7 Nisan 2018 Cumartesi

BİDAT KAVRAMININ ANLAŞILMASI


Bidatler konusunun ele alındığı bu videoyu mutlaka izleyin; özellikle son kısmında sorulara verilen cevapları dinlemenizi tavsiye ederim.

http://www.siyervakfi.org/bidat-kavraminin-anlasilmasi/

DUAYLA KADER DEĞİŞİR Mİ?

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim”
Bismillahirrahmanirrahim

Kader, Allahü teâlânın, olacak şeyleri ezelde bilmesidir. Kaza, kaderde bulunan şeyleri, zamanı gelince yaratmasıdır. Yani kader, maaş bordrosu gibidir. Kaza ise, bu maaşın dağıtılmasıdır. Allahü teâlâ, herkesin ne yapacağını, nerede nasıl öleceğini bilir. Buna, kader, kısmet, baht, nasip, talih, yazgı, alınyazısı deniyor.

Bir film tekrar tekrar gösterilse, bunu önceden seyretmiş birisi, ikinci, üçüncü defa seyrederken, (Baş rolde oynayan oyuncu, attan düşüp ölecek) dese, o dediği için mi filmdeki oyuncu ölüyor, yoksa, söyleyen daha önce seyrettiği için mi biliyor?

Allahü teâlâ da insanların başlarına ne geleceğini bildiği için, bunları levh-i mahfuza yazmıştır.(Allah her canlının durduğu yeri ve sonunda bırakılacağı mekânı bilir. Hepsi açık bir kitapta [levh-i mahfuzda]dır.) [Hud 6]

Kaderin değişeni de, değişmeyeni de vardır. Mesela değişmeyen ecele, ecel-i müsemma denir. (Ecel bir an gecikmez ve vaktinden önce de gelmez.) [Araf 34]

İnsanın işine göre, ömrü ve rızkı değişebilir.(Allah, dilediğini siler, dilediğini değiştirmez. Ümm-ül-kitab [levh-i mahfuz] Ondadır.) [Ra’d 39]

Ümm-ül kitap, ezeli olan kelam-ı İlahinin yazılı olduğu kitaptır. Melekler, bunu anlayamaz. Zamanlı değildir. Allah’tan başka, kimse bilmez. Hiç yok olmaz. Levh-i mahfuzda değişiklik olur. Bunu melekler görür. İnsanın, işine göre, ömrü ve rızkı değişir. İyiler kötü, kötüler iyi olarak değiştirilebilir. (Herkesin ömrü ve ömürlerin kısalması elbette kitapta yazılıdır.)[Fatır 11]

Değişebilen kaza kadere kaza-i muallak denir. Bir kimse, iyi amel yapıp duası kabul olursa, o kaza değişebilir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:

(Kaza-i muallakı hiçbir şey değiştirmez. Yalnız dua değiştirir.)[Hakim]

(Kader, tedbirle, sakınmakla değişmez. Ama kabul olan dua, bela gelirken korur.) [Taberani]

(Sıla-i rahm ömrü uzatır.)
[Taberani]

Kaderin levh-i mahfuzda yazılması kazadır. Bir kimseye takdir edilen bela, kaza-i muallak ise, o kimsenin dua etmesi de takdir edilmişse, dua eder, kabul olunca belayı önler. Duanın belayı önlemesi de kaza ve kaderdendir. Şemsiye yağmura siper olduğu gibi, dua da belaya siper olur.

Ecel-i müsemma değişmez ama; Ecel-i kaza değişebilir. Bir örnek: İki kişi, Hazret-i Davud’a birbirini şikayet etti. Azrail aleyhisselam gelip,(Bu iki kişiden birinin eceline bir hafta kaldı. İkincisinin ömrü de, bir hafta önce bitmişti; ama ölmedi) dedi. Hazret-i Davud, hayret edip sebebini sorunca cevaben dedi ki:
(İkincisinin bir akrabası vardı. Buna dargın idi. Bu gidip onun gönlünü aldı. Bunun için Allahü teâlâ, bunun ömrünü 20 yıl uzattı.) [Levh-i Mahfuz ve Ümm-ül-kitab risalesi]

Dua, Allah’a yalvararak muradını istemektir. Allahü teâlâ, dua edeni sever, dua etmeyene gazap eder. Dua, gelmiş olan belaları giderir. Gelmemiş olanların da gelmelerine mani olur. Allahü teâlâ, (Bana halis kalb ile dua ediniz! Böyle duaları kabul ederim) buyurdu. Bunun için, dua etmek, namaz, oruç gibi ibadettir. Yine (Bana ibadet yapmak istemeyenleri, zelil ve hakir yapar, Cehenneme atarım) buyuruyor. (Mümin 60)

Allahü teâlâ, herşeyi sebep ile yaratmakta, nimetlerini sebeplerin arkasından göndermektedir. Zararları, dertleri def için ve faydalı şeyleri vermek için de, dua etmeyi sebep yapmıştır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:


(Dua, ibadetin aslı ve özüdür. Allah katında duadan makbul bir şey yoktur. Dua 70 türlü kazayı önler. Ömrün bereketini artırır.)[Tirmizi]

(Dua eden, üç şeyden hali değildir: Ya günahı affolur veya hemen hayırlı karşılığını görür, Yahut ahirette mükafatını bulur.)[Deylemi]

Duanın yapılması mukadderata bağlıdır. Takdirde dua varsa elbette yapılır. Duanın belayı önlemesi kaza ve kaderdendir.

İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Dua, kazayı, belayı defeder. Hadis-i şerifte (Kaza, ancak ve yalnız dua ile durdurulur) buyuruldu. (Tirmizi)

DUA söz konusu olduğu zaman, hemen pek çoğumuz yanlış bilgiyle şartlanmak yüzünden, “Aman canım kaderde ne varsa o olacak, DUA’ya ne gerek var!” deyiveririz.

Oysa, bu tamamıyla yanlış bir görüştür!

KADER kesindir ve hiç kimse bunun dışına asla çıkamaz.Burada çok önemli olan husus şudur: KADER’in tekniği!..

“KADER”i ancak DUA değiştirir.
Ömrü ise ancak iyilik uzatır. Şüphesiz ki, kişi işlemiş olduğu günah sebebiyle rızıktan mahrum edilir.”

“KAZA’yı ancak DUA geri çevirir... Ömrü ise iyilik uzatır.”

“Tedbirin kadere faydası olmaz; DUA’nın ise gelmiş ve gelmemiş musîbetlere faydası vardır; şüphesiz ki belâ iner, DUA onu karşılar ve kıyamete kadar çarpışırlar.”

Evet, bir yandan, kaderin değişmeyeceği belirtiliyor; diğer yandan DUA’nın kaderi, kazayı geri çevireceği açıklanıyor. Bu iki hususu nasıl birleştirip, nasıl bir sonuç elde edeceğiz?

Bilelim ki...

İnsanların kaderi takdir edilmiştir; her şey gibi... Ne var ki, DUA faktörü de bu KADER sistemi içinde yer alan bir faktördür; DUA ederseniz, kaderdeki olayı geri çevirebilirsiniz, kazayı reddedebilirsiniz; ancak bu DUA’yı yapmak, gene kaderinizin elvermesiyle mümkün... Yani, kaderiniz müsaitse DUA edebilirsiniz ve böylece de o gelecek olan olayı geri çevirebilirsiniz.

Kaderinizde kolaylaştırılmışsa DUA etmek, size o belâ veya musîbet gelmeden önce DUA edersiniz ve o olayın zararından korunmuş olursunuz.

Dolayısıyladır ki, tedbirle takdiri değiştiremezsiniz; fakat, takdirde varsa tedbir alır ve böylece de kazayı geri çevirmiş olursunuz.

Bu hususta Halife Ömer (r.a.), bize bir uygulamasıyla son derece önemli bir uyarıda bulunmuştu… Orduyla Şam’a giden Halife Ömer (r.a.) şehre yaklaştığı zaman, veba salgını olduğunu haber alınca orduya geri dönülmesi talimatını verir. Bu durum üzerine, kader kavramını anlayamayan ve işin şeklinde kalanlar şaşırırlar ve sorarlar:

— Allâh’ın kaderinden mi kaçıyorsun yâ Ömer?..
Kaderin tekniğini anlamış olan Hazreti Ömer (r.a.)’ın cevabı hepimize bir derstir:
— Allâh’ın kazasından Allâh’ın kaderine kaçıyorum!..

İşte yukarıda anlatılan cevap, bu kader konusunun “püf noktası”dır.
Kader mutlak ve kesindir!..
İnsan ise, kendisinden meydana gelenlerin neticesini görecektir!..

“...İNSAN İÇİN YANLIZCA ÇALIŞMALARININ (kendisinden açığa çıkanların) SONUCU OLUŞACAKTIR!” (53.Necm: 39) âyetini hatırlayalım...

İşte bu sebepledir ki, siz ne yapabiliyorsanız, elinizden ne geliyorsa onu yapmak zorundasınız... DUA edebiliyorsanız, hemen ediniz! Bir çalışma yapma imkânına sahipseniz, hemen yapınız! Korunmak için elinizden gelen bir şey varsa, hemen tatbik ediniz.

Biliniz ki; yapabildiğiniz, kaderinizin müsaade ettiğidir ve yaptığınızın sonucunu da mutlaka görürsünüz.

Bu yüzden denilmiştir; “DUA kazayı reddeder”, diye... Yani, o kazanın reddi sizin duanıza bağlıdır!.. O musîbetin size isâbet etmemesi, sizin o hususta dua etmenize bağlıdır. Dolayısıyla, dua edersiniz ve o kaza veya hoşlanmadığınız olay size isâbet etmez; ya da umduğunuz, olmasını istediğiniz olay o duanız vesilesiyle gerçekleşir.

Hazreti Rasûlullâh (s.a.v.) “KEŞKE” demeyi şeytan ameli olarak nitelemiştir. Bunun mânâsını çok düşünmek ve bu hususu iyi anlamak mecburiyetindeyiz... Niçin, “KEŞKE” demek yasaklanmıştır?..

Bilelim ki DUA, kader sistemi içinde yer alan çok önemli bir unsurdur…

DUA edebiliyorsanız, edebildiğiniz kadar DUA ediniz; hepsinin de faydasını, dünya hayatında anlayamayacağınız kadar fazlasıyla göreceksiniz. Zira, Allâh, kulunda ortaya çıkartacağı pek çok özelliği DUA şartına bağlamış; takdir ettiği pek çok şeye DUA’yı vesile kılmıştır. Bu yüzdendir ki, “DUA müminin silahı” olmuştur.

DUA, takdirin tüm güzelliklerinin size ulaşmasına vesile olan en değerli nimettir. Onu elden geldiğince çok ve güçlü olarak kullanan, en büyük nimetlere kavuşacak olandır.

Kaderi anlamayan cahil ise, DUA’yı terk eder; tüm mahrumiyet ve çileler de onu bekler!..

Konuyu Rasûlullâh AleyhisSelâm’ın şu açıklamasıyla bağlayalım:

“İçinizden her kime DUA KAPISI AÇILMIŞ ise, muhakkak ona rahmet kapıları açılmıştır ve Allâh’tan, kendisinden âfiyet istenilmesinden daha sevimli bir şey istenmemiştir.”


“DUA, inen belâya ve inmeyen belâya karşı faydalıdır. Ey Allâh’ın kulları, DUAYA SIMSIKI SARILINIZ!..”

Nasıl dua edersem duam kabul olur diyorsanız aşağıdaki yazıyı okumalısınız.



“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim”

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

Bir Tüccar Olarak Hz. Peygamber (sas)

Dersten Cümleler

• “Onlar dinden konuştular, ama asla dinden geçinmediler.”

• “El’in emeği ile değil, ellerinin emeği ile geçinmişlerdi.”

• Hz. Âdem’in çiftçi, Hz. Nuh’un marangoz, Hz. İdris’in terzi, Hz. İbrahim’in kumaşçı, Hz. Davud’un demirci, Hz. Süleyman’ın hasır sepet ustası, Hz. Zekeriyya’nın marangoz, Hz. İsa’nın ise annesinin eğirdiği iplikleri satan birisi, Hz. Hûd ile Hz. Salih’in tüccar, Hz. Eyyüb’ün çiftçi, Hz. Musa ve Hz. Şuayb’ın ise çoban olduğu…

• İstiğnâ yani gönül zenginliği ve başkasından bir şey istememek, Müslüman’ın en temel vasfıdır.

• Sahâbe’den biri: “Ya Resulullah! Bana bir amel söyle ki onu yaptığımda beni Allah da, insanlar da sevsin!” dedi. Efendimiz: “Dünyaya rağbet etme ki Allah seni sevsin. Başkalarının elinde bulunan şeylere göz dikme ki insanlar da seni sevsin.” buyurdu.

• Sahâbe’den Râfi b. Hadic’den rivayet edildiğine göre, birisi Efendimiz’e şöyle bir soru sordu: “Ey Allah’ın Resulü! Hangi kazanç daha helaldir/temizdir?” Efendimiz (sas) buyurdular ki: “Kişinin elinin emeği ile her makbul ve meşru alım-satım, en temiz/helal kazançtır.”

• “Rızkın onda dokuzu ticarettedir. Onda biri ise sığır ve deve gibi büyük veya (daha çok) koyun ve keçi gibi küçükbaş hayvanlardadır.”

• “Kendin ve ailen için helal yoldan çalış. Zira bu Allah yolunda cihad gibidir. Bil ki, Allah’ın yardımı meşru ticaretle birliktedir.”

• “Doğru ve emîn/güvenilir tâcir; peygamberler, sıddîkler ve şehitler¬le beraberdir.”

• “Sizden biriniz eline bir ip alıp, sırtına bir demet odun getirerek satması ve böylelikle Allah’ın bununla onun şerefini koruması, başkalarından bir şeyler istemesinden daha hayırlıdır. Kim bilir, belki de bir şeyler verilir minnet altında kalınır veya hiçbir şey verilmez zillete maruz kalınır.”

• Nübüvvet öncesi 40 yılın bir özeti: Yetim, Çoban ve Tüccar…

• “Amca! Ben çalışmak istiyorum!”

• “Allah hiçbir peygamber göndermemiştir ki, o çobanlık yapmış olmasın?”

• “Evet. Ben de Mekke’nin Karârit mevkiinde götürüp, koyunlarımı otlatırdım.”

• 12 yaşında ile ticari sefer için Busra’da…

• Efendimiz (sas) on altı yaşlarında iken diğer amcası Zübeyr b. Abdülmuttalib ile birlikte ikinci ticari sefere (Yemen’e) gidecekti.

• Yirmili yaşlara gelince tarih, O’nu (sas) ticaretin vesile olduğu bir müessese içerisinde kayıt edecekti. Bu müessese Hılfü’l-Fudûl denilen faziletliler birliği idi.

• “Ben İslamiyet öncesinde Abdullah b. Cüd’an’ın evinde yapılan sözleşmeye şahit olmuştum. Benim için o, vadi dolusu kırmızı develerden daha hayırlıdır. Vallahi! Eğer İslamiyet döneminde de bir daha çağrılsaydım, o evdeki ittifaka yine katılırdım.”

• Kim olursa mazlumdan yana, kim olursa olsun zalime karşı…

• Efendimiz’in (sas) Abdullah b. Ebî Hamsâ ile hatırası…

• “Ey delikanlı! Bana zahmet verdin, üç gündür burada seni bekliyorum.”

• “Tüm Mekkelilerin mallarına denk bir kervandı!”

• “Ticarette yemin, mal için sürüm sebebi olabilir, ama hakikatte ise kazancın bereketini yok eden bir şeydir.”

• “Şimdiye kadar üzerlerine hiç yemin etmediğim ve sevmediğim putlar adına mı yemin etmemi istiyorsun?

• Meysere’nin hayranlığı…

• “Allah (cc) bana Hatice’den daha hayırlısını vermedi!”

• Efendimiz’in Hatice annemizden gördüğü vefa ve o vefaya vefası…

• “Aişem! O Hatice’min arkadaşıydı, onunla Haticeli günleri konuştuk!”

• Medine’de ilk günlerde Efendimiz (sas) sadece gelen hediyelerle geçinmiştir.

• “Biz Muhammed ve Ehli Beyt’i asla sadaka yemeyiz, sadaka malların kiridir.”

• “Vallahi Urve! Biz hilali görüyorduk, sonra (başka) bir hilale, sonra (başka) bir hilale, sonra (başka) bir hilale bakıyorduk. İki ayda üç hilal görüyorduk da, evimizde yemek için ateş yanmazdı.”

• Mekke döneminde, Efendimiz’in es-Sâib b. Ebû’s-Sâib isminde bir ortağı vardır.

• “Benim Efendim, hiç böyle sofralara oturamadı, hiç üç kap yemeği bir arada göremedi.”


Muhammed Emin Yıldırım 

Tamamını videodan izlemenizi tavsiye ederim:

6 Nisan 2018 Cuma

CENNETİN 8 KAPISI

Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim
Bismillahirrahmanirrahim

Cennetin sekiz kapısı vardır. Hadislerde “Cennetin sekiz kapısı olduğu” açıkça ifade edilmiştir
Ebu Hureyre anlatıyor: Hz: Peygamber(a.s.m) şöyle buyurdu: “Kim Allah yolunda, malından iki şey harcarsa, cennetin kapılarından ‘Allah’ın kulu! Burası güzeldir, buradan girin’ diye çağrılır.

Namaz ehli olanlar/Sürekli namazını kılanlar, Salat(namaz) kapısından çağrılır. Cihad ehli olanlar, Cihad kapısından çağrılır. Oruç ehli olanlar/sürekli oruçlarını tutanlar Reyyan(su içip kanan) kapısından çağrılır. Sadaka ehli olanlar/Daima sadaka verenler, Sadaka kapısından çağrılır.” Bunun üzerine Ebu Bekir “Ey Allah’ın Resulü! Anam, babam sana feda olsun, bütün bu kapılardan çağrılması için kişinin ne yapması gerekir? Bu kapıların hepsinden çağrılacak kimse var mı?” diye sordu. Hz: Peygamber(a.s.m) “Evet, öyle ümit ediyorum ki, sen onlardan olacaksın” buyurdu.”
(Buharî, Savm, 4).


Bu hadiste, dört kapı zikredilmiştir: Salat, Cihad, Reyyan, Sadaka(Zekât).
Burada İslam esaslarından yalnız Hac anılmamıştır. Şüphesiz onun için de hususî bir kapı vardır(İbn Hecer, a.g.y). Geriye üç kapı kalır ki, onlar da şunlardır: İnsanları affedenlerin gireceği kapı “Affedenler/Af kapısı”, Bir hadiste “Cennetin bir kapısı vardır, ondan yalnız affedenler girecektir” buyurulmuştur(İbn Hacer, a.g.y).
Bir de Hesabı, azabı olmayan tevekkül ehlinin gireceği, “Eymen” kapısı.
Diğer kapı ise, Zikir veya ilim kapısı(a.g.y).

Özetlersek: Cennetin sekiz kapısı vardır: Salat, Cihad, Reyyan, Sadaka(Zekât), Hac, Af, Eymen(Sağ, mübarek) ve Zikir-İlim kapısı.
Demek ki, ehl-i ilim, İLİM kapısından girecektir.
“Her amel sahibi için ayrılan bir kapı vardır ki, onu işleyen kimse o kapıdan çağrılır”(Müsned, II/449) şeklindeki hadisten anlaşılıyor ki, her amelin kendine mahsus bir kapısı vardır. Oysa, ameller, sekizden çok daha fazladır. Buna göre, bu sekiz kapı, cennetin esas kapıları olan dış kapılarından sonra söz konusu olan iç kapılar şeklinde anlamak gerekir(İbn Hacer, a.g.y).
Cennetler, Kur’ân’ın, Allah’a inanan ve kötülük yapmaktan sakınanlara vaad ettiği ebedî mülkler, memleketler ve yurtlardır. Bu konuda söz Kur’ân’ın ve Kur’ân Peygamberinindir (asm). “Allah’a karşı gelmekten sakınanlara vaad edilen Cennetin altlarından ırmaklar akar, yiyecekleri ve gölgelikleri dâimîdir” buyuran Kur’ân bize Adn, Firdevs, Me’vâ ve Naîm Cennetlerinden haber verir.
Adn Cennetleri, mü’min erkekler ve mü’min kadınlar için hazırlanmış, ebedî, içlerinden ırmaklar akan, içlerinde muhteşem köşkler bulunan, Allah’ın rızâsının her an berâber bulunduğu; Rablerinin rızâsını dileyerek sabredenlerin, namaz kılanların, zekât ve sadaka verenlerin, iyilik yaparak kötülüğü ortadan kaldıranların babalarıyla, eşleriyle ve çocuklarıyla girecekleri, meleklerin her kapıdan girerek selâm verecekleri; diledikleri her şeyin içinde bulunduğu ; altın bilezikler takınacakları, ince ve kalın ipekten yeşil elbiseler giyerek tahtlar üzerinde oturacakları; yanlarında gözlerini eşlerine dikmiş yaşıt güzellerin bulunduğu ebedî mekânlardır.
Firdevs Cennetleri, îman edip sâlih amel işleyenlerin, içlerinde konaklarıyla birlikte ebedî kalacakları; huşu içinde namaz kılanların, boş şeylerden yüz çevirenlerin, zekâtlarını verenlerin, iffetlerini koruyanların, emânetlere riâyet edenlerin, sözlerini yerine getirenlerin içlerinde temelli kalacakları ve vâris olacakları ebedî mülklerdir.
Me’vâ Cenneti, îman eden ve sâlih amel işleyenlerin varacakları, Allah’tan korkanların, Allah’ın verdiği rızklardan sarf edenlerin girecekleri; Hazret-i Muhammed’in (asm) gözünün gördüğünü gönlünün yalanlamadığı, Cebrâil (as) ile birlikte Sidre-i Müntehâ’da Allah’ın varlığının büyük delilleriyle (Âyet’ül-Kübrâ) berâber gördüğü bâkî memlekettir.
Naîm Cennetleri, Allah’a içten bağlı olan kulların girecekleri ve karşılıklı tahtlar üzerinde kurulacakları, kendilerine sayısız rızk ve meyvelerin ikrâm edileceği, baş ağrısı vermeyen, sarhoş etmeyen, içenlere zevk veren bembeyaz bir kaynaktan doldurulmuş kadehlerin sunulacağı, yanlarında iri gözlü, bakışlarını yalnızca eşlerine çevirmiş zevcelerinin bulunacağı; hayırda ve iyilikte önde olanların; ve Allah’a en çok yakın olanların girecekleri ve süslenmiş tahtlara karşılıklı olarak yaslanacakları, ölümsüz gençlerin yanlarında baş ağrısı ve baş dönmesi vermeyen bembeyaz bir kaynaktan doldurulmuş kâseler, ibrikler, kadehler, seçecekleri meyveler ve arzu duyacakları kuş etleriyle dolaşacakları, yanlarında inciler gibi ceylan gözlülerin bulunduğu, boş ve günaha götüren bir söz duymayacakları, sâdece selâma karşılık “selâm” sözü duyacakları, dikensiz sedir ağaçları, salkımları sarkmış muz ağaçları, uzamış gölgeler altında, çağlayarak akan sular kenarlarında, bitip tükenmek bilmeyen ve yasak da edilmeyen meyveler arasında, yüksek döşekler üzerinde ebedî ziyâfetlere konacakları bâkî diyarlardır.
Bunlar, Kur’ân’ın Cennet âyetlerinden sâdece bir kaçı. Peygamber Efendimiz (asm) sekiz cennetten haber verir ve meselâ abdesti tam ve kâmil alarak, abdestin sonunda “Şehâdet Kelimesi” getirenlerin sekiz Cennetin kapısından dilediklerinden girebileceklerini müjdeler.

İlim tahsil eden kimseyle ilgili, Ebu Davud’un Sünen’inde ise özetle şu hadisler yer almaktadır: “İlime giden yol, cennete giden yoldur”; “Dolunay yıldızlardan ne kadar parlak ise, âlimler de gece gündüz ibadet eden zahidlerden o kadar üstündür”; “Alimler, peygamberlerin vârisidir”; “Birinden ilim istenir de, oda bildiğini öğretmezse, ahirette Cehennem ateşi ile cezalandırılır.” Tirmizî ise, Sahih’inin “Kitabü’l-İlm” bölümünde şu genel anlamları içeren hadislere ver vermektedir: “İlim peşinde koşmak, Cennete kapı açmaktır”; “İlim yolunda giden, o yoldan dönmedikçe Allah yolundadır.” “İlim peşinde koşmak her Müslüman için farzdır."
Buna göre hakiki ilim talebesinin cennetin bütün kapılarından gireceği ümit edilir.


Sorularla İslamiyet

Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

Ticaretten Medeniyete Medine Pazarı

Dersten Cümleler

Efendimiz (sas) buyurmuşlar ki:

“Doğru ve emîn/güvenilir tâcir; peygamberler, sıddîkler ve şehitler¬le beraberdir!” Tirmîzî, Buyû, 4
Hz. Peygamber (sas) 13 yıllık zorlu Mekke hayatından sonra hicret yurdu olan Medine’ye göç etmek zorunda kalmıştı.

Medine’nin, Mekke’den farkları…

Benû Kaynuka, kuyumculuk, Benû Nadir, tarım ve özellikle hurma üreticiliği ve Benû Kurayza Ddericilik yapıyorlardı.

“Arapların mallarından ne kapsak kârdır ve bu hususta bizler mesul ve günahkâr olmayız. Zira onlar hak yolda değillerdir.”

Atılan adım ve Bakîyü’z-Zübeyr’deki ilk çadır çarşı…

Ka’b b. Eşref’in çadırı, yıkıp, yakması…

Efendimiz (sas): “Yaptığımız bu iş Yahudileri kızdırdı. Demek ki biz doğru bir iş yapmışız. Bundan sonra kendi çarşımızı öyle bir yere taşıyacağız ki, onlar bu sefer daha fazla kızacaklar.”
Sonraki adım ve kabristanlık üzerine tesis edilen kalıcı çarşı…

“İşte bu sizin pazarınızdır, burada sabit köşeler, yerler edinme

İslam toplumunun inşasında atılan yedi önemli adım:

1- Mescid
2- Menzil
3- Mektep
4- Muahât
5- Vesika
6- Ordu
7- Çarşı

Mescid ile kalpleri, mektep ile akılları, çarşı ile mideleri doyurması…

Çarşıda atılan adımlar:

1- Pazarda tekelleşmeye son verilmesi.
2- Pazar vergisini kaldırılması.
“Burada hiç kimseden hiçbir şey karşılığında vergi alınmayacaktır.”
3- Faizin her çeşidini yasaklaması
4- İhtikâr yani stokçuluğun her türünü kaldırması

“Stokçu/karaborsacı ne fena bir kuldur; fiyatların düştüğünü öğrenince üzülür, yükseldiğini duyunca sevinir.”

5- Piyasanın serbest ve adil rekabetini sağlaması ve haksız rekabeti yasaklaması
Efendimiz (sas): “Şehre mal getiren ticaret kafilesini yolda karşılamayın. Kim karşılar da ondan bir şey satın alırsa, malın (ilk) sahibi pazara indiğinde muhayyer olur.”

6- Malın mal ile eşyanın eşya ile takasını yasaklaması

7- Devletin piyasaya müdahalesini yasaklaması

“Narh koyan, bolluk ve darlık veren, rızıklandıran ancak Allah’tır.”

İslam’ın Ticarete Hediye Ettiği Bir Kurum: Hisbe
Hastane, Rasathane, Üniversite ve Hisbe Teşkilatı…
Efendimiz (sas) bir dönem muhtesib olarak Hz. Ömer’i, başka bir dönem Abdullah b. Said’i Medine Çarşısı için, fetihten sonra ise Said b. Âs’ı Mekke Çarşısı için görevlendirmiştir.

Ayrıca Efendimiz’in iki hanım sahabîyi de çeşitli zamanlarda bu alanda istihdam ettiğini görmekteyiz. O hanımlardan bir tanesi Şifa bint Abdullah, bir diğeri ise Semra bint Nüheyk’tir.
Muhtesibler çarşı-pazarda neleri kontrol ediyorlardı?

1- Çarşı ve pazarın genel nizamını/işleyişini kontrol etmek.
2- Fiyatları kontrol etmek.
3- Ürünlerin kalite kontrollerinin yapılması.
Aldatan bizden değildir.”
4- Ölçü ve tartıların kontrol edilmesi.
“Ölçek Medine’nin ölçeği, tartı ise Mekke’nin tartısıdır.”
5- Neceşe/müşteri kızıştırmaya engel olmak.
6- Çok ve gereksiz bir şekilde yemin edenleri uyarmak.
“Yemin mala rağbeti artırır ancak bereketi giderir.”
7- Haram kılınmış malların alım-satımını engellemek.


Muhammed Emin Yıldırım

 Tamamını videodan izlemenizi tavsiye ederim:

RABBİMİZLE YAPTIĞIMIZ SÖZLEŞME

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Kâlu belâ, insanların, Yüce Allah’ın birliğini ikrar, Rablığını tasdik ettikleri vakittir. Elest bezmi, bu anlaşmanın yapıldığı toplantıdır. Allahu Tealâ, kıyamete kadar gelecek bütün insanların ruhları ve baba sulbündeki zerreleriyle bir anlaşma yapmıştır. Bu anlaşma, Kur’an-ı Hakim’de şöyle anlatılır:

“Ey Rasulüm! Onlara o vakti hatırlat, hani Rabbin, Ademoğullarından, bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendi nefislerine şahit tutarak: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? dedi. Onlar da: Evet, sen bizim Rabbimizsin dediler. (Onlarla birlikte Biz ve meleklerimiz buna) şahitlik ettik ki, kıyamet günü: Biz bundan gafildik, haberimiz yoktu demeyesiniz. Yahut, bizden önce babalarımız Allah’a ortak koştu, biz de onlardan sonra gelen bir nesildik; onların izinden gittik. Batıla dalanların yüzünden bizi helak mi edeceksin? şeklinde küfrünüze mazeret ileri sürmeyesiniz diye böyle yaptık.” (A’raf/172-173)

Allahu Tealâ’nın kulları ile yaptığı bu misakı (ilahi sözleşmeyi), şimdilik hatırlamıyor olsak bile, Yüce Rabbimizin hatırlatmasıyla, bizim O’nunla böyle bir sözleşme yaptığımızı kesin olarak kabul ederiz. Biz unuturuz, fakat Rabbimiz unutmaz, biz yanılırız, ancak O yanılmaz. Biz zamana bağlıyız, O ise zamanı yoktan var edendir, zaman ve mekan O'nu bağlamaz.

İnsanoğlunun varlık alemine ilk adımı, ruhuyla oldu. İlahi ilimde bilinen ve ezelde takdir edilen insan vücudunun, yokluktan varlığa geçişi ruhuyla gerçekleşti. Ruh, dünya aleminde kendisini taşıyacak vücutla ana rahminde buluştu. İnsanın ilk zerreleri, ilahi kudretle belli bir kıvam ve şekil aldıktan sonra, ruhla ayrı bir güzellik ve özellik kazandı; böylece insanın madde alemindeki hayatı başladı. Ruhla bütünleşen bu et ve kemikten meydana gelen vücutta, insani özellikler ve kabiliyetler oluştu. İnsanın bünyesine, hayvanlardan ayrı olarak, kalp, akıl, düşünce, hafıza, şuur, sevgi gibi insanı insan yapan özellikler yerleştirildi. Bütün bu özellikler ona Rabbini tanıması için verildi.

Her insan, Yüce Yaratıcısını tanıyacak özellik ve kabiliyette yaratıldı. Yani Allahu Tealâ, ana rahminde şekil verdiği insanla ikinci anlaşmayı yaptı. Ona, benliğini verirken, bir benlik şuuru da verdi. Ayrıca onu, varlığının sahibini tanıyacak, onu hissedecek ve sevecek bir özellikle donattı. Böylece Allah cc, kulu ile yeni bir anlaşma yapmış oldu. Sanki insana “sana bunları verdim, onların gereği şunları isterim” dedi. İnsanın bu şekilde iman ve İslam fıtratı üzere yaratılması, insani özelliklerle donatılması, kendisinden iman ve İslam’ın gereklerinin beklenmesi için bir sebep oluşturdu.

Bu sıfat ve özelliklerle dünyaya gelen insana, Allah cc, onun zerreleriyle ve fıtratıyla yaptığı anlaşmaları hatırlatacak ve gereğini öğretecek peygamberler gönderdi. Peygamberlerin gelmesiyle üçüncü bir sözleşme gerçekleşti. Bu tebliğ, uyarı ve fiili anlaşma buluğ çağında yapıldı. Yani buluğ çağına gelen her insana Allah’ın cc daveti ulaştırıldığında, artık ruhuyla verdiği sözü tutması istendi ve vicdanına yerleştirilen Allah inancına uygun hareket etmesi. Allah’ın cc davetine uyması ve fıtratındaki gerçekle zıtlaşmaması gerektiği hatırlatıldı. Aksi durumda insan mesul olacak, hesap verecek ve ceza çekecektir.

Buluğa ermeden ölenler, birinci ve ikinci sözleşmenin gereğini yapmakla mükellef olmadıkları için, hesaba çekilmezler. Çünkü sözleşmenin yerine getirilmesi, akıl ve buluğ şartına bağlı olarak istenmektedir.

Hz. Peygamberin (A.S.) başında bulunduğu İslam daveti kendisine ulaşan buluğa ermiş her akıllı insan, ilk iki sözleşmenin gereği olarak bu davetten sorumludur. Akıllı olup buluğa erdiği halde, Rabbiyle yaptığı sözleşmelerin hiç birisine sahip çıkmayan, fıtratını bozan, insanlık değerlerini kaybeden ve Rabbini unutup eşyaya tapan insanlık, dünyada ve ahirette mutlu olamayacaktır. Çünkü imansızlık ve şirk, insan kalbi ve fıtratı için en büyük kötülüktür. Tevbe edilmezse bunun cezası da büyük olacaktır.

Arifler demişlerdir ki: Kalp, iman, ibadet, zikir, fikir ve sevgiyle uyanır, asli safiyetine kavuşursa, Allahu Tealâ’ya ruhu ve bütün zerreleriyle verdiği sözü hatırlar, fıtratına konmuş Allah sevgisini tadar, her şeyin O’na şahitlik yaptığını görür, kainatla birlikte zikre geçer. Her şey O’nun varlığına, birliğine ve sonsuz rahmetine şahitlik ederken, insanın kendi varlığını bile ihmal etmesi ve küfre girmesi ne kadar acıdır.

Allahu Tealâ’dan kalp safiyeti ve iman selameti dileriz.


N.Toprak

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

4 Nisan 2018 Çarşamba

HADİSLERLERLE ARAMIZI AÇMAYIN!!

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Bismillahirrahmanirrahim


Beni çok üzen  bir meseleyi tekrar ele almak istedim.


Modern zamanlar, pek çok İslamî hüküm, değer ve inancın bizzat Müslümanlara tartıştırıldığı bir zaman olarak karşımıza çıkıyor. Her ne kadar biz benzer bir durumun Sahabe kuşağı henüz hayattayken yaşandığını görüyor isek de, arada önemli bir fark var: O dönemlerde bu meseleleri tartışanlar, Müslüman toplum tarafından hiçbir zaman benimsenmemiş, hep eğreti durmuş, hep "sapkın" olarak değerlendirilmiştir. Bugünse bilhassa Osmanlı'nın tarih sahnesinden çekilmesiyle birlikte, bir devlet gücünü, bir sermaye birikimini arkasına alan bu tür yapılanmalar, elde ettikleri imkânlarla bid'atlarının propagandasını yapıyor; bu suretle her geçen gün daha fazla sayıda insana ulaşıyor. Şu hakikatin altını kalın çizgilerle çizelim: Bu akım ve kişiler ilim bakımından Ehl-i Sünnet'ten ileride olduklarından değil, bid'atlarının propagandasını etkin olarak yapma imkânına sahip bulunduklarından toplumun bir kesimi nezdinde itibar sahibi oluyor.

Usta bir propaganda dili kullanılarak insanımıza, asırlardır din adına yanlış bilgilendirildikleri telkin ediliyor ve bu telkini yapanlar, bu "tarihî arıza"yı (!) "Kur'an adına" düzeltmek için canla başla çalışıyor!!

Abdullah b. Abbâs (r.a)'ın naklettiğine göre Hz. Ömer (r.a) bir konuşmasında "recm"den bahsetmiş ve şunları söylemiştir: "Bu konuda sakın aldanmayın! Zira recm, Allah Teala'nın haddlerdinden bir haddir. Dikkat edin! Resulullah (s.a.v) da recmetti; O'ndan sonra bizler de bu cezayı uyguladık. Eğer insanların, "Ömer, Allah'ın Kitabı'na, onda olmayanı ilave etti" deme ihtimali olmasaydı, recm hükmünü mushafın (bir sayfasının) kenarına yazardım. (…) Dikkat edin! Sizden sonra birtakım insanlar gelecek; recmi, şefaati, Deccal'ı, kabir azabını ve (günahkâr) bazı (mümin) kimselerin cehennemde (bir süre azap görüp) karardıktan sonra oradan çıkacağını yalanlayacaklar."
Bu, son derece ilgi çekici bir rivayettir. Hz. Ömer (r.a)'ın, burada söylediklerini "kendi tahmini" olarak söylediğini düşünmek mümkün değildir. Burada ileride cereyan edecek bir durumdan haber verilmektedir ve Efendimiz (s.a.v)'den işitilmiş bir bilgiye dayandığında şüphe yoktur.

Hz. Ömer (r.a)'ın haber verdiği bu hususlar, ulema tarafından, Hz. Ali (r.a) döneminde ortaya çıkan Hariciler tarafından dile getirilen bid'at görüşlerle tefsir edilmiştir. Rivayetin böyle tefsir edilmesi elbette yanlış değildir. İslam tarihinde Sünnet konusunda arızalı ilk algı tarzı Hariciler'de görüldüğü için bu açıklama tarzı isabetlidir.

Bu bid'at tavrın, geçmişteki Sünnet inkârcılarının günümüzdeki uzantılarından da ortaya çıkmasına şaşırmamalıdır. Asıl şaşırmamız gereken, bize 1400 sene önce haber verilmiş bulunan bu ve benzeri sapmaların teşhisi konusunda görülen tereddütlerdir.

Benzeri bir durumu "kader" meselesinde de görüyoruz. Bu konudaki rivayetlerin "Emevi uydurması" olduğu büyük bir rehavet içinde söyleniyor…

Bazı hadisçiler hadise hizmet edip onu yayacaklarına, doğruyu yanlıştan ayıracak bir yol izleyeceklerine veya hadisleri şerh edeceklerine sanki hadislerin kökünü kazımaya çalışıyorlar."
İslam'a ve Hz. Peygamber'e (s.a.v.) zarar dışarıdan gelmez. Dışarıdan tahribat ve saygısızlık yapanları millet iyi tanır ve notunu verir. Ciddiye almaz, adam yerine koymaz, cevap vermeye bile değer bulmaz.
Ama bazı tahrifatçı ve tahribatçılar daha çok zarar verir. Çünkü o, sureti hakikatten görünüp bozar. Düşmanlık yaparken "biz ıslahatçıyız" der. Hadislere saldırırken onun gayesi doğruyu yanlıştan ayırmak değil, hadislerle müminlerin arasını açmaktır. Çünkü o insanları Kuran'a davet ediyorum, derken insanları Hz. Peygamber'i (s.a.v.) ve hadisleri terk etmeye davet ediyordur. Hedefi budur. Yüreksiz olduğu için bunu söylemez. Şimdilik Hz. Peygamber'i (s.a.v.) ve hadisleri tasfiye edecek, sonra da Kuran-ı Kerim'i işlevsiz hale getirmek için her türlü yolu deneyecek. Eski din mensupları kitapları değiştirdiler. Bunlar ise -Kuran'ı- değiştiremeyeceklerine göre, Kuran-ı Kerim'in ayetlerini anlamlarının dışına taşırmak için Kuran'ın en önemli tefsiri olan hadisleri kaldırmaya, işlevsiz kılmaya çabalıyorlar.
Peki niye böyle yapıyor bazı akademisyenler? Çünkü onlar yıllarca eğitimini aldıkları "oryantalistlerin" temsilcileri haline gelmişlerdir. Çünkü onlar bir gayrimüslimin kitabına baktığı gibi Kuran'a baktıkça, Hz. Peygamber'den (s.a.v.) uzaklaştıkça kalplerine mühür vurulmuştur. Esas dertleri vahiyledir. Vahyin doğru anlaşılmasıyla ilgilidir.
Kuran-ı Kerim'i tahrif etmek için (yani ayetleri anlamlarından başka yerlere kaydırmak için) Hz. Peygamber'i (s.a.v.) ve hadislerini etkisiz hale getirmek için çabalar, uğraşırlar.
Sözlerinde edep yoktur. Hz. Peygamber'den (s.a.v.) bahsederken bir arkadaşlarından bahsediyor aymazlığı içindeler. İhlastan nasipsizdirler. Kuran-ı Kerim'i tefsir ederken kendi heva ve heveslerine göre hareket ederler. Hz. Resul'den (s.a.v.) uzaklaştıkça yüzlerine, hareketlerine, söylemlerine nasipsizlik siner.

İslam'ın ilk yıllarında Efendimiz (s.a.v.) Kuran-ı Kerim dışında herhangi bir metnin - insanlar tarafından- yazılmasını yasakladı. Bu geçici yasak, yazılacak her hangi bir metin Kuran'a karışır endişesinden kaynaklanıyordu. Ancak 'suffa' denilen üniversite kurulunca, taşlar yerine oturunca bu yasak kaldırıldı. 'Veda Haccında' da bu izni alenileştirdi ve hatta bunu 'farz haline' getirdi.
Hz. Peygamber (s.a.v.) veda hutbesinde şöyle buyurdu: "Beni dinleyin ve belleyin. Dediklerimi duyanlar, bugün burada olmayanlara iletsin. Benim sözümü işitip ezberleyen sonra da işittiği gibi başkasına ileten kişinin Allah yüzünü ağartsın." (Ebu Davud, ilim, 10; İbn Mace, Mukaddime 18)
Hz. Peygamber (s.a.v.) sözlerinizi unutuyorum diyen birisine de elinden yardım iste -yaz- diyerek hadis yazmasına teşvik etmiştir. (Hatıb, et-Takyid, 65) Netice itibariyle Hz. Peygamber'in (s.a.v.) hadislerin yazılmasını emrettiğini görmemiz mümkün.

Bazıları diyorlar ki Hz. Peygamber'in (s.a.v.) ancak birkaç hadisi olabilir. Bundan daha büyük cehalet ve bilgisizlik olabilir mi? Hadislerin çok olmasından daha doğal ne olabilir ki! Çünkü hadis, Hz. Peygamber'in (s.a.v.) konuşmaları, sohbetleri, yürümesi, uyuması, neleri helal sayıp yaptığı, neleri yapmadığı, sorulan sorulara cevapları, gülmesi, ağlaması, cami sohbetleri, ticari ilişkileri, alışverişleri, sulhu, savaşı, ailesiyle irtibatı, evlilik-boşanma, yüzme -ağaç aşılama- hukuki meselelerle ilgili açıklamaları gibi hayata dair her şeydir. Bir insanın 24 saatinde ne varsa bütün bunlar hadisin konusudur. Varsayınız, Hz. Peygamber'in (s.a.v.) bir gününü kitaba geçirelim. En azından 50 sahifelik bir yazılı metin haline gelir. Bu da en azından 100 hadise denk gelir.
Peygamberimizin peygamberlik süresi 23 yıldır. Bazı günler öylesine yoğun bir gündemi olmuştur ki, onlarca olay art arda gelişmiştir.
Bunu güne çevirdiğimizde, 8200 güne yakın bir yaşam anlamına gelmektedir. Hz. Peygamber (s.a.v.) 8200 gün peygamberlik dönemi geçirdi. Her gün sadece bir defa konuşmuş olsa(!) bu dahi 8200 hadise denk olur. Efendimiz hayatı boyunca, bir günde bir defa da mı konuşmadı! Böyle bir iddia ne kadar akılsızca ve bilimsellikten uzak olur. Ancak aklı, kalbi ve şuuru mühürlenmiş olanlar böyle bir iddiada bulunurlar.
Yüzbinlerce hadis aktarılmasına rağmen Hz. Ebu Hureyre (yavru bir kediye olan düşkünlüğünden dolayı, Hz. Peygamber O'na kediciğin babası anlamında Ebu Hureyre demiştir) bu hadislerden sadece (5374) tanesini aktarmıştır. Buhari, Müslim, İbn Mace, Ebu Davud gibi büyük İslam âlimleri, sahih hadisleri bulmak için öyle sert ve acımasız bir kontrolden geçirmişlerdir ki kitaplarına aldıkları hadislerin sayısı (mükerrer hariç) on bini ancak bulmuştur. Bu bile hadislerin ne kadar hayati bir önem taşıdığını göstermek için yeterlidir. Bu bile bugün elimizde olan hadislerin ne kadar büyük bir hazine olduğunu ispat etmek için yeterlidir.
Sahih hadisler Yüce Rabbımızın bize verdiği en büyük nimettir. Bu hadisler sayesinde Hz. Peygamber'in bütün hayatı, hayatına ve sözlerine ait her ayrıntı, hangi ayetin hangi olaydan önce veya sonra veya hangi gerekçeyle indiği, nerede bize ne emrettiği, bizi nelerden sakındırdığı gibi hayati bütün bilgiler bizlere ulaşmıştır.

Peygamberimiz (s.a.v.) döneminde "hadisleri" işlevsiz kılmaya çalışan bazı ferdi çıkışlar olduğunda, hem sahabe ve hem de âlimler gerekli cevapları doğrusu çok da sert tonda seslendirmişlerdir.
Bir grup insan, hadis okuyan birine derler ki; bunu bırak. Bize Allah'ın kitabından bahset. Bu sözü duyunca Halife Hz. Ömer (r.a.) sinirlenir ve bu nasipsiz adama şöyle der:
"Sen ahmak birisin. Allah'ın kitabında namaz ve oruç konusunu açıkça (yani namazın nasıl kılınacağı, kaç rekat olacağını, neler okuyacağını, orucun nasıl tutulacağını nelerin bozup bozmayacağını) bulabiliyor musun? Kuran'ın bu konudaki hükümlerini sünnet (Hz. Peygamber'in (s.a.v.) uygulamaları ve sözleri) açıklamaktadır. (Suyuti, Miftahul Cenne, 85)

Okuduğu Kuran-ı Kerim ruhunu anlamaktan uzak olan ve Hz. Resul'ün dindeki tartışılmaz yerinin farkında olmayan bir başkası büyük İslam âlimi Said bin Cübeyr'i dinler. Said bin Cübeyr, hadis rivayet etmektedir. Adam şöyle der: "Bu söylediğin Allah'ın kitabına muhaliftir." Said bu cahile şöyle der: "Bir daha Resulullah'tan hadis rivayet ederken, Onun Allah'ın kitabına çelişik olduğunu söylediğini görmeyeyim. Resulullah (s.a.v.) Allah'ın kitabını senden iyi bilirdi."
Zaten problemin kaynağı budur. Dini bildiğini zanneden bir kesimde, Hz. Peygamber'e (s.a.v.) karşı nasipsizlik, hazımsızlık ve bilgisizlik vardır. Dünkü putperest Arapların, "peygamberlik niye Muhammed'e indi" itirazıyla, bugün Hz. Peygamber'i (s.a.v.) sıradan biri haline indirgemeye çalışan bu kalpleri kaymışlar arasında bir fark var mıdır? Tabiin ulemasından olan büyük hukukçu Eyüp Sahtiyani (v:131) bir adamın bize Kuran'dan başka bir şey anlatmayın dediğini aktardıktan sonra şöyle der: "Bir kişiye sünnetten (hadislerden) bahsettiğinde, bunu bırak bize Kurandan haber ver derse bil ki o adam sapıktır."
Büyük sahabe, hadis inkârcılığını Hz. Peygamber'i (s.a.v.) inkârla bir sayıyordur. Hz. Ebu Said el-Hudri (r.a.) hadis rivayet etmesine muhalefet eden birisine şöyle der: "Vallahi seninle ebediyen aynı çatı altında bulunmayacağım." Günümüzde de Yüce kitap Kuran-ı Kerim'in adı kullanılarak, Kuran ile Hz. Peygamber ve hadisler arasına mesafe konulmaya çalışılmakta, Hz. Peygamber'in pratiği yok sayılmaya gayret edilmektedir. Hadissiz ve Peygambersiz bir din!
Mezhep âlimleri İslam'ın iki temel kaynağı olan Kuran-ı Kerim ve Hz. Peygamber'in (s.a.v.) hadislerini içtihatlarının dayanağı yapmışlardır. Sünnet İslam'ın tartışılmaz ikinci kaynağıdır.


Ebu Hanife (İmamı Azam)
: O metodunu şöyle açıklıyor "Resulullah'tan gelen baş üstüne. Sahabeden gelenleri seçeriz. Birini tercih ederiz. Allah'ın kitabını alır. Kabul ederiz. Onda bulamazsam efendimizin sünnetine dönerim.


İmam Malik: O önce Kuran'a bakar, sonra da hadislere. O, bilinen ve sahih olan hadislerle amel etmiştir.


İmam Şafii: Kuran-ı Kerim'e ve dinin ikinci kaynağı olan hadislere bakar. Hatta İmam Şafii ahad hadisleri bile içtihadında öne alır.


İmam Ahmed (Hanbeli Mezhebi): Ona göre Kuran-ı Kerim ve sahih hadis bulununca hiçbir insanın sözüne itibar edilmez.


Netice itibariyle: Ancak İslam'dan nasibini almamış bazı kişiler ve sapkın olan mezhepler, hadisleri inkâr etmişlerdir.

Bu türlü meseleler söz konusu olduğunda evvel emirde yapılanın bir "zihin oyunu" olduğunu unutmamakta fayda var. Önce Kur'an'ın bu meselelere delalet etmediğine inandırılırsınız. İş hadis rivayetlerine kaldığında yapılacak şey bellidir: "Uydurma" der, meseleyi bitirirsiniz.


E.Sifil


Konuyu pekiştirmek için linklerdeki yazıları da mutlaka  tekrar okuyunuz .
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

MEVLA TEALA'DAN BİR ULTİMATOM!!


“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Bismillahirrahmanirrahim

"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!.." (Hud 112)


Dosdoğru olmak, Allah'ın cc emrettiği şekilde istikamette olabilmek ve kalabilmek gerçekten çok zor.Bu ayeti kerime nazil olunca Efendimiz sas ,"Hud suresi beni ihtiyarlattı" buyurmuştur. Mübarek saç ve sakalında o güne kadar bir tane bile beyaz tel yokken, bu ayet-i kerime nazil olduktan sonra emrin ağırlığı ve zorluğu sebebiyle saçında ve sakalında beyazlar görülmeye başlamıştır.

Biliyoruz ki Efendimiz'in sas ahlakı Kur'an'dı.Yani Kur'an ne emrediyorsa Onun hayatında var, neden nehyediyorsa Onun hayatında zerre kadar yoktu. Dolayısıyla eğer Kur'an'ı Kerim "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol" buyurduysa, hiç şüphe yok ki Efendimiz sas öyleydi. Nitekim Rabbimiz cc bir ayet-i kerimesinde: "(Ey Habibim! Sen) Dosdoğru bir yol üzerindesin!" (Yasin,4) buyurmuştur.

Peki böyle olmasına rağmen Mevla'nın bu hitabı O'nu neden ihtiyarlatmıştı?..

Efendimiz'e sas "Beni ihtiyarlattı" dedirtecek kadar zor gelen şey,aslında ayetteki istikamet emrinin Kendisiyle olan kısmından ziyade, ümmetiyle yani bizimle alakalı olan kısımdır.Çünkü Hud Suresi'ndeki ayet-i kerime şöyle devam etmektedir: "...Seninle beraber bulunan ve tövbe etmiş olanlar da dosdoğru olsunlar..."

Dünya ve ahiret saadetinin reçetesini bizlere sunan Kur'an-ı Kerim öyle bir kitaptır ki, alime söyler cahile öğretir...Havasa anlatır avama dinletir...Geçmişten bahseder ,geleceğe işaret eder.. Habibine söyler ümmetine emreder..İşte Mevla Teala bu ayet-i kerimede de Habibine söylüyor,ümmetine yani bize emrediyor.

Buna rağmen bu ayetteki emrin ağırlığı Efendimizin sas mübarek sakalını ağartmışken,acaba emrin muhatabı olan bizleri ne derece etkiledi?

Ayet-i kerimeye dikkat edersek Rabbimiz cc sadece ; "dosdoğru ol" buyurmuyor da, "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol" buyuruyor. Yani hiç kimse kendi aklına,anlayışına ve kendi ölçülerine göre değil,emrolunduğu gibi dosdoğru olmalı. Çünkü iyi-kötü,güzel-çirkin, doğru ve yanlış gibi kavramlar kişiden kişiye ,toplumdan topluma değişebilir. İnsan yaşadığı beldenin örf ve anenesinin, okuduğu okulun veya görüştüğü çevrenin etkisi altında kalarak doğru olana yanlış ,faydalı olana zararlı ve haklıya haksız diyebilir.

Bir batılıya göre ,hatta bizim ülkemizde de modern yaşayan! kesimde de çok normal kabul edilen namus kavramı,kadın-erkek ilişkileri ,içki içmek,uyuşturucu kullanmak, bir takım entrikalarla başkalarının mallarını çalıp gasp etmek çok normal gelmektedir.Çünkü şeytan yapılan çirkin işleri süsler ve öyle bir pencere açar ki, o pencereden bakan insan yaptığı tüm melanetleri (büyük kötülük, lanetlenecek iş veya davranış) meziyet zanneder,güzel görür.Nitekim Rabbimiz cc bir ayet-i kerimede: "Şeytan onlara yaptıklarını süslü göstermiş ve onları doğru yoldan alıkoymuştur.Bunun için onlar doğru yolu bulamıyorlar." (Neml,24) buyurmuştur.

En berbat kişi dahi doğru yolda olduğunu iddia edebilir.Fakat asıl doğru vahyin bildirdiği,Rabbimizin cc emrettiğidir.Allah-u Teala ne buyurmuş ne emretmişse doğru odur.Her işimizde Allah'ın cc kitabına göre hareket etmeliyiz. Efendimiz sas bizlere örnek olarak gönderilmiştir.Her konuda olduğu gibi "doğruluk" konusundaki örneğimiz de Odur.Batıl yolların, yanlış fikir ve akımların her zamankinden çok daha fazla olduğu günümüzde sırat-ı müstakimden ayrılmadan ,sapmadan,sapıtmadan cennet yolunda yürüyebilmek için mutlaka Efendimiz'in sav yolunu takip etmek lazımdır.Zira O,dosdoğru yol üzeredir.Rabbimiz cc bir ayet-i kerimede: "..Muhakkak ki Sen dosdoğru bir yol üzeresin." (Zuhruf,43) buyurmuştur.

Onun nurlu yolunda yalanın,aldatma ve hıyanetin zerresi dahi yoktur.Ömrü hayatında şaka dahi olsa bir kere bile yalan söylediği vaki değildi.Onun şakaları dahi gerçeğe muvafıktı.

Günümüzde "beyaz yalan veya masum yalanlar" altında söylenen nice gerçek dışı sözlere şahit oluyoruz.Halbuki her yalan çirkindir ve aldatmadır.

Bir keresinde Efendimiz'in sav huzurunda, bir hanım çocuğuna seslendi: "evladım buraya gel sana birşey vereceğim." 
Bunun üzerine Efendimiz sav sordu:"ona ne vereceksin?"
"hurma vereceğim Ya Resulellah."
"şayet onu aldatıp birşey vermeyecek olsaydın,bu söz amel defterine yalan olarak yazılacaktı..."

Ne ibretlik bir hadise...Kişinin çocuğuna söylediği basit bir sözde bile yalana, yanlışa asla rıza göstermeyen dosdoğru bir peygamber..

Doğruluk İslam'ın özüdür.Bu sebepten bir Müslüman'ın en önemli vasfı doğruluk olmalıdır.Zira bir Müslümanı münafıktan ayıran yegane özellik doğruluk değil midir?

İstikamet üzere olmak;Allah'tan cc başka hiçbir kuvvete boyun eğmemektir.Şan-şöhret,makam-mevki,para-pul gibi bir takım dünyevi menfaatler uğruna safını terk etmemektir.Bu yolda ilerlerken kınayıcının kınamasından korkmamak , "acaba birileri ne der?" endişesi taşımamaktır.Her türlü baskı,tehdit veya zorlamalara rağmen eğilmeden,bükülmeden,kıvırmadan,dimdik bir duruş sergilemektir.

Rabbimiz cc hepimize bu yolda devam, sebat, istikamet ihsan eylesin.AMİN.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

2 Nisan 2018 Pazartesi

BİR MEZHEBE UYMAK ŞART MI?


“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim”

Bismillahirrahmanirrahim

Mezheb, takip edilen dini yol anlamına geliyor. Hanefi, Şafi, Hanbeli ve Maliki mezheblerinin hepsine Ehl-i Sünnet Mezhebleri deniyor. Bu mezhepler itikatda tek mezhebtir, yani dördüne de; “İtikatta Ehl-i Sünnet Mezhebi ” denilir. Ehl-i Sünnet Yolu demek, Peygamber (aleyhissalatü vesselam) Efendimizin ve eshabının İslama inanış ve uygulayış biçimi demektir. Rasulullah aleyhisselam’dan sonra Tabiin devrinden itibaren mezhepler yaygınlaşmaya başlamıştır. Başlangıçta dörtten daha çok ehli sünnet mezhebleri varken zamanla diğerleri unutulmuş olup, sadece geriye dördü kalabilmiştir.

İslam ayrı mezhep ayrı değildir.
Mezhebe uymam Kur'anla amel ederim demek, Kanunlara uymam, yalnız Anayasaya göre hareket ederim demek gibi yanlıştır. Çünkü Anayasada bütün hükümler, bütün cezalar bildirilmemiştir. Anayasa, kanunlara havale etmiştir. Kanunlardan başka tüzükler, yönetmelikler de çıkmıştır. (Anayasa varken, kanuna lüzum yok) demek ne kadar yanlış ise, (Kur'an varken, mezhebe lüzum yok) demek, bundan daha yanlıştır. Kur’an-ı kerimi hadis-i şerifler, hadis-i şerifleri de mezhep imamları açıklamıştır. Kanunlar, Anayasanın gösterdiği istikamette hazırlanmış, mezhepler de, Kur’an-ı kerimin ve hadis-i şeriflerin gösterdiği istikamette teşekkül etmiştir.
Ben İslam’a göre hareket ederim, mezhebe uymam demek, Ben devletin emrine uyarım. Fakat, kanunu, polisi, hakimi dinlemem demeye benzer. Çünkü İslam’a uymak demek, dört hak mezhepten birine uymak demektir. İslam ayrı, mezhep ayrı değildir.

Mezhep imamı ne demektir?
Mezhep imamı demek, Kur’an-ı kerim ve hadis-i şeriflerde açıkça bildirilmiş olan din bilgilerini, Eshab-ı kiramdan işiterek toplayan, kitaba geçiren büyük âlim demektir. Açıkça bildirilmeyenleri, açıkça bildirilmiş olanlara benzeterek meydana çıkaran derin âlimlerdir. Eshab-ı kiramın herbiri müctehid ve mezhep imamı idi. Herbiri kendi mezhebinde idi. Hepsi de, mezhep imamlarımızdan daha üstün idi.

Bir mezhebe tâbi olan müslüman şöyle der:
(Kur’an-ı kerime uymak istiyorum. Fakat, Kur’an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden kendim hüküm çıkaramıyorum. Anladığım hükümlere güvenemem ve uymam. Mezhep imamının anlamış olduğuna güvenirim ve uyarım. [Nasıl ki dünya işlerinde işin ehline gidiyor, yani bir yerim ağrıyınca notere değil de doktora, hem de mütehassısına gidiyorsam, kendi ilacımı kendim yapmayıp, kendi kendimi ameliyat etmiyorsam, daha hassas olan din işinde de müctehid olan İslam âlimine yani mezhebimin imamına gider, ona teslim olur, dediklerine harfiyen uyar, yaparım.] Çünkü o, benden daha âlimdir. (Kendi anlayışı ile mana çıkaran kâfir olur) hadis-i şerifinden korkarım. İlimlerinin, takvalarının, sonra gelenlerden kat kat üstün olduğu hadis-i şeriflerle bildirilmiş olan o büyük âlimlerin bile, Kitâbdan ve Sünnetten çıkardıkları hükümler birbirine benzemiyor. Hüküm çıkarmak kolay olsaydı, hep aynı şeyi anlarlardı.)

Din imamlarımız, Kur’an-ı kerimden mana çıkarmaya kalkışmadılar. Kendilerini bundan âciz gördüler.(Allah bana akıl vermiş ben Kur’an’ı kendim yorumlarım diyenlere duyurulur!) Resulullahın sas Kur’an-ı kerime nasıl mana verdiğini Eshab-ı kiramdan sorup araştırdılar. Eshab-ı kiramın anladıklarını da, kendi anlayışlarına tercih ettiler. İmam-ı a'zam hazretleri, herhangi bir sahabinin sözünü kendi anladığına tercih ederdi. Resulullahtan ve Sahabeden bir haber bulamayınca, ictihad etmek zorunda kalırdı.

(Ebu Hanife “rahimehullah” dedi ki: Kitabullaha ve Resulullahın hadisine ve Sahabenin sözlerine uygun olmayan bir sözümü bulursanız, bu sözümü bırakınız! Onları alınız!

İmam-ı Şafi’i dedi ki: Kitabımda, Resulullahın sünnetine uymayan bir şey bulursanız, benim sözümü bırakıp, Resulullahın sünnetini alınız!)

Bu din, edep dini, tevazu dinidir. Cahil cüretkâr olur, kendini âlim sanır. Âlim olan tevazu gösterir. Cehenneme gidecekleri hadis-i şerifle haber verilen 72 bid’at fırkasının reisleri de derin âlim idi. Fakat onlar, ilimlerine güvenerek, Kitâbdan, Sünnetten mana çıkarmaya kalkıştılar. Böylece, Eshab-ı kirama uymak şerefine kavuşamadılar. Onların doğru yollarından saptılar.

Dört mezhebin âlimleri, derin ilimlerini Kur’an-ı kerimden ahkam çıkarmakta kullanmadılar. Buna cesaret edemediler. Resulullahın ve Eshab-ı kiramın bildirdiklerini anlamakta kullandılar.

Allahü teâlâ, insanlara, (Kur’an-ı kerimden hüküm çıkarın) demiyor. (Resulümün ve Eshabının çıkardığı hükümlere uyun, bunları kabul edin) buyuruyor. (Resulüme itaat edin, ona tâbi olun) âyet-i kerimesi ve (Eshabımın yoluna sarılın) hadis-i şerifi, bunu açıkça bildirmektedir. Âlimler bile, Kur’an-ı kerimin manasını anlamakta güçlük çekerken, bir cahil, murad-ı ilahiyi bilmeden nasıl olur da, Allah şöyle buyuruyor, Resulullah böyle buyuruyor, diyebilir? Derse, dediği nasıl doğru olabilir? Allahü teâlâ, böyle söylemeyi yasakladı. Tefsir âlimleri ve mezhep imamları bile, bu sözü söylemeye cesaret edememiştir. Anladıklarını bildirdikten sonra, (bu benim anladığımdır, doğrusunu Allah bilir) demişlerdir. Kur’an-ı kerimin manasını Eshab-ı kiram bile anlamakta güçlük çeker, Resulullaha sorarlardı.

Dört mezhepten birini taklit etmeyen dalalete düşer, zındık olur, başkalarını da yoldan çıkarmakta şeytana yardımcı olur. Bugün var olan 4 mezhebin hepsi haktır, sahihtir. Birinin, ötekisi üzerine üstünlüğü yoktur. Çünkü, hepsi aynı din kaynağından alınmıştır.

Dört mezhebin imamları ve onları taklit eden âlimlerin hepsi, her müslümanın 4 mezhepten dilediğini taklit etmekte serbest olduğunu bildirdiler. Allahü teâlâ, amelde mezheplere ayrılmaktan razı olduğunu, Habibi vasıtası ile bildirdi. Resulü, bu ayrılığın rahmet olduğunu bildirdi. Müctehid olmayanın, bir mezhebe uyması gerekir. Resulullah efendimiz sav Kur’an-ı kerimde kısa ve kapalı olarak bildirilenleri açıklamasaydı, Kur’an-ı kerim kapalı kalırdı. Resulullahın sas vârisleri olan mezhep imamlarımız, hadis-i şeriflerde mücmel olarak bildirilenleri açıklamasalardı, sünnet-i nebeviyye kapalı kalırdı. Böylece âlimler, Resulullaha sas uyarak, mücmel olanı açıklamışlardır. Nahl suresinin 44. âyetinde, (İnsanlara indirdiğimi onlara beyan eyle) buyuruldu. Beyan etmek, açıklamak demektir. Âlimler de açıklayabilselerdi ve Kur’an-ı kerimden ahkam çıkarabilselerdi, Allahü teâlâ Resulüne, sana vahiy olunanları tebliğ et der, beyan etmesini emretmezdi.) (Mizan)

Dört mezhebe uyanlar, birbirinin kardeşidir. İmanları aynıdır. Ameldeki bazı ayrılıkları da, Allah’ın rahmetidir. Allahü teâlâ, müctehid olmayanın bir müctehide uymasını emredip (...ve ülülemrinize itaat edin) buyuruyor. (Nisa 59)

Ülülemr, nasslardan ahkam çıkarabilen âlimlerdir. (Nisa 83)

Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Ülülemr, Fıkıh âlimleridir.) [Darimi]

Ülülemrin Fıkıh âlimi olduğu, Tefsir-i kebirin 3. cildinin 375., İmam-ı Nevevi’nin Müslim Şerhinin 2. cildinin 124. sayfasında ve Mealim ve Nişapur tefsirlerinde de yazmaktadır. İsra suresinin (O gün her fırkayı imamları ile çağırırız) mealindeki 71. âyeti, Ruh-ül beyan tefsirinde açıklanırken, (Mezhebin imamı ile çağırılır. Mesela ya Şafii yahut ya Hanefi denilir) buyuruluyor.

İbni Âbidin hazretleri buyuruyor ki:
(Bir işin, bir ibadetin sahih olması için dört mezhepten birine uygun olması gerekir. Bir ibadeti yaparken, şartlarından biri, bir mezhebe, başka biri de başka mezhebe uygun olursa, bu ibadet sahih olmaz.)(Redd-ül-muhtar s. 51)

S. Ahmed Tahtavi hazretleri, Dürr-ül-muhtar haşiyesinin zebayih kısmında buyuruyor ki:
(Bugün her müslümanın 4 mezhepten birinde bulunması vaciptir. Dört mezhepten birinde bulunmayan Ehl-i sünnetten ayrılır. Ehl-i sünnetten ayrılan da sapık veya kâfir olur.)

Mezhepler kardeştir.
Bir mezhepte bulunan Müslüman, diğer üç mezhepteki Müslümanları kardeş bilir. Onları incitmez. Birbirlerini severler, yardım ederler. Allahü teâlâ, Müslümanların imanda birleşmelerini, emrediyor. Böyle inanmaya, Ehl-i sünnet denir. Bütün Müslümanların, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi inanmaları gerekir. Sonradan çıkan bid’at fırkalarının inanışlarının bozuk olduğunu bildiren muteber kitaplar çoktur.

Amelde mezheplerin bir olmayıp, çok olmasının, lüzumlu, faydalı olduğu, akıl ile de kolay anlaşılmaktadır. İnsanların yaratılışları birbirlerine benzemediği gibi, sıcak çölde yaşayanlara, bir mezhebe uymak kolay olurken, kutuplara yakın yerlerde yaşayanlara, başka mezhebe uymak kolay geliyor. Dağda yaşayanlara, bir mezhep kolay iken denizcilere, bu mezhep güç oluyor. Bir hastaya bir mezhep kolay iken, başka hasta için, başka mezhep kolay oluyor. Tarlada çalışanlarla, fabrikada çalışanlar için de, bu ayrılış görülmektedir. Herkes, kendine daha kolay gelen mezhebi seçip, taklit ediyor veya bu mezhebe tamamen geçiyor.
Bid’at fırkalarının istedikleri gibi, tek bir mezhep olsaydı ve herkes tek bir mezhebe uymaya zorlansaydı, bu hâl çok güç, hatta imkansız olurdu. Resulullah efendimizin rahmet olarak bildirdiği, dört hak mezhepten birine uymak gerekir.

Mezheplere karşı olanlar, Kur’an var, Hadisler var. Bunlara rağmen mezheblere gerek var mı? Mü’minlerden arapça bilenler Kur’an’ın bizzat kendisinden, arapça bilmeyenlerde meallerinden dinlerini öğrenemezler mi?”diye soruyorlar.Bu :
“Eczane var, hastane var, eczacıya ve doktora ne gerek var?” veya; “Okul var, kitab var, o halde öğretmene ne gerek var?” demek gibi bir şey.

Kur’an ve Hadis-i Şeriflerden hüküm çıkarabilecek ictihat derecesinde bir alim olmak için İmam-ı Gazali gibi ilmi, Süfyan-ı Sevri Hazretleri gibi takvası olması gerekir. Her arapça bilen müctehid olabilseydi, Ebu Cehiller Ebu Lehebler imansız kalırmıydı? Hangi okuma yazması olan birisi tıp fakültesini okumadan, sadece tıp kitablarını okuyarak kalb ve beyin ameliyatı yapabiliyor?

Bugün mü’minleri dinlerini öğrenmek için sadece meal okumaya yönlendiren bazı din görevlileri, aslında o müslümanların ayaklarını farkında olmadan cehenneme kaydırıyorlar. İmam-ı Şafii Hazretleri:
“Bizler yalnız Kur’an-ı Kerim’den dinimizi öğrenmeye çalışsa idik, beş vakit namazın nasıl kılınacağını dahi bulamazdık. Zira Allahu Teala Kur’an’da beş vakit namazı emrediyor, ama nasıl kılınacağının detaylarından açıkça bahsetmiyor. İşte bu durumda Peygamber efendimizin hadislerinde aradıklarımızı bulabiliyoruz.”

Kafanıza takılabilecek başka bir mesele de peygamberimizin zamanında mezheplerin olup olmadığı olabilir . Ona da cevap verelim inşallah: peygamberimiz sas zamanında elbette mezhepler yoktu çünkü peygamberimiz sas vardı .Sahabeler sorularına vahiy yoluyla cevap alıyorlardı fakat peygamberimizin sav vefatıyla vahiy kesildi ,sorularına cevap verilemiyordu artık .Sonrasında herkes kurandan ve hadisten hüküm çıkaramayacağı için bazı alimlerin, imamların hükümler çıkarıp fetva hazırlama zorunluluğu oluştu.

İtikat ve amel diye iki kısımdan meydana gelen İslam dininde, mezhepler, ameli (pratikte yaşanan) kısımları konu edinir. Birden fazla mezhebin meydana gelmesi, nazari prensiplerin mezhep imamlarınca farklı anlaşılmasından ileri gelmiştir. (Mektubat, 449 )
Konuyu örneklerle daha iyi anlayabiliriz inşallah:

Mesela Hz. Peygamber (asm.) efendimiz namaz kılarken mübarek alınlarına taş batar ve alınları kanar. Hz. Ayşe (r.a.) validemiz taşı Peygamber (asm.) efendimizin alnından alarak yere atarlar. Peygamber (asm.) efendimiz yeniden abdest alarak namazlarını kılarlar. Hanefi mezhebi imamı İmam Azam Ebu Hanife hazretleri ile Şafii mezhebi imamı İmam Şafii hazretleri abdesti bozan meseleleri ele alırken bu meseleyi değerlendirirler. İmam-ı Azam hazretleri, “Peygamber (asm.) efendimizin alnına batan taş kan çıkardığı için efendimiz abdest almıştır.” hükmüne varırken; Şafii hazretleri abdestin bozulmasını Hz. Ayşe (ra.) validemizin Peygamber (asm.) efendimizin alnına dokunmasına bağlamıştır. Böylece Hanefi mezhebinde az bir kan abdesti bozan sebeplerden biri olurken, Şafii mezhebinde kadının temasıyla abdestin bozulması kaide olarak benimsenmiştir. Görüldüğü gibi her iki hüküm de doğrudur ve haklı bir gerekçeye dayanmaktadır.

Mezhep imamları İslami meselelerde değil, uygulanış tarzında kendilerine göre haklı sebeplerle ihtilaf etmişlerdir. 


Bir başka örnekle pekiştirelim;mesela abdest alırken başa meshetmekte bütün imamlar ittifak etmişlerdir. Ancak meshin tarzında ve miktarında ihtilaf etmişlerdir.

Abdesti bizlere farz kılan Rabbimizin, “Başınıza meshediniz.” emri “bi ruusikum” ibaresiyle gelmiştir. Dillerin en zengini olan Arapça’da çeşitli kelimelerin başına gelen ‘b’ harfi, bazen “güzelleştirmek”, bazen “bazı” manasını vermek, bazen da “bitiştirmek” manasını vermek için gelir. Abdest ayetinin “ruusiküm” kelimesinin başına gelen ‘b’ harfini mezhep imamlarının her biri ayrı manada anlamışlar ve bundan farklı bir uygulama ortaya çıkmıştır.

Bunun içindir ki İmam-ı Malik hazretleri: “Başa meshederken, başın tamamı meshedilmelidir. Zira buradaki ‘b’ harfi kelimeyi güzelleştirmek için gelmiştir. Kendi başına bir manası yoktur” der.

İmam-ı Ebu Hanife hazretleri ise: “Bu ‘b’ bazı manasına gelen ‘b’dir. Başın bir kısmı meshedilse kafi gelir” der.

İmam-ı Şafii hazretleri ise: “Bu ‘b’ bitişmek manasına gelen ‘b’ dir. Sadece elin başa bitişmesi, birkaç kıla değmesi kifayet eder, mesh tamam olur” der. Hal böyle olunca mezhep imamlarının her birinin hak yolda oldukları, teferruattaki ayrılık gibi görünen hükümlerin bir ihtilaf konusu olmadığı kendiliğinden ortaya çıkar ve kötü maksatlı olanların iddialarını havada bırakır...

Bir zamanlar gazete sütunlarından Müslümanlara meydan okurcasına sorulan ve halen köşe bucak tekrarlanan bir soru vardır: “Hak bir olur; nasıl böyle dört mezhebin ayrı ayrı, bazen birbirine zıt hükümleri hak olabilir?”

Bu soruya Bediüzzaman Said Nursi hazretleri özetle şu cevabı verir: “Bir su, beş muhtelif mizaçlı hastalara göre beş hüküm alır. Önemli miktarda su kaybeden bir hastaya su içmesi vaciptir, şarttır. Yeni ameliyattan çıkmış bir hastaya zehir gibi zararlıdır. Tıbben ona haramdır. Diğer bir hastaya kısmen zararlıdır; su içmek ona tıbben mekruhtur. Diğer birisine zararsız menfaat verir, tıbben ona sünnettir. Diğer birisine de ne zarardır ne de menfaattır. Tıbben ona mübahtır afiyetle içsin... İşte burada hak taaddüt etti, birden fazla oldu. Beşi de haktır. “Su yalnız ilaçtır, yalnız vaciptir, başka hükmü yoktur.” denilebilir mi?

İşte bunun gibi İlahi hükümler mezheplere uyanlara göre değişir. Hem hak olarak değişir ve her biri de hak olur, maslahat olur.

Peygamber (asm.) efendimiz bir mucize olarak bu imamların geleceklerini ve büyük bir vazife yapacaklarını daha bunlar gelmeden haber vermiş ve bu mümtaz şahsiyetler de yapmış oldukları hizmetlerle Resulullah (asm.) efendimizi fiilen tasdik etmişlerdir... 


Konunun detayları aşağıda linki verilmiş yazılarda mevcuttur.Okumanızı tavsiye ederim.

Dinimiz İslam'dan faydalanılmıştır.


“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim”

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

SALİH KULLARIN SİZE DUA ETMESİNİ İSTER MİSİNİZ?

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim”
Bismillahirrahmanirrahim


Eshab-ı kiramın, Ehl-i sünnet âlimlerinin, evliya zatların, bütün namaz kılanların ve meleklerin size dua etmesini istiyor musunuz ? O zaman yapanlar yapmayanlara duyursun!!!

Hikmet ehli zatlar buyuruyor ki: Peygamber efendimiz SAV, Cenab-ı Hakk’a teşekkürün Ona iman etmekle, yani Müslüman olmakla olacağını bildirdi. Allahü teâlâ, kendisine iman edip, İslam’ın şartlarını yerine getirenlerden razı oluyor, teşekkürlerini kabul ediyor. İslam’ın beş şartından biri namazdır. O hâlde namazını kılmayan, Allahü teâlânın nimetlerine teşekkür etmemiş olur. Ona teşekkür etmeyip namazın kıymetini bilmeyen kimseden de, namaz kılma nimeti gider, o kimse, namaz kılmaktan mahrum kalır.

Namazdan mahrum kalmak ne demektir? Düşünün ki, namazın içinde, Ettehıyyatü’de bütün salih kullara selam veriyoruz, dua ediyoruz. (Salih kul) demek, (Allahü teâlâyı seven kul) demektir. Başta Eshab-ı kiram olmak üzere, Ehl-i sünnet âlimleri, evliya zatlar, bütün namaz kılanlar ve melekler, hep salih kullardır. Çünkü Allahü teâlâya ibadet ediyorlar. Bütün bu mübarek varlıkların hepsine selam veriyoruz. Onların da selama cevap vermesi gerekir. O hâlde, selam verildiğinde, o mübarek salih kullar da, bize selam vererek dua ediyorlar. Selam, dünya ve âhiret saadeti için en iyi duadır, selamette olmak demektir.

Namaz, öyle bir ibadet ki, nerede olursak olalım, dünyada ne kadar Müslüman namaz kılıyorsa, namaz kıldığımız için bize dua ediyorlar. Biz bir selam veriyoruz, karşılığında namaz kılan Müslümanların hepsi bize dua ediyor. Allahü teâlâ bir insanı böyle bir ibadetten, böyle bir duadan mahrum bırakırsa, bundan daha büyük felaket olur mu?

Şu hâlde namaz, müminin hem dünyada, hem âhirette rahat etmesini, kurtulmasını, çok sevab kazanmasını, milyonlarca Müslümanın duasına kavuşmasını sağlayan bir sistem ve eşsiz bir ibadettir. Dünyanın neresinde olursa olsun, hangi renkten, hangi ırktan olursa olsun, bu kadar geniş bir kitlenin, başka türlü böyle tek bir program içerisinde olabilmesinin imkânı yoktur. Onun için namaz, bütün Müslümanlar arasında ortak bir lisan, ortak bir ibadet, ortak bir duadır, birlik ve beraberliktir. İşte ümmet demek de budur. Yani aynı anda, aynı Peygambere, aynı şekilde inanmak ve ona tâbi olmak demektir. Namaz kurtuluştur. Her gün ezan okunurken ve her farz namazda ikamet getirilirken, (Haydi kurtuluşa gelin!) buyuruluyor. Bu mübarek davete icabet etmelidir ve bu eşsiz nimete kavuşulmaya çalışılmalıdır.


Dinimiz İslam'dan faydalanılmıştır.

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim”


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR