“İslâm’ı sünnetteki yorumu dışında kavramaya ve yaşamaya çalışmak ümmet olmakla bağdaşmaz."
Kur’ân ve onun Efendimiz (s.a.v.) tarafından hayata geçirilmiş şekli diyebileceğimiz sünnetin teşekkül ettirdiği kimlikten her geçen gün biraz daha uzaklaşmaları günümüz Müslüman toplumlarının en temel sorunu haline gelmiştir. Var oluşundan günümüze buhranlı dönemlerinden ancak peygamberler aracılığı ile gönderilen ilâhi burhanlara sarılarak kurtulabilmiş olan insanlık, bu yegâne kurtuluş reçetesine günümüzde tüm zamanlardan daha fazla muhtaç görünmektedir. Cehâlet asrını saadet asrına çeviren, rahmet Peygamberi Efendimiz (s.a.v.) vasıtasıyla âhir zamana kadar tüm insanlığa son bir kez daha sunulmuş olan bu ilâhî reçetenin günümüzde de işlevini sağlıklı bir şekilde görebilmesi Efendimiz (s.a.v.) ’in getirdiği hakikatlere uymaya, sahip çıkmaya ve aslını muhafaza etmeye bağlıdır. İnsanlığın gidişatına yapılan ilâhî müdahaleler sadece bu dünyada huzur ve mutluluk değil, bilakis asıl yurdumuz olan (dâr-ı bekâ) ahirette de huzur ve mutluluk getireceği için konunun ehemmiyeti daha iyi anlaşılmaktadır.
Bir toplumun İslâmî kimliğe sahip olması, belirli esasları ilke edinmesi anlamına gelir ki; bu esasların başında dinin temel kaynaklarından biri olan Hz. Peygamber (s.a.v.)’in İslâm’ı yaşayış şekli yani “sünnet” gelmektedir. Dinin, O’nun tarafından yapılmış yorumu ile bir kültür oluşmuş ve bu kültür, dünyanın dört bir yanında yaşamakta olan Müslüman toplumlara müşterek bir kimlik kazandırmıştır. Ancak özellikle son iki asırda yaşanan ve tüm dünyayı etkisi altına alan birtakım değişim ve dönüşümlerden Müslüman toplumlar da nasibini almışlardır. Batı’daki dine karşı başlatılan ve sonrasında her alanı kapsayan reformist düşüncenin etkisi ile İslâm dünyasında da her alanda değişim yapma gereği ve ilerleme fikri tartışma kabul etmeyen bir mevkiye çıkarılmıştır. Dinî konuların da bu alana dâhil edilmek istenmesi ile bundan en çok zarar gören “sünnet” olmuştur. İslâm istikrar ve değişimi bir arada bulunduran bir inanç sistemi olmasına rağmen bu, dikkatlerden kaçmış, değişme ve ilerleme ifade eden her şeyin gerçekten doğru veya iyi olup olmadığı yeterince tartışılmamıştır. Oysa İslâm her değişmeyi gelişme olarak kabul etmemektedir. O halde öncelikli olarak yapılması gereken şey ’değişim’ ile ’kurallardan sapma’ arasındaki farkı iyi değerlendirmektir.
Bir Müslümanın Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet’in yol göstericiliğine inanması ve güvenmesi gerekmektedir.
Din itaattir, güvenmektir, bağlanmaktır. Nitekim sahâbîler, sünnete uyarken rehber bir iradeye kendilerini teslim etmenin anlayışı içinde hayatlarının her dakikasının Rasûlullah (s.a.v.) ’in hayatına uyması için gayret sarf etmişler, sünnete göre yaşama imkânlarını sonuna kadar kullanmışlardır. İslâm âlimlerine göre dinin üçte biri sayılan “Kim bizim işimizden olmayan bir iş yaparsa o reddedilir.” hadîsi Hz. Peygamber (s.a.v.) ’in emrine muhalefet edilmemesi gerektiğini ifade etmektedir. Çünkü doğruya ve kurtuluşa ancak kendisi doğru yolda olan birisi götürebilir. Dolayısıyla bütün hayırlı işlerin Rasûlullah (s.a.v.)’in getirdiklerinde olması ve Hz. Peygamber’in dosdoğru bir yol üzere bulunması sebebiyle O’na uymak gerekir. Bu inanç içerisinde olduktan sonra kaynaklardan hareketle çözümler üretmek zor değildir.
Aksi halde Abdullah İbn Mes‘ûd’un (r.a.) ifadesiyle “Sünneti terk ederseniz dalâlete düştünüz demektir.”
Efendimiz (s.a.v.): “Benim ve Allah’ın benimle gönderdiği İslâm’ın durumu, bir topluluğa gelip şöyle diyen adamın durumuna benzer: ‘Ey milletim! Gerçekten ben üzerinize gelmekte olan bir orduyu gözlerimle gördüm. Ben size bu tehlikeyi veren apaçık bir haberciyim. Kendinizi kurtarmaya bakın.’ Bu sözler üzerine ahâlinin bir kısmı ona itaat etti ve akşamdan yola çıkarak kurtuldular. Bir kısmı da onu yalanladı ve yerlerinde kaldılar. Ordu onlara sabaha karşı baskın yaptı ve hepsinin kökünü kazıdı. İşte bu durum, bana itaat edip getirdiklerime ittibâ edenler ile bana isyan edip Hak’tan getirdiklerimi yalanlayan kimselerin durumunun ta kendisidir” buyurarak bizzat kendisini kurtuluş için çözüm olarak göstermiştir.
Sünnet bir Müslümanın hayatından koparılıp alınırsa o kişi için Kur‘ânî emirler anlamsızlaşır, uygulanamaz hale gelir. Kur’ân’a ittibâ ancak sünneti takip ile gerçekleşebilir. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hayatı, Kur’ân’ın yönlendirmelerinin tatbikatıdır. Onun sîreti yaşayan Kur’ân’dır. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in Kur’ân’ı açıklama görevinin olması, sünnetin İslâm’da hayâtî bir yeri olduğunu göstermektedir. Diğer bir ifade ile Hz. Peygamber (s.a.v.)’in İslâm’daki yeri ne ise sünnetin İslâm şeriatındaki yeri odur.
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in, üzerinde bulunduğu yol olan sırât-ı müstakîmin tanınması sünnet ile olur. Sünnet, İslâmî olmayan kültür ve medeniyetlere dayalı fikrî akımlardan etkilenmekten, çeşitli fikrî akımların yol açtığı karışıklıklardan toplumu kurtarmakta ve doğru olan itikadı korumakta önemli bir görev yerine getirmiştir.
Sünnet, İslâmî çizgiyi korumuştur. Aynı zamanda sünnet, inanç ve ibadet konularına ilavelerde bulunmak veya tebdîl etmek girişimleri karşısında durmuş, ibadet ve inançları ilk haliyle muhafaza etmiştir. Nitekim sahâbîler sünnetin bu özelliğinden istifade etmişlerdir. Hz. Ali halife olduğu dönemde İbn Abbâs’ı Hâricîlerle görüşmek üzere gönderirken onlara Kur’ân’dan değil sünnetten delil getirmesinin yeterli olduğunu şu sözlerle ifade etmiştir: “Onlarla Kur’ân’ı öne sürerek tartışma, sünnetteki delillerden istifade et. Çünkü Kur’ân’ın farklı yorumları vardır. Sünnete dayanarak onlarla tartışırsan, kaçacak yer arayacaklardır ama bulamayacaklardır.” Bunun için sünneti fikrî ve günlük hayatın içine yerleştirmek gerekir. Sünnet, bir hayat tarzı olarak kişilerin dünyasına ve topluma yerleşirse örneği gerçekleştirilmiş olan mutlu insanların bulunduğu gelişmiş, huzurlu bir toplum oluşur. İlk Müslüman nesil olan sahâbîlerin sünneti vazgeçilmeyecek bir konumda görüp imkânsızlıklarda dahi sünneti uygulama gayretleri, sünneti bir hayat tarzı olarak görmelerinin sonucudur. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ve sahâbîlerin sünnet konusundaki tutumları ve titizlikleri, sünneti İslâm medeniyeti ve kültürünün temeline oturtma gayretlerinin göstergesidir. Müslüman kimliği, medeniyeti Kitâb ve sünnetten beslenir ve bu kaynağa uygunluğu ölçüsünde özgünlüğünü korur. Bu iki asla dayanmayan görüş ve uygulamalar İslâmî değildir. Dünya görüşünün ve zihniyetin İslâm’a uygun olması için sünnetin yol göstericiliğine ihtiyaç vardır.
Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda toplumda yenilenmeye, canlanmaya ihtiyaç duyulduğunda tam bir azim ve şuurla Rasûlullah (s.a.v.)’in sünnetiyle amel etmekten başka bir yol gözükmemektedir. Bu noktadan hareket ederek geçmişten beri sünnetle ilgili yapılan çalışmaların pek çoğunun gerekçesi, İslâmî çizginin dışına çıkıldığında toplumu uyarmak ile dindeki unutulmuş prensip ve uygulamaları canlandırma gayretlerinin bir sonucudur. Gerek bilgi gerek yaşama olarak ulaşılmak istene son nokta sünnettir. Yapılan araştırmalar bir nebze de olsa Rasûlullah (s.a.v.)’in anlayışına ulaşma çabalarıdır.
Yard. Doç. Dr. Aynur URALER
Marmara Ünv. İlahiyat Fak. Hadis Öğretim Üyesi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder