7 Aralık 2023 Perşembe

Dâru'l-harp (dârülharp) olmanın şartları nelerdir, Türkiye dârülharp midir?


İslam âlimlerine göre bir yerin harp diyarı (dârülharp) olması için hangi şartların olması gerektiğini ve Türkiye'nin harp diyarı olup olmadığını kısaca özetleyelim:

Önce dârülharp ve dârülislâm mefhumlarının tariflerini ver­mekte fayda görüyoruz. Ö. Nasuhî Bil­men Hukuk-u İslâmiye ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamûsu'nda dârülislâm ve dârülharbi şöyle tarif eder:

«Dârülislâm, Müslümanların hâkimiyeti altında bulunup Müslümanların emn ve eman içinde yaşayarak dinî vazifelerini ifa ettikleri yerlerdir. Müslümanlar ile aralarında müsalâha bulunmayan gayri müslimlerin hâkimiyeti altında bulunan yerler de dârülharptir» (1)

Sadece bu tarifler dahi dikkatle mü­talâa edilirse, Türkiye'nin diyarıislâm olduğu ve bu vatana dârülharp diyenlerin bu iddialarında hiçbir hakikat payı bulunmadığı açıkça anlaşılır.

Zaten bu mevzuda ortaya atılan görüşler mücerret iddia olmaktan ileri gidememiştir. Bir delile dayanmayan, hakikat payı olmayan mücerret iddialara ise itibar edilmez. Her ilimde olduğu gibi şer'î ilimlerde de meselelerin kesin delillere istinad etmesi asıldır. Ve yine her ilimde hüküm, o sahanın mütehassıs âlimlerine aittir. Şer'î ilimlerin mütehassısları başta dört büyük mezhebin imamları olmak üzere müctehidler ve fıkıh âlimleridirler. Bu sebeble kim olursa olsun din adına konuşan bir kimse müçtehidin-i izamın içtihadlarını, fıkıh âlimlerinin fetvalarını aynen intikal ettirmek mecburiyetindedir. O zevat-ı kiramın fikirleri bütün zamanlara kâfi ve vâfidir.

Tarihçe sabittir ki, bugüne kadar müçtehidin-i izam hazretlerini hiçbir kimse aşamamıştır. Kendilerinden sonra gelen hiçbir müdakkik âlim, onlara müsavat iddiasında bulunmadığı gibi, bu asırdaki bir takım haddi mütecavizler de ortaya mücerred iddiadan başka bir şey koyamamışlardır.

Bu kısa açıklamadan sonra Şafiî ve Hanefî mezheblerinin «dârülharp» ve «dârülislâm» hakkındaki hükümlerini izah edelim:

Şafiî mezhebine göre, bir diyar yahut bir memleket bir defa dahi olsun Müslümanlar tarafından zaptedilmiş ise, o diyar ve o memleket artık kıyamete kadar «dârüIİslâm»dır. Böyle bir memleket sonradan kâfirlerin eline geçse bile, bu hüküm değişmez. Hatta Müslümanlarla barış halinde bulunan gayri müslimlerin ülkeleri de «dârülharp» değildir (2).

İmam-ı Şafiî'nin içtihadı açık ve te'vilsizdir. Demek ki Şafiî mezhebine göre değil Türkiye; Yugoslavya, Bulgaristan, Yunanistan, Buhara, Semerkant, Kırım bile «dârülharp» değil, «dârülislâm»dır. İmam-ı Şafiî'ye göre, bir diyarın «dârülharp» olması için, Müslümanların idaresi altına hiç girmemiş olması ve Müslümanlarla sulh halinde olmaması lâzımdır.

Hanefî mezhebinde, bir «dârülharp», «ahkâm-ı İslâm'ın bazısının icrası ile «dârülislâm»a inkılâp eder (3). Bu hususta ittifak vardır. Bir «dârıislamın», «dârıharb»e inkılâp etmesi hususunda ise, iki ayrı görüş mevcuttur. Bu görüşlerden birincisi îmamı A'zam Hazretleri'ne, diğeri ise İmameyn'e (İmam Muhammed ve İmam Yûsuf) aittir.

İmam-ı A'zam'a göre «dârülislâm»ın «dârülhab»e inkılâp edebilmesi için aşağıdaki üç şartın birlikte tahakkuk etmesi lâzımdır. Eğer bu şartlardan birisi noksan olursa, yine o diyar, «dârıîslâm»dır, «dârülharp» değildir.

1. İçerisinde küfür ahkâmı bitemamiha -yani yüzde yüz- tatbik edilecek. Küfür ahkâmının yüzde yüz tatbik edilmediği meselâ, sadece cuma ve bayram namazlarının kılınabildiği bir diyara «dârülharp» denemez. Serahsî bu hususta şöyle buyurur:

«Bu şartın tahakkuku için orada şirk ahkâmının tamamiyle açıktan açığa icra edilmesi ve İslâm ahkâmının kat'î surette kaldırılmış olması gerekmektedir. Burada İmam-ı A'zam hâkimiyet ve kuvvetin tamamiyle ehl-i küfürde olmasına itibar eder.»(4).

Yani, bu şartın tahakkuku için bir îslâm memleketinde hâkimiyet ve galebenin noksansız bir şekilde kâfirlerde olması lâzımdır. Bazı arızalar sebebiyle ehl-i küfrün hâkimiyetinde bir noksanlık olursa orası «dârülharp» olamaz. Nitekim sadece cuma ve bayram namazlarının ifa edilmesiyle orası «dârülislâm» olur. Ve yine fukahâdan İsticabî'nin içtihadına göre, «Bir diyar­da İslâm'ın sadece bir tek hükmü dahi icra edilebiliyorsa, o diyar 'dârülislâm'dır.»

İbn-i Âbidin'e göre «Bir diyarda Müslümanların ahkâmı ile müşriklerin ahkâmı birlikte icra edilirse, orası yine 'dârülislâm'dır(5). Bezzaziye'de, «Pey­gamber Efendimiz (asm) Medine-i Münevvere'ye teşriflerinde orada Yahudiler ve müşriklerin hükmü cari olduğu halde Resûlüllah Efendimiz (asm)'in İslâm icraatına başlamasıyla o beldenin «dârülislâm»a inkılâb ettiği» kaydedilir(6).

2. O diyar «dârülharp»e muttasıl olacak, yani o diyarın sınırları ve komşu hudutları tamamen kâfirler tarafından kuşatılmış olacak. Eğer bir diyarın hudutlarından herhangi bir tarafı «dârülislâm»la muttasıl, yani bir Müslüman memleketine komşu olursa, o diyar «dârülharp» olamaz. Çünkü İmam-ı A'zama göre «Bir Müslüman memleketle komşu olan Müslümanlar tamamen mağlûp sayılmazlar. O Müslüman memleket ile imanî, ahlâkî, itikadî, içtimaî, siyasî, ticarî ve an'anevî ilişkilerini devam et­tirebilirler; İslâmî şeairi yaşatabilirler.»

Bu noktada bir hususun açıklanmasında fayda vardır. Gayri müslimlerce ihata şartı, müstakil İslâm devletleri için değil, gayri müslim bir devletin hükmü altında bulunan ve kendini müdafaadan aciz vilâyet, köy ve kasabalar için söz konusudur. (Rusya’daki Müslüman köyler gibi.) Nite­kim, fakîhlerin bu mevzuyla ilgili izahlarında «devlet» değil, «belde», «dar» ifadeleri kullanılmıştır. Yoksa kendini müdafaaya muktedir ve müstakil bir İslâm devleti, her taraftan gayri muslim devletlerle kuşatılmış olsa da, yine «dârülharp» olmaz.

3. İçinde eski eman ile emin bir Müslüman veya zımmî kalmamış olacak. Yani o beldede daha önce can ve mal güvenlikleri mevcut olan Müslümanların veya zımmîlerin (gayr-i muslini azınlıkların) bu güvenlikleri bir kâfir istilâsıyla ortadan kalkmış olacak. Bu üçüncü şart, ancak bir İslâm beldesinin kâfirlerin istilâsına uğraması halinde geçerlidir.

Serahsî bu hususu şöyle beyan eder:

«Bir beldede emin bir müslim veya zımnimin kalmış olması, müşriklerin hâkimiyetinin tam olmadığına delildir. Çünkü fukahâ-i İzam, sonradan arız olana değil de, asıl olana itibar ederler. Burada asıl olan ise, oranın «dârülislâm» olmasıdır. Bir zımmî veya müslimin orada kalmış olması, asıldan bir emaredir. Bu emare var oldukça, asıldan bir iz kalmış demektir ve o diyar «dârülislâm» hükmünde devam eder.»(7)

Şimdi İmam-ı A'zam'ın öne sürdüğü bu üç şartı bir misal ile izah edelim:

Daha önce bir îslâm memleketi olan Endülüs sonraları Hristiyanlar tarafından işgal edilmiştir. Müslümanların hiçbir cihetle mal ve can güvenliği kalmamış, küfür ahkâmı yüzde yüz tatbik edilmiştir. Bu ülkenin hiçbir İslâm ülkesi ile de sınırı yoktur, İmam-ı A'zam'ın ileri sürdüğü üç şart Endülüs'te birlikte tahakkuk ettiği için orası «dârülharp»dir.

İmameyn ise, «dârülislâm»ın «dârülharp»e inkılâp etmesini «orada şirk ahkâmının yüzde yüz tatbik edilmesine ve gayri müslimlerin Müslümanlar üzerinde mutlak galebesine» bağlamışlardır. Bu ise bir îslâm beldesinin gayri müslimlerce tamamen istilâ edilmesine bağlıdır. Meselâ, Batum yüzde yüz Rus hâkimiyeti altında bulunduğu ve içerisinde küfür ahkâmı yüzde yüz tatbik edildiği için, îmameyn'e göre «dârülharp»dir. Şayet Batum'da herhangi bir islâm ahkâmına müsaade edilirse, (Bayram ve cuma namazlarının kılınması gibi) orası yine îmameyn'e göre, «dârülharp» olmaktan çıkar.

Şimdi îmam-ı A'zam'm öne sürdüğü üç şartın memleketimiz için geçerli olup olmadığını inceleyelim:

Memleketimiz -lillâhilhamd-, asır­lardan beri «diyar-ı İslâm»dır. Bu keyfiyetini bugün de muhafaza etmektedir. Muamelâta taallûk eden bazı kısımlar müstesna, itikad, ahlâk ve ibadete ait hükümler açıkça ve serbestçe ifa edilmektedir. Kaldı ki muamelâta taallûk eden hükümlerin de büyük bir kısmını, isteyen fertlerin tatbik etmelerine kanunî bir engel yoktur.

Devletimiz bir kısım dinî hizmetleri bizzat deruhte etmiş ve bu hizmetleri yürütmek üzere «Diyanet İşleri Başkanlığı»nı kurmuştur. Vaazlar kürsülerden dinî telkin etmekte, İslâm'ı anlatmaktadır. Bütün vilâyet ve kazalarda fetva mercii olan müftülükler, fiilen hizmet görmekte, yüzlerce Kur'an Kursu faal olarak çalışmaktadır. Ezan, cemaat, cuma, bayram ve hac gibi İslâmî şeâir canlı ve hayattar olarak varlığını devam ettirmektedir. Binlerce cami ve mescidlerden, günde beş kere Ezan-ı Muhammedi okunmakta, cemaat namazları, cuma ve bayram namazları serbestçe kılınabilmektedir. İsteyen Müslümanlar hac ve umre ibadetini yapabilmektedirler. Kur'ân-ı Kerîm'in ve İslâmî eserlerin neşriyatı rahatlıkla yapılmaktadır. Dinî bayramlar resmen tatil günü olarak kabul edilmiştir.

Müslümanlar evlâtlarına istediği ismi koyabilmekte, hatim duası, mevlit, sünnet düğünü gibi örf ve âdetler varlığını devam ettirmektedir. Din derslerinin okutulması mecbur tutulmuştur. Devletin açmış olduğu binlerce Îmam-Hatip Okulu ve dinî yüksek okullardan, din adamı yetişmektedir. İslâm ülkelerine gidiş geliş serbesttir. Devletin radyo ve televizyonlarında dinî programlar halka takdim edilmekte, özellikle mübarek gecelerde ve ramazan ayında bu programlar yoğunlaştırılmaktadır.

Bu hâle göre, îmam-ı A'zam'ın zik­rettiği birinci şart, yani «Küfür ahkâmının yüzde yüz tatbiki şartı» Türkiye için kesinlikle bahis konusu değildir. Yine bu hâle göre, İmameyn'in ileri sürdükleri şartlar da memleketimiz için geçerli değildir. Zaten İmameyn'in sözünü ettikleri birinci şart, İmam-ı A'zam'm birinci şartıyla aynıdır, îkinci şart olan «gayri müslimlerin Müslümanlara yüzde yüz galebesine» gelince, Müslüman milletimiz, elhamdülillah, Rusya, Yunanistan yahut Bulgaristan'daki Müslümanlar gibi gayri müslim bir devlet tarafından idare edilmemektedir. Bu milletin idarecileri bu millettendir ve onun bağrından çıkmıştır. Kısacası, bu millet kendi kendini idare etmektedir.

İmam-ı A'zam'ın ileri sürdüğü ikinci şarta gelince, bu şart da Türkiye için mevzu bahis olamaz. Memleketimizin sınırlarının büyük bir kısmı İslâm devletleriyle muttasıldır. Kaldı ki, ikinci şartla ilgili izahlarımızdan da kat'î anlaşılacağı üzere Türkiye'nin her tarafı, faraza, gayri müslim devletlerle de kuşatılsa Türkiye yine «dârülharp» olmaz. Zira, Türkiye müstakil bir devlettir, kendini müdafaa edecek güçtedir ve istiklâliyetini devam ettirmektedir.

Üçüncü şart da, memleketimiz için kesinlikle düşünülemez. Evvelâ milletimiz bir yabancı devletin idaresi altında değildir ki eman şartından yani mal ve can güvenliklerinden söz edilebilsin. Memleketimizde azınlıkların dahi mal ve can güvenlikleri ve ibadet hürriyetleri mevcuttur. Bir gayri müslim devlette eman ile yaşayan bir tek müslimin dahi mevcudiyeti, o beldede müşriklerin tam hâkim olmadıklarına delil sayılırken, yetmiş milyon Müslümanın emin olarak yaşadığı bu memlekete «dârülharp» denilemiyeceği güneş gibi zahir ve bahir bir hakikattir.

Elhasıl: Yukarıdaki izahlarımızdan anlaşıldığı gibi, İmam-ı A'zam Hazretle­rinin ileri sürdüğü üç şartın hiçbiri Türkiye için bahis konusu değildir. Zaten Şafiî mezhebine göre, daha önce Müslümanların hükmettiği bir belde, (Rusya'nın birçok kısımları, Kırım, Kafkasya, Buhara, Endülüs, Bulgaristan) kıyamete kadar «dârülislâm»dır.

Dârülharp meselesini ileri sürenlerin iddia ettikleri bir husus da, İslâm idaresi olmayan bir memlekette yapılan bütün ibadetlerin bâtıl olduğu fikridir. Bu fikir ve iddianın, hiçbir ser'î delili, dinî mesnedi yoktur.

Müslüman, ister dârülislâmda olsun, ister dârülharpte, her halükârda Allah'ın emirlerini yapmak, yasaklarından da kaçmakla mükelleftir. İbadet, insanın yaratılış gayesi, varoluş hikmetidir. Hiçbir hâl, onu, bu ulvî vazifeyi ifadan alıkoyamaz.

İslâmiyet'in günümüzde tüm dünyada çığ gibi büyüdüğü; Fransa, İngiltere, Almanya, Afrika ve Amerika'da İslâm'a girenlerin sayısının gittikçe arttığı bilinen bir gerçektir. Bu yeni Müslümanlar, bulundukları gayriislâmî muhitlerde, dinî vecibe ve ibadetlerini eksiksiz ifa etme şuur ve azmi içinde hareket ediyorlar. Mezkûr iddia geçerli olsaydı, bu yeni Müslümanların, inanç ve ibadetlerinin bir mânâsı kalmazdı. Dinî gayretleri boş bir çaba olmaktan öteye gidemezdi. Bu ise, gayri müslim memleketlerde İslâmiyet yaşanamaz, dindar olunamaz neticesini doğururdu. Daha da ötesi, İslâm'a yeni giren bir kimse olmazdı.(*)

Şu halde, dârülharpte ibadetin hükümsüz olduğunu söylemek, Müslümanları gayri müslimlerden ayıracak mühim bir alâmetten mahrum koymak, onları gayri müslim muamelesine maruz kalma tehlikesiyle karşı karşıya bırakmak demektir.

Yanlış değerlendirilen bir mes'ele de, dar-ı harbte günah işlemenin serbest olduğu, sanki caiz hale geldiği telâkkisidir. Halbuki günahın hükmü, dârülislâmda da, dârülharpte de aynıdır. Günahın günahlığı baki; uhrevî azab ve mesuliyeti sabittir. Ancak günahların dünyevî cezalarını, merci olmadığı için, dârülharpte tatbik etme imkânı yoktur.

Dârülharpte faiz almak gibi bazı haram muamelelerin caiz olması da, haramların serbestiyetine delil olamaz. Zira bu muameleler, dârülharpte, ancak gayri müslimlerle Müslümanlar arasında cereyan eder ve Müslümanların faydasına olduğu takdirde caiz olur. Bu bakımdan, bir Müslüman bir gayri müslimden faiz alabilir, fakat ona faiz veremez. Müslümanların kendi aralarında ise, bu gibi muameleler tecviz edilemez.

Bahsimizi tamamlarken bir hususa dikkatleri çekmek isteriz:

Her devirde olduğu gibi bugün de insanlara yapılacak en büyük hizmet, onlara iman hakikatlarını öğretmek, gönüllerine Allah'ın marifet, muhabbet ve mehafetini nakşetmektir; onlara İslâm'ın esaslarını ta'lim ettirmek, kalb ve dimağlarına güzel ahlâkı, adaleti, istikameti yerleştirmektir. Aralarında birlik ve beraberliği, itaat ve hürmeti, şefkat ve merhameti te'sis etmek; vicdanlarına vatan ve millet sevgisini, mukaddesata hürmet duygusunu aşılamaktır. Bu gibi hizmetleri bırakıp, bilinmesi ve bildirilmesi ne farz, ne vacib olan «dârülharp» meselesini, İslâm'ın en büyük bir meselesi imiş gibi ortaya sürmek, milleti huzursuz ve kalbleri müşevveş etmekten başka bir şey değildir.

İlave bilgi için tıklayınız:

 - DÂRÜ'L-HARB

Dipnotlar:

(1) Bilmen, Ö. Nasuhî; Hukuk-u İslâmiye ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamusu, III/394.
(2) Bilmen, Ö. N. a.g.e., III/335.
(3) Kuhistanî, II/311.
(4) Serahsî, Mebsût, X/114.
(5) İbn-i Âbidin, Dürrü'l-Muhtar Şerhi, IV/175.
(6) Bezzaziye, VI/312.
(7) Serahsî, a.g.e., X/114.
(*) Mukarrer bir kaidedir ki, dârülharpte küfür; dârülislâmda da iman hali esas alınır. Bu kaideye binaen, dârülharpte herhangi bir mahalde, sahipsiz bir ölü bulunsa, o ölü tereddütsüz küfür ehlinden kabul edilir. Götürüp gayri müslim mezarlığına defnedilir. O ölünün Müslüman olduğuna hükmetmek ancak sağlığında dil ile ikrarı veya dinî ibadetleri ifası gibi bir alâmete bağlıdır. Halbuki dârülislâmda sahipsiz bir ölü bulunsa, ona, hiçbir alâmet aranmadan Müslüman muamelesi yapılır. Cenaze namazı kılınarak, İslâm mezarlığına gömülür.

https://sorularlaislamiyet.com/turkiyede-cuma-namazi-farz-midir-devlet-izni-ve-namazi-devlet-reisinin-kildirmasi-sart-midir-0

6 Aralık 2023 Çarşamba

Türkiye'de cuma namazı farz mıdır?

   
Soru Detayı

- Devlet izni ve namazı devlet reisinin kıldırması şart mıdır?

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Cuma namazının farz olması için bazı şartlar olduğu gibi, sahih olması için de bazı şartlar vardır. Bu şartlar şunlardır:

1. Cuma namazının öğle vaktinde kılmak.

2. Namazdan evvel hutbe okunmak.

3. Cuma namazı kılınan yer, herkese açık olmak. Muayyen kişileri içeriye alıp sonra kapısı kilitlenen bir camide cuma kılınmaz.

4. İmamdan başka en aşağı üç erkek cemaat bulunmalıdır. Bu sayı, İmam Mâlik'de otuz; Şâfiî'de kırk kişidir. Ebû Yûsuf'a göre ise iki erkek cemaat de kâfidir.

5. Cuma namazını kıldırmak için vazife sahibi, yani, cumayı kıldırmaya resmen izinli bir kimse bulunmalıdır. Eğer yetkili bir kimseden izin alınmış olmaz da Müslümanlar da namaz için toplanmış bulunurlarsa, içlerinden birini imam yaparak cumayı kılabilirler.

6. Cuma namazı kılınacak yer, şehir veya şehir hükmünde olmalı. Şehrin ne demek olduğu müctehidler arasında ihtilâflıdır. Daha sonraları, köylerde bile cuma namazının kılınabileceği hükme bağlanmıştır.

Diyanet İşleri Başkanlığının da bu konuda izni vardır. Bir camiye cemaat sığmadığı takdirde, o beldedeki sair camilerde de cuma namazı kılınabilir. Fakat müteaddit yerlerde kılınamıyacağını söyleyen fakihler de vardır. Bunlara göre, bir beldede ilk kılınmaya başlanan cuma namazı sahih, diğer yerlerde kılınan cumalar ise fâsiddir. Bu durumda cemaate öğle namazını kılmak vâcib olur. Sıhhatli olan ve alimlerin çoğunluğunun kabul ettiği görüş, cuma namzının aynı beldede değişik camilerde kılınabileceğidir.

Eğer bir yerde birden çok camiye cuma izni verilmişse, onların hepsinde cuma namazı olur. Zaten cami ve mescit özelliği olan her yere cuma için izin verilmiştir.

Cuma namazının sahih olması için "devlet temsilcisinin izni" problemi İslâm hukukçularınca tartışılmıştır. Bu iznin gerekli olduğunu söyleyenler olduğu gibi aksini savunanlar da bulunmuştur. Biz aşağıda her iki görüşü ve delillerini vererek, konuyu değerlendirmeye çalışacağız.

Hanefi hukukçularına göre, cuma namazı için izin gereklidir. Dayandıkları delil Câbir b. Abdullah ve İbn Ömer'den nakledilen şu hadistir:

"Kim cuma namazını ben hayatta iken veya benden sonra, adaletli ve câir (zâlim) bir imamı (önderi) varken, onu küçümseyerek veya inkâr ederek terkederse, Allah iki yakasını bir araya getirmesin ve işini bitirmesin." (İbn Mâce, İkâme, 78)

İbn Mâce bu hadisin senedinde bulunan Ali b. Zeyd ve Abdullah b. Muhammed el-Adevî sebebiyle isnâdı zayıf sayar. Heysemî, hadisin benzerini naklettikten sonra şöyle der: Bu hadisi Taberanî, el-Evsat'ında nakletmiştir. Oradaki senedde Musa b. Atıyye el-Bâhilî vardır. O'nun biyografisini bulamadım. Geri kalan râviler güvenilir. (Mecmau'z-Zevâid, II, 169, 170)

Bu hadiste, cuma namazının farz olması için, adaletli veya adaletsiz bir yöneticinin bulunması öngörülmüştür. Cuma namazı büyük cemaatle kılınacağı ve hutbede topluma hitap edileceği için, onun toplum düzeni ile yakından ilgisi vardır. Devletten izin alma şartı aranmazsa fitne çıkabilir. Cuma kıldırmak ve hutbe okumak bir şeref vesilesi sayılarak rekabet doğabilir. Bazı kimselerin çekişme ve ihtirasları cemaatin namazını engelleyebilir. Camide bulunan her grubun namaz kıldırmak istemesi, cumadan beklenen faydayı yok eder. Bir grup kılarak, diğerleri çekilse yine amaca ulaşılmaz. Kısaca hikmet ve toplum psikolojisi bakımından da cumanın İslâm devletinin kontrolünde kılınması gereklidir.

Ancak yöneticiler cumaya ilgisiz kalır ve önemli bir sebep olmaksızın Müslümanları namaz kılmaktan alıkoymak isterse, onların bir imamın arkasında toplanarak cuma namazı kılmaları mümkündür. İmam Muhammed, bu konuda şu delili zikreder: Hz. Osman (ra), Medine'de kuşatma altında iken, dışarıda bulunan sahabiler Hz. Ali (ra)'in arkasında toplanmış ve o da cuma namazını kıldırmıştır. (el-Kâsânî, I, 261; el-Fetâvâ'l-Hindiyye, I,146; İbn Âbidin, I, 540) Bilmen, bunun dâru'l-harpte mümkün ve câiz olduğunu belirtir. (Bilmen, Ömer Nasuhi, Büyük İslâm İlmihali, İstanbul 1985, s. 162)

Devlet başkanı veya valilerin bizzat cuma namazı kıldırmaları gerekli midir?

İbnü'l-Münzir şöyle der: "Öteden beri cuma namazını, devlet başkanı veya onun emriyle kıldıracak bir kimsenin kıldırması şeklinde uygulama yapılmıştır. Bunlar bulunmazsa, halk öğle namazı kılar." (Ahmed Naîm Tecrid-i Sarih Tercümesi, III, s. 48)

Burada şunu belirtelim ki, yukarıda kaydettiğimiz hadisten imam ya da Müslümanların halifesi yoksa, cuma namazı kılınamaz, diye bir hüküm çıkarmak mümkün değildir. Bu hadisin ilgili bölümlerinin anlattığı, "ister adil, isterse de zâlim olsun bir imamın varlığına rağmen" cuma terk edilecek olursa, belirtilen tehditlerle karşı karşıya kalınacağından ibarettir. Çünkü hadis, "imam yoksa cuma namazı kılamazsınız" demiyor, olduğu halde kılınmazsa, son derece tehlikeli tehditlerde bulunuyor. İmamın yokluğu halinde kılınmayacak olursa o takdirde bu hadisten, olsa olsa tehditlerin daha hafif olacağı sonucuna varılabilir. O da en müsamahalı bir istidlâl olur.

İçtihada dayalı olarak ileri sürülmüş gerekçelerin dışında, cuma namazının kılınması için şart kabul edilen ve eda şartları arasında sayılan, imamın varlığı şartının nakli bir delili yoktur. Ayrıca bu şart, yalnızca Hanefî mezhebinde öngörülmüş bir şarttır. Dolayısıyla terki halinde terettüp edeceği bildirilen bir takım tehditlere maruz kalmamak için, en azından ihtiyaten böyle bir şartı öngörmeyen diğer mezhep imamlarının görüşlerine uyularak kılınması gerekir. Diğer taraftan kaynaklarda hadis diye belirtilen: "Dört şey vardır ki, veliyyul emirlere aittir: Cihad'tan elde edilen ganimetlerin paylaştırılması zekâtın toplanması, hudut (şer'i cezaların tatbiki) ve cumaları kıldırmak." ifadeleri ise hadis değildir. [Fethu'l-Kadir'de (II, 412)] bunun İmam Hasan el-Basrî'ye ait bir söz olduğu belirtilmiştir. Son asır alimlerinden Seyyid Sâbık da "Fıkhu's-Sünne" adlı esrinde (1, 306) bunun aynı şekilde Hasan'ü'l Basrî'ye ait bir söz olduğunu kaydetmektedir. O halde böyle bir şartın öngörülmesi için dayanak teşkil edebilecek nakli bir delil elde mevcut değildir. Bu konuda ileri sürülen bu şartın sebebi, yalnızca karışıklık çıkma ihtimaline dayalı bulunmaktadır.

Veliyyü'l-Emr yoksa

Veliyyü'l-Emr ve izn-i sultânî diye belirtilen hususun gerçekleşebilmesi için, Müslümanların başında en azından -zâlim de olsa- bir yöneticinin bulunması zorunludur. Başa geçmiş bulunan yöneticinin, İslâm'ı kabul etmesi ise onun, Müslümanların veliyyü'l-emri olarak görülmesinin asgarî şartıdır. Yani Müslümanların İslâmî olmayan yönetimlerin tahakkümü altında yaşamaları halinde, haliyle böyle bir şartın varlığından söz etmek imkânı olamaz. Bu durum "Günümüzün Müslümanlarına; İslâm'ın öngördüğü mânâsıyla bir yöneticiye sahip olmadığımıza göre, kıldığımız cuma namazının hükmü nedir?" diye başlayan ve onun etrafında dönüp dolaşan diğer bir takım soruları daha sordurmaktadır.

Öncelikle Türkiye'nin Dar-ı İslam olduğunu cuma namazının şartlarını taşıyan her erkeğe farz olduğunu ifade edelim.

Bu konuda İbn Nüceym der ki:

"Şayet hiçbir şekilde kadı veya ölmüş olan halifenin (yerine geçmiş) halifesi yoksa, âmme de bir kişinin (cuma namazını kıldırmak üzere) öne geçirilmesi üzerinde ictimâ edecek olsalar, zaruret dolayısıyla caizdir." (İbn Nuceym, el-Bahrü'r-Râik, II, I55).

Bu açıklamalara göre cuma namazının, camide devletin izin verdiği bir imamın arkasında kılınması gerekli ise de, devletin izin vermediği kimselerin imamlığında mescid veya başka yerlerde kılınan cuma namazlarının kabul olmadığı iddia edilemez. Bununla beraber yukarıda söylenen bazı sakıncalarının da olduğu unutulmamalıdır. Bu şekilde cuma namazı kılanların, zuhr-i ahir namazını da mutlaka kılmalarını önemle tavsiye ederiz.

2 Aralık 2023 Cumartesi

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 67


Onlar yoksulluklarını belli etmezler

“Müslüman, Müslüman kardeşinin ihtiyacını gözetir."

Bu toplumsal duyarlılık ihtiyaçlı kimsenin gelip de ihtiyacını söyletmeden karşılayan bir yaklaşım; bir o kadar nazik, bir o kadar karşı tarafın durumunu incitmeden yani onu isteme zilletine düşürmeden. 

Cenâb-ı Hâk böylesi ârif olmayı bizlere öğütledi. Nitekim böyle olmayanları ayette cahil olarak tanımladı.

Diyor ki; ”Yoksulluklarını (iffetlerinden dolayı) gizli tuttukları için cahiller onları zengin sanır.” Bakara-273

Çünkü yoksulluklarını belli etmezler. Bu ayeti kerime ârif olanların, iffetli olan ihtiyaçlı kimseleri önden sezebildiklerini bize öğretmiş oldu. Cahil onu iffetinden ötürü zengin zanneder.

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1

1 Aralık 2023 Cuma

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 66


Her ne yaparsak Allah rızası için yapmak

"Müslüman kardeşinin ihtiyacını gideren kimsenin Allah da ihtiyacını giderir.”

 Bu hadisi şerif bize şunu öğretiyor; her ne yaparsak Allah rızası için yapmak, kişilerarası iletişimimizi Cenâb-ı Hâk ile ilişkilendirmeyi öğrenmek. 

“Komşu komşunun külüne muhtaçtır” düşüncesi seküler bir bakış açısı. Burada bir menfaat ilişkisi oluşabiliyor. 

Oysa kişi, "kardeşimin ihtiyacını giderirsem Allah da benim ihtiyacımı giderir" düşüncesiyle bunu yapmalı. 

Karşılığı Cenâb-ı Hâkk’a duyulan sevgi ile ilişkilendirilmemiş bir yardım oracıkta kalır. 

Bu iyilik ve güzellikleri gayrimüslimler de yapıyor ama bunun kayda değer bir tarafı yok.

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

25 Kasım 2023 Cumartesi

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 65


Cenâb-ı Hâk illa ki bana da bir çıkar yol gösterecektir

Cenâb-ı Hâkk’ın sana nasıl planlar kurduğunu sen bilemezsin! Burada başarısız kaldığını gördüğün yer aslında başka bir yerde hayal bile edemeyeceğin olağanüstü başarıya doğru seni taşıyor olabilir. 

Allah’ın ilmini bilemezsin. Allah’ın senin için burada önünü kapatıp, diğer yerde önünü açtığı büyük planı olabilir.

*”Allah bilir, siz bilmezsiniz.” Bakara-216*

Dolayısıyla hangi işten sonuçsuz kalırsak asla ye’se kapılmayalım. Cenâb-ı Hâkk hakkında zannımızı iyi tutalım. 

Ve bilelim ki kime ne yaratılmışsa o kolaylaştırılır. 

Ama güzel sonuç (ya da başarı) öyle yola çıkar çıkmaz hemen iki adımlık yerde olmuyor; aradan yıllar geçiyor, sebat gerekiyor, vefa gerekiyor, ilahi emre boyun eğmeyi gerektiriyor, *”Cenâb-ı Hâk illa ki bana da bir çıkar yol gösterecektir”* diyebilmeyi gerektiriyor.  

Olanca azametine her gün tanık olduğumuz Cenâb-ı Hâkk’ın bizi bir yerlerde unutmayacağına, bizi çaresiz bırakmayacağına dair bir bilinç ile, iman ve Allah’a duyulan güven ile gelinen bir nokta.

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1

21 Kasım 2023 Salı

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 64


Akletmek

-Akletmek ve aklettiklerimizi özgürce ifade edebilmek Allah azze ve cellenin her birimize verdiği bir emanetidir. 

Bunun tersi nedir? Aklettiklerimizi ve kalbimizin kendimize verdiği sonuçları, yanlış bulduğumuz sonuçları ortamdakiler tepki gösterir diye, itibarımızdan, çıkarlarımızdan kayıplar yaşarız diye içimize atmak! 

Böylece kendimizden ödün vererek, öz saygımızı kaybederiz. Toplumun istediği adam oluruz. Toplum bunu zaten bütün üyelerinden istemektedir ve toplumun çoğu üyeleri buna uyum sağlamaktadır. 

Dolayısıyla orada bir kişi yok artık. Orada bir kalıp var ve o kalıba uyan milyonlarca insan var, hiç biri kendi olamıyor, hiç biri kendi gerçeğini ifade edemiyor.

Hz İbrahim aleyhisselâmın kıssasında Allah azze ve celle bize Hz İbrahim’in sürecini anlatarak, özellikle her bir çocuğa, her bir gence Hz İbrahim’i örnek olarak sunuyor. Sahip olduğu fıtratı doğru değerlendirmeye, hakka hak demeyi prensip edinmeye, bâtıla bâtıl demeyi prensip edinmeye, çıkar uğruna sahip olduklarını kaybetme korkusuyla haktan ödün vermemeye davet ettiği bir kıssa olarak bize anlatıyor. Hz İbrahim canını kaybetme pahasına hakkı savundu.

*ENBİYA SÛRESİ TEFSİR DERSİ’nden*

Nisan 2023

Prof. Dr. Halis AYDEMİR


https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1

20 Kasım 2023 Pazartesi

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 63


Hiçbirimiz günahsız değiliz

"Kim bir Müslümanın ayıp ve kusurunu örterse, Allah da (cc) o kimsenin ayıp ve kusurunu örter.”

Hepimiz kusurlu varlıklarız, hiçbirimiz günahsız değiliz. 

Nebevi öğretide kötülüklerin açığa vurulmaması var. Çünkü kötülükler konuştukça çoğalır, dillere düştükçe yayılır. 

Bunun topluma vereceği zarar, bir kişinin bu kusuru işlemesinden daha büyük bir kabahate dönüşür. 

Öyleyse bunu nasıl önlemeli? Oracıkta etrafını çevirip kapatmalı, o kişiyle sınırlı kalmasını sağlamalı. Başkalarının duyup da akıllarına düşmesini engellemeli. 

Çirkin bir amel konuşula konuşula sıradanlaşır, bir vakit sonra diğer insanlara da sirayet eder. Birileri o kötü fiilleri yapsa bile onu setredip kapatmak esasken, bunları senaryolaştırıp televizyonlarda, filmlerde topluma yansıtmak korkunç bir kabahat olur. 

Dizilerdeki çirkin konular hane hane, oda oda konuşulup yayılıyorsa bir zaman sonra eylemlere yansır. 

Allah azze ve celle kötü fiillerin yapılmasını sevmediği gibi, konuşulmasını da sevmez. Setredersek toplumun sağlığını, vicdanını, esenliğini korumuş oluruz.

"Allah, çirkin ve kırıcı sözlerin konuşulmasını, hele bunların açıkça söylenmesini sevmez; ancak haksızlığa uğrayan kimse hariç” Nisâ-148

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1

19 Kasım 2023 Pazar

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 62


ALLAH RAZI OLSUN DEMEK VE TEŞEKKÜR ETMEK

Allah razı olsun diyerek;

Birisinin bize gösterdiği bir imkana, bir iyiliğe istinaden, o kişiye Cenâb-ı Hâkk’tan bir karşılık umuyoruz.

Biri teşekkür ediyor diğeri rica ediyorsa bu iki kişi kendi aralarında işi bitiriyor demek ki. 

Bu, Cenâb-ı Hâkk’ın hiç anılmadığı bir ilişki biçimi! Sanki o yardım, o iyilik yapanın kendisinden kaynaklanıyormuş gibi ona teşekkür ediyorsa; o da *”bir şey değil, daha ben çok fazlasını yaparım bunlar ne ki”* anlamına gelecek bir sahiplenme içine giriyorsa bu yanlıştır. 

Bu Gerçek Sahib’i anmamak olur. Bu hamdin Allah’a ait olduğu gerçeğiyle yaşamamak gibidir. 

Bu seküler bir bakış. 

Kişiler kendi aralarında işi böyle bitirirse Cenâb-ı Hâkk bundan memnun olmaz. 

Bakar ki kulları O’nu yad etmedi. 

Halbuki oradaki her şeyin sahibi de O’ydu. 

Kullar burada aracıdır.”

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1

16 Kasım 2023 Perşembe

Allah’ın izniyle şifa bulmak veya kötülüklerden korunmak amacıyla yapılan “rukye” câiz midir?

Rukye, hastalık ve kötülüklerden korunmak veya kurtulmak amacıyla Kur’ân veya dua okuyup üfleme anlamında bir terimdir (İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, 2/254.; İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, “rky” md.).
Bazı İslâm âlimleri rukyenin caiz olmadığı görüşünde ise de mezhep imamlarının da içinde bulunduğu âlimlerin çoğunluğu, konu ile ilgili bazı hadisleri delil göstererek, şirke ve istismara götürmemek şartıyla fayda ve zararın rukyeden değil de Allah’tan olduğuna inanılarak yapılan rukyede bir sakınca bulunmadığını belirtmişlerdir (İbn Hacer, Fethu’l-bârî, 10/206-208 [5741, 5743]; İbnü’l-Kayyım, et-Tıbbü’n-nebevî, 136-144; el-Fetâva’l-Hindiyye, 5/356).
Şöyle ki Hz. Peygamber (s.a.s.), hem kendisine hem ziyaret ettiği bazı hastalara okuyup üflemiş, bazen de Hz. Âişe (r.a.) ona okuyup üflemiş ve eliyle mesh etmiştir (Buhârî, Merdâ, 20 [5675]; Tıb, 32, 39 [5735, 5748]; Müslim, Selâm, 46-51 [2191-2192]). Hz. Peygamber (s.a.s.), torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in şeytandan, zehirli haşerattan, kem gözlerden korunmaları için dua etmiş (Buhârî, Ehâdîsü’l-enbiyâ, 10 [3371]), nazara, yılan ve akrep sokmasına karşı rukye yapılmasına izin vermiştir (Buhârî, Tıb, 33-37 [5736-5741]; Müslim, Selâm, 55-60 [2195-2198]). Yine Hz. Peygamber’in (s.a.s.) hastalar için,
اَللَّهُمَّ رَبَّ النَّاسِ مُذْهِبَ البَأْسِ اشْفِ أَنْتَ الشَّافِي لاَ شَافِيَ إِلَّا أَنْتَ شِفَاءً لَا يُغَادِرُ سَقَمًا.
“Ey İnsanların Rabbi olan ve sıkıntıları gideren Allah’ım! Şifa ver, şifa veren Sensin. Senden başka şifa veren yoktur. (Bu hastaya) öyle bir şifa ver ki, (hasta üzerinde) hiçbir hastalık (izi) bırakmasın.” (Buhârî, Tıb, 38 [5742-5743]) diye dua ettiği bilinmektedir. Konuyla ilgili rivâyetler değerlendirildiğinde, Allah’ın izniyle şifa bulmak veya kötülüklerden korunmak amacıyla yapılan rukyelerin câiz, bunun dışında kalanların haram olduğu anlaşılmaktadır (Elmalılı, Hak Dini, 9/6388).

15 Kasım 2023 Çarşamba

Müslüman olduğu bilinen bir kimseyi tekfir etmenin hükmü nedir?

Tekfir, Müslüman olduğu bilinen bir kimsenin kâfir olduğuna hükmetmektir. Kur’ân ve Hz. Peygamber (s.a.s.), bireylere Müslüman olduğu bilinen hiç kimseyi tekfir etme yetkisi vermemiştir. Nitekim âyet-i kerîmede “Ey iman edenler! Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi anlayıp dinleyin. Size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek 'Sen mümin değilsin' demeyin…” (en-Nisâ, 4/94) buyrulmaktadır.
Ayrıca bir hadis-i şerifte Kelime-i Tevhid’i söyleyenlerin ve kıbleye yönelip namaz kılanların Müslüman kabul edileceği, Allah (c.c.) ve Resûlü’nün (s.a.s.) koruması altında olacağı ifade edilmektedir (Buhârî, Salât, 28 [391]). İslâm tarihinde tekfir söylemiyle ilk defa ortaya çıkan fırka, Hâricîlerdir. Nitekim bu grup, Hz. Ali (r.a.) başta olmak üzere pek çok sahâbîyi kâfir olmakla itham etmişlerdir (Eş’arî, el-İbâne, 2/337). Günümüzde de bazı kişi ve gruplar, kendilerine muhalif olarak gördükleri herkesi ve zümreyi tekfir eden bir tutuma sahiptirler.
Tekfir konusunda İslâm’ın temel yaklaşımı, kendisini Müslüman olarak tanımlayan bir kişiyi küfre nispet etmemektir. Nitekim Kur’ân ve sünneti anlama ve uygulama bakımından Hz. Peygamber (s.a.s.) ve sahabenin yolundan yürüyen, İslâm’ın ana bünyesi olan Ehl-i Sünnet’e göre Ehl-i Kıble tekfir edilemez. Bir kimseye Müslüman isminin verilmesi, onun Ehl-i Kıble oluşu ve Kelime-i Tevhid’i tasdik etmesiyle ilgilidir. Yani “Lâ ilâhe illallâh Muhammedün Resûlullah” düstûrunu benimseyen ve dile getiren herkes mümindir. Bu kimse, dinin emir ve yasakları konusunda ihmalkâr davransa da İslâm dışında görülemez ve küfürle itham edilemez.
Tekfir meselesinde öncelikle dikkate alınması gereken esaslardan biri şudur: Bir fiil veya sözün “küfür” kapsamına girmesiyle, bu tür fiilleri işleyen veya sözleri söyleyen kimse hakkında “kâfir” hükmü verilmesi aynı şey değildir. Bu bağlamda bazı kaynaklarda yer alan “şu fiil/söz küfrü gerektirir” gibi ifadeler, belli bir şahsı nitelemek için değil, yapılan fiili vasfetmek ve bundan sakındırmak içindir. Dolayısıyla kişinin, dinin zorunlu olarak bilinen esaslarından birisini veya birkaçını inkâr ettiğini kendi irade ve rızasıyla açıkça beyan etmedikçe kâfir olduğuna hükmedilemez. Zira küfre götüren söz ya da davranışların bir kimsede hata ve cehalet gibi sebeplerle görülmesi, söz konusu kişiyi dinden çıkarmaz.
Tekfirle ilgili dikkat edilmesi gereken hususlardan birisi de tevil konusudur. Kur’ân âyetlerine getirilen yorum ve tevil, tüm eksikliklerden münezzeh olan Allah’tan başka bir ilâhın varlığını kabul etme, Allah’ın bazı insanların şahsına hulul ettiğine inanma, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) peygamberliğini inkâr etme; katî delillerle sabit olan haramları helal sayma ya da şer‘î yükümlülükleri kaldırma gibi dinin zorunlu olarak bilinen hüküm ve esaslarının dışına çıkmadığı veya bunları alay konusu etmediği sürece tekfir sebebi olarak görülemez. Bu itibarla İslâm âlimleri bu hususu, “tenzilin inkârı küfürdür, tevili değil” şeklinde bir ilke haline getirmişlerdir. Öte yandan tekfirin dinî ve hukuki pek çok ciddi sonuçları olduğundan dolayı bu konuda hüküm vermek bireylerin yetki ve sorumluluğuna bırakılmamıştır.

14 Kasım 2023 Salı

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 61

İpe tutunanlar yükselenlerdir

“Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı sarılın.”

Âli İmran Sûresi-103

“Cenâb-ı Hâkk hepimizi Allah’ın ipine sımsıkı tutunmaya davet etti. İpe tutunmayan kimselerin aşağı düşmesi, çukurları boylaması, dipsiz kuyularda kalması söz konusu. 

İpe tutunanlar yükselenlerdir, ipe tutunanlar irtifa kazanır, derinlerden, karanlıklardan kurtulurlar.

 Dolayısıyla kişinin kendi içerisinde kendi karanlığında boğulması, kendi hayatı içinde artık tatsız, tuzsuz, zevksiz kalması şeytanın onu içine çektiği dehlizden ötürüdür. 

Halbuki kul Allah’ın ipine sımsıkı tutunursa, hem bu dünyada hevesle, aşkla, Cenâb-ı Hâkk’a duyduğu sevgiyle; hem de ahirette O’na varacağı günün özlemiyle, her geçen gün vuslata dair beklentiyi artırarak, artık yorgunluğun bıkkınlığın olmadığı, hastalığın değmediği, zevksiz, mutsuz tek bir günün olmadığı, bitimsiz, ebedi, mutlu bir geleceğin özlemine doğru yol alır. 

Şeytan tarafı karanlıktır, sonu kapalı, rastlantısal, sahipsiz ve ucu hiç bir yere çıkmayan, bedbaht bir çıkmaz sokak. 

O yüzden şeytan kendi ümitsizliğine insanı da mahkum bırakmak için her türlü fırsatı kollar. 

Ve o yüzden Cenâb-ı Hâkk bundan kurtulabilmek için zâtına sıkı sıkı tutunmayı, bu yolu göstermiştir. Yoksa dünyadaki haz ve lezzetlerin tükendikçe yerinde boşluklar oluştuğu, elde edilen şeylerin elde edildikçe, başarıldıkça sıradanlaştığı ve anlamsızlaştığı, her seferinde hepsi bu kadar mıymış dedirten kısır bir döngüye dönüşür.”

Halis Aydemir- Cuma Vaazı

21.Nisan.2023

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1

12 Kasım 2023 Pazar

Teyemmüm nedir, nasıl yapılır, teyemmümü bozan şeyler nelerdir?

Teyemmüm, su bulunmadığında ya da var olan suyu kullanma imkânı olmadığında abdestsizlik veya cünüplük gibi hükmî kirliliği gidermek amacıyla temiz toprak ya da toprak cinsinden bir şeye sürülen ellerle yüz ve iki kolun mesh edilmesi şeklinde yapılan hükmî temizlik demektir.
Kur’ân-ı Kerîm’de, “Eğer hasta iseniz, yolculukta bulunuyorsanız, tuvaletten gelmiş iseniz veya kadınlara yaklaşmışsanız da su bulamamışsanız temiz bir toprağa yönelip, onunla yüzlerinizi ve ellerinizi mesh edin (teyemmüm edin),” (en-Nisâ, 4/43; el-Mâide, 5/6) buyrulmaktadır.
Teyemmüm edecek kimse, ne için teyemmüm edeceğine (abdeste veya gusle) niyet eder. Parmakları açık olarak ellerini temiz bir toprağa veya toprak cinsinden bir şeye vurur, ileri ve geri hareket ettirerek kaldırır, hafifçe birbirine vurarak ellerini silkeler. Ellerinin içiyle yüzünün tamamını bir kere mesh eder. Sonra ikinci defa ellerini aynı şekilde toprağa vurur ve sol elin içiyle, dirseğiyle birlikte sağ kolunu mesh eder; daha sonra da sağ elinin içiyle sol kolunu aynı şekilde mesh eder.
Abdesti bozan şeyler teyemmümü de bozar. Ayrıca, abdest veya gusle yetecek suyun bulunması, hastalığın iyileşmesi, suyu kullanabilme imkânının elde edilmesi gibi teyemmüm etmeyi mübah kılan mazeretlerin ortadan kalkması da teyemmümü bozar (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/22).

11 Kasım 2023 Cumartesi

Yemin keffâreti nasıl yerine getirilir?

Her ne şekilde olursa olsun geçerli (mün’akide) olan yemini bozan kimselerin yemin keffâreti ödemeleri gerekir. Yemin keffâreti sırasıyla; on fakire birer fitre (fıtır sadakası) miktarı veya bir fakire on ayrı günde her gün birer fitre miktarı para vermek veya on yoksulu sabah akşam doyurmak ya da giydirmektir. Buna gücü yetmeyenlerin ise ara vermeden üç gün oruç tutmaları gerekir. Bu keffâret ve sıralama Kur’ân-ı Kerîm’de belirtilmiştir (el-Mâide, 5/89).

10 Kasım 2023 Cuma

Abdest alırken başörtüsünün üzerinden baş mesh edilebilir mi?

Başın mesh edilmiş olması için ıslaklığın başın en az dörtte birine temas etmesi şarttır. Bu sebeple ıslaklığın başa temasını önleyecek nitelikteki başörtüsü, bone, peruk vb. şeyler üzerine yapılan “mesh” geçerli olmaz (Kâsânî, Bedâi’, 1/4-5; Merğinânî, el-Hidâye, 1/32). Ancak kadınlar abdest alırken başörtülerini çıkartmadan, ellerini başörtülerinin altına sokarak başlarını mesh edebilirler. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.) sarığını çıkarmadan, altından elini sokarak başını mesh etmiştir (Ebû Dâvûd, Tahâre, 57 [150, 153]).

8 Kasım 2023 Çarşamba

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 60

Her nimet bir fırsattır

Unutmayınız ki her nimet hesaba çekilir. Sadece yaptıklarımızdan değil, yapabilecekken yapmadıklarımızdan da hesaba çekileceğiz. 

Niye sana verilen nimeti, imkanı güzel bir şekilde Allah uğrunda değerlendirmedin, Mü’min’lere katkı sunmadın, İslam yolunda harcamadın? 

Özellikle de zamanı heder edip Allah’ın huzuruna çıktığımızda hepsinden hesaba çekileceğiz. 

Bütün nimetler Cenâb-ı Hâkk'ın rızasını kazanmak için kula verilen fırsatlardır.

Her birimizi farklı farklı yaratan Cenâb-ı Hâk, hepimize aynı soruyu soracak: 

Verdiğimiz bu imkanla ne yaptın? Bizim verdiğimiz bu imkanı bizim için ne kadar kullandın?

Halis Aydemir-Cuma Vaazı

28.Nisan.2023

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1

7 Kasım 2023 Salı

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 59


-“Elhamdülillâhi Rabbil alemîn” 

Alemlerin Rabbi’ne hamdolsun.

Bize yaşattığı bu güzel rahmetinden, hayat nimetinden, içinde bize yaşattığı inişli çıkışlı her şeyden ötürü O’na hamdolsun. 

Nimetin çokluğuna nasıl hamd edilirse, nimetin azlığına da öyle hamd edilir.  

Elhamdulillah! Bu bir motivasyon. Her derde deva. 

Sıkıntılarımızı dindiren bu ifadeye her vakit ihtiyacımız var. 

Şu an hasta olanların da elhamdulillah dedikleri, şu an iyi durumda olanların da elhamdulillah dedikleri ve her ikisinin de birbirinden farklı, zıt durumda olmalarına rağmen aynı ifadeyle güzel sonuçlara vardıkları bir dünya hayatından söz ediyoruz.

 Resulullah Sallallahu Aleyhi Ve Sellem’in  ifadesi ne güzel “Elhamdulillâh-i Alâ Külli Hâl”: Her halimize elhamdulillah.

Halis Aydemir-Cuma Vaazı

28 Nisan 2023

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1

2 Kasım 2023 Perşembe

Spor müsabakaları üzerinden bahis oynamak caiz midir?

Nasıl sonuçlanacağı önceden belli olmayan bir işin öngörülen sonucu üzerinde bahse girmek ve isabet edilip edilememesine göre bahsi kazanmak ya da kaybetmek kumardır. Bu iş hangi yöntemle ve hangi ad ile yapılırsa yapılsın kumar olarak değerlendirilir. Kumar, haksız kazanç yöntemlerinden biri olup İslâm’da kesinlikle yasaklanmıştır.
Bu itibarla, spor müsabakaları üzerinden taraflardan birine menfaat sağlayan bahis oynamak, Kur’ân-ı Kerîm’in yasakladığı kumar kapsamına girmektedir ve câiz değildir.

31 Ekim 2023 Salı

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 58


Bu Cenâb-ı Hâkk’ın bir kuralıdır!

Bir şeye ilk kavuştuğumuzdaki mutluluğu her zaman yaşayabilir miyiz? Alışkanlığın bu mutluluğu öldürmesinin önünü kesebilir miyiz? Bunun tek bir yolu var. O elimize geçen imkanın bizim çabamızla hak ettiğimiz bir şey olduğu düşüncesine asla fırsat vermemektir. Onun bir lütuf olduğu düşüncesini hep hatırda tutabilmektir.

Siz ne yaptınız da gözleriniz, elleriniz çalışıyor? Karşılığında hiç bir şey yapmışlığım yok ama büyük bir nimeti yaşıyorum. Hazzı var mı? Yok. Çünkü zaten olmalıydı diye buna alıştırmışım kendimi. 

Çocuğum olsa diye hayalini kurduğu şeye, gün gelip evlenip çocuğu doğduğunda kavuşuyor ama sonrasında mutluluğundan geride bir şeyin kalmamasının sebebi nedir? 

Cenâb-ı Hâkk’ın bir kuralı. Çünkü Cenâb-ı Hâkk mutluluğu, verdiği bir nimetin lütuf olduğu ve lütuf sahibinin bir hibesi olduğu bilincine saklamış. 

Kur’an-ı Kerîm’de kaç defa geçiyor: “Ey İsrailoğulları, nimetimi hatırlayın.” Onlar nimeti bir kenarda unutmuş kullanmıyor değiller. Nimet hayatlarının içerisinde zaten, yiyorlar içiyorlar. Ama nimetin Cenâb-ı Hâkk’tan olduğu düşüncesinden kopmuşlar. 

İmkanlarımızı düşünün en azından en çoğuna kadar, başta sağlığımız olmak üzere bize kalıcı bir mutluluk bahşedecek olan yaklaşım; elimizdeki nimetler az dahi olsa -ki asla az değil- bunları sıradanlaştırmak. İlk geldiği günkü kadar, Cenâb-ı Hâkk’ın, karşılığında hiç bir şeyimiz olmadığı halde bize lütfettiği şeyler olarak görmek. Biz bunu başaramadığımızda ne oluyor?

 Cenâb-ı Hâkk bize yardım ediyor. Bir süreliğine elimizden alıyor. Yani bizim başaramadığımız bunun bir lütuf olduğu gerçeğini anlamamız için elimizden alarak yardım ediyor. Şu an neden sağlıklısın diye sorduğumuzda, çoğumuz “ben yememe içmeme dikkat ediyorum. Ben giydiklerime dikkat ederim, soğuğa çıkınca sıkı giyinirim. Ben spor da yapıyorum” gibi cevaplar veriyoruz. 

Bunların hepsi yanlış cevaplar. 

Çünkü bunlara biz dikkat ettiğimiz halde hasta olabiliriz. Sağlık bunların getirdiği doğrusal bir sonuç değildir. Tedbirlerimizi elbette alıyoruz. Ama bu tedbirler bu sonucu sağlamaya kesin ve yeterli koşul değildir, bunu görüyoruz etrafımızda. 

Cenâb-ı Hâkk lütuf veriyor bize, karşılıksız bir lütuf yaşıyoruz. Ama bu lütfu unutup da, buna alışıp da şükretmeyi unutmuş ise Cenâb-ı Hâkk hatırlatarak yardımcı oluyor, sağlığını bir süre alıyor. Ve düne kadar alıştığı ve mutat gördüğü nimetlerin kul farkına varıyor. 

Şu halde eğer sıradanlaştırarak, alışarak anlamsızlaştırmayı seçersek, Allah bize dünyadaki en çok nimeti de verse en tatmayacağımız şey mutluluk olacaktır. Bir kanser uru gibi içimizdeki haz duygularının etrafını sarıp, bunca nimet içinde mutlu olamamak gibi lanetlenmiş olarak kalabiliriz. 

-Nimetin hiç olmadığı günlerdeki ajandalarımızı iyi dolduralım. Mesela evlilik öncesi, benim henüz eşim yok, evladım yok. Bunların yokluğundan ötürü acı çekmiyorum. Yarın olur da sonra Cenâb-ı Hâkk alırsa, bu anı hatırlayayım. Zaten yoktular, hiç yokken Yaradan verdi. 

Böyle düşünürse bir insan olduğu-verdiği her günü mutlu yaşar, geri aldığında da buna önden hazırlıklıdır, “ZATEN YOKTU” Bu evlatta, eşte de böyledir, malda mülkte servette irtibatta kariyerde de böyledir. Allah’ın verdiği her şey hibedir, karşılığında vereceğimiz tek bir jetonumuz bile yok. Farkına varırsak küçükten büyüğe her bir hibe, bizi mutlu edecek, coşturacak niteliktedir. Alışırsak her biri birer yüke dönüşür, geri alındığında bizde büyük bir isyana, boşluğa yol açar. Bu boşluk tahammül edilebilir değil. Tek yolu var sabretmek ve şükretmek. Emin olun Allah azze ve celle böylelerinin kalplerindeki o boşluğu kısa sürede gideriyor. 

Asıl giderilmeyen, derinleşip kasıp kavuran boşluk seküler bir insanın yaşadığı kayıplardaki boşluktur. Veren eli de alan eli de görmediği için o esaretine girdiği alışkanlık akibetini de karartır. 

ALIŞKANLIK YÖNETİMİ

(Eyüb Sultan’da Ramazan Programı- İstanbul 26 Mart 2023)

Prof. Dr. Halis AYDEMİR


https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1

29 Ekim 2023 Pazar

Günahkar anne babamıza karşı tavrımız nasıl olmalıdır?

   
Soru Detayı

Anne-babamızın işledikleri günahlara karşı nasıl bir yol izlememiz gerekir?

Cevap

Cenab-ı Hak bize her şartta ana babamıza iyi davranmamızı emrediyor:

“Rabbin, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi ve anaya babaya ihsanı iyiliği ve güzel davranmayı emretti. Eğer onlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlığa erişirlerse, onlara 'Öf' bile deme! Onları azarlama ve onlara çok nazik ve tatlı söz söyle." 

Onlara merhametten dolayı alçak gönüllülük kanadını indir ve: 'Ey Rabbim! Bunlar küçükken beni acıyıp yetiştirdikleri gibi sen de şimdi onlara acı ve esirge!' de.” (İsra, 17/23-24)

Biz insana anne ve babasına güzel davranmasını ve iyilik yapmasını tavsiye ettik. Bununla beraber eğer onlar, hakkında bilgin olmayan bir şeyi bana ortak koşman için seninle uğraşırlarsa, onlara bu hususta itaat etme! Dönüşünüz ancak banadır. O zaman size yaptıklarınızı ve karşılığını haber vereceğim.” (Ankebut, 29/8)

Yani ana baba değil mümin, velev ki inkar etseler bile, onlara aksi ve ters davranamayız, Allah bunu yasaklıyor.

Ancak, Allah’ın emirlerine ters bir talepte bulunurlarsa onlara itaat etmeyeceğiz ve güzellikle bu istediklerinde Allah’ın rızasının olmadığını söyleyeceğiz, ama hep güzellikle.

Bir günah işlediklerinde de durum gene böyle; saygı çerçevesinde yumuşak sözle onlara yaptıklarının Hak katında yanlış olduğunu söyleyeceğiz.

Sabırla hâl dilimizle, kal dilimizle onlara örnek olacak ve hidayetleri için de Allah’a dua edeceğiz.

İslam’da evlada düşen budur.

https://sorularlaislamiyet.com/gunahkar-anne-babamiza-karsi-tavrimiz-nasil-olmalidir

28 Ekim 2023 Cumartesi

Allah'tan başkası üzerine yemin etmek dinden çıkarır mı?

   
Soru Detayı

- Allah'tan başkası üzerine yemin etmek küfür veya şirktir konulu sahih hadisler var.
- Toplumumuzda şeref ve namus üzerine, nikah üzerine, çocuk üzerine yeminler ediliyor. Bu yeminlerin hükmü nedir?
- Bu insanlar küfre mi düşüyor?
- 4 mezhep imamı bu konuda ne demiştir?

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Konuyla ilgili hadislerden bazıları şöyledir:

“Yemin edecek kişi Allah dışında hiçbir şey üzerine yemin etmesin.” (Nesâî, Eymân, 4)

“Allah dışında bir şey üzerine yemin eden kimse şirk koşmuştur.” (Müsned, II, 34)

“Allah, atalarınızın üstüne yemin etmenizi yasaklamıştır.” (Buhârî, Eymân, 4)

Bu ve benzeri hadisler gereği yemin “Vallahi, billâhi, tallahi”; “Rahmâna yemin olsun ki”; “canım elinde bulunan Allah’a yemin olsun ki”; “Allah’ın kudreti üzerine yemin ederim ki” ifadeleriyle yapılır.

Allah’ın kelam sıfatından kaynaklandığı için Kur'an-ı Kerîm üzerine yemin de geçerli sayılmıştır.

Allah’ın isim ve sıfatlarından Rab, Mevla, Melik gibi insanlar için de kullanılabilenler üzerine yemin etmenin geçerliliği ise bazı alimlerce niyete bağlanmıştır.

Fakihlerin çoğunluğu, yemin için söylenen kelimelerden ziyade örf ve niyeti esas aldığından mesela, “Yemin ederim, şehadet ederim, üzerime andolsun” gibi sözleri de yemin saymıştır.

Hadislerden hareketle fakihler anne, baba, oğul, peygamber, melek, namaz, oruç, Kâbe, zemzem, mezar, minber vb. şeyler üzerine yemin etmeyi haram veya mekruh kabul etmiştir.

Resûl-i Ekrem ve diğer peygamberler üzerine yapılan yemin ise, bazı fakihlerce geçerli görülmüştür.

Hz. Peygamber (asm)’in bir muhatabının babası üzerine yemin ettiğine dair rivayet ise (Müslim, İman, 9) yasaktan önce olduğu, yemin kastının bulunmadığı gibi gerekçelerle tevil edilir.

Ayrıca talak, küfür gibi neticeler doğuran bir şarta bağlamak yoluyla da yapılabilir.

“Şöyle yaparsam kafir olayım, Yahudi olayım, Hristiyan olayım” gibi ifadeler Hanefîlerle Hanbelîlerin çoğunluğuna göre yemin kabul edilirken, Malikî ve Şafiîlerle Hanbelîlerin bir kısmına göre yemin kabul edilmez.

Küfür amacı taşımadığı sürece kişi bu sözlerle dinden çıkmış sayılmasa da çoğunluğa göre günah işlemiş olur.

Bir hususu küfrü gerektirmeyen bir günaha bağlamak asla yemin sayılmaz.

27 Ekim 2023 Cuma

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 57

Mü’min insanların hayatla ve metalarda bağlantıları zayıftır

İnsanların ahirete inanıyorum dediğine bakmayın, bunun şuurunda olup olmadıklarına bakın. 

Gelecek deyince emekliliğinden bahseden bir adamın ahiret imanı flu (varlığı ile yokluğu belli olmayan) bir fotoğraf gibidir. 

İkinci yaşamda Allah’ın kullarına vereceği nimetlerin hayaline kapılıp, burnunda tüterek yaşayan Mü’min insanların hayatla ve metalarda bağlantıları zayıftır. Çünkü onları esasen motive eden, esasen cazibesine kapıldıkları şey ahiretteki nimetlerdir. Ahiret inancı Mü’minlerde bu şekildedir, bu beklentiyle yaşarlar.

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1

26 Ekim 2023 Perşembe

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 56

Bu Rabbimin fazlındandır

Sebe’ Sûresi 

Süleyman aleyhisselam: “Rabbim” dedi, “Beni bağışla; benden sonra hiç kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver bana." Sâd Suresi - 35.

Bu ayetten de anlıyoruz ki kulun yaradandan mülk ve varlık istemesi sakıncalı bir durum değildir.

Süleyman aleyhisselam: “Ben malı Rabbimi hatırlattığı için, onun zikrinden dolayı çok seviyorum.” 

O ne zaman bir nimetle karşılaşsa bunu Allahtan biliyordu. Bunun o kadar şuurundaydı ki kimin elinde ne görse “Allah’tandır” diyordu. Hiç bir zaman o nimetin Allah'tan başka birinden olabileceğine asla ihtimal vermezdi. (Rabbim bana hala nimet gönderiyor, beni sınıyor, hala şükredecek miyim yoksa onu unutacak mıyım?) 

-Süleyman 
aleyhisselam Sebe melikesinin tahtını cinlerin çarçabuk getirdiğini görünce; Bu Rabbimin fazlındandır, bu sizin yaptığınız bir şey değil, demiştir. Bu benim de hükümdarlığımın neticesi değil. (Yani Firavun gibi böbürlenmedi. Emredeceksin hemen gelecek hükümdar dediğin böyle olur, demedi.)

-Allah’ın sünnetinde şükredenlerin nimetini artırmak vardır: “Şükrederseniz muhakkak artıracağım.” 

Siz, size nimet gönderdikçe bunu Rabbim gönderiyor diye tanıyıp, göndereni hatırda tutarsanız, mala ilginiz onu gönderene olan sevginiz neticesinde olmazsa, mala olan eğiliminiz doğrudan bir sevgiye dönüşürse, artık esas amacınız mal olursa o zaman küfür olur, malla olan imtihanınız hüsrana döner. 

Süleyman aleyhisselam buna güzel örnektir. Zenginliği ayeti kerimelerde geçiyor. Hem mala ilgi duyan, erişen, hem malla gücü yaşayan hem de bunu Allah’tan bilen biri. 

Cenab-ı Allah Kuranı Kerîm’de Hz Süleyman’ı övmektedir: “Ne güzel kuldur Süleyman.” 

Hz Süleyman’ın ilgi duyduğu mallardan öne çıkanı saf kan atlardır. Onun huzuruna bu türden saf kan atlar getirildi. Görünce “Rabbimi hatırlattığı için ben bu mala ilgi, sevgi duyuyorum.” dedi. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1

25 Ekim 2023 Çarşamba

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 55

Siyonist Yahudiler öyle bir ırkçı ki!

Sebe’ Sûresi 

Süleyman aleyhisselam’ı Yahudiler hiç sevmezdi, ona husumet beslerlerdi. Çünkü ondan imtiyaz bekliyorlardı ama göremediler. 

Süleyman aleyhisselam Allah-u Teala'dan aldığı vahiyler doğrultusunda insanlara adil muamele ederdi. Süleyman aleyhisselâm'dan hoşlanmayan Yahudilerin başına Allah-u Teala şeytanları gönderdi. 

Zaten Allah’ın sünneti hep böyledir, hakka, adalete razı olmayanlara, doğruyla ikna olmayanlara şeytanı musallat eder. 

Ve Yahudiler Süleyman aleyhisselam’a iftira atmaya başladılar ve ona sihirbaz dediler. 

Siyonist Yahudiler öyle bir ırkçı ki, onları ayrıcalıklı ve seçkin görmeyeni Allah’ın elçisi bile olsa kabul etmiyorlar. (Bu, din merkezli değil kavmiyetçi merkezli bir yaklaşımdır. Din kavmiyetçilik ekseninde ele alınır.)

“Biz de sizin gibi bir beşeriz. Her şeyi yaratan Allahın sade basit kullarıyız.” diyen Peygamberler kendilerini dahi ayrıcalıklı takdim etmemişken, nasıl kalkarlar da kendi kavimlerini ayrıcalıklı görürler. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1

22 Ekim 2023 Pazar

Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevi Gibi Kutsal Mekanların Minyatürlerinin Yapılıp Sergilenmesinin hükmü nedir?


Son zamanlarda hac ve umre ibadetlerinin öğretilmesi, mukaddes mekânların insanlara tanıtılması ve benzeri maksatlarla Kâbe, Mescid-i Nebevî ve Mescid-i Aksa gibi yapıların minyatür veya maket olarak yapılması yaygınlık kazanmıştır.

Mukaddes mekânların ve mabetlerin maket ya da minyatürlerinin yapılmasını yasaklayan dinî bir hüküm yoktur. “Eşyada aslolan ibahadır” ilkesi gereği mukaddes mekânların minyatür veya maketlerinin yapılarak sergilenmesi caizdir. Ancak asılları göz önünde bulundurularak bu nesnelere itina gösterilse de bunlara temsil ettikleri mekânlar gibi kutsallık atfedilmesi uygun değildir.

20 Ekim 2023 Cuma

Kaç çeşit yemin vardır?

Üç çeşit yemin vardır. Bunlar; yemîn-i lağv, yemîn-i ğamûs ve yemîn-i mün’akidedir:
a) Yanlışlıkla yapılan yemin (yemîn-i lağv); bir şeyin doğru olduğu zannedilerek veya ağız alışkanlığıyla yapılan yemindir. Kişinin birini görmediği hâlde gördüğünü zannederek “Vallahi gördüm.” demesi veya yemin kastı olmaksızın yemin sözlerini söylemesi, yemîn-i lağv olarak kabul edilmiştir. Bu şekilde yapılan yeminden dolayı kefâret gerekmez. Kur'ân-ı Kerîm’de, kasıtsız olarak ağızdan çıkıveren yeminlerden dolayı kişinin sorumlu tutulmayacağı bildirilmiştir (el-Bakara, 2/225; el-Mâide, 5/89). Bununla birlikte, ağız alışkanlığıyla konuşurken sıkça yemin edenlerin, bu alışkanlıklarından vazgeçmek için çalışmaları gerekir.
b) Yalan yere yemin (yemîn-i ğamûs); bu tür yemin, bilerek yalan yere yapılan yemindir. Bir kimsenin olmamış bir şey için bilerek olmuş diye veya olmuş bir şey için bilerek olmadı diye yemin etmesi böyledir. Bu en büyük günahlardan biridir (Buhârî, Eymân, 16 [6675]; Müslim, İman, 220 [138]). Böyle bir yemin Hanefîler'e göre, kefâretle telafi edilemez. Bu şekilde yemin eden kişinin, bilerek ve Allah’ın adını anarak yalan yere yemin ettiği için pişman olarak, bir daha böyle bir hataya düşmemek üzere Allah’tan af dilemesi gerekir. Yalan yere yaptığı yemin sebebiyle başkasının hakkının zayi olmasına sebep olan kimse, bu zararı tazmin edip zarar verdiği kimselerden helallik istemelidir.
c) Geçerli yemin (yemîn-i mün’akide); imkân dâhilinde olan bir şeyi yapmak veya yapmamak üzere yapılan yemindir. Bir kimsenin şu işi yapacağım veya yapmayacağım diye yemin etmesi böyledir. Bu yeminin Allah’ın isimlerinden biriyle veya O’nun sıfatlarıyla ya da örfen Allah’ın isimlerine veya sıfatlarına atıfta bulunan sözlerle yapılmış olması gerekir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 3/708-712). Bu tür yeminini bozan kişi yemin kefâreti öder (Merğinânî, el-Hidâye, 3/17-18).