30 Nisan 2017 Pazar

Mezhep nedir? Mezheplere bakışımız nasıl olmalıdır?

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimizden sonra, O’nun bıraktığı dini daha iyi yaşama gayretinin sonucu olarak farklı mezhepler çıkmıştır. Buradaki mezhepler, önceki din mensuplarının yaptığı gibi, dini yontma üzerine kurulu değildir. ‘Ne demek istemişti?’ araştırmasının sonucu olan bir mezhepleşmeden söz edebiliriz. Bu manada, şimdi bilindiği gibi dört adet mezhep de yoktur. Mezheplerin sayısı daha fazladır. Zaman bir kısmının unutulmasına yol açmıştır.
Biz Müslümanlar olarak, sadece Müslüman kimliğimizi biliriz. Hiçbir Müslüman, mezhebi ile anılamaz. Çünkü İslam, ilave bir isme gerek bırakmayan bir dindir.
Mezheplerle ilgili olarak şu kurallara dikkat etmek durumundayız:


1- Mezhepler, tamamen ilmi maksatlar ve çalışmaların ürünüdür. En azından şu anda bilinen DÖRT MEZHEP böyledir. Siyasi bir etkiden söz etmek insafsızlıktır. Ebu Hanife ve diğerleri, ilmi kimlikleriyle öne çıkmış, tarihin kaydettiği nadir şahsiyetlerdendirler. Kendilerinin de biz mezhebimiz olsun, insanlar bizim peşimizden gelsin gibi bir amacı olmamıştır. Dört mezhebin ilk büyükleri, takvaları ve zühdleriyle meşhur kimselerdi. Şu anda bizim elimizdeki bilgi kaynakları, tecrübe birikimi gibi imkânlar ellerinde olmadığı halde, olağanüstü denecek çapta himmet göstererek dinleri için bir şeyler yapmaya çalıştılar. Bu ümmet onları, sadece hürmetle anmalı, hayır dua etmelidir. Allah onlardan razı olsun.

2- Hiçbir mezhep imamı, ‘peşimden gelin.’ demedi ama dediklerinin yabana atılmasına da razı olmadı. Dediklerinin ‘din’ olduğuna samimiyetle inandılar. Bu durum, onlarda sonra gelenlerin, mezhep büyüklerinin peşinden gitmeyi abarttığı vehmi doğuracak tutumlar sergilemesine neden olmuş olabilir. Her halükârda, Müslümanlar, bir mezhep imamının peşinden gitmek zorunda değillerdir. Bizim için son söz Kur’an’dır, sünnettir. Mezhep imamlarını, Kur’an ve sünneti önümüze hazır malzeme olarak getirdikleri için taklit ediyoruz. Bu taklidimizde, bizi de onları da bağlayan Kur’an ve sünnet olmalıdır. Herhangi bir meselede, mezhep imamlarının açık bir Kur’an muhalefetini gördüğümüzde tavrımız bellidir; Kur’an’dan ve sünnetten yanayız. O imamın tavrı da aslında budur.

3- Mezheplerin anlaşılabilmesi için şunu da bilmemiz gerekir: ‘Kur’an’ın şu ayeti şöyle diyor.’ diyebilmek sanıldığı kadar kolay değildir. Kur’an derin bir derya olarak, içine dalanın kendisine bir yığın inci çıkarabileceği bir kitaptır. O imamlar da filan surenin filan ayeti dedikleri için, ortaya mezhepler çıktı. Şimdi, ‘bu mezheplere ne gerek var, kitap ortada!’ mantıklı çıkışlarda, yeni bir mezhep olma nüvesi gizlidir. ‘Onlar değil, ben!’ iddiası dillendirilmese de vardır.

4- Kur’an ve hadis bilgisinin, ‘hoca bilgisi’ düzeyinin bile üstüne çıktığı bir dönemde İslam’ı yaşamak isteyen bir Müslüman’a, ‘Kur’an’a ve Sünnet’e sarıl!’ şeklinde verilecek bir mesajın uygulanırlığı yok denecek düzeydedir. Müslümanların mevcut şartlarda, ana kaynaklardan hüküm çıkarıp din yaşamaları mümkün değildir. Bu nedenle, daha önce gerekli hükümleri çıkarıp, ümmetin hizmetine sunmuş bulunan fukahanın eserleri, dolayısıyla mezhepler bir nimettir. Çağımızdaki ilim erbabının bile onları yok sayması mümkün görülmemektedir. Bu da Müslüman’a bir mezhebi izleme mecburiyeti getirmektedir. Ancak ‘bir mezhebi izlemek’ ile ‘bir mezhebi din haline getirmek’ aynı görülmemelidir. Nihayetinde beşer ürünü olan ictihadların, ayet-hadis gibi görülmesi, onları ayet-hadis yapmaz.

5- Bir mezhebi terk edip başka bir mezhebe intikal etmek, dinin ağır zannedilen hükümlerinden kaçmak için yapılıyorsa zaten dini tercih etmeye kimse zorlanmamaktadır. Mezhepleri kaçamak aracı olarak kullanmanın gereği kalmaz. Hayır, mesele Müslüman’ın çözümsüz bir sorununa, başka bir fakihin ictihadı ile çözüm üretmekse, kalpler Allah’ın nazarına açık olduğuna göre, kimsenin niyetinden dolayı tenkit edilmesi de gerekmez.

6- İctihad ve mezhepler esasen fıkıh konuları içindir. Fıkıhta ictihada müsaitlik oranı geniştir. İtikadi konularda bu genişlikten söz edemeyiz.
Mesela: A mezhebine göre meleklere iman edilir, B mezhebine göre edilmez denemeyeceğine göre itikadi konularda mezhep, fıkıhtaki gibi görülemez. İtikad konularında bugün mezhep olarak bildiğimiz ekoller, itikadın ana meselelerinde değil, o meseleler etrafında oluşmuş tartışma ortamına ait konuları ihtiva etmektedir.

7- Müslümanların birbirlerini mezheplerine göre değerlendirme hakları olmadığı gibi, tarihin hiçbir dönemi, böyle bir bakış tarzının görmezden gelinebileceği uygun ortamlara müsait olmamıştır. Mezhep üzerinden veya mezhep ekseninde dönen konularda yapılan tartışmalarda, ümmetin genel durumunu ve dik durmaya olan ihtiyacı itibara almamak en azından sorumsuzluktur.

8- ‘Sünnilik’ ve ‘Şiilik’ bu başlıkta ele alınan mezhep kavramının dışında görülmelidir. Özellikle Şiilik, İslam tarihinin en dramatik olaylarının başında gelebilecek bir facia üzerine kurulmuş ve o mantıkla canlı tutulan bir mezheptir. Bu yönüyle bakıldığında, İSLAM dairesinin onca geniş çapında önemli bir yer tutmaması gerekmektedir. Sünnilik ise, o olay dâhil, İslam’ı dengeli ve ilk haliyle anlayıp yaşamanın adıdır.

9- Bütün imtihan konuları gibi, mezehep konusunda da mutedillik esasının muhafaza edilmesi, iyi Müslümanlık vasıflarındandır. İslam’ın önüne geçirilmiş bir mezhep anlayışı kadar, İslam’ı bugünlere getirenlerin yok sayılması anlayışı arasında, Hakk’a tabi olma anlayışına bağlı kalmalıyız.

Nureddin Yıldız

29 Nisan 2017 Cumartesi

Ahlaklı olmak dürüst olmaktır-Faruk Beşer


"... doğuştan gelen huylar bütünüyle yok edilemez, ama eğitilip güzelleştirilebilir. Böylelerinin imtihanı da bu huyların eğitip zararlı olmalarının önüne geçmeleridir. Bu eğitimi ise dünyevi hedeflerden çok Allah'a sağlam bir iman ve öbür âlemde vereceği karşılığı düşünebilme ile ve sabırla gerçekleştirebilir....

...Büyük ölçüde doğuştan olan olumsuz huylar ahlak eğitimiyle olumlu hale getirilebildiği içindir ki, Hz. Peygamber bize bu konuda dua etmemizi öğretir. Mesela aynaya baktığımızda, “Allah'ım, halkımı/yaradılışımı güzel yaptığın gibi ahlakımı da güzelleştir” dememizi ister. Demek ki, böyle huylar da bir ölçüde değiştirilip kontrol edilebilir ama bunun için insanın kendi iradesiyle göstereceği çabası yanında Allah'tan da imdat istemesi ve Hz. Peygamber başta olmak üzere, bu ahlaki güzellikleri yaşayanları tanıması, yaşıyor olanlarla beraber olması gerekir. Onun için Allah; 'Ey iman edenler, Allah'a karşı takvalı olun ve dürüstlerle beraber bulunun' (9/119) der. Yani insan önce kendine düşeni yapmalı, iman edip Allah'ın emir ve yasaklarına uymalı, sonra da dürüst/sadık insanlarla beraber bulunmalıdır.

...doğasında hangi huylar bulunursa bulunsun insan güzel ahlaklı olabilir. Bazılarına Allah'ın doğuştan verdiği özellikler ise O'nun lütfu ve keremidir. O sebepsiz iş yapmaz ama dilediğine dilediğini verir.

... güzel ahlakın en önemli ve öncelikli meyvesi dürüstlüktür. Bunu biz ölesiye dürüst olma diye anlatırız. Dürüstlük bir müminde önce aklın ve imanın gereği olarak, irade ve çaba ile yaşanır. Buraya kadarı dürüstlüğün, her mümin için farz, yani olması gereken ibadet boyutudur. Bu sürdürülürse insanın tabiatı haline gelir ve güzel ahlaka dönüşür...


Yazının tamamı için:

27 Nisan 2017 Perşembe

VAHŞİ Radıyallahu Anh'a İNEN 3 AYET

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

Sonsuz merhamet sahibi Allah-u Teala'dan asla ümit kesilmeyeceğini anlatan çok çarpıcı bir örnek okumanızı tavsiye ederim:

O bir köledir ve iyi mızrak atar. Siyahi olan bu köle "Uhud" harbinde Hamza Radıyallahu Anh’ı sinsice takip eder. Görevi bu. Aslında kölelikten kurtulma yolunda bu. Hz. Hamza Radıyallahu Anh'ı  şehit ederse hürriyetine kavuşacak.

Vahşi, Uhud meydanında saatlerce Hamza Radıyallahu Anh’ı  kollar. Mızrağı atacağı ortamı bekler. Nihayet karşısına çıkamadığı Hamza Radıyallahu Anh’ı uzaktan attığı mızrakla şehit eder.Hamza Radıyallahu Anh, Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem’in hem amcası hem de süt kardeşiydi.

Hamza Radıyallahu Anh’ı  şehit eden "Vahşi", ismine uygun bir şekilde Hamza Radıyallahu Anh’ın karnını ve göğsünü bıçakla parçalar ve iç organlarını çiğner ve Uhud’un kumlarına döker.

Uhud sonunda Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem  , şehitleri ve yaralıları dolaşır. Kendisi de yaralıdır. O gün çok ağlar. Hele Hamza Radıyallahu Anh’ın başındayken belki ilk kez hıçkırıkları yükselir. Sadece Hamza Radıyallahu Anh’ı kaybedişine değil, tek başına kaplan avına çıkabilecek kadar yürekli olan bu insana yapılana tahammül edemez. Orada yemin eder, ben de yetmiş kişiye misliyle karşılık vermeye müsaade edeceğim, diye. Ama hemen akabinde inen ayetler bu karşılığı yasaklar (İbni Sa’d, et-Tabakat 3, 5, 13, 14).

İnen ayetler, aşırı gitmeyi yasaklayan ayetlerdir "Eğer ceza ile karşılık verecek olursanız, ancak size yapılan cezanın misli ile cezalandırınız. Şayet sabrederseniz, andolsun ki bu, sabredenler için elbette daha hayırlıdır. "(Neml, 126). 

Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem  bundan dolayı sabretmiş, daha sonra kefaret ödemiştir (İbni Sa’d, et-Tabakat, el Kübra’e, 3, 5, 11). Aslında sadece bu olay Kuran-ı Kerim’in vahiy ürünü olduğunun en açık belgesidir.

Allah-u Teala'nın her ne günah işlersek işleyelim mağfiretinin büyüklüğüne en güzel örneklerden biri olan ve benim çok etkilendiğim bir olayı paylaşmak istedim.

Hamza Radıyallahu Anh’ın  katili olan "Vahşi", sonradan Müslüman olmak istediğini fakat "şirk yapanların, katillerin ve zinakárların" azaba uğrayacağı şeklindeki ayetlerden korktuğunu iletir. Vahşi’nin hakkında üç ayet arka arkaya iner (Belli bir zaman içinde).

Olay şöyle gelişir: Uhud harbinde Peygamber Efendimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem 'in  amcası Hamza Radıyallahu Anh’ı  şehit eden Vahşi, Resulullah Efendimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem'e

"Ben Müslüman olmak istiyorum. Ama Kuran’da  Onlar, Allah ile beraber başka bir ilâha kulluk etmeyen, haksız yere, Allah’ın haram kıldığı cana kıymayan ve zina etmeyen kimselerdir. Kim bunları yaparsa ağır azaba uğrar. (Furkan, 68) ayeti beni İslam’dan men ediyor. Zira ben sayılan bu üç günahın hepsini yaptım. Benim için bir tövbe imkánı var mı?" diye Mekke’den bir mektup yazdı.

Bunun üzerine Furkan Suresi’nin, "Ve her kim tövbe edip de salih amel işlerse o muhakkak Allah’a makbul olarak döner" mealindeki 71. ayeti kerimesi nazil oldu. Peygamber Efendimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem bu ayeti kerimeyi Vahşi’ye yazıp gönderdi.

Vahşi, "Bu ayette iyi amel yapma şartı var. Ben iyi işleri, amelleri belki yapamayabilirim. Başarılı olabilir miyim bilmiyorum" diye bir mektup daha yazdı.

Bunun üzerine, "Doğrusu, Allah kendine şirk koşulmasını mağfiret etmez, ondan berisini dilediğine mağfiret buyurur" (Nisa Suresi, ayet 4) mealindeki ayeti kerime nazil oldu. Peygamber Efendimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem, bu ayeti kerimeyi de Vahşi’ye yazdı.

Vahşi tekrar, "Bu ayeti kerimede de Allahu Teala dilediğine mağfiret eder şartı var. Allah Celle Celaluhu beni bağışlamayı diler mi, dilemez mi bilmiyorum" diye yazınca, 

"Ey nefisleri üzerinde israfta bulunmuş kullarım! Allah’ın rahmetinden ye’se (ümitsizliğe) düşmeyiniz. Şüphe yok ki, Allah günahların hepsini mağfiret eder. Muhakkak ki o çok gafur ve rahimdir" (Zümer Suresi, ayet 53) mealindeki ayeti kerime nazil oldu.

Resulullah Efendimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem, bu ayeti kerimeyi de Vahşi’ye bildirdi. Vahşi bu ayeti kerimede hiçbir şart bulamadı ve Medine-i Münevvere’ye gelip Müslüman oldu.

Hz. Hamza Radıyallahu Anh gibi bir insanı şehit eden bir köleye, insan olduğu için verilen değer. Bu kişi hakkında tam üç ayet iniyor ve Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem, Vahşi’ye engel olmuyor, olamıyor. Çünkü vahiy inince, aradan perdeler, aracılar ve talepler kalkar. Allah Celle Celaluhu  konuşur, emreder. 

Bu olaydan sonra Vahşi, bizim için Hz. Vahşi ’dir Radıyallahu Anh. Sahabidir. Saygıyla anılır. İşte bu kadar, ötesi yok.

   Bu olay insanlık için başlı başına bir ibret vesikasıdır.

N. Hatipoğlunu'nun bir yazısından faydalanılmıştır

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR

25 Nisan 2017 Salı

İki yol arasındaki temel fark teville ilgilidir-Faruk Beşer


...Şimdi birisi o korunan kitabın Levh-i mahfuz olduğunu, ona dokunabilecek olanların da melekler olduğunu söylerse bu sözün gelişinden ve lisandan anlaşılan bir mana, yani tefsir olmuş olur. Bunun üzerinden bir kıyaslamaya gider ve mademki melekler Kur'an-ı Kerim'in Levh-i mahfuz'daki aslına 'tertemiz kılınmış olmaları' vasfıyla dokunabilirler, o halde biz de elimizdeki Mushaflara tertemiz olarak, yani ancak abdestli iken dokunabiliriz, çünkü Allah aynı ayetlerde Mushaf'ın da oradaki asıldan indirilmiş olduğunu söylüyor derse bu da makul ve makbul bir tevil olur. Çünkü lisanın buna da ihtimali olan asıl manası korunmuştur ve ona muhalif olmayan, hatta başka delillerle de desteklenen tevilden de yararlanılmıştır.

Ama gulat yani aşırı Şiî olan Karmatîlerin yaptığı gibi; “Biz her şeyi apaçık bir imamda, yani o ana levhada, Levhi mahfuzda kaydetmişizdir” (Ya-sîn 36/12) ayetindeki imamın Ali olduğu söylenir ve bundan Hz. Ali'nin (ra) bütün ilimleri kuşattığı, her şeyi bildiği anlamı çıkarılırsa işte bu insanı küfre kadar götüren uçuk bir tevil olmuş olur. Onların aynı şekilde; “küfrün önderleriyle savaşın” (Tevbe 9/12) ayetinden zamanında Hz. Ali'ye karşı olan Talha ve Zübeyr'in kast edildiğini söylemeleri de böyledir. Çünkü bu uçuk tevillerin ne Kur'an-ı Kerim'in diliyle, ne Şeriatın ruhuyla ne de vakıa ile hiçbir ilgisi yoktur, tamamen ideolojiktir. Önce bir inanç belirlenmiş, sonra o inanç Kur'an-ı Kerim'e desteklettirilmeye çalışılmıştır. Yani daha önce verdiğimiz hadisi şerifin dediği gibi bu, Kur'an-ı Kerim'i kendi görüşüne göre konuşturmaktan ibarettir...

...Yarattığı kulun zaaflarını bilen Allah'ın ona günde kırk kez “sadece sana ibadet edecek ve sadece senden yardım dileyeceğim” dedirtmesine, “Allah'tan başka hiçbir şeye dua etmeyin” yani kimseden imdat istemeyin demesine rağmen bu ve benzeri ayetlerin açık manalarını göz ardı edilip 'imdad ya fülan” denebilmesine tevil arayan anlayış da böyledir. “Allah'a ve ahiret gününe imanı olan artık Allah'a yapacağı ibadete hiç kimseyi karıştırmasın” buyurmasına rağmen, namaza kalkarken şeyhini gözünün önünde canlandırıp ona bir süre rabıta yaparsan namazın daha feyizli olur diyen tevil de Karmatîlerin uçuk tevillerinden farklı değildir.

“Allah'a karşı takvalı olun ve O'na bir vesile arayın”, “Allah'a karşı takvalı olun ve sadıklarla beraber bulunun”, “ey iman edenler sabredin, sabırda yarışın, ribatlar oluşturarak hazırlıklı olun…” anlamındaki ayetler de bu tür tevillere kurban edilip zahirleri iptal edilen ayetlerdir.

Böyle yapanlar sakın hiç kimseyi tasavvuf düşmanı diye yaftalamasınlar, çünkü tasavvufa bunların yaptığından daha büyük düşmanlığı kimse yapamaz.

...Kur'an-ı Kerim'in zahirini ve muhkemini bırakıp tevillere tutunmak Batınîliğin ve Şia'nın temel özelliğidir, fitne aramaktır. Zahiri ve muhkemi esas alıp bunlara aykırı olmayan muhtemel tevillerden de yararlanmak ise Ehli Sünnet'in özelliğidir. İşte bu iki yol arasındaki en önemli alametifarika budur ve İslam ümmetini parçalayan ve tefrikalara ayıran şey “Kur'an-ı Kerim'i kendi görüşüne göre tevil etmektir”, yani önce nefsi bir görüş, bir ideoloji belirlemek, sonra onu Kur'an-ı Kerim'e söylettirmek.

Yazının tamamı için:

15 Nisan 2017 Cumartesi

RABBİMİZİN cc 40.NASİHATI

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Bismillahirrahmanirrahim

Yüce Allah 
(Celle celaluhu) şöyle buyurmaktadır:

"Ey kullarım! Ben zulmü kendime haram kıldım; onu sizin aranızda da haram kıldım; öyleyse birbirinize zulüm yapmayın.


Ey kullarım! Benim hidayete ulaştırdıklarım hariç, hepiniz sapıklık içinde kalırsınız, öyleyse benden sizi hidayete ulaştırmamı isteyin ki, size hidayet nasip edeyim.

Ey kullarım! Benim doyurduklarım hariç, hepiniz açsınız; öyleyse benden sizi doyurmamı isteyin ki,' size yiyecek vereyim.


Ey kullarım! Benim giydirdiklerim hariç, hepiniz çıplaksınız; öyleyse benden sizi giydirmemi isteyin ki, size giyecek vereyim.


Ey kullarım! Sizler gece-gündüz hata edip günah işliyorsunuz. Ben ise bütün günahları affediyorum. Öyleyse siz de benden günahlarınızın affını isteyin ki, sizleri affedeyim.


Ey kullarım! Sizin bana bir zarar vermeye gücünüz yetmez ki, zarar veresiniz. Aynı şekilde, bana bir fayda vermeye de gücünüz yetmez ki, fayda veresiniz.


Ey kullarım! Sizin ilk insandan son insana kadar hepiniz, insanlarınız ve cinleriniz en muttaki bir insan gibi olsanız ve o sıfat içinde bana kulluk etseniz, bu benim mülkümde hiçbir şey artırmaz, yüceliğime bir şey katmaz.

Ey kullarım! Sizin ilk insandan son insana kadar hepiniz, insanlarınız ve cinleriniz en günahkâr bir insan gibi olsanız ve o halde bana isyan etseniz, bu benim mülkümde hiçbir şey eksiltmez, yüceliğime hiçbir zarar vermez.
Sizin ilk insandan son insana kadar hepiniz, insanlarınız ve cinleriniz bir tepede toplansanız, her biriniz benden bir şey istese ve hepinize istedikleri şeyleri versem, bu benim mülkümde hiçbir şey eksiltmez.


Ey kullarım! Siz amel etmektesiniz, ben ise amellerinizi sizin için tesbit edip yazıyorum; sonra onların karşılığını size tam olarak vereceğim.


Kim amel defterinde bir hayır bulursa,
(onu kendisine nasip eden) yüce Allah'a hamdetsin. Kim de amel defterinde kötü işler bulursa, başkasını değil, sadece kendi nefsini kınasın."


 Âlemlerin rabbi yüce Allah'a hamdolsun.

Rabbimizin 104 Kitaptaki Öğütleri (Meva'ız-i Kudsiyye)

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

13 Nisan 2017 Perşembe

İbadetler âdete, âdetler ibadete dönüşebilir -Faruk Beşer

.... Bir düşüncenin ya da dinin sürekli canlı kalabilmesi, zamana ve şartlara göre kendini güncelleyebilmesi için dört temel unsura ihtiyaç vardır: Bilgi, eylem/amel, tefekkür ve heyecan. Bunlardan biri eksik olursa hayat insanı yolun dışına atar ve kendisi ilerlemeye devam eder.

İlk üçü üretmek için vardır, heyecan ise üçünün de motorudur. Biz heyecana zaman zaman cihat ruhu diyoruz ve cihadı da; müminin i'la-yı kelimetullah için, mutlak adaleti tesis etmek için kendi zamanına ve şartlarına göre ne yapılması gerekiyorsa onu cehtle gayretle ve heyecanla yapmasıdır diye tarif ediyoruz. Yani cihat ille de savaş demek değildir. Heyecan yok olunca bilgi de, amel de, tefekkür de işe yaramaz. Ama bu üçüyle beslenmeyen bir heyecan da cihat olmaz, cinnete, zulme, yakıp yıkmaya dönüşebilir.

Sözü ibadetlerin adetlere, ya da adetlerin ibadetlere dönüşmesine getirmek istiyoruz. Geniş anlamda ibadet kulun Allah'a gönülden boyun eğerek, O'nun rızasını hedefleyerek yaptığı her doğru iştir. Bu şartlarla uyku da, eşlerin sarılıp yatmaları da ibadet olabilir. Dar anlamda ibadet ise namaz oruç gibi, anlamını akılla kavrayamayacağımız ve salt ibadet olarak yapılan eylemlerdir. O halde konumuzun iki yönü var; biri âdetlerin ibadete dönüşmesi, diğeri de ibadetlerin âdete dönüşmesi.

Âdetlerin ibadete dönüşmesi olumlu da olabilir olumsuz da.

Her gün bir âdet ve alışkanlık olarak yaptığımız yüzlerce mubah eylemi, Allah için, O'nun rızasını umarak yaptığımızda bu âdetler ibadete dönüşür ve günlük hayatımızda nötr olan yüzlerce eylemimiz, hatta hayatımızın her anı ibadet olur, bize sevap kazandırır. Aynı mubah işleri bir başkası kötü bir niyetle yapar, günah kazanır. Çünkü ameller niyetlere göredir. Ve sonunda dünyada aynı amelleri yapanların biri dünyanın sevabını alarak cennete gider, diğeri de dünyanın günahını alarak azaba düşebilir.

Olumsuz yönüne gelince, bazı âdetler başlangıçta nötr birer davranış iken zamanla onların dinden birer ibadet oldukları sanılır, böylece mubah eylemleri niyetle ibadete dönüştürmekten farklı olarak bidat yapılmış ve günah işlenmiş olur. Mesela bir âdet olarak mevlit okutturmanın sakıncası olmayabilir, ama giderek bu olması gereken bir ibadet haline dönüşürse bidat olur ve sevap yerine günah kazandırır. Camiden çıkanlara, uzaktan geldiği için karnı aç olanlar bulunabilir diye yiyecek bir şeyler vermek bir âdet iken bir süre sonra ibadet halini alabilir ve bidat olur. Camilerin kapısında ibadet duygusuyla şeker, lokum ya da aşure dağıtanları, namazın ardından musafaha yapanları görebilirsiniz. İşte bu noktalarda doğru bilgiye ihtiyaç vardır.

Diğerine gelince, her mükellef müminin mutlaka yapması gereken ibadetler de zamanla sıradanlaşır ve âdete dönüşebilirler. Beş vakit kılınan namaz şartlı refleks halini alabilir ve kişi, mesela şu hale gelebilir; namaz kılmadığımda bir boşluk hissediyorum, namazımı kılmadan rahat edemiyorum, namazımızı kılıp rahat rahat oturalım vb.. Böyle bir namazla hedeflenen şey, Allah'a tekmil verip O'nun rızasını almaktan, O'nunla rahat etmekten çok, alıştığı bir eylemin hayatında boşluk oluşturmamasını sağlamak olabilir. Böyle olursa namaz ibadet olmaktan çıkıp âdet halini alır. Bunun göstergesi, kılınan namazların insanı kötü alışkanlıklardan alıkoymamasıdır. Allah'ın dediği haktır: “Dosdoğru kılınan namaz insanları günahlardan alıkoyar”.

Oruç ve diğer ibadetler için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Kişi, oruç tuttuğumda sağlıklı oluyorum, alışmışım bırakamam diye oruç tutabilir. Bu sebeple Resulüllah Efendimiz (sa) “nice namaz kılanlar vardır ki, namazından ona yorgunluktan başka bir şey kalmaz… Nice oruç tutanlar vardır ki, orucundan ona kalan sadece çektiği açlık ve susuzluktur” buyurur. Enes bin Malik de 'nice Kur'an-ı Kerim okuyanlar vardır ki, Kur'an ona lanet eder' der. Çünkü Kur'an-ı Kerim'i okurken 'Allah'ın laneti yalancıların üzerine olsun' anlamındaki ayeti okur ama yalan söylemeye devam eder, böylece Kur'an-ı Kerim okuması sebebiyle kendi kendine lanet okumuş olur.

Her meşru işe Besmele ile başlamak bir ibadetken bu, manası hiç düşünülmeden tekrarlanan, ya da işimde bereket, kazancımda artış oluşun diye yapılan bir eylem olursa, âdete dönüşmekten başka bir de ibadeti dünyalık için yapma anlamına gelebilir. İşyerinin kapısına ya da herkesin göreceği bir yere bir Besmele levhası asma, sonra da meşru olmayan bir yığın muamele yapma işi riyaya ve şirke kadar götürebilir.

O halde kulun kendisini zaman zaman, tabir caizse, rektefe etmesi, tekrar tekrar fabrika ayarlarına yani fıtrata dönmesi gerekir. Bu nasıl olur, sonra görelim.


Yazının tamamı için:

12 Nisan 2017 Çarşamba

Sahih bir hadise aykırı olan mezhep görüşünü bırakıp o hadisle amel edilebilir mi?

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.
SORU:Mezhep imamları ulaşabildikleri hadislere göre içtihat yapmışlar ve benim söylediğime uymayan hadis öğrenirseniz ona uyun demişler deniyor. Mezhep imamlarından sonraki devirde Buhari müslim gibi alimler çokça hadise ulaşmışlar. Mezhep imamlarının ulaşamadığı çokça hadise artık ulaşılabiliyor. Bu durumda tabi olduğumuz mezhebe uymayan sahih hadis görürsek ne yapmalıyız? Bu hadis kitaplarını göstererek imamlar bu hadislere ulaşsaydı tersi hüküm vermezdi deniliyor. o hadise ulaşamamış ve bildiği başka hadislere göre kıyas yapmış halbuki biz artık doğrusunu bilerek illaki o mezhebe uyamayız uyarsak şirk olabilir deniliyor. Açık sahih hadis varken mezhep demek peygamberimize itaatsizlik ve şirk mi olur? Bunları Açıklarsanız sevinirim

Cevap:
İmam Şafii’nin, “Sahih bir hadis bulursanız, o benim mezhebimdir. Kitabımda Resulullah’ın sünnetine aykırı bir şey görürseniz, sünnetle/sahih hadisle hükmedin ve benim dediklerimi-bir kenara- bırakın” manasında açık ifadeleri vardır. (bk. Fetava İbnu’s-Salah, Beyrut, 1407, 1/55; Nevevi, Mecmu, Daru’l-Fikr, ts.1/63)

İmam-ı Azam'ın aynı manaya gelen sözleri olduğu gibi, İmam Malik ve İmam Ahmed b.Hanebl’in de benzer sözleri bilinmketedir (bk. İbn Abidin, 1/67-68, 385)

Eğer bir insan içtihat şartlarına sahip ise, sahih hadise aykırı olduğunu bildiği mezhebinin görüşünü terk edebilir ve o hadisle amel edebilir. Eğer, bir kimse müstakil içtihat edecek konumda değilse ve sahih bir hadise muhalif olduğunu düşündüğü kendi mezhebinin görüşünü başka bir mezhepte bulursa o mezhebi taklit edebilir. (bk. Fetava İbnu’s-Salah, 1/58-59)

İmam Nevevi bu konuyla ilgili (Şafii mezhebiyle ilgili olarak) şu görüşlere yer vermiştir:

İmam Şafii’nin bu sözü, “kim sahih bir hadis görse, hemen bu Şafii mezhebinin görüşüdür deyip onunla amel edebilir” manasına gelmez.


 Bu konuda mezhepler konusunda müçtehit veya ona yakın bir ilmi donanıma sahip olmayanlar böyle bir şey yapamazlar. Çünkü, sahih bir hadisin yanında, farklı bir mana ifade eden başka bir sahih hadis de vardır. 

Hadislerin tamamını veya o konuyla ilgili hadislerin hepsini bilmeyen ve İmam şafiinin ve diğer talebelerinin bütün kitaplarına vakıf olmayan kimsenin gördüğü “sahih” bir hadisten hüküm çıkarma yetkisi yoktur. Bu şartlara sahip olmak ise kolay değildir. Nitekim, İmam Şafii’nin bazı sahih hadisleri gördüğü halde onlarla amel etmemiştir. Çünkü, Şafii, “senedi itibariyle zahiren sahih göründüğü halde, gizli bir kusurunun olduğunu veya nesh edildiğini bildiği için" onunla amel etmemiştir." (bk. Nevevi, Mecmu,1/64)

Alimlerin verdiği bilgilere dayanarak denilebilir ki; mezhep alimlerinden farklı olarak sahih bir hadisten hüküm çıkarmak için, tefsir, hadis, fıkıh ve usul ilmine vakıf olmak gerekir.

İslam alimleri, yalnız bir hadisin sahih olup olmadığına bakarak hüküm çıkarmazlar. Bu hadisin başka hadislerle olan münasebetini, ayetlerle olan ilişkisini, usul bilgileri çerçevesindeki konumunu ve takip ettikleri daha başka ilmi metotlara göre içtihat etmişlerdir.

Konuyu fazla uzatmamak için, -yalnız bir hadisin sahih olduğuna bakarak bir hükmün çıkarılamayacağını gösteren- bir misalle yetineceğiz.

Hanefi Mezhep alimleri, namazdaki “Teşehhüd”ün şeklini tespit etmede, İbn Mesud’dun rivayetini (Buhari, Müslim) esas almışlardır. Şafii mezhep alimleri ise, İbn Abbas’ın rivayetini (Müslim) esas almışlardır. Bu iki hadis de sahihtir. Her ikisiyle de amel edilebilir. Ancak, İmam Nevevi bu konuyu tahlil ederken, çok objektif bir bakış açısını sergilemiş ve şunları söylemiştir: “İmam Şafii, İbn Abbas’ın rivayetini tercih etmiş; çünkü bu rivayette diğerinden fazla olarak “el-Mübarekat” kelimesi bulunmaktadır. (hadis kriterlerine göre ‘Sikanın ziyadesi makbuldur’ kuralı gereğince) İmam Şafii bu ziyadeliği için bu rivayeti tercih etmiştir.” (bk. Nevevi, Mecmu, 3/455-457)

Son olarak şunu da hatırlamakta fayda vardır ki; İslam ümmetinin yaklaşık % 90’ı, bizim gibi avam/halk kesimidir. Yani, hadislere bakarak bir hüküm çıkarma imkânları yoktur.

Buna göre, önümüzde iki yol vardır:

Birincisi: Ehl-i sünnet ve’l-cemaat olan yüzlerce İslam aliminin içinde bulunduğu dört mezhepten birisini taklit etmek.

İkincisi: O büyük İslam alimlerinin ortaya koyduğu bilgileri bir tarafa bırakıp, onlara aykırı fetva veren çağdaş bazı alimlerin içtihadını taklit etmek.

Şimdi sormak istiyoruz: Hem takvada, hem ilimde en yüksek derecede oldukları ümmetçe kabul edilen o eski binlerce İslam aliminin peşinden gitmek mi; yoksa dini ilimler ve takva konusunda -bu zamanın zorunlu bir sonucu olarak- onlardan çok geride olan bir kaç alimin peşinden mi gideceğiz?

Peygamber efendimizin: “Sevad-ı azama/Ümmetin/İslam alimlerinin büyük çoğunluğuna uyun” (İbn Mace,Fiten, 8) manasındaki emirleri gereğince, kimleri taklit etmemizin uygun olduğu konusu artık çok açık olduğunu düşünüyoruz.


Sorularla İslamiyet

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR

11 Nisan 2017 Salı

Astroloji ve Burçlar


Yıldızların konum ve hareketlerinin belli bir işaret sistemi oluşturduğuna ve bu sistem sayesinde gelecek, şimdiki durum ve geçmişe dair bilgi elde etmenin mümkün olduğuna inananılan Astroloji, Arapça’da “İlm-i Ahkâm-ı Nücum” veya “Tencim” olarak adlandırılır.

Gökten gelecek tahmini


İlm-i Ahkâm-ı Nücum’u, “Tabii Astroloji” ve “Ahkâm Astrolojisi” olmak üzere iki ana disipline ayırmak mümkündür. Tabii Astroloji, feleklerin (gök küre) atmosfer ve yeryüzündeki dört unsura dayalı fizikî nesne ve olaylar üzerine yaptığı tesirleri inceler. Bunlardan hareketle geleceğe dair tahmin ve kehanetlerde bulunur.

Ahkâm astrolojisi ise, gök cisimlerinin insan kaderi üzerinde etkili olduğu inancıyla gelecek hakkında kehanetlerde bulunur.

Günümüzde astroloji dendiğinde halk arasında genellikle Ahkâm Astrolojisi anlaşılır. Bir insanın doğumu sırasında veya bir olay meydana geldiğinde astrolog yıldızların konumuna bakar, bunu bir şema üzerinde belirler; sabit ve hareketli yıldızların yerleri arasındaki ilişkileri tesbit ederek gelecek hakkında tahminlerde bulunur.

Burç

Burçların insan üzerinde etkisi bulunduğuna inanmak, burç ve yıldız gibi gök cisimlerine müstakil bir kudret nisbet edilmesine götürdüğü için, Tevhid akidesiyle bağdaşmayan son derece tehlikeli hususlardır.

Bu inanışların geçmişte olduğu gibi günümüzde de insanları yaygın bir şekilde etkisi altına aldığı görülmektedir. Bu sebeple tarih boyunca ulema bu konuda oldukça hassas davranmış ve konunun imanla irtibatlı tehlikeli boyutlarına dikkat çekerek halkı uyarmıştır.

Yağmurlu bir gecenin ardından Efendimiz
sallallahu aleyhi ve sellem sabah namazını kıldırdıktan sonra, “Rabbiniz ne buyurdu biliyor musunuz?” diye sordu. Sahabe, Allah ve Rasulü bilir.” dediler. Şöyle buyurdu:

“Allah buyurdu ki: Kullarımdan bazısı mümin, bazısı da kâfir olarak sabahladı. Kim, ‘Allah’ın fazl u rahmetiyle yağmura kavuştuk.’ dediyse işte o bana iman etmiş, yıldızı reddetmiştir. Kim de ‘Filan ve falan yıldızın nev’i sebebiyle yağmura kavuştuk.’ dedi ise, o da beni reddetmiş, yıldıza iman etmiştir.” (Buharî, Müslim)

Burada geçen “yıldızın nev’i” ifadesi, eski kavimlerden beri bilinen astronomik olaylarla meteorolojik olaylar arasındaki ilişkiyi anlatmaktadır. Arapça’da “nev” kelimesi, ayın yörüngesinde deveran ederken uğradığı menzillerde kalış süresini ifade etmektedir. Bu sürelerin başlangıç ve bitimi, birtakım tabiat olaylarının ve meteorolojik hadiselerin meydana geliş zamanı olarak tecrübe ile tesbit edilmiştir. (İbn Âsım, Kitabu’l-Envâ’, s. 32 vd.)

Tabiat olayları-gök cisimleri ilişkisi


Yıldızların ve gezegenlerin hareketleriyle ilgili olarak kadim zamanlardan beri bilinen bu hususlar, zaman içinde bazı kavimlerde, tabiat olaylarını gök cisimlerinin hareketlerine bağlama inancını doğurmuştur. Efendimiz
 sallallahu aleyhi ve sellem’in dikkat çektiği nokta da burasıdır.

Gök cisimleri, kendilerine hakim kılınan kozmik yasaya uygun şekilde hareket eden varlıklardır. Tabiat olaylarının ve meteorolojik hadiselerin bunlarla bağlantısı da yine ilahî kozmik yasanın bir gereğidir. Hal böyleyken yağmuru veya başka herhangi bir tabiat olayını gezegenlerin hareketlerine bağlamak, “Müsebbibu’l-Esbab: Sebeplerin Yaratıcısı” olan Cenab-ı Hakk’ı görmemek olduğundan elbette küfür olacaktır.

Bazı zamanların ve mekânların etkisi


Gök cisimlerinin olduğu gibi, bazı zamanların ve coğrafî mekânların insanların huyu, tabiatı, ahlakı, kabiliyeti, gidişatı… üzerinde tesirli olduğu inancı da doğru değildir. Cahiliye döneminde Araplar bu türlü inançlara sahip olduğu için, Efendimiz 
sallallahu aleyhi ve sellem “Üç şey cahiliye adetlerindendir.” buyurmuş, bunların soy-sopa kötü konuşmak ve ölü için saçını başını yolarak ağlamak, bir de nev’lerden yağmur ummak" olduğunu beyan etmiştir. (Buharî, Müslim)

Eğer bu tür olayların insanlar üzerinde, onların kişiliklerini dahi belirleyecek etkisi olsaydı, bütün insanların aynı emir ve nehiylere muhatap olmasının ve aynı hükümlere uymakla sorumlu kılınmasının bir anlamı olmazdı. (el-Merzûkî, Kitâbu’l-Ezmine ve’l-Emkine, s. 70)

Cahiliye Araplarının, insanın kaderiyle ilgili olan bütün bu hadiseleri gök cisimlerinin hareketlerine, gezegenlerin menzillere uğrayış ve buralarda kalış sürelerine bağlamasını anlamaz isek, Kur’an’da ve hadislerde “dehr” kavramı üzerinde hassasiyetle durulmuş olmasına bir anlam vermemiz zorlaşır.

Bilindiği gibi “dehr” zaman demektir ve Cahiliye döneminde insanların bütün kaderinin, yukarıda belirttiğimiz tarzda gök cisimleri ile kopmaz bir ilişki içinde olduğuna inanılırdı. (Zamanın, Eski Yunan’dan bu yana felekler ve “gök” dediğimiz kozmik sistem ile irtibatlı olarak izah edildiği bilinmektedir. Bkz. Merzûkî, a.g.e., 103)

Cahiliye Araplarının ağzından hikâye edilen “Bizi ancak dehr helâk ediyor.” (Câsiye Suresi, 24) sözü ve Efendimiz 
sallallahu aleyhi ve sellem’in “Dehr’e sövmeyin. Zira dehr Allah’tır.” (Buharî, Müslim, Ahmed b. Hanbel) hadisi bu noktaya dikkatimizi çekmektedir.

Zikrettiğimiz hadiste geçen “Dehr Allah’tır.” sözünün anlamı şudur: “Bazı kimseler olayları dehre (zamana) bağlıyor; hoşlarına gitmeyen bir şey olduğunda, sebep olarak gördükleri dehr hakkında kötü laf ediyor. Oysa yaşadığınız her şey Allah’tandır. Siz sebep hakkında kötü söz söylediğinizde, Allah Tealâ hakkında konuşmuş olursunuz.”

Dolayısıyla, gezegenlerin uğradığı mutat durak yerleri olarak itibar edilen burçlar da dahil olmak üzere, hiçbir gök hareketinin ve cisminin insan tabiatı, kaderi, özellikleri ve kabiliyeti üzerinde etkisi yoktur. Bazı kitaplarda bu konuda nakledilen bilgiler, farklı kültürlerden harmanlanarak gelen ve dinimiz tarafından tasdik edilmemiş olan hususlardır.

Sonuç olarak Kur’an ve Sünnet’in onaylamadığı şekilde gaybdan haber alma çabası, insanı asıl gayesinden alıkoyan ve giderek yaratılış maksadından uzak vadilere sürükleyen tehlikeli bir meşgaledir.

Ebubekir Sifil


İslam dini inananlardan şu sıralamaya uymalarını ister:


1- İman: (Allaha, sıfatlarına, peygamberlere, kitaplara, meleklere, âhiret gününe, kadere, ayet ve hadislerde bildirilmiş emir ve yasaklara inanmak); 

2- İlim öğrenmek: (Neyi, nasıl yapacağını bilmek);

3- Haramlardan sakınmak: (içki, zina, rüşvet, yalan gibi);

4- Farzları yapmak: (namaz, oruç, zekât, anaya babaya itaat gibi);

5- Tahrimen (harama yakın) mekruhtan sakınmak: (vacip olan bir işi yapmamak tahrimen mekruhtur.

Fıtır sadakası, kurban kesme, vitir ve bayram namazları, namazda Fâtiha sûresini okumak vaciptir bunları yapmamak. erkeğin ipekli giymesi, altın takması gibi, anne-babayı isimleriyle çağırmak);

6- Vacibleri yapmak: (kurban kesmek, fıtra vermek gibi);

7- Tenzihen (helale yakın) mekruhtan sakınmak: (soğan-sarmısak yedikten sonra camiye gitmek, farza çok az kalmışken sünnet namaza başlamak gibi); 

* Bu tür fiilleri işlemek cezâ ve kınanmayı gerektirmez; ancak terk eden övülür.

8- Sünnetleri yapmak: (evlenmek, teravih namazı kılmak gibi);

9- Müstehapları yapmak: (sadaka vermek, akşam namazını kılmada acele etmek gibi) gelir.


5 Nisan 2017 Çarşamba

Dün, Bugün ve Yarın İslam’ındır



Rabbimiz buyuruyor:

"Allah, içinizden iman edip salih ameller yapanlara şu vaatlerde bulunmuştur: Kendilerinden öncekileri yeryüzüne hâkim kıldığı gibi, onları da mutlaka hâkim kılacak; onlara kendileri için razı olduğu dinlerini yaşama imkânı verecek ve korkularını güvene çevirecektir..." -Nûr Suresi, 55. ayet-

"Allah, "Ben ve peygamberlerim mutlaka üstün geleceğiz" diye yazmıştır. Gerçekten de Allah sonsuz kuvvet ve karşı konulmaz kudret sahibidir." -Mücâdele Suresi, 21. ayet-

"Mü’minler, düşman topluluklarını karşılarında gördüklerinde: “İşte Allah ile Resûlü’nün bize vadettiği zafer; Allah ve Resûlü doğru söyledi.” dediler; bu durum onların sadece iman ve teslimiyetini artırmıştır." -Ahzâb Suresi, 22.ayet-

Ashap olabilmek... 
Ashap; bir zorluk veya tehlike ile karşılaştıklarında sarsılıyorlardı. Ama, bu baş gösteren sarsıntıyı "gelecek yardımın müjdesi" olarak algılıyorlardı.  Çünkü onlar, daha önce yüce Allah’ın şu ayetine iman etmişlerdi “Acaba sizden öncekilerin başlarına gelenlerin benzeri sizin de başınıza gelmeksizin, cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlar öylesine ağır sıkıntılara ve zorluklara uğradılar, öylesine sarsıldılar ki, Peygamberleri ile çevresindeki inanmışlar “Allah’ın yardımı ne zaman gelecek?” dediler. İyi bilin ki, Allah’ın yardımı yakındır” -Bakara Suresi, 214.ayet-

Bugün Ümmeti Muhammed’in dünya üzerindeki durumuna bakıp küfrün ve kâfirin daha güçlü olduğu zannedilebilir. Halbuki bu sıkıntılar Allah’ın kaderidir.

Hakkın varlığı da batılın varlığı da Allah’ın dilemesiyle olmuştur. Her şey zıddıyla kaimdir. Batılın varlığı, hakkın zaferini ortaya çıkarmak içindir. Hak ve batıl sürtüşmesi kıyamete kadar sürecektir.

Müslümanların üzerindeki zulmün her geçen gün artması, kâfirlerin İslam’ın zaferinden korktuğunun göstergesidir. Bugün İslam en karanlık dönemini yaşıyor gibi gözükse de İslam güneşi hiçbir zaman batmayacaktır. Bilakis bu karanlık, yarın doğacak olan güneşin habercisidir çünkü karanlık zifirileştikçe sabahın yaklaştığını anlarız.

Allah kıyamet gününe kadar kalmasını takdir buyurduğu bir din gönderdi. Hiçbir güç, bu dini yok edemeyecektir.

Bu Ümmet’in geleceği garantidedir. Çünkü garanti eden Allah’tır.

Allah’ın mağlubiyet yazmadığı bir dini kimse mağlup edemez.

İslam’a mağlubiyet yoktur.

Onların bir hesabı var.
Unutulmamalıdır ki Allah-u Teâlâ’nın hesabı, bütün hesapların üstündedir.
Kur'an ve hadisler o hesaptan söz ediyor.
Geleceği haber veriyor.
Ötelerden haberler var.
İslam'ın geleceğinden, Kur'an'ın hâkimiyetinden haberler var.
Yeni fetihlerden, tamamlanmamış fetihlerden haber var.
Her haberi dosdoğru olan Allah'tan ve O'nun elçisinden haberler var.
Levh-i Mahfuz'da yazılmış gelecek bilgilerini öğrenmek isteyenlere iyi haberler var.
Bu haberler, hasta ümmetin geleceğini bildiriyor.
Yarını, belki yarından da yakını bildiriyor.

“MUSA ALEYHİSSELAM TAVRI!”

"Mûsâ: "Hayır, korkmayın!" Çünkü Rabbim benimle beraberdir. Bana kurtuluş yolunu mutlaka gösterecektir" dedi." -Şuarâ Suresi,62.ayet-

İşte O Güneş Gibi Parlak Gerçekler

1- Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, tarihin çizgilerini çizmiştir. O'nun tam da tarif ettiği gibi devam eden bir süreç geldi ve hâlâ sürmekte. Mucizevi bir haberi canlı canlı izliyoruz.

İnsanlığın yeniden doğduğu Peygamberli günler, yirmi üç yıl sürdü.

Tarihin nakşedildiği Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in izinden giden halifeler dönemi, otuz yıl sürdü.

Ardından, Osmanlı dönemi başladı. Osmanlı Hilafeti'nin yıkılması ile o da bitti.

Daha sonra Müslümanlardan olmayanların kararlar verdiği dönem başladı. Temeller oyulmak istendi. Bir yuvarlanıştır başladı.
Ne var ki bu, haber verilmiş bir dönemdi.
Günü, zamanı belli değildi ama ne olacağı belliydi; oldu.

Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdular:
 "Allah’ın  dilediği zamana kadar aranızda peygamberlik kalır. Sonra gitmesini dilediğinde gider. Sonra peygamberlik izinde bir halifelik olur. Allah’ın kalmasını dilediği kadar o da kalır. Kalkmasını  dileyince de kalkar. Sonra zorlu krallıklar olur. Kalmasını dilediği kadar o da kalır. Kalkmasını  dileyince de kalkar. Sonra kötü dönem gelir. Kalmasını dilediği kadar o da kalır. Kalkmasını  dileyince de kalkar. Sonra tekrar peygamberlik izinde bir halifelik olur." Sonra sustu.”
-Ahmed bin Hanbel, Müs. Kufiyyin, 17680-

Ve şimdi peşinden gelecek dönem gözleniyor.

O da Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin izinde olan "Hilafet" dönemidir.
Bugün değilse yarın. Ama muhakkak gelecek bir dönem.

Bütün gayretler o günün yakın olması için.
Emeller o güne ermek için.

Raşid Halifeler dönemi gelecek ve bu hilafetin merkezi de Kudüs olacaktır. Kıyamet kopmadan Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin miraca çıktığı yerler, dininin hükümranlığını ilan ettiği yerler olacaktır. Bu bir Nebevi mucizedir.

2- Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'e dünyanın bütünü gösterildi. Ümmeti'nin o bütüne hâkim olacağı da bildirildi.

Sevban radıyallahu anh, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğunu bildirdi:
"Allah, yeryüzünü bana gösterdi. Doğusunu, batısını gördüm. Ümmet'im bana gösterilene sahip olacaktır. Kırmızı ve beyaz hazine bana verildi."  
-Müslim,Fiten 5/7187-

Ne O'nun döneminde ne de sonraki zamanlarda tüm dünya İslam’la buluşmadığı halde O, kıldan yapılmış çadır evlere bile İslam'ın gireceğini, gece ve gündüzün ulaştığı her yere İslam'ın sancağının dikileceğini haber vermiştir. O'nun haberi kesindir. Açıktır. Zan değildir. Kesin sonuçtur.

Temim ed-Dari radıyallahu anh Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemden şöyle işittiğini söylemiştir:
"Bu din, gece ve gündüzün ulaştığı her yere ulaşacaktır. Kıl çadırdan veya yün çadırdan yapılmış olsa bile Allah, her eve bu dini sokacaktır. Onurlu veya onursuz, İslam'ın onuru ile onurlanarak veya küfrün zilleti ile zelil olarak..."  
-Ahmed,16344-

Bu da gösteriyor ki yayılma sürecinin dörtte üçü gelecek günlerdedir. Mevcut olumsuzluklar Allah'ın vaadinin, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in müjdesinin gerçekleşmesine engel olamaz.

3- Ebu Kubeyl anlatıyor: 

-Abdullah bin Amr bin As'ın yanında idik. "Önce hangisi fethedilecek, Konstantiniye mi Roma mı?" diye soruldu. Abdullah, bir sandık getirtti. Ondan bir yazı çıkardı ve dedi ki: 
-Biz  Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in etrafında oturuyor, söylediklerini yazıyorduk. Bu soru O'na soruldu.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdular ki:
"Önce Konstantiniye fethedilecek." -Ahmed,6358-

 "Önce Konstantiniye..." demişti. O fetih, sekiz asır sonra gerçekleşti. Öncesi sekiz asır sonra gerçekleştiğine göre sonraki Roma için geç kalınmış değildir.

Geç kalma veya atlama yok!
Fetihler yoldadır.
Sadece zamanın gelmesi gerekiyor.
Bütün işaretler fetihler dönemine doğru çevrilmiştir.

4- Allah-u Teâlâ Kuran-ı Kerim'de kâfirlerin İslam'ı ezmek için büyük bütçeler harcayacağını haber vermişti:

" Kâfirler, insanları Allah yolundan alıkoymak için mallarını harcarlar. Daha sonra da harcayacaklar. Ama bu harcanan mal onlara bir pişmanlık sebebi olacak. Çünkü hedeflerine varamadan mağlup olacaklar. Ve kâfirler toplanıp cehenneme sürülecekler." -Enfal Suresi,36.ayet-

Allah-u Teâlâ’yı onlardan öncekiler mağlup edemediler. Onlar da edemeyecektir. Galibi belli bir savaştır bu. Galip, Allah'tır. Dün de, bugün de yarın da hep O galiptir. O, Kendi bildiği sebeplerden ötürü kâfirlere mühlet verebilir. O'nun her işi hikmettir. Biz de O'nun hikmetine teslim oluruz.

"Onlar ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Oysa Allah nurunu mutlaka tamamlamak istiyor; kâfirler isterse hoşlanmasın." -Tevbe Suresi, 32.ayet-

"Birkaç sene içinde bu mağlubiyetten önce de, sonra da hüküm ve idâre bütünüyle Allah'a âittir. O gün mü'minler Allah'ın yardımıyla sevinecekler." -Rûm Suresi,4.ayet-

"Onlar yeryüzünde gezip de kendilerinden öncekilerin sonu nasıl olmuş diye bakmadılar mı? Oysa öncekiler onlardan daha da güçlüydü. Ne göklerde ne de yerde Allah'ın elinden kaçıp kurtulacak ve Allah'ı âciz bırakacak hiçbir şey yoktur. O her şeyi bilir ve her şeye kâdirdir. -Fatır Suresi, 44.ayet- 

5- İslam yükseliyor. Üzerine gelindikçe, yasaklarla çevrildikçe güçleniyor. Budandıkça gürleşiyor.

Şüphesiz Allah’ın vaadi hak ve İslam yakındır. Bu vaadin gerçekleşebilmesi için Müslümanların bu uğurda gayret etmesi önemlidir ve bu gayretler önceki beş-on asırda benzeri görülmemiş bir şekilde arttı. Bütün sansürlere ve baskıya rağmen ezan sesleri yeryüzünde bir saniye susmuyor; namaz kılınmayan bir tek yer yok; cihad şuuru yayılıyor; dünyanın diğer ucundaki kardeşleri için vakıflar, kuruluşlar geliştiriyorlar.

Hesap ortadadır. Gelecek, hem de yakın gelecek İslam'ındır. Çünkü küfür, sırasını devirdi. Batıl sistemler bir bir çöktü, çökmeye de devam ediyor. Müslümanlar bir dönemlik gafletlerinin bedelini ödediler. Yükseliş sırası artık İslam'dadır.
Müslümanlar hatalarını anladılar, yeni hamlelerle açığı kapatmak için kollarını sıvadılar. Şimdi düşmanlarının yaptığı yatırımlar da İslam'a yarayacak.
Ümmet hastalandı ama ölmedi.

TARİHTEN BİR SATIR

Hülagü Han, İslam toprağına girdiğinde ölüm saçtı. Hilafeti düşürdü. Abbasi medeniyetini yıktı. Kütüphaneleri yaktı. Namaz kılmayı yasakladı. "Artık, İslam geri dönmez." dedirtecek kadar yaktı, yıktı. Her gün binlerce Müslüman öldürdü. Fırtına gibi esti. Artık, İslam yeşermez sanıldı. Ama kaderinde ölmek olmayan İslam'ı öldüremedi. Hasta edip yatağa düşürdü ama öldüremedi.
Sadece iki yıl sonra, Bağdat'ı ele geçirdikten iki yıl sonra ordusu İslam akidesinden etkilendi. Tek tek Müslüman oldular. İşgal için geldikleri yerden Müslüman mücahitler olarak ülkelerine geri döndüler!

6- Yarın, fetihler günüdür; her eve İslam'ın güneşinin gireceği gündür. Kader yazıldı, mürekkep kurudu. Bugüne bakıp kederlenmek yerine yarını düşünüp gayretlenmek daha akıllıca bir iştir. Bugünü gayretsiz geçirenler yarın esef edecektir.

Duamızla, kendimizi Allah'ın yardımına uygun hâle getirmekle, çalışıp çabalamakla, sabırla, takva ehli olmakla hazır olalım. Müjde kesindir. Müjde bir mucizedir.


Küfür kendi ocağında sönecek. 

Bu; yarın sabah namazı vaktinde de olabilir iki asır sonra da olabilir.

Mülk Allah’ın, hesap Allah’ındır.

Allah’ın vaadine inanan bir mü’min olarak İslam’ın yarınından endişe etmeden bekleriz biz.

Gerisini Allah’a bırakırız.

Çünkü Allah dinini üstün getirecektir.

Nureddin Yıldız Hocaefendi'nin  “Edep ve Amel” kitabı ve "İslam'ın Yarını" sohbetinden alıntı yapılmıştır.