12 Aralık 2017 Salı

Çocukluktan Kaynaklanan Hatalarını Hoş Görünüz-Dr. M. Şerafettin KALAY

Allah Rasûlü(s.a.s); “Çocuklarınıza değer verin, onlara ikramda bulunun, onların terbiyelerini güzel yapın!” buyurur

İşaret edildiği gibi çocuklar ergenlik çağına ulaşıncaya kadar mükellef değildir. Bizi yaratan, gizlimizi, açığımızı, her hal ve durumumuzu bizden iyi bilen Rabbimiz onlara akılları olgunlaşıncaya kadar fırsat vermiştir. Ergenlik çağı öncesinde, özellikle temyiz çağında güzel alışkanlıklar edinmeleri, doğruları ve yanlışları öğrenmeleri, büyüklerin onları yetiştirmesi için teşvikte bulunmuştur. Onların ongunlaşmaları için gayret sarf etmeli, çocukluktan kaynaklanan davranışlarını da hoş karşılamalı, tekrarlanmaması, alışkanlığa dönüşmemsi için tedbirler almalıyız.

Enes ten(ra), Üsve-i hasenemiz olan Allah Rasûlü yle yaşadığı bir hatırayı bize kendi duyguları ile yoğurarak anlatıyor:

“Rasûlullah(s.a.s) insanların en güzel ahlâklısı idi. Bir gün beni bir ihtiyaç için göndermişti. “Vallahi gitmem!” dedim. İçimden geçen ise Rasûlullah’ın emrettiği yere gitmekti. Çıktım. Çarşıda oyun oynayan çocukların yanına uğradım.

Çok geçmeden ben de onlara kapılarak dalıp gitmiştim. Birden Rasûlullah(sav) başımı arkadan tuttu. Döndüm ona baktım; gülümsüyordu.“Enescik! Söylediğim yere gittin mi?” diye sordu.

Kendilerine; “Evet, hemen gidiyorum ya Rasûlallah!”
dedim.[1]

Şimdi Enes’in anlattıkları üzerine düşünüyoruz: Allah Rasûlü(s.a.s) bir büyük olarak onun; “— Gitmem!” dediği zamanki duygularını da biliyor, söz ve davranışlarını yaş ve durumuna göre değerlendiriyordu. Oyuna daldığı zamanki durumunu da, yanına geldiğinde; “— Şimdi gidiyorum!” dediği zamanki durumunu da biliyordu. Onu azarlamıyor, yaralamıyor, zihninde acı hatıra, gönlünde acı duygular bırakmıyordu. Yıllar sonra her hatırlayışta Enes’in gönlünde yer eden sevgisini artıracak, zihninde sonraki nesillere de örnek olacak tatlı bir hatıra bırakıyordu. Enes de, önüne duygularını dile getiren güzel kelimeler ekleyerek bu hatırâyı yâd ediyordu.

Enes(ra), hem Sahih-i Buhârî’de hem de Sahih-i Müslim’de yer alan bir hadiste de; “Allah Rasûlü’ne on sene hizmet ettim. Bir kere bile bana; “öff! demedi. ‘–Şunu niye şöyle yaptın?’ veya; ‘–Şunu niçin yapmadın?’ diye beni azarlamadı. Beni hiçbir zaman kınamadı, ayıplamadı,” der.[2]

Sahih-i Müslim’de yer alan bir rivâyet farklı bir vurguyla aynı güzel örnekliği dile getirir ve şöyle der:

“Ben Allah Rasûlü’ne(s.a.s) ikâmet halinde de, seferde de hizmet ettim. Allah’a yemin ederim ki, yaptığım bir şey için bana; “Bunun niçin böyle yaptın!”, yapmadığım bir şey için de; “Neden bunu böyle yapmadın!” demedi.”
[3]

Allah Rasûlü nün ahlâkı buydu… O, kırmadan, yaralamadan, acı söz söylemeden hatayı doğrultabiliyor, tatlı söz ve güzel üslup kullanarak doğruları zihinlere ve kalplere yerleştirebiliyordu… Yukarıdaki sözler, onun terbiyesi altında yetişen bir gencin, sonraki yıllarda bizlere hatıra ve duygularını aktaran sözleriydi. Bu sözlerin içinde yatan Rasûlullah(s.a.s) sevgisine dikkat ediniz.

Arkanızdan böyle söylenildiğini, hayırla ve duâlarla anıldığınızı düşününüz. Gönle ne kadar hoş geliyor. Gönül bundan hoşlanıyorsa davranışlar da buna uygun olmalıdır.

Bir başka tatlı hatırayı Nu’mân İbn Beşîr(ra) anlatıyor: “Allah Rasûlü’ne(sav) Tâif üzümlerinden hediye edilmişti. Beni yanına çağırdı ve; “– Bu salkımı al ve onu annene ulaştır,” dedi. Ben o salkımı aldım ve anneme götürmeden yedim.

Birkaç gece geçmişti ki bana sordu: “– Salkımı ne yaptın? Annene götürdün mü?”

“–Hayır!” dedim.

Allah Rasûlü(s.a.s) o gün beni “Ğuder” (Vefâsız), diye isimlendirdi.”
[4]

Numan İbn Beşîr(ra) hicretten sonra Medîne’de dünyaya gelen ilk Ensar çocuğudur.[5] İbn Hacer, hicretten on dört ay sonra dünyaya geldiğini söyler.

Annesi Amrâ, özü, sözü güzel aziz şehidimiz Abdullah İbn Revâha’nın(ra) kız kardeşidir.[6]

Bir başka rivâyette Rasûlullah’ın ona iki salkım verdiği ve; “-Bunu sen ye, bunu da annene götür!” buyurduğu, Numan’ın her ikisini de yediği yer alır.[7]

Allah Rasûlü(sav) bu davranışı ile hem ona latife yollu hatasını hatırlatıyor, hem de onu kırmıyordu.

Bu noktada önceden birkaç kelime ile işaret ettiğimiz bir gerçeğe birkaç kelime daha eklemekte fayda görüyoruz: Anlayışlı, hoşgörülü, şefkatli, merhametli davranmak başka şeydir; gevşek davranmak, çocuğun her isteğine boyun bükmek, -iyi olsun kötü olsun- onun her yaptığına katlanmak, durmadan nazını çekmek ve onu buna alıştırmak ayrı şeydir.

Bir çocuğun doğruyu bilmeye olan ihtiyacı kadar yanlışı bilmeye de ihtiyacı vardır. Annesinin, babasının ve diğer büyüklerinin kendisinin iyiliğini, iyi bir insan olmasını istediğini bilmeye, yanlış yapınca veya yapmak isteyince kendisini durdurulacağını, kötülüklerden ve kötü davranışlardan korunacağını da bilmeye ihtiyacı vardır. Kendi haklarının var olduğunu bilmeye ihtiyacı olduğu gibi, başkalarının haklarının da var olduğunu, kendi canının bir şeyi çektiği kadar başkalarının da canının çektiğini, kendi merak ettiği kadar başkasının da merak edebileceğini, kendisinin rahatsız, tedirgin olduğu kadar başkasının da rahatsız ve tedirgin olabileceğini, kendi canının yandığı kadar başkasının da canının yanabileceğini bilmeye ihtiyacı vardır.

Bencilce duygular taşımamalı, bu nevî duyguların esiri olmamalı, ben merkezli biri haline gelmemelidir. Çevresindeki insanların, diğer çocukların da kendisi gibi memnun olunca, sevincin daha da artacağını anlamalıdır. Kardeşleriyle, arkadaşlarıyla paylaşmanın kıymetini bilmeli, şuuruna ermelidir. Kötü davranışların ve huyların sevilmediğini de idrak etmelidir.

Bütün bunların, her zaman hoşgörü göstermek, aldırmamakla olmadığını da bir gerçektir. Hataların tekrar edilmemesi, yanlışların düzeltilmesi, kötülüklerin iyiliklere dönüşmesi, kötü huyların yerini güzel huyların alması için çalışmak, gerektiğinde kesin ve kararlı tavır almak, “hayır!” demek, “yanlış!”, “bu böyle olmaz!”, “bunun sana yapılmasını ister misin?”, “ne kötü bir davranış!” demek ve güzel bir üslup ile çocuğu hatadan, yanlıştan kurtarıp iyiye, doğruya, güzele yöneltmek, onu gerçek manada sevmektir; ona şefkat duymak, onun iyiliğini istemektir.

Bunun içindir ki Allah Rasûlü(s.a.s); “Çocuklarınıza değer verin, onlara ikramda bulunun, onların terbiyelerini güzel yapın!” buyurur.[8]

Her insan çocuğuna, kendi çocuğu olması hasebiyle değer verir. Ancak buradaki değer vermeden murat, daha çok onların duygularına, düşüncelerine, sözlerine, şahsiyetlerine değer vermek ve bunu kendilerine hissettirmektir. Onların terbiyelerine dikkat etmek, onları İslâm edeb ve terbiyesiyle yetiştirmek, onlara güzel hasletler aşılamak, onları hem kendilerine, hem âilelerine, hem ülkelerine, hem de inandıkları dâvâya faydalı olacak, takdire değer hizmetler sunacak şekilde yetiştirmektir. Bu onlara ayrı bir değer kazandıracaktır. Bir anne ve babanın çocuğuna yapacağı en büyük iyiliklerden biri de şüphesiz bu olsa gerektir.

Bir anne ve baba çocuğunu güzel ahlâk, edeb ve terbiye çerçevesinde yetiştirmek, ona güzel hasletler aşılamak istiyorsa kendisi de güzel ahlâka, bu güzel hasletlere sahip olmalı, iç dünyasında güzel duygular beslemeli, bunu dış dünyaya yansıtmalıdır.


Dr. M. Şerafettin KALAY

[1] Sahih-i Müslim, Fedâil (4/ 1805).
[2] Bak: Sahih-i Buhârî, Edeb (18/ 160), Sahih-i Müslim, Fedâil (4/ 1804-1805).
[3] Sahih-i Müslim, Fedâil (4/ 1804).
[4] Sünen-i İbn Mâce, Et’ime (2/ 1117) Zevâid’de(2/ 1118); “İsnâdı sahih, ricâli güvenilir,” denmiştir.
[5] El-İstî‘âb (3/ 551), el-İsâbe (3/ 559).
Hicret’in ilk çocuğu Abdullah İbn Zübeyr dir. O, hicret ederek Medîne ye gelen Zübeyr ile Esmâ nın oğluydu. Nu man ise hicretten sonra dünyaya gelen ilk Medine’li çocuktur.
[6] El-İstî‘âb (3/ 551).
[7] El-İstî‘âb (3/ 552).
[8] Sünen-i İbn Mâce, Edeb (2/ 1211).


http://www.siyerinebi.com/tr/cocukluktan-kaynaklanan-hatalarini-hos-gorunuz

11 Aralık 2017 Pazartesi

Kâbe (Beytullah)’yi İlk Görüş-Dr. M. Şerafettin KALAY

Yaklaştıkça artan heyecan, daha başka bir güzellik kazanan telbiye sesleri… Ve Beytullah’ı ilk görüş…

İnsan bu karşılaşmaya gerçekten ruhen ve bedenen mümkün olduğunca hazırlıklı olmalı, kendisini yüce duygularla dolu dolu hissetmelidir. O şu anda uzak diyarlarda yaşayan insanların aşkını, şevkini duyduğu ancak fazlaca karşılaşmadığı bir anı yakalamıştır. Bu an, zor ele geçen bir andır… Gönüldeki değeri de ona göre takdir edilmeli, bu ana ona göre hazırlanmalıdır.

Kâbe’nin yeri, dünya kurulduğu anda, Beytullah’ın inşası için hazır temel… Bu yer, o günden beri farklı olan nokta…

Kâbe… Hz. İbrahim’den hatıra. Yeryüzünde kurulan ilk mabed. Semada meleklerin tavaf ettiği Beyt-i Ma’mur’un iz düşümü. Semaya doğru devam ettiği gibi, arzın derinliklerine doğru da devam eden mukaddeslik…

Çevresinde İslam nurunun doğduğu, acı-tatlı nice hatıralarının yaşandığı yer. İsmail (as) ve İbrahim (as)’in duasını, susuzluktan kıvranışını; Hacer’in çaresizliğini, çırpınışını,teslimiyetlerini hatırlatan yer…

Baba – oğlun emr-i ilahiyi yerine getirerek inşa ettiği beyt. Mü’min gönüllerin kilitlendiği nokta… Bilallerin ezanlarının çınladığı; Allah Rasûlü’nün (sas), Abdullah ibn Mesudların (ra) Kur’an okuyuş seslerinin dalgalandığı yer…

Fetih günü coşkulu tavafın, veda haccındaki unutulmaz güzelliklerin yaşandığı yer… Binlerce yıl nice âlimlerin, âriflerin, zâhidlerin, mücahidlerin, Allah sevgisiyle dolu nice mü’min gönüllerin çevresinde pervane oldukları Kâbe… Anlatılmakla bitmeyecek, satırlara sığmayacak yer… Ve sen onun önündesin…

Bizi Yaratana, bu Beyt’in sahibine;

“Yüzünü artık Mescid-i Haram’a çevir. Beytullah’ı kıble edin. Siz, nerede olursanız olun yüzlerinizi O’na çevirin.”
(Bakara 2/144) buyurarak onu mü’minlerin kıblegâhı kılan âlemlerin Rabbine dua ediyoruz. Bu dualara ne kadar ihtiyacımız var…

Kendimize, ailemize, anne ve babamıza, yakınlarımıza, sevdiklerimize, üzerimizde hakkı olanlara ve ümmet-i Muhammed’e. İslam âlemine dua… Eller karıncalanıncaya, gönülde ne varsa Mevlâ’ya arz edilinceye, sema rahmetle yarılıncaya, gözyaşları zapt edilemez hale gelinceye kadar dua…

İslam âlemi, ümmet-i Muhammed’in serpildiği coğrafya, bu dualara, Mevlâ’ya yönelme şuuruna ne kadar muhtaç…

Ümmet şuurunun gelişmesi için, mü’min gönüllerin birbirini sevmesi, ülfetle kaynaşması için, ilim, irfan ve İslam şuuruyla yoğrulması, cehaletten ve binbir çeşnisi çıkan bütün dalâlet türlerinden sıyrılması için, yıllar yılı peşinden sürüklendiği boş, aldatıcı serapların, batıl tezgâhların iç yüzünü görmesi, kendisini ve ailesini kurtarması için, ona karanlık gelecekler hazırlayanların ağlarına düşmemesi için,

Allah ismi anılınca gönlünün sevgiyle ürpereceği, haşyetle dolacağı olgunluğa ermesi için,

Allah’ın emirlerini hayata geçirerek imanına iman katacak seviyeye gelmesi için, taşlaşan, vurdumduymaz hale gelen kalplerin yumuşaması için, imanı içten gelen bir sevgiyle sevmek, küfürden, dalâletten, çirkeften, bütün batıl yollardan nefret ederek uzaklaşmak için, hak ile batılı ayırdedecek derin basiret için dua ediniz… Dualar ediniz…

İslam âlemindeki bu yangınların sönmesi, kardeşin kardeşi kırmaması, zalimlerin safında yer alıp mazluma vurulmaması, İslam âlemindeki kanayan yaralara bigâne kalınmaması için, yaraları saracak, görünmeyenleri gösterecek, söylenmeyenleri söyleyecek, saklı tezgâhları ortaya çıkaracak, Ümmet-i Muhammed’e yol gösterecek bir ilim-irfan, fikir ve zikir ekibinin ortaya çıkması için dua ediniz…

Bosna gafletinin ve katliamının bir daha yaşanmaması, Çeçenistan’da, Afganistan’da, Irak’ta akan kanın Müslümanlar lehine durması için, yurdumuzda ve birçok İslam ülkesinde oynanan oyunlara meydan verilmemesi, Filistin’de devam eden zulmün İslam lehine son bulması için, orada yaşananları, Yahudi zulmünü boş gözlerle seyreden milletlerin aklını, izanını başına toplaması için dua ediniz.

Rabbimiz,
“Zulmedenlere en küçük meyil bile göstermeyin…” (Hud, 11/113) buyurarak bizi zalimden tarafa gösterilecek en küçük bir meyilden bile sakındırırken, zulme katılmaya çağıran bütün anlayışların yok olması için dua ediniz. Allah Rasûlü’nün (sas) bir duası var. O, Rabb’ine şöyle yalvarıyor:

“Allahım! Zalimi zalimle boğuştur. Onları birbirine düşür. Bizleri de bu boğuşmadan salim ve ganimet elde etmiş olarak çıkar.”

Bu dua ile dua ediniz. İslam âleminin idaresinin zalimlerin, Allah’tan korkmayanların, merhamet duygusu olmayanların, ahiret muhasebesini hesaba katmayanların eline geçmemesi, elinde kalmaması için dua ediniz. Allah şiarı tanımayanların, Allah’a kulluk şuuruna ermeyenlerin, İblis uğruna işgüzarlık sergileyenlerin, Allah’ın hükmünü yeryüzünden silmeye çalışanların, buna zemin hazırlama gayreti içinde olanların, bize asırlar boyu izzet ve şeref veren, güzel ahlak ve ulvi düşüncelerle donatan dîn-i mübînin nurunu söndürmeye çalışanların ıslahı için, ıslah olacak yapı ve şahsiyette değillerse, -kalpleri hakka mühürlüyse- kahrı için dua ediniz.

Bütün bunları, bunlar gibi diğer eksik ve hatalarımızı, gafletlerimizi hatta içimizde filizlenen ihanetleri de düşünerek dua ediniz, şuur tazeleyiniz.

Gözyaşıyla yıkanacak çok kirimiz, ağlanacak çok halimiz var; göz pınarlarını açınız. Bu makamda, hakkın safında bütünüyle yer almak, Allah yolundan asla kopmamak, Rabbimizin huzuruna bu ahde sadık kalarak çıkmak için azmediniz, ahdediniz…

Beytullah’ı görürken, onun çevresinde Mevlâ’ya yönelirken, Arafat’ta vakfe anının ulvî duygularını yaşarken, hep bu şuurla el açıp dualar ediniz.



10 Aralık 2017 Pazar

Toprağın Örttükleri-Dr. M. Şerafettin KALAY

Yeryüzündeki kabristanları dolaşınız. Hepsi bu dünya hayatını bitirmiş, bu dünyadan gelmiş geçmiş insanlardır. Kiminin dünyada yâdı kalmış, kimi ise hepten unutulup gitmiştir. Kiminin geride bıraktığı izler güzel, kimininki çirkin, kiminki kelimenin tam manasıyla felâkettir…

Kimi dünya hayatında zalimdir, kimi mazlum, kimi de kendi halinde bir hayat sürmüş ve ömrünü bitirmiştir. Kimi peşinden dua, kimi beddua almıştır. Kimi geride kalıcı, hayırlı eser bırakmış, kimi fitne ve fesat yuvaları terk etmiş, harabeler, zulüm makineleri veya düzeni bırakmış, kimi mazlumun âhını yüklenerek kabre gelmiştir.

Zalimlerin kimi küçük çapta zalimdir, kimi dünya çapında. Kimi birkaç kişinin âhını almış, onun hesabını verecektir; kimi de Merhum Mehmet Âkif’in Firavun için söylediği;

“Hayâtın ayrı felâket, memâtın ayrı belâ”

Mısrasında olduğu gibi halk için yaşarken ayrı bir zulüm çarkı, öldükten sonra ayrı bir musîbet olmuştur. Zulmü ve belâsı ölümünden sonraya da uzanmıştır. Şüphesiz ebedî hayatta yıllar veya asırlar süren bir zulüm çarkının hesabıyla karşılaşacaktır.

Ancak üzerinde düşünülmesi gereken ve önümüzde duran bir hakikat, bir ibret levhası vardır: Şu anda hepsi toprağın altındadır ve dünyaya dönüş yolları kapalıdır. Geri dönüp hatalarını tamir etme imkânları da yoktur. Hançerledikleri sînelere artık merhem süremez, açtıkları yaraları kapatamaz, yanlışı silip doğruyu yazamazlar. Kirlerini ve çirkeflerinin ne pişmanlık gözyaşlarıyla, ne suyla, ne de sabunla yıkayamazlar… Bu fırsat artık gerilerde kalmıştır.

Artık zalim, mazlum hepsi yerin altındadır ve akış, hesap gününe doğrudur. Zevk ü safâlar da geride kalmıştır; saraylar, köşkler, mâlikâneler, su gibi tüketilen içkiler, çılgınca sürdürülen eğlenceler, gasb edilen, yağmalanan mallar, mülkler; uğruna kan akıtılan koltuklar, iktidarlar da geride kalmıştır.

Sürekli; “Emriniz olur efendim!”, “Siz nasıl emrederseniz efendim!”, “Haklısınız efendim!”, “Zâtı âlileriniz nasıl münasip görürse öyledir efendim!”… diyen dalkavuklar, seviyesizlikte seviye, alçaklıkta yükselme hırsı taşıyanlar da, sergiledikleri şahsiyetsizler ve bayağılıklar da onun için sona ermiştir…

Merhum Abdülfettah Ebu Ğudde Hoca Efendi’den duymuştum “Kabristanı ziyâret ettim, orada bile zenginler fakirlere üstünlük taslamakla meşguldü,” demişti. Kimden naklettiğini hatırlayamıyorum, fakat çok ciddî bir gerçeğe parmak bastığına da inanıyorum.

Bazı kabirleri çerçeveleyen şatafatlı mermerler, üzerlerini örten süslü tavanlar, onları kuşatan binalar, dağ gibi yükselen piramitler, hoş görünümlü türbeler ve daha neler neler, artık toprağın içindekilere fayda vermeyecek, mumyaya sığınmış cîfeler de kendini kurtaramayacaktır.

Çünkü önümüzde, dünya malının, kalabalık evlâdın, makam ve mansıbın fayda vermediği bir gün vardır. O gün neyin fayda vereceği bellidir.

Zikr-i Hakîm’e kulak veriyoruz: “O gün, ne mal fayda verir, ne de evlâd. Ancak Allah’ın huzuruna kalb-i selîm ile gelenler fayda bulacaklardır.” (Şuarâ 26/ 88-89)

Şâir bu gerçeği şöyle mısralara dökmüştür:

“Sanma hâce kim senden zer ü sîm (1) isterler. * Yevme lâ yenfeû da kalb-i selîm isterler.”

Evet, artık Firavun’un firavunluğu, Nemrut’un nemrutluğu, Kârûn’un kârunluğu, Kisrâların, Kayserlerin saltanatı, millete baş belâsı olan Tâğûtların sayılı günleri bitmiş, hepsi toprak olmuştur. Onlara özenenlerin sonu da şüphesiz budur.

Ebu Cehil, Ebu Lehb de toprakta, Bilal, Yâsir, Sümeyye(ra) de… Dillerde dolaşışları, gönüllerde yer edişleri birbirinden ne kadar farklı?! Hesap gününde her şey ne kadar değişik?!.

Artık hepsinin önünde îman nûruyla, ihlâs ve samimiyetle dolu selîm kalbin fayda vereceği gün var. Tevâzûnun, hayırlı amellerin, Allah yolun sergilenen fedakârlıkların, sabrın, istikâmetin, cömertliğin, muhtaca el uzatışın, mazlûmun yanında yer alışın, hakkı müdafaanın, iyilikleri yeryüzüne hâkim kılma, kötülük ve çirkefleri yeryüzünden silme mücadelesinde doğru saflarda yer almanın değer taşıdığı gün var…

Kabir başında her duran insanın ibretle tefekkür etmesi gereken gerçek budur. Tefekkür enginliği, dibi bulunmaz bir enginlik, zenginliği, ulaşılamaz bir zenginliktir.

Bakınız Muhammed Zâhid el-Kevserî(rh.a.), kendi kabir taşına ne yazdırdıkları arasında şöyle bir beyit vardır:

“Ey ibretli nazarlarla bu kabrin başında duran insan!

Bilesin ki dünün ziyaretçisiydi, bugün kabirde uzanan…”

*

Ebubekir(ra), kendisine halife olarak biat edildikten sonra yaptığı konuşmada Allah’a hamd ü senâ ettikten sonra şöyle diyordu:

“En hayırlınız ben değildim; bu görevi bana verdiniz. Şimdi doğru yaptığım sürece bana yardımcı olunuz. Yanlış yaparsam beni doğrultunuz. Doğru söz, emânetin / emin olmanın bir gereğidir; yalan ise hıyanettir.

Hakkı gasb edilen bir insan, kendisi zayıf olsa da, -Allah’ın izniyle- hakkını geri alıp kendisine teslim edinceye kadar benim gözümde güçlüdür. Başkasının hakkını gasb etmiş bir insan, kendisi güçlü bir insan olsa da -Allah’ın izniyle- bu hakkı ondan alıncaya kadar gözümde zayıftır.

Allah yolunda cihadı terk eden bir milleti Allah zillete düşürür. Fuhşiyat ve rezaletlerin yayıldığı bir millette, daha önceden bilinmeyen, tanınmayan hastalıklar, belâlar ortaya çıkar.

Ben Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ettiğim sürece siz de bana itaat edin. Ben Allah ve Rasûlü’ne isyan etmişsem üzerinizdeki itaat hakkım da sona erer.

Şimdi namaza kalkınız! Allah’ın rahmeti üzerinize olsun!”
(2)

Bu sözler sıradan sözler değildir ve çok şeyler ifade eder. Doğruda tasdik ve yardım, ameli ve tesirini çoğaltır. Bu da hem doğru yapanın hem de yardım edenin ecrini artırır. İnsandaki güzel ve hayırlı duyguları ateşler. Feyz ve bereket, huzur ve sükûn getirir.

Yanlıştaki, eğrideki tasdik ve yardım, hem yapanın hem de yardım edenin günahını artırır. Eğrilerin doğru görülmeye başlamasına, giderek çoğalmasına sebep olur. Yanlış, hata yapana iyilik değil kötülük yapılmış olur. Acılara acı, zulme zulüm katar.

Sonunda adaletsizlik, huzursuzluk, dağınıklık, perişanlık vardır. Hâkim-i Mutlak’ın önündeki perişanlık tasavvur edilemeyecek derecededir.


Dr. M. Şerafettin KALAY

(1) Zer ü sîm: Altın ve gümüş

(2) El-Bidâye ve’n-Nihâye, İbn Kesîr (6/ 305-306)
http://www.siyerinebi.com/tr/topragin-orttukleri

9 Aralık 2017 Cumartesi

İmanınızı Hayırlı, Güzel Amellerle Dış Dünyaya Aksettiriniz-Dr. M. Şerafettin KALAY

Süfyân İbn Abdullah es-Sekafî(ra) anlatıyor:

“Ya Rasûlallah! Bana İslâm hakkında öyle bir söz söyle ki senden sonra bu konuda hiç kimseye bir şey sorma ihtiyacı duymayayım.” dedim.

Şöyle buyurdu: “Allah’a iman ettim, de, sonra da dosdoğru ol!
”1

Birkaç kelimeden meydana gelen bu kısacık cümle çok şey anlatan bir cümledir. Dev bir ağacı içinde taşıyan küçücük çekirdek gibidir. Gönülden iman, sonra dosdoğru bir hayat. Konuşurken, ticarette, adâlette, dostlar arasındaki münasebette, ilimle amelde, edeb ve terbiyede, ibadette, aile yuvasında… Kısaca hayatın bütününde dosdoğru olmak…

Bu bir hayat düsturu, Rabbimizin bizden istediklerinin özü.

Doğruluk, imanın söz ve amellerle dış dünyaya aksedişi.

Rabbimiz bu aksedişi bizden istiyor. Bunu ifade eden nice ayet-i kerimeler ve hadis-i şerifler vardır:

Zikr-i Hakim’de mü’minlere verilen şu müjdeye dikkat ediniz:

“İman eden ve salih amel işleyenleri altlarından ırmaklar akan cennet bahçeleri ile müjdele! Cennet meyvelerinden her biri kendilerine rızık olarak verildikçe ‘Daha önce de dünyada bununla rızıklanmıştık.’ derler. Kendilerine bahşedilen bu rızıklar dünyadaki meyvelere benzer olarak kendilerine sunulur.”
(Bakara 2/25)

Bu ayet-i kerimede dikkat çekmek istediğimiz Cennet bahçeleri ve meyvelerinden ziyade bu nimetleri hak edenlerin imanlarını salih amellerinin takip edişidir.

Zikr-i Hakîm’de ne zaman iman zikredilse arkasından bu imanı dışarıya aksettiren güzel, salih amellere vurgu yapılır. Bunun misallerinden biri de zikredilen ayet-i kerimedir. Bunun daha nice örnekleri vardır.

Kur’an-ı Kerim’de mü’min tarif edilirken; “O, Allah’a iman edendir.” diye tarif edilmiyor. Allah’a imanının dış dünyaya aksedişine vurgular yapıyor, misaller sergiliyor. Enfâl Sûresi’nin 3. ayetinde mü’min şöyle tarif ediliyor:

“Mü’minler o kimselerdir ki; Allah’ın ism-i celâli anılınca kalpleri sevgi ve haşyetle ürperir, kendilerine Allah’ın ayetleri okunduğunda onu kabul edip, emir ve yasaklarını yerine getirerek hayatlarına yansıtır, imanlarına iman katarlar. Onlar Rabblerine gerçekten güvenip dayanan, tevekkül eden kimselerdir.”

Mü’minûn Sûresi’nin ilk ayet-i kerimelerinde mü’minlerin vasıfları sayılıyor. Namazlarını huşû içinde kılışları, lüzumsuz, manasız, boş sözlerden uzak duruşları, zekatı hakkıyla verişleri, iffetlerini koruyuşları, kendilerine verilen emanetlere ve ahidlerine sadakatleri, namazlarını vakitlerinde ve erkanına uygun olarak eda edişleri dile getirildikten sonra Firdevs Bahçeleri’ne varis olacak ve orada ebedî kalacak insanların böyle mü’minler oldukları vurgulanır.2

Bir başka ifadeyle imanın meyvelerinden örnekler sunulur.

Kehf Sûresi’nin 107 ve 108. ayetlerinde de şöyle buyruluyor:

“İman edip salih amel işleyenler için makam olarak Firdevs Bahçeleri vardır. Orada ebedî olarak kalıcıdırlar. Oradan hiç ayrılmak istemeyeceklerdir.”

İmanın peşinden salih amellerin zikredilişi, Kur’ân-ı Kerim’de daha birçok yerde önümüze çıkar ve bizlere ibret levhaları sunar. Bunların en dikkat çekicilerinden biri de şüphesiz Asr Sûresi’nde yer alandır:

“Asra yemin olsun ki! İnsan gerçekten ziyan içindedir. Ancak iman edip hayırlı, güzel, salih amel işleyenler; birbirlerine hakkı tavsiye edenler; sabır ve sebatı tavsiye edenler bundan müstesnadır.”

İmanla salih ameli yanyana getiren bu ayet-i kerimeler, içlerinde taşıdıkları emirler ve irşadlar yanında için için bize bir şey daha emrediyor. İmanımız meyve vermeli, dış dünyaya güzel ameller olarak aksetmelidir. İman yolcusu böyle olur. Mü’min gönüllerden dışarı akseden ameller, bir araya gelince hayat daha güzel, dünya daha huzurlu ve emniyetli olacaktır.

Dışarıya aksetmeyen iman nasıl bir iman olabilir? Varsa neden varlığını belli etmiyor? Veya dış dünyaya kötü davranışlar aksediyor, dillerden kötü kelimeler dökülüyorsa bu nasıl bir imandır? Varlığı ve canlılığı ne kadar korunur?!.

Bir iman meyve vermiyor, güzel amellere dökülmüyorsa kime ne faydası var? İnsanlığa, cemiyete, aileye, çocuklara, bugüne ve gelecek nesillere ne katkısı olur? Güzel ameller olmadan ebedî saadet kazanılır mı?

Bunlar ve daha nice sorular zihinde birbirlerini takip eder. Hepsi üzerinde düşünmeye ve değerlendirilmeye muhtaç sorulardır. Üzerinde münakaşalar, münazaralar da yapılmıştır. Onlara girmeden özetle şunları söylüyoruz:

Amel imandan ayrıdır, ancak amel imanın meyvesi olduğunda, ondan kaynaklandığında değer kazanır. Ebedî saadet yoluna imanla girilir, o yolda amelle yürünür. İman amellerle çiçek açar, meyveler verir. Çiçekler ve meyveler hayatı güzelleştirir, besler, canlandırır. Hayat mânâ kazanır, ölüm mânâ kazanır, geçmiş mânâ kazanır, gelecek mânâ kazanır…

Aile yuvalarımız, iman nurunun dışa aksedişine, güzelliklere güzellik katışına en çok ihtiyaç duyulan ve en layık yerlerdendir. Bunda ihmalkâr olmayınız. Böylece yuvalarınız iman meyvelerinizle gıdalanır, saadetle dolar. Hak-hukuk onunla yerli yerini bulur, emniyet ve huzur gönüllerde taht kurar. Ve güzel ameller hiçbir zaman zayi olmaz. Çünkü din gününün sahibi, herşeye kadir olan Rabbimiz öyle buyuruyor:

“İman edip salih amel işleyenler bilmelidirler ki, biz güzel ameller işleyenlerin ecrini zayi etmeyiz.”

(Kehf 18/ 30) 

Dr. M. Şerafettin KALAY

1 Sahih-i Müslim, İman (1/ 65)
2 Bak: Mü’minûn Sûresi (23) Âyet : 1-11.
 
http://www.siyerinebi.com/tr/imaninizi-hayirli-guzel-amellerle-dis-dunyaya-aksettiriniz

8 Aralık 2017 Cuma

Yuvanızı Karşılıklı Sevgi, Rahmet ve Şefkat Temelleri Üzerine Kurunuz-Dr. M. Şerafettin KALAY

Abdullah ibn Amr ibn Âs (r.a) rivayet ediyor: Rasûlullah (s.a.s) buyurdu ki:

“Rahmân olan Allah, merhamet edenlere merhamet eder. Yeryüzündekilere merhamet edin ki, gökyüzündeki de size merhamet etsin.”[1]

Merhamet, yeri ve yönü doğru olduğunda güzeldir. Aile içinde daha da güzeldir. Sevgiyle yoğrulduğunda çok daha güzeldir. Hatta yuvaların temel taşıdır.

Şu ayet-i kerimeyi dikkatle okuyunuz ve bizlere ne emrettiği, bizleri neye irşad ettiği üzerinde tefekkür ediniz:

“Kaynaşıp huzur duymanız için size kendi cinsinizden eşler yaratıp aranızda sevgi ve merhamet geliştirmesi onun varlığı ve yüceliğinin delillerindendir. Doğrusu bunda düşünen, tefekkür eden bir topluluk için gerçekten ibret vardır.” (Rum 30/21)

Yuvaların kuruluşuna dikkat ediniz. Kısa bir zaman dilimi öncesinde birbirini hiç tanımayan nice kadın ve erkek, gün gelir bir vesileyle tanışır, giderek birbirleriyle kaynaşır ve yeni bir yuva kurarlar. Hayatın geri kalan basamaklarını birlikte tırmanmaya başlar böylece birbirlerine en yakın iki insan haline gelirler. Acıda tatlıda, varlık ve yoklukta beraber olmaya azmederler. Sırlarını birbirlerine açar, dertleşir, zorlukları aşmak için birbirlerine destek olurlar; ileriye yönelik hayaller kurarlar. Birbirlerinde huzur bulurlar. Aralarında sevgi ve rahmet oluşur. Onlar artık bir aile olmuşlardır. Onların sayesinde önceki aileleri kenetlenir, kaynaşır. Ailenin uzakta kalan fertleri zamanla birbirini tanır. Önlerinde yeni bir dünya, yeni ufuklar açılır. Yeni dost halkaları meydana gelir.

Eşler birbirlerine kendi kardeşleri, anne, baba ve yakınları yanında davranamayacağı kadar rahat davranabilir; onlara karşı açılamayan perdeler açılır; sırlar, hayaller, ümitler paylaşılır.

Anne-baba, kardeş-akraba bağlarının kıymeti oldukça büyüktür ve bu bağlar meşru ölçüler içinde titizlik gösterilmesi gereken bağlardır. Ancak evlilik ve yuva bağı, diğerlerinden çok başka, daha değişik bir bağdır.

Diğer bir ifade ile bir erkeğe en yakın varlık artık bir kadın, bir kadına en yakın varlık da bir erkektir. Onlar birbirlerinin hasmı değil birbirlerini bütünleyicidirler. 

Kadın ve erkeğin her birine tek tek yaşama imkânı verilmiştir ama gerçek saadet, bütünlüktedir. Yaratılış böyledir ve böyle olması gerekir.

Rabbimiz:

“Ey İnsanlar! Biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık. Birbirinizle tanışmanız, kaynaşmanız, belirgin niteliklerle bilinmeniz için sizleri kavimlere, kabilelere ayırdık. Şüphesiz Allah katında en değerli olanınız, en takvalı olanınızdır.Elbette ki Allah her şeyi bütün yönleri ve incelikleriyle bilir ve her şeyden haberdardır.” (Hucurât 49/ 13) buyuruyor.

Bu gerçek bütün yönleriyle idrak edilmeli, güzellik ve değer takvada aranmalı, kalplerin takva duyguları ile dolu olması için gayret gösterilmelidir.

*
Ayet-i kerime “aranızda sevgi ve merhamet geliştirmesi” ifadesiyle dikkatlerimizi bir yuvanın temelinin meveddet ve rahmet olması gerektiğine çekiyor. Meveddet, karşılıklı sevgi demektir. Rahmet ise, bilindiği gibi şefkat, acıma duygusu, merhamet demektir. Haksızlığa, zulme uğratmama ve zulme rıza göstermeme şuurudur.

Hayatın inişleri ve çıkışları, acı ve tatlıları, sevinçleri, kederleri, öfkeleri, hüzünleri, varlık anları, yokluk anları vardır. Hayatın seyri içinde işlenen hatalar vardır. Doğru yapıldığı zannedilip de sonradan ciddi bir hata olduğu anlaşılanlar da vardır. Bir yuva içinde bütün bunlar yaşanabilir, her bir yuva bu merhalelerden geçebilir. Yaşanan bütün fırtınalardan, depremlerden, girilen bütün girdaplardan yuvayı kurtaracak olan, temelinin meveddet ve rahmet üzerine sağlam bir şekilde kurulu olmasıdır.

Gönül inceliği, zarafeti gerçek bir nimettir; kaybı da büyük bir kayıptır. Allah Rasûlü (s.a.s) bunu şöyle vurgular:

“Kim, incelik, edep ve terbiyeden mahrum edilmişse, o kişi bütün hayırdan mahrum edilmiştir.” [2]

Eşlerden her biri, kendi üzerine düşeni yerine getirmeye gayret ettiği gibi, yaşanılan dünyanın her zaman güllük gülistanlık olmadığını, rüzgârın her zaman istenilen taraftan esmediğini bilmeli; sıkıntılı, acılı, gergin anların, varlık ve yokluk zamanlarının olduğunu fark etmeli; zaman zaman kendini eşinin yerine koyarak yaşanılanları onun açısından da değerlendirmelidir. Gergin ve sıkıntılı anlarında eşinin üstüne gitmemeli, rahatlatıcı tavır ve sözler sergilemeli, toplanan bulutları, şimşekleri yavaş yavaş dağıtmasını bilmelidir. Ortalık rahatlayınca, gerginliğin sebebi sorulmalı, öğrenilince de ortadan kaldırılması veya sabır ve tahammülle karşılanması konusunda yardımlaşılmalıdır.

Sevgi ve rahmet, karşılıklı hukukun korunma kaynağıdır. İşlenecek hataları affedici olabilmek gönülde güzel duygular canlandırır. Affedene olgunluk verir, affedilene sevgi ve hürmet aşılar. Yuvanın devamı ve saadeti için bunlar gerçekten lüzumludur.

Sevgi ve rahmet, karşılıklı fedakârlıkların, kalp kazanıcı, gönül alıcı davranışların da kaynağıdır. Yuvalar bunlarla çiçek açar, bunlarla yeni baharlar yaşar. Bunlarla gelecek günlere güvenle bakar, bunlarla ümitlerine ümit ekler. Hayat ırmağının şırıltıları, böyle olunca daha güzel, çiçekler arasından ummana yol alışı daha şirindir…



[1] Sünen-i Ebû Davud, Edeb (5/ 231), Sünen-i Tirmizî, Birr ve Sıla (4/ 323-324) .
[2] Sahih-i Müslim, Birr ve Sıla (4/ 2003), Sünen -i Ebû Davud, Edeb (5/157). 

http://www.siyerinebi.com/tr/yuvanizi-karsilikli-sevgi-rahmet-ve-sefkat-temelleri-uzerine-kurunuz

7 Aralık 2017 Perşembe

İlk Günden Bugüne Şehadet Mektebi’nin Talebeleri

 Muhammed Emin Yıldırım Hocaefendi “İlk Günden Bugüne Şehadet Mektebinin Talebeleri” serlevhası altında şehadete sevdalı, şehadet mektebinin talebelerini anlattı.

"Mü’minlerden öyle adamlar vardır ki, Allah’a verdikleri söze sâdık kaldılar. İçlerinden bir kısmı verdikleri sözü yerine getirmiştir (şehit olmuştur). Bir kısmı da (şehit olmayı) beklemektedir. Verdikleri sözü asla değiştirmemişlerdir." (Ahzâb, 23)

Sözlerine Ahzâb Sûresi’nin 23. ayetine değinerek başlayan Hocaefendi ayetin, çok önemli bir mesajı nazarlarımıza verdiğini belirterek şunları aktardı: “Şehadet ölümlerin en güzelidir ama her isteyene nasip olacak bir ölüm değildir. Bu ayet bize çok önemli bir mesaj verir; ‘Sadakat olmadan şehadet olmaz!’ Hayatlarımızda önce Allah’a, Peygamberine, Sahabeye karşı sadakat olacak. Bu dini bizlere kadar ulaştıran âlimlere, abidlere karşı sadakat olacak. Bütün bunların sonunda bir de Mü’minlere karşı sadakat olacak. Ancak böyle olursa Allah şehadet tacını sizlere giydirecek.”

Bizleri şehadete ulaştıracak olan sadakatse eğer, sadakatlerimizi sorgulamamız gerektiğini söyleyen Hoca, sadakatimizi sorgulamamız gereken 5 alanı bizlerle paylaştı.

1- İman adına sadakat

“La ilahe illallah” derken gerçekten bu kelimeye sadık kalarak yaşıyor muyuz?

2- İhsan şuuruna sadakat

Gerçekten Allah’ı görüyormuşçasına yaşıyor muyuz yoksa insanların gözü önünde farklı kapalı kapılar ardında farklı mıyız?

3- İstikrar çizgisine sadakat
4- İstiğnada (beklentisizlik) sadakat
5- İstikamette sadakat

Şehadetin bir aşk işi olduğunu vurgulayan Hocamız, yüreklerimizdeki şehadet aşkını artırmak adına şehadet mektebi ve özelliklerine değindi.

– Bu mektebin talebeleri insanlığın ilk günüyle başladı, Allah Resûl’ünün dünyasında zirvelere çıktı, bugün de devam ediyor ve son güne kadar devam edecek.

– Şehadet işin neticesi değil, başlangıç noktasıdır.

– Şehadet, bir sürecin devamıdır, her isteyene nasip olmaz. Allah bu işi sadakatle, ısrarla isteyene nasip eder ya da onu yatağında ölse bile şehit olarak huzuruna alır.

– Bu mektebin yaş sınırı, cinsiyet ayrımı yoktur. Bu iş aşk ve iman işidir.

– Bu mektep ancak îsar ruhu ile donananların talebe olabileceği bir mekteptir.

Her davanın kendine has ilkeleri olduğunu belirten Muhammed Emin Yıldırım Hoca, Risâlet davası dediğimiz bu güzel davanın 5 temel ilkesini bizlerle paylaşarak konuşmasını nihayete erdirdi.

1- Rüya göreceksin, hedef belirleyeceksin.
2- Hedefine ulaşabilmek için 3 damlayı akıtmaya kendini hazır edeceksin. O üç damla; alın teri, gözyaşı ve kandır.
3- Sağına, soluna, arkana bakmadan önünde davan için yürümüş büyüklerin ayak izlerini takip ederek yürüyeceksin.
4- Karşılık beklemeyeceksin.
5- Neticeyi Allah’a bırakacaksın.
Muhammed Emin Yıldırım


http://www.siyertv.com/ilk-gunden-bugune-sehadet-mektebinin-talebeleri/

6 Aralık 2017 Çarşamba

Kendinizi ve Ailenizi, Ateşten ve Hüsrandan Koruyunuz-Dr. M. Şerafettin KALAY

Huzeyfe ibnYemân (r.a) Hz. Ömer'in de olduğu bir mecliste Allah Rasûlü'nün şöyle buyurduğunu rivâyet ediyor:

“Bir kimseyi gerçekten sarsacak imtihan, ailesi, malı, çocuğu ve komşusuyla ilgili olarak yaşayacağı imtihanlardır. Bu imtihanlarda işleyeceği hatalara oruç, namaz, sadaka ve emr-i bi'l-ma'rûf nehy-i ani'l-münker kefaret olur.”
[1]

Bir insanın ailesi, gerçek bir imtihan meydanıdır. Bu imtihanda insan çok şeyler de kazanabilir, çok şeyler de kaybedebilir. Fitne kelimesi de daha çok kaybetme ihtimali olan imtihanlar için kullanılır.

Allah Rasûlü(s.a.s) bu hadisiyle zorlu bir imtihan alanına dikkat çektiği gibi, imtihanda işlenebilecek hataları telafi edebilecek, onları örtebilecek, silebilecek amellere de dikkat çekmiştir. Bu amellerin her biri, kişiyi olgunlaştıracak, şahsiyetini güçlendirecek, cemiyete faydalar getirecek amellerdir. İnsan kendisini de, içinde yaşadığı ailesini dekorumak zorundadır, cemiyetle hayra doğru adım atmak için azim ve gayret içinde olmalıdır.

Zikr-i Hakîm'de:

“Ey iman edenler kendinizi ve ailenizi Cehennem ateşinden koruyun…”(Tahrim, 66/ 6)buyrulur. Bu, üzerinde derin derin düşünülmesi gereken bir ikaz, bir buyruktur.

Bizlere yaratılış güzelliği ve sayısız nimet bahşedilmiştir. Bizden istenen, bizi yaratanı ve sonsuz nimetlerle donatanı tanımak, hayatı onun huzuruna çıkıp hesabını verecek şekilde ve şuurda yaşamaktır. Bu şuurda yaşanınca dünya hayatı da güzeldir, emniyetlidir, huzurludur. Dolayısıyla Rabbimiz bizden iki cihan saadetini elde edecek güzellikte ve dürüstlükte bir hayat seyri istemektedir.

Zikr-i Hakîm’de cennet ehlinin cennetteki hali tasvir edilirken gönüllere ümit ve sürur veren bir inceliğe dikkat çekilir ve şöyle buyrulur:

“İman edenler ve gönüllerinde iman nuru taşıyarak onların yolundan yürüyen nesilleri var ya, işte biz onların zürriyetinden gelen bu insanları da onlara katarız. Onların amellerinden de hiçbir şey eksiltmeyiz. Her insan, kazandıkları karşılığı rehindir.”(Tûr, 52/ 21)

Bu âyet-i kerîmede, cennet nimetlerinin, mü’min gönüllerin kendi neslinden gelen ve gönlünde iman nuru taşıyan insanlarla bir araya gelmesiyle daha da kemal bulacağı, bununla sevince sevinç, coşkuya coşku katılacağı dile getirilir.

Ayrıca hayırlı bir neslin, asırlar sonra da İslâm’a gönül vererek, hizmet ederek hak yolda yürümeye devamı için anne ve babaların zemin hazırlamasına teşvik vardır…

Bu onların ecirlerini çoğaltacak, ailesiyle cennette buluşma saadeti yaşatacaktır. Bu farklı bir nimettir. Dünya hayatında gerçek saadet nasıl aile ve dostlarla elde edilirse, ebedî âlemde de bir araya geliş, aynı lütfa eriş saadete saadet ekleyecektir.

Eşya zıddıyla daha iyi tanınır. Hüsran, kazancın zıddıdır. Şu âyet-i kerîme de aynı manayı diğer bir açıdan tamamlamakta, vurgulamak istediğimiz mananındaha iyi anlaşılmasına yardımcı olmaktadır:

“De ki: Gerçekten hüsrana uğrayanlar, kıyamet günü hem kendilerini hem de ailelerini hüsrana sürüklemiş olanlardır. Bilesiniz ki kesin, açık ve net hüsran işte bu hüsrandır.”(Zümer, 39/ 15)

Evet, gerçek saadet, cennette bir insanın ailesi ve gelecek nesillerle bir araya gelişiyle kemal bulduğu gibi, insanı binlerce kere kahretmesi, pişmanlıkla kıvrandırması gereken zarar ve hüsran da kişinin ailesiyle ile birlikte hüsrana sürüklenişi, ebedî azabın pençesinde birlikte kıvranışıdır. “Paylaşılan sevinçler çoğalır, acılar azalır.” denilir; ancak ebedî hayattaki acıyı paylaşma, azabın tesirini azaltmayan, aksine çoğaltan, katlayan bir paylaşmadır. Bu beraberlik sevinç hissettirmeyen bir beraberliktir.

Ailenin ve gelecek nesillerin hüsranına ve sonunda azaba sürüklenişine zemin hazırlayanın, acı ve ızdırabı şüphesiz daha dehşetli olacaktır…

Bilinen bir gerçeği tekrar hatırlatıyoruz: Dünya hayatından sonraki pişmanlık faydasız bir pişmanlıktır…


Dr. M. Şerafettin KALAY

[1] Sahih-i Buhârî, Mevâkîtü's-Salât (4/ 149), Sahih-i Müslim, Fiten (4/ 2218).

http://www.siyerinebi.com/tr/dr-m-serafettin-kalay/kendinizi-ve-ailenizi-atesten-ve-husrandan-koruyunuz

5 Aralık 2017 Salı

Cahiliye Hükümleri mi Arzulanıyor?-Dr. M. Şerafettin KALAY

İnsan, Rabbimizin en güzel fıtratta yarattığı, akıl, idrak ve irade bahşettiği mükerrem varlıktır. Yaratan, hem bedenini hem de çevresini sayısız nimetlerle donattığı bu varlığı hayatın içine başıboş bırakmamıştır. Ona, dönüşün kendisine olduğunu hatırlatmış ve ondan huzuruna alnı ak çıkacak şekilde bir hayat sürmesini, ömür sermayesini hesabını verecek şekilde harcamasını istemiştir:

“Yeryüzünü size boyun eğdiren, onu sizin emrinize âmâde kılan O’dur. Dağlarında, ovalarında, vadilerinde, sırtlarında gezin, dolaşın. Allah’ın bahşeylediği rızıklardan yiyin ve bilin ki dönüş O’nadır.” (Mülk 67/ 15)

Ayet-i kerîme hayatın bir özeti gibidir. Bu öz ifadeleri biraz açarsak dile getirilen şudur: Yeryüzü, bütün nimetleriyle sizler için yaratılmış, hizmetinize, istifadenize sunulmuştur. Dağlarında, ovalarında, bağlarında, bahçelerinde, çarşılarında, pazarlarında, köyünde, kentinde gezin, dolaşın. Ekin, biçin, alın, satın, çalışın, gayret edin, kazanın, yiyin, yedirin, rızıklarından istifade edin... Ancak bütün bunları yaparken, dönüşün Allah’a ait olduğunu sakın unutmayın! Dünya hayatında bütün yapılanların muhasebeden geçeceğini aklınızdan çıkarmayın. Dünya hayatını, hesabını verecek, Allah’ın huzuruna çıkacak şekilde yaşayın. Buna göre kazanın, buna göre harcayın, hayatınızın bütününe buna göre yön verin. Kendinize buna göre bir yaşayış çerçevesi çizin. Dünyadaki yaşayışınızın ahiretinizi şekillendireceğini aklınızdan çıkarmayın.

İnsanoğluna hem dünya hem ahiret saadetini elde edecek hayat nizamı kurmasını emreden Hâkim-i Mutlak, onu bu yönde yol göstericisiz, nizamsız ve öndersiz bırakmamıştır. Bunun için rasuller göndermiş, bunun için hükümler koymuş, bunun için hayatın her dilimini kuşatan nizam indirmiştir. İşlenecek hatalara, meydana gelecek sapmalara karşı da müeyyideler koymuş ve insanları uyarmıştır:

“Sonra seni hayat nizamı olarak bir şeriat üzerine kıldık, sen ona tabi ol. Bilmeyenlerin arzu, hevâ ve heveslerine uyma.” (Câsiye Sûresi 45 / 18).

Bu ayet-i kerîme, hakka giden yolun, takip edilecek hattın Rabbimizin hükümlerle çerçevelediği yol olduğunu son derece açık, kesin ve öz olarak vurgulayan ayetlerdendir. Emri kesin olduğu gibi, nehyi de iki noktada oldukça dikkat çekicidir:

Bunlardan birincisi; ayette “arzu ve hevâlarına uyma” vurgusunun yapılmasıdır. Bu vurgu, çıkarılan ve uygulanan birçok kanun ve kararların içinde nefis arzularının, yanılgıların, aldanışların, hevânın tesirinin var oluşu sebebiyledir. Asırlar boyu da böyle var olmuştur.

Dünya değişmiş, imkânlar çoğalmış ve genişlemiş, ilim ve teknik ilerlemiş, hukuk alanında ciltler dolusu kitaplar yazılmış, yorumlar yapılmış ancak hevâ ve hevesin kanunlara tesiri ortadan kalkmamış, kaldırılamamıştır. Zaten insanları ilahî kanunlar dışına nefis arzuları ve hırslar çıkartmıştır.

Dünyanın birçok ülkesinde zinanın suç sayılamayışının, namus ve iffet anlayışının ciddi şekilde mana kaybına uğramasının başka bir izahı var mıdır? İçki neden 18 yaşından küçüklere yasaktır da 18 yaşından büyüklere serbesttir? Bar ve pavyonlar, içkili balolar neden çağdaşlığın alametlerinden sayılır oldu da insanın Rabbine secde edişi, emr-i ilâhîye uyarak başını örtüşü yadırganır hale geldi? Hatta işten, okuldan atılmaya, hak kayıplarına sebep sayıldı?.. Neden dünyada faizsiz bir iktisadî nizam düşünülemez hale geldi? Faizi tefeciler yapınca çirkindir de, bankalar ve devlet yapınca güzel midir? Bu anlayış nereden ve nasıl çıktı?

Daha umumî bir ifadeyle, günümüzde kitaplar dolduran beşerî kanunların gerçek ölçüsü, bütünüyle adalet, hakkaniyet, dürüstlük ve her hak sahibine hakkının ulaşması mıdır?..

Bu soruların elbette sayfalarca uzaması mümkündür. Üzerinde düşünmeye vesile olur duygusuyla bu kadarla iktifa ediyoruz.

İkincisi ise; ayette çok şey bildiklerini zanneden bu insanların bilgisizliklerine vurgu yapılışıdır. İlahî nizamı bilmeyen insan, durumu, rütbesi ve unvanı ne olursa olsun cahildir. Rabbini bilmeyen, üzerindeki nimetin kadrini idrak etmeyen, kendi akıl ve zekâ hudutlarını tayin edemeyen, her bilenin üzerinde bir başka bilenin bulunduğu şuurunda olmayan, Yaradan’ın bilgisi ve kudreti karşısında yaratılanın bilgi derecesini ve aczini takdir edemeyen insan, bilgisizdir. Üstelik bilmediğini bilmeyen cüretkârdır, çok defa hevâ ve heveslerinin kuludur; şahsî menfaatlerine teslimkârdır.

Bir ilim ve irfan büyüğünün babası vefat etmiştir. İlim ehlinin bağlıları ve hürmetkâr talebeleri onu memnun etme arzusu ile sormuşlardır: “Babanızın kabri üzerine güzel bir kubbe yapalım mı?” cevap şöyle gelmiştir: “Gök kubbeden daha büyük ve güzel olacaksa evet. Olmayacaksa bırakın gök kubbenin altında yatsın.”

Rabbimizin kanunları gök kubbe ise beşer kanunları beşer eliyle yapılan çatılar kadar bile değildir. Bu hakikat unutulmamalıdır.

Helal ve haramların, emir ve yasakların, özetle bütün hükmün asıl kaynağı, sonsuz kudret sahibi ve yarattığı kulun duygularını, düşüncelerini, nefsî arzularını, iç dünyasını, dış dünyasını, bugününü, yarını bilen Allah’a aittir. O, alîmdir, habîrdir, hakîmdir…

“Yaratan hiç bilmez mi? O, en ince işleri bilen, her şeyden her yönüyle haberdar olandır.” (Mülk Sûresi 67/ 14)

“Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını, verdiği vesveseleri biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf Sûresi / 16)

Çok defa kendi arzu, heves ve hırslarının yönlendirmesi ile hareket eden, çevre tesirlerinden kendisini kurtaramayan, emellerine ulaşmak için bahaneler arayan, her birinin beyninde ve gönlünde farklı fırtınaların estiği insanoğlunun kendi düşünce, arzu, istek ve kararlarını, kendisini var eden ve ona sayısız nimetler bahşeden Mevlâ’nın hükümlerinin önüne geçirmesi yaratıcısına isyandan başka bir şey değildir. Üstelik o hükümleri incelemeden, temel esaslarına inmeden, insan hayatına tesirini ölçmeden, kendisine bırakılan alanı tespit etmeden, korunması gereken ana unsurları kavramadan…

“Yoksa onlar cahiliye hükümlerini mi arzu edip istiyorlar? Hakikaten anlayan, hakka ve hakikate teslim olan bir millet için Allah’ın hükümlerinden daha iyi, daha güzel kimin hükmü olabilir?” (Mâide 5/ 50)

“Arzu, hevâ ve hırs” kelimelerinden uzaklaşarak hukuk sistemini tarafsız bir tavırla tahlil etmek gerekirse dile getirilmesi gerekenleri şöyle özetleyebiliriz: İnsan fıtratına en uygun, insanın haklarını, şahsiyet ve onurunu en iyi koruyan, hakkaniyet tayininde ve cezalandırmada en adil ve en caydırıcı, insanların meyillerini bilerek önceden tedbir alan, fertlere ve cemiyete güven duygusu ve huzur veren, o huzuru koruyan, doğruya doğru, yanlışa yanlış diyen hukuk sistemi, arzu edilen hukuk sistemi olmalıdır. Şahıstan şahsa değişmemeli, çabucak yıpranıp pörsümemeli, sündürülerek sağa sola çekiştirmeye, asıl mecrasından çıkarılmaya uygun olmamalı, hükmeden hâkime de, hükmedilen mahkûma da, şahid olana da ön yargılardan uzak olarak düşündüğünde gönül huzuru vermelidir. Her fert, daha muhakeme edilmeden âdil bir hükümle karşılaşacağına güvenmelidir. Cemiyet bunun huzurunu duyarak hayatına devam etmeli, adımlarını bu nizama uyarak atarken huzur duymalıdır.

Bunlar modern hukukta da kabul edilen gerçeklerdir. Ancak şahid olunan hadiseler ve uygulamalar hiç de yukarıda dile getirilenlerle uyumlu değildir.

Nice garipliği iç içe yaşıyoruz. Evet, dünya ve dünyalık, cezbedici; dünyalık elde etme hırsı, ölçüleri gevşetici, arzuları kamçılayıcıdır. Araya giren uzun zaman dilimleri, tazelenmeyen, temizlenip asıl berraklığına kavuşturulmayan duyguları paslandırıcı, tozlandırıcı, çürütücüdür. Bu, iman ehli için de geçerlidir.

Allah Rasûlü (sas) şu buyruğuyla daha çok iman ehlini uyarıyor:

“Gün gelecek insanlar öyle bir zaman dilimine ulaşacaklar ki, kişi elde ettiği malın haramdan mı, helalden mi olduğuna aldırış etmeyecek.”[1]

Hassasiyetler kalplerden kaybolmaya başlayınca manevî düşüş de başlamış demektir. Ne yazık ki bu nevi düşüşler, giderek hız kazanan düşüşlerdir. Sonu da maddî uçurumlardan daha tehlikeli bir uçurumdur.

İman ehli olmayanı, din gününe inanmayanı, muhasebeyi düşünerek hayatına nizam ve intizam vermeyeni, dolayısıyla helal ve haramı hiç tanımayanı, diğer insanları hak yolda kardeş bilmeyeni, insanı insan yapan gerçek değerleri tanımayanı, arzu, menfaat, hırs ve emellerinin esiri olanları, nefsinin peşine düşüp esen nefis rüzgârları ile savrulanları ve verecekleri kararları siz değerlendiriniz. Allah sevgisi ve korkusu taşımayan insanın, insaf ve adalet duygusu nereye kadar olur, iyi hesap ediniz…

Zinanın, içkinin suç sayılmayışı hatta çağdaşlığın gereği kabul edilişi, iffet kavramının defterlerden silinişi, telaffuz bile etmek istemediğimiz nice sapıklığın hoş karşılanır hale gelmesi, daha ötesi çıkarılan kanunlarla teşvik görmesi, ilâhî emirlerin yasaklanması, yasakların serbest bırakılması bu nevi karar ve kanunların örneklerinden değil midir?

Kumardan gelen paraların, nice iş yerinin çökmesine, nice hanelerin yıkılmasına sebep olduğu bilindiği halde onu yiyebilen ve ailesine yedirebilen insanlar, nasıl bir anlayışın bağımlısı olan insanlardır?!

İçki ve kumarı meşrulaştıran, kumarhaneler kurulmasını teşvik eden nice devlet vardır. Devlet eliyle millîleştirilen nice kumar çeşidi, üretilen nice içki de… Kazançlarını çirkin temeller üzerine oturtanların, binlerce insanı günaha sürükleyerek bundan kazanç temin edenlerin itibar gördüğü gariplikleri yaşamıyor muyuz?.. Bu sorulara binlercesini ekleyebileceğimiz bilinen bir gerçek…

Zikr-i Hakîm, Kur’an’da Şeytan’ın nice çirkin ameli süsleyerek, işleyenlere güzel ve mantıklı gösterişine vurgu yapılıyor.[2] Çirkin amelini savunan nice insan, nice millet ve devlet var… Dahası, dünyada hayırlı yâd bırakmak, ahirete hayır ve hasenat ile göçüp gitmek varken lânete ve bedduaya, son durak olarak da cehenneme talip ne kadar çok insan var.

Şimdi bir başka ilâhî hükme kulak veriyoruz:

“Ey İnsanlar! Allah’ın vaadi haktır, mutlaka gerçekleşecektir. Dünya hayatı sizleri aldatmasın. Görevi aldatmak olan Şeytan da Allah yolunda sizleri kandırmasın.

O, sizin düşmanınızdır. Siz de onu düşman olarak bilin ve öyle tanıyın. O, kendi peşine düşen, onun safında yer alanları sonuçta cehennem ehlinden olmaya çağırır.

İnkâr eden, küfür bataklığını tercih edenler için şüphesiz şiddetli bir azab; iman edip, salih ameller işleyenler için de Allah’ın mağfireti ve büyük bir mükâfat vardır.
(Fâtır 35/5-7)

Allah yolunu iki cihan saadetine yol bilenler, Rasûlü’nü rehber edinenler, ahirete ve muhasebeye gönülden inananlar el ele vermesini bilmeli ve hakka doğru adım atmanın azminde ve şuurunda olmalı, bilmediğini bilmeyen câhillerin cehalet akıntısına kendisini kaptırmamalıdır.

Son söz yine Zikr-i Hakîm’den:

“Rabbinin Kitabı’ndan sana vahyedileni oku! O’nun kelimelerini, buyruklarını hiç kimse hiçbir şekilde değiştiremez. Ondan başka bir sığınak; gerçekten seni koruyacak, ebedî huzur ve emniyet duyacağın bir yer bulamazsın.

Sabah-akşam onun rızasını arzulayarak Rablerine dua eden, O’nu zikreden, O’nun rızasına ermek için çırpınan insanlarla birlikte ol, onlarla kaynaş, onlarla olmaya sabret!

Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan ayırma, başkalarına çevirme!

Kalbini Bizi anmaktan gafil kıldığımız, arzularının peşine düşmüş, arzu ve hırslarını kendine rehber edinmiş, işi-gücü aşırılık olan, zevk ü sefanın peşine düşen, gösterişin çılgınlığını yaşayanlara kapılma, onlara uyanlardan olma!”
(Kehf 18/ 27-28)

Bu ikaz ve irşad unutulmamalıdır…

Dr. M. Şerafettin KALAY

[1] Sahih-i Buhârî, Büyû’ 9/ 283; Sünen-i Nesâî, Büyû’ 7/243, H. No: 4454. Hadisin râvîsi Ebu Hureyre’dir (ra).
[2] Bak: Enfâl 8/48, En’âm 6/43, Ra’d 13/33, Nahl 16/63, Neml 27/24, Ankebut 29/38.

4 Aralık 2017 Pazartesi

Ailenizi ve Çevrenizi Sadık ve Salih İnsanlarla Donatınız-Dr. M. Şerafettin KALAY

Allah Rasûlü'nün (s.a.s) vurguladığı şu inceliğe dikkat ediniz:

“Sizin en hayırlılarınız, görüldüğü zaman Allah’ın hatırlandığı kimselerdir.”

Bu hadis-i şerifi, Esmâ bint Yezid (r.a) “Rasûlullah'tan duydum ki,” diyerek rivayet eder ve öncesinde Allah Rasûlü'nün, sahabilerin dikkatlerini çekmek için onlara:“Size en hayırlılarınızı haber vereyim mi?” sorusunu yönelttiğini nakleder.[1]

Evet, hakiki dost, onu görünce sizde hayırlı duyguların uyandığı, Allah'ın hatırlandığı, akla güzel şeylerin geldiği, gönüllerde güzel şeyler yapma azminin canlandığı dosttur. Yanında huzur bulduğunuz; sizi hayra, doğruya çağırdığına, sizin ve aileniz için hayır düşündüğüne inandığınız dosttur.

Bir geminin fırtınalı havalarda emniyet ve huzur duyacağı limanlara ihtiyacı olduğu gibi hepimizin hayırlı dostlara, sadık insanlara, yuvamızın hayrını isteyen kardeşlere ihtiyaç vardır. Onların bize dost olduğu kadar biz de onlara; onların bizim hayrımızı, güzel günlerimizi istediği kadar biz de onların hayrını, güzel günlerini istemeliyiz. Bu kenetleniş, bize güç kazandıracak; ailemizin çevresinde dolaşan zararlılara karşı direncini artıracaktır.

Sâlih ve sadık dostlarla beraber olmak aynı zamanda bir emr-i ilâhîdir. O:

“Ey Îman edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla birlikte olun.”(Tevbe 9/ 119)buyurur. Bu emir açık ve net bir emirdir.

Dostlar bir araya gelince güven hissetmeli, hayırlı yolda birbiriyle yardımlaşmalı, şerden uzak durmak ve korunmak için el ele vermelidir.

Rabbimizin:

“Birr (güzel hasletler ve hayırlı işlerde) ve takvâda yardımlaşınız, birbirinize destek ve yol gösterici olunuz, omuz omuza veriniz, hayra vesile olunuz. Kötülüklerde, günah yollarında ve düşmanlıkta yardımlaşmayın, birbirinize destek olmayın. “(Mâide, 5/ 2) buyruğunu unutmayınız.

Bazen farklı bakış ve değerlendirmelere ihtiyaç vardır. Bizim kalbimize doğup da söyleyemediklerimizi, dostlarımız, arkadaşlarımız daha iyi ifade edebilir, daha tarafsız, daha saf duygularla dile getirebilirler. Bazen istişarelerine, bazen hakemliklerine, bazen vekilliklerine ihtiyaç duyarız. Onlar da bize… Bazen onların sadece yanımızda olduklarını görmek bile bize huzur verir.

İyi bir dost dünya mallarıyla kıyaslanamayacak kadar kıymetlidir. İyi dost bulmanın en iyi yolu da iyi bir dost olmaktan geçer. Bu gerçek unutulmamalıdır…


Dr. M. Şerafettin KALAY

[1] Sünen-i İbni Mâce, Zühd (2/ 1379). Zevâid'de isnadının "hasen" olduğu zikredilir.

3 Aralık 2017 Pazar

Yavrunuzun Dünyaya Gelişine Sevininiz-Dr. M. Şerafettin KALAY

Allah Rasûlü (s.a.s) mü’minlere yaptığı bir tavsiyede şöyle buyurur:


“Sevgi dolu olan ve doğurgan kadınlarla evleniniz. Ben diğer ümmetlere sizin çokluğunuzla övüneceğim.”[1]

***
O (s.a.s); yuvaların kurulmasını, kurulan yuvaların sevgiyle, şefkatle, çocuk cıvıltıları ile dolmasını istiyor. İman nûru ile aydınlanan yuvalardan filizlenen yeni nesillerin yetişmelerini ve İslâm şuuruyla yoğrulmalarını, mü’min gönüllerle ümmet bütünlüğü içinde birbirlerine perçinlenmelerini, kenetlenmelerini ve her geçen gün çoğalmalarını arzu ediyor.

Enes (ra) anlatıyor: Allah Rasûlü (s.a.s) düğünden dönen kadınları ve çocukları görmüştü. Bu manzarayı Rabbinin bahşettiği bir nimet bilerek ayağa kalktı, sevincini ve sevgisini: “Siz, insanların gönlüme en hoş gelenisiniz.” buyurarak dile getirdi.[2] Bu Ensar'a ve Ensar'ın filizlenip çoğalmasına duyulan sevgi ve sevincin bir ifadesiydi.

Yıllar yılı çekilen çilelerden, İslam nûrunu gönüllere yerleştirmek için sürdürülen gayretlerden, onu söndürmeye çalışan zalimlere karşı verilen mücadelelerden sonra tabiî bir hayat akışına geçiliyor, kadınlar ve çocuklar yeni kurulan bir yuvanın sevincini üzerlerinde taşıyarak bir düğünden dönüyorlardı. Bunlar, kendi öz yurtlarından dışarı atılan, yakınları, akrabası tarafından dışlanan İslâm’ın ilk neferlerine kucak açan, onları kardeş bilerek bağırlarına basan Ensâr’ın kadınları ve çocuklarıydı. Bu görünüş, yeni bir baharın müjdecisiydi… Onların sergilediği bu canlı tablo ve gelecek günlere müjdeler taşıyan görünüşleri Allah Rasûlü'nü sevindirmiş ve Kâinâtın Efendisi duygularını bu şekilde kelimelere dökmüştü…

***
Çocuklar yuvaların meyveleridir. Dünyaya ağlayarak gelseler bile, onların ağlayışları çevrelerinde sevinç dalgalarına vesile olur, gönüllere ümit güneşleri doğar…

Onlar yepyeni bir başlayış, yeni bir umuttur. Dünyaya gözlerini yeni açan bir çocuk, köhnemiş yer yer küf tutmuş dünyaya tazeliğin, yeniliğin bir müjdesidir…

Zikr-i Hakîm’de:“Mal, mülk ve çocuklar dünya hayatının gönle hoş gelen zînetidir, süsüdür.” (Kehf 18/ 46) buyrularak işaret edildiği gibi…

Âyet-i kerîmenin devamı, ebedî kalıcı olan amellerin Allah katında daha hayırlı, daha ümit verici olduğunu vurgular. Bu çerçevede düşünüldüğünde bizlere bahşedilen servet ve çocuklar, dünya hayatıyla birlikte fânîliğin dehlizlerinde kaybolup gitmekten kurtarır, hayırlı ameller işlemek için sermaye ve imkân haline getirilirse bu elbette ki daha hayırlıdır. O zaman insan hayat sonrasına uzanmayı başarmış, gelip geçici olmaktan kurtulmuş, gök kubbe altında adının hayırla yâd edilişine yol bulmuş olur. Bunun güzelliği tartışılamaz…

Dolayısıyla çocuklar, bir insanın amel defterinin ölümden sonra da hayırlı ameller için açık kalma ümididir…

***
Yuvalar, içinde İslâm sıcaklığının, îman aydınlığının hissedileceği; aynı duygu ve şuurla dolu çocuklarla içlerinin şenleneceği arzu ve ümidiyle kurulmalıdır. Dünya devam ettikçe devam edecek sağlam bir zincirin en sağlam halkalarından birisi olma azmini taşımalıdır.

Elbette ki sıhhî sebeplerle çocuğu olmayan kardeşlerimiz de aramızda olacaktır. Veya ortada sıhhî sebep olmasa da çocuk sahibi olamamış, hatta arzu ettiği halde yuva kuramamış insanlar da bulunacaktır. Bu durum onların hatası manasına gelmeyeceği gibi, daha fazla ecir elde edebilecek imkânlar, fırsatlar bulamayacakları manasına da gelmez.

Belki bu insanlar salah, takvâ ve hizmetleriyle çok daha büyük hayırlara vesile olabilirler ve çok daha fazla ecir elde edebilirler. Nitekim nice hayırlara, güzelliklere vesile olanları da görüyoruz.

İbrahîm ve Zekeriyyâ aleyhisselâm'ın uzun yıllar çocuklarının olmadığı unutulmamalıdır. Daha nice hayırlı insanın, ilim-irfan ehlinin de çocuğunun olmadığı da bir hayat gerçeğidir.

Ancak ümmetin devamı, çokluğu, sağlam temellere oturuşu, geleceğe daha umutlu bakışı, âile sıcaklığında yetişen, maddî gıdalardan çok manevî gıdalarla gelişen çocuklar iledir… Bu gerçek de asla unutulmamalıdır.

Bugün maddî gıdaların ve imkânların çoğaldığı, mânevî duyguların ve güzel hasletlerin azaldığı da gözden ırak tutulmamalıdır…

Hz. Meryem'deki gönül safiyetini, onun Allah'a teslimiyetini, kendisi için hazırlanan odasında, mihrabında iken Rabbi tarafından rızıklandırılışını görünce yüz yaşına yaklaşan Zekeriyyâ aleyhisselâm'ın kalbinin de böyle bir çocuk sahibi olmanın arzusuyla doluşunu düşününüz. Sonra:

“Rabbim! Bana hayırlı, güzelliklerle dolu nesil lütfeyle! Şüphesiz sen duaları işiten ve kabul edensin!” (Âl-i İmrân 3/ 38) duâsını, sonra da gönül dünyasında nasıl bir duygu melteminin estiğini, dönüp dolaştığını...

Bir ümmet olarak bizim hayır ve güzelliklerle dolu bir nesle, böyle bir neslin yetişmesi için yükselen şuurla birbirine kenetlenen gayretli insanlara ihtiyacımız var…

Rabbimiz Zikr-i Hakîm'de;

“Allah size kendi cinsinizden eşler verdi ve eşlerinizden de sizlere çocuklar ve torunlar yarattı; sizi güzel ve temiz nimetlerle rızıklandırdı.” (Nahl, 16/ 72) buyurur.

Hayatın devamı eşler, çocuklar ve onları takip ederek halkaya eklenen torunlar iledir. Akıp giden bir hayatın içinde insan neslinin, yani çocuklarının ve torunlarının bulunması ve asırlar sonrasından torunlarının onu yâd etmesi güzel bir duygudur. Bu yâd ediş, sadece adını veya var oluşunu, unvanını, huylarını, şeklini yâd edişten öte hayırlı bir yâd ediş olursa elbette daha güzeldir. Hele de yâd ediş hayırlı torunlar tarafından olursa, bu hayırlı torunlar onun amel defterini güzel ameller için açık tutarlarsa, şüphesiz bu çok daha güzeldir.

Elbette ki gelecek günlerin neler getireceğini bilemeyiz. Ancak niyetlerimizi, emel ve ümitlerimizi güzelleştirmemiz, bunun için gayret etmemiz, gayretlerimizi dualarımızla bütünleştirmemiz bizim elimizdedir.

***
Günümüzde önceki yıllara göre çocuk sayısının, dolayısıyla yaşlılara göre genç neslin giderek azaldığı bir gerçektir. Bu durum, henüz tam olarak tesirini diyarımızda göstermese de imrendiğimiz, aralarına katılmak için akla hayale gelmedik tavırlar sergilediğimiz batı dünyasında kendisini açık ve net olarak gösterir hale gelmiştir. Birçok ülkede nüfus giderek azalmış ve yaşlanmıştır. Bu azalma ve yaşlanma devam etmekte, ailelere çocuk için yapılan çağrılar ve teşvik tedbirleri de çok defa faydasız kalmaktadır. Yine birçok ülke dışarıdan göç alarak bu açığı örtmenin telaşına girmiştir. Gayretlerini göç yoluyla ülkelerine gelecek olanların kültürlü ve seviyeli insanlar olması yönünde yoğunlaştırmaya başlamışlardır.

Nüfus azalması, dolayısıyla da yaşlanmasının birinci derecede sebebi, insanların şahsî zevk ve arzularını, kendi menfaatlerini düşünür, kendisinden başkasına aldırmaz hale gelişidir, getirilişidir. Bu anlayış sebebiyle kalplerde manevî boşluğun giderek büyümesi, aile yapısının çatırdayışı, evliliklerin sadece zevk ve menfaat anlaşmalarına dönüşmesidir.

Çocuk ilgi ister; zevkinin esiri olanlar için bağlayıcıdır; farklı şehirlerde, ülkelerde, otellerde, plajlarda gezip tozmalarına, barlarda, pavyonlarda sabaha kadar tepinmelerine engeldir. Gecesini gündüzünü birbirine karıştırır. Çalışıp para kazanmalarına sonra onu deliler gibi harcamalarına ayak bağı olur... Bunun için hamilelik arzu edilmez, bunun için çocuk istenmez…

Biz hedefi, gayesi, emeli, umudu, bugünü, yarını olan insanlarız. Çocuklarımızla sevinmeli, onların lütfu İlâhî olduğunu unutmamalı, onları yetiştirmek için gayretlerimize dualarımızı da eklemeliyiz. Sevinçlerimizi de belli etmeli ve paylaşmalıyız.

Âişe(ra) Vâlidemiz anlatıyor: Yeni doğan çocuklar Rasûlullah’a (s.a.s) getirilir, o da çocuklara mübarek olması için dua eder, tahnikte bulunurdu.”[3]

Tahnîk: Kuru hurmanın ağızda iyice yumuşatılarak çocuğun ağzına verilmesi, damağına sürülmesidir. Böylece çocuk yumuşatılmış hurmayı hisseder, fıtrî duyguyla onu emerek tadını alır, midesine giden ilk gıda da bu olur.[4]

Efendimizin bunu hicretin ilk çocuğu olan Abdullah İbn Zübeyr'e (ra) ve Ebû Talha ile Ümmü Süleym'in oğlu Abdullah'a da yaptığı tatlı hatıralarla anlatılır.[5]

***
Dünyaya yeni gelen çocuklar için Allah Rasûlü'nün kurban kestiği ve tavsiye ettiği hadis kaynaklarında yer alır. Bu kurbanın “akîka” olarak isimlendirilişi de…

Semüra İbn Cündüb'ün (ra) rivâyet ettiği bir hadiste şöyle buyrulur:

“Her çocuk akîkası karşılığı rehindir. Yedinci gün, onun için kurban kesilir, başı tıraş edilir ve ismi verilir.”[6]

***
Abdullah İbn Abbas’ın(ra) rivayet ettiği bir hadiste ise Allah Rasûlü’nün (s.a.s) bizzat bu kurbanı kestiği yer alır. O: “Rasûlullah (s.a.s) Hasan ve Hüseyin için akîka olarak birer koç kurban etmiştir,” der.[7]

Malikî, Şafiî ve Hanbelî Mezheblerine ve daha birçok ilim ehline göre bu kurban müekked sünnettir.[8]

Hanefî Mezhebine göre ise önceden var olan bu kurban, kurban bayramlarında varlık sebebiyle kesilen kurbanın vâcip kılınışıyla kaldırılmıştır.[9]

Ancak kaldırılmış bile olsa sevinç ve şükür ifadesi olarak kesilmesinde, onunla yemek hazırlanıp sevinci paylaşmak için dostların bir araya getirilmesinde herhangi bir sakınca yoktur. Nitekim Hanefî âlimlerinden İmam Tahâvî’ye göre akîka kurbanı kesmek müstehabtır. Bir başka ifadeyle, güzeldir, imkânı olup kesen insan bundan ecir kazanır.

Sevinçler paylaşılınca daha güzeldir. Çocukların, yıllar sonra büyüklerinden kendi doğumuna duyulan sevinci ifade eden akîka ile ilgili hatıraları dinlemesi de güzeldir…

***
Çocukların dünyaya gelişine sevincinizi dile getiriniz ve çocuğu olan dostlarınızı tebrik ediniz, onlar için dua ediniz.


Dr. M. Şerafettin KALAY


[1]Sünen-i Ebî Davûd, Nikâh (2/ 542), Sünen-i Nesâî, Nikah (7/ 65-66).
[2]Sahihi-i Buhârî, Nikâh (16/ 359).
[3]Sahîh-i Buhârî, Edeb (18/ 140), Sahîh-i Müslim, Tahâret ( 1/ 237), Âdâb (3/ 1691).
[4]Lisânü’l-Arab, İbn Manzur (10/ 416), Câmiu’l-Usûl, İbn Esîr (1/ 366).
[5]Bak: Peygamber Dostları ÖRNEK NESİL (s. 155-156), Sahîh-i Buhârî, Fedâil, (14/ 37-38), Akîka, (17/ 198), Sahîh-i Müslim, Âdâb ( 3/ 1689, 1690-1691. Hadis No: 2144, 2146), Fedâilü's - Sahâbe (4/ 1915, 1599), El-İstîâb (2/ 301-302), El-İsâbe (2/ 309).
[6]Sünen-i Ebu Davûd, Edâhî (3/ 259-260), Sünen-i Tirmizî, Edâhî (4/ 101), Sünen-i Nesâî, Akîka (7/ 166), Sünen-i İbn Mâce, Zebâih (2/ 1056-1057). Tirmizî; “Bu hadis hasen sahihtir,” der. Nesâî’nin naklettiği hadisin isnâdı da sahihtir.
[7]Sünen-i Ebu Davûd, Edâhî (3/ 261-262), Bu hadis Sünen-i Nesâî’de “ikişer koç” şeklindedir. (Bak: Sünen-i Nesâî, Akîka 7/ 166).
[8]Müntekâ, el-Bâcî (3/ 102-103), Mühezzeb, (1/ 248), Keşşafü’l-Kına‘ (3/ 24).
[9]Bedâyiu’s-Sanâyi‘ (5/ 127), Nasbu’r-Râye (4/ 206-208), İ‘lâü’s-Sünen (17/ 101-113).
http://www.siyerinebi.com/tr/dr-m-serafettin-kalay/yavrunuzun-dunyaya-gelisine-sevininiz