19 Mart 2023 Pazar

DEPREM BÖLGESİNDEN SIKÇA SORULAN SORULAR


  • Afetzedeler için zekât parasıyla barınma yerleri (konteyner, çadır, konut) yapılması caiz midir?

Deprem, sel ve benzeri nedenlerle barınma ihtiyacı ortaya çıkan ve zekât alabilecek durumda olan afetzedelere, kendilerine mülk olarak teslim edilmek üzere, zekât parası ile barınma yerleri (konteyner, çadır, konut) yapılması caizdir. Zekât yükümlüsü bunu bizzat yapabileceği gibi her bakımdan güvenilir kişi ve kuruluşlar aracılığıyla da yaptırabilir. Mülkiyeti afetzedelere devredilmeyen çadır, konteyner, konut vb. barınma yerleri ise zekât dışındaki infak ve bağışlardan yapılmalıdır. Zira dinimize göre dayanışma ve yardımlaşma sorumluluğu sadece zekâttan ibaret değildir. Dolayısıyla zekât dışındaki infak ve bağışlar ile de yardıma muhtaç olanlara ulaşmak ve yaralarını sarmak inancımızın bir gereğidir.

  • Müslümanın deprem ve doğal afetlere bakışı nasıl olmalıdır?

Kâinattaki her varlık Yüce Allah tarafından belli bir düzen, gaye ve hikmete dayalı olarak yaratılmıştır. Tabiatın işleyişinden gezegenlerin hareketlerine kadar her şey belli bir ölçüye (Yunus Sûresi, 10/5; Kamer Sûresi, 54/49) ve Yüce Yaratıcının takdir ettiği bir nizama göre varlığını sürdürmektedir. Bu nizam ve işleyiş içerisinde özel bir statüsü olan insan, akıl nimeti başta olmak üzere pek çok üstün kabiliyetle donatılmış ve vahye muhatap kılınarak diğer varlıklar arasında ayrıcalıklı bir konuma yükseltilmiştir. İnsanın yeryüzündeki en temel vazifesi, varoluşunun gaye ve hikmetini idrak ederek buna uygun bir hayat sürdürmeye gayret etmektir. Bu amaçla insan, Allah Teâla’ya samimiyetle bağlanıp iman ederek iyi, güzel ve sağlam işler yapmalı; hayatı boyunca adalet, iyilik ve merhamet gibi temel insani değerlerden ayrılmamalıdır.

Dünya hayatında insanın Rabbine, kendisine ve içinde yaşadığı topluma karşı olduğu gibi tabiata karşı da çeşitli sorumlulukları vardır. Bu durum insana, öncelikle tabiatın bir nimet ve emanet olduğu bilinciyle, onu tahrip ve ifsat etmeden hareket etme sorumluluğu yükler. Zira söz konusu sorumluluk ihmal edildiğinde ve tabiata zarar verecek işler yapıldığında bunun olumsuz sonuçları yine insana dönecektir (Rûm Sûresi, 30/41). Nitekim bugün dünya çapında yaygınlık gösteren kuraklık, sel vb. felaketlerin bir sebebi de, insanoğlunun tabiata karşı tamahkâr ve hoyratça davranışlar sergilemesidir.

İnsan tabiatla ilişkisinde Allah’ın koyduğu kanunlara uygun hareket etmek ve gerekli tedbirleri almakla yükümlüdür. Yerleşim yerlerinin inşa ve imarında doğal afet riskini hesaba katmak, zemin, malzeme ve inşa teknikleri başta olmak üzere gerekli tüm iş ve işlemleri söz konusu kurallara göre planlamak bu sorumluluğun kaçınılmaz bir gereğidir. Zira tabiatın işleyişini dikkate almayan yapılanmalar afet risklerini beraberinde getirmektedir.

Aklı, iradesi, inancı, vicdanı ve başka hiçbir canlıda bulunmayan kabiliyetleri insanoğlunu her konuda olduğu gibi tabiatla ilişkisinde de sorumlu kılmaktadır. İnsanın bu bilinçle hareket etmesi ve gücünün yettiği hususlarda üzerine düşeni hakkıyla yaparak gerekli tedbirleri alması Yüce Allah’ın emridir. Dolayısıyla afetleri ve meydana gelen acı neticelerini, insan irade ve sorumluluğunu yok sayarak tamamen kaderci bir anlayışla değerlendirmek ve açıklamak inancımıza uygun değildir.

Hiçbir acının ve hüznün olmadığı tek yer, ebedi mutluluk yurdu olan cennettir. Bu bakımdan dünyanın, insanın hiç üzülmediği, yorulmadığı, problemlerle karşılaşmadığı ve sadece iyilik, güzelliklerle dolu bir yer olduğu düşüncesi gerçekçi değildir. Nitekim insanoğlu tabiatın doğal işleyişinden kaynaklanan bir takım afet ve sıkıntılarla karşılaşabileceği gibi kendi ihmal ve hatalarının acı neticeleriyle de yüzleşmek durumunda kalmaktadır.

İnsanoğlu dünyada ebedi hayatına hazırlanacağı bir imtihan sürecindedir. İnsanın bilme ve irade etme özgürlüğü gibi kabiliyetlerine binaen muhatap olduğu bu süreç, aynı zamanda, ona anlamlı bir hayat sürdürme imkânı sunmaktadır. İnsan yaşadıklarını doğru değerlendirerek başına gelen hadiselerden ibret almalıdır. Doğal afetlere maruz kaldığında da dersler çıkarmalı, sorumluluklarını hatırlamalı, maddi ve manevi alanda yapması gerekenlere yönelmelidir.

İnsan toplum halinde bir arada yaşamanın gereği olarak başka insanlar tarafından yapılan hataların sonuçlarıyla da karşı karşıya kalabilir. Böyle bir durum karşısında, hadisenin kendisinden sorumlu olmasa bile, onu nasıl algılayıp anlamlandırdığı ve sonuçta nasıl bir tavır sergilediğinden sorumludur. Nitekim Yüce Allah Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır: “Hanginizin daha iyi işler yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratan O’dur” (Mülk Sûresi, 67/2); “Her canlı ölümü tadacaktır. Sizi hem iyi hem de kötü durumlarla deneriz; Sonunda bize döneceksiniz.” (Enbiyâ Sûresi, 21/35).

Dünya imtihanında başarılı olabilmenin yolu bela ve musibetler karşısında serinkanlı tutum ve davranışlar sergilemekten geçer. Başına gelen sıkıntı ve ıstıraplara sabredip en güzel şekilde mücadele edenler, ahirette büyük bir mükafata, ebedi bir huzur ve refaha kavuşacaktır. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de “Sabredenlere mükâfatları hesapsız verilecektir” (Zümer Sûresi, 39/10) buyurulur. Ancak musibetler karşısında sabretmek, hiçbir şey yapmadan sadece beklemek ve sıkıntılara çaresizce katlanmak değildir. Aksine sabırlı davranmak, bazen afetlerden zarar gören insanları teselli ederek acılarını hafifletmeyi, bazen de sorunu ve sorumluları doğru tespit edip benzer acıların yaşanmaması için gayretle çalışmayı ve daha yaşanabilir bir dünyayı nasıl kurabileceğimize dair umutlarımızı diri tutmayı gerektirir. Müslümanın başına gelen hadiseler karşısında metanet ve sabır göstermesi, ebedi nimetlere kavuşmasının da vesilesini oluşturur. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.) “Müminin durumu ne hoştur! Her hâli kendisi için hayırlıdır ve bu durum yalnız mümine mahsustur. Bir güzellik kendisine verildiğinde şükreder; bu onun için hayır olur; başına bir sıkıntı geldiğinde ise sabreder; bu da onun için hayır olur.” (Müslim, Zühd, 64) buyurmuştur.

Kur’ân-ı Kerim’de birçok ayette tekrarla ifade edildiği üzere Yüce Allah’ın kullarına karşı olan rahmet ve merhameti sınırsızdır. Bu bakımdan Müslümanın, içerisinde bulunduğu imtihan âleminde kendisine isabet eden afet, hastalık ve sıkıntı gibi hâdiselerin sonuç olarak Yüce Allah’ın rahmetiyle karşılık bulacağını unutmaması gerekir. Nitekim Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de çeşitli vesilelerle kullarını sınayacağını haber verirken, bu süreçleri Allah’a yönelerek sabır ve teslimiyetle karşılayanları müjdeleyerek  “İşte rablerinin lütufları ve rahmeti bunlar içindir” (Bakara Sûresi, 2/155) buyurması, kullarının kendilerine isabet eden olumsuzluklar karşısında mükâfatsız bırakılmayacağını açık bir şekilde ifade etmektedir. Bu doğrultuda Hz. Peygamber’in (s.a.s.), mümini inciten ve kendisine sıkıntı veren her hadisenin onun arınmasına ve âhiretteki derecesinin yükselmesine vesile olacağını haber vermesi (Müslim, Birr, 52; Ebu Dâvud, Cenâiz, 1) inananlar için büyük bir tesellidir.

Allah Resûlü (s.a.s.) ayrıca, deprem benzeri doğal afetlerde enkaz altında kalarak hayatını kaybeden müminlerin şehit hükmünde olduğunu müjdelemektedir. Afetlerde ölen insanlar şehitlikle ödüllendirilirken sağ kalanlara düşen en önemli görev ise, dua, niyaz ve yakarışlarla manevi duygularını güçlendirerek umudunu korumaktır. Nitekim Yüce Rabbimiz, “Kullarım sana beni sorduklarında bilsinler ki şüphesiz ben (onlara) yakınım, bana dua ettiğinde dua edenin dileğine karşılık veririm.” (Bakara Sûresi, 2/186) buyurarak kullarını kendisine yönelmeye davet etmektedir. Zira dua insanı teskin ederek maneviyatını besler, zorluklar karşısında dayanıklılığını artırır ve onun Allah katındaki değerini yüceltir. Netice itibarıyla müminlere düşen görev, zor zamanları sabır ve metanetle karşılamak, dünyanın neresinde olursa olsun bela ve musibetlere maruz kalanlara yardım etmek için seferber olmak ve afetlerin ortaya çıkardığı acıları azaltmaya ve yaraları sarmaya gayret etmektir.

  • Koruyucu aile olmanın hükmü nedir?

İslam’ın ilk yıllarında eski geleneğin devamı olarak bir süre muhafaza edilen evlatlık kurumu, Medine döneminde nazil olan “Allah, evlatlıklarınızı öz çocuklarınız (gibi) kılmamıştır.” (el-Ahzâb 33/4) mealindeki ayetle kaldırılmış, ardından gelen ayette de evlatlıkların evlat edinenlere değil asıl babalarına nispet edilmesi emredilmiştir. Buna göre dinimizde kimsesiz çocukların bakım ve gözetilmesi tavsiye edilmiş olmakla birlikte ‘hukuki sonuçlar doğuran bir evlatlık müessesesi’ kabul edilmiş değildir. Bunun tabii bir sonucu olarak evlatlığın nesebi, evlat edinene bağlanmaz, aralarında mahremiyet meydana gelmez ve mirasçılık ilişkisi doğmaz. Bununla birlikte evlatlık kurumu zaman zaman ‘koruyucu aile’ tarzında varlığını sürdürmüştür. İslam’ın evlatlık müessesesini kaldırması, yetim, öksüz ve kimsesiz çocuklarla ilgilenilmeyeceği anlamına gelmez. Çünkü İslam’a göre himayeye muhtaç çocuklara bakmak, onları beslemek, büyütmek büyük sevaptır ve bir insanlık ödevidir. Hz. Peygamber (s.a.s.), işaret ve orta parmağını göstererek “Ben ve yetimi himaye eden kimse cennette şöylece beraber bulunacağız.” (Buhari, Edeb, 24; Müslim, Zühd, 42; Ebu Davud, Edeb, 130; Tirmizi, Birr, 14) buyurmuştur. Bu itibarla, sevgiye, şefkate ve korumaya muhtaç kimsesiz çocuklar, kendilerine yardım eli uzatılarak, ailelerin yanında veya çocuk yuvalarında himaye edilmeli; eğitilip, sanat ve meslek sahibi yapılarak topluma kazandırılmalıdır. Fakat bunu yapmak için hiçbir kimsenin, çocuğun kendi soy kütüğü ile ilişkisini kesmeye, öz ana babasını unutturmaya hakkı olmadığı gibi kanuni mirasçıları arasına katma, aile içi tesettür ve mahremiyet bakımından öz evlat gibi davranması da doğru değildir. Bunun yerine İslam’ın tavsiyesi; koruma altına almak, bakmak, büyütmek, ihtiyaçlarını karşılamak, hukuk ve helal-haram kuralları bakımından ona öz çocuk gibi değil, bir din kardeşi gibi muamele etmektir.

  • Hangi durumlarda abdest yerine teyemmüm yapılır?

Abdest ve gusül için su bulunmaz veya bulunur da kullanma imkânı olmazsa her ikisinin yerine geçmek üzere teyemmüm yapılır. Teyemmümün su bulunmadığında yapılabileceği ayet-i kerimelerde açıkça belirtilmiştir (Nisa, 4/43; Maide, 5/6). Teyemmümle ilgili hadisler de su bulunamadığında teyemmümün yapılabileceği yönündeki Kur’an hükmünü teyit etmektedir. Nitekim bir kenara çekilip duran, cemaatle namaza iştirak etmeyen birini gören Resulullah, “Ey falan! Neden cemaate iştirak etmiyorsun?” diye sorduğunda adam, “Ey Allah’ın Resulü, cünüp oldum; su da yok” deyince Peygamber (s.a.s.), “Toprağı kullan, o sana yeterlidir” buyurdular (Buhari, Teyemmüm, 9).

 Teyemmüm şu hallerde yapılır:

  1. Abdest veya gusle yetecek miktarda su bulunamaması,
  2. Su bulunduğu halde, suya ulaşma imkânının olmaması,
  3. Su bulunduğu halde, havanın çok soğuk oluşu, banyo yapacak yerin bulunmayışı gibi engellerle suyu kullanma imkânının bulunmaması,
  4. Sağlık açısından suyun kullanılmasının sakıncalı olması,
  5. Yıkandığı veya abdest azalarını yıkadığı takdirde hastalanması, hastalığının artması veya iyileşme süresinin uzaması,
  6. Vücudun veya abdest organlarının yarısından fazlasının yara, yanık vb. sebeplerle yıkanamaması.

Uzuvlarının yarısından azında yara olan bir kimse ise, sağlam olan organlarını yıkar, yaralı olanları mesh eder. Konu ile ilgili bir rivayette ifade edildiğine göre, cünüp olan yaralı bir kişiye gusletmesi söylenmiş, o da yıkanmış ve bu sebeple ölmüştür. Haber Resulullah’a ulaşınca, “O’nu öldürmüşler! Hâlbuki ona, teyemmüm yeterliydi.” (Ebu Davud, Taharet, 128) buyurmuştur.

  • Teyemmüm nasıl yapılır; teyemmümü bozan şeyler nelerdir?

Teyemmüm, su bulunmadığında, ya da var olan suyu kullanma imkânı olmadığında, abdestsizlik ve cünüplük gibi hükmi kirliliği gidermek amacıyla temiz toprak veya toprak cinsinden bir şeye sürülen ellerle yüz ve iki kolun mesh edilmesi şeklinde yapılan hükmi temizlik demektir. Kur’an-ı Kerim’de, “Eğer hasta iseniz, yolculukta bulunuyorsanız, tuvaletten gelmiş iseniz veya kadınlara yaklaşmış ve su bulamamışsanız temiz bir toprağa yönelip, onunla yüzlerinizi ve ellerinizi mesh edin (teyemmüm edin),” (Nisa, 4/43; Maide, 5/6) buyrulmaktadır.

Teyemmüm edecek kimse, ne için teyemmüm edeceğine (abdeste veya gusle) niyet eder. Parmakları açık olarak ellerini temiz bir toprağa veya toprak cinsinden bir şeye vurur, ileri ve geri hareket ettirerek kaldırır, hafifçe birbirine vurarak ellerini silkeler. Ellerinin içiyle yüzünün tamamını bir kere mesh eder. Sonra ikinci defa ellerini aynı şekilde toprağa vurur ve sol elin içiyle, dirseğiyle birlikte sağ kolunu mesh eder; daha sonra da sağ elinin içiyle sol kolunu aynı şekilde mesh eder.

Abdesti bozan şeyler teyemmümü de bozar. Ayrıca, abdest veya gusle yetecek suyun bulunması, hastalığın iyileşmesi, suyu kullanabilme imkânının elde edilmesi gibi, teyemmüm etmeyi mubah kılan mazeretlerin ortadan kalkması da teyemmümü bozar (Mevsıli, el-İhtiyar, 1/86).

  • Abdest ve teyemmüme güç yetiremeyen kişi nasıl namaz kılar?

İnsanlar ancak yapabileceklerinden sorumludurlar. Zira dinimiz, kişiye güç yetiremeyeceği yükü yüklemez. Allah Teâlâ, Kur’an-ı Kerim’de “Allah bir kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü kılar” (Bakara, 2/286) buyurmuştur. Bu ilke, ibadetlerin kişiye gerekliliği konusunda olduğu gibi, ibadetlerin yapılışı ile ilgili konularda da geçerlidir.

Abdest almaya gücü yetmeyen kişi, teyemmüm ederek namazlarını kılar.

Kolları ve ayakları sağlam olduğu halde, temiz su ve temiz toprak kullanmaktan aciz olan veya ağır hasta olan kişi, kendi başına abdest alıp teyemmüm edemediği gibi bu konuda kendisine yardım edecek birini de bulamıyorsa, vakte hürmeten namaz kılanların hareketlerini yapar ve iyileştiğinde de namazlarını kaza eder (Haskefi, ed-Dürrü’l-muhtar, 1/184-185, 423). Şafii mezhebinde sahih kabul edilen görüş de bu şekildedir (Nevevi, el-Mecmu‘, 2/323). Hanbelilere göre ise bu haldeyken namaz kılınabileceğinden daha sonra kaza edilmesi de gerekmez (İbn Kudame, el-Muğni, 1/328).

Kolları ve ayakları olmadığı için abdest almaya gücü yetmeyen ve kendisine yardım edecek kimsesi de bulunmayan kişi, teyemmüm de yapamayacak durumda ise, bu kişiye abdest ve teyemmüm yükümlülüğü yoktur. Kendisini abdestli gibi kabul ederek, kılabildiği şekilde namazlarını kılar. Bu namazları daha sonra kaza etmesi gerekmez. (İbn Nüceym, el-Bahr, 1/151, 246-249; İbn Abidin, Reddü’l-muhtar, 1/185, 423).

  • Cünüp olan kimse yıkanmak için su ve uygun bir yer bulamazsa ne yapar?

Yıkanmak için su bulamayan veya soğukta gusül abdesti aldığı takdirde hastalanacağı kanaatinde olan ya da gusül abdesti alabileceği uygun bir yer bulamayan cünüp kimse, teyemmüm ederek namazını kılar. Çünkü bu noktada zaruret oluşmuştur (Merğinani, el-Hidaye, 1/173,174; Mevsıli, el-İhtiyar, 1/82).

  • Abdest alabileceği uygun bir ortam bulamayan kadın, teyemmüm ederek namazını kılabilir mi?

Kadın abdest alırken yabancılar tarafından görülmesi haram olan yerleri açılacaksa, kendisi hükmen suyu kullanmaktan aciz kabul edilir. Ancak bu durumdaki bir kadın, namaz vaktinin sonuna kadar abdest alabileceği uygun ortamı bekler. Eğer vaktin çıkacağından endişe ederse teyemmüm ederek namazını kılar (İbn Abidin, Reddü’l-muhtar, 1/289-290, 399; Tahtavi, Haşiye, s. 118).

  • Abdest alırken başörtüsünün üzerinden baş mesh edilebilir mi?

Başın mesh edilmiş olması için ıslaklığın başın en az dörtte birine temas etmesi şarttır. Bu sebeple, eğer eşarp ve bone gibi giysiler üzerinden mesh yapılacaksa bunların ıslaklığı saça geçirmeleri gerekir. Islaklığın saça temasını önleyecek nitelikteki başörtüsü, bone, peruk vb. şeyler üzerine yapılan “mesh” geçerli olmaz (Kâsânî, Bedâi’, 1/4-5; Merğînânî, el-Hidâye, 1/32). Bu durumda kadınlar abdest alırken başörtülerini çıkartmadan, ellerini başörtülerinin altına sokarak başlarını mesh edebilirler. Zira Hz. Peygamber(s.a.s.) sarığını çıkarmadan, altından elini sokarak başını mesh etmiştir (Ebû Dâvûd, Tahâre, 57 [150, 153]).

  • Cenazenin tırnaklarında oje ya da protez tırnak, yüzünde makyaj gibi suyun deriye temasını engelleyen maddeler varsa ne yapılır?

Ölen kimsenin yüzünde veya tırnaklarında suyun deriyle temasına engel olan bir madde varsa cenaze yıkanırken bunun çıkarılması gerekmez.         

  • Namazda veya namaz dışında ağlamak abdesti bozar mı?

Her ne sebeple olursa olsun namaz dışında ağlamak ve buna bağlı olarak gözden yaş akması abdesti bozmaz. Namaz esnasında dünyalık bir endişe ile ses çıkararak ağlamak kişinin namazını bozar, ancak abdestini bozmaz (Mergınani, el-Hidaye, 2/4,5). Namazda Allah korkusu, cennet veya cehennemin hatırlanması vb. nedenlerle ağlamak abdesti bozmayacağı gibi namaza da zarar vermez.

  • Özür hali ne demektir ve özür sahibi kimse ne zaman abdest alır?

Fıkıhta özür kavramının en çok kullanıldığı konuların başında, sürekli devam eden abdest bozucu haller gelir. Sürekli burun kanaması, idrarını tutamama, sürekli kusma, yellenme, yaranın sürekli kanaması ve akması, kadınların istihaze durumları gibi abdesti bozan ve süreklilik taşıyan bedeni rahatsızlıklara özür, böyle kimselere de özür sahibi denir (Kasani, Bedai’, 1/28, 29; Merğinani, el-Hidaye, 1/217-219; İbn Abidin, Reddü’l-muhtar, 1/504). Bir kimsenin ibadet konusunda özür sahibi sayılabilmesi için özrünün bir namaz vakti içinde abdest alıp namaz kılacak kadar bile kesilmemesi ve her namaz vaktinde en az bir defa tekrarlaması gerekir. Özür hali, sebebin tam bir namaz vakti süresince kesilmesiyle ortadan kalkar (İbn Abidin, Reddü’l-muhtar, 1/504-505). Özür sahibi kimse Hanefi mezhebine göre her namaz vakti için abdest alır. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.) özür sahibi bir kadına böyle yapmasını bildirmiştir (Buhari, Vudu’, 63). Özür sahibi, özür halinin abdesti bozmadığını varsayarak o vakit içinde aldığı abdestle, onu bozan yeni bir durum meydana gelmedikçe, dilediği kadar farz, vacip, sünnet, kaza namazı, cuma ve bayram namazı kılabilir, Kâbe’yi tavaf edebilir, Mushaf’ı tutabilir (Merğinani, el-Hidaye, 1/219-220). Ancak özür sahibinin abdesti namaz vaktinin çıkmasıyla bozulur. Dolayısıyla yeni namaz vaktinde tekrar abdest alması gerekir.

Özür sahibi kimsenin abdesti özür hali dışında abdesti bozan diğer şeylerle bozulur (Kasani, Bedai’, 1/28). Mesela idrarını tutamayan ve bu sebeple özür sahibi sayılan kimsenin, burnunun kanamasıyla veya yellenmesiyle abdesti bozulur.

İmam Şafii’ye göre özür sahibi kimsenin bir namaz vakti içinde kılacağı her farz namaz için ayrı ayrı abdest alması gerekir. Zira onun abdesti kıldığı namaz bitince son bulmuş olur. Bu abdest ile dilediği kadar nafile namaz kılabilir (Şirbini, Muğni’l-muhtac, 1/175).

Maliki mezhebine göre özür sahibinin abdesti, vaktin girmesi veya çıkması ile değil, özrün dışında abdesti bozan bir şeyin meydana gelmesi ile bozulur (İbn Rüşd, Bidaye, 1/35; Desuki, Haşiye, 1/114-118). Bir kimsede bulunan özürlülük durumunun o kişiyi ileri derecede sıkıntıya sokması ve abdest almada ciddi zorluklarla karşı karşıya bırakması halinde Maliki mezhebinin bu görüşü ile amel edilebilir.

  • Sağlık personelinin ya da hastaların, üzerine kan sıçramış elbiseyle namaz kılmaları caiz midir?

Namazın şartlarından birisi necasetten (pislikten) temizlenmektir. Namaz kılacak kişinin elbisesinin, bedeninin ve namaz kılacağı yerin, el ayası miktarında ve daha fazlasında kan, idrar gibi necasetler bulunursa namaza mani olur. Bu miktardan az olan necaset ise ruhsat kapsamında olup namaza engel teşkil etmez. Ancak kişinin bedeninde, elbisesinde veya namaz kılacağı yerde bulunan az veya çok her türlü necaseti temizlemesi namazın ruhuna uygun bir davranış olduğundan, temizleme imkânı olduğunda az da olsa bu pislikle namaz kılmak mekruhtur (İbnü’l-Hümâm, Fethu’l-kadîr, 1/202-205; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/506, 522-526).

Bu itibarla hasta ya da sağlık personelinin üzerine kan sıçramış kıyafeti değiştirme imkânı varsa, namazı temiz giysiyle kılmaya dikkat etmeleri uygun olur. Bunun mümkün olmadığı durumlarda ise yukarıda belirlenen miktarı aşmadıkça kan sıçramış elbiseyle namaz kılınabilir.

  • İş elbisesi ile namaz kılınabilir mi?

Namazın şartlarından birisi necasetten (pislikten) taharettir. Namaz kılacak kişinin elbisesinde, bedeninde ve namaz kılacağı yerde, kan, idrar, şarap, dışkı gibi namaza mani necasetler bulunmamalıdır (Merğinani, el-Hidaye, 1/228,229). İşin cinsine göre iş elbisesinde bulunan badana, boya, madeni yağlar, pas ve benzeri kirler necaset olmadıkları için namazın sıhhatine engel değildir (Merğinani, el-Hidaye, 1/228-248). Ancak, namaz için camiye veya mescide gidecek kişinin temiz elbise giymesi Kur’an-ı Kerim’in tavsiyesidir (A’raf, 7/31).

  • Mest üzerine mesh nasıl yapılır ve bunun şartları nelerdir?

Mest, ayakları bilekleriyle beraber örten bir tür ayakkabıya verilen isimdir. Mestler üzerine meshin caiz olabilmesi için gerekli olan şartlar şunlardır:

  1. Ayaklar yıkanarak alınan bir abdestten sonra giyilmiş olması,
  2. Ayağa giyilmiş olarak normal bir yürüyüşle yaklaşık 5 km. veya daha fazla yürünecek kadar dayanıklı olması,
  3. Mestlerin, ayağa giyildikten sonra bağsız olarak durabilecek kadar sağlam ve kalın olması,
  4. Mestlerin her birinde, en küçük ayak parmağının üç katı kadar genişlikte delik bulunmaması,
  5. Suyu emerek hemen ayağa geçirmemesi gerekir.

Mesh, bir nevi hükmi temizlik olup; abdestte ayağa giyilen mestin veya yaraya sarılan sargının üzerine ıslak elle yapılır. Abdest alırken mestler üzerine mesh etmek Hz. Peygamberin (s.a.s.) sünnetiyle sabittir. Nitekim Hz. Peygamberin (s.a.s.) abdest aldığını ve mestlerinin üzerine mesh ettiğini bildiren birçok rivayet vardır (Buhari, Vudu, 35, 48; Müslim, Taharet, 72, 73). Abdestli olarak ayağına mest giyen kimse, mest giydikten sonra abdestinin bozulduğu andan itibaren başlamak üzere, mukim ise bir gün, yolcu ise üç gün mestleri üzerine mesh edebilir. Hz. Peygamber (s.a.s.) misafir için üç gün üç geceyi, mukim için de bir gün bir geceyi mest üzerine mesh süresi olarak tayin etmiştir (Nesai, Taharet, 98). Mestleri mesh ederek abdest aldıktan sonra, abdestli iken ayağından her iki mestini veya birisini çıkaran bir kişinin, hades (abdestsizlik hali) ayağına geçmiş kabul edildiğinden abdestini bozmadan ayaklarını yıkayıp tekrar mestleri giymesi gerekir. Abdesti yokken çıkarmışsa, tekrar abdest alırken ayaklarını yıkması gerekir. Süresi dolduğunda, abdestli ise mestleri çıkarıp ayaklarını yıkaması yeterlidir; abdestsiz ise ayağını yıkayarak tam abdest almalıdır (Kasani, Bedaiu’s-sanai, 1/9).

  • Bedeninde veya bir uzvunda sargı, alçı ya da yara bulunan kimse nasıl abdest alır?

Kırılan veya yaralı olan bir organı yıkamak, yaraya zarar verirse veya yaranın iyileşmesini geciktirecek olursa üzerine bağlı olan alçı veya bez sargıya yahut bir şeyle bağlanan pamuğa abdestte veya gusülde bir defa mesh edilir. Sargı üzerine meshin meşruluğu sünnetle sabittir. Hz. Ali (r.a.) şöyle demiştir: “Bileklerimden biri kırılmıştı. Peygamber’e (s.a.s.) sordum, o da sargıların üzerine mesh etmemi emretti” (İbn Mace, Taharet, 134). Vücudun herhangi bir yerinde kırık, çıkık veya yaradan dolayı sargı bulunduğunda, abdest alırken veya guslederken yaraya zarar vermiyorsa bu sargı çözülerek altı yıkanır ve yaranın üstü mesh edilir. Ancak sargının çözülmesinin zararlı olması halinde çözülmeyip üzerine mesh edilebilir. Sargının üzerine bir defa mesh edilmesi yeterlidir. Yapılan bu mesh ile o uzuv hükmen yıkanmış olur. Sargının abdestsiz veya cünüp iken sarılmış olması meshe engel olmadığı gibi, sargı üzerine meshin belirli bir süresi de yoktur; yara veya kırık iyileşinceye kadar aynı sargı üzerine mesh edilebilir. Zarar vermesi halinde mesh de terk edilir (Kasani, Bedai’, 1/13-14). Üzerine mesh ettikten sonra sargının değiştirilmesi veya düşmesi halinde, mesh bozulmaz; iade edilmesi de gerekmez. Ancak, yaranın iyileşmesi halinde, sargı açılmış olsun veya olmasın, mesh bozulur. Sargı veya alçı eğer abdest veya gusül uzuvlarının çoğunluğunu kaplamış ise, abdest almak yerine teyemmüm edilir (İbn Abidin, Reddü’l-muhtar, 1/217, 434, 470 vd.). “Eğer cünüp iseniz iyice (yıkanıp) temizlenin. Eğer hasta veya seferdeyseniz veya tuvaletten gelmişseniz veya kadınlara dokunmuşsanız (cinsel ilişkiye girmişseniz), su da bulamamışsanız temiz bir toprağa yönelip onunla yüzlerinizi ve ellerinizi mesh edin” (Maide, 5/6) ayeti bu tür durumlarda teyemmüm edilebileceğini ifade etmektedir.

  • Çizme veya bot üzerine mesh caiz midir?

Ayakları aşık kemikleri ile birlikte mest gibi örten bot, çizme, potin vb. giyecekler de mest hükmündedir. Bu itibarla bir kimse, abdestli olarak giymiş olduğu çizme veya botların üzerine mesh edebilir ve bunları çıkarmadan namaz kılabilir. Ancak botun veya çizmenin üzerinde ya da altında namaza engel bir pislik varsa bunu temizlemesi gerekir (Merğinani, el-Hidaye, 1/201, 202; Mevsıli, el-İhtiyar, 1/92, 93).

  • Abdestli iken mestlerin çıkarılıp giyilmesi abdesti bozar mı?

Abdestte ayaklarını yıkadıktan sonra mestlerini giyen kimsenin, bu abdesti devam ettiği sürece mestleri çıkarıp giymesiyle abdesti bozulmaz. Mestlerin üzerine mesh etmek suretiyle abdestini tamamladığı durumlarda ise, daha sonra mestlerini çıkaracak olursa meshi bozulur. Bu durumda sadece ayaklarını yıkayıp mestlerini giymesiyle abdesti devam eder (Merğinani, el-Hidaye, 1/198,199; Mevsıli, el-İhtiyar, 1/90, 95).

  • Ulaşım araçlarında farz veya nafile namazlar kılınabilir mi?

Otomobil, otobüs, uçak ve tren gibi ulaşım araçlarında nafile namaz kılmak caiz ise de, normal durumlarda farz namazların kılınması uygun görülmemiştir. Çünkü söz konusu ulaşım araçlarında namaz kılındığı takdirde namazın kıyam, rükû, secde ve istikbal-i kıble gibi farzlarını yerine getirme imkânı yoktur. Nitekim Resulullah (s.a.s.), nafile namaz kılarken, hangi istikamete dönerse dönsün bineği üzerinde namaz kılardı. Farz namaz kılmak istediğinde ise bineğinden iner ve kıbleye dönerek namazını kılardı (Buhari, Salat, 31).

Farz namazlar ise ancak cana ve mala zarar gelme korkusunun bulunduğu hallerde veya yerin çamurlu olması, namaz kılacak uygun bir yerin bulunmaması gibi zaruret durumlarında binek üzerinde kılınabilir. (Kasani, Bedai’, 1/108). Günümüzde, otobüs, tren ve uçak ile seyahat edenler, namazlarını ayakta ve kıbleye dönerek kılmaları genellikle mümkün olmadığından, oturdukları yerde ima ile kılabilirler.

Seyahat firmalarının yolcuların dini hassasiyetini gözeterek mola zamanını namaz vakitlerine denk gelecek şekilde düzenlemeleri tavsiye edilir.

Bununla birlikte yolcular, namazlarını yolculuk öncesinde veya sonrasında ya da mola yerlerinde cem ederek de kılabilirler. Cem, yalnızca öğle ile ikindi ve akşam ile yatsı namazları arasında olabilir. Öğle ile ikindinin cemi, ikindiyi öğle vaktinde öğle namazından sonra (cem-i takdim) ya da öğleyi ikindi vaktinde ikindi namazının öncesinde kılmak (cem-i tehir) şeklinde yapılabilir. Akşam ile yatsının cemi de yatsıyı akşam vaktinde akşam namazından sonra (cem-i takdim) ya da akşamı yatsı vaktinde yatsı namazından önce kılmak (cem-i tehir) şeklinde yapılabilir. Cem edilecek namazlar ara verilmeksizin peş peşe kılınır. Ayrıca cem-i takdim halinde birinci namaza başlarken, cem-i tehir halinde ise birinci namazın vakti içinde cem yapmaya kalben niyet edilir.

  • Seferî sayılma bakımından bulunulan yerleri ifade eden vatan-ı asli, vatan-ı ikamet ve vatan-ı sükna ne demektir?

İslam, namaz ve oruç gibi ibadetlerin eda edilmesinde yolcularla ilgili bazı özel hükümler getirmiştir. Buna göre dinen yolcu (seferî) sayılan kimselerin dört rekatlı farz namazları iki rekat kılmaları, Ramazan oruçlarını sonradan tutmak üzere erteleyebilmeleri bu özel hükümlerdendir. Dinen yolcu sayılabilmenin iki temel ölçütü vardır. Bunlardan biri mekân, diğeri ise mesafedir. Yolculuk açısından bir kimsenin bulunduğu yer, ya “vatan-ı asli”, ya “vatan-ı ikamet”, ya da “vatan-ı sükna”dır.

Vatan-ı asli: Asli yerleşim yeri demektir. Bir insanın doğup yaşadığı yer veya çalışmak üzere yerleşip geçimini sağladığı, ev alıp çoluk çocuğu ile yerleştiği yerdir. Kişi burada yolcu olmaz.

Vatan-ı ikamet: Yerleşmek maksadı olmaksızın on beş günden fazla kalmak üzere bulunduğu ve asli vatanından en az doksan km. uzaklıktaki yerdir. Kişi burada da yolculuk hükümleri uygulamaz.

Vatan-ı sükna: Bir kimsenin on beş günden az bir süre kalmak niyetiyle bulunduğu, asli ya da ikamet vatanından en az doksan km uzaklıktaki yerdir (Haddad, el-Cevhera, 1/104). Kişi kaldığı yerde bu durumda ise yolcu sayılır.

Bu hükümler Hanefi mezhebine göredir. Şafii mezhebine göre ise seferî sayılabilmek için yaklaşık 90 km bir mesafeye gitme niyeti ile yola çıkılmış olmalı ve gidilen yerde, giriş ve çıkış günleri hariç dört günden az kalınmalıdır. Dört gün ya da daha fazla kalınmaya niyet edilmesi halinde seferîlik hükmü biter (Remli, Nihayetü’l-muhtac, 2/257).

  • Seferî olan bir kimse mukim imamın arkasında namazını nasıl kılar?

Seferî olan bir kimse, mukim bir imama uyarsa namazını tam olarak kılar (Mevsıli, el-İhtiyar, 1/269). Zira Resulullah (s.a.s.), “İmam kendisine uyulsun diye imam olmuştur” (Buhari, Salat, 18) buyurarak, cemaatin namazının, imamın namazıyla aynı olması gerektiğini ifade etmiştir. Seferî olan kişi, vakit içinde mukim bir imama uyup namazını imamla beraber tamamlamadan selam verirse, kıldığı bu namaz geçerli olmaz. Bu durumda namazı geçersiz olan kimse, aynı namazı yeniden tek başına kılarken dört rekat olarak değil iki rekat olarak kılar.

  • Seferî iken kılınamayan namazların kazası nasıl yapılır?

Namazlar, vaktinde kılındığında nasıl kılınması gerekiyor idiyse aynı şekilde kaza edilirler. Buna göre yolculuk halinde kazaya kalan dört rekatlı namazlar, ister yolculuk (sefer) halinde, ister yolculuk sona erdikten sonra kaza edilsin, ikişer rekat olarak kaza edilirler. Aynı şekilde yolculuk hali dışında kazaya kalan bir namaz, yolculuk sırasında kaza edilmek istendiğinde dört rekat olarak kılınır (Merğinani, el-Hidaye, 2/106-107). Şafiilere göre ise seferde kılınmamış bir namaz ikamet halinde dört rekat olarak kaza edilir (Şirbini, Muğni’l-muhtac, 1/396).

  • Seferî olan kişi namaz kıldırabilir mi?

Seferî kimse, hem seferî olan cemaate, hem de mukim olan cemaate imamlık yapabilir. Seferî olan kişi dört rekatlı farz namazları iki rekat kılacağı için mukim olan cemaate namaz kıldıracağı zaman, namaza başlamadan önce, “Ben seferîyim, ikinci rekatın sonunda selam vereceğim. Ben selam verince siz selam vermeksizin kalkıp namazınızı tamamlayınız.” şeklinde cemaati uyarması, karışıklığı önlemek bakımından uygun olur (Kasani, Bedai’, 1/101-102; Merğinani, el-Hidaye, 2/104,105). Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), Mekke fethinden sonra Mekke’de kaldığı sürece namazları kısaltarak kıldırmış ve “Biz misafiriz, siz namazlarınızı tamamlayınız” (Ebu Davud, Salatü’l-müsafir, 10) buyurmuştur. Hz. Ömer (r.a.) de aynı şekilde, Mekke’ye geldiği zaman dört rekatlı farzları iki rekat olarak kıldırmış ve mukim cemaate, “Mekkeliler! Namazınızı tamamlayınız; biz misafiriz” (Muvatta, Kasru’s-salat, 19) demiştir.

  • Müslümandan namaz ibadeti ne zaman ve hangi hallerde düşer?

Akıl sağlığı yerinde olan ve ergenlik çağına ermiş her Müslümana namaz farzdır. Bu şartları taşımayan kimseler namazla mükellef değildir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadiste çocuklar ve akıl sağlığı yerinde olmayan kimselerin sorumlu olmadığını belirtmiştir (Ebu Davud, Hudud, 16) .

Bunun yanında sağlıklı olmayanlardan da bazı durumlarda namaz yükümlülüğü düşer:

Hanefilere göre, sadece başını hareket ettirerek namaz kılmaya gücü yetmeyecek derecede rahatsız olan kimse namaz kılmaz. Kişinin bu halde kılamadığı namazları bir günlük (beş vakit) namazdan az ise, iyileştikten sonra bunları kaza etmesi gerekir; kazaya kalan namaz beş vakit veya daha çok olursa o kimsenin bu namazları kaza etmesi gerekmez. Eğer kişi bu hastalıktan ölürse, kaza etme imkânı bulamadığı için borçsuz olarak Allah’ın huzuruna çıkmış olur. Baygın kalan kişi için de aynı hükümler geçerlidir. (Kasani, Bedai’, I, 106, 107, 108). İmam Şafii bayılmanın tam bir namaz vakti sürmesi halinde  namazın kazasının gerekmeyeceğini söylemiştir (Şirbini, Muğni’l-muhtac, I, 204).

Hayatını yatalak olarak geçiren kişi, eğer yataktan kalkıp abdest alamıyorsa veya abdest aldıracak birini bulamıyorsa yanında bulunduracağı tuğla, kiremit veya taş gibi bir madde üzerine teyemmüm eder. Yatağından doğrulmaya ve kıbleye yönelmeye tek başına imkân bulamayan kişi, kendisine yardım edecek kimse de olmadığı takdirde yerinden doğrulmadan, yüzünü çevirebildiği kadar kıbleye çevirerek yattığı yerde namazını ima ile kılar (Serahsi, el-Mebsut, 1/112-113; Kasani, Bedai’, 1/48). Hastalığından dolayı kendi başına teyemmüm edemeyen ve bu konuda kendisine yardım edecek birini de bulamayan kişi kendisini abdestli gibi sayarak isterse namazını ima ile kılar; isterse de kazaya bırakır; iyileşmesi halinde kaza eder, iyileşmeme durumunda ise kendisinden yükümlülük düşer (İbn Nüceym, el-Bahr, 1/246-249,151; Haskefi, ed-Dürrü’l-muhtar, 1/184-185, 423; İbn Abidin, Reddü’l-muhtar, 1/185, 423).

  • Sağlık ve güvenlik gibi görevlerde çalışan bir kimse namazların sadece farzını kılmakla yetinebilir mi?

Vakit namazlarının öncesinde ve sonrasında kılınan sünnet namazlar, farz namazlara hazırlayıcı ve bu namazlarda oluşabilecek eksiklikleri tamamlayıcı ibadetler olarak değerlendirilmiş ve bu namazların mümkün oldukça kılınması tavsiye edilmiştir. Nitekim Resulullah (s.a.s.) bazı hadis-i şeriflerinde kulun mahşer gününde hesaba çekilirken eksik farz namazlarının, nafile namazlarla tamamlanacağını beyan etmişlerdir. Ebu Hureyre’nin (r.a.) Resulullah’tan (s.a.s.) naklettiği bir hadiste şöyle buyrulur: “Hesap gününde kulun ilk hesaba çekileceği şey farz namazdır. Eğer bu namazı tam olarak yerine getirmişse ne güzel. Aksi halde şöyle denilir: Bakın bakalım, bunun nafile namazı var mıdır? Eğer nafile namazları varsa, farzların eksiği bu nafilelerle tamamlanır. Sonra diğer farzlar için de aynı şeyler yapılır” (Tirmizi, Salat, 193; Ebu Davud, Salat, 151; Nesai, Salat, 9, İbn Mace, İkame, 202). Ancak bu namazlar yükümlülük ifade eden farz ya da vacip namazlar değildirler. Dolayısıyla mazeretleri olanlar alışkanlık haline getirmemek kaydıyla gerektiğinde bu sünnetleri terk edebilirler.

  • Deprem bölgesinde cenazeler yıkanamıyor ya da teyemmüm yaptırılamıyorsa bu halde namazını kılıp defnetmek caiz midir?

Cenazeyi su ile yıkama imkânı olduğu sürece su ile yıkamak gerekir. Su ile yıkama imkânının olmadığı durumlarda cenazeye teyemmüm yaptırılır. Cenazeye uygulanan teyemmüm, kişilerin abdest veya gusül yerine aldıkları teyemmüm gibidir. Teyemmüm aldıracak kişi, ne için teyemmüm aldıracağına (gusle) niyet eder. Eldivenli veya eldivensiz olarak parmakları açık şekilde ellerini temiz bir toprağa veya toprak cinsinden bir şeye vurur, ileri ve geri hareket ettirerek kaldırır, hafifçe birbirine vurarak ellerini silkeler. Ellerinin içiyle cenazenin yüzünün tamamını bir kerede mesh eder. Sonra ikinci defa ellerini aynı şekilde toprağa vurur ve sol elin içiyle, cenazenin dirseğiyle birlikte sağ kolunu mesh eder; daha sonra da sağ elinin içiyle cenazenin sol kolunu aynı şekilde mesh eder. Erkek, erkek cenazeye, kadın da kadın cenazeye teyemmüm ettirir. Zaruret durumlarında erkek veya kadın eldiven kullanarak karşı cinsten olan cenazeye teyemmüm ettirebilir.

Cenaze, teyemmüm yaptırılamayacak halde ise mevcut haliyle namazı kılınır ve defnedilir.

  • Cenazeyi yıkamanın hükmü nedir? Yıkanmadan defnedilmiş cenazenin kabirden çıkarılıp yıkanması gerekir mi?

Müslüman cenazesinin yıkanıp kefenlendikten sonra namazının kılınması farz-ı kifayedir (Kasani, Bedai’, 1/300, 306 318; Mevsıli, el-İhtiyar, 1/303, 310). Bu görev bazı Müslümanlar tarafından yerine getirildiği takdirde diğerleri sorumluluktan kurtulur. Herhangi bir sebeple yıkanmadan defnedilen cenaze, defin işlemi bittikten sonra yıkanmak amacıyla mezardan çıkarılmaz (İbn Abidin, Reddü’l-muhtar, 3/145).

  • Cenaze nasıl kefenlenir? Cenaze kefenlenmeden elbisesiyle gömülebilir mi?

Cenazenin yıkanmasından sonra, usulüne uygun olarak hazırlanmış bezlerle sarılıp örtülmesine kefenleme (tekfin) denir. Cenazenin kefenlenmesi, Müslümanların üzerine farz-ı kifayedir. Resul-i Ekrem (s.a.s.), “Sizden birisi (ölen) din kardeşinin cenazesinin teçhiz ve tekfinini üstlendiği zaman bu işi güzelce yapsın” (Müslim, Cenaiz, 49; İbn Mace, Cenaiz, 12) buyurmuştur. Kefenleme erkekler için gömlek, izar ve lifafe olmak üzere üç parça; kadınlar için bunlara ilaveten, başörtüsü ve göğüs örtüsü olmak üzere beş parça bez ile yapılır. Yeterli kefen örtüsü bulunamaması halinde, erkekler için izar ve lifafe olmak üzere iki parça; kadınlar için de bunlarla birlikte başörtüsü olmak üzere üç parça bez ile yetinilir. Bunların da bulunamaması halinde ise vücudun bütününü örtecek bir bez yeterli olur (Müslim, Cenaiz, 44). Bu durumda kadın ve erkeğin kefenlenmesi arasında fark yoktur. Kefenin parçalarından biri olan gömlek, cenazeyi boyundan ayaklara; ‘izar’ baştan ayaklara, lifâfe ise baştan ayağa kadar örten bez olup kefenin en dış parçasıdır. Bu, ayak ve baş tarafından bağlanması için biraz daha uzundur. Kefenin beyaz renkli pamuk bezinden olması daha faziletlidir. Hz. Peygamber (s.a.s.), “Ölülerinizi beyaz kefenle kefenleyiniz” (İbn Mace, Cenaiz, 12) buyurmuştur. İslam’a göre, ölü kefenlenmeden üzerindeki elbiseyle gömülemez. Ancak Allah yolunda savaşırken şehid düşen kimse bundan müstesnadır. Hem dünya hem de ahiret bakımından şehid sayılanlar kefenlenmez, namazları kılındıktan sonra kanlı elbiseleriyle defnedilir, zira onların kefenleri, üzerlerindeki elbiseleridir.

  • Deprem bölgelerinde kefen bulunamadığı takdirde cenazelerin ceset torbasıyla gömülmesi caiz midir?

Cenazenin kefenlenmesi, Müslümanların üzerine farz-ı kifâyedir. Bilindiği gibi kefenleme normal şartlar altında erkekler için üç parça; kadınlar için de beş parça bez ile yapılır. Buna yetecek kefen örtüsü bulunamaması halinde kefenleme, erkekler için iki parça; kadınlar için de üç parça bez ile yapılır. Bunların da bulunamaması halinde vücudun bütününü örtecek bir bez kefen için yeterli olur. (Müslim, Cenâiz, 44). Bu durumda kadın ve erkeğin kefenlenmesi arasında fark yoktur. 
Bununla birlikte kefen, bez vb. malzemenin bulunamaması veya farklı sebeplerle kullanılamaması durumunda ceset torbasının kefen sayılarak cenazenin defnedilmesi de caizdir.

  • Cenaze namazının hükmü nedir?

Cenaze namazı, farz-ı kifayedir. Müslümanların ölen din kardeşlerine karşı yerine getirmeleri gereken dini vecibelerin başında cenaze namazının kılınması ve bunun için gerekli hazırlıkların yapılması gelmektedir. Kadın olsun erkek olsun yalnız bir kişinin bu namazı kılmasıyla farz yerine getirilmiş olur. Cenaze namazı, Allah’a sena, Resulullah’a (s.a.s.) salat ve ölü için duadan ibarettir. Tebük seferîne mazeretsiz çıkmayan münafıklarla ilgili olarak şöyle buyrulmaktadır: “Onlardan ölen hiçbirinin (cenaze) namazını kılma ve kabrinin başında durma. Çünkü onlar Allah’ı ve Resulü’nü inkâr ettiler ve fasık olarak öldüler” (Tevbe, 9/84). Bu ayet, cenaze namazının farz oluşuna işaret etmektedir. Ayrıca Resulullah (s.a.s.), bir Müslümanın ölümü üzerine, “Bir din kardeşiniz vefat etmiştir. Kalkın, onun cenaze namazını kılın” (Müslim, Cenaiz, 66) buyurmuştur.

  • Cenaze namazı nasıl kılınır?

Cenaze namazı rükû ve secdesi olmayan bir namazdır; rükünleri kıyam ve tekbirlerdir. Cenaze namazında iftitah (başlangıç) tekbiriyle birlikte dört tekbir bulunmaktadır. Selam vermek vaciptir. Sünnetleri ise, Allah’a hamd ve sena etmek, Resulullah’a (s.a.s.) salat ve selam getirmek, hem ölü hem de Müslümanlar için dua etmekten ibarettir. Cenaze namazı kılmak için, cenazeye karşı ve kıbleye yönelik olarak saf bağlanır ve niyet edilir. İmam ve cemaat tekbir alarak ellerini bağlarlar “ve celle senaük” cümlesiyle birlikte “Sübhaneke”yi okurlar. Ardından, eller kaldırılmadan tekbir alınır ve “Salli-Barik” duaları okunur. Tekrar eller kaldırılmaksızın tekbir alınır. Bilenler cenaze duasını (Tirmizi, Cenaiz, 38), bilmeyenler ise dua niyetiyle “Fatiha” suresini veya başka bir duayı okurlar (Tirmizi, Cenaiz, 39). Dördüncü tekbirden sonra sağa ve sola selam verilir. Böylece namaz tamamlanmış olur.

Cenaze namazında taharet, kıbleye yönelmek, setr-i avret (vücudun örtülmesi gereken yerlerini örtmek) ve niyet gibi şartlara riayet edilir. Namazı kılınacak cenazenin Müslüman olması, yıkanıp kefenlenmiş olması, cemaatin önünde olması gerekir. Ayrıca Hanefi ve Malikilere göre bedeninin tamamı veya yarıdan fazlası yahut başı ile birlikte en az yarısı bulunmalıdır. Şafiilere göre ise kişi ölüp de bir tek uzvu bulunsa bile cenaze namazı kılınır. Nitekim ashab, ölen ve sadece eli bulunan bir sahabinin namazını kılmıştır (Şirbini, Muğni’l-muhtac, 1/518). Canlı olarak doğup ölen çocuk yıkanır ve cenaze namazı kılınır (el-Fetava’l-Hindiye, 1/174).

  • Cenaze namazını kılmanın belli bir vakti var mıdır? Cenazenin defni geciktirilebilir mi?

Cenaze namazının kılınması için belirli bir vakit yoktur. Günün her saatinde cenaze namazı kılınabilir. Ancak zorunlu olmadıkça kerahet vakitlerinde kılınması uygun değildir (Tirmizi, Cenaiz, 41). Hazırlanmış olan bir cenazeyi bekletmeksizin, namazını kılıp çabukça defnetmek daha uygundur (Tirmizi, Cenaiz, 30). Bununla beraber, daha çok cemaatin katılması, ölen kişinin akraba, eş, dost ve komşuları gibi hukuku bulunan insanlara ölüm haberini duyurup son görevlerini yapmak üzere cenaze merasiminde bulunabilmelerinin sağlanması amacıyla cenaze bir süre bekletilebilir.

  • Cenaze namazı teyemmüm ile kılınabilir mi?

Cenaze namazı, şartları bakımından diğer namazlar gibidir. Bu namazda, taharet, kıbleye yönelmek, setr-i avret ve niyet gibi şartlara riayet edilir. Cenaze namazının abdestsiz olarak kılınması caiz değildir. Ancak kişi abdest ile meşgul olduğu takdirde cenaze namazını kaçıracak ise, teyemmüm ederek cenaze namazını kılabilir (Mevsıli, el-İhtiyar, 1/86).

  • Cenaze namazı ayakkabı ile kılınabilir mi?

Bütün namazlarda olduğu gibi cenaze namazında da namaza mani olan pisliklerin giderilmesi (necasetten taharet) şarttır. Buna göre, cenaze namazı kılacak kimsenin ayakkabısında namaza engel bir pislik yoksa namazını ayakkabısıyla kılmasında dinen bir sakınca yoktur. Nitekim Resulullah (s.a.s.), ayakkabıları ile cenaze namazına durmuş, Cebrail’in ayakkabılarına pislik bulaşmış olduğunu haber vermesi üzerine onları çıkarmıştır (Ebu Davud, Salat, 91).

  • Gıyabi cenaze namazı kılınabilir mi?

Aslolan, namazının kılınabilmesi için cenazenin hazır bulunmasıdır. Bununla birlikte hazır olmayan cenaze için de namaz kılınabilir. Nitekim Resulullah (s.a.s.), Habeş Kralı Necaşi’nin vefatını haber vermiş, sonra da onun cenaze namazını kıldırmak üzere cemaatin önüne geçmiş, ashab da arkasında saf tutmuştur (Buhari, Cenaiz, 55; Müslim, Cenaiz, 63). Olayda hazır bulunan Cabir b. Abdullah (r.a.) şöyle demiştir: “Resulullah (s.a.s.), Necaşi’nin (gıyabında) cenaze namazını kıldırdı. Ben de ikinci yahut üçüncü saftaydım” (Buhari, Cenaiz, 54) Yine, Resulullah’ın (s.a.s.) Uhud şehitleri (Buhari, Cenaiz, 73) ve kendisine haber verilmeden defnedilen cenazeler için de gıyabi cenaze namazı kıldığı bilinmektedir (Buhari, Cenaiz, 56).

  • Birden fazla cenaze için tek bir namaz kılınabilir mi?

Birden fazla cenaze hazır olduğunda, hepsi için tek bir namaz kılmak yeterlidir. Bu Müslümanlar arasında öteden beri bilinen ve uygulanan bir husustur.

  • Bir cenazeye birden fazla namaz kılınabilir mi?

Cenaze namazı bir defa kılınmakla farz yerine getirilmiş olur. Bu nedenle, tekrar kılınması gerekmez. Ancak, cenaze namazında bulunamayan kişiler, daha sonra münferit olarak veya ayrı bir cemaatle tekrar kılabilirler. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), cenaze namazında hazır bulunamadığı Ümmü Sa’d için daha sonra cenaze namazı kılmıştır (Tirmizi, Cenaiz, 47).

  • Uzunca kazılan bir mezara cenazeler yan yana defnedilebilir mi?

Uzunca kazılan bir mezara, vefat edenlerin aralarına toprak yığarak yan yana defnedilmesi caizdir. Nitekim Hz. Peygamber Uhud şehitleri için böyle yapmıştır. Bu şekildeki bir defin işlemi müstakil mezardan pek farklı değildir. Zira aralarına toprak doldurulmaktadır. Ayrıca üstleri de toprak doldurulduktan sonra mezarlar müstakil mezar gibi olmaktadır.

  • Ölen kişinin arkasından ağlamanın ve yas tutmanın hükmü nedir?

Ölen kişinin arkasından ağlamak, Allah’ın lütfettiği merhamet duygusunun bir tezahürüdür. Hz. Peygamber (s.a.s.) de oğlu İbrahim ölünce ağlamış, yine ölmek üzere olan bir torunu kendisine haber verilince, gözlerinden yaşlar gelmiştir. Sebebi sorulunca da “Bu, Allah’ın rahmetidir, onu kullarının kalplerine koymuştur. Allah, ancak merhametli olan kullarına merhamet eder” (Buhari, Cenaiz, 43; Müslim, Cenaiz, 11, 12; Ebu Davud, Cenaiz, 28) buyurmuşlardır. Ancak ölüm olayından sonra arkada kalanların bağırıp çağırarak, üstlerini başlarını yırtarak ağlamaları caiz değildir. Hz. Peygamber (s.a.s.), “Musibete uğradığında yakasını-paçasını yırtan, yüz ve yanaklarına vuran, cahiliye işlerine çağıran kimseler bizden değildir” (Ebu Davud, Cenaiz, 29); “Elleri ile yüzüne vuran, yüzünü tırmalayan, yakasını-paçasını yırtan, kendisinin helak olması ve belaya uğraması için dua eden kişiyi Allah rahmetinden uzak etsin” (İbn Mace, Cenaiz, 52) buyurmuştur.

  • Kişi öldüğü yerden başka bir yere götürülüp defnedilebilir mi?

Kişinin, öldüğü yerin kabristanına defnedilmesi müstehaptır. İstisnalar olmakla birlikte sahabe-i kiram genellikle vefat ettikleri yerlerde defnolunmuşlardır. Ancak, cesedin bozulmasından endişe edilmiyorsa cenazenin başka bir şehre veya memlekete taşınmasında ve oraya defnedilmesinde dini açıdan bir sakınca yoktur. Nitekim ashaptan Sa’d b. Ebi Vakkas ve Said b. Zeyd’in (r.a.) Medine’nin dışında bulunan Akik denilen yerde vefat ettiği ve Medine’ye defnedildiği rivayet edilmiştir (Muvatta, Cenaiz, 31; Aliyyü’l-kari, Fethu babi’l-‘inaye, 1/457).

  • Adetli kadınların cenazenin yanında bulunmaları ve kabir ziyareti yapmaları caiz midir?

Adetli olsun veya olmasın kadınların cenazenin yanında durmaları, açıp yüzüne bakmaları ve kabir ziyaretinde bulunmaları caizdir (İbn Nüceym, el-Bahr, 2/283; Haskefi, ed-Dürrü’l-muhtar, 1/488).

  • Adetli kadınlar cenaze yıkayabilirler mi?

Adetli kadınlar cenaze yıkayabilirler.

  • Adetli veya lohusa kadın camiye girebilir mi?

İslam âlimlerinin büyük çoğunluğuna göre, kadınların adet veya lohusalık hallerinde camiye girmeleri caiz değildir (Mevsıli, el-İhtiyar, 1/73-74; Mevvak, et-Tac, 1/552; Şirbini, Muğni’l-muhtac, 1/119). Hayız ve nifas halleri, dinimizce hükmen kirlilik sayılmakta ve ibadetlere engel kabul edilmektedir. Camiler de ibadet mekânıdır. Hz. Peygamber “Ben hayızlı ve cünüp kimsenin mescide girmesini/mescitte bulunmasını helal görmüyorum.” (Ebu Davud, Taharet, 94; İbn Huzeyme, Sahih, 2/284), “Mescit, hayızlı ve cünübe helal değildir.” (İbn Mace, Tahara, 126) buyurmuştur. Bazı âlimler ise ihtiyaç halinde örneğin, camideki bir eşyayı almak için, adetli kadının camiye girmesini veya camiden geçen yolun daha yakın olması gibi bir sebeple caminin içinden geçmesini caiz görmüşlerdir (İbn Kudame, el-Muğni, 1/166; Şirbini, Muğni’l-muhtac, 1/119). Hanefiler de ihtiyaç olması halinde cünüp kişinin, teyemmüm yapmak şartıyla mescitten geçebileceğini ve orada ihtiyaç oranında kalabileceğini caiz görmüşlerdir (Kasani, Bedai’, 1/38). Hanbelilerden bir görüşe göre cünüp, adetli veya lohusa kimseler bu durumda iken namaz abdesti almaları şartıyla mescitte bulunabilirler (Merdavi, el-İnsaf, 1/347). Zahirilere göre ise adetli kadın camiye girebilir ve orada durabilir (İbn Hazm, el-Muhalla, 5/196). İhtiyaç halinde bu görüşlerle de amel edilebilir.

Adetli veya lohusa olan kişiler hakkındaki bu hükümler, duvar veya başka bir şeyle çevrilip mescid olarak inşa edilmiş ve içerisinde itikâfın yapılmasının sahih olduğu yerler için geçerlidir. Bu nedenle mescidlerin avlusu ve müştemilatında bulunup da duruma göre imama uyulabilen yerler mescidden farklı değerlendirilmiştir. Bu yerler Hanefi, Maliki ve Hanbelilerden gelen sahih görüşe göre bu konuda mescidin hükümlerine tabi değildir (Bkz. el-Mevsuatü’l-fıkhiyye, 5/224).

  • Âfet bölgelerinde Cuma namazı

Cuma namazı, gerekli şartları taşıyan her mümin erkeğe farzdır. Ancak cemaate katılmaya engel bir mazeretin varlığı, cuma namazının farziyetini düşürmektedir. Hastalık, cana, mala ve namusa bir zarar gelme tehlikesi ve şiddetli yağış gibi sebepler bu mazeretlerden birkaçıdır. Cuma namazına iştirak edemeyecek derecede doğal âfetlerden etkilenmek de mazeret oluşturur. Fiilen yürüttüğü görev gereği cumaya katılamayacak olanlardan da Cuma namazı yükümlülüğü düşer. Bu şekilde cuma namazını kılamayan kimseler, öğle namazını kılmakla yükümlüdürler.

Bununla birlikte âfet bölgelerinde cuma namazını edâ etme imkânı bulanlar, namazlarını kılarlar.

  • Adak Kurbanı Kesilmeden Bedeli Para Olarak Depremzedelere Verilebilir mi?

Adak, kişinin ibadet niteliğindeki bir şeyi yapacağına dair Allah’a söz vererek üzerine borç kılması anlamına geldiğinden, bu borçtan kurtulması için adağını yerine getirmesi gerekir.

Belirlenerek adanan şey aynen yerine getirilmedikçe adak yükümlülüğü düşmez (Kâsânî, Bedâi‘, V, 90). Bundan dolayı kurban keseceğine ve etini fakirlere dağıtacağına dair adakta bulunan kişi, ancak kurban kesmek suretiyle adağını yerine getirmiş olur. Bu itibarla, adak kurbanını kesmek yerine, parasını fakirlere vermek ya da aynî yardımda bulunmakla bu adak yerine getirilmiş olmaz.

Bununla birlikte adak kurbanı olanların vekâlet yoluyla kestirmek ve deprem bölgesindeki ihtiyaç sahiplerine ulaştırmak üzere kurban bedelini göndermeleri caizdir.

  • Akika kurbanı kesmek yerine onun bedeli depremzedelere gönderilebilir mi?

Akika kurbanı, adak olarak niyet edilmedikçe farz ya da vacip olmayacağından bu kurban için ayrılan para depremzedelere gönderilebilir.

  • Depremzedelere Zekât Verilebilir mi?

Zekât, toplumsal dayanışma ve insanların temel ihtiyaçlarının karşılanabilmesi için farz kılınmış bir ibadettir. Deprem gibi büyük afet zamanlarında toplumun acil ihtiyaçlarının karşılanması son derece önemli hale gelmektedir. Böyle durumlarda diğer bağışların yanında zekât yoluyla da yaraların sarılmasına destek olmak gerekir. Buna göre şartlarına riayet etmek kaydıyla zekât farizası doğrudan ya da her bakımdan güvenilir kişi ve kuruluşlar aracılığı ile yerine getirilebilir. Normal şartlar altında zengin sayılacak mal varlığına sahip olan kimselere de içinde bulunduğu olağanüstü şartlar sebebiyle malına ulaşamadığı sürece zekât verilebilir.

Zekâtı bir aracı kuruluş vasıtasıyla yerine getirirken şu hususlara dikkat edilmelidir:

  1. Bu kuruluşun her bakımdan güvenilir olması,
  2. Bu kuruluşun, zekâta aracılık ettiğini açıkça taahhüt ediyor olması ve topladıkları zekâtların tamamını aynî veya nakdî olarak hak sahiplerine teslim etmesi,
  3. Zekâtın, söz konusu kuruluşun özel "zekât hesabı"na yatırılması. 

Öte yandan dinimize göre dayanışma ve yardımlaşma sorumluluğu sadece zekâttan ibaret değildir. Dolayısıyla zekât dışındaki infak ve bağışlar ile de yardıma muhtaç olanlara ulaşmak ve yaralarını sarmak inancımızın bir gereğidir.

  • Sadaka şeklindeki adaklar depremzedelere gönderilebilir mi?

Sadaka vereceğim, bağışta bulunacağım şeklinde yapılan adakların fakirlere dağıtılmak suretiyle yerine getirilmesi gerekir. Bu sadakalar fakir depremzedelere ve normal şartlar altında zengin sayılacak mal varlığına sahip olan kimselere de içinde bulunduğu olağanüstü şartlar sebebiyle malına ulaşamadığı sürece verilebilir.

  • Fıtır sadakasının Ramazan ayından önce verilmesi caiz midir?

Fıtır sadakası, Ramazan ayının sonuna yetişen ve temel ihtiyaçlarından başka en az nisap miktarı (80.18 gr. altın veya bu değerde) artıcı olsun veya olmasın bir mala sahip bulunan her Müslümanın yerine getirmesi gereken mali bir ibadettir. Kişi, kendisinin ve ergenlik çağına ulaşmayan çocuklarının fitrelerini vermekle yükümlüdür. Hz. Peygamber, büyük-küçük, kadın-erkek her Müslümana fitrenin gerektiğini ifade etmiştir (Ebu Davud, Zekât, 20).

Fıtır sadakasının Ramazan ayı içerisinde verilmesi müstehab görülmüştür. Bununla birlikte Hanefi mezhebine göre fıtır sadakasının Ramazan ayından önce verilmesi de caizdir (Molla Hüsrev, Düreru'l-Hükkâm, 1/195; İbn Abidin Reddü’l-Muhtar, 2/367). 
Dolayısıyla fitre vermesi gereken kimseler, doğal afet vb. durumlarda fitrelerini Ramazan ayından önce de verebilirler.

  • Oruç fidyesi, Ramazan ayından önce verilebilir mi?

Oruç için fidye verilmesi, oruç tutmaya gücü yetmeyen yaşlı kimseler ile iyileşme ümidi olmayan hastalar için geçerlidir. Oruç fidyesinin tutarı fıtır sadakası kadardır. Henüz gelmemiş Ramazan orucunun fidyesi önceden verilemez. Bu fidyeler Ramazan’ın başlamasıyla verilebileceği gibi, Ramazan’ın içinde veya sonunda da verilebilir. Bununla beraber geçmişten Ramazan oruç fidyesi borcu olan kişiler bu fidyeleri diledikleri bir vakitte ödeyebilir, bunun için bir sonraki Ramazan ayını beklemelerine gerek yoktur. 

  • Yurt dışında yaşayan kişi, fıtır sadakasını bulunduğu ülke şartlarına göre mi yoksa Türkiye şartlarına göre mi verir?

Ülke ve bölgelere göre geçim standartları farklı olduğundan, sadaka-i fıtır mükellefi, kendi bulunduğu yere göre tespit edilen miktarda sadaka-i fıtır vermelidir (İbn Abidin, Reddü’l-muhtar, 3/319-322). Ancak sürekli olarak yurt dışında yaşadığı halde sadaka-i fıtrın ödeneceği zaman Türkiye’de bulunan kimse, Türkiye’nin şartlarına göre sadaka-i fıtrını verir.


https://kurul.diyanet.gov.tr/Duyuru-Detay/Duyurular/894/deprem-bolgesinden-sikca-sorulan-sorular


18 Mart 2023 Cumartesi

Finans kurumlarının kâr payı oranlarının, diğer banka faiz oranlarıyla aynı (yakın) olması, bu kurumların da faizle çalıştığını göstermez mi?



Peygamberimiz (asv) döneminde banka gibi faizle çalışan kuruluşlar yoktu. Ancak faiz sitemi o günde vardı. O gün şahıslar faizle uğraşıyordu, günümüzde ise hem şahıslar hem de bankalar bu işi yapmaktadır. Yani bankalar faizli sistemin şirketleşmiş halidir.

Faizsiz finans kurumları da müşterilerine belli miktarda fazla para veriyor, sanki faizli bankadan bir farkları olmuyor gibi görünüyorlar. Bankanın verdiği neden faiz oluyor da fînans kurumunun verdiği aynı miktara yakın fazlalık kâr sayılıyor? O da faiz değil mi?

Cevap: Efendim, fînans kurumunu işletenler elbette piyasa şartlarını düşünecek, faizli kurumlarla rekabet edecek bir kâr miktarıyla çalışacaklardır. Yoksa rekabet etme kabiliyetlerini kaybetmiş olur, piyasadan silinmeye mahkum hale gelirler. Bunun için kâr nispetlerini piyasa şartlarına göre ayarlamak zorundalar.

Bu sebeple, bankayla fînans kurumunu aynı saymak mümkün değildir. Çünkü baştaki akit (anlaşma) ikisini de birbirinden kesin çizgiyle ayırmaktadır. Şöyle ki:

– Bankalar parayı, vereceği miktar kesin olan faizle alır, verilecek yere de yine miktarı kesin olan faizle verirler. Yani para hep faizde çalışır. Zaten parayı yatıran da faiz alma şartıyla yatırır, teslim alan da faiz verme şartıyla teslim alır. Yani baştaki anlaşma, faiz anlaşmasıdır.

- Finans kurumundaki anlaşma ise bunun tam aksinedir. Kâr-zarar ortaklığında çalıştırılmak şartıyla para verilir, alan da kâr-zarar ortaklığında çalıştırmak şartıyla alır. Bu da bir kâr-zarar ortaklığı anlaşmasıdır.

Demek ki ikisi aynı değildir. Biri kâr-zarar ortaklığı anlaşmasıdır; öteki de faizli anlaşmadır.

Bu sebeple kâr ve zararı esas alan fînans kurumu, faizi esas alan bankayla aynı sayılamaz. İkisinin de verdiği aynıdır, denemez. Çünkü, anlaşma şartları ikisini birbirinden kesin çizgileriyle ayırmış olur. Bankaya para yatıran, ben miktarı belli olmayan kâr değil, kesin olan faiz istiyorum demiş olur. Finansa para yatıran da, ben miktarı kesin de olsa faiz istemiyorum, riskli de olsa kâr ortaklığı istiyorum, demiş olur. Gayet tabiidir ki, kim neyi istemişse onun sorumlusu ve muhatabı olacaktır. Bundan daha makul bir sonuç beklenilemez.

Murabaha(karlı satış)daki vade farkının diğer bankalardaki faiz oranı civarında seyretmesi nedeniyle, aslında örtülü faiz olduğu çok tenkit edilen hususlardan biridir.

Bizce bu eleştiri de yersizdir. Çünkü piyasadaki her tüccar, peşin fiyatın üzerine vade farkını koyarken enflasyon oranını hesap etmek zorundadır. Bu oranın altındaki vade farkı satıcıyı zarar ettirir. Aynı şekilde  özel finans kurumları (ÖFK) da murabaha işleminde maliyet bedelinin üzerinde en az enflasyon oranı kadar vade farkı koymak durumundadır. Enflasyon oranı ise faiz oranını belirleyen başlıca unsurdur ve faizle az çok paralel seyreder. Dolayısıyla vade farkı ile faiz oranının birbirine yakın olması doğal, hatta ekonomik bir zarurettir.

Bu nedenle, vade farkının faiz oranına yakın olması murabaha işlemine faizli işlem niteliğini kesinlikle kazandırmaz. Yukarıda belirttiğimiz gibi; özel finans kurumları faize dayalı bir ekonomide faaliyet göstermektedirler; fon kullandırmadaki fiyatlamaların mevcut faiz oranından etkilenmemesi mümkün değildir.

Bu konularda bakılacak kitap: Prof.Dr. Hamdi Döndüren’in “İslami Ölçülerle Ticaret Rehberi” adlı eseridir.


https://sorularlaislamiyet.com/kaynak/finans-kurumlarinin-kar-payi-oranlarinin-diger-banka-faiz-oranlariyla-ayni-yakin-olmasi-bu?amp

17 Mart 2023 Cuma

KÜÇÜK NOTLARIM (97)-Fâtiha Suresi 6. Ayet Tefsiri

 

Dosdoğru bir yol, yolun iki tarafında iki duvar, duvarlarda açılmış per­deli kapılar ve yolun başında da bir çağıran var ve o, "Ey insanlar! Hepiniz doğru yola giriniz, dağılıp parçalanmayınız!" diye sesleniyor. Birisi perdeli kapılardan birine girmek istediğinde yukarıdan bir başka çağırıcı sesleniyor: "Sakın o perde­yi kaldırma! Kaldırırsan girer gidersin!" (Müsned, IV, 182-183; Şevkânî, I, 20)

Bu örnekteki yol İslâm'dır,  duvarlar Allah'ın koyduğu sınırlardır, kapılar haram­lardır, yolun başındaki çağıran Allah'ın kitabıdır, yukarıdaki çağıran ve uyaran, her müminin kalbindeki ilâhî öğütçüdür. Böylece İslâm'da vahiy, vicdan ve akıl birlikte İşletilerek doğru yol bulunmaktadır. 

Fâtiha Suresi 6. Ayet Tefsirinden - (Diyanet)

16 Mart 2023 Perşembe

İslam'da uğursuzluk var mıdır? Uğursuzluğa inanmak caiz midir? Peygamberimizin uğursuzlukla ilgili hadisleri.


Enes radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Hastalığın kendiliğinden bulaşması yoktur. Uğursuzluk da yoktur. Ben hayra yormayı yeğlerim." Sahâbîler:

- Hayra yorma (tefe'ül) nedir? dediler.

- "Güzel, olumlu sözdür" buyurdu. (Buhârî, Tıb 19, 43-45; Müslim, Selâm 102, 107, 110, 114, 116. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Tıb 24; İbni Mâce, Mukaddime 10, Tıb 43)

İbni Ömer radıyallahu anhümâ'dan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Hastalığın kendiliğinden bulaşması yoktur. Uğursuzluk da yoktur. Eğer bir şeyde uğursuzluk olacak olsaydı evde, kadında ve atta olurdu." (Buhârî, Cihâd 47, Nikâh 17, Tıb 43. 54; Müslim, Selâm 115-120. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Tıb 24; Tirmizî, Edeb 58; Nesâî, Hayl 2; İbni Mâce, Nikâh 55)

Büreyde radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre Nebî sallallahu aleyhi ve sellem uğursuzluğu kabul etmezdi. (Ebû Dâvûd, Tıb 24. Ayrıca bk. Ahmed İbni Hanbel, Müsned, I, 257, 304, 319, V, 347)

Urve İbni Âmir radıyallahu anh şöyle dedi:

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in huzurunda uğursuzluktan söz edildi. Bunun üzerine:

"En güzeli hayra yormadır. Uğursuzluk, hiçbir Müslümanı teşebbüsünden vazgeçirmesin. Herhangi biriniz hoşlanmadığı bir şey gördüğü zaman; "Allahım! İyilikleri sadece sen verirsin; kötülükleri yalnız sen giderirsin. Günahtan kaçacak güç, ibâdet edecek kuvvet ancak senin yardımınla kazanılabilir" diye dua etsin, buyurdu. (Ebû Dâvûd, Tıb 24. Ayrıca bk. Ahmed İbni Hanbel, Müsned, II. 387, III, 349)

Hadisleri Nasıl Anlamalıyız?

Konumuzla doğrudan ilgisi bulunmayan advâ, hastalığın kendiliğinden, durup dururken bir başkasına bulaşması, sirâyet etmesi demektir. Allah Teâlâ dilemedikçe hastalığın bizâtihi sirâyet etmesi mümkün değildir. Bunun böyle olması, hastalıklardan korunma tedbirlerinin alınmasının gereksiz olduğu anlamına asla gelmez. Allah dilerse, ne kadar tedbir alınırsa alınsın yine de hastalık sirâyet eder. Hatta büyük harcama ve yatırımlar yapılmasına, dünyanın imkânının seferber edilmesine rağmen hastalığın bulaşması önlenemeyebilir. Yine Allah dilerse, hiçbir tedbir almayan kimseye hastalık bulaşmaz. Meselenin temelde kimin iradesine bağlı olduğunu bilmek başka şey, kendine düşeni yapıp alabileceği tedbiri almak başka şeydir. "Ben şu tedbiri aldım da o beni korudu" demek ise, daha başka bir şeydir. Burada işte böyle demenin yanlışlığına dikkat çekilmektedir. Her şey Allah'ın dilemesine bağlıdır.

"Bulaşıcı bir hastalığa yakalanmış olan ilk canlıya o hastalığı kim bulaştırdı?" sorusu, Peygamber Efendimiz'in "Hastalığın kendiliğinden sirâyeti yoktur" beyanının anlaşılmasını kolaylaştıracak bir sorudur. Nitekim vebâ hastalığı için Efendimiz'in önerdiği karantina kuralı da bu hususu iyice anlaşılır kılmaktadır. "İçinde bulunmadığın bir yerde vebâ hastalığı görülürse, (bana bir şey olmaz, tedbirimi alırım diyerek) sen oraya girme; bulunduğun yerde zuhur ederse, (mutlaka hastalanırım korkusuyla) orayı terketme!" (Ahmed İbni Hanbel, Müsned I, 192).

Dikkat edilecek olursa, bu hadislerde hastalıkların bulaşma kabiliyetleri ve sirâyet olayları reddedilmiyor, bunun Allah'ın iradesi dışında kendiliğinden olacağı inancı red ve tashih ediliyor. İlaçlar nasıl tedâvide birer araçtan ibaret olup şifâ Allah'tan ise, hastalıkların yayılması da Allah'ın iradesiyle cereyan eder. Aynı ilaçlar bir hastanın iyileşmesine vesile olurken bir başka hastada aynı veya benzer bir iyileşmeye sebep olmadığı, hatta bazı hastaları olumsuz etkilediği de bilinen gerçeklerdendir. Demek ki, vasıtaların ve tedbirlerin ötesinde onları geçerli ya da geçersiz kılan bir küllî irade vardır. İşte müslüman o iradeyi gözardı etmeyecektir. Çünkü iman, bu iradenin farkında olmak suretiyle yaşatılabilir.


İslam'da Uğursuzluk Yoktur

Aynı durum, tıyere, tetayyür diye ifade edilen uğursuzluk, uğursuz sayma olayında da söz konusudur. Esasen uğursuzluk diye bir şey yoktur. Asıl uğursuzluk, uğursuzluk vehmine kapılmaktır. İnsanlar, tarih boyu bir çok şeyi iyiye veya kötüye yormuşlardır. Bir şeyi ve olayı kötüye yormak ve o kötü yorumun tutsağı olmak dinimizce reddedilmiştir. Önceki konuda da geçtiği gibi kuş ötmesini, kuşların sağa sola uçuvermesini, karşısına çıkan hayvanları, onların isimlerini birtakım istenmeyen sonuçların habercisi gibi yorumlayıp yapacağı işten geri durmak, sağlam bir Allah inancına sahip olan insanların yapacağı bir şey değildir. Bu sebeple Efendimiz kesin olarak "lâ tıyerete = Uğursuzluk diye bir şey yoktur" buyurmuştur. Üçüncü hadiste belirtildiği üzere kendisi de hiçbir zaman hiçbir şeyi uğursuz saymamıştır. Her konuda olduğu gibi bu meselede de onun sözü ile fiili tam bir uyum içindedir.

 İkinci hadiste "Şayet uğursuzluk diye bir şey olacak olsaydı, evde, kadında ve atta olurdu" buyurması, uğursuzluk diye bir kavram gerçek olsaydı, insanların uzun süre içinde yaşadıkları, beraber oldukları ve faydalandıkları mesken, hanım ve at gibi kendilerine en yakın nesnelerde onunla karşılaşmaları düşünülebilirdi anlamındadır. Evde, kadında ve atta uğursuzluk vardır demek değildir. Efendimiz'in bu beyanı, insanların en çok uğursuzluk vehmettikleri üç nesne konusundaki genel ve yaygın kanıyı ortaya koyup bunun asılsız olduğunu anlatmak maksadına yönelik bir açıklamadır.

"Âlemlere rahmet olarak gönderilmiş" olan Peygamber Efendimiz'in uğursuzluk vehimleri ve isnadlarıyla geçirecek zamanı yoktu. O, her sıkıntılı durumdan kurtuluş yolunu göstermek suretiyle âleme yönelik rahmet elçiliğini yerine getirmiştir. Uğursuzluk konusunda da "Ben fâl-i hayri, iyiye yormayı yeğlerim" buyurarak genel eğilimini belirtmiştir.


Her Şeyi Hayra Yormak

Öte yandan dördüncü hadiste açıkca görüldüğü gibi uğusuzluk düşünce ve söylentileri kendisine arzedilince, "Bütün bunların en güzeli ve doğrusu hayra yormadır. Uğursuzluk vehmi, hiçbir Müslümanı teşebbüsünden vazgeçirmesin" uyarısında bulunmuş, ardından da, her şeye rağmen bu tür duygulardan yakasını kurtaramayanlar olursa onlara da çözüm yolunu şu ifadeleriyle göstermiştir: "Herhangi biriniz hoşlanmadığı bir şey gördüğü zaman; ‘Allahım! İyilikleri sadece sen verirsin; kötülükleri yalnız sen giderirsin. Günahtan kaçacak güç, ibâdet edecek kuvvet ancak senin yardımınla kazanılabilir’ diye dua etsin."

Fâl-i hayr, hayra yorma, uğurlu sayma veya tefe'ül, bu tür durumlarda müslümanın başvurabileceği yol ve yöntemdir. Meselâ bir hastanın, kendisine "Sâlim" diye seslenilmesini, sıhhate kavuşacağı ile yorumlaması, henüz hacca gitmemiş birine "hacı" denilmesini hacı olacağı şeklinde anlaması birer hayra yorma, tefe'üldür. Peygamber Efendimiz, bir türlü sonuçlandırılamayan Hudeybiye anlaşması olayında müşrikler adına Süheyl İbni Amr'ın temsilci olarak geldiğini görünce, onun ismindeki kolaylık mânasından tefe'ül ederek, "İşimiz kolaylaştı demektir" buyurmuştur. Halkımızın çoğu olayda, "Söyleyene bakma, söyletene bak!" demesi de bir hayra yormadır.

Teşe'üm yani kötüye yorma, uğursuzluğa hükmetme nasıl insanı ruhî bakımdan ortada hiçbir şey yokken bunaltır, ümidini, şevkini, iş yapma azmini kırarsa; tefe'ül yani hayra yorma da henüz ortada bir şey olmasa bile, insana bir aşk - şevk verir, ruhî bir inşirâh ve açılıma kavuşturur. Bu da hayatı daha anlamlı kılar, yaşama sevincini artırır. Bu bile başlı başına bir canlılık ve olumluluktur.

Diğer taraftan Peygamber Efendimiz'in "güzel kelime, olumlu yorum" diye açıkladığı fâl-i hayr'ı yeğlemesi ve bize onu salık vermesi, tefe'ülün temelinde Allah Teâlâ'ya hüsnüzan beslemek anlamı bulunduğu içindir. Uğursuzluğa karşı çıkması da ortada kesin bir delil bulunmamasına rağmen Allah Teâlâ hakkında suizanda bulunmak mânasına geldiğindendir. Bu da bize bir ölçü vermektedir: Hayatta insanlar ve olaylar hakkında daima hüsnüzan beslemek lâzımdır. Çünkü suizandan sorumlu tutuluruz ama yanılmış olsak bile hüsnüzanda bulunmaktan dolayı sorumlu tutulmayız. Bütün kaybımız iyi niyetimiz sebebiyle yanılmış olmaktan ibaret kalır. Fakat, haksız yere bir kimse hakkında suizanda bulunursak, eninde sonunda bunun hesabını vermek zorunda kalırız.

Hadislerden Öğrendiklerimiz

1. Hastalığın kendiliğinden sirâyeti olmadığı gibi uğursuzluk da yoktur.

2. Bazı şeylerin uğursuzluğuna inanmak yasaklanmıştır.

3. Hurâfe ve bâtıl inanışların bir kısmı uğursuzluk temeline dayanır.

4. Her zaman her konuda Allah'ın dilediği olur. Kul tedbirini almalı ama sonucu Allah'tan bilmeli ve beklemelidir.

5. Uğursuzluk vehimleri içinde kıvrananlara dinimiz, tefe'ül (hayra yorma), istihâre namazı ve duasını tavsiye etmiştir.

6. Hz. Peygamber hiçbir şeyi uğursuz saymamıştır.

7. Müslüman, vehimlerle değil Kitap ve Sünnet gerçekleriyle hareket etmeli, hüsnüzan sahibi olmaya özen göstermelidir.

Kaynak: Riyazüs Salihin, Erkam Yayınları

https://www.islamveihsan.com/ugursuzlukla-ilgili-hadisler.html

15 Mart 2023 Çarşamba

KÜÇÜK NOTLARIM (96)-Münafık


Münafık, kâfirden daha  tehlikelidir. Dolayısıyla onun azabı daha şiddetlidir. Nitekim Yüce Allah, "Şüphesiz münafıklar cehennemin en alt katındadırlar. Artık onlar için kesinlikle bir yardımcı bulamazsın," buyur­muştur. Yüce Allah, kâfirin tevbesinin kabulü için sadece inkâra son ver­mesini şart koştu: "İnkar edenlere, inkârdan vazgeçerlerse, geçmiş günahla­rının bağışlanacağını söyle[Enfal,38] buyurdu. Münafığa gelince onun için "Tev­be etmek, niyet ve amellerini düzeltmek, Allah'ın dinine sımsıkı sarılmak ve sadece Allah için ibadet etmek" gibi dört şart koşarak şöyle buyurdu: "Ancak tevbe edip hallerini düzeltenler, Allah'a sımsıkı sarılıp ibadetlerini yalnız onun için yapanlar başka." Bunlar cehenneme girmezler. Bu da gösteriyor ki, münafıklar, Allah'ı inkâr edenlerin en kötüleri, dolayısıyle Onun azabına en layık olanlar ve tevbe ederek Allah'a dönmekten en uzak olanlardır. 

Nisa Suresi tefsirinden bir bölüm-Safvetü't Tefasir

14 Mart 2023 Salı

KÜÇÜK NOTLARIM (95)-Malını artırmak için dilenmek


* İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Sizden biri dilenmeye devam ettiği takdirde, yüzünde bir parça et kalmamış halde Allah'a kavuşur." [Buhârî, Zekât 52; Müslim, Zekat 103, (1040); Nesâî, Zekât 83, (5, 94).]

* İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Kim, kendisini müstağni kılacak miktarda malı olduğu halde isterse, kıyamet günü, istediği şey suratında bir tırmalama veya soyulma veya ısırma yarası olarak gelir!" Yanında bulunanlar:
"Kişiyi müstağni kılan (miktar) nedir?" diye sordular.

"Kırk dirhem altın veya o kıymette bir başka şey!" buyurdular." [Ebu Davud, Zekat 23, (1626); Tirmizî, Zekat 22, (650); Nesâî, Zekât 87, (5, 97); İbnu Mace, Zekat 26, (1840).]

* Habeşi İbnu Cünade es-Selûli radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm Arafat'ta vakfede iken bir bedevi gelerek ridasının bir ucundan tutup, ondan bunu istedi. Aleyhissalâtu vesselâm da onu ona verdi. Adam ridayı beraberinde alıp gitti. Tam o sırada dilenmek haram kılındı. bunun üzerine Aleyhissalâtu vesselâm:

"Sadaka zengine helal değildir; sağlığı yerinde güç kuvvet sahibine de helal değildir. O, sersefil edici, fakre düşen, haysiyeti kırıcı borca giren, eleme boğan kana bulaşan kimseler dışında hiç kimseye helal değildir. Öyleyse, kim malını artırmak için insanlara el açarsa, bu, Kıyamet günü suratında cırmalama yaralarına ve cehennemde yiyeceği kızgın taşlara dönüşür. Öyleyse (buyursun) dileyen azla yetinsin, dileyen de çoğaltmaya çalışsın." Tirmizi, Zekat 23, (653).

13 Mart 2023 Pazartesi

TEVESSÜL


Sâlih amelleri veya bazı kişileri vesile edinerek Allah’a yakın olmaya çalışmak, O’ndan dilekte bulunmak anlamında terim.

Sözlükte “bir aracı vasıtasıyla maddî veya mânevî derecesi yüksek birine yaklaşmayı arzu etmek; iyi amellerle Allah’a yaklaşmayı ummak” anlamındaki vesl kökünden türeyen tevessül bir müslümanın işlediği sâlih amelleri, Hz. Peygamber’i yahut velîleri vesile yaparak Allah’a yakın olmaya çalışmasını ifade eder. Vesîle üstün konumdaki birine yaklaşmaya aracı olacağı umulan şey veya kimsedir. “Yardım istemek” anlamındaki istiâne, istigāse ve istimdâd da aynı mânada kullanılır. Kur’ân-ı Kerîm’de tevessül kelimesi geçmez. Vesilenin yer aldığı iki âyetten birinde Cenâb-ı Hak, müminlere kendisine yakın olmaya vasıta aramalarını ve kurtuluşa ermek için O’nun yolunda bütün güçlerini harcamalarını emretmekte (el-Mâide 5/35), diğerinde ilâh diye tapılan ve dua edilen varlıkların da rablerine yakın olmak için bir vasıta aradıkları belirtilmektedir (el-İsrâ 17/57). Ebû Mansûr el-Mâtürîdî bu âyette sözü edilen varlıklar içinde meleklerin de yer alabileceğini söyler, zira meleklere ve gözle görülmeyen diğer bazı varlıklara da yaratılmışlık üstü konum tanıyanlar olmuştur (Teʾvîlâtü’l-Ḳurʾân, VIII, 299-302). Allah’a yakın olmak amacıyla vesile aramanın mahiyeti “ilim ve ibadetle O’nun yoluna girme, İslâmî erdemlerle nitelenme” şeklinde açıklanmıştır (, “vsl” md.). Farklı görüşler bulunmakla birlikte müfessirler vesileye “müslümanı Allah’ın rızasına ulaştıran her türlü ilim ve amel” mânasını vermişler, nâfile ibadetleri de bunun kapsamı içinde değerlendirmişlerdir (Taberî, Câmiʿu’l-beyân, VIII, 405; İbn Teymiyye, Ḳāʿide, s. 48). Hadislerde vesile ve tevessül kelimeleri yer almaktadır. Çeşitli rivayetlerde belirtildiğine göre kuraklık dönemlerinde ashap Hz. Peygamber’le tevessülde bulunarak Allah’a dua ediyor ve duaları kabul görüyordu. Onun vefatından sonra amcası Abbas ile tevessülde bulunulmuştur (Buhârî, “İstisḳāʾ”, 3; “Feżâʾilü aṣḥâbi’n-nebî”, 11). Resûl-i Ekrem, gözleri görmeyen bir sahâbîye kendisiyle tevessülde bulunarak Allah’a dua etmesini söylemiş, sahâbî yaptığı duadan sonra görmeye başlamıştır (Tirmizî, “Daʿavât”, 119; ayrıca bk. , II, 168; III, 83; Müslim, “Ṣalât”, 11).

İbn Cerîr et-Taberî, müslümanlar arasında vuku bulan ihtilâflar bağlamında Resûlullah’tan sonra Allah’ın hücceti sayılan dinî liderlerin bulunup bulunmadığı meselesinin tartışıldığını belirtir; ayrıca Allah’a dua ederken “peygamber ve velîler hakkı için” ifadesini kullanıp tevessülde bulunmanın câiz olmadığına ilişkin bir görüşü Ebû Hanîfe’ye nisbet eder (et-Tebṣîr, s. 156; krş. M. Nesîb er-Rifâî, s. 26). Bu tür nakillerden hareketle tevessül konusuna ilişkin tartışmaların II. (VIII.) yüzyılın ilk yarısında ortaya çıktığını söylemek mümkündür. Daha sonra Mâlik b. Enes’e atfedilen bazı görüşlerin yanı sıra hadis mecmualarında zayıf kabul edilen bir kısım rivayetlerin yer almasından da bu meselenin erken dönemlerde gündeme geldiği anlaşılmaktadır. Konu, tasavvuf ve tarikatların yaygınlaşmasının ardından İbn Teymiyye’den itibaren Selef âlimleriyle diğer Sünnî âlimleri arasında önemli bir ihtilâf mevzuu haline gelmiştir. Tevessülün çeşitlerini ve bunlarla ilgili görüşleri şöylece özetlemek mümkündür:

1. Allah’ın zâtı, isimleri ve sıfatlarıyla tevessül. Kur’an’da Allah’a en güzel isimleriyle dua edilmesi ve O’nun övülüp yüceltilmesi emredilmiş (el-A‘râf 7/180; Kāf 50/39-40), Hz. Peygamber dualarında Allah’ın kendi zâtına verdiği isimlerle O’na niyazda bulunmuş ve ashabına da bunu öğretmiştir (, I, 391, 452; Tirmizî, “Daʿavât”, 92). Kur’an okuduktan sonra dua etmek de Allah’ın sıfatlarıyla tevessülde bulunma olarak kabul edilmiştir, çünkü Kur’an Allah kelâmıdır, O’nun kelâmı ise sıfatıdır. Bu tür tevessülün bid‘at sayılmadığı hususunda ittifak vardır (M. Nesîb er-Rifâî, s. 25-51; Himyerî, s. 39).

2. Hz. Peygamber’le tevessül. Bütün âlimler Hz. Peygamber’le tevessülde bulunmayı câiz görmüş, ancak onunla tevessülde bulunmanın anlamı konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. a) Resûlullah ile tevessül etmek onun Allah nezdindeki makamı ve derecesinin hakkı için değil hayatta iken ondan dua etmesini istemek ve Allah’tan onu kendisine şefaatçi kılmasını talep etmek anlamına gelir. Böyle bir tevessül câizdir. Buna rağmen huzurunda, gıyabında veya ölümünden sonra zatıyla tevessülde bulunmak câiz değildir. Nitekim bir kuraklık yılında Hz. Ömer’in hayatta olmayan Resûl-i Ekrem yerine Abbas b. Abdülmuttalib ile tevessülde bulunması tevessülün bir kimseden dua istemek mânasına geldiğini gösterir. Resûlullah ile tevessülün bir başka anlamı da kendisine itaat etmek, onun gösterdiği yola uyduğunu belirterek Allah’tan talepte bulunmaktır. Zatıyla tevessülü ve kabrinin yanında yapılan duanın mescidlerde yapılan dualardan üstün olduğunu ifade eden rivayetler zayıftır. İbn Teymiyye, Muhammed Abduh, M. Reşîd Rızâ gibi Selefî âlimler bu görüştedir (İbn Teymiyye, Ḳāʿide, s. 57-75, 113-114, 140-141; İbn Ebü’l-İz, I, 298-299; Reşîd Rızâ, VI, 371-377). b) Hz. Peygamber’le tevessülde bulunmak dünyaya gelmeden önce, hayatta iken ve ölümünden sonra onun zatı ve Allah katındaki derecesiyle Allah’tan talepte bulunmak anlamına gelir. Kur’an’da müminlere Allah’a yakın olmak için vesile aramaları (el-Mâide 5/35), Allah’ı sevenlerin peygamberine itaat etmeleri emredilmiş ve ona uyanları Cenâb-ı Hakk’ın seveceği bildirilmiştir (Âl-i İmrân 3/31-32). Allah’a yaklaşma vesilelerinin başında Resûl-i Ekrem gelir; ayrıca sevgi ve itaat ancak Resûlullah’ın zatına yönelik olabilir. Ashaptan itibaren fıkıh, kelâm ve tasavvuf âlimlerinin Hz. Peygamber’in zatıyla tevessülde bulunmayı câiz görmeleri de bu konuda bir delil teşkil eder. İbn Teymiyye’ye kadar bu hususta âlimler arasında herhangi bir ihtilâf çıkmamıştır (Resûlullah’ın zatıyla tevessülde bulunmanın onun henüz dünyaya gelmeden önce başladığına dair telakkiler için bk. , IV, 138; Himyerî, s. 303-318). Hz. Ömer’in Abbas ile tevessülde bulunması sonuçta Resûl-i Ekrem’le tevessül etmek anlamına gelir. İmam Mâlik, Resûlullah’ın kabrine yönelerek tevessülde bulunmakta bir sakınca görmemiştir (Sübkî, s. 134-143; Âlûsî, VI, 128; Kevserî, s. 11-12). Sünnî âlimlerin çoğunluğu bu görüştedir.

3. Amel-i sâlihle tevessül. İman ve itaatten sonra Allah’tan mağfiret dilemeyi ifade eden âyetlerin yanı sıra (el-Bakara 2/285; Âl-i İmrân 3/193-194) Fâtiha sûresinde yer alan, “Sadece sana tapar ve yalnızca senden yardım dileriz” (1/5-6) cümlesinin ardından hidayete eriştirme niyazında bulunmaya dair âyet amel-i sâlihle tevessülde bulunmaya işaret eder. Bir mağarada mahsur kalan müminlerin kurtuluşunu haber veren rivayetlerde belirtildiği gibi (, II, 116; Buhârî, “Edeb”, 5) amel-i sâlihle tevessülde bulunarak yapılan duaların makbul olduğu yolunda bilgiler mevcuttur. İbn Mes‘ûd’un teheccüd namazı kıldıktan sonra, “Allahım, emrettin itaat ettim, davet ettin icabet ettim, beni bağışla!” şeklindeki duası ashabın bu tür tevessüle başvurduğunu kanıtlayıcı niteliktedir. Âlimlerin tamamı bunu câiz görmüştür (Âlûsî, VI, 127; M. Nesîb er-Rifâî, s. 111-134).

4. Müttaki ve sâlih müminlerin duasıyla tevessül. Âlimler bunu da ittifakla kabul etmiştir. Esasen müminlerin duasını istemek Kur’an ve Sünnet’te teşvik edilmiştir. Nitekim Resûl-i Ekrem umreye giden Hz. Ömer’den kendisi için dua etmesini istemiştir. Sahâbîler de sıkıntılarının giderilmesi için Resûlullah’ın duasına başvurup tevessülde bulunmuştur (İbn Teymiyye, Ḳāʿide, s. 66-69; M. Nesîb er-Rifâî, s. 141-163).

5. Hayatta olan velîler ve sâlih müminlerin zatıyla tevessül. Bu konuda iki yaklaşım mevcuttur. a) Bu tevessülü câiz görenler, bunun Kur’an’da Allah’a yaklaştıran vesileler aramayı emreden âyetin (el-Mâide 5/35) alanına dolaylı biçimde girdiğini söylemiştir. Nitekim melekler Âdem’e secde ederek Allah’a yakınlık sağlamış, iyi kulların ilâhî rahmetin tecelli ettiği hayır sahipleri olduğu belirtilmiş ve müminlere iyilerle birlikte ölmeyi dilemeleri öğretilmiştir (Kevserî, s. 2-15; Ebü’l-Fazl, s. 17-18; Himyerî, s. 139-142, 181-182). Hadislerde Resûlullah ile tevessülde bulunmanın tavsiye edilmesi ona tâbi olan ve bunu teşvik eden velîler ve sâlihlerle tevessülü de câiz kılar. Hz. Ömer’in Abbas b. Abdülmuttalib ile tevessül etmesi de bu konunun bir delilini teşkil eder (Sübkî, s. 143-144; Kevserî, s. 18). Sâlih amellerle tevessülde bulunmanın meşrû kabul edilmesi bu amelleri yapanlarla tevessülü de meşrû hale getirir. Zira zat asıl, zata ait fiil fer‘îdir, fer‘î ile tevessül câiz ise asılla tevessül de câizdir (Himyerî, s. 43-44, 71-72, 126). Allah’ın yaratmadaki sünneti (âdet-i ilâhiyye) bazı vasıta ve sebeplerle fiilleri gerçekleştirmesi şeklinde tecelli eder. O’nun hasta olan birine ilâç vasıtasıyla şifa vermesi gibi mânevî hastalıklara müptelâ olan birine velî ve sâlih kulları vasıtasıyla şifa vermesi de sünnetine uygundur (Muhammed el-Burhânî, s. 3-8; Himyerî, s. 22-23, 55-56). Müctehid âlimlerin velîlerle tevessülü câiz görüp uyguladığına dair rivayetler bu fiilin meşruiyetine ilişkin diğer bir delil konumundadır. İmam Şâfiî’nin Ehl-i beyt’in yanı sıra Ebû Hanîfe ile, Ahmed b. Hanbel’in de Şâfiî ile tevessül ettiğine dair rivayetler sahih kaynaklarda mevcuttur. Fahreddin er-Râzî, Tâceddin es-Sübkî, Teftâzânî, Seyyid Şerîf el-Cürcânî gibi âlimler bu tevessülü meşrû kabul edenlerden bazılarıdır. Burada velîler, kendilerinden kaynaklanan bir güce sahip kişiler olarak değil Allah’ın bir sonucu yaratmasının sebebi olarak görülmektedir (Kevserî, s. 3-4; Himyerî, s. 18-19, 265-266, 420-425). Eş‘arî ve Mâtürîdîler’in çoğunluğu bu görüştedir. b) Velîler ve sâlih müminlerin zatıyla tevessül câiz değildir, çünkü bu Allah’a yapılan tâzime benzer. Bu görüşü savunanlar tevessülle ilişkilendirilen âyetlerde zatla tevessüle dair bir işaret bulunmadığını, bu âyetlerin müminleri sâlih amel yapmaya teşvik ettiğini söyler. Onlara göre ilgili âyetlerden hareketle ortaya konulan görüşler aşırı bir yorumdan ibarettir. Başta Hz. Âdem’in tevessülü olmak üzere Resûlullah’a nisbet edilen rivayetler de zayıftır. Ashap, tâbiîn ve müctehid âlimlere izâfe edilebilecek böyle bir uygulama sahih rivayetlerle nakledilmemiştir. Selef âlimleri bu görüştedir (İbn Teymiyye, Ḳāʿide, s. 66, 133; Âlûsî, VI, 127-128).

6. Peygamberler, velîler ve sâlihlerin zatıyla Allah’a yemin ederek tevessülde bulunmak. Başta Ebû Hanîfe olmak üzere âlimlerin büyük çoğunluğu, “Filân velînin veya sâlih kulun hakkı için senden şunu niyaz ederim” şeklinde yemin mânasına gelebilecek ifadelerle tevessülün câiz görülmediği yahut tahrîmen mekruh olduğu görüşünde birleşmiştir. İster nebî ister velî veya Kâbe gibi mukaddes bir mekân olsun Allah’ın adından başkasıyla yemin etmek meşrû değildir. Selef âlimlerine göre ise bu tür bir tevessül şirke götürür. Tasavvuf mensupları bu tür tevessülü câiz görmüştür (İbn Teymiyye, Ḳāʿide, s. 50-51, 114-115; Âlûsî, VI, 128; Reşîd Rızâ, VI, 372-375).

7. Peygamberler, velîler ve sâlih kullarla ölümlerinden sonra tevessülde bulunmak. Bunu câiz görenlerle Selef âlimleri arasında önemli görüş ayrılıkları bulunmaktadır. Eş‘ariyye, Mâtürîdiyye ve Sûfiyye’ye mensup âlimlere göre ölümlerinden sonra da Allah’ın iyi kullarıyla tevessül edilebilir. Çünkü tevessülle elde edilen sonucu yaratan Allah’tır ve sâlih kulun diri veya ölü olması durumu değiştirmez. İyi kullarla tevessülün sebebi onların Allah nezdindeki dereceleridir. Dünyada eksik ruhları tamamlama görevini yerine getiren iyi kullar bu fonksiyonlarını öldükten sonra da sürdürebilir. Kur’an’da kâfirlerin ölen yakınlarından ümit kestiğinin (el-Mümtehine 60/13), ayrıca ölenlerin de nimet veya azap içinde bulunduğunun belirtilmesi (bk. KABİR) bunu kanıtlar niteliktedir. Ölülere selâm verilmesi onların da ruhen buna mukabele etmesini gerektirir. Temiz ruhların, kabirlerini ziyarete gelenlerin ruhlarıyla ilişki kurması, onları hayra yöneltmesi ve nurlandırması mümkündür. Nitekim Şâfiî Ebû Hanîfe’nin, İbn Huzeyme Ali er-Rızâ’nın, Ebû Ali el-Hallâl Mûsâ el-Kâzım’ın kabrine gidip tevessülde bulunmuştur. Fahreddin er-Râzî, Teftâzânî, Seyyid Şerîf el-Cürcânî gibi âlimlerin bu tevessülü câiz görmesi ashaptan itibaren müslümanların uyguladığı bu fiilin meşruluğunu gösterir (el-Meṭâlibü’l-ʿâliye, VII, 275-277; Şerḥu’l-Maḳāṣıd, II, 43; Kevserî, s. 5-9). İbn Teymiyye’den itibaren bu tevessülü câiz kabul etmeyen Selef âlimlerine göre tarihte putperestlik ölen sâlih kişilerden yardım dilemekle başlamıştır. Önce ölülerden Allah’a aracı olmaları istenmiş, ardından sâlihlerin putları yapılarak bunlara tapılmıştır. İslâm dininde ölüye hitap ederek ondan dua isteme şeklinde bir uygulama mevcut değildir. Eğer ölülerle tevessül câiz olsaydı Hz. Ömer, Resûlullah’ın amcası Abbas’la değil Peygamber’le tevessül ederdi. Resûl-i Ekrem’le sahâbîlerden intikal eden uygulama müminlerin kabirlerini ziyaret edip onlara selâm vermek ve dua etmekten ibarettir. Ölülerden yardım istemek hıristiyanların âdetidir, ayrıca bu fiil kabirleri tapınak haline getirmeye yol açabilir. Ölülerden yardım istemek ilâhî sünnetin yanı sıra Resûl-i Ekrem’in tebliğ ettiği dinin ilkelerine de aykırıdır. Bu tür tevessülle ilgili rivayetler uydurma olabileceği gibi yanılma ve şeytan aldatmasının ürünü de olabilir (İbn Teymiyye, Ḳāʿide, s. 16-19, 142-171; İbn Kayyim el-Cevziyye, I, 375; Reşîd Rızâ, VI, 371-377; VIII, 20, 146-147).

Sonuç olarak sâlih amellerin yanı sıra hayatta olan iyi kulların duasıyla tevessülde bulunmanın câiz görüldüğü hususunda ihtilâf yoktur. Hayatta iken ve ölümlerinden sonra Hz. Peygamber’in, velîlerin ve sâlih kulların zatıyla tevessülde bulunmayı şirk saymak ise isabetli görünmemektedir. Zatla tevessül konusunda kesin bir delil bulunmamakta, bu tevessül vesile âyetinin yorumuna dayanmaktadır. Konuyla ilgili hadisler ise âhad niteliğinde olup zayıf kabul edilmiştir. Hz. Peygamber’in dualarında bazı tesbih lafızlarını zikrettikten sonra, “Ruhun (Cibrîl) ve meleklerin rabbi olan Allahım!” diye niyaz edip Allah katında yüksek makam sahiplerini zikretmesi ise dikkat çekici bir uygulamadır (Müslim, “Ṣalât”, 223; Ebû Dâvûd, “Ṣalât”, 147). Diğer bir husus da Sünnî akîdeye göre peygamberler ve Resûl-i Ekrem’in kendilerini ismen cennetle müjdelediği sahâbîler dışında hiç kimsenin “sâlih” diye nitelendirilip tevessül vasıtası kabul edilemeyişidir. Kişi olarak sâlih kulların kimler olduğu belirlemek mümkün değildir; sadece Allah’ın emirlerine bağlılık dikkate alınarak onlar hakkında hüsnüzanda bulunulabilir. Dolayısıyla iyi kişilerin zatıyla tevessül etmek hüsnüzanna dayalı olup zaman içinde ortaya çıkan bir uygulamadır. Tevessülü şirke dönüştüren hususların başında Allah’tan başkasına dua etmek, böyle bir kişiye ulûhiyyet niteliği atfetmek, kendisiyle tevessül edilen kimseye aşırı saygı göstermek gelir.

Tevessüle dair çeşitli eserler kaleme alınmıştır: İbn Merzûk el-Hatîb, et-Tevessül (Süleymaniye Ktp., Efgānî Şeyh Ali Haydar Efendi, nr. 70); Muhammed Mekkî İstanbûlî, Tevessül: Kasîde-i Bürde Şerhi (Süleymaniye Ktp., Düğümlü Baba, nr. 393); Muhammed b. Ahmed ed-Dimyâtî, el-Ḳaṣîdetü’d-Dimyâṭiyye fi’t-tevessül bi-esmâʾillâhi’l-ḥüsnâ (Süleymaniye Ktp., Lâleli, nr. 1588); Ahmed el-Menînî, Ḫâtimetü istinzâli’n-naṣr bi’t-tevessül bi-şühedâʾi Uḥud ve’l-Bedr (Kahire 1281); Abdülkādir b. Ahmed el-Fâkihî, Ḥüsnü’t-tevessül fî ziyâreti efḍali’r-rusül (Süleymaniye Ktp., Tâhir Ağa, nr. 79); İbn Kemal, Risâle fi’t-tevessül (Süleymaniye Ktp., Tırnovalı, nr. 1850); Ebû Abdullah Muhammed b. Mûsâ et-Tilimsânî, Miṣbâḥu’ẓ-ẓalâm fi’l-müstaġīs̱în bi-ḫayri’l-enâm (Süleymaniye Ktp., Reîsülküttâb Mustafa Efendi, nr. 264); Ali Ahmed et-Tahtâvî, el-İbdâʿât fî meżârri’l-ibtidâʿât bidaʿu’n-nüẕûr ve’ẕ-ẕebâʾiḥ ve’t-tevessül ve’d-duʿâʾ ve’l-ḥilf bi-ġayrillâh (Beyrut 1421/2000); Ahmed b. Zeynî Dahlân, Risâle fîmâ yeteʿallaḳ bi-edilleti cevâzi’t-tevessül bi’n-nebî (İstanbul 1996); Ali Ataç, Kelâm ve Tasavvuf Açısından Tevessül (1993, doktora tezi, MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü); Sıdkī ez-Zehâvî, er-Red ʿalâ münkiri’t-tevessül ve’l-kerâmât ve’l-ḫavâriḳ (İstanbul 2001); Alevî b. Ahmed el-Haddâd, Miṣbâḥu’l-enâm cilâʾü’ẓ-ẓalâm (İstanbul 1996); Mûsâ Muhammed Ali, Ḥaḳīḳatü’t-tevessül ve’l-vesîle ʿalâ ḍavʾi’l-Kitâb ve’s-Sünne (Beyrut 1985); Ebü’l-Fazl İbnü’s-Sıddîk, İrġāmü’l-mübtediʾi’l-ġabî bi-cevâzi’t-tevessül bi’n-nebî (Amman 1992); Nâsırüddin el-Elbânî, et-Tevessül aḥkâmühû ve envâʿuhû (Beyrut 1986, 1990); Şevkânî, ed-Dürrü’n-naḍîd fî iḫlâṣı kelimeti’t-tevḥîd (Beyrut 1932).


BİBLİYOGRAFYA

, “vsl” md.

, I, 391; II, 116, 168; III, 83; IV, 138.

Taberî, Câmiʿu’l-beyân (nşr. Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî), Riyad 1424/2003, VIII, 405.

a.mlf., et-Tebṣîr fî meʿâlimi’d-dîn (nşr. Abdülazîz b. Ali eş-Şibl), Riyad 1425/2004, s. 156.

Mâtürîdî, Teʾvîlâtü’l-Ḳurʾân (nşr. Halil İbrahim Kaçar), İstanbul 2006, VIII, 299-302.

Fahreddin er-Râzî, el-Meṭâlibü’l-ʿâliye (nşr. Ahmed Hicâzî es-Sekkā), Beyrut 1407/1987, VII, 275-277.

Takıyyüddin İbn Teymiyye, Mecmûʿatü’r-resâʾil (nşr. M. Reşîd Rızâ), [baskı yeri ve tarihi yok] (Lecnetü’t-türâsi’l-Arabî), I, 10-31.

a.mlf., Ḳāʿide celîle fi’t-tevessül ve’l-vesîle, Beyrut, ts. (Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye).

İbn Kayyim el-Cevziyye, Medâricü’s-sâlikîn, Kahire 1403/1983, I, 375.

Takıyyüddin es-Sübkî, Şifâʾü’s-seḳām fî ziyâreti ḫayri’l-enâm, Bulak 1318, s. 133-195.

Teftâzânî, Şerḥu’l-Maḳāṣıd, İstanbul 1305, II, 43.

İbn Ebü’l-İz, Şerḥu’l-ʿAḳīdeti’ṭ-Ṭaḥâviyye (nşr. Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî – Şuayb el-Arnaût), Beyrut 1408/1987, I, 294-299.

Hısnî, Defʿu şübehi men şebbehe ve temerrede (nşr. Abdülvâhid Mustafa), Leiden 1424/2003, s. 200-201, 391, 394, 403-414, 420-430, 450, 572-573.

Emîr es-San‘ânî, Taṭhîrü’l-iʿtiḳād ʿan edrâni’l-ilḥâd (nşr. Abdullah b. Yûsuf), Küveyt 1404/1984, s. 22-23, 31.

, VI, 127-128.

M. Osman Abduh el-Burhânî, İntiṣâru evliyâʾi’r-raḥmân ʿalâ evliyâʾi’ş-şeyṭân, Kahire 1318/1900, s. 3-24.

, tür.yer.

, II, 1669-1670.

M. Zâhid Kevserî, Maḥḳu’t-teḳavvül fî mesʾeleti’t-tevessül, Kahire 1369, s. 2-18.

Ebü’l-Fazl İbnü’s-Sıddîk, İtḥâfü’l-eẕkiyâʾ bi-cevâzi’t-tevessül bi’l-enbiyâʾ ve’l-evliyâʾ, Beyrut 1405/1984, s. 7-12, 17-18, 28-50.

M. Îd el-Abbâsî, et-Tevessül envâʿuh ve aḥkâmüh, Beyrut 1986, s. 9-16, 32-36, 41, 50-56.

M. Nesîb er-Rifâî, et-Tevaṣṣul ilâ ḥaḳīḳati’t-tevessül, Halep, ts., tür.yer.

Dilaver Selvi v.dğr., Kur’an ve Sünnet Işığında Râbıta ve Tevessül, İstanbul 1994, s. 67.

Îsâ b. Abdullah b. Muhammed b. Mâni‘ el-Himyerî, et-Teʾemmül fî ḥaḳīḳati’t-tevessül, Beyrut 2001, tür.yer.

Bekir Topaloğlu – İlyas Çelebi, Kelâm Terimleri Sözlüğü, İstanbul 2010, s. 316-317, 337-338.

Zekeriya Güler, “Vesîle ve Tevessül Hadislerinin Kaynak Değeri”, Tasavvuf, sy. 10, Ankara 2003, s. 45-92.

12 Mart 2023 Pazar

Bakara Süresi 260. Ayet Tefsiri


260: İbrâhim de bir zaman: “Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster!” demişti. Rabbi ise: “Yoksa inanmıyor musun?” buyurdu. İbrâhim: “Elbette inanıyorum, fakat kalbim iyice kanaat getirip yatışsın diye bunu istiyorum” dedi. Bunun üzerine Allah şöyle buyurdu: “Öyleyse dört kuş yakala, onları kendine meylettir, alıştır, iyice tanı; sonra onları kesip hamur yaparak her bir dağın tepesine ondan bir parça bırak. Sonra onları çağır, bak nasıl koşarak sana gelecekler. Şunu iyi bil ki, Allah, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.

TEFSİR:

Hz. İbrâhim, önde gelen peygamberlerden biridir. Allah’a olan iman, teslimiyet ve yakarışı dillere destandır. Nemrud’a Allah Teâlâ’yı ilk olarak, “Benim Rabbim dirilten ve öldürendir” diye tanıtmaya başlamıştır. Dolayısıyla Allah’ın, bütün canlılara hayat veren, onları öldürüp tekrar diriltmeye gücü yeten bir zât olduğunda en küçük bir şüphesinin bulunması mümkün değildir. Sadece o, kalbinin iyice mutmain olması, gerçeği yakînen görerek gönlünün sükûnete ermesi, bu husustaki bilgi ve tecrübesinin “hakka’l-yakîn”[1] derecesine ulaşması için Rabbinden ölüleri nasıl dirilttiğini kendisine göstermesini talep etmiştir. Cenâb-ı Hak, “Yoksa iman etmedin mi?” sorup ondan “hayır, iman ettim, ben mü’minim, imanımda şüphe yok” cevabını alarak, böyle bir sual sebebiyle Hz. İbrâhim’in imanı hususunda kıyamete kadar gelecek insanların gönlünde oluşabilecek en küçük tereddütleri bile ortadan kaldırmıştır.

Rivayete göre, Allah Teâlâ İbrâhim (a.s.)’a yakaladığı bu dört kuşu kesmesini, tüylerini yolmasını ve etlerini sıyırıp parçalara bölmesini emretti. Sonra başlarını yanında saklamak suretiyle, her dağın başına onlardan birer parça koymasını istedi. İbrâhim, her bir kuşu dört parçaya ayırdı, hamur yapıp birbiriyle karıştırdı ve dağların tepesine bundan birer parça koydu. Sonra onları “Allah’ın izniyle bana gelin” diyerek çağırdı. Her bir parçanın bir diğerine doğru uçup, bir cüsse teşkil ettiğini ve gelip kendine âit başla birleşerek eski hâlini aldığını gördü. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, III, 81-82) Şüphesiz Allah Azîz’dir; kudreti dâima üstün olandır, emrini yerine getirtir ve yapmak istediği şeye kimse engel olamaz. Hakîm’dir; her bir işinde ve hükmünde çok ince hikmetleri vardır.

[1] Hakka’l-yakîn: Bir şeyin doğruluğunu bizzat yaşayıp tecrübe ederek bilmektir. Mesela balın tadını yiyerek ve ateşin yakıcılığını bizzat içinde yaşayıp tercüme ederek bilmek gibi.

 Ömer Çelik Tefsiri

11 Mart 2023 Cumartesi

Ahirette amel defterimiz elimize verilip günahlarımız açıklandığında herkes görecek mi, yoksa yalnızca biz mi göreceğiz?

   
Soru Detayı

- Tanıdığımız veya tanımadığımız kişiler günahlarımıza vakıf olacak mı?
- Hesap verirken biz Yaradan'ı perdesiz şekilde görecek miyiz?.

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Günah işleyen kimse, dünya ve ahirette büyük sıkıntılara maruz kalır.

Bazen, işlenen bir günaha ondan daha büyük pek çok günah eklenir. Mesela, günahta ısrar etmek, ona özenmek, tövbeyi geciktirmek, benzeri bir günahı elde edince tat almak, yahut kaçırınca üzülmek, günah işlemekle sevinmek, yahut iki kişi arasında olacak bir günaha başkasını sevk etmek, Allah Teala’nın (kendisine emanet ettiği) malını günahta harcamak ki, bu aynı zamanda nimete karşı bir nankörlüktür.

“İnsan günah işleyince, kalbinde bir siyah nokta belirir. Tövbe ile hemen onu silmezse, o nokta kalbinde öylece kalır. Sonra ikinci bir günah işlerse, kalbinde bir nokta daha belirir...” (İbn Mace, Zühd 29)

Bu sebeple günahlarda ısrarcı olmadan onu hemen temizleme çok ciddi önem arz ediyor.

Şunu unutmayalım ki günahlardan duyulan pişmanlık, aslında tövbenin kendisidir. Bu konuda,

“Günahından tövbe eden hiç günah işlememiş gibi olur.” (İbn Mace, Zühd 30)

mealindeki Allah Resulü’nün müjdesi içimizi aydınlatıyor.

Diğer taraftan,

“Açık da olsa, gizli de olsa günahlardan sakının!..” (Enam, 6/120)

mealindeki âyet, günahlardan sakınma konusunda her zaman hassas olmamız gerektiğini vurgulamaktadır.

Fakat gizli işlenmiş bir günahı açığa vurmak ayrıca günahtır:

“Günahlarını açıklayanlar hariç bütün (samimi tövbe eden) insanlar affedilmiştir. İnsanlardan birisi geceleyin bir günah işler, Allah Teâlâ günahını örtmüştür. Ancak, sabaha çıkınca Allah Teâlâ’nın örttüğü perdeye açar ve günahını (insanlara) anlatırsa, işte bu affedilmez." (Buharî, Edeb, 60; Müslim, Zühd, 52)

Çoğu zaman bir günahkâr, başkalarının da uyduğu bir günah çığırı açar, onunla amel edildiği müddetçe o günahın getireceği kötülükler kendisine yazılmaya devam eder. (bk. Müslim, İlim, 15; Zekat, 69; Nesaî, Zekat, 64)

Günahların açıkça işlenmesi, teşhir edilmesi toplumun diğer fertlerine kötü örnek olacağı gibi, insan şahsiyetini de zedeler. İnsanlar yaptıkları kötülükleri başkalarının da işlediğini görünce psikolojik olarak rahatlar; musîbetin paylaşılması elem yükünü hafifletir ve o kötülüğün daha rahat ve cesurca işlenmesine psikolojik zemin hazırlar. İnsan, hayatının zayıf bir döneminde yapmış olduğu bir kötülüğü terkettikten sonra unutmak ve başkalarının da unutmasını ister. Ancak günahını başkalarına anlatmışsa, insanlar onu hayat boyunca o kötülüğü ile hatırlayacaktır. Bunun için kötülüğün şuyûunun vukûundan daha zararlı olduğu kabul edilmiştir.

Allah Teâlâ, âyet-i kerimede, başkalarını günaha sevk etmeyi münafıkların sıfatı olarak zikretmiş ve şöyle buyurmuştur:

“Münafık erkekler ve münafık kadınlar (sizden değil) birbirlerindendir. Çünkü onlar kötülüğü emreder, iyilikten alıkoyarlar.” (Tevbe, 9/67)

Kişinin günahını gizlemesi bir nevi pişmanlık olduğundan, tövbenin kabulü için ilk adım sayılmış ve günahını gizleyen insanların affedileceği bildirilmiştir:

"Allah, kıyamet gününde mümin kuluna yaklaşır, şefkatiyle örterek insanlardan gizler; 'Şu, şu günahını biliyor musun?' der; kul 'Evet Rabbim biliyorum.' der. Allah tekrar 'Şu şu günahını da biliyor musun?' der; o kul 'Evet, Rabbim' der. Böylece o insan bütün günahlarını ikrar eder. Artık ben kurtulamam diye düşünmeye başlayınca Allah, 'Ben senin bütün o günahlarını dünyada örttüm. İşte bugün de onları mağfiret edeceğim.' der." (Buhârî, Mezâlim, 3).

Allah insanı üç çeşit örtü ile örtmüştürİlk örtü; insanın ayıp ve çirkin görünen yerlerini gizleyen elbiseleridir. İkincisi; insanın fikir, düşünce ve hayallerinin kalbinde gizlenmesidir. Üçüncüsü ise; Allah kulunun günahlarını örtmüş, gizlemiş; günahlarını sevaba çevirmiş, sanki hiç günah işlememiş gibi ahirette yalnızca sevaplarını yazan kitabını vermiştir. (Gazâlî, Esmâü'l-Hüsnâ, terc. Y. Arıkan, s.128)

Buna göre, bu dünyada gizli kalan günahlar, ahirette de gizli kalır. Açıktan işlenen günahlar da ahirette açıkça görülür.

Allah bütün günahları herkese göstermeyecektir. Nitekim, tövbe edilmiş bazı günahları veya başkasının günahını gizleyen kişilerin günahlarını da Allah gizleyecektir.

Allah’ın kulları sadece insanlar değildir. Bütün kâinat, melekler ve daha nice varlıklara insanın yaptığı iyilikler ve kötülükler gösterilecektir.

En önemlisi, Allah adaletini ve herkese hak ettiğini verdiğini böylece göstermiş ve ilan etmiş olacaktır. Bunu da en önce kişinin kendine gösterecektir.

“Lût kavminin amelini işleyen kimse denizler dolusu su ile yıkansa günahını temizleyemez. Onu ancak tövbe temizler.” (Deylemi, Firdevsü’l-Ahbar, No: 6892; Aclunî, Keşfu’l-hafâ, No: 2093)

anlamındaki rivâyet, vefat etmeden hakkıyla yapılacak bir tövbenin, günahları affedeceğini haber vermektedir.

Buna göre, affedilmeyecek günahlar, açık veya gizli hangi günah olursa olsun, tövbe edilmeyen günahlar olarak anlaşılabilir.

https://sorularlaislamiyet.com/ahirette-amel-defterimiz-elimize-verilip-gunahlarimiz-aciklandiginda-herkes-gorecek-mi-yoksa#:~:text=Buna%20g%C3%B6re%2C%20bu%20d%C3%BCnyada%20gizli,ki%C5%9Filerin%20g%C3%BCnahlar%C4%B1n%C4%B1%20da%20Allah%20gizleyecektir.

10 Mart 2023 Cuma

Nisâ Sûresi 150-151. Ayet Tefsiri


150: Allah’ı ve peygamberlerini inkâr eden, Allah ile peygamberlerinin arasını ayırmak isteyen ve “peygamberlerin bir kısmına inanırız, bir kısmına inanmayız” deyip, böylece iman ile küfür arasında bir yol tutmaya çalışanlara gelince:

151: İşte bunlar gerçek mânada kâfirdirler. Biz de kâfirler için alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır.


TEFSİR:

Allah katında yegâne makbul din, iman ve tevhid esası üzerine kurulmuş İslâm dinidir. Allah’ın gönderdiği bütün peygamberler, Allah adına davette bulunmuşlar ve temel esaslar itibariyle hep aynı dini tebliğ etmişlerdir. Dolayısıyla iman açısından Allah ile peygamberlerinin arasını ayırmak ve aynı şekilde peygamberler arasında bir ayrıma gitmek doğru değildir; apaçık bir küfürdür.

Burada üç grup kâfirden bahsedilmektedir:

§ Hem Allah’ı hem de peygamberlerini inkâr edenler, hiç birine iman etmeyenler. Müşrikler, dinsizler ve ateistler bu gruba girer.

§ İman etme bakımından Allah ile peygamberi birbirinden ayıranlar, yani Allah’a iman iddiasında bulunup da peygamberlere inanmayanlar.

§ Peygamberlerden bazısına inanıp bazısına inanmayanlar. Yahudi ve hıristiyanlar bu gruba girmektedir. Özellikle Peygamber Efendimiz’e iman etmemeleri tenkit edilmektedir.

Bu davranışların hepsi küfür, bunu sergileyenler de kâfirdir. Çünkü imanla küfür, hakla bâtıl arasında orta bir mertebe yoktur. Bir peygamberi inkâr bütün peygamberleri inkâr, peygamberleri inkâr ise Allah’ı inkâr demektir.

Günümüzde özellikle müsteşriklerin gündeme getirdiği iddialar ve bunların bir kısım modernistler tarafından yüksek sesle dillendirilmesi sonucu, Peygamberimiz (s.a.s.) ve onun sünneti hakkında Kur’an’ın bu konudaki yaklaşımına kesinlikle uymayan bir kısım inkârî temayüller baş göstermiştir. Kur’ân-ı Kerîm’den anladığımıza göre “Peygamber”, yeryüzünde Allah’ın temsilcisidir. O, Allah’tan din vahyini almakta, Allah adına konuşmakta, Allah adına karar verip iş yapmaktadır. Bizim Allah hakkında, din hakkında ve dinin bahsettiği bütün hususlarda sahip olduğumuz bilgiler, bütünüyle Peygamber (s.a.s.)’in verdiği bilgilere dayanmaktadır. Çünkü bu mânada Allah ile irtibat halinde bulunup söz söyleme yetkisine sahip tek kişi odur. Bu sebepledir ki, Allah Teâlâ pek çok âyette kendisi ile beraber Peygamber’e itaati emretmiş ve “Peygamber’e itaatin aynen kendine itaat” (bk. Nisâ 4/80) olduğunu haber vermiştir. Kulun Allah’ı sevip O’nun af ve mağfiretine ulaşabilmesini Peygamberi’ne uymaya bağlamıştır. (bk. Âl-i İmran 3/31) O halde Peygamber (s.a.s.)’i ve onun sünnetini devre dışı bırakmaya çalışmak, bununla ilgili kalplere şüphe tohumları atmak gibi hâince ve şeytanca teşebbüsler, “Allah ile peygamberlerin” arasını ayırmaya yeltenmekten başka bir şey değildir. Bunu bilinçli planlayanlar ve uygulayanlar kapkaranlık küfür dehlizlerinde bulundukları gibi, bilerek veya bilmeyerek buna alet olanlar da aynı küfür dehlizlerine doğru süratle yol almaktadırlar. Kurtuluş için bu bâtıl yoldan dönüş gereklidir ki, bir sonraki âyet bunun çaresini öğretmektedir.