23 Haziran 2023 Cuma

***HAC:Yeniden doğuş


“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Hac...
Özel bir maksatla, özel bir mekâna, özel bir zamanda yapılan yolculuktur Hac... Ziyaret edilen yer, gerek iklim gerekse tabiat güzelliği bakımından başka bölgelere kıyasla çok da cazip değildir aslında. Mahşerî bir kalabalığın zorunlu olarak aynı zaman dilimleri içinde aynı yerlerde bulunmasının getirdiği izdiham da hesaba katıldığında, Hac seyahatinin başka herhangi bir yolculuğa kıyasla hayli meşakkatli olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Ne var ki, ne o haşr u neşri andıran kalabalığın izdihamı, ne dışarıdan gidenler için mevsimin alışılmadık sıcaklığı, ne yolculuğun sıkıntısı.. hiçbir şey bir gidenin bir daha, bir daha gitme arzusuyla yanıp tutuşmasına engel olamıyor! Daha doğrusu dışarıdan bakanlar için birer “sıkıntı” gibi görünen bütün durumlar, Haccı bütün anlam boyutlarıyla “yaşayanlar” için söze dökülmesi imkansız bir idrak ve duyuş olarak ruhlara yerleşiyor.

Lebbeyk’in hikmeti
Özellikle ibadetler söz konusu olduğunda, neyi niçin yaptığımızı belirlemek anlamında “illet” tesbiti yapmak mümkün değildir, ancak bu gerçek, ibadetlerin bize bakan yönünden yansıyan hikmet parıltılarını görmemize engel oluşturmuyor.

Mukaddes mekânlara yaklaşma heyecanı içimize düştüğü andan itibaren kulluğu, teslimiyeti ve itaati en üst seviyede kelimelere döken 
“Lebbeyk Allâhümme lebbeyk,lebbeyke lâ şerîke leke lebbeyk,innel hamde venni’mete leke vel mülk,lâ şerîke lek.” cümlesinin her tekrarlanışında dilden kalbe akan ve oradan bütün benliği saran rikkat (Kalb inceliği ve yumuşaklığı), başka herhangi ibadette böylesine sarsıcı ve kalıcı olmuyor.


“Bütün emirlerine gönülden bir boyun eğişle huzurundayım; Sen bütün varlığın yegâne yaratıcısı, sahibi, hakimi, ve Rabbi olarak ne buyurduysan şeksiz-şüphesiz, itirazsız, sızlanmasız kabul edip, teslim oldum. İşte bütün adanmışlığımla huzurundayım; emret Allahım... Hamd ancak Sanadır, başta ‘var edilmişlik’ nimeti olmak üzere, hayatımızın devamı için, Seni layıkı veçhile tesbih ve tenzih, Sana gereği gibi kulluk edebilmemiz için gerekli bütün maddi ve manevi nimetlerin kaynağı ancak Sensin. İçinde benim de bulunduğum bütün varlık Senindir. Hamdde, şükürde, taat ve kullukta, mülk ve varlıkta Senin hiçbir ortağın yok. Emret Allahım!” anlamına gelen bu "boyun eğiş"cümlesi, haccın aklî bir izahı bulunmayan birçok menasiki ile tam bir uyum göstermektedir.

Sadece hacı adaylarının değil, bütün bir tabiatın müştereken terennüm ettiği bu kulluk bildirisi, haccı diğer ibadetler yanında “özel” kılan bir diğer husustur. Efendimiz
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)şöyle buyurmuştur: “Hiçbir mü’min yoktur ki, telbiye getirsin de, yeryüzünün bir ucundan ötekine sağında ve solunda bulunan taş, ağaç, toprak da onunla birlikte telbiyede bulunmasın.” (Tirmizî, İbn Mâce)

Hac menasiki ve teslimiyet
Kâbe’nin etrafında niçin 7 kere dönüyoruz? Arafat Vakfesi dediğimiz “duruş”un anlamı nedir? Niçin bütün hacılar belli bir vakitte bir dağın üzerinde veya eteklerinde bulunmak ve orada belli bir süre geçirmek zorundadır? “Şeytan taşlama”nın rasyonel bir anlamı, aklî bir izahı var mıdır? Harem-i Şerif sınırları içinde avlanmanın, ağaç kesmenin, ot yolmanın… yasaklığının sebebi nedir?!


Hac ibadetini benzersiz yapan belki de tam burasıdır. İnsanı bu alemden alıp adeta Melekût Alemi’ne götüren bu iklimin her şeyi farklıdır. Hacının dünyayı soyunarak ihramı giyinmesi, dünya hayatını çağrıştıran her türlü renk, dil, cinsiyet… farklılığının, rütbe ve makamların, şöhret ve etiketlerin sıfırlanması ancak hac atmosferinin bütünlüğü içinde gerçeklik ifade ediyor. Yukarıda anlattığımız “Lebbeyk” manifestosu (Telbiye) ancak ihramlı bir kimsenin dilinde bu kadar sahici ve gerçek olabilir!

Haccın hem mukaddes mekânlarda, hem belli bir vakitte, hem de adeta bir ahiret provası tarzında eda edilmesi hep bu teslimiyeti vurgular gibidir. Bize bu dünyaya bağlanmamamız, geçici dünyayı kalıcı ahiretle birlikte yaşamamız gerektiğini ve dünyadayken yüzümüz ahirete dönük olarak yaşamamızı her vesileyle öğütleyen yüce dinimiz, bunu soyut bir kabul seviyesinde bırakmamış, hayatın içine sokmak suretiyle “gerçeklik” haline getirmiştir. İ’tikâf uygulaması bunun örneklerinden biridir. Dünyadayken dünyadan soyutlanmak, ruhu ve benliği bir süreliğine de olsa dünya taalluklarından arındırmak, bir “sünnet” olarak yaptığımız i’tikâf uygulamasının hikmet boyutunda yakalayabildiğimiz hususlardandır.

Ama dünyadayken dünyadan arınma halinin en üst seviyede gerçekliğe dönüştüğü süreç, hiç şüphe yok ki Hac ibadetinin yapıldığı zaman dilimidir. İnsanların “bir tarağın dişleri gibi” eşitlendiği, insanlar arasındaki her türlü arızî farkın ortadan kalktığı ve layıkı veçhile yerine getirildiği zaman insanı annesinden yeni doğmuşçasına tertemiz/günahsız yapan Hac ibadeti, bu yönüyle diğer ibadetlerin çok üstünde bir anlam ve öneme sahiptir.

Nitekim Efendimiz 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’e “Hacı kimdir?” diye sorulduğunda, “Saçı başı toz toprak içinde olan, koku sürünmeyen kimsedir.” (Tirmizî, Ebu Davud) buyurması, Hac ibadetinin hakkını vermiş olmak için dünyayı ve onunla ilgili kaygıları Hac esnasında tamamen içimizden söküp atmak gerektiğini ifade etmektedir.

Kadim zamanlara uzanmak
Hac ibadetinin bizim için bir diğer önemi de, kutlu ve kadim zamanlara şahitlik etmiş mekânların bizi bürüyüp içine alan atmosferidir. Kâbe’nin ilk inşa edildiği zamanlardan, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail
(ikisine de selam olsun) döneminden, zamanın Efendimiz 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ve O’nun kutlu sahabesiyle şereflendiği Saadet Asrı’na, yeryüzünde adaletin şahitleri ve bekçileri olarak yaşadığımız uzun asırlardan günümüze gelene kadar neler yaşandı bu mekânlarda, neler!.. Hac bize, o zamanlarda olmasa bile o mekânlarda bulunma fırsatı verdiği için de ayrı bir önemi haizdir. Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bu noktaya dikkatlerimizi çekerek şöyle buyuruyor: “Hac menasikini ifa ettiğiniz yerlerde durunuz. Çünkü siz atanız İbrahim’in mirası üzeresiniz.” (Ebu Davud)

Hacca gitme fırsatını yakalayanların bu noktada bir ön hazırlık yapması oldukça önemlidir. Milletine mensup olma şerefine nail kılındığımız Hz. İbrahim 
(Aleyhisselam)’ın “tek başına bir ümmet olarak” yürüttüğü tebliğ faaliyeti, bu uğurda maruz kaldığı eziyetler… Oğlu Hz. İsmail (Aleyhisselam)’ın muhteşem teslimiyeti… Peygamberli zamanların son kıvrımında Alemlerin Efendisi (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ve O’nun güzide arkadaşlarının Mekke’de ayrı, Medine’de ayrı yaşadıkları… Bütün bunlar bize, insanlığın uzun yürüyüşünde aslında herhangi bir kesinti olmadığını, Tevhid ve adalet sancağının kadim zamanlardan bu yana elden ele taşınarak geldiğini anlatıyor. Yeryüzünde insanlar için inşa edilen ilk mabet olan (Âl-i İmran, 96) kutlu Kâbe bunun en canlı şahididir; Makam-ı İbrahim de öyle...

Kâbe: Bereket ve hidayet kaynağı
Rasyonel aklın bütün mekanizmalarını işlemez hale getiren bir noktadayız şimdi. Kâbe, tarihin bir döneminde Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail (ikisine de selam olsun) tarafından taş ve çamurdan inşa edilen dört köşe bir yapı mıdır sadece? O yapı ki tarih içinde birçok defa çeşitli sebeplerle tahrip olmuş, kimi zaman tamir görmüş, kimi zaman temellerine kadar sökülüp yeniden yapılmıştır.

O halde bu “yapı”nın özelliği nereden gelmektedir?

Şüphesiz ki zaman da mekân da Allah Tealâ’nın mahlukatındandır. Dolayısıyla (Ramazan ayı, Cuma günü, Kadir gecesi… gibi) bir kısım zamanlar ve (Mescid-i Haram, Mescid-i Nebî, Mescid-i Aksa, Ravza-i Mutahhara… gibi) bir kısım mekânlar, özellik ve değerini bizzat kendilerinden değil, taallukatlarından alırlar. “Şerefu’l-mekân bi’l-mekîn” (Mekânın üstünlüğü, orada bulunanın üstünlüğünden gelir) sözü buna yakın bir durumu ifade eder. Yani zaman da, mekân da, kendilerini değerli kılan Rabb-i Müteal’in veya O’nun değer verdiklerinin değer vermesi ile değerli olur. Bu sayede madde ile mananın, fizik ile fizik ötesinin, beşer alemi ile Melekût Alemi’nin kesişme noktaları olmak, bu zaman ve mekânların ortak özelliğidir. Kutlu bir zaman olarak Hac mevsimi ve kutlu bir mekân olarak Kâbe de böyledir.

Yüce Rabbimiz 
(Celle celaluhu) şöyle buyurur: “Şüphesiz alemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev (mabet), Mekke’deki (Kâbe)dir.” (Âl-i İmran, 96)

Acaba Kâbe’nin insanlar için bir “bereket ve hidayet kaynağı” olması ne demektir?

Yukarıda Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail (ikisine de selam olsun) tarafından inşa edildiğini söylediğimiz Kâbe, ilgili ayetlerin (Bakara, 125-127; Hac, 26) ifadesinden de anlaşıldığı gibi, onlardan daha önce mevcut idi. İşaret ettiğimiz ayetlerde geçtiğine göre, Yüce Rabbimiz 
(Celle celaluhu) Kâbe’nin yerini Hz. İbrahim (Aleyhisselam)’a göstermiş, o da temelleri üzerine Kâbe’yi inşa etmişti. Keza Âl-i İmran 96. ayette de Kâbe’nin, “yeryüzünde kurulmuş ilk mabet” olduğunun zikredildiğini biliyoruz.

Bu da gösteriyor ki Kâbe, insanlık tarihi kadar eski bir geçmişe sahiptir ve ilk yapıldığı günden bu yana hep hakkın, hakikatin, tevhidin ve hidayetin merkezi olmuştur. Rivayetlerden öğrendiğimize göre Kâbe yeryüzünün merkezi olarak, Melekût Alemi’ndeki Beyt-i Ma’mûr’un tam hizasında bulunmaktadır. (Musannef-i Abdürrezzâk, 5/28; Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr, 11/417). Yine Efendimiz 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’in haber verdiğine göre orayı her gün yetmiş bin melek ziyaret etmekte ve bir giden grup bir daha gitmemecesine bu böyle devam etmektedir. (Buharî, Müslim, vd.). Melekût Alemi’nde meleklerin Beyt-i Ma’mûr merkezinde eda ettiği kulluğu, dünyada da müminler Kâbe’nin etrafında ifa etmektedir.

Buna bir de Mescid-i Haram’ın doğrudan Allah Tealâ tarafından “haram bölge” olarak ilan edilmiş olması gerçeğini de ilave ettiğimizde, Kâbe ve çevresinin aynı zamanda bir emniyet ve huzur mekânı olduğunu anlarız. Avının avlanamaması, ekininin koparılamaması da bu yüzdendir.

Oraya korkuyla giren emin olur; kederle giren ferahlık bulur, günahla giren arınmış olarak çıkar. Cahiliye Araplarının şirk bataklığında debelendiği en karanlık zamanlarda bile Kâbe huzur ve güvenin adresi olma özelliğini sürdürmüş, günlerini didişmekle geçiren cahiliye Arap kabileleri, Kâbe’ye sığınanlara dokunmaz, onun hürmetini ihlal etmekten çekinirlerdi. Kâbe’nin insanlar nezdindeki bu itibar ve hürmeti dolayısıyla Yemen hükümdarı Ebrehe, kendi memleketinde bir bina inşa etmiş ve insanları Kâbe’den vaz geçirip oraya sevk etmek için Kâbe’yi yıkmaya azmetmişti. Efendimiz 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’in dünyaya teşrif ettiği yıl meydana gelen bu olayda Ebrehe ve ordusu Fil Suresi’nde anlatılan feci akıbete uğramıştı.

 Hac ibadeti müminler için yeniden doğuş anlamına gelir. Bu, zayıf inancı imana, imanı da yakîne dönüştüren bir etkidir; haccın esrarından biri de müminde böyle bir dönüşümü gerçekleştirmesidir.

E.Sifil 


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

***Haccın ruhu-Faruk Beşer


...Hac İslam'ın beş temel direğinden biridir ve müslüman bir mükellefe haccın farz olması oraya gidebilmenin yolunu ve imkânını bulmasına bağlıdır. Yani zengin olması şart değildir...

...Hac, kastetme, yönelme demektir. Ama dünyada kastedilecek en önemli şey Kâbe'yi ziyaret etmek olduğu içindir ki, hac orayı kastetmenin özel adı olmuştur...

...çoğu insan işin şekil şartlarına olması gerekenden fazla sarılıp, haccın asıl manevi boyutunu ihmal ediyor...


... asıl hac, dünyaya ait zaman ve mekândan çıkıp, öbür âlemin zamanını ve mekânını yaşama provasıdır. Haccın zamanın öbür âleme geçiş anı olduğu içindir ki, hacdaki bütün yorgunluklara rağmen kişi her seferinde yine oraya gidebilmenin özlemini yaşar. Elbette bunu prova olmaktan çıkarıp hakikate dönüştürebilecek maneviyata sahip pek çok hacı adayı ve görevlisi de vardır...

...Öncelikle her işin başı, sağlam bir niyettir.Bu sebeple hacca niçin gidiyorum sorusunun cevabı önemlidir. Allah bunu benden istiyor, onun emrini yerine getirmek, O'nun şiarı olan Kâbe'yi ziyaret etmek, böylece Allah ile olan ahdimi yenilemek, günahlarımdan arınmak ve artık o günahları işlememek üzere karar vermek için gidiyorum. Allah'ın elçisini de ziyaret edip selam vermek, onu görmüş gibi hissetmek, sünnetine artık bağlı kalacağıma söz vermek, bütün dünya müslümanları ile farklı ırklardan kardeşlerimle kucaklaşmak için gidiyorum… Eğer içimizde bu ve buna benzer duygular galipse haccın niyeti sağlam demektir. 'Ameller niyetlere göre değer kazanır'. Aynı işi yapan bir mümin sadece hac farzını üzerinden düşürmekle kalırken, bir başkası sırf bu sağlam niyeti sebebiyle bunun yanında dünyalar kadar sevap kazanabilir. Kul hakkı hariç, bütün günahlarını sildirmeyi başarır...

İkinci önemli husus, hacca helal imkânlarla gitmektir. Allah'a isyan anlamına gelen haramla, Allah'a ibadet ve itaat olmaz. Bunun için en iyi hac parası borç alınan paradır derler. Çünkü haram olmadığında şüphe olmayan tek para, vermek niyetiyle alınan borçtur. Onu öderken belki haramla ödemiş olabilirsiniz, ama borç olarak aldığınız paranın helal olduğu kesindir...

Yazının tamamı için:

***Riyâzü's Sâlihîn'in " HAC BÖLÜMÜ " Bâbı-6-


1282. Yine İbni Abbâs radıyallahu anhümâ'dan rivayet edildiğine göre bir kadın: 

- Ey Allah'ın Resulü! Hac farîzası hakkındaki Allah'ın emri, babamın hayvan üzerinde duramayacak kadar yaşlı olduğu bir döneme denk geldi. Onun yerine ben haccedebilir miyim? dedi. Hz. Peygamber: 

- "Evet, haccedebilirsin" buyurdu. 

Buhârî, Hac 1, Cihâd 154, 162, 192, Edeb 68; Müslim, Hac 407, Fedâilü's-sahâbe 135, 137. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Menâsik 25; Nesâî, Hac, 22, 23, Kudât 9, 10 

Aşağıdaki hadis ile birlikte açıklanacaktır.


1283. Lakît İbni Âmir radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre kendisi Nebî sallallahu aleyhi ve sellem'e gelip: 

- Babam çok yaşlıdır. Ne hac, ne umre yapabilir, ne de sefere çıkabilir. (Ne emir buyurursunuz?) dedi. Hz. Peygamber de: 

- "O halde babanın yerine sen haccet ve umre yap!" buyurdu. 

Ebû Dâvûd, Menâsik 25; Tirmizî, Hac 87. Ayrıca bk. Nesâî, Menâsik 2, 10; İbni Mâce, Menâsik 10 

Lakît İbni Âmir 

Lakît İbni Âmir ile 1246 numaralı hadisin râvisi Lakît İbni Sabire'nin aynı kişi olma ihtimali oldukça kuvvetlidir. Bilgi için oraya bakılmalıdır.

 Allah ondan razı olsun. 

Açıklamalar 

Bu iki hadîs-i şerîf, başkasının yerine haccetmek yani hacda niyâbet konusunu açıklığa kavuşturmaktadır. Birinci hadis, Resûlullah'a soru soran kadının Has'am kabilesinden olması sebebiyle Has'amiyye hadisi diye bilinir. Hadisin buraya alınmamış olan baş kısmı şöyledir: Peygamber Efendimiz Vedâ haccında, terkisinde amcası Abbas'ın büyük oğlu Fazl bulunduğu halde Müzdelife'den Mina'ya dönerken bir ara Yemenli Has'am kabilesinden bir genç kadın Peygamber Efendimiz'e yaklaşır. Bir taraftan Efendimiz ile kadın arasında hadisteki sorucevap konuşması geçerken bir taraftan da Fazl İbni Abbas ve kadın birbirine bakışmaya başlarlar. Durumu farkeden Hz. Peygamber, mübarek eliyle Hz. Fazl'ın başını öte tarafa çevirir. 

Has'amlı kadının, "Hac farîzası hakkındaki Allah'ın emri, babamın hayvan üzerinde duramayacak kadar yaşlı olduğu bir döneme denk geldi" demesi, yerine haccetmek istediği babasının aczini tam olarak ortaya koymaktadır. Babası yeni müslüman olduğu için mi yoksa hac kendisine farz olacak zenginliğe yeni eriştiği için mi bu durumla karşılaşıldı bilinmemektedir. Aslında bu nokta netice itibariyle pek de önemli değildir. Mühim olan o zatın hacca gidemeyecek derecede yaşlı ve bitkin olmasıdır. Peygamber Efendimiz'in, "Evet, babanın yerine haccedebilirsin" buyurması, hacca vekil gönderme kapısını açmıştır. İkinci hadiste de aynı durumla karşılaşmaktayız. Bütün fark burada, babasının durumunu anlatıp ona vekâleten hac ve umre yapıp yapamayacağını soran bir erkek, Lakît İbni Âmir'dir. 

Bilindiği üzere hac, hem malî hem de bedenî bir ibadettir. Namaz gibi sırf bedenî ibadetlerde vekâlet câiz değildir. Zekât gibi sırf malî ibadetlerde ise, vekâlet câizdir. Hac da ise ancak acz halinde vekâlet câiz, kudret halinde câiz değildir. Nitekim her iki hadiste de yerine haccedilmesine Peygamber Efendimiz'in izin verdiği mükelleflerin, çok yaşlı, yolculuğa çıkamayacak hatta binit üzerinde duramayacak derecede bitkin oldukları açıkca ifade edilmiştir. Buna rağmen başkasının yerine haccetmek konusunda "câizdir", "câiz değildir" gibi farklı görüş beyan eden âlimler de olmuştur. Ancak meselenin özü, ölünceye kadar acz halinin devamı şartıyla hacda vekâlet câizdir. Yapılan haccın, kendisi namına hacca gidilen kişi için mi yoksa vekil giden adına mı gerçekleşeceği de tartışmalıdır. İmam Muhammed'e göre hac, vekil giden adına gerçekleşir; gönderen de yaptığı harcamaların sevabını alır. 

Birinci hadis'te Peygamber Efendimiz'in bir sünnetine daha şahit olmaktayız. Efendimiz, eğer hayvanın taşıma gücü yerinde ise, yolculukta, terkisine bir sahâbîyi alma âdetinde idi. Terkiye alınan kişiye Arapça'da redîf denir. Efendimiz’in redîfi olma şerefine ermiş otuz kadar sahâbî bulunmaktadır. 

Ayrıca birinci hadisin râvisi Abdullah İbni Abbas'ın, bu hadisi ağabeyi Fazl'dan dinlemiş olma ihtimali daha güçlü gözükmektedir. Kendisinin olayı bizzat müşehade etmiş olma ihtimali varsa da oldukça zayıftır. Bu takdirde hadis, hadis usulü açısından sahâbe mürseli niteliğindedir. 

Hadisten Öğrendiklerimiz 

1. Acz halinde bulunan kimseye vekâleten haccetmek câizdir. 

2. Kızı babası adına haccedebilir. Yani erkeğe vekâleten kadının haccetmesi câizdir. 

3. Hayvanın güçlü-kuvvetli olması halinde terkiye adam almak câizdir. 

4. Kadınların ihramlı iken yüzlerinin açık olması câizdir. 

5. Bir âlim, şer'î açıdan sakıncalı bir durum görünce onu uygun bir şekilde önlemelidir. Nitekim Hz. Peygamber Fadl'ın başını başka tarafa çevirmek suretiyle kadınla karşılıklı bakışmalarını önlemiştir. 

6. İhtiyaç halinde kadın, erkeğe fetva sorabilir. 

7. Bir kimse kendi adına haccetmemiş bile olsa, başkası namına hacca gidebilir. 

8. Anne-babaya bakmak, hizmetlerinde bulunmak, borçlarını ödemek, gerekirse yerlerine hacca gitmek çocukların vazifesidir.

SADAKATİN PEYGAMBERİ: HZ. İSMAİL


Her insanda zaruri olarak bulunması gereken bir özellik olan emanet, peygamberlerin ise başta gelen sıfatlardandır. Onlarda bulunan sıfatlardan biri de sıdktır ki esasında bu iki sıfat birbiriyle çok yakın ilişkilidir. Buna göre peygamberler, sözde ve fiilde güvenilir (sadık) kabul edilen ve kendilerine tebliğ görevi, yani dini yayma emaneti verilen sadık insanlar olarak tanımlanabilir.

Sıdk, peygamberlerin en önemli özelliklerindendir. Kur’an’da bu husus açıkça Hud suresinde ifade edilmektedir: “O hâlde sen maiyetindeki tövbe edenlerle beraber, emrolunduğun şekilde dosdoğru ol. Aşırı gitmeyin. Çünkü O, ne yaparsanız hakkıyla görür.” (Hud, 11/112.)

Bu ayette Allah, sadece Hz. Peygamber’e (s.a.s.) değil, aynı zamanda bütün müminlere doğruluğu emretmektedir. İmanında sabit, amelinde devamlı, ahdine ve sözüne sadık olanlar gerçekten takdire şayan kişilerdir. Çünkü her hâl ve şartta doğru olmak ve bu şekilde sabit kalmak gerçekten zordur. Doğru olmak bazen hatta çoğu zaman risklidir. Zira doğru söyleyenler ve doğru davrananlar pek çok kez zor durumda kalmış, dünyevi imkânlarını ve makamlarını kaybetmekle karşı karşıya kalmışlardır. “Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar.” sözü herhâlde birçok acı tecrübenin bir neticesi olsa gerektir. Bu sebepledir ki doğruluk gerçekten cesaret, azim ve fedakârlık ister. Tarihte doğru söyleyenler, doğruya çağıranlar sıkıntı çekmişler, hayatlarını zor şartlar altında sürdürmüşlerdir. Bunun en bariz örneği şüphesiz Kur’an’da da zikri geçen peygamberlerin hayatlarıdır. Allah’ın bütün peygamberlerinde olduğu gibi sıdk hasletini bütün tavır ve davranışlarında en güzel şekilde gösteren peygamberlerden birisi de Hz. İsmail’dir.

Kur’an-ı Kerim’de on iki yerde adı geçen Hz. İsmail, güzel hasletleriyle zikredilmektedir. Öncelikli olarak Hz. İsmail, babası Hz. İbrahim’in yaşlılık döneminde ve bir duası neticesinde dünyaya gelmiştir: “İhtiyar hâlimde bana İsmail’i ve İshak’ı lütfeden Allah’a hamdolsun! Şüphesiz Rabbim duayı işitendir.” (İbrahim, 14/39.)

“O:‘Rabbim! Bana salihlerden olacak bir evlat ver.’, dedi. İşte o zaman biz onu uslu bir oğul ile müjdeledik.” (Saffat, 37/100-101.)

Hz. İsmail çok küçükken babası Hz. İbrahim tarafından Mekke’de Beytü’l-Haram’ın bulunduğu yere bırakılmıştır.

“Ey Rabbimiz! Ey sahibimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için ben, neslimden bir kısmını senin Beyt-i Harem’inin (Kâbe’nin) yanında, ziraat yapılmayan bir vadiye yerleştirdim. Artık sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meyledici kıl ve meyvelerden bunlara rızık ver! Umulur ki bu nimetlere şükrederler.” (İbrahim, 14/37.)

Rivayete göre Hz. İbrahim’in hanımı Sare’nin Hacer isminde bir cariyesi vardı. Onu, kocası Hz. İbrahim’e verdi ve Hz. İbrahim’in ondan İsmail adında bir oğlu dünyaya geldi. Hz. İbrahim daha sonra onları alarak Mekke’ye götürdü. Kâbe yakınlarında bir yere iskân etti. Bu esnada Mekke susuz, çorak ve kayalık bir yerdi. Allah Teâlâ, Hz. İbrahim’in duasını kabul etti. Orada zemzem diye anılan su fışkırdı.

Mekke’nin ilk sakinleri olarak Güney Arabistan’dan gelen Amâlikalılar kabul edilir. Daha sonra yine güneyli Cürhüm kabilesi İbrahim peygamberin hanımı Hacer ve oğlu İsmail’in izniyle burayı yurt edinmiş, daha sonra Hz. İsmail adı geçen kabilenin reisi Mudad’ın kızı Seyyide ile evlenmek suretiyle onlarla akrabalık kurmuştur. Hz. İsmail, Cürhümlüler döneminde Kâbe ve hac işlerini yönetmiş, kendisinden sonra bu görevi on iki oğlundan biri olan Nâbit b. İsmail yerine getirmiştir. Nâbit’ten sonra Kâbe hizmeti Cürhümlü Mudad b. Amr ile Katura’nın lideri oldukları iki ayrı ailenin eline geçmiştir. Bunlardan Mudad, Mekke’nin yukarı, Katura ise aşağı kısmını yönetmişlerdir. Ancak zamanla aileler anlaşmazlığa düşünce aralarında çatışmalar meydana gelmiş, neticede Hz. İsmail’in soyu tarafından da desteklenen Mudadlılar Mekke’nin tek idarecisi olmuşlardır. Bu şekilde İsmailoğulları, Cürhümlülerin hâkim oldukları dönemlerde Mekke’de yaşamayı sürdürmüşler, burada İsmailîler, Adnanîler, Maaddîler veya Nizarîler adlarıyla anılmışlardır. Bu gelişmeden çok sonra Mekke’de peygamber olarak gönderilecek olan Hz. Muhammed’in (s.a.s.) ceddi olan Kureyş kabilesi de Hz. İsmail’in Cürhümlü kadınlarla evlenmesinden meydana gelen bu soydan neşet etmiştir. (Buhari, Ehadisü’l-Enbiya, 9.)

Hz. Peygamber (s.a.s.) kendisiyle Hz. İsmail arasındaki soy bağını şu sözleriyle açıklamaktadır: “Allah, İbrahim’in çocuklarından İsmail’i, İsmail’in çocuklarından Benî Kinâne’yi, Benî Kinâne’den Kureyş’i, Kureyş’ten Benî Hâşim’i, Benî Hâşim’den de beni seçti.” (Müslim, Fezâil, 1; Tirmizi, Menâkıb, 1.)

Hz. İsmail belli bir yaşa geldiğinde babası Hz. İbrahim onu kurban etmek istedi. Bu hadise Hz. İbrahim için ahde vefa, oğlu Hz. İsmail için ise bir sadakat sınavı olmuştur: “Babasıyla beraber yürüyüp gezecek çağa erişince: ‘Yavrucuğum! Rüyada seni boğazladığımı görüyorum; bir düşün, ne dersin?’ dedi. O da cevaben: ‘Babacığım! Emrolunduğun şeyi yap. İnşallah beni sabredenlerden bulursun.’ dedi. Her ikisi de teslim olup onu alnı üzerine yatırınca biz ona: ‘Ey İbrahim!’ diye seslendik. ‘Rüyayı gerçekleştirdin. Biz iyileri böyle mükâfatlandırırız. Bu, gerçekten, çok açık bir imtihandır. Biz, oğluna bedel ona büyük bir kurban verdik. Geriden gelecekler arasında ona (iyi bir nam) bıraktık. ‘İbrahim’e selam!’ dedik. Biz iyileri böyle mükâfatlandırırız. Çünkü o, bizim mümin kullarımızdandır.’” (Saffat, 37/102-105.)

Hz. İsmail gibi babası tarafından kurban edilme tecrübesi yaşayanlardan birisi de Hz. Peygamber’in (s.a.s.) babası Abdullah olmuştur. Rivayete göre Hz. Peygamber’in (s.a.s.) dedesi Abdülmuttalib b. Haşim görmüş olduğu bir rüyaya dayanarak Mekke’de kaybolan zemzem kuyusunu yeniden faaliyete geçirmeye karar verdi. Daha önceki dönemde şehri idare eden Cürhümlülerin Huzâalılara mağlup olmalarının ardından zemzem kuyusunu kapatmaları Mekke’yi susuz bırakmıştı. Onun zemzemi bulmak amacıyla kazıya başladığına şahit olan Kureyşliler bu kuyuda kendilerinin de haklarının olduğunu söyleyerek ona engel oldular. Zemzemi yeniden faaliyete geçirmesi esnasında Mekkelilerin engellemeleriyle karşı karşıya kalan Abdülmuttalib, onların kendisini koruyacak kimsesi olmadığı için böyle davrandıklarını düşünerek Allah’a on adet erkek çocuk nasip etmesi için dua etmiş, dileği gerçekleşirse çocuklarından birini şükür niyetiyle kurban edeceğini adamıştı. Gerçekten de onun Abbas, Hamza, Abdullah, Ebu Talib (Abdümenâf), Zübeyr, Hâris, Hacl, Mukavvim, Dırar ve Ebu Leheb (Abdüluzzâ) adlarında on oğlu; Safiyye, Ümmü Hakîm Beyzâ, Âtike, Umeyme, Ervâ ve Berre adlarında da altı kızı dünyaya geldi. Abdülmuttalib’in Allah’a verdiği sözü yerine getirme zamanı geldiğinde kurban edilecek çocuğun belirlenmesi için çekilen kura en küçük oğlu Abdullah’a isabet etti. Bir çocuğun kurban edilmesine Kureyşliler şiddetle karşı çıktılar. Zira onlar böyle bir davranışın topluma kötü örnek olacağından endişe duymuşlardı. Bunun için bir kâhine müracaat edilerek meselenin halledilebileceği tavsiyesinde bulundular. Abdülmuttalib bunun üzerine Hayber’de bulunan kadın bir kâhine gitti. Kâhin, develerle Abdullah arasında her seferinde on deve artırılmak suretiyle kura çekilmesini tavsiyesinde bulundu. Onun istediği şekilde kura çekildiğinde dokuz defa Abdullah’a isabet eden kura, onuncuda develerin adına çıkınca Abdullah kurban edilmekten kurtuldu, onun yerine yüz deve kurban edildi. (İbn Hişâm, es-Sîre, (thk. Mustafa es-Sakkâ-İbrahim el-Ebyârîl-Abdülhâfız Şelebi), I-IV, Beyrut ts., I, 113, 160-164). Bu hadise sebebiyle Hz. Peygamber (s.a.s.) hem bu olayı hem de büyük dedesi Hz. İsmail’in kurban edilmesi hadisesini kastederek “Ben iki kurbanlığın çocuğuyum.” demiştir. (Hâkim, el-Müstedrek ‘Ale’s-Sahihayn, I-IV, Haydarabad, 1334-42, II, 604.)

İmtihanı geçen Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’e daha sonra Allah tarafından Beyt’in temellerinin atılması görevi verilmiştir: “Bir zamanlar İbrahim, İsmail’le beraber Beytullah’ın temellerini yükseltiyor (şöyle diyorlardı:) Ey Rabbimiz! Bizden bunu kabul buyur; şüphesiz sen işitensin, bilensin.” (Bakara, 2/127.) Kâbe’nin inşası esnasında Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail şöyle dua etmişlerdir: “Ey Rabbimiz! Bizi sana boyun eğenlerden kıl, neslimizden de sana itaat eden bir ümmet çıkar, bize ibadet usullerimizi göster, tövbemizi kabul et; zira tövbeleri çokça kabul eden, çok merhametli olan ancak sensin. Ey Rabbimiz! Onlara, içlerinden senin ayetlerini kendilerine okuyacak, onlara kitap ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir peygamber gönder. Çünkü üstün gelen, her şeyi yerli yerince yapan yalnız sensin.” (Bakara, 2/128.)

Hz. İsmail, Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın rahmetine kabul edilen iyilerden ve sabredenlerden biri olarak gösterilir: “İsmail’i, İdris’i ve Zülkifi de (yâd et). Hepsi de sabreden kimselerdendi. Onları rahmetimize kabul ettik. Onlar hakikaten iyi kimselerdendi.” (Enbiya, 21/85-86.)

Hz. İsmail Kur’an’ın şehadetiyle sözünde duran, halkına namaz kılmayı, zekât vermeyi emreden, Rabbinin hoşnutluğunu kazanmış bir resul ve nebidir: “(Resulüm!) Kitap’ta İsmail’i de an. Gerçekten o, sözüne sadıktı, resul ve nebi idi. Halkına namazı ve zekâtı emrederdi; Rabbi nezdinde de hoşnutluk kazanmış bir kimse idi.” (Meryem, 19/54-55.)

Hz. İsmail’de görülen sadakat ve vazife aşkı sadece peygamberler için değil, bütün insanlar için istenen bir haslettir. Kur’an’da “Ey iman edenler, Allah’tan korkun ve doğrularla beraber olun!” emriyle kullarından doğru insanlarla birlikte olmaları, onları desteklemeleri istenmekte (Tevbe, 9/ 119.), “Rabbimiz Allah’tır deyip doğruluğa yönelenlere hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardır.” (Ahkaf, 46/13.) buyrularak da doğruların yardımcısının Allah olduğu açıkça beyan edilmektedir.

Hz. Peygamber (s.a.s.) de ifadeleriyle doğruluğu ve doğru olanları övmüş, bunun tersi olarak yalanı ve yalancılığı da yermiştir: “Doğruluk iyiliğe götürür, iyilik cennete götürür. Kişi doğrulukta devam eder durursa nihayet Allah nazarında doğru olarak yazılır. Yalan kötülüğe iletir, kötülükse ateşe götürür. Kişi yalan söylemeye devam ederse nihayet Allah katında yalancı olarak yazılır.” (Buhari, Edeb, 69; Müslim, Birr, 103.)

Bir sahabi Hz. Peygamber’e (s.a.s.) gelerek “Ey Allah’ın Elçisi. İslam hakkında bana bir söz söyle ki artık senden başka birisine sormama ihtiyaç kalmasın.” dediğinde peygamberimiz kendisine “Allah’a inandım de, sonra da dosdoğru ol.” buyurmuştur. (Müslim, İman, 62.)

Prof. Dr. Adem Apak

https://yayin.diyanet.gov.tr/Category/GetArticles?id=4079&categoryId=142#

***Riyâzü's Sâlihîn'in " HAC BÖLÜMÜ " Bâbı-5-


1281. Abdullah İbni Abbâs radıyallahu anhümâ'dan rivayet edildiğine göre Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: 

"Ramazan ayında yapılan umre, tam bir hac sayılır, yahut da benimle birlikte yapılmış bir haccın yerini tutar." 

Buhârî, Umre 4; Müslim, Hac 221. Ayrıca bk. Tirmizî, Hac 55; Ebû Dâvûd, Menâsik 89; Nesâî, Sıyâm 6; İbni Mâce, Menâsik 45 

Açıklamalar

 Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi umre; umre niyetiyle, mîkat denilen belirli yerlerde ihrama girmek, Kâbe'yi tavaf etmek, Safa ile Merve arasında sa'y yapmak ve tıraş olmak veya saçları biraz kısaltmak suretiyle yerine getirilen bir ziyaret ve ibadettir. 

Senenin her gününde yapılabilen umre, ramazan-ı şerîf gibi her ibadetin değerinin son derece arttığı bir mevsimde yapılacak olursa, daha büyük bir kıymet kazanır. Hadisimiz bu kıymetin derecesini bildirmekte, başlı başına bir hac değerinde olduğu müjdesini vermektedir. İkinci bir anlatım olarak da Resûl-i Ekrem Efendimiz'in maiyyetinde yapılan bir hac gibi değerli olduğuna dikkat çekmektedir. Ancak bu değerin, "kazanılacak sevap bakımından" olduğu unutulmamalıdır. Yoksa her bakımdan tam bir hac gibidir demek değildir. Önemli olan sonuçtur, o halde umre yapacak olanların bu müjdeyi dikkate almaları pek tabiidir. Bu hadîs-i şerîf, umrenin ramazan ayında yapılmasını teşvik etmektedir. Ayrıca bize, "İbadetin fazileti, vaktin faziletiyle artar" kaidesini hatırlatmaktadır.

 Her ne kadar yukarıda umrenin, senenin her gününde yapılabileceğine işaret etmişsek de İmam Ebû Hanîfe'ye göre, senenin beş gününde (arefe ve kurban bayramının dört günü) umre yapmak mekruhtur. Bunun dışındaki günlerde imkân bulabilen kimseler için umre yapmanın vâcip mi, sünnet mi olduğu konusunda farklı görüşler bulunmaktadır. Hanefîler’e göre "umre sünnettir." 

" Hac ile umreyi Allah rızâsı için tamamlayınız!" âyeti [Bakara sûresi (2), 196], umrenin vâcip olduğunu değil, -bilhassa âyetin devamı da göz önüne alınınca başlanmış olan hac ve umrenin tamamlanması gereğini ortaya koymaktadır. Bu sebeple başlanmış olan hac ve umrenin bitirilmesinin vâcip olduğu konusunda bütün âlimler görüş birliği içindedirler. 

Hadisten Öğrendiklerimiz

 1. Peygamber Efendimiz, ramazan ayında umre yapılmasını teşvik etmiştir. 

2. İbâdetlerin değeri icra edildikleri zamanların değeriyle artar. Bu sebeple ramazan umresi, sevap bakımından tam bir hac yerine geçer. 

3. Müslümanlar yapacakları ibadetlerin zamanlamasına önem vermelidirler.

***Bu bilgiler kurban için yeterli-Faruk Beşer


Kurban, Kuranıkerim’in işareti, hadisi şeriflerin beyanı ile müminlerden istenen bir ibadettir. Hicret’in ikinci yılında meşru kılınmıştır. Ebu Hanife kurbanı vacip diğerleri sünnet olarak görürler. Ebu Hanife’nin delilleri daha güçlüdür.

Kurbanın gayesi et değildir. Herkesin en sevdiği İsmail’ini Allah adına feda edebileceğini, böylece en çok Allah’ı sevdiğini fiilen gösterebilmesidir, takvadır, Allah’a yaklaşma niyetidir, şükürdür, İbrahim’le (sa) başlayan bir sünnetin ihyasıdır.

Hanefilere göre kurban temel ihtiyaçlarından fazla zekât nisabı değerinde her hangi bir malı olan her fert için vaciptir. Bu malın zekâtta olduğu gibi artma özelliği olması, ya da üzerinden yıl geçmiş olması gerekmez. Hanefiler dışındaki mezheplere göre bir eve bir kurban yeter.

Şeri ölçülerle yolcu sayılan bir insana kurban kesmek vacip değildir. Ancak keserse, ya da vekil tayin ettiği kişiye kestirirse güzel bir iş yapmış olur. Sevabı da daha eksik olmaz.

Kurban kesmesi gereken birisi kurban yerine sadaka verse kurban kesmiş olmaz. Bunların her biri farklı ibadetlerdir. Öyle olsaydı oruç yerine de sadaka vermek caiz olurdu. Güzel olan, herkesin kurbanını kendisinin kesmesidir, ama vekâletle kestirilmesi ve hayır kurumlarına bağışlanması da caizdir.

Büyükbaş hayvanlar, ne kadar az et veriyor olursa olsun, ona yedi kişi ortak olunabilir. Bu sebeple, ‘bu kurban beş kişiliktir, altı kişiliktir’ gibi ifadeler yanlıştır ve hesabın ete göre yapıldığını gösterir. Büyükbaş hayvanı bir kişi de, yedi kişi de kesebilir.

Kurban, bayramın birinci günü bayram namazı kılındıktan sonra, dördüncü günü akşamına kadar, geceler dâhil, kesilebilir. En evlası hemen bayram namazından sonra kesilmesidir...


...Kurban kesilecek küçükbaş hayvanların bir yaşında, sığırların iki yaşında olması gerekir. Altı ayı geçmiş bir küçükbaş sürüde annesi kadar gözüküyorsa ondan da kurban olur. Cumhur sığır cinsi için bunu caiz görmez, ancak zayıf bir görüşe göre bu vasıfla bir yaşını geçmiş olan büyük baş da kurban edilebilir.

Kurban kesilirken ihsan ile kesmek çok önemlidir. İhsan güzel bir işi Allah için en güzel şekliyle yapmaktır...

Kurbanı boğazlayanın boğazlarken, Besmele'den sonra ‘innî veccehtü’ ayeti ile başlayan duayı okuması sünnettir. Hayvanın boğazından en az üç kanalı kestikten sonra çabuk ölsün diye bıçağın ucuyla omuriliğini (can damarını) kesmek mekruhtur...


..Borçla taksitle kurban kesmekte bir sakınca yoktur. İnsanın başka mülkü olabilir ama o anda elinde para bulunmayabilir. Geciktirip faize düşmedikten sonra kredi kartıyla kurban almakta da bir sakınca yoktur. Yani meşru bir yolla kurbanlığın kendi mülküne geçmiş olması yeterlidir.

Ölüler için kurban kesilebilir. Resulüllah Efendimiz ümmeti için de kurban kesmişti. Resulüllah için de kesilebilir, onun için kurban kestiğini söyleyenler onun etini oturup kendileri yememelidirler, onun ümmetinin fakirlerine dağıtmalıdırlar. Şafiilere göre ise sadece ölen kimse bunu vasiyet etmişse caizdir, değilse caiz değildir.

Kurban Bayramı günlerinde adak kurban da kesilebilir. Ebu Hanife’ye göre, büyükbaş bir kurbana çok hoş olmasa da akika, adak, şükür kurbanı gibi başka bir ibadet kurbanla da ortak olunabilir. Ancak et almak maksadıyla ortak olunamaz. Çünkü ibadetler bölünemez. Şafiilere göre ise et amacıyla da ortak olunabilir.

Kurban etinden, müslim-gayrimüslim, akraba, zengin fakir herkes yiyebilir, ne kadar çok dağıtılırsa o kadar çok sevap alınır.

Kadın da becerebiliyorsa kurban boğazlayabilir. Önemli olan en ehil olanın boğazlamasıdır.

Hanefilere göre kurban kesecek kimse için Zilhicce’nin ilk on gününde tıraş olma ve tırnak kesme diye bir yasak yoktur.

Hacda olmayanlar için arefe günü oruç tutmak önemli bir sünnettir, hacılar için mekruhtur. Hacda olmayanın bayram gecesi eşiyle birlikte olmasında bir sakınca yoktur...

http://www.yenisafak.com/yazarlar/farukbeser/bu-bilgiler-kurban-icin-yeterli-2039812

22 Haziran 2023 Perşembe

***Riyâzü's Sâlihîn'in " HAC BÖLÜMÜ " Bâbı-4-


1280. Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

 "Allah'ın, cehennemden en çok kul âzat ettiği gün, arefe günüdür." 

Müslim, Hac 436. Ayrıca bk. Nesâî, Menâsik 194; İbni Mâce, Menâsik 56 

Açıklamalar

 Kurban bayramı gününden önceki güne arefe adı verilmiştir. Hacca giden müslümanlar o gün Arafat'ta haccın rükünlerinden biri olan vakfe görevini yerine getirirler. Bu sebeple de o güne arefe günü denilmiştir. 

Arefe günü zevalden sonra akşam güneş batıncıya kadar bir süre Arafat dağında vakfe yapmak haccın iki rüknünden birincisidir. Bu imkânı bulamayan veya kaçıran kimsenin haccı sahih olmaz. 

Arefe günü tam bir dua ve niyaz zamanıdır. Allah Teâlâ kendisine dua edilmesinden ve bağışlanma dilenmesinden hoşnut olur. Peygamber Efendimiz işte bu gerçeğe işaretle Allah Teâlâ'nın o gün, her zamankinden fazla müslümanı cehennemden âzat ettiğini, yani kullarını bağışladığını ifade buyurmakta ve böylece ümmet-i Muhammed'e cidden pek büyük bir müjde vermektedir. 

Tabiatıyla bu müjde aynı zamanda arefe gününün faziletini de göstermektedir. Hatta kimi âlimler, "Günlerin en faziletlisi arefe günüdür" görüşünü benimserler. "Üzerine güneşin doğduğu en faziletli gün cum'adır" hadisi ( Müslim, Cum'a 17,18 ), haftanın günleri içinde cumanın üstünlüğünü ifade eder. Yıl içinde de arefe, en faziletli gündür. 1252 numaralı hadisin açıklamasında belirtildiği gibi bu iki hadis arasında herhangi bir çelişki söz konusu değildir. 

Hadisten Öğrendiklerimiz 

1. Arefe günü müslümanların en çok bağışlandığı mübarek bir gündür. 

2. Hac ibadetinin bir bütün olarak ihtiva ettiği faziletin yanında her bir cüzünün de ayrı ayrı fazileti vardır. 

3. Arefe günü Arafat’ta haccın birinci rüknü olan vakfe görevi yerine getirilir

***LEYLA İPEKÇİ'nin yazısı:Kanda ezeliyet sırrı

Hac'cı anlatan mukemmel bir yazı!

... Bir bakıyordun ki, her uzvuna nur inmiş. Allah'ın nuru yerleri ve gökleri kaplar ne demekmiş... İnsanda seyretmeye başlıyordun. Bütün o helak olmuş vücutların nura gark olduğuna şahitlik ettikçe... Ben'inden ve ten'inden soyunarak o nur deryasına dalmanın asıl yolculuk olduğunu görüveriyordun. Bir anda. Milyonlarca kişinin ameli tek bir amel oluyordu. Ve size içinizdeki en güzel amel ile muamele ediliyordu...

...İnsanın o karanlıkta küçük orta ve büyük günahlarının muhasebesini yapması müthiş bir tecrübe...


...Mina'da avucuna aldığın kendi suçların, vicdan azapların, pişmanlıkların. Kendi kanın, terin, gözyaşın idi. Avucuna alıp fırlatıyordun onları. Varlık bir; içinde celal de var cemal de. Terk ettikçe nefsinin putlarını... Şeytan da dahilmiş, fark ediyordun. Sana 'gayrı hak' olarak gözüken şeytana rağmen, Hakka yaklaşıyordun. Ondan istiyor, ondan bekliyordun. Her şey O oluyordu derken.
Artık kurban edeceğin kendi nefsindi:...


...Anlıyorsun ki, akıttığın kan da bir. Senin kanın. Bıçağı dayadığın oğlun sensin. Boğazını kestiğin koyunun canı senin canın. Kurban da sensin, kesen de. Kanda ezeliyet sırrı var. Vücud bir. Hepsi Kendi. Bazen bu külli aşka; direnirken katledilenler şahit, bazen de Mina'da üst üste yığılanlar.


Yazının tamamı için:

http://www.yenisafak.com/yazarlar/leylaipekci/kanda-ezeliyet-sirri-2022033

***Haccın esrarı- Faruk Beşer


...Hac aynı zamanda bir ahlak eğitimidir. Pintilik yapmamanın, cömert olmanın öneminin kat kat daha arttığı yerlerden birisi hac yolculuğudur. Bu sebeple eğer imkânı varsa hac yolcusunun harçlığını bol alması, muhtaçlara, yol arkadaşlarına hep ikramda bulunması ama israf sayılan harcamalardan kaçınması gerekir...


Yolculuklar ve özellikle de hac yolculuğu ahlaklı olabilmek için insanın nefsiyle ve şeytanı ile kıyasıya mücadele etmesi gereken zamanlardır.Güzel ahlak başkasına eziyet vermemek değil, arkadaşlarından ve komşularından gelecek eziyetlere tahammül edebilmektir...

...Gidenler bilirler, özellikle hac ve umre yolculuklarında sanki insanın arkadaşlarına sataşması için özel şeytanlar görevlendirilir. Belki bu sebeple Allah (cc) “Hacda çirkin sözler söyleme, sövüp sayma ve tartışma olmaz” buyurmuştur. Aslında bunlar hac dışında da olmaması gereken şeylerdir, ama özellikle hac için zikredilmesi anlamlıdır.

Hacda keyif ve konfor aramak hoş değildir. Resulüllah'ın ifadeleriyle 'hacı üstü başı dağınık, toz toprak içinde olan adamdır'...

... İnsan zengin olabilir ama orası ihramıyla dahi imaj arama yeri değil, tevazu eğitimi yeridir, aciz bir kul olduğunu gösterme yeridir.

Haccın farklı ibadetlerinin her birine ve bunların yapıldığı yerlere mensek (ç: manasik) denir. Bu kelimenin kök anlamındaki ağırlıklı mana ibadettir ama aslında temizleyip arındırma anlamı da vardır. Bu sebeple hacı adayının haccın her farklı mekânında/manasikinde orayla ilgili manaları düşünüp anlamaya çalışması, böylece onu dünyaya bağlayan duygulardan arınması beklenir.

Mesela Arafat, marifetten, bilgiden gelir, Allah'ı hakkıyla tanımayı temsil eder. Meş'ar-ı haram, Allah'a isyan anlamına gelebilecek şeylerin bilincinde olmayı ifade eder, şuur kelimesinden gelir. Şeytan taşlama, orada hazırolda bulunan bir varlığı taşlama demek değildir, insanın kendisini azdırıp saptıran her duygusunu, yani herkesin kendi şeytanını taşlamayı ve ondan kurtulmayı anlatır. Kurban, kişiyi Allah'tan uzaklaştıran her sevgiliyi O'nun uğrunda feda edip O'na yaklaşmanın adıdır. Tıpkı İbrahim'in İsmail'ini kurban etmek istemesi gibi, herkesin kendi İsmail'ini feda edebilmesi demektir. Mina, ümniyye ve arzu anlamındadır. Hac menasikini hakkıyla yapan birisinin artık umduklarına nail olabilmeyi umabileceğine işaret eder. Orada artık ihrama girmekle birlikte başlayan telbiyenin kesilmesi de bundan olmalıdır. Hacı o ana kadar Allah'ın emrine amade olup geldiğini ilan edilirken, sanki o andan itibaren artık bunun karşılığını beklediğini anlatır.

Kâbe Allah'ın birliğini ve sonsuzluğunu temsil eder. Tavaf eden ona bakarken cennette Allah'ı görmeyi umut ederek bakar. Günahları sebebiyle O'nun cemalini görememekten korkar ve kendini toparlar. Yedinci kat gökte, Kâbe'nin tam hizasındaki Beytülmamur etrafında tavaf eden melekler topluluğunu düşünür, onların derecesine yükselmenin umudunu yaşar.

Hacerulesved'i selamlama ya da öpme kulun Allah'la musafaha ediyormuş gibi O'na olan ahdini yenilemesidir...

Ve nihayet Medine-i Münevvere'yi, Nurlu şehri ve Resulüllah'ın mübarek kabirlerini ziyaret ederek Allah'ın bütün bu güzellikleri bize öğrettirdiği elçisine vefa borcunu ödemiş olmayı düşünür. Onun yolunda olduğu, bu yoldan ayrılmamayı, arkadaşlarının onu canları ve malları pahasına korudukları gibi, onun sünnetini koruyacağı bilincini tazeler, bunun sözünü vermiş olur. Allah'ın şu vaadini hatırlar: “Eğer onlar kendilerine zulmettiklerinde sana gelselerdi de Allah'tan mağfiret isteselerdi, Peygamber de onlar için mağfiret isteseydi, kesin Allah'ıTevvâb/tövbeleri çokça kabul eden, Rahîm/çok merhametli bulurlardı”. (Nisa 4/64). Kabri şerifi bu ümitle ziyaret eder ve artık kalan hayatında istikametten ayrılmamaya çalışır.

Yazının tamamı için:

Vekalet Yoluyla Kurban Kesimi

Din İşleri Yüksek Kurulu Mütaalaları
Mutalaa Yılı: 2009 - Mutalaa No: 106
Konusu: Vekalet Yoluyla Kurban Kesimi
   
Din İşleri Yüksek Kurulu, 28/10/2009 tarihinde Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanı Prof. Dr. Hamza AKTAN’ın başkanlığında toplandı. 
Din Hizmetleri Dairesince ilgi yazı ekinde görüş bildirilmek üzere Kurulumuza gönderilen “Vekalet Yoluyla Kurban Kesimi” konusu görüşüldü. 
Bilindiği üzere ibadetler, bedeni, mali ve hem bedeni, hem mali olmak üzere üç kısma ayrılmaktadır. Namaz ve oruç gibi bedeni ibadetler, ancak mükellef tarafından yerine getirilebilir; vekalet yoluyla başkasına yaptırılamaz. 
Hac ve umre gibi hem bedeni hem mali ibadetlerde de asl olan, bunların bizzat mükellef tarafından yapılmasıdır. Ancak yükümlünün bu tür ibadetleri ifa etmekten aciz kalması durumunda, söz konusu ibadetleri vekâlet yoluyla yaptırması caizdir.  
Mali ibadetler ise, yükümlünün bizzat kendisinin yapmaktan aciz olup olmamasına bakılmaksızın vekalet yoluyla da yerine getirilebilir. 
Buna göre, mali bir ibadet olan ve sırf Allah rızası için yerine getirilmesi gereken kurbanı, kişinin bizzat kendisi kesebileceği gibi vekâlet yoluyla kestirmesi de mümkündür. 
Yapılan müzakereler sonucunda vekâletin dinen geçerli olabilmesi için; 
1. Vekilin, kurbanı müvekkil adına kesmesi veya kestirmesi gerektiği,
2. Vekaletin, bizzat ya da çeşitli iletişim araçlarıyla verilebileceği,
3. Vekilin, kâr amacı gütmemek kaydıyla, müvekkil adına kesilmek üzere kurbanlık satın alabileceği,
4. Kurban kesmek yerine bedelinin muhtaç kişilere ya da ilgili kurumlara verilmesi ile kurban ibadetinin yerine getirilmiş olmayacağı,
5. İbadet olması cihetiyle kesilen kurbanın amacına uygun olarak değerlendirilmesi gerektiği,
6. Kurbanda asıl olanın, kişinin bu ibadeti Allah rızası için yerine getirmesi olduğu, bu bakımdan vekaletle de olsa, kurban kesme uygulamasının amacından uzaklaştırılarak “yardım kampanyası” şekline dönüştürülmesinin uygun olmayacağı,
7. Kesilen hayvanın eti, derisi ve diğer herhangi bir cüzünün kesim ücreti olarak verilemeyeceği; ancak bakım, kesim, taşıma ve muhafaza masrafları gibi giderlerin müvekkilin parasından karşılanabileceği mütalaa olunmuştur. 

Dişi Hayvanların Kurban Olarak Kesilmesi

Din İşleri Yüksek Kurulu Mütaalaları
Mutalaa Yılı: 2017 - Mutalaa No: 39
Konusu: Dişi Hayvanların Kurban Olarak Kesilmesi
   
Din İşleri Yüksek Kurulu, 22/11/2017 tarihinde Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi Zeki SAYAR’ın Başkanlığında toplandı. İbadetler Komisyonu tarafından hazırlanan “Dişi Hayvanların Kurban Olarak Kesilmesi” adlı metin görüşüldü. 
Malî ve sosyal nitelikleri bir arada bulunduran kurban ibadeti, Yüce Allah’a karşı olan teslimiyeti ve kulluğu ifade etmektedir. Toplumda birlik, kardeşlik, yardımlaşma ve dayanışma ruhunu diri tutan bu ibadetin çerçevesi, Kur’an-ı Kerim’in yanı sıra Hz. Peygamber’in (s.a.s.) söz ve uygulamalarıyla belirlenmiştir. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) kurban ibadeti hususunda doğrudan veya dolaylı olarak açıklama mahiyetinde birçok söz ve uygulaması olmuştur. Bu söz ve uygulamalara bakıldığında deve, sığır gibi büyükbaş hayvanlarla, koyun, keçi gibi küçükbaş hayvanların belirli şartları taşımaları durumunda, erkek olsun dişi olsun kurban olarak kesildikleri görülmektedir. Ancak İslam âlimleri bu söz ve uygulamalar ışığında kurbanlık hayvanın kesiminde dişi ve erkek cinslerinden hangisinin daha faziletli olduğu hususunda farklı görüşler ortaya koymuşlardır. 
Mâlikî ve Şafiî mezhebi âlimleri kurbanlık hayvanlarda genel olarak erkek cinsini dişi cinsine göre faziletli görmektedirler. Hanefî mezhebi âlimleri ise koyunda erkek; keçi, deve ve sığırda ise dişi cinslerinin daha faziletli olduğunu ifade etmişlerdir. Ancak her iki görüş sahiplerinin gerekçelerine bakıldığında bunda, yaşadıkları zamanın şartları/ihtiyaçları, hayvanın etinin fazlalığı, lezzeti ve kalitesi ile ilgili değerlendirmelerin ve bölgesel alışkanlıkların etkili olduğu görülmektedir. Nitekim kurbanlıklarda dişi hayvanların kesilmesinin daha faziletli olduğunu ifade eden görüş sahipleri, etinin daha fazla ve kaliteli olacağı gerekçesiyle gerek koyun cinsinden gerekse keçi cinsinden olsun burulmuş olan erkek hayvanın dişisinden daha faziletli olacağını dile getirmişlerdir. Yine kurbanlık hayvanlarda genel olarak erkek cinsinin tercih edilmesini faziletli kabul eden görüş sahipleri, birtakım sebeplerle erkek hayvanın etinin kalitesi düştüğü takdirde, hiç doğum yapmamış dişi hayvanın kurban edilmesinin daha faziletli olacağını belirtmişlerdir (Bkz. Kâsânî, Bedâi, V, 80; Ramlî, Nihâye, VIII, 133; Desukî, Haşiyetü’d-Desukî, II,121; İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, VI, 322; Vehbe Zuhayli, Mevsuatü’lFıkhi’l-İslami ve’l-Kadâya’l-Mu’âsıra, III, 613). 
Bütün bu görüşler delilleriyle birlikte değerlendirildiğinde bu meseleye genellikle içinde bulunulan şartlar, örf ve alışkanlıklar, etin çokluğu, lezzeti ve kalitesi bağlamında yaklaşıldığı, dolayısıyla konunun ictihadî bir mesele olduğu ortaya çıkmaktadır. Söz konusu bu görüşler, kurban ibadetinin özüyle ve onun değişmez esaslarıyla ilgili olmayıp, toplum menfaatini gözetme ve Yüce Allah’a en iyi hayvanı kurban etme hassasiyetinin bir sonucu olarak sâdır olmuştur. 
Günümüzde de benzer bir bakış açısıyla farklı görüşlerin ortaya konulması ve farklı tedbirlerin alınması tabiidir. Nitekim benzer tedbirlerin Hz. Peygamber (s.a.s.) döneminde de alındığı görülmektedir. İbn Abbas’ın naklettiğine göre bir dönem develerin azalması üzerine Hz. Peygamber sahabilere sığır kesmelerini emretmişti. (İbn Mâce, “Edâhî” 5.) Hz. Peygamber’in 
(s.a.s.) bu uygulaması, kurbanlık seçiminde, sosyo-ekonomik şartların, kurbanlık hayvanların sayısal ya da niteliksel olarak o andaki özel durumlarının dikkate alınması gerektiğini ve hayvancılık politikası açısından bazı tedbirlerin alınabileceğini göstermesi açısından önem arz etmektedir. 
Sonuç olarak, kurbanlık hayvanın erkek veya dişi olması, kurbanın geçerlilik şartları arasında yer almamaktadır. Hangisinin kesiminin daha faziletli olduğu hususu ise içinde bulunulan şartlar/ihtiyaçlar, etin çokluğu, lezzeti ve kalitesi bağlamındaki yerleşik örf çerçevesinde tartışılmıştır. Dolayısıyla günümüzde de toplumun menfaati dikkate alınarak hayvan neslinin korunması, dişi hayvanların kurban edilmesinden kaynaklanan maddi kaybın önlenmesi gibi maslahatlar da gözetilerek dişi hayvanların kurban edilmesinin kısıtlanmasında dini bir sakınca bulunmamaktadır. Bu itibarla dişi hayvanların kurban edilmesinin hayvan üretimine zarar vermesi halinde, kurban kesiminde erkek hayvanların tercih edilmesi dinen de uygun olur. 

Vekâlet Yoluyla Kurban Alımı ve Kesimi Organizasyonları

Din İşleri Yüksek Kurulu Kararları
Karar Yılı: 2018 - Karar No: 31
Konusu: Vekâlet Yoluyla Kurban Alımı ve Kesimi Organizasyonları
   
Kurban ibadetinde esas olan, kişinin kurbanını kendisinin kesmesidir. Bununla beraber malî bir ibadet olduğu için vekâlet yoluyla da kestirilebilir. Günümüzde vekâletle kurban kesimi genellikle iki şekilde uygulanmaktadır: 
Birincisi: Kurban kesmek isteyen kişinin ilgili kuruluşa kurbanlık alımı ve kesimi için umumi vekâlet vermesi, söz konusu kuruluşun da müvekkili adına taahhüt ettiği bu hayvanı alıp muayyen günlerde kesmesi şeklinde gerçekleşmektedir. 
İkincisi: İlgili kuruluşun, kurban kesmek isteyen kimselere belirli bir bedel karşılığında kurbanlık hayvanı ya da hisseleri satması ve kesim günü geldiğinde de müşteriden vekâlet alarak onun adına kesmesi şeklinde gerçekleşmektedir. Bu uygulamada, önce satım akdi yapılmakta, daha sonra da kesim için vekâlet alınmaktadır. Elde edilen etler de, bazen kurbanı kestirene bazen de onun rızasıyla yoksullara ve hayır kurumlarına verilmektedir. Her iki durumda da aşağıdaki şartlara riayet edildiği takdirde yapılan bu uygulamalar dinen caizdir:
1.  Birinci uygulama esas alındığında kurban için ilgili organizasyona başvuran müşteriden, kurbanın alım-satım ve kesimi için umumi vekâlet alınması gerekir. İkinci uygulamada ise, belirsizliğin oluşmaması için satıma konu olan hayvan müşteriye gösterilmeli ya da cinsi ve yaşı gibi özelliklerinin yanında küpe numarası da belirtilmelidir. 
2.  Satıma konu edilen hayvan, kurbanlık hayvanda aranan şartları taşımalıdır. 
3.  Kurbanlık hayvana ortak olanların tamamının niyeti, ibadet olmalıdır. 
4.  Baştan umumi vekâlet alınmadığı uygulamada, hisse satıldıktan sonra veya satım akdi esnasında ilgili kuruluşun, müşterisinden hayvanı kurban etme vekâleti alması gerekir. Vekâlet, sözlü veya yazılı olarak verilebileceği gibi telefon, internet, faks ve benzeri iletişim araçları ile de verilebilir. 5.  Hayvanı kesen kişi, kurban niyetiyle ve müvekkili adına kesmelidir. 
6.  Kurbanlıklar, mutlaka kurban kesim günleri içerisinde kesilmelidir. 
7.  Hayvan kesim ücretleri; kesilen kurbanlık hayvanların etleri, derileri veya sakatatından karşılanmamalıdır. 
8.  Her bir hissedar, kurban edilecek bir büyükbaş hayvanın en az yedide bir hissesine kaydedilerek belirlenmelidir. Kurban kesen kuruluşların hissedarlarını belirlemeden hayvanları topluca kesmeleri caiz değildir. Bundan dolayı her hayvanın hissedarları belirlendikten sonra kasaba vekâlet verilmelidir. Her bir hissedarın isminin kesim sırasında tek tek zikredilmesi zorunlu olmasa da şüpheden uzak olması açısından tavsiye edilmektedir. 
9.  Kurban edilecek hayvanın henüz kesimi yapılmadan önce hissedarların belirlenmesi gerekir. Buna göre önceden belirlenen hissedarlar adına kesilen bir hayvana kesimden sonra başkası ortak olamaz. Mesela altı kişi adına kesilen bir büyükbaş hayvana, kesimden sonra yedinci kişi dâhil edilemez. 
10. Büyükbaş hayvan kesildikten sonra vekâlet veren yedi kişi için etleri eşit hisselere ayrılarak hazırlanmalı, isteğe göre sakatatı da eklenmeli ve vekâlet veren kişiye/kişilere teslim edilmelidir. Küçükbaş hayvan da bir kişi için kesilmeli ve sahibine teslim edilmelidir. 
11. Hisseleri belirlendikten sonra kesilen kurbanlıklardan elde edilen etlerin karıştırılmaması ve her hissedara kendisi adına kesilen hayvanın etlerinden verilmesi gerekir. Çünkü bu hisseler, vekâlet verenlerin mülkiyetinde olduğundan yapılacak her türlü tasarruf onların izni ve onayına bağlıdır. 
12. İlgili kuruluşlar, vekâletlerini aldıkları kişiler adına kesecekleri kurbanlıkların etlerinin tamamını hissedarlara ya da sahibinin rızasıyla ihtiyaç sahiplerine ulaştırmalıdır. Bunların bir kısmını et olarak satmamalı veya belirlenen kilogram üzerindeki et miktarlarını bir araya getirerek yeni bir hisse oluşturmamalıdır. 
13. Hayvanın deri ve sakatatı hisse sahibine/sahiplerine ait olduğundan, bunların ya kendisine ya da kendisinin izniyle dinen bağışlanması caiz olan şahıs veya hayır kurumlarına ulaştırılması gerekir. 
14. Kurban ibadetinin, et satın alımını andırmaması için belli kiloda et miktarının kurban sahiplerine verilmesi taahhüt edilmemeli, bunun yerine tahmini bir kilo aralığı belirlenerek çıkan et ne ise o teslim edilmelidir. 

GEREKÇE:
Günümüzde şehirleşmenin de etkisiyle sosyal bir dönüşüm yaşanmış ve toplumsal yapıda değişim meydana gelmiştir. Gerek iktisadi alanda, gerekse sosyal hayatta etkili olan bu değişim, beraberinde birçok yeni sorun da getirmiştir. Hiç şüphesiz bu sorunların dinî hayata da farklı yansımaları olmuştur. Bu meyanda kurban ibadetinin edâsıyla ilgili farklı yönelişler ve birçok yeni uygulama gündeme gelmiştir. 
Bilindiği üzere geçmişte kurban kesmek isteyenler bayram günü evinin önünde veya mahalle sakinlerinin belirlediği bir alanda aile ve komşularıyla birlikte kurban kesmekteydiler. Bu şekilde kurban ibadetinin şiar olma özelliği de tam anlamıyla açığa çıkmaktaydı. Nitekim Hz. Peygamber de (s.a.s.) bizzat kurban kesmiş ve kendisi kesemeyecek olanların da kesim sırasında buna şahitlik etmelerini istemiştir. (Taberânî, el- Mu’cemü’l-Evsat, III, 69; Hâkim, Müstedrek, IV, 247; Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, IX, 476; ) 
Günümüzde kurban ibadeti için bu yöntemin uygulama alanı oldukça daralmıştır. Gittikçe büyüyen şehirlerde bu ibadetlerini yerine getirmek durumunda kalan insanlar birçok zorlukla karşılaşmışlardır. Gerek sağlığın korunması, gerekse temizliğe riayet ve çevre kirliliğinden korunmak gibi pek çok husus, kurban ibadetinin edâsıyla ilgili yasal düzenlemelerin yapılmasını zorunlu kılmış ve yukarıda zikredilen geleneksel işleyiş, yerini özellikle büyük şehirlerde farklı uygulamalara bırakmıştır. 
Bu bağlamda özellikle son yıllarda yeni bir uygulama da giderek yaygınlaşmaktadır. Bu uygulamada kurban kesmek isteyen kişi, market vb. bir kuruluşla anlaşarak kurbanını kestirmekte ve elde edilecek etin kendisine gönderilmesini talep etmektedir. Bu anlaşma çerçevesinde kurban alıcısı iletişim bilgilerini ve kesim vekâletini ilgili kuruluşa vermekte ve günü gelince de kesilen hayvandan elde edilen eti teslim almaktadır. Başta hayır kuruluşları olmak üzere bazı organizasyonlar ise, müvekkilinden aldığı umumi vekâlet ile yurt içi ve yurt dışında kurbanları alarak kesmekte ve etlerini ihtiyaç sahiplerine ulaştırmaktadır. 
Söz konusu uygulama, yukarıda sayılan şartlar doğrultusunda yapılması halinde dinen herhangi bir sakınca taşımamaktadır. Bu şartların bir kısmını açıklamak yerinde olacaktır: 
Birinci maddede, yapılan akdin sıhhati hususu değerlendirilmiştir. İlgili kuruluşlar, mülkiyetlerinde bulunan hayvanları satıyorlarsa yapılan iş bey’ (satım) akdi olur. Bey’ akdinin sahih olabilmesi için satıma konu olan malın bilinmesi gerekir. 
Bu değerlendirmeden hareketle ilgili kuruluşun kurban organizasyonu yaparken hissesini sattığı hayvanı müşteriye göstermesi ya da küpe numarası dâhil önemli vasıflarını zikrederek belirsizliğin oluşmasına engel olması gerekir. Şayet ilgili kuruluşlar mülkiyetlerinde bulunmayan bir hayvanı taahhüt ediyorlarsa bu durumda yapılan iş bir vekâlet akdi olmuş olur. Bu durumda kurban için işletmeye başvuran müşteriden, kurbanın alım-satım ve kesimi için umumi vekâlet alınması gerekir. Vekâlet, sözlü veya yazılı olarak verilebileceği gibi telefon, internet, faks ve benzeri iletişim araçları ile de verilebilir. Bu uygulama genellikle vakıf ve dernek aracılığıyla kurban organizasyonları yapan hayır kurumlarında görülmektedir. Bu kurumlar vekâlet aldıkları kişilerle sabit bir fiyat üzerinden anlaşma yapmaktadır. Bu durumda ilgili kuruluş, kurban organizasyonunda para artması 
durumunda bunun nasıl değerlendirileceği hususunda bilgi vermeli ve müvekkilinin onayını almalıdır. 
Üçüncü maddede, Kurbanlık hayvana ortak olanların tamamının niyetinin ibadet olması gerektiği vurgulanmaktadır. Çünkü Hanefî mezhebine göre kurban hisselerine ortak olanlardan biri et niyetiyle ortak olmuşsa, o hayvana ortak olan herkesin kurbanı geçersiz sayılır. (İbn Âbidîn, Reddu’l-Muhtâr, VI, 326, 327) Dolayısıyla böyle bir organizasyonu yapacak kişi ve kuruluşların bu durumun farkında olması ve hisse satarken müşterilerine bu hassasiyeti hatırlatmaları önem arz etmektedir. 
Yedinci maddede hayvan kesim ücretlerinin kesilen hayvandan karşılanamayacağı ifade edilmektedir. Nitekim Hz. Ali’nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Peygamber (s.a.s.), develer kesilirken başında durmamı, derilerini ve sırtlarındaki çullarını yoksullara paylaştırmamı emretti ve onlardan herhangi bir şeyi kasap ücreti olarak vermeyi yasakladı ve ‘kasap ücretini biz kendimiz veririz’ buyurdu.” (Buhârî, “Hac”, 120; Ebû Dâvûd, “Menâsik”, 19) Buna göre kurban kesen kasabın ücret alması caiz olsa da bu ücretini kurbanın derisi veya etinin bir kısmından tahsil etmesi caiz değildir. 
Sekiz ve dokuzuncu maddelerde kurbanlık hayvanın hisselerinin kesimden önce belirlenmesi ve her hayvanın önceden belirlenen hissedarlar adına kesilmesi hususuna vurgu yapılmıştır. Çünkü kesimden sonra kurban ibadeti tamamlanmış olacağından, sonradan birinin bu hayvana ortak olması söz konusu olamaz. Bunun dışında büyükbaş hayvanlarda yediyi aşmamak kaydıyla kesim anına kadar da yeni hissedarların eklenmesi caiz olur. (el-Fetâvâ’l-Hindiyye, V, 305) Ancak kesim esnasında hayvanın kimler adına kesildiğinin belli olması, kesim işleminin bu niyetle yapılması ve bir büyükbaş hayvan kesilirken en fazla 7 kişiye niyet edilmesi gerekir. 
On ve on birinci maddelerde kurbanlık etlerin kesimden sonraki durumuna dikkat çekilmiştir. Buna göre kesimden sonra etlerde tasarruf hakkı kurban sahibinde olduğundan, onun rızası olmadan etlerin karıştırılması ve rastgele dağıtılması caiz olmamaktadır. 
On dördüncü maddede ise yapılan uygulamanın et alım satımını andırmaması için müşterilere belli kiloda et vermenin taahhüt edilmemesi gerektiği vurgulanmıştır. Çünkü bu şekilde yapılan bir uygulamada müşterinin, kurbanlık hayvanı almaktan çok et almaya odaklanması durumu ortaya çıkar ki, bu da kurban ibadetinin ruhuyla uyuşmamaktadır. 
Sonuç olarak, yukarıda sayılan şartlara uygun icra edilmesi kaydıyla vekâlet yoluyla kurban alımı, kesimi ve dağıtımı caizdir. 

***ALLAH cc İÇİN "KAN AKITMAK"

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Dünyada Allah ve Resulünden daha değerli, sevilmeye daha layık hiçbir şeyin olmadığının, her yıl tekrar tekrar hatırlatılmasıdır Kurban. Atamız İbrahim'in -ki O'na selam olsun- en kıymet verdiği varlığının Allah tarafından istenmesi ve İbrahim (as)'ın denenmesidir Kurban.


Kurban ibadeti, her yıl bütün Müslümanlara, Allah tarafından büyük ödevlerinin hatırlatılmasıdır. Kurban ibadeti, bizlere her yıl dünya ve içindeki her şeyin çok da önemli olmadığının hatırlatılmasıdır. Müminler için, dünyanın en fazla 'geçici bir konak' olduğunun ilanıdır. Ve Kurban, her şeyin asıl sahibinin, her şeyin asıl sahibi olan Âlemlerin Rabbi olduğunu idrak etmektir.


"Ey Fatıma, kalk ve kurbanının yanında bulun!"


Ebu Said (ra)'ın rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber (sav), Kurban Bayramı günü, biricik kızları Hz. Fatıma validemizin evine giderek, şöyle buyurmuştur: "Ey Fatıma! Kurbanın için kalk ve kurbanının yanında bulun. (Onun kesilmesine şahit ol) Onun kanının her damlasına karşılık senin geçmiş günahların bağışlanacaktır."
Bunun üzerine Hz. Fatıma validemiz: "Ey Allah'ın Peygamberi, bu durum sadece bize mi özel, yoksa bütün müminler için geçerli mi?" diye sordu.
Allah Resulü, şöyle buyurdu: "Bütün müminler için..." [Hâkim, Heysemi]


Kurban kanı akıtmak!
İbn Abbas (ra)'ın rivayet ettiğine göre, Allah Resulü şöyle buyurmuştur:
"Kurban bayramı günü, sıla-i rahim hariç, Âdemoğlu, kurban kanı akıtmaktan daha üstün bir amelde bulunamaz."
Ebu Hüreyre (ra)'dan rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kimin imkanı olup da kurban kesmezse namazgahlarımıza yanaşmasın."


Kurban kesmek yerine parasını bir yoksula verenler, sadece sadaka ibadetlerini yerine getirmiş olurlar. Kurban ibadeti, birçok hikmetiyle birlikte 'Allah için kan akıtmak'tır. Bir büyük hatırlayış olarak atamız İbrahim (as)'ın büyük fedakârlığı üzerinden, O'ndan sonra gelen bütün müminlere bir hatırlatıştır. Kurban ibadeti, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in uyguladığı şekliyle uygulanmak zorundadır.


Hac suresi 37. ayette Rabbimiz durumu açıklamıştır: "Onların ne etleri ne de kanları Allah'a ulaşır, fakat O'na sadece takvanız ulaşır. Sizi hidayete erdirdiğinden dolayı Allah'ı büyük tanıyasınız diye O, bu hayvanları böylece sizin istifadenize verdi. (Ey Muhammed!) Güzel davrananları müjdele!"


Kurban kesmenin fazileti!

Tirmizi'nin naklettiğine göre, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, imkânı olan bir Müslüman için, Kurban ibadetiyle kazanacağı fazileti şöyle ifade buyurmuştur:
"Âdemoğlu kurban bayramı günü, Allah katında kurban kesmekten daha sevimli bir iş yapmamıştır. Şüphesiz o kesilen kurban, kıyamet günü boynuzları ve kılları ile gelir. Hiç şüphe yok ki, kurbanın kanı yere düşmeden önce Allah katında kabul görür. Öyleyse gönüllerinizi kurban ile hoş edin."

Kurban ibadeti, nefsin insana telkin ettiği, cimrilik ve hasislik gibi kötü hasletleri engellemeye de dönüktür. Nefsin arzu ve isteklerini, içimizdeki Allah ve Resulü'nün dışındaki tüm sevgileri kesmek ve kökünden yok etmek için kurban ibadeti, büyük bir fırsattır. Mülkün sahibi olan Allah'ın verdiği malı, yine O'nun yolunda harcamak için bir vesile olur kurban.


Bakara Suresi, 195. ayette Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "(Mallarınızın bir bölümünü) Allah yolunda harcayın. Sakın kendinizi, kendi ellerinizle tehlikeye atmayın. Hiç kuşkusuz Allah iyilik yapanları sever."

Hz. Peygamber (sav) bir kurban bayramı günü: "Sizden her kim kurban keserse, bayramın üçüncü gecesinden sonra, evinde kurban etinden bir şey bulunduğu halde sabahlamasın" buyurmuştur.
Bir sonraki yıl, tekrar kurban bayramı gelince, sahabeler Hz. Peygamber'e gelip sordular: "Ey Allah'ın Resulü! Kurban'ı geçen sene yaptığımız gibi mi dağıtacağız?
Hz. Peygamber, şöyle cevap verdi: "Bu yıl kendiniz yiyiniz, başkalarına yediriniz ve ailenize azık ediniz. Çünkü geçen sene insanlar arasında geçim zorluğu vardı. Bu sebeple ben o sene insanlara yardım etmenizi istedim." [Buhari]


"Kurbanlık büyük baş hayvanları da sizin için Allah'ın dininin nişanelerinden kıldık. Sizin için onlarda hayır vardır. Onlar saf saf sıralanmış dururken (kurban edeceğinizde) üzerlerine Allah'ın adını anın. Yanları üzerlerine düşüp canları çıkınca onlardan siz de yiyin, istemeyen fakire de istemek zorunda kalan fakire de yedirin. Şükredesiniz diye onları böylece sizin hizmetinize verdik." [Hac Suresi, 36]

Kurban ibadetinde, niyet çok önemlidir. Kurbanın hangi niyetle kesildiği, ibadetin de mahiyetini belirler. Kurban ibadeti, içinde 'et yeme niyeti' barındırmamalıdır. Kurban, sadece Allah'a yakınlaşmak ve O'nun rızasını elde etmek için kesilmelidir. Sadece O istediği için kesilmelidir.


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

***.KUR'AN'DA KURBAN KESMEK VAR MI?

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Kurban kesmek katliam mıdır?Biz her zaman olduğu gibi Rabb'imize cc kulak veriyoruz:

Kurban kesmek bir ibadettir. Kurban ibadeti, Kur’an-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde yer almaktadır. Hz. Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Efendimiz bizzat kurban kesmiş, O’na uyarak Müslümanlar da kurban kesmişler ve kesmektedirler. Kurban, bir Müslüman’ın bütün varlığını gerektiğinde ALLAH yolunda feda etmeye hazır olduğunun bir nişanesidir.

Kur’an-ı Kerim, kurban ibadetinin Hz.Adem 
(Aleyhisselam)ın çocuklarıyla birlikte başladığını haber verir.( Maide sûresi:27) Kurban, bugünkü şekli ile ise, Hz. İbrahim (Aleyhisselam)a dayanır.(Saffat sûresi:102–107)

Kurbanın meşru kılınmış bir ibadet olduğuna dair Kur’an-ı Kerim’de deliller bulunmaktadır. Cenab-ı Hak şöyle buyurur:
“Rabbin için namaz kıl ve nahr yap, kurban kes!”(
Kevser sûresi:2)

 Ayet-i kerimede geçen namaz’dan maksat: Bayram namazı, nahr’dan da maksat: Kurban kesmektir. Saffat Suresi:107. Ayet-i kerimesinde; Hz.İbrahim (Aleyhisselam)ın oğlu Hz.İsmail (Aleyhisselam)ın yerine bir koçun, ALLAH tarafından kendilerine fidye, kurban olarak verildiği açıkça bildirilmektedir.

Ayrıca diğer bazı ayetlerde de kurban ibadeti ile ilgili hususlar mevcuttur:
“Onların ne etleri ne de kanları ALLAH’a ulaşır; fakat O’na sadece sizin takvânız ulaşır.”(
 Hacc sûresi:37)

Görülüyor ki: Kurban ibadetinin dini delillerinin Kur’an-ı Kerim’de bulunmadığını iddia etmek ve ALLAH Teâlâ’nın bu çeşit bir emrinin olmadığını ileri sürmek tamamen yanlıştır.

Kurban ibadeti hicretin ikinci yılında eda edilmeye başlanmış ve Hz. Peygamber
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Efendimiz de, kurbanı bir ibadet olarak kabul etmiş ve bizzat kendisi de on yıla yakın bir süre hep kurban kesmiştir, hiç terk etmemiştir.

Hz. Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Efendimiz, Kurban bayramında ALLAH katında en sevimli ibadetin kurban kesmek olduğunu “Âdemoğlu, Kurban Bayramı günü ALLAH Teâlâ katında kurban kesmekten daha sevimli hiçbir amel yapmamıştır. Gerçekten o kurbanlık hayvan, kıyamet günü boynuzuyla, tırnaklarıyla ve kıllarıyla birlikte gelir. Kurbandan akan kan daha yere düşmeden ALLAH Teâlâ yanındaki yerini alır. O halde, kurbanın sevabı böyle olunca, kurban kesmekle kendinizi hoş ve müsterih tutun.”Tirmizi, Edahi:1; İbn-i Mace; Edahi:3)Sözleriyle ifade buyurmuştur.

Kurban ibadeti ALLAH Teâlâ’nın emridir, Resulullah’ın 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) emridir. Sahabe-i kiram kesmiştir, tabiin kesmiştir. Ve asırlardır biz Müslümanlar kurbanımızı kestik ve yine keseceğiz.


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR