31 Ocak 2016 Pazar

606.İtidal ve aşırılık örnekleri-Faruk Beşer

Orta yolda olmak ile ilgili dünkü yazının devamını mutlaka okuyun:
... İşte bu özelliğiyle insan yaratılanların orta çizgisini temsil eder. Mesela melekler sadece nurdan ve akıldan, hayvanlar sadece şehvetten ibarettir. Melekler Allah'a isyan edemezler, hatta bunun isteğini ve iradesini bile gösteremezler. İnsanda ise bu her iki yön de vardır. Hem melekte hem de hayvanda bulunan özellikleri taşır. Hem akla hem şehvete sahiptir. İradesini hangi yöne kullanırsa o yönde ilerler. Böylece melekten üstün olabilir. Çünkü kendisini aşağılara doğru çeken duygularına rağmen insan arzularına esir olmamıştır. Melek ise böyle bir duygusu bulunmaksızın olduğu yerdedir. Aksi olursa insan hayvandan da aşağı düşebilir. Çünkü insanı yukarı doğru çeken bir gücü olduğu halde o düşüşü seçmiştir. Hayvanda ise bu yükseliş melekesi ve iradesi yoktur.

Kısaca insanın bizatihi kendisi, varoluşsal olarak orta çizgidedir....

...Resulüllah'ın yaşayışının, yani sünnetinin Kur'an-ı Kerim'in canlı hali olduğunu hep söylüyoruz. İşte onun hayatı da bize hep mutedil ve dengeli olmamızı öğretir...

Bir grup sahabî, Resulüllah'ın yaptığı ibadetleri az bularak, daha çoğunu yapıp en iyi bir kul olmak istemişler, o nasılsa peygamberdir, daha fazlasını yapmaya ihtiyacı yok demişlerdi... 

Yazının tamamı için:

29 Ocak 2016 Cuma

605.Ne sağ ne sol, yol varsa orta yol-Faruk Beşer


Faruk Beşer Hoca'nın mutlaka okunması gereken bir yazısı: 



....İnsanın varlığını sürdürebilmesi için ona üç temel güç verilmiştir: Şehvet, öfke ve akıl.

...insana verilen bu güçlerin tefrit/yetersiz olan, ifrat/aşırı olan ve itidalli/dengeli olan uçları ve ortası vardır.

Şehvetin tefriti, zevksizliktir/humûd.
İfratı, her iştahı çektiğine sınır tanımadan saldırmadır/fücur.
Dengelisi ise iffettir.

Öfkenin üç mertebesi; ödleklik/cebanet,
gözü dönmüşlük/tehevvür 
ve şecaattir/cesaret.

Aklın üç mertebesi ise; saflık/gabavet,
hakkı batıl, batılı hak gösterecek derecede bir zekâ ishali/cerbeze
ve her şeyi olduğu gibi anlama kabiliyeti/hikmettir.

...Bu üç gücün orta mertebeleri, yani: iffet, şecaat ve hikmet hayatın adalet çizgisini, itidali, orta yolu yani vasatiyyeyi oluşturur, ahlakta ve erdemde istenen budur. Diğer uçlar zulümdür, anormalliktir ve insanın ahsen-i takvim çizgisinden sapmasıdır....

Kuranı Kerim'in müsenna/ikili üslubu


Endülüslü meşhur Usulcu Şatıbî Kuranı Kerim'in bu üslubuna dikkat çeker. Söylediklerinin özeti şudur: Kuranı Kerim'e tek yönlü bakarsanız meseleyi yanlış anlarsınız. Sadece ümit veren/terğib ayetlere baktığınızda Allah'ın herkesi bağışlayacağını, kimsenin ceza görmeyeceğini sanırsınız. Korkutan/terhib ayetlere baktığınızda en küçük suçlardan bile cehennemi boylayacağınızı sanırsınız. Oysa bunlar beraber düşünüldüğünde itidal/denge bulunmuş olur.

Kuranı Kerim'deki, hatta Sünnetteki bu dengeyi görememenin iki temel sebebi olabilir: Cehalet ve taassup/fanatizm. Anlamak istediği konuyla ilgili bütün ayetleri bilmeyenler işin sadece bir ucundan tutmuş ve adaletten uzaklaşmış olurlar. Mezhebine, meşrebine ya da nefsinin arzularına taassup gösteren de Kuranı Kerim'e kendi istediğini söyletmiş olur. Bu ikincisine aynı zamanda ideolojik İslam da diyebiliriz.

Şatıbi der ki, mesela Hariciler Kuranı Kerim'deki 'hüküm yalnız Allah'a aittir' ayeti kerimesine tutunarak Hz. Ali'nin, Sıffîn Savaşında hakemi kabul etmesi sebebiyle onu tekfir ettiler. Ali, Allah'ın hükmünü bırakıp başkasının hükmünü aldı. Bu sebeple kâfir oldu dediler. Oysa yine Kuranı Kerim'deki bir başka ayeti de hesaba katmış ve ikisini birlikte düşünmüş olsalardı Hz. Ali'nin yaptığının Allah'ın hükmünü kabul etmeme olmadığını anlarlardı. Anlaşmazlığa düşüp boşanmanın eşiğine gelen karı kocanın kendi akrabalarından birer hakem tayin ederek sulh aramalarını da yine Kuranı Kerim emreder. Demek ki, tahkim, yani birilerinin hakemliğine başvurma bizzat Kuranı Kerim'in emrettiği bir şeydir. Böyle bir sonuca varmalarında Hariciler taassuplarının yanında muhtemelen cehalet de yaşıyorlardı. Bugün İslam adına asıp kesen fanatik gruplar hep böyle Haricî meşreptirler.Cehalet olunca işin içine bir de hamakat girer ve başkaları tarafından kullanılırlar. Oysa mümin feraset sahibi olmalıdır.....


Yazının tamamı için:

28 Ocak 2016 Perşembe

604.RABBİMİZİN cc 28.NASİHATI

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Yüce Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:

"Ey insanlar!
Fâni bir dünyaya ve sonu olan bir hayata nasıl rağbet ediyorsunuz? Hiç şüphesiz itaat edenler sekiz kapısından cennetlere girerler.
Her bir cennette yetmiş bin bahçe bulunmaktadır. Bu bahçelerden her birinde de yakuttan yapılma yetmiş bin köşk vardır.

Bu köşklerde ise zümrütten yetmiş bin ev ve bu evlerin her birinde kırmızı altından yetmiş bin oda vardır.
Bu odaların her birinde beyaz gümüşten yetmiş bin asma kat vardır ki, bu asma katların her birinde de yetmiş bin siyah renkli sofra bulunmaktadır.
Bu sofralardan her birinde mücevherden yapılma yetmiş bin tabak ve her tabakta yetmiş bin çeşit yemek vardır. Her bir asma katta kırmızı altından yetmiş bin yatak, bunların her birinde yetmiş bin ipek, kalın ve ince atlastan yapılmış yetmiş bin döşek bulunur.
Yine yatakların her birinin yakınında içinden hayat suyu, süt, şarap ve balın aktığı yetmiş bin nehir vardır. Bu nehirlerin her birinin ortasında yetmiş bin çeşit meyve bulunur. Her bir evde yetmiş bin erguvandan çadır ve her bir döşekte de beyaz tenli gözde hurilerden biri bulunmaktadır. Bu hurilerin her birinin elinin altında henüz ergenliğe adım atmamış saklı cevherler misali yetmiş bin hizmetkâr kız vardır.
Her bir köşkün tepesinde yetmiş bin kubbe, her bir kubbede de kimsenin gözünün görmediği, kulağının işitmediği ve hiçbir beşerin hayal dahi edemeyeceği (güzellikte) rahman tarafından verilmiş yetmiş bin hediye, bulunmaktadır. 'Onlar için diledikleri meyveler, iştahla arzu duyacakları kuş etleri ve şahin gözlü, saklı incilere benzeyen huriler vardır. Bunlar onlara işledikleri iyi amellere karşılık bir mükâfat olarak verilir.'
1


Cennetlikler cennette ölmez, yaşlanmaz ve üzülmezler. Oruç tutmaz, namaz kılmaz ve hastalanmazlar. Onların küçük veya büyük abdeste çıkmak gibi bir ihtiyaçları olmaz.2


Onlar oradan çıkarılacak da değiller.
İşte her kim bu cennetlere girmeyi arzu eder, ikramımı, yakınlık ve nimetimi isterse; her işinde sadakat, dünyayı değersiz görmek ve aza kanaat etmek ile bana yaklaşsın."


1 Vakıa 56/20-24.
2 ilgili hadisler için bk. Buhârî, Bed'ü'l-Halk, 8; Müslim, Cennet, 15-17; Tirmizî, Sıfatü'l-Cennet, 7; İbn Mâce, Zühd, 39; Dârimî, Rikâk,104; Ahmed b. Hanbel, Müs-ned, 2/232, 253, 316; 3/316, 349, 354, 364, 384.


Rabbimizin 104 Kitaptaki Öğütleri (Meva'ız-i Kudsiyye)

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

25 Ocak 2016 Pazartesi

603.İLK HESAP!

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

İLK HESAP!

Allah buyuruyor:
Onlar cennetlerdedirler. Birbirlerine suçlular hakkında sorular sorarlar ve dönüp onlara şöyle derler: “Sizi Sekar’a (cehenneme) ne soktu?”
Onlar şöyle derler: “Biz namaz kılanlardan değildik.”
“Yoksula yedirmezdik.”
“Batıla dalanlarla birlikte biz de dalardık.”
“Ceza gününü de yalanlıyorduk.”
“Nihayet ölüm bize gelip çattı.” -
Müddessir Suresi, 40-47-

Allahu Teâlâ’nın kullarına farz kıldığı ilk ibadet namazdır. Kıyamet gününde muhasebe başladığında hesabı açılacak olan ilk ibadet de “NAMAZ”dır.


"NAMAZ DİNDİR!"


-Mü'min olduktan sonraki en büyük farzdır,
-Allah'a ibadettir,
-Kâfirlerle aramızdaki farktır,
-Miracımızdır,
-Rabbimiz’e yakarışımızdır,
-Günahlara ve çirkinliğe karşı koruyucumuzdur,
-Hayatımızın planlayıcısı ve temel disiplinidir,
-Psikolojik tedavimizdir,
-Ahde vefalılıktır,
-Sabrın en güzel örneğidir,
-Bir eğitimdir,
-Hayattır,
-Müslümanlık'tır, İslam’dır,
-İman iddiasının ispatına yarayacak en önemli belgelerden bir belgedir,
-Hayatî tehlike anında bile sorumlu olduğumuz ibadettir, 
-Müslüman’ın geçmiş günahlarını temizlediği gibi geleceğini de garanti altına alan, Allah katındaki bir teminatıdır.

KURTULUŞ OLAN NAMAZ HANGİSİ?

Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin Cebrail aleyhisselamdan görüp bize gösterdiği gibi bir namaz... Arındıran, yücelten o namazdır.

“(Ey Muhammed!) Kitaptan sana vahyolunanı oku, namazı da dosdoğru kıl. Çünkü namaz, insanı hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak elbette en büyük ibadettir. Allah, yaptıklarınızı biliyor.” -Ankebut Suresi,45-

Böyle bir namaz için:
-Fıkhını bilerek,
-Mükemmel bir abdestle,
-Setr-i avrete dikkat edilerek,
-İlk vaktinde,
-Cemaatle,
-Farzları ve sünnetleri ile beraber,
-Ta’dil-i erkâna dikkat ederek,
-Huşû içinde,
-Sürekli, hiç bırakmadan,
-İstiğfar ve dua ederek, 
-Mümkün olduğu kadar namazdaki tekbirlerin, tesbihatın, okunan ayet ve duaların anlamlarını bilerek namaz kılmak gerekir.

Namaz Tesbihatlarının Anlamı


ALLAHUEKBER
"Allah en büyüktür."

SUBHANE RABBİYE'L AZİM
"Ey büyük Rabbim! Seni bütün noksan sıfatlardan tenzih ederim."

SEMİALLAHU LİMEN HAMİDEH
"Allah kendisine hamd edenleri işitti."

RABBENA VE LEKE'L-HAMD
"Ey Rabbimiz! Her çeşit hamd ancak sanadır."

SUBHANE RABBİYE'L-ALÂ
"Ey Yüce Rabbim! Seni bütün noksan sıfatlardan tenzih ederim."

ESSELAMU ALEYKÜM VE RAHMETULLAH

"Allah'ın selamı ve rahmeti üzerinize olsun."


Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin namazlardan sonra özellikle tavsiye ettiği dua ve zikirlerin bazıları şunlardır:

1- Farz namazlarda selam verilir verilmez 3 kez:


أَسْتَغْفِرُ اللهَ الْعَظِيمَ "Estağfirullah el- Azim" 
denmesi.


Anlamı: "Yüce Allah'tan bağışlanma dilerim."

2-Ardından: 


الَّهُمَّ أَنْتَ السَّلاَمُ وَ مِنْكَ السَّلاَمُ ، تَبَارَكْتَ يَا ذَا الْجَلاَلِ وَالْاِكْرَامِ

Okunuşu:"Allahümme ente's-selam ve minke's-selam, tebarakte ya ze'l -celali ve'l -ikram" 

Anlamı: "Allahım! Selam sensin, selam sendendir. Sen yücesin. Ey celal/azamet ve ikram sahibi olan Allahım."

3-Muğire bin Şube'den rivayet edildiğine göre
Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem şu zikri de sürekli okurlardı:

لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ ، لَهُ الْمُلْكُ وَ لَهُ الْحَمْدُ وَ هُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرُ

Okunuşu: "Lailaheillallahu vahdehu la şerike leh. Lehu'l-mülkü ve lehu'l-hamdu ve hüve alâ külli şeyin kadir."

Anlamı: "Allah'tan başka ilah yoktur. O tektir, O'nun ortağı yoktur. Mülk O'nundur, hamd O'nadır. O her şeye kadirdir."

4-Ebu Hureyre'nin naklettiğine göre Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

Kim farz namazlardan sonra


33 kez سُبْحَانَ اللهُ "Subhanellah", 
33 kez اَلْحَمْدُ للهُ "Elhamdülillah",
33 kez اَللهُ أَكْبَرُ "Allahuekber" 

dedikten sonra 100. olarak da "Lailaheillallahu vahdehu la şerike leh..." zikrini söylerse günahları denizlerin köpükleri kadar da olsa Allah onları affeder. -Müslim, Ezkâr, 68-

5-Ebu Ümame adlı sahabenin naklettiğine göre Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

"Kim Ayetelkürsi'yi her farz namazın arkasından okursa cennete girmesinin önündeki tek engel ölümdür."-
Nesai, Süneni-Kübra, 9928-
  
Cabir radıyallahu anhtan rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:


 “Beş vakit namazın benzeri, sizden birinizin kapısı önünden akıp giden ve her gün içinde beş defa yıkandığı bol sulu bir ırmak gibidir.” -Müslim, Mesâcid, 284-

Nureddin Yıldız Hocaefendi’nin "Namaz Muhasebesi" kitabı kaynak olarak kullanılmıştır.


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR     


22 Ocak 2016 Cuma

602.YANLIŞA MÜDAHALE VE ÇOĞULCULUK-Ebubekir Sifil

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

    
Kur’an ve Sünnet bizden, yaşadığımız ortama ve şartlara bukalemun gibi ayak uydurmamızı değil, içinde bulunduğumuz ortam ve şartları mümkün olduğunca Allah Tealâ’nın rızasına uygun hale getirerek yaşamamızı istiyor. Nasıl ki din, değişmek ve dönüşmek için değil, değiştirmek ve dönüştürmek için gönderilmişse; aynı şekilde müslüman da bu anlayış içinde hareket etmek durumundadır.

İçinde yaşadığımız zaman dilimi, bilhassa Batı’dan esen rüzgârların etkisiyle bir arada yaşama, hoşgörü, çoğulculuk… gibi kavramların hüküm sürdüğü farklı bir dünya fotoğrafı çıkarıyor karşımıza. Toplum olarak hiçbir muhakemeye tabi tutmadan kabul edip kullandığımız bu kavramların aslında ne anlama geldiği, neyi hedeflediği ve muazzez dinimiz tarafından ne ölçüde tasdik edildiği konusunda ciddi bir zihniyet krizi yaşadığımız ortada.

Kimilerine göre bu kavramlar esas alınıp, din, inanç, hüküm, fikir, kanaat… her ne varsa bunların icabına göre ayarlanmalıdır. Bu kavramlarla örtüşen inanç ve hükümlere hayat hakkı tanırken, bunlarla şu veya bu biçimde çatışanlar terk edilmeli, hayatın dışına atılmalıdır. Bu düşünceyi benimseyenlere göre, zikrettiğimiz kavramlarla çatışma teşkil eden dinî hükümler, hatta inançlar, bizi çağdaş toplumlar karşısında zor durumlara düşürüyor. Dünyaya bunları izah edemiyoruz. Dolayısıyla bunlardan bir an önce kurtulmak bir elzemiyettir!

Emr-i ma’ruf nehy-i münker
Yüce Kitabımız bizi “Ümmet” olarak tanımlıyor. Ümmet olmak, inançtan amele, hayatın sosyal, ekonomik, siyasi ve diğer boyutlarından geçmiş ve gelecek tasavvuruna kadar bizi biz kılan değerleri bütün olarak paylaşmak, yaşatmak ve çoğaltmak demektir.

Üstelik bizim“Ümmet” oluşumuz sadece kendimizi ilgilendiren bir mesele de değil. Bizim bu vasfımızın bütün insanlığa bakan bir yüzü de var. Yüce Kitabımız’da şöyle buyurulur:
“Siz insanlar için çıkarılmış ümmetlerin en hayırlısı olmak üzere yaratıldınız. Ma’rufu emreder, münkeri yasaklarsınız ve Allah’a iman edersiniz.” (Âl-i İmrân, 110)

Bu ayette Ümmet-i Muhammed’in vasıfları dikkat çekici bir tertibe göre zikir buyurulmuş. Emr-i ma’ruf ve nehy-i münker imandan kaynaklanan hususlar olduğu halde, onlara kaynaklık eden iman, onlardan sonra zikredilmiş. “Bunun hikmeti ne olabilir?” diye düşündüğümüzde aklımıza gelen şu oluyor: Emr-i ma’ruf nehy-i münker, bu ümmetin “insanlık için”ortaya çıkarılışını izah eden vasıflardır. Zira emr-i ma’ruf nehy-i münker, imanın insanlığa dönük yüzüdür. Dünya adalet üzerine kaimdir ve adaletin ihlali bizzat münker bir durumu ifade eder. Mümin, imanının kendisine yüklediği sorumluluk bilinciyle o münkeri ortadan kaldırmaya ve adaleti yeniden ikame etmeye çalışır. İşte onun “insanlık için” ortaya çıkarılmış olması ile emr-i ma’ruf nehy-i münker arasında böyle kopmaz bir ilişki vardır.

Şu halde bu ümmet fertlerinin bulunduğu yerde Allah Tealâ’nın rızasına ve insanlığın hayrına olan ne varsa hakim olur, yaygınlık kazanır; O’nun rızasına aykırı düşen ve insanlık için değerli ve hayırlı olmayan şeyler de hayatın dışına atılır. Bu özellik bu ümmet için sadece bir fazilet olarak değil, aynı zamanda temel bir vazife olarak da ortaya çıkmaktadır.

Efendimiz
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)şöyle buyurmuştur: “İsrailoğulları’nda meydana gelen ilk bozulma şudur: Birisi, (kötülük işleyen) başka biriyle karşılaşır ve ona, ‘Ey adam! Allah’tan kork, yaptığını terk et. Çünkü onu yapmak sana helal değildir’ derdi. Sonra ertesi gün onunla tekrar karşılaşır, fakat dünkü yaptığı, onunla birlikte yemesine, içmesine ve oturmasına engel teşkil etmezdi. Bunu yaptığında Allah onların kalplerini birbirine karıştırdı(benzetti).”

Efendimiz 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) sonra, “İsrailoğulları’ndan kâfir olanlar Davud’un ve Meryem oğlu İsa’nın diliyle lanetlendiler...” diye başlayan ayetleri, “Fakat onların çoğu fasıktır.” mealindeki ayetin sonuna kadar (Mâide, 78-81) okudu ve arkasından şöyle buyurdu: “Dikkat edin! Allah’a yemin ederim ki sizler ya ma’rufu emredip münkerden sakındırır ve zalimin elinden tutup onu hakka döndürür, hak üzere tutarsınız (ya da kalpleriniz birbirine benzetilir).” (Ebu Davud)

Kavramı doğru anlamak
Kavramlar bizim hayat damarlarımız gibidir. Onların içinin farklı muhtevalarla doldurulmasına izin verdiğimizde, kendi kendimizi zehirlemiş oluyoruz. Günümüzde sıkça kullanılan, ama muhtevasını doğru tayin edemediğimiz için zamanla anlamını kaybedip buharlaşan kavramlardan ikisidir “ma’ruf” ve “münker”. Yukarıda mealini verdiğimiz ayet-i kerimede de geçtiği gibi, bu iki kavram Kur’an’ın en temel kavramlarındandır ve Ümmet-i Muhammed olarak bizler için de son derece önemli bir anlam ifade ederler.

Ma’ruf kelimesini, içinde geçtiği ayet ve hadisler de dahil olmak üzere her yerde “iyilik” diye tercüme etmek büyük bir cinayettir. Zira “iyilik” her şeyden önce bir “kavram” değildir. İkinci olarak da bu kelime, içini kimin doldurduğuna göre değişik anlamlar ihtiva eder. Şayet kelimeleri kavramlar doğrultusunda değil de, kavramları kelimeler doğrultusunda anlamlandıracak olursak, bir süre sonra ma’ruf bizim için kötü, münker de iyi olan şeyleri anlatmaya başlayacaktır.

Öyleyse vakit geçirmeden bu iki temel İslâmî kavramın anlam ve muhtevasına bakalım.

Ma’ruf, Allah Tealâ’ya taat, yakınlık ve insanlara iyilik anlamı taşıyan her söz, davranış ve tutumdur. Yüce dinimizin, işlenmesini teşvik ettiği bütün ameller bu kapsamdadır.

Münker ise bunun tam zıddıdır. Allah Tealâ’ya isyan, insanlara kötülük ve zarar anlamı taşıyan ve Yüce dinimizin yasakladığı her söz, amel ve davranış münkerdir.(İbnu’l-Esîr, en-Nihâye, 3/216)

Şu halde bu iki kavramdan birine “iyilik”, diğerine “kötülük” demekle, aslında onların içini boşaltmış oluyoruz. Neyin iyi ve neyin kötü olduğunu günümüzde belli enformasyon merkezleri belirlediği için –yukarıda da söylediğimiz gibi– bir süre sonra, dinimizin ma’ruf dediği birtakım ameller “kötü” ve dinimizin münker dediği birtakım işler de “iyi” olarak telakki edilebiliyor toplum tarafından.

Bir müminin günaha razı olması mümkün değildir. Yanıbaşımızda bir günah işlendiği zaman ona en uygun metotla müdahale edip, işlenmesine veya en azından yaygınlaşmasına mani olmak görevimizdir. Oysa günümüzde “çoğulculuk”, “hoşgörü” gibi kavramlar moda ve herkesin istediği hayat tarzını rahatça yaşaması “insan hakları” çerçevesinde temel bir hak. Yanıbaşınızdaki komşu, sokağınızdaki esnaf veya aynı güzergâhı kullandığınız insan, sizin inanç ve kültürünüzle asla bağdaşmayan bir hayat yaşayacak, sizin dininizin “münker” dediği fiilleri açıktan işleyecek ve siz onu ikaz bile edemeyeceksiniz!

Efendimiz 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem), “Ben müşrikler arasında ikamet eden her müminden beriyim” buyurmuş. “Niçin (böyle buyurdunuz) ya Rasulallah?” diye sorulduğunda da “Ateşleri birbirini görür.”karşılığını vermiş. (Ebu Davud, Tirmizî, Nesâî)

Buradaki “ateşleri birbirini görür” ifadesinin ne anlama geldiği konusunda ulema şu ihtimaller üzerinde durmuştur:

1. Müminle müşrikin hükümleri bir olmaz.

2. İslâm yurdu ile küfür ülkesi arasında fark vardır. Bir müslümanın (mazeretsiz olarak) kâfirlerin memleketinde yaşaması caiz değildir.

3. Mümin, yaşantısında, ahval ve davranışlarında ve görünüşünde onlara benzememelidir. (Azîmâbâdî, Avnu’l-Ma’bûd, 7/129)

Peygamber vârislerinin görevi
İnsanlığı içine düştüğü bu şer gayyasından çekip çıkaracak tek umut ışığı olan Ümmet-i Muhammed’i kıvamda tutacak olan nedir?

Şüphesiz ki bunu yapacak olan bu ümmetin gerçek alimleridir. O vârisler ki, Allah Tealâ’nın rızasından başka bir hedefleri ve rıza-yı ilâhinin uzağına düşmekten başka bir korkuları yoktur. Ne dünyalıkta gözleri vardır, ne makam ve şöhrette. Onlar bizim hayatımızın işaret taşları, nirengi noktalarıdır. Toplum, ahvalini onlara göre ayarlar, onlara bakarak kendisine çeki düzen verir. Bu sebeple toplum olarak, ümmet olarak bizim için ekmek ve sudan önce, ruhumuzu kıvamda tutacak alimler gereklidir.

Gerçek fonksiyonu bu olan alimlerin yerini, Kur’an-ı Kerim’in “bel’am” tiplemesiyle dikkatimize sunduğu sahte alimler aldığında ise, İsrailoğulları’nın başına gelenin bizim de başımıza gelmesi –Allah korusun– işten değildir.
Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur: “Canımı elinde bulundurana yemin ederim ki, ya ma’rufu emredip münkerden sakındırırsınız, ya da Allah’ın size, katından bir azap göndermesi yakındır. Sonra O’na dua edersiniz de, duanıza icabet edilmez.”(Tirmizî)

Ali el-Karî, bu hadisin şerhinde, Efendimiz 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’in yeminli ifadesini de dikkate alarak şu açıklamayı yapıyor: “Allah’a yemin olsun ki, şu ikisinden biri mutlak surette olacak: Ya sizden emr-i ma’ruf nehy-i münker, ya da indirilen bir azap ve bu azabın kaldırılması konusundaki dualarınıza icabet edilmemesi.” (Mirkat, 8/866)

İşte alimlerin görevi bu noktada ortaya çıkıyor. Hem kendilerini hem de toplumun diğer kesimlerini, herhangi bir ayrım yapmadan kuşatacak olan bir azaba düçar olmamak için olanca gayretlerini sarf ederek yöneticisiyle yönetileniyle bütün toplumu uyarmak onların adeta varlık sebebidir.

Bu gayret, toplumun her kesimine sesini duyurup etkisini ulaştıran propaganda merkezlerinin tahribatının önüne geçecek etkinlik ve yaygınlığa kavuşmadıkça, toplumda münkeratın hakimiyeti devam edecektir. Bu devam ettiği sürece de başta alimler olmak üzere bütün toplum bunun zararını görecektir.

Zarar da fayda da umumi
Toplumda ma’rufun hakim olması topyekün bir berekete kaynaklık ederken, münkerin hakimiyeti de topyekün zarar ve ziyanın sebebi olacaktır. Toplumun içinde bulunduğu ahvalden haberdar olan hiç kimsenin, “nasıl olsa ben münker işlemiyorum; başkasının işlediği münkerin zararı bana dokunmaz” demesi hem müslümanca, hem de gerçekçi değildir. Bir hadiste ifade buyurulduğu gibi, gördüğümüz bir münkeri gücümüz yetiyorsa elimizle, yetmiyorsa dilimizle ortadan kaldırmaya çalışmalıyız. Bu işin farz-ı kifaye olan kısmıdır ve herkes terk ederse herkes günaha girer, sorumlu olur. Ancak bunu yapamıyorsak, “çoğulcu bir toplumda yaşıyoruz, herkes istediğini yapar” deyip de kendimizi tehlikeye atmamalı, o münkeri kalben reddederek hiç olmazsa günahına ortak olmamalıyız.

Evet,münkeri kalben reddetmek en zayıf imanın tezahürüdür ve bir toplum ne adına olursa olsun münkere buğz etme refleksini kaybetmişse, toptan günaha batmış ve ilâhi gazaba müstehak olmuş demektir. Bu durumu dile getiren bir hadisinde Efendimiz 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurur: “Yeryüzünde bir günah işlendiğini gören bir kimse, onu çirkin bulur ondan ikrah ederse, o günahı hiç görmemiş kimse gibi olur. Kim de o günah gıyabında işlendiği halde ondan haberdar olur ve ona rıza gösterirse, onu bizzat gör(en ve müdahale etmey)en gibi olur.” (Ebu Davud)

Çoğulculuk, özgürlükler ve saire adına açıktan açığa işlenen münkerata sessiz kalan, yerinde ve üslubunca müdahale edip düzeltebileceği arızalara dahi omuz silkip “bana ne” diyen fertlerden müteşekkil bir toplumun; değerlerine, geçmişine, kültür ve inancına değil, varlığına bile sahip çıkması müşkül hale gelir.

Hz. Ali 
(radıyallahu anh) şöyle der: “Dininizden (nefs, şeytan veya düşman tarafından) mağlup edile(rek terk ede)ceğiniz ilk şey, elinizle yaptığınız cihattır. Sonra dilinizle yaptığınız (ı aynı şekilde terk edeceksiniz), sonra da kalbinizle yaptığınız cihat (elden gidecek). Her kimin kalbi ma’rufu ma’ruf ve münkeri münker olarak tanıma(maya başlar)sa ters döner, alt üst olur.”(İbn Abdilberr, et-Temhîd, 24/313)

Probleme şaşı bakmakGünümüz insanı, maruz kaldığı propaganda bombardımanı karşısında şu düşünceye kolayca zihnini kaptırmıştır:

Müslümanlar dinlerini yanlış anlayıp yanlış yorumladıkları için geri kaldılar. Eğer gelişmiş ülkelerin seviyesini yakalamak istiyorsak, eskimiş din anlayışını terk edip, “çağa uygun” bir din anlayışı geliştirmemiz lazım.

Bu düşünce öldürücü bir zehir gibi müslüman nesillerin beynini ve kalbini adeta felce uğratmıştır. Oysa müslümanlar Batı alemi karşısında mevzi kaybettiyse bunun sebebi dinlerini yanlış anlamış olmaları değil,dinlerinin gereğini yerine getirmemeleridir.

Tarih içinde müslümanlar dünyaya adalet dağıtacak güce ve insanlığın müşahede ettiği en ihtişamlı ve uzun ömürlü medeniyeti kuracak kabiliyet ve birikime sahip olduysa, bu, dinlerini doğru anladıklarının en büyük delilidir. Bugün bu durumda oluşumuz, o medeniyetin kurucu dinamiklerini ihmal etmiş olmamızdan, o iman safiyetini ve inanmışlık şuurunu aynı şekilde devam ettirme iradesini gösteremeyişimizdendir.
Bugün dahi, kapı komşumuzdan yakın ve uzak coğrafyalara kadar nerede ne olup bittiğine sadece seyrediyor ve sahaya inip oynamak yerine tribünlerden seyretmeyi tercih ediyorsak, bu, emr-i ma’ruf nehy-i münker şuurunu kaybettiğimizin işaretidir. Hoşgörü, çoğulculuk ve benzeri kavramlar bizi çevremizde olup bitenlere karşı ilgisiz kalmaya, hatta giderek her türlü münkerat ve ma’siyeti “özgürlük” sınırları içinde telakki etmeye götürüyorsa suçu ve suçluyu başka yerde aramak beyhudedir.

Elbette emr-i ma’ruf nehy-i münker her önüne gelenin yapacağı bir iş değil, herkesin kendi konum, yetki, birikim ve kabiliyeti çerçevesinde yürütülmesi gereken bir faaliyettir. Dolayısıyla günümüz şartlarında bu hayatî fonksiyonu yerine getirecek sivil örgütlenmeler ve insanların tepkisini değil, takdirini celp edecek metot ve vasıtalarla yürütülmesi bir elzemiyettir.

Elbette bunu söylerken insanların bireysel hayatlarına müdahale etmeyi, toplumda kaos ve kargaşa oluşturacak ve düzeni bozacak davranışlarda bulunmayı telkin ediyor değiliz. Hatta böyle davranmanın, fitneye yol açacağı için bizzat kendisinin bir münker olduğunu söylüyoruz.

Kastettiğimiz, bizzat kendi nefsimizden başlayarak etrafımıza en uygun metot ve aracı kullanarak ma’rufa çağırıcı bir tutum içinde olmaktır. Zina yolundaki bir genci kolundan tutup zorla geri çevirmek değil, gençleri zinaya götüren yolları tıkayıcı, evliliği kolaylaştırıcı ve teşvik edici çalışmalar yapmaktır mesela.

Yahut manevi dinamiklerimizi toplumda yeniden harekete geçirmek ve etkin kılmak için insanımıza din, tarih, kültür şuuru veren sosyal, kültürel ve ilmî çalışmalar yapacak sivil örgütlenmelere gitmektir.

Ebubekir Sifil

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

20 Ocak 2016 Çarşamba

601.PRATİK HOCALIK-Nureddin Yıldız

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

**İslam insandan insana öğrenilen bir dindir. Müslümanların da tek örneği Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellemdir. O’nun örnekliğini taşıyan ilimler kâğıtta kaldığı müddetçe insana bir fayda sağlamaz. O’nun yürüdüğü yerden yürümeli ki mü’min Resûlullah’ı örnek almış olsun. 


**Çok bilmekten daha önemli olan mefhum;

bilindiği kadarıyla dine hizmet etmek ve dini öğretmeye çalışıp yaşanmasına vesile olmaktır. Hiç kimse bunu başka mercilere devredip kendini bu mesuliyetten kurtaramaz. Tıpkı bir abdest için onca yolu giden Ali radıyallahu anh gibi. Böyle bir halifeye sahip Müslümanların bilgilerini saklama veya küçük görme hakkı yoktur. Bu bir mesuliyettir.

**Öğretmiş olmak için öğretmek, amaç dışıdır. Olması gereken, öğrettiğini yüz yıl sonrasına ulaşması umuduyla öğretmektir. Bu umut ve heyecanı taşımak şarttır. Heyecan ve ihlâsla yapılan her iş meyvesini bugün, yarın veya yıllar sonra dahî mutlaka verecektir.

**Müslüman davet ettiği İslam’ın üzerinde izlendiği kişidir. Örnek alınabilecek konumda bulunan bir Müslüman; yapılmasında bir beis olmayan veya mübah olan işleri dahî yapmakta imtina etmelidir.

**İslam’ı öğreten kimse, karşısında bulunan kitlenin sayısına takılı kalmaz. Bu sebeple görevi Allah’a davet etmek olduğu için az sayıya takılıp bıkkınlık göstermez. Bilinmelidir ki Allah; dinine tebliğ edene, davet edilen topluluğun sayısına göre değil davette güdülen niyete göre muamele eder.

**İslam için hizmet “hocalık” makamına sahip kişilere has bir özellik değildir; çünkü toplumun “Belirli bir makama geldikten sonra hizmet ederim.” demekle geçirilecek zamanı yoktur. Bu sebeple herkes bildiği kadarıyla dinine hizmet etmek zorundadır. Herkes bildiğinin hocasıdır.

**Dinimiz İslam, insan dinidir. Melek dini değildir. Cemadata inmiş bir din de değildir. İnsana inmiştir. İnsan olan bir peygamberin ağzından Allah bize bu dini ulaştırmıştır. Bunun en tabii sonuçlarından birisi de dinle ilgili hususları insanların insandan alıp yaşamalarının daha kolay, daha çabuk ve daha müessir olmasıdır. En teknolojik cihaz bile abdesti bir nine kadar öğretemez. İnsan, insan için gelmiş olan dini insandan öğrenir. 


**İnsan, insanı taklit eder. İnsanın dışındaki araç ve gereçler, yardımcı öğeler olarak görülmelidir.“Dinimiz, insana inen ve insan olan bir peygamberin lisanından bize ulaşan bir din olduğu için insanın öğretme/eğitme kapasitesi herhangi bir cihazla/sistemle ölçülemeyecek kadar üstündür.” Bunu şu manada kullanmak istiyoruz: Cami imamı, Kur’an öğreten muallim, öğretmen, filan yerde sireti nebiyi öğreten hocaefendi veya öğretmen ya da çocuğuna abdest ve akideyi öğretecek olan anne, baba, hacı dede... Bir insana Allah’a ait şeyleri öğretecek kimsenin adının öğretmen/hoca/müezzin olması gerekmiyor. Neden? Müslüman isek hepimiz dinimizin hocasıyız demektir.Baba isen sen dininin hocasısın. Anne isen dininin hocasısın. Bir yerde çocuklarla ilgilenen bir iş yapıyorsan dininin hocasısın. Çalıştığın iş yerindeki arkadaşlarından üstün bildiğin ne varsa o hususta dininin hocasısın. Allah onlardan razı olsun, ashabı kiramdan hangisi öğretmenlik sertifikası alarak insanlara din öğrettiler? Kaç sahabi Kur’an’ı ezber biliyordu? Kaç sahabi on bin hadis biliyordu? Kaç sahabi Şeriat’ın bütün ahkâmını biliyordu? Yüzde yüz İslam’ı bilen, “Şu helaldir, bu haramdır.” diyen 120 civarında sahabi vardı... Bu da gösteriyor ki ashabı kiramın âlim denecek insan sayısı 120 sahabi olduğuna göre binde bir âlim/müftü denecek sahabi vardı, binde bir oranında. Ama “Allah’ın indirdiği Kur’an’ı, Şeriat’ı yeryüzüne yayan sahabi kaç kişidir?” diye sorduğunda karşımıza 120.000 sahabi çıkıyor. Neden? Kim Peygamber aleyhisselamdan iki ayet öğrendiyse hemen gidip önce evine sonra da arkadaşlarına o ayetleri öğrettiler. Hatta ve hatta Ömer bin Hattab radıyallahu anh gibi ismi İslam’la neredeyse özleşecek kadar büyük bir isim ne diyor? “Komşumla –nöbetleşe- inen ayetleri öğreniyorduk.” diyor. “Bir gün ben işime gidiyordum, komşum Peygamber aleyhisselamın yanında bulunuyor ve o öğrendiği ayetleri akşam gelip bize anlatıyordu. Öbür gün o işine gidiyor, ben Peygamber aleyhisselamın yanına gidiyordum.” Ayetleri ve dini nöbetleşe öğrenip öğretiyordı.

Kim ne biliyorsa o onun hocası demektir. Pratik hocalık da budur. Ne öğrendin? Abdest. Bitti! Abdest uzmanısın. 

Ashabı kiramın yaklaşık dört-beş bin tanesinin hayatlarına ait ayrıntılar var elimizde. Ashabı kiramı anlatan o ilk dönemlere ait kitaplar var. İşte, “Filan sahabi şurada doğdu, şöyle yaşadı, burada öldü.” diyor. Yaklaşık olarak 120.000 sahabi Peygamber aleyhisselamın veda hutbesini dinledi. Bunlardan 500 tanesi hafız değildi. Kur’an’ı ezber bilmedikleri gibi Peygamber aleyhisselam efendimizin yaklaşık 50.000 e varan hadislerinden 5.000 hadis bilen iki sahabi yoktu. Bir Ebu Hureyre var. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin hanımı, anamız Âişe radıyallahu anha 3.000 hadis bilmiyordu. Eşi, Peygamber aleyhisselam efendimizin konuştuğu binlerce hadisten onun kulağına 2.000 tane geçmiş. Biliyorduysa da kendisi ile beraber ahirete gitmiş o bilgiler. Ama din Âişe’den öğrenildi. Bütün dini Âişe öğretemedi, radıyallahu anha. Bildiği şeylerde dinin uzmanı oldu. Yatak odasıyla alakalı şeyleri Âişe’den iyi anlatan olmadı. Dolayısıyla ashabı kiram “Bu dini Âişe’den öğrendik.” diyorlar. Hâlbuki aynı Âişe’nin ahkâmla ilgili bilmediği şeyler de vardı. Herkes dininin hocasıdır. Herkes dinine hizmet etmek zorundadır.

**Bugün yeryüzünde İslam var elhamdülillah, milyara yakın insan Allah’a iman ediyor, “Müslüman’ım.” diyor. Bugün yüz binlerce minareden ezanlar okunuyor. İslam’ın asırlar boyunca devleti oldu, İslam medeniyetler kurdu. Bütün bunlar, şu 1435 seneden beri İslam adına yeryüzünde okunan ezanlar, kurulmuş devletler, yaşatılmış medeniyetler bir insana yüklenecek olsa elbette Peygamber aleyhisselam efendimizin göz nuru el emeğidir ama pratikte bunlar Mus’ab bin Umeyr isimli kırk yaşına gelmemiş bir delikanlının ürünüdür. Yesrib diye bir köye gitti. Orada İslam’a zemin hazırladı. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemi davet etti, “Gel, Yesrib İslam oldu Ya Resûlellah!” dedi. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem ashabıyla oraya hicret ettiler. Medine’de İslam devleti kuruldu ve kıyamete kadar da inşallah İslam bir medeniyet olarak insanları Allah’a kavuşturan bir araç olarak var, olmaya da devam edecek. Mus’ab bin Umeyr bu işin banisi. Bu işi kuran, yaşatan ve ilk çekirdeği ortaya çıkaran ama Mus’ab bin Umeyr Uhud’da şehit olduğunda Kur’an’ın beşte ikisi inmemişti henüz. Hac dâhil İslam’ın emirlerinin çoğu ortada yoktu. Kadınlara ait tesettür bile yoktu. Mus’ab bin Umeyr bugün bir imam-hatip talebesinin, Kur’an kursundaki bir talebenin bildiğinden daha az Kur’an biliyordu, daha az İslam biliyordu. Ama bildiğinin hocası oldu. Onu pratiğe döktü. Sonuç İslam oldu. 

**Şeytanın üzerimizdeki uyguladığı tuzaklarından birisi, bizim İslam’ı üst uzmanlara havale etme hastalığımızdır. 

**Dinimizi yokuşa sürmenin gereği yoktur. Dini hocalara yıkmanın gereği yoktur. Hepimiz bu dinle Allah’ın huzuruna çıkacağız. Bu din bizi cehennemden kurtaracak. Bu din sayesinde inşallah cennete gireceğiz diye umut ediyoruz. O zaman hepimiz dinimizin hizmetkârıyız. Hepimiz bildiklerimizin hocasıyız. Herhangi bir Kur’an kursunda okumuş bir kadın, herhangi bir imam-hatip lisesini okumuş ve bitirmiş bir insan Mus’ab bin Umeyr’den çok daha fazla şeyler biliyordur. Bir defa Kur’an’ın bütününü baştan sona bir defa hatmetmiştir. Allah ondan razı olsun. Mus’ab ra, Rabb’ine kavuştuğu zaman okuyacağı Kur’an ve Mushaf yoktu meydanda. Bildiği birkaç ayetle gönülleri fethetti. Ashabı kiramın neredeyse tamamına yakını Kur’an’ın bütününü göremeden Rabb’lerine gittiler. Bütününü ezberleme imkânları, çocuklarına ezberletme imkânları olmadı. Ama Allah’a tam memnun olunmuş kullar olarak gittiler. Mesele demek ki tamamını bilip uzmanlaşacaksın, değil. Böyle değil bu din. Bir ayet, insanı kurtarmak için yeter. Sen samimi bir şekilde sadece tahareti biliyorsan, sadece abdesti guslü biliyorsan o bile bir insanın kurtulması için vesiledir. Allah görmelidir ki sen elindekini pratiğe çevirdin. O kadardı senin takatin. Daha üstesinden gelemedin. Bunu görsün Allah. ihlastır Allah’ın aradığı.

 Başta ne dedik? “Her anne-baba öğretmendir, muallimdir hocadır. Her idareci hocadır. Arkadaşı olan herkes hocadır. Bir kelime fazla bilen o bir kelimenin hocasıdır. Din pratiktir. İnsana inmiştir bu bunu gerektiriyor.” dedik.

 Din öğreten kişi abdestinden cihadına kadar Allah’ın kitabında Peygamber aleyhisselamın Sünnet’inde din olarak ne varsa, fukahanın kitaplarını dolduran din maddesi olarak ne varsa seçilmiş olduğunu bilmek zorundadır. Bu Ümmet’in dinini öğretmek için velev ki beş kişilik bir grupla ilmihâl okuyan bir arkadaş grubu olsun, onlar kimin evinde toplanıyorsa o seçilmiş bir evdir. Kim onlara “Bismillahirrahmanirrahim” deyip açıp kitabı okuyorsa o seçilmiştir. Oraya katılanlar da seçilmişlerdir. Bunları seçen de Allah’tır. Allah’ın milyarlarca kulu imandan yoksunken ya da imana ulaşmış ama caminin dibinde ibadet nimetinden yoksun yaşarken, cahil kalmayı kabul ederken, cahil kalmaktan arlanmazken Allah, eğer bir kulunu bir mecliste oturacak, ilim öğrenecek bir insan diye seçmiş ve kalbine bu sıcaklığı vermişse bu şükür yapmayı gerektiren, şükür secdesi gerektiren bir seçilmişliktir elhamdülillah.

Hocalığımız da pratik olmalı.Biz kıyamete kadar devam etmesi gereken Allah’a iman ve Allah’a ibadet zincirinde bir halka olarak görürüz kendimizi. Sevgili Peygamber aleyhisselam efendimiz dünyanın en ağır işkencelerine muhatap oldu. Kanlar içerisinde kaldı. Mübarek bacağından kanlar aktı atılan taşlardan sonra. Gelip melek “Şu iki dağın arasında ezelim mi bu adamları, intikamın olsun senin.” dediğinde Peygamber aleyhisselam Allah’a şirk koşan, putperest, kendi çocuklarını gömecek o katil adamlara bakıp da “Allah bildiği gibi yapsın.” demedi. Ne buyurdu? “Aman ha. Aman bunlar cahil, kıymet bilmiyorlar ama bunların neslinden birisi gelir de iman eder. Aman bunlara bir şey yapmayın.” dedi. Engel oldu. Neden engel oldu? Gelecek kuşakları düşündü sallallahu aleyhi ve sellem. Taif’te de böyleydi, Mekke’de de böyle oldu. Sonra Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin vefatından sonra her yerde irtidat, dinden dönme, “Madem peygamber öldü peşinden gitmeyiz.” deme hastalıkları peyda olduğu hâlde sadece gelecek kuşakları iman eder belki dediği Taif’te irtidat hareketi olmadı. Emel budur, umut budur işte. Bir hoca, din öğreten muallim, mürebbi önündeki yirmi kişiyi hesap ederek iş yapamaz. Önündeki yirmi bin seneyi hesap ederek iş yapacaksın. O çocuğun öğreneceği abdestin, o çocuğun öğreneceği “Faiz haramdır.” ayeti bin sene sonra dünyanın başka bir kutbunda hidayete erecek bir insana ulaşacak inşallah diye bekleyeceksin. Umut budur. Bu mantık, bir Müslüman’ın insanlardan teşekkür veya algılama beklemesine de engeldir. “ anlatıyoruz, anlatıyoruz. Anladık diyen bile yok.” demez bir mü’min. Anlamasınlar. Senin vazifen onları mum gibi eritmek değil Allah’a davet etmektir. Velev ki seni öldürmeye gelsinler, Mus’ab bin Umeyr’i de öldürmeye gelenler hayat buldular onun önünde. “Tamam, öldüreceksen öldür, hele bir dinle; sana bir iki ayet okuyayım.” dedi. Ayetin sonunu getirmeye kalmadan “Ya ben senin adamın nasıl olurum?” dediler. Ölüme hazırdı ve insanlardan bir karşılık beklemiyordu. Rabb’inin cennetinden başka bir beklentisi yoktu. Rabb’i de o cenneti ona ihsan etti. İmanımız budur bizim. Biz talebenin performansına göre hareket etmeyiz. Talebeden çıkacak reflekslere göre “Vallahi başarılıydık.” filan diyemeyiz. Başarımızı melekler ölçer bizim. O ölçüm aracı da ihlasımızdır.

 Bıkmadı Peygamber aleyhisselam efendimiz. Onun vekili olan hoca bıkmayacak. Bıkamazsın. Bıkma hakkı yoktur muallimin. Yani insanlar namaza gelmiyor diye “Nasıl olsa ezan okuyoruz, kimsenin de ezanı dinleyip geldiği yok. Bari masraf olmasın ezanı kaldıralım!” diyor muyuz? Var mı böyle bir iddia. Hiç duyuldu mu? “Madem gelmiyor. Niye boşuna ezanı okuyoruz?” deniyor mu? Hayır. “Melekler dinliyor.” diyoruz. “Biz Rabb’imizin en büyük olduğunu, Allahu Ekber’i ilan edelim gelmeyen gelmesin.” diyoruz. Doğrusu da budur. Yapılması gereken de budur. Hocalığa gelince, öğretmeye gelince “Elli kere anlattık, daha bunun yapacağı yok!” diyemezsin. Elli bir duruyor. “Yüz on kere anlattım.” Yüz on bir bekliyor. Senin vazifen insanları mum gibi eritip secdeye kapandırmak değil. O kıvam için çalışmaktır. Dokuz yüz elli senelik ömrün olsa dokuz yüz kırk dokuzuncu senede bile sen hâlâ namazı anlatacaksın. “Ee, bu kadar olur mu?” Olur tabii. Olmadı mı? Oldu! Yapan yaptı. Dokuz yüz elli sene sabretti. Demek on sene daha ömrü olsaydı dokuz yüz altmış sene yapacaktı bu işi. İmanımız budur. Böyle gördük peygamberleri aleyhimüsselam cemian. Böyleydi peygamberler. Böyle oldukları için de bereket yağdı üzerlerine. Belki iki kişi, üç kişi kazanamadılar ama Rabblerini kazandılar. Allah’ı kazanmaktan büyük bir kazanç var mı? Allah’ı kazandın sen, ne yapacaksın talebeyi? Cemaati ne yapacaksın? Yetmedi mi Allah sana? Böyle düşünmemiz gerekiyor. En pratik hocalık budur. Talebe sayarsan “Geçenki derse on kişi katıldı, şimdiki derste on üç kişi oldu. Eyvah dokuza düştü.” Sayılarla uğraşan, matematiğin içinde kaybolur gider. Bu Ümmet, sayı Ümmet'i değil ihlas ve takva Ümmet’idir. Bir kişinin peşinde yirmi sene uğraşırız. İki kişi için iki yüz sene uğraşırız yeter ki ömrümüz olsun. Bu şekilde düşüneceğiz. Kendi çocuğumuz için de yeğenimiz için de çevremiz için de önümüze öğret bunları diye kim konduysa onun için de böyle düşüneceğiz. Bu, Ümmet-i Muhammed’in karakteridir. Öyle Yahudiler gibi “Bunun benim sözümü dinleyeceği yok!” deyip çekip gitmek bizde yok. Peşinden gideceğiz. Ne zamana kadar? Ya o bu dünyadan çekip gidecek ya ben çekip gideceğim. Ama ben Rabb’ime anlatacağım. Gülecekler, eğlenecekler. Öyle insanların gülmesinden, dedikodusundan da çekinmeyeceğiz. Pratik hocalık budur. Kardeşler, “Bu Ümmet, insana inmiş bir dini insandan daha pratik alır.” dedik ya bunun en önemli gereklerinden birisi de din öğretme durumunda olan anne, baba, muallim, başkan, üye, yönetim kurulu, hoca, hacı, müezzin, öğretim üyesi adı ne ise din öğreten kişi; velev ki o din bir abdestte başı mesh etmekle ilgili bir şey olsun o da din. Başını mesh etmezsen abdestin oluyor mu? Olmuyor. Abdestin olmazsa namazın oluyor mu? Olmuyor. Namazın olmazsa mü’min oluyor musun? Yok. Başı mesh etmek o zaman din demek. Bir kişi sana başı mesh etmeyi yanlış öğretmiş olsaydı kırk sene boşuna namaz kılmış olacaktın sonra öğrendiğinde bunu. Demek bizim dinimizin hiçbir meselesi basit değil, atılabilir, bir kenara bırakılabilir değil. Kim din öğretme durumunda ise o, örnek olduğunu bilecek. 

Hepimiz kendimize yönelik bir ders çıkaracağız.  Bu din pratiktir. Bu dinin rampaya sürülecek bir şeyi yoktur. Biz kendi kendimize yokuş üretiyoruz. Hatalarımız, yanılgılarımız bizim az bilmişliğimizdendir. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin ashabını, Ebu Bekir’i, Mus’ab’ı örnek alacağız, onların yaşantısı pratikti. Dini taviz vermeden, esnetmeden olduğu gibi yaşamamız mümkündür. Allah böyle bir din göndermiştir. Bunu durup dururken yokuşa sürmemiz mümkün değil. 

"Pratik Hocalık"- Nureddin Yıldız Hocaefendi’nin 11.11.2012 tarihli (186.) Hayat Rehberi dersidir
.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"



Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR      

18 Ocak 2016 Pazartesi

600.ALLAH’IN KULLARI DENETLEMESİ ( MURÂKABE ) 68.Hadis

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


68- الثَّامِنُ : عَنْ أبي هُرَيْرَةَ رضي اللَّهُ عنهُ قال : قالَ رسولُ اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : مِنْ حُسْنِ إِسْلامِ الْمَرْءِ تَرْكُهُ مَالاَ يَعْنِيهِ »حديثٌ حسنٌ رواهُ التِّرْمذيُّ وغيرُهُ .

68. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Kendisini (doğrudan) ilgilendirmeyen şeyi terketmesi, kişinin iyi müslüman oluşundandır.”
Tirmizî, Zühd 11. Ayrıca bk. İbni Mâce, Fiten 12

Açıklamalar
Dünyada lüzumsuz, boş ve faydasız hiçbir şey yoktur. Allah Teâlâ her yarattığını bir hikmete dayalı ve bir hizmete uygun yaratmıştır. Ancak herşeyin herkes için her zaman gerekli olması da hiç şüphesiz düşünülemez. İşte hadiste işaret buyurulan mâlâyânî, “kişinin dinine ve dünyasına faydası olmayan şey” anlamındadır.
İnsanı doğrudan ilgilendirmeyen şeylere bu anlamda “lüzumsuz” veya “gereksiz” denilebilir. Halkımız “üstüne elzem olmayan işe karışma” derken, işte bu mânâyı dile getirmektedir.
Neyin mâlâyânî, neyin gerekli olduğunu ayırabilmek için, öncelikle sağlam değer ölçülerine sahip olmak lâzımdır. Hiç şüphesiz müslümanlar için müslümanlığın değer ölçüleri esastır. O halde olgun mü’min, müslümanlığın ölçülerine göre yaşayan ve çevresini bunlara göre değerlendiren kişidir. Mâlâyânînin terkedilmesi, müslümanın sürekli uyanık olduğunu gösterir. Murâkabe fikri ile yaşadığını belgeler.
Mâlâyânîyi terketmek, gerekli olanı icabeden yerde gerektiği ölçüde yerine getirmek demektir. Toplumda olumsuz gelişmelerin önlenmesi, büyük ölçüde gereksizlerin terkedilmesiyle mümkün olacaktır. Bu sebepledir ki, İslâm âlimleri bu hadisi “medâr-ı İslâm” olan dört hadisten biri kabul ve ilân etmişlerdir.
Gereksizi terketmek, lüzumluları önem sırasına koyma fikrini de beraberinde getirir. Böylece müslüman, her konuda en lüzumlu olanı işlemek, en gerekli olanı ortaya koymak başarısını ve basiretini yani olgunluğunu gösterir. Bu da onun güzel müslüman olduğunun delili olur.
Mâlâyânî ile meşgul olmak, lüzumluları ihmal etmeye götürür. Çünkü gerekli-gereksiz herşeyle meşgul olmak insanı, kolayı tercihe sevkeder. Bütün bunlar ise, sonuçta müslümanı fuzûlî işlerin adamı durumuna düşürür. Bu bakımdan hadis, fevkalâde önemli bir tesbit yapmakta, iyi müslüman olabilmek için her şeyden önce kendisini ilgilendirmeyen fuzûlî işlerle meşgul olmamak gerektiğine dikkat çekmektedir. Çünkü ömür kısadır ve hızla geçmektedir.
Gerekli-gereksiz herşeyin harman olduğu günümüzde sadece lüzumlu işlerle meşgul olabilmek, ancak gerçekten olgun bir iman ile mümkündür.


Hadisten Öğrendiklerimiz


1. Kendisini doğrudan ilgilendirmeyen söz ve işlerle meşgul olmamak, müslümanın iyi bir seçim bilincine sahip olduğuna ve imanının olgunluğuna işarettir.
2. İnsan, dünya ve âhireti için gerekli ve lüzumlu olan işlerle meşgul olmalıdır.
3. Mâlâyânîyi terk, sürekli ilâhî denetim altında bulunduğu şuurunun bir sonucudur. Murâkabe’nin en büyük pratik faydası budur.




"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR     

15 Ocak 2016 Cuma

599.ALLAH’IN KULLARI DENETLEMESİ ( MURÂKABE ) 67.Hadis

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


67- السَّابِعُ : عَنْ أبي يَعْلَى شَدَّادِ بْن أَوْسٍ رضي اللَّه عنه عن النبي صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قال : «الكَيِّس مَنْ دَانَ نَفْسَهُ ، وَعَمِلَ لِما بَعْدَ الْموْتِ ، وَالْعَاجِزُ مَنْ أَتْبَعَ نَفْسَه هَواهَا ، وتمَنَّى عَلَى اللَّهِ الأماني »رواه التِّرْمِذيُّوقالَ حديثٌ حَسَنٌ قال التِّرْمذيُّ وَغَيْرُهُ مِنَ الْعُلَمَاءِ : مَعْنَى « دَانَ نَفْسَه » : حَاسَبَهَا .

67. Ebû Ya’lâ Şeddâd İbni Evs radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Akıllı kişi, nefsine hâkim olan ve ölüm sonrası için çalışandır. Âciz kişi de, nefsini duygularına tâbi kılan ve Allah’tan dileklerde bulunup duran (bunu yeterli gören) dır”Tirmizî, Kıyâmet 25. Ayrıca bk. İbni Mace, Zühd 31

Şeddâd İbni Evs 
(radıyallahu anh)
Konuştuğu zaman güzel konuşan ve kızdığı zaman gayzına hâkim olan Şeddâd, müslüman bir ailenin çocuğudur. Künyesi Ebû Ya’lâ veya Ebû Abdurrahman’dır. İlim ve hilm yönünden pek üstündü. Âbid, zâhid, yufka yürekli, temiz kalbli kâmil bir müslümandı.
Hz. Peygamber’den 50 kadar hadis rivayet etmiştir. Rivayetleri Kütüb-i Sitte’de yer almıştır. Hicrî 58. yılda 75 yaşlarındayken Kudüs’te vefat etmiştir.
Allah ondan razı olsun.


Açıklamalar

Sonlu bir dünyada sorumlu ve belli bir ömre sahip olan insanoğlu, dünyayı ve sonrasını değerlendirirken bazı güç odaklarının tesiri altında kalmıştır. Bunlar iman, dünya, nefis, öteki insanlar ve şeytandır.
“Nefse hakimiyet” ve “ölüm sonrası için gayret” şeklinde belirlenmiş olan akıllılık göstergeleri, büyük ölçüde kâmil, yani etkili bir iman ile alâkalıdır. “Nefse hakimiyet”, aklı hayata egemen kılmak demektir. “Âhiret” ise, akıllılıkta dikkate alınacak çok önemli ve temelli bir unsurdur. Davranışlarını âhiretteki sonuçlarını dikkate alarak ayarlamak gerçek anlamda “akıllı kişi”lerin tavrıdır. “Herkes yarın için önceden neler gönderdiğine dikkat etsin” [Haşr sûresi (59), 18] âyeti, “ölüm sonrası için denetimli çalışan”ların ne kadar isâbetli ve akıllı işler yaptıklarını belgelemektedir. Nitekim İmam Tirmizî, bizim “nefsine hâkim olan” diye tercüme ettiğimiz ifadenin “kıyamette hesaba çekilmeden önce öz nefsini hesaba çeken kişi” demek olduğuna işâret etmektedir. Sonra da bunu desteklemek üzere iki görüş nakletmektedir.


Hz. Ömer 
(radıyallahu anh) demiş ki:
“Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekin. Büyük duruşma için hazırlık yapın. Âhiretteki hesap, ancak dünyada nefsini hesaba çekmiş olanlar için hafif ve kolay olacaktır.”


Meymûn İbni Mihrân’ 
(radıyallahu anh) da şöyle der:
“Kul, yediğini ve giydiğini nereden karşılıyor?” diye ortağını gözetleyip durduğu gibi, kendi öz nefsini denetlemedikçe asla takvâ sahibi olamaz.”


Sevgili Peygamberimiz 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bir başka hadîs-i şerîflerinde:
“İşlerin asıl değeri sonuçlarına göre ölçülür”(Buhârî, Kader 5; Rikâk 33; Tirmizî, Kader 4) buyurmuştur. İnsanın akıllısı ve hası da âhirette belli olur. Orada, hayatının hesabını yüz akıyla verebilen kişi, dünyayı iyi yönleriyle âhirete taşımayı başarmış demektir. Hadisimizdeki “akıllı kişi” tarifine uymuştur. Başkalarının onun hakkında şöyle veya böyle konuşmalarının hiçbir kıymeti yoktur.


Âcizliğin alâmeti olarak hadiste “nefsini hevâ ve heveslerine tâbi kılmak” sonra da “Allah’tan dileklerde bulunmak” sayılmıştır. His ve hevesleri peşinde ömür tüketen insanlar, zaman zaman kapıldıkları hesap verme kaygısı sonucu boş ümitlere ve temennilere kucak açarlar. Kuruntulara kapılırlar. Tabiî bunlar neticeyi değiştirmez. Nefsine uymuş kişilerin belki de tek çareleri kuruntularıyla avunmaktır. Şu âyetler ne kadar ciddi uyarıdır:

“Ey insanoğlu, seni yaratıp sonra şekil veren, düzenleyen, mütenâsib kılan, istediği şekilde terkib eden, çok cömert olan Rabbine karşı seni aldatan nedir?” [İnfitâr sûresi (82), 6-8].


“Kullarıma benim, bağışlayan, merhamet eden olduğumu, azabımın can yakıcı bir azab olduğunu haber ver!” [Hıcr sûresi (15), 49-50].


Allah Teâlâ’dan dilekte bulunmak dinimizde teşvik edilmiştir. Ancak böylesi bir ümit için kendine düşeni yapmış olmak da gereklidir. 


Bakara sûresi’nin 218. âyetinde Allah’ın rahmetini umut etmek için iman, hicret ve cihad gibi dinin temel gereklerini yerine getirmiş olmak lâzım geldiği anlatılmaktadır. Herhangi bir iş yapmadan kuru kuru ümitte ve dilekte bulunmaya “temennî” denilmektedir. Böylesi kuru bir temenni ile yetinen kişi, elbette kendisinden beklenen akıllılığı gösterememiş, en ciddi konuda en anlamsız bir davranış sergilemiş demektir. Böyle bir davranış ise, bir âyet-i kerîmeye göre -Allah korusun- dini eğlence-oyun yerine koyan kâfirler ile aynı durumu paylaşmak olur. Bu durumda Allah’ın mağfiretini ummak, bazı cahiller gibi, “Allah beni de affetmeyecekse kimi affedecek” şeklinde ciddiyetten uzak sözler sarfetmek tam anlamıyla “Allah ile aldanmak” olur. Nitekim “Allah ile aldanmak, günah işleyip dururken bağışlanma ummak”tır. (bk. Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, II, 136.) 
Bu durumdakiler şu âyeti hatırlamalıdırlar:
“İşte Rabbinize karşı beslediğiniz bu zannınız, sizi helâk etti, ziyâna uğrayanlar olup çıktınız” [Fussılet sûresi (41), 23].


Bir de unutulmamalıdır ki kuruntu, şeytanın insanları yanıltma taktiklerindendir [bk. Nisâ sûresi (4), 120].


Hadisten Öğrendiklerimiz

1. Akıllılık ve ileri görüşlülük, davranışlardan belli olur.
2. Akıllı-akılsız tesbiti ve tarifi, dünya ve âhireti algılama ve değerlendirme, dünyada iken âhirete hazırlanma durumuna göre yapılır. İddialara veya temennîlere göre değil.
3. Allah Teâlâ’nın “gazabını aşkın rahmeti”nden yararlanabilmek için, iman ve İslâm çerçevesinde kendine düşeni yapma gayreti içinde bulunmak gerekir. Zira, “Allah’ın rahmeti, iyilik edenlere yakındır” [Â’raf sûresi (7), 56].
4. Nefsi her zaman denetleyip hesaba çekmek gerekir.
5. Allah amellere sevap verir, amelsiz temennilere değil.



"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR     

13 Ocak 2016 Çarşamba

598.ALLAH’IN KULLARI DENETLEMESİ ( MURÂKABE ) 66.Hadis

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim



66- السَّادِسُ : عَنْ أبي هُريْرَةَ رضي اللَّه عنه أَنَّهُ سمِع النَّبِيَّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم يَقُولُ : « إِنَّ ثَلاَثَةً مِنْ بَنِي إِسْرائيلَ : أَبْرَصَ ، وأَقْرَعَ ، وأَعْمَى ، أَرَادَ اللَّهُ أَنْ يَبْتَليَهُمْ فَبَعث إِلَيْهِمْ مَلَكاً ، فأَتَى الأَبْرَصَ فَقَالَ : أَيُّ شَيْءٍ أَحبُّ إِلَيْكَ ؟ قَالَ : لَوْنٌ حسنٌ، وَجِلْدٌ حَسَنٌ ، ويُذْهَبُ عنِّي الَّذي قَدْ قَذَرنِي النَّاسُ ، فَمَسَحهُ فذَهَب عنهُ قذرهُ وَأُعْطِيَ لَوْناً حَسناً . قَالَ : فَأَيُّ الْمالِ أَحَبُّ إِلَيْكَ ؟ قال : الإِبلُ أَوْ قَالَ الْبَقَرُ شَكَّ الرَّاوِي فأُعْطِيَ نَاقَةً عُشرَاءَ ، فَقَالَ : بارَك اللَّهُ لَكَ فِيها .
فأَتَى الأَقْرعَ فَقَالَ : أَيُّ شَيْءٍ أَحب إِلَيْكَ ؟ قال : شَعْرٌ حسنٌ ، ويذْهبُ عنِّي هَذَا الَّذي قَذِرَني النَّاسُ ، فَمسحهُ عنْهُ . أُعْطِيَ شَعراً حسناً . قال فَأَيُّ الْمَالِ . أَحبُّ إِلَيْكَ ؟ قال : الْبَقرُ ، فأُعِطيَ بقرةً حامِلاً ، وقَالَ : بَارَكَ اللَّهُ لَكَ فِيهَا .
فَأَتَى الأَعْمَى فَقَالَ : أَيُّ شَيْءٍ أَحَبُّ إِلَيْكَ ؟ قال : أَنْ يرُدَّ اللَّهُ إِلَيَّ بَصَري فَأُبْصِرَ النَّاسَ فَمَسَحَهُ فَرَدَّ اللَّهُ إِلَيْهِ بصَرَهُ . قال : فَأَيُّ الْمَالِ أَحَبُّ إِليْكَ ؟ قال : الْغنمُ فَأُعْطِيَ شَاةً والِداً فَأَنْتجَ هذَانِ وَولَّدَ هَذا ، فكَانَ لِهَذَا وَادٍ مِنَ الإِبِلِ ، ولَهَذَا وَادٍ مِنَ الْبَقَرِ ، وَلَهَذَا وَادٍ مِنَ الْغَنَم .
ثُمَّ إِنَّهُ أتَى الأْبرص في صورَتِهِ وَهَيْئتِهِ ، فَقَالَ : رَجُلٌ مِسْكينٌ قدِ انقَطعتْ بِيَ الْحِبَالُ في سَفَرِي ، فَلا بَلاغَ لِيَ الْيَوْمَ إِلاَّ باللَّهِ ثُمَّ بِكَ ، أَسْأَلُكَ بِالَّذي أَعْطَاكَ اللَّوْنَ الْحَسَنَ ، والْجِلْدَ الْحَسَنَ ، والْمَالَ ، بَعيِراً أَتبلَّغُ بِهِ في سفَرِي ، فقالَ : الحقُوقُ كَثِيرةٌ . فقال : كَأَنِّي أَعْرفُكُ أَلَمْ تَكُنْ أَبْرصَ يَقْذُرُكَ النَّاسُ ، فَقيراً ، فَأَعْطَاكَ اللَّهُ ، فقالَ : إِنَّما وَرثْتُ هَذا المالَ كَابراً عَنْ كابِرٍ ، فقالَ : إِنْ كُنْتَ كَاذِباً فَصَيَّركَ اللَّهُ إِلى مَا كُنْتَ .
وأَتَى الأَقْرَع في صورتهِ وهيئَتِهِ ، فَقَالَ لَهُ مِـثْلَ ما قَالَ لهذَا ، وَرَدَّ عَلَيْه مِثْلَ مَاردَّ هَذَّا ، فَقَالَ : إِنْ كُنْتَ كَاذِباً فَصَيّرَكَ اللهُ إِليَ مَاكُنْتَ .
وأَتَى الأَعْمَى في صُورتِهِ وهَيْئَتِهِ ، فقالَ : رَجُلٌ مِسْكينٌ وابْنُ سَبِيلٍ انْقَطَعَتْ بِيَ الْحِبَالُ في سَفَرِي ، فَلا بَلاغَ لِيَ اليَوْمَ إِلاَّ بِاللَّهِ ثُمَّ بِكَ ، أَسْأَلُكَ بالَّذي رَدَّ عَلَيْكَ بصرَكَ شَاةً أَتَبَلَّغُ بِهَا في سَفَرِي ؟ فقالَ : قَدْ كُنْتُ أَعْمَى فَرَدَّ اللَّهُ إِلَيَّ بَصري ، فَخُذْ مَا شِئْتَ وَدعْ مَا شِئْتَ فَوَاللَّهِ ما أَجْهَدُكَ الْيَوْمَ بِشْيءٍ أَخَذْتَهُ للَّهِ عزَّ وجلَّ . فقالَ : أَمْسِكْ مالَكَ فَإِنَّمَا ابْتُلِيتُمْ فَقَدْ رضيَ اللَّهُ عنك ، وَسَخَطَ عَلَى صَاحِبَيْكَ » متفقٌ عليه .
« وَالنَّاقةُ الْعُشَرَاءُ » بِضم العينِ وبالمدِّ : هِيَ الحامِلُ . قولُهُ : « أَنْتجَ » وفي روايةٍ : «فَنَتَجَ » معْنَاهُ : تَوَلَّى نِتَاجَهَا ، والنَّاتجُ للنَّاقةِ كالْقَابِلَةِ لَلْمَرْأَةِ . وقولُهُ: « ولَّدَ هَذا » هُوَ بِتشْدِيدِ اللام : أَيْ : تَولَّى وِلادَتهَا ، وهُوَ بمَعْنَى نَتَجَ في النَّاقَةِ . فالمْوَلِّدُ ، والناتجُ ، والقَابِلَةُ بمَعْنى ، لَكِنْ هَذا للْحَيَوانِ وذاكَ لِغَيْرِهِ . وقولُهُ : « انْقَطَعَتْ بِي الحِبالُ » هُوَ بالحاءِ المهملة والباءِ الموحدة : أَي الأَسْبَاب . وقولُه : « لا أَجهَدُكَ » معناهُ : لا أَشَقُّ عليْك في رَدِّ شَيْءٍ تَأْخُذُهُ أَوْ تَطْلُبُهُ مِنْ مَالِي . وفي رواية البخاري : « لا أَحْمَدُكَ » بالحاءِ المهملة والميمِ ، ومعناهُ : لا أَحْمَدُكَ بِتَرْك شَيْءٍ تَحتاجُ إِلَيْهِ ، كما قالُوا : لَيْسَ عَلَى طُولِ الحياةِ نَدَمٌ أَيْ عَلَى فَوَاتِ طُولِهَا .


66. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre kendisi, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu işitmiştir:

“İsrâil oğulları arasında biri ala tenli (abraş), biri kel, biri de kör üç kişi vardı. Allah Teâlâ onları sınamak istedi ve kendilerine bir melek gönderdi.
Melek ala tenliye geldi:
- En çok istediğin şey nedir? dedi. Ala tenli:
- Güzel (bir) renk, güzel (bir) ten ve insanların iğrendiği şu halin benden giderilmesi, dedi. Melek onu sıvazladı ve ala tenlilik gitti, rengi güzelleşti. Melek bu defa:
- En çok sahip olmak istediğin mal nedir? dedi. Adam:
- Deve (yahut da sığır)dır, dedi. Ona on aylık gebe bir deve verildi. Melek:
- Allah sana bu deveyi bereketli kılsın! diye dua etti.
Sonra kele gelerek:
- En çok istediğin şey nedir? dedi. Kel:
- Güzel (bir) saç ve insanları benden uzaklaştıran şu kelliğin giderilmesi dedi. Melek onu sıvazladı, kelliği kayboldu. Kendisine gür ve güzel (bir) saç verildi. Melek sordu:
- En çok sahip olmak istediğin mal nedir? Adam:
- Sığır… dedi. Ona da gebe bir inek verildi. Melek:
- Allah sana bunu bereketli kılsın! diye dua ettikten sonra körün yanına geldi ve :
- En çok istediğin şey nedir? dedi. Kör:
- Allah’ın gözlerimi iâde etmesini ve insanları görmeyi çok istiyorum, dedi. Melek (onun gözlerini) sıvazladı. Allah onun gözlerini iâde etti. Bu defa Melek:
- En çok sahip olmak istediğin şey nedir? dedi. O da:
- Koyun… dedi. Bunun üzerine ona döl veren bir gebe koyun verildi.
Deve ve sığır yavruladı, koyun kuzuladı. Neticede birinin vâdi dolusu develeri, diğerinin vâdi dolusu sığırı, ötekinin de bir vâdi dolusu koyun sürüsü oldu.
Daha sonra melek ala tenliye, eski kılığında geldi ve:
- Fakirim, yoluma devam edecek imkânım yok. Gitmek istediğim yere önce Allah sonra senin yardımın sâyesinde ulaşabilirim. Rengini ve cildini güzelleştiren Allah aşkına senden yolculuğumu tamamlayabileceğim bir deve istiyorum, dedi.
Adam:
- Mal verilecek yer çoook, dedi. Melek:
- Ben seni tanıyor gibiyim. Sen insanların kendisinden iğrendikleri, fakirken Allah’ın zengin ettiği abraş değil misin? dedi. Adam:
- Bana bu mal atalarımdan miras kaldı, dedi. Melek:
- Eğer yalan söylüyorsan, Allah seni eski haline çevirsin, dedi.
Sonra melek, eski kılığına girip kelin yanına geldi. Ona da abraşa söylediklerini söyledi. Kel de abraş gibi cevap verdi. Melek ona da:
- Yalan söylüyorsan, Allah seni eski haline çevirsin! dedi.
Körün kılığına girip bu defa da onun yanına gitti ve:
- Fakir ve yolcuyum. Yoluma devam edecek imkânım kalmadı. Bugün önce Allah’ın sonra senin sâyende yoluma devam edebileceğim. Sana gözlerini geri veren Allah aşkına senden bir koyun istiyorum ki, onunla yoluma devam edebileyim, dedi. Bunun üzerine (eski) kör:
- Ben gerçekten kördüm. Allah gözlerimi iâde etti. İstediğini al, istediğini bırak. Allah’a yemin ederim ki, bugün alacağın hiçbir şeyde sana zorluk çıkarmayacağım, dedi. Melek:
- Malın senin olsun. Bu sizin için bir imtihandı. Allah senden razı oldu, arkadaşlarına gazap etti, cevabını verdi (ve oradan ayrıldı). Buhârî, Enbiyâ 51; Müslim, Zühd 10


Açıklamalar

Fahr-i Kâinât Efendimiz’in 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) verdiği bu örnekte, insanoğlunun darlık ve bolluk, felâket ve saadet, hastalık ve sağlık gibi farklı hal ve zamanlarında nasıl farklı davranabildiği görülmektedir. Davranışlardaki bu farklılık, her şeyden önce, murâkabe şuurundan uzaklaşmaktan ileri gelmektedir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de de bu tutarsız davranışlara işaret buyurulmuştur. Meselâ Lokman sûresinin 32. âyetinin meali şöyledir:
“Onları, gölgeler salan dağlar gibi dalgalar sardığı zaman, bütün samimiyetleriyle Allah’a yönelerek O’na yalvarırlar. Fakat Allah, onları kurtarıp karaya çıkarınca içlerinden bir kısmı orta yolu tutar (bir çoğu da inkâr eder); zaten bizim âyetlerimizi (öyle) nankör gaddarlardan başkası inkâr etmez.”


Hadiste sözü edilen abraşlık (alatenlilik), kellik ve körlük başkalarınca görülen hastalıklar olduğu için özellikle eski toplumlarda bu tür hastalar ayıplanır, kınanır ve hatta toplumdan dışlanırdı. Tabiatıyla böyle bir muamele onlar için daha da büyük bir felâket olurdu. Bu tür hastalıklardan kurtulmak da hiç şüphesiz hastalara büyük mutluluk verirdi. Zira onlar hem hastalıktan, hem de toplumun dışlamasından kurtulmuş olurlardı. Böylece her nimete bir şükür hesabından bunlara iki şükür gerekirdi.
Hadiste zikredilen şükür imtihanını ancak üç kişiden birinin kazandığı görülmektedir. Bu ölçü ve oran belki de insanoğlunun, ilâhî nimetlere karşı tavrını ortaya koymaktaydı. Yani ilâhî denetim altında yaşadığını her hâl ü kârda farkedebilenler ancak üçte bir oranındaydı. Nitekim Allah Teâlâ “Şükreden kullarım gerçekten pek azdır” [Sebe’ sûresi (34), 13] buyurmamış mıydı?


Hadis şerhlerinde işin psikolojik tarafına da dikkat çekilmektedir. Şöyle ki, alatenlilik ve kellik kişinin bünyesi, fizik yapısı, mizacı, tabiatı ile ilgilidir. Yani bu hastalıkların sebebi, dâhîlidir. Dolayısıyla hastanın psikolojisini de etkilemektedir. Körlük ise, böyle değildir. Haricî sebeplerle de insan kör olabilir. Netice itibariyle de insan psikolojisini diğerleri kadar olumsuz etkilemez. Hadiste de bunun örneği görülmektedir. Ala tenli ve kel, mizaclarına bağlı olarak huyları da bozulmuş olduğu için kendilerine yapılan ikram ve iyiliği ve onun sahibi olan Allah’ı unutmuşlar ve imtihanı böylece kaybetmişlerdir. Kör ise, böylesi kötü bir sonuçtan kendisini kurtarabilmiştir.

Meleğin bu üç kişiden her birine onların eski hallerine bürünerek gelmesi, onlara eski durumlarını hatırlatmak, istemedikleri o halleri gözlerinin önüne getirmekle ve onlara herhangi bir mâzeret ileri sürme imkânı bırakmamak içindir.
Ayrıca olayda mal ve servetin insanı nasıl azdıracağına da dikkat çekilmiştir.


Hadisten Öğrendiklerimiz

1. En kötü huy, nankörlük ve cimriliktir. Çünkü bu huylar insana Allah’ı ve O’nun nimetlerini unutturur, hatta inkâr ettirir.
2. Cimrilik ve yalancılık Allah’ın gazabına uğramaya sebeptir.
3. Doğruluk ve cömertlik güzel huylardır.
4. İsrailoğullarının başından geçenleri anlatmak câizdir. Özellikle ibret alınacak olayların eğitim maksadıyla naklinde hiçbir sakınca yoktur.
5. Eğitim ve irşadda kıssalardan yararlanmak faydalıdır.
6. Mü’mine doğruluk ve cömertlik yakışır.
7. Allah’ın verdiği nimetlere söz ve fiil olarak şükürde bulunmak lâzımdır. Nimetin devamı ve artması buna bağlıdır.
8. “Ne oldum delisi” olmamak, geçmişi unutmamak gerekir.


http://www.islam-tr.net/forum/konu/5-allah%E2%80%99in-kullari-denetlemesi-murakabe.19224/

Devam edecek...


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR     

11 Ocak 2016 Pazartesi

597.ALLAH’IN KULLARI DENETLEMESİ ( MURÂKABE ) 65.Hadis

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

    
             65- الْخَامِس : عَنْ أبي هريْرَةَ ، رضي اللَّه عنه ، عن النبيِّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قال : إِنَّ اللَّهَ تَعَالَى يَغَارُ ، وَغَيْرَةُ اللَّهِ تَعَالَى ، أنْ يَأْتِيَ الْمَرْءُ مَا حَرَّمَ اللَّهُ عَلَيْهِ » متفقٌ عليه . و « الْغَيْرةُ » بفتح الغين : وَأَصلهَا الأَنَفَةُ .
65. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
Allah Teâlâ kıskanır. Allah’ın kıskanması, haram kıldığı şeyi kulun işlemesindendir.
Buhârî, Nikâh 107; Müslim, Tevbe 36. Ayrıca bk. Tirmizî, Radâ 4

Açıklamalar
Kıskançlık anlamına gelen “gayret” kelimesi, Allah’a nisbet edilince, “kullarına merhamet etmesi ve saadetlerini dilemesi” anlaşılır.


 Nitekim Müslim’in rivayet ettiği bir başka hadiste bu durum şöylece açıklanmıştır:
“Allah’tan daha kıskanç kimse yoktur. Bundan dolayı kötülüklerin açığını da kapalısını da haram kılmıştır…”(Müslim, Tevbe 33).


 Nelerden razı olduğunu ve hangi fiil ve sözlerden razı olmadığını önceden bildirmiş olması O’nun, kullarının saadetlerini dilemesinin, azab çekmelerini istememesinin sonucudur. Herhangi bir haksızlık ya da fenalık görülünce, “gayretullah’a (veya gayret-i ilâhiyeye) dokunur” denilmesi de bu mânadadır.
Kıskançlık, daha çok karı-koca arasında her birinin yekdiğerini başkalarına kaptırmaktan sakınması, bunun için tedirginlik duyması, tepki göstermesi demektir. Aslında bu duygu ve davranışların temelinde de eşlerin birbirlerine karşı duydukları sevgi vardır.
Birbirlerini koruma isteği vardır. Ancak eşler bu duygularını, ters bir durumla karşılaştıklarında ortaya koyarlar. Allah Teâlâ ise, kullarını kötülüklerden korumak için emir ve yasaklarını önceden bildirmiştir. Âni tepki şeklindeki bir gayret ve kıskançlık Allah hakkında düşünülemez. Allah Teâlâ koyduğu sınırlara uyulmaması halinde gazab edeceğini de (gayretinin sonucu olarak) yine önceden bildirmiştir.


Kaydedildiğine göre Sa’d İbni Ubâde radıyallahu anh bir gün Resûlullah’ın huzurunda:
- “Eğer karımın yanında yabancı bir erkek görecek olsam onu, kılıcımın keskin tarafıyla doğrarım” demiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem), çevresindekilere:
- “Sa’d’ın bu gayret ve hamiyetine şaşmayın! Çünkü ben Sa’d’dan daha kıskancım. Allah Teâlâ da benden daha kıskançtır” buyurmuştur. Bir yasağın çiğnenmesine karşı Hz. Peygamber  
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ve Allah Teâlâ’nın tepkisi, elbette eşlerin birbirlerini kıskanmalarından çok daha ileridir (bk. Buhârî, Nikâh 36). Allah ve Resûlü, mü’minlerin haramlara düşmesini asla arzu etmezler.

Hadîs-i şerîf 1810 numarada tekrar gelecektir.


Hadisten Öğrendiklerimiz

1. Allah Teâlâ koyduğu sınırları, mü’minleri korumak için koymuştur. Bu sebeple de sınırların çiğnenmesine razı değildir.
2. Haramları işlemek, Allah’ın gazabına uğramaya sebeptir.
3. Murâkabe bilincinin canlı tutulması, müslümanı haramları işlemekten ve sonuçta ceza görmekten alıkor.


http://www.islam-tr.net/forum/konu/5-allah%E2%80%99in-kullari-denetlemesi-murakabe.19224/

Devam edecek...

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR