzel olmasından hoşlanıyor...!" dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.), "Allah Teâlâ güzeldir, güzeli sever. Kibir, hak olan şeyi reddetmek, insan­ları küçük görmektir." buyurdular.

Bundan sonra Cenab-ı Hak kibirlenen ve böbürlenen kişilerin vasıflarını açıklamaktadır: "Onlar hem (kendileri) cimrilik yaparlar, hem insanlara cimri­liği emrederler, hem de Allah'ın kendilerine fazl u kereminden verdiğini gizler­ler." Yani Allah Teâlâ, burada cimrilik edip mallarını Allah'ın emrettiği şekilde anne-babaya itaat ederek, akrabalara, yetimlere, yoksullara, komşulara ve benzeri kimselere iyilik etmek için harcamayanları, mallarındaki ilâhî hakları ödemeyenleri, aynı zamanda diğer insanlara da cimriliği öğütleyip emredenle­ri, Allah'ın kendilerine lütfettiği nimetleri gizleyenleri zemmetmekte, kına­maktadır. Cimri, Mevlâsının nimetini bile bile inkâr edicidir. Üzerinde yeme, giyme, muhtaçlara verme ve bağışlama gibi hususlarda ilahî nimetlerin izine, eserine rastlanmaz. Hali şu ayetteki gibidir: "Muhakkak insan Rabbine karşı çok nankördür. Hiç şüphesiz O (Rabbi) buna hakkıyle şahittir." (Âdiyât, 100/6-7). Yani Allah onun haline, tavırlarına, ahlâkına şahittir.

Hz. Peygamberimiz (s.a.) de cimriyi zemmetmiş, kınamıştır: "Cimrilikten daha çirkin hangi hastalık vardır?" Ebu Davud ve Hâkim'in İbni Ömer'den rivayet ettiği hadisinde ise şöyle buyurur: "Cimrilikten sakının. Çünkü sizden ev­vel geçenler cimrilik sebebiyle helak oldular. Bu duygu onlara cimriliği emret­miş, onlar da cimri olmuşlardı, akraba ve yakınlarla bağları koparmayı emret­miş, onlar da koparmışlardı, günahlara dalmayı emretmiş onlar da günahlara dalmışlardı."

Cimrilerdeki bütün bu kötü özelliklerden ötürü Allah Teâlâ onları cezaya çarptırmakla tehdit etmiştir: "Biz o nankörlere hor ve hakir kılıcı bir azap hazırlamışızdır". Yani kibirleri, cimrilikleri, şükretmeyip nankörlükte bulunmaları sebebiyle onları aşağılayacak, zillete düşürecek bir azap hazırladık, fiillerine karşılık olarak acı ile zilleti bir araya getiren bir azap. Allah onlara küffâr diye­rek bu huy ve davranışların müminlerin değil kâfirlerin ahlâkı olduğunu da be­lirtmiş bulunmaktadır. Çünkü (küfür) kelimesi örtmek, kapatmak demektir. Cimri de kendisi üzerindeki nimetini setredip örter, bilerek görmezden gelir, nankör davranır. Tirmizî ve el-Hâkim'in rivayet ettiği İbni Ömer tarikiyle gelen hadiste Hz. Peygamber Efendimiz: "Şüphesiz Allah Teâlâ, nimetinin eserini, be­lirtisini kulu üzerinde görmekten hoşlanır." buyurmuş, bir duasında da şöyle de­miştir: "Allahım bizleri nimetine şükrediciler, o yüzden sana hamdü senada bulu­nanlar, nimetlerini alanlar eyle ve bize nimetlerini tamamla."

Selef alimlerinden bazısı ayeti, yanlarında yazılı olarak bulunan Hz. Muhammed (s.a.)'in sıfatı ile ilgili bilgiyi cimrilik edip gizlemelerine hamletmiştir. O sebeple Allah Teâlâ: "Biz o kâfirlere hor ve hakir kılıcı bir azap hazırlamışızdır" buyurmuştur.

Netice olarak cimriler iki kısımdır: Bir kısmı cimrilik yaparlar, Allah'ın kendi üzerlerindeki haklarını gizlerler. Bunlar yukarıda geçti. İkinci kısım cimrileri Kur'an-ı Kerim onların arkasından zikretmiştir. Onlar da mallarını insanlara gösteriş yapmak ve onların övgü ve saygılarını kazanmak için harca­yan cimrilerdir.

Allah Teâlâ eli sıkı, zemmedilmiş cimrilerden bahsettikten sonra mallarını şöhret, nam, cömertlikle ün kazanmak için harcayan, verdiklerini Allah rızası, Allah'ın nimetlerine şükür, kulların hakkını itiraf etmek için sarfetmeyenleri zikretmiştir: "İnsanlara gösteriş için mallarını sarfederler."

Bir hadiste şöyle varid olmuştur: "Üç kimse vardır ki cehennem ateşi önce onlar için kızdırılır: Alim, gazî (savaşçı), malını harcayan. Bunlar gösteriş için amel etmişlerdir. Mal sahibi olan der ki: Oraya sarf edilmesinden hoşlanacağın hiç bir şey bırakmadım, senin yolunda malımı harcadım. Allah Teâlâ "Yalan söylüyorsun" der. Yani fiilin ile kastettiğin övgü karşılığını dünyada aldın.

İşte bu gösterişçiler, riyakârlar gerçek manada Allah'a da, kıyamet günü­ne de inanmazlar. Onları bu çirkin işe sevkeden, sahih bir şekilde ibadet ve taatten alıkoyan ise şeytandır. Onların gözünü boyamış, bu nevi kötü ve yakışık­sız işleri allayıp pullayıp telkin etmiştir. Çünkü gerçek mümin riya ve gösteriş için değil, Allah için malını harcar, ebedî ve bakî olan kıyamet günü için çalışır. Bu riyakârlar ise şeytanın yoldaşlarıdır. Şeytan kendilerine telkinlerde bulu­nur, Allah için harcarlarsa fakir düşeceklerini söyler, onlara fuhşu, kötülükleri, münker ve dine aykırı şeyleri emreder. "Şeytan kime arkadaş olursa o ne kötü arkadaştır." Yani yaptıkları bu kötü, nahoş işlere onları sevk eden şeytanın vesvesesidir. Şeytan ne kötü bir arkadaş ve akıl hocasıdır! Riyakârların hali de şer açısından şeytanın halinden farklı değildir.

Burada kötü arkadaştan uzak durmaya, iyi ve salih arkadaş seçmeye de işaret olunmaktadır.

"Allah'a ve ahiret gününe iman edip de Allah'ın kendilerine verdiği rızıklardan harcasalar ne zarar ederler?!"
Manası şudur: Gerçekten Allah'a iman etseler, ebedî mükâfat ve saadetlere kavuşulması muhakkak olan ahiret günü­ne inansalar, Allah rızası için ve O'nun emirlerini yerine getirmek amacıyla kendilerine Cenab-ı Hakkın bahşettiği rızıklardan harcasalar onlara ne gibi bir zarar dokunur ki...

Şaşılacak bir durumda bulundukları içindir ki bu üslûp kullanılmıştır. Zi­ra onlar amellerini ihlâs ve samimiyetle yapsalar, riyayı bırakıp ihlâsa sarılsalar, ahirette ameli güzel olanlara verilecek mükâfatları elde etmek için Allah'a iman etseler ve emirlerini yerine getirseler, dünya menfaatlerini kaçırmadıkları gibi ahiret sevaplarından da mahrum kalmazlar.

"Allah onları çok iyi bilendir."
Yani Allah Teâlâ onların iyi ve kötü niyetle­rini pek iyi bilmektedir. Onlardan kim ilâhî tevfîk ve desteğe lâyıksa ondan çok iyi haberdardır, onu hayırlara muvaffak kılar. Kim ilâhî destekten mahrum kalmaya, Allah'ın huzurundan kovulmaya lâyıksa onu da çok iyi bilir ve ondan yardımını çeker. Herkesin işlediği ve önceden yolladığı ameller ile hakettiği karşılığı verecektir. İhlâs ile amel edenlerin amelini asla unutmaz. Mümine düşen sadece amelini halisane, Allah rızası için yapmaktır. Allah Teâlâ onu gö­rür, kabul buyurur ve hesabını ameline göre görür. [59]


[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/59-60.


[57] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân, 1/428.


[58] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân, 1/429.


[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/60-65.