10 Ekim 2022 Pazartesi

Sûre ne demek?


Sözlükte "yüksek rütbe, mevki, şeref, binanın kısım ve katları" anlamına gelen sûre (çoğulu süver) tefsir ilim dalında başı ve sonu belli, farklı sayıda âyetler içeren Kur'ân'ın bölümlerine denir.

Kur'ân'da 114 sûre vardır. En uzun sûresi 286 âyeti bulunan Bakara, en kısa sûresi de 3 âyeti olan Kevser sûresidir.

Sûrelerin bu günkü tertibinin Hz. Peygamber tarafından yapıldığı (tevkîfî) veya sahabenin içtihadı ile veya kısmen Hz. Peygamber tarafından, kısmen de sahabenin içtihadı ile meydana getirildiği şeklinde üç farklı görüş vardır. Her sûrenin bir ismi vardır. Bu gün dünyada mevcut bütün mushaflarda sûrelerin tertibi ve isimleri aynıdır.

9 Ekim 2022 Pazar

Secâvend


Tilâvet sırasında mâna açısından vakfetmenin gerekli veya isabetsiz olduğu yerleri belirtmek üzere konan işaretlere verilen isim.

8 Ekim 2022 Cumartesi

Sebeb-i Nüzûl ne demektir?


Sebeb-i nüzûl, iniş sebebi demektir. Kur'ân-ı Kerim'in bazı sure ve ayetlerinin, bir kısım olaylar sebebiyle inmesine bu isim verilmiştir. Her âyet için bir nüzul sebebi yoktur. Nüzul sebeplerini bilmenin yolu sahih hadislerdir. Bir olay bir çok âyetin inmesine sebep olabilir. Nüzul sebeplerinin bilinmesi, âyetlerin anlamının ve emredilen şeyin hikmetinin anlaşılmasını kolaylaştırmaktadır.

Bu konuda birçok eser yazılmıştır. Şu eserleri örnek olarak zikredebiliriz: Celâlüddîn es-Süyûtî (ö.911/1505)’nin, Lübâbü’n-Nükûl fî Esbâbi’n-Nüzûl’ü, Ebu’l-Ferac Abdurrahman ibn el-Cevzî (ö.597/1251)’nin, Esbâbü’n-Nüzûl’ü, Tahsin Emiroğlu’nun, Esbâbü’n-Nüzûl’ü

7 Ekim 2022 Cuma

Müteşâbih


Sözlükte benzeyen anlamına gelen müteşâbih, terim olarak; manası kolaylıkla anlaşılmayan, bir çok manaya ihtimali olup bunlardan birini tayin edebilmek için haricî bir delile ihtiyaç duyulan, ne anlama geldiği, ne anlatmak istediği ilk bakışta anlaşılmayan, manası açık ve net olmayan, niteliği (seçikliği) belli olsa da içeriği (açıklığı) belli olmayan, şaban ayında değil de ramazan ayında oruç tutulması ve namazların sayısı gibi manası akılla kavranamayan lafızlara ve ayetlere denir.

https://kuran.diyanet.gov.tr/kuran-sozlugu/detay/47-mutesabih

6 Ekim 2022 Perşembe

Mushaf


Bir araya toplanıp bağlanmış sayfalar demektir. Bununla maksat, Kur'ân'ın bütün sûre ve âyetlerinin yazılıp bir araya toplanmış, ciltlenmiş ve iki kapak arasına alınmış halidir. Kur'ân, Hz. Peygamberin sağlığında çeşitli malzemelere yazılmış, ancak mushaf haline getirilmemişti.

Bununla birlikte inen bütün ayetler ve sureler yazılmıştı ve hafızların hafızalarında korunuyordu. Bu korumayı yüce Allah taahhüt etmektedir: “Şüphesiz o Zikri (Kur’ân’ı) biz indirdik. Onun koruyucusu da elbette biziz.” (Hıcr, 15/9) Yüce Allah, Kur’ân’ı her türlü tahriften, bir ayetinin bile zayi olmasından korumuştur. Kur’ân hem yazıyla satırlarda hem de ezber yoluyla kalplerde muhafaza edilmiştir.

“Ona (Kur’ân’a) ne önünden ne de ardından batıl gelemez. (Çünkü O,) hüküm ve hikmet sahibi, övülmeye layık olan Allah tarafından indirilmiştir.” (Fussılet, 41/41–42)

Kur’ân’ı Hz. Peygambere öğreten ve onun hükümlerini ve nasıl uygulanacağını açıklayan yüce Allah’tır: Rahman suresinde bu husus şöyle ifade edilmektedir:

“Rahman Kur’ân’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyanı öğretti.” (Rahman, 55/2–4)

Peygamberimizin sağlığında Kur’ân, bugün elimizde mevcut mushafın tertibi üzerine okunmuş ve aynı şekilde yazıyla kaydedilmiş, Allah’tan indiği şekliyle korunmuştur. Aynı şekilde vefatından sonra sahabe Kur’ân’ın yazılması, okunması, ezberlenmesi ve korunmasına gereken titizliği göstermiştir.Nitekim Kur'ân Hz. Ebû Bekr'in (r. a.) devlet başkanlığı zamanında mushaf haline getirilmiştir. İlk mushafa el-İmam (asıl) denilmiştir. Hz. Osman zamanında bu ilk nüshadan sekiz adet çoğaltılmıştır. Yer yüzündeki bütün mushaflar bu nüshalarla aynıdır.

https://kuran.diyanet.gov.tr/kuran-sozlugu/detay/46-mushaf

5 Ekim 2022 Çarşamba

muhkem

Sözlükte sağlam, esaslı ve dayanıklı anlamına gelen muhkem, terim olarak, manası kolaylıkla anlaşılan, haricî bir yoruma ihtiyaç göstermeyen ve tek anlamı olan, ne anlama geldiği, ne anlatmak istediği ilk bakışta anlaşılan, manası açık ve net olan, niteliği ve içeriği (seçikliği ve açıklı) belli olan Kur’ân’ın sarih lafızlarına ve ayetlerine denir.

https://kuran.diyanet.gov.tr/kuran-sozlugu/detay/45-muhkem

4 Ekim 2022 Salı

Mukabele


Bir başkasının Kur’ân-ı Kerîm’i okuyuşunu takip etmek ve bu suretle hatim indirme anlamında kıraat terimi.

Sözlükte “iki şeyi birbiriyle karşılaştırmak” anlamına gelen mukābele, Peygamberimizin Ramazan aylarında inen sure ve ayetleri vahiy meleği Cebrail'e okumasına dayanmaktadır ki buna "arza" denmiştir.

Mukabele,üç aylarda ve bilhassa ramazanlarda cami, mescid ve evlerde daha çok sabah, öğle, ikindi namazları öncesinde hâfızlar tarafından okunan Kur’an’ı takip etmek suretiyle hatim indirme geleneğine ad olmuş, zamanla hâfızların bu okuyuşları için de aynı terim kullanılmıştır.

https://kuran.diyanet.gov.tr/kuran-sozlugu/detay/44-mukabele

3 Ekim 2022 Pazartesi

Mufassal


Sözlükte tafsil edilmiş anlamına gelen mufassal, Kur'ân'ın sonundaki kısa sûrelere denir. Mufassal sureler 49'uncu sûreden başlar ve üç kısma ayrılır:(a) Tıval-ı mufassal: Hucûrât sûresinden 85'inci sûre olan Bürûc sûresine kadar 36 sûreye bu isim verilmiştir.(b) Evsat-ı mufassal: Bürûç'tan 92'inci sure olan Leyl sûresine kadar olan 7 sûreye bu isim verilmiştir.(c) Kısar- mufassal: Leyl sûresinden Nâs sûresine kadar olan 22 sûreye de bu isim verilmiştir.

https://kuran.diyanet.gov.tr/kuran-sozlugu/detay/42-mufassal

2 Ekim 2022 Pazar

Muavvizeteyn


İki koruyucu demektir. Bundan maksat, Kur'ân'ın Felak ve Nâs sûreleridir. Kur'ân'ın son üç suresi olan İhlas, Felak ve Nâs sûrelerine ise muavvizât (koruyucular) denir. İhlas sûresi, Allah'ı anlatmaktadır. Felak ve Nâs sûrelerinde ise; yaratıkların, karanlık gecelerin, büyücülerin, haset edenlerin, insanların göğüslerine kötü düşünceler fısıldayan cin ve insan vesvesecilerinin şerrinden insanların ilahı, meliki ve Rabbi olan Allah'a sığınılması tavsiye edilmektedir. Peygamberimiz (a.s.), sahabeden Abdullah ibn Hubeyb’e, "Akşam ve sabah olunca İhlas, Felak ve Nâs sûrelerini üçer kere oku, onlar her şeye karşı sana yeter." buyurmuş (Tirmizî, Deavat, 117) Sahabeden Ukbe b. Amir, Hz. Peygamber (s.a.s.), bana her namazın arkasından Felak ve Nâs surelerini okumamı emretti” demiştir. (Tirmizî, Fedâilü'l-Kur'ân, 12; Ebu Dâvûd, Salât, 361) Peygamberimizin eşi Hz. Ayşe (r.a.) diyor ki: “Hz. Peygamber (s.a.s), her gece yatağa girdiği zaman iki elinin avucunu bir araya getirir, sonra ellerinin içine üfler ve kul hü vallâhü ahad, kul eûzü bi rabb’il felakı ve kul eûzü bi rabbi’n-nasi surelerini okur, sonra elleriyle elini, yüzünü ve vücudunun ulaşabildiği yerlerini mesh eder ve bunu üç defa yapardı.” (Ebu Dâvûd, Edeb, 107) “Kul hüvellâhü ahad suresi, Kur’ân’ın üçte birine denktir.” (Tirmizî, Fedâilü'l-Kur'ân, 11)
Peygamberimiz (s.a.s), ashabına, “Sizden biriniz her gece Kur’ân’ın üçte birini okumaktan aciz olur mu? Buyurmuş, bu, onlara zor gelmiş ve ey Allah’ın Resûlü! Hangimizin buna gücü yeter? Demişlerdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s), Kul hu vallâhü ahad Allahü’s-samed, Kur’ân’ın üçte biridir” buyurmuştur.” (Buharî, Fedâilü’l-Kur’ân, 13)
Yine Peygamberimiz kendisi veya ailesinden biri hastalandığı zaman (Buhârî, Fedâilü'l-Kur'ân, 14; Müslim, Selâm, 50-51) ve göz değmesine (Nesâi, İstiaze, 37; Tirmizî, Tıb, 17) karşı muavvizeteyn'i okumuştur. Yatmadan önce üç kere muavvizâtı okumuş, eline üflemiş ve elleriyle bütün vücudunu meshetmiştir (Buhârî, Fedâilü'l-Kur'ân, 14).
Yukarıdaki hadislerden anlaşılan o ki; Peygamberimiz sözleri ve uygulaması ile üç surenin, üç vakitte akşam, sabah, yatmadan önce üçer defa, her namazdan sonra ve geceleyin okunmasını tavsiye etmektedir.
Kur’ân’ın konularını üç maddede toplamak mümkündür. Tevhîd yani tek Allah inancı, nübüvvet yani Allah’ın her topluma peygamber gönderdiği inancı, ahiret yani öldükten sonra cennet ve cehennem hayatı. İhlâs suresi tevhîd inancını anlattığı için bu açıdan Kur’ân’ın üçte birine denktir.Felak ve Nâs surelerinde varlıkların şerrinden Allah’a sığınılmaktadır. Bir Müslüman bu üç sureyi akşam, sabah ve uyumadan önce üçer defa, namazlardan sonra ve geceleri okursa hem imanını tazelemiş, hem de her türlü kötülükten Allah’a sığınmış, dua etmiş, Allah’ı anmış ve Kur’ân okumuş böylece ibadet etmiş olur. Hastalara ve nazar değenlere de bu sureler okunup Allah’tan şifa istenebilir.

https://kuran.diyanet.gov.tr/kuran-sozlugu/detay/41-muavvizeteyn

1 Ekim 2022 Cumartesi

DEĞİŞEN DEĞERLER VE MAHREMİYET

 

"“Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakının; çünkü bazı zanlar günahtır. Gizlilikleri araştırmayın, birbirinizin gıybetini yapmayın; herhangi biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? Bak bundan tiksindiniz! Allah’a itaatsizlikten de sakının. Allah tövbeleri çokça kabul etmektedir, rahmeti sonsuzdur.” (Hucurât, 49/12) 

Kur’an-ı Kerim’de kesin bilgi sahibi olmaksızın konuşmak (zan), başkalarının arkasından kırıcı ya da aşağılayıcı söz ve davranışlarda bulunmak (gıybet) yasaklanmıştır. Bu iki fiilin bir bakıma tamamlayıcısı olan ve Kur’an’da sadece bu ayette geçen tecessüs kelimesi “ayıp ve kusurları araştırmak” anlamındadır. Bu davranışların aynı ayet içinde zikredilmesi, birbirleriyle olan ilişkilerine dikkatimizi çekmekte, tümünün yasaklanması insanın şeref, onur ve mahremiyetini korumaya, aynı zamanda toplumun birlik ve beraberliğine zarar verecek hataları engellemeye yöneliktir. Sevgili Peygamberimizin (s.a.s.) konuyla ilgili hadisi, bu yasağa uymayanların akıbetini bildirir: “Ey diliyle iman edip kalbine iman girmemiş olan kimseler! Müslümanların gıybetini yapmayın ve onların gizli hâllerini araştırmayın. Çünkü her kim onların gizli hâllerini araştırırsa Allah da onun gizli hâlini araştırır.

Allah kimin gizli hâlini araştırırsa onu evinde (gizlice yaptıklarını ortaya çıkararak) bile rezil eder.”

(Ebû Dâvûd, Edeb, 35)

Allah’ın kulları için belirlediği dinin, ahlaki ve hukuki kuralları vardır. Kur’an-ı Kerim’de çerçevesi Allah tarafından belirlenmiş ve hudûdullah olarak adlandırılmış bu sınırları tecavüz insana yasaklanmış, sınırların içindeki hareket alanı ise serbest bırakılmıştır. Kur’an’da ilahi ya da beşerî yasakları ifade için kullanılan haram, muharram, tahrim, mahrum vb. kelimeler h-r-m kökünden türemiştir. Aynı kökten türeyen “yasaklanmış, korunmuş, dokunulmaz” anlamındaki harem kelimesi (Salim Öğüt, “Harem”, DİA, XVI, 127) Allah’ın zatına mahsus ibadet yerleri olarak ayırdığı ve buralara giriş için kurallar koyduğu kutsal toprak parçalarıdır. Bunun gibi yarattığı varlıkların en değerlisi olan ve kendisine bir şeref atfedilen insanın (İsrâ, 17/70) yaratılışına uygun hareket etmesini sağlayan değerler Allah tarafından belirlenmiş bunlardan bir kısmı zamanla aile ve toplum yapısına göre şekillenmiştir. Mahremiyet adı verilen ve insanın özel alanı, dokunulmazlığı, gizli kalmasını istediği durumları ifade eden bu kavram insana mahsus fıtratı, şahsiyeti ve şerefi korumayı hedefler. 

Ayetlerden yola çıkarak mahrem alanları; insanın bedeni (Nûr, 24/30-31), aile içi ilişkileri (Nûr, 24/58-59), gizlice konuştukları (Mücâdele, 58/12) ve başkalarına tevdi ettiği sırları (Tahrim, 66/3) şeklinde tasnif edebiliriz. İşlenen günahlar da insanın mahrem alanıdır. Bunları ne işleyenin ne de şahit olanın açığa çıkarması uygun değildir. Çünkü bu tür durumların ifşası sonucunda günahın hafife alınması, örnek teşkil etmesi ve yaygınlaşmasına fırsat verilmesi gibi olumsuz durumlar ortaya çıkar. Ancak kul hakkını ihlal eden bir hata, toplumsal suç sayılacağından bunun gizlenmesi uygun değildir.

Mahremiyet, sadece bizim dokunulmazlık alanımız değildir. Bu konuda en az kendimiz kadar diğer insanların da hak sahibi olduğunu dikkate almamız gerekir. Bu alanda yapılan bir anket, katılımcıların mahremiyeti “ben” boyutuyla tanımladıkları, olayı kendilerinin korunmaları gereken gizli alanları olarak vurguladıkları sonucuna ulaşmıştır (Saadet İder, “Yetişkinlerde Mahremiyet Algısının Kaynağına İlişkin Nitel Bir Araştırma”, Marife, 115). Oysa mahremiyet herkes için ortak bir haktır. Bizim özgürlüğümüz, başkasının hakkının başladığı noktada biter. O sınırı çiğnemek girilmesi yasak bir alana girmek demektir ve Hucurât suresi 12. ayette “Gizlilikleri araştırmayın.” şeklinde tercüme edilen yasaklama için İbn Abbas: “Kardeşinizin ayıbını araştırmayın, Allah’ın onun hakkında gizlediğini öğrenmeyi arzu etmeyin!” açıklamasını yapmaktadır (Firuzabadi, el-Mikbâs min tefsir-i İbn Abbas, 549).

Günümüz dünyası, Allah tarafından yasaklanmış tutum ve davranışların alenen işlendiği hatta bunun teknolojik araçlar vasıtasıyla geniş kitlelere ulaştırıldığı bir yapıya sahiptir. Olumlu ya da olumsuz her türlü bilginin yayılışı “dijital çağ” adı verilen XXI. yüzyılla birlikte hızlanmış, hatta kontrolden çıkmış görünmektedir. Normal şartlarda birbirlerinden haberdar olamayacak kitleler sosyal medya sayesinde birbirlerini tanımakta, bazen dünyanın öbür ucunda işlenmiş bir suça/günaha, bazen yenilen bir yemeğe ya da ziyaret edilen bir mekâna şahitlik etmektedirler. Üstelik bunların çoğu, olayın failleri

tarafından irade ortaya konarak paylaşılmaktadır. Bu da Müslüman bilinciyle yaklaştığımızda kaygı ve endişe verici bir ruh hâline bürünmemize sebebiyet vermektedir. Özellikle dünya gündemini meşgul eden ve hakkında bir kısmı spekülatif olarak tanımlanabilecek açıklamalarla pandemi süreci, kadın ya da erkek üzerinden cinsiyetsizliği teşvik eden oluşumlar, elektronik beyin/insan vs. gibi haberler “Dünya nereye gidiyor?” sorusunu sıkça sormamıza neden olmaktadır.

Bu durumda öncelikli olarak kabul etmemiz gereken, değişimin kaçınılmaz olduğudur. Yeni doğan bir bebeğin zamanla bir çocuğa evrilmesi, büyüyüp bir yetişkine dönüşmesi, ömrü uzadıkça bildiğini bilmez hâle gelmesi ya da kışın yapraklarını döken bir ağacın ilkbaharda yeniden yaprak vermesi nasıl doğal bir değişimse insanın bilinç yapısı, duyguları, talepleri ve sorumluluklarının zaman içinde değişim göstermesi kaçınılmazdır. Aslolan değişime karşı çıkmak değil, insana zarar veren, onun veya kâinatın yapısını bozan farklılaşmaya tavır almaktır. Gelişimle doğru orantılı değişime yaklaşımımızla, yaratılışa ve sünnetullaha (Allah’ın kâinata koyduğu yasalara) ters olan değişime yaklaşımımız elbette birbirine benzememelidir.

Öyleyse geldiğimiz noktada zihnimize takılan sorulara nasıl cevaplar bulacağız? Yeni dünya düzeni adıyla oluşturulan gündemlere, pek çoğu değerlerimizle örtüşmeyen ve bir kısmı korku ve kaygı oluşturan haberlere karşı durumumuz ne olmalı? Bize göre bu soruların cevabı Kur’an’ın “gücünüzün yettiği kadar kuvvetli olun.” (Enfal, 8/60) emriyle verilebilir. Yaşadığımız çağın ihtiyacı olan bilgilerle donanımımızı güçlendirir, algılarımızla oynanmasına izin vermez ve kişisel ayarımızı Kur’an ve sünnete uygun biçimde yaparsak karşılaştığımız sorunların büyük ölçüde üstesinden geleceğimize olan inancımızı asla kaybetmeyiz. Sonuçta hayrın ve şerrin yaratıcısı Allah’tır ve “Her bilenin üstünde bir bilen” olarak (Yusuf, 12/76) Allah kullarına kâfidir.

Dr. Öğretim Üyesi Sema Çelem

https://yayin.diyanet.gov.tr/Category/GetArticles?id=2109&categoryId=58#

30 Eylül 2022 Cuma

ŞEHİTLER ÖLMEZ!


"“Allah yolunda öldürülenlere ‘ölüler’ demeyin. Hayır, onlar diridirler. Ancak siz bunu bilemezsiniz.”
(Bakara, 2/154.)

Yüce Allah müminleri kendi yolunda mücadele etmeye, bu yolda ilerlerken sabır ve namaz ile yardım istemeye davet etmektedir. Bu mücadele sırasında onların canlarından bile olmaları mümkündür; fakat o takdirde bu onların zayi oldukları anlamına gelmez. Nitekim Bedir Savaşı’nda müminlerden 14 kişi hayatını kaybetmişti. İnsanlar aralarında “Falan öldü, filan öldü.” diye konuşurlarken Kur’an böyle bir nitelemede bulunmaktan sakındırmış, onların diri olduklarını ifade etmişti. (Razi, Mefatihu’l-Ğayb, IV, 125.) Söz konusu ayet şöyledir: “Allah yolunda öldürülenlere ‘ölüler’ demeyin. Hayır, onlar diridirler. Ancak siz bunu bilemezsiniz.” (Bakara, 2/154.)

Şehitlerin kabirdeki hayatı ile ilgili ana hatlarıyla dört görüş bulunmaktadır. Bunlardan birincisine göre şehitler hem bedenen hem ruhen diridirler. Zira Allah Teâlâ mükâfatlarını kendilerine ulaştırmak için onları diriltir. Dirilişten önce daha kabir hayatında onları cennet yiyecekleriyle rızıklandırır. Onlara ruhen olduğu gibi bedenen de nimetler lütfeder. Diğer insanların cennete girdiklerinde istifade edecekleri nimetlerden, şehitler kabir hayatında istifade ederler. Allah dirilişten önce berzahta onlardan başka hiç kimseye bu nimetleri ikram etmemektedir; bu, şehitlere has kıldığı bir özelliktir. Ancak bizler onların hayatını duyularımızla idrak edememekteyiz. Çünkü onların hâli, kimsenin muttali olmadığı, bilmek için vahiyden başka bir bilgi yolunun bulunmadığı bir hâldir. Hayatları sadece ruhi bir hayat olarak kabul edildiğinde, onların diğer müminlere karşı bir imtiyazı söz konusu olamaz. Ancak onlara nispet edilen beden farklı şekillerde yorumlanabilmektedir. Allah, hayat alameti kalmamış dünyevi bedenlerinde his ve idrak sebebi olacak bir hayat meydana getirebilir. Ya da dünyevi bedenden farklı, mahiyetini bilemeyeceğimiz bir beden yaratabilir.

İkinci görüşe göre onlar bedenen değil ruhen diridirler. Çünkü bedenlerinin bozulduğunu ve yok olduğunu görüyoruz. O yüzden şehitler Rableri katında canlıdır, rızıkları ruhlarına arz edilir, onlara hayat ve sevinç ulaşır. Nitekim Firavun ailesine sabah akşam ateş arz edilmekte, onlara da elem ve acı ulaşmaktadır. (Mümin, 40/46.) Şehitleri, şehit olmayan müminlerden ayıran şey, Allah’a yakınlığa ve bu yakınlığın verdiği sevinç ve itibara ziyadesiyle nail olmaları, diğer müminlerden daha üst seviyede cennet nimetleri ile ruhen rızıklandırılmalarıdır.

Üçüncü görüşe göre ayette kastedilen onların diriltilmeyeceklerini iddia etmekten sakındırmaktır. Onlar dirilişle canlanacaklar, şehitliklerinin sevabı ile mükâfatlandırılacaklardır. Ayet, Müslümanların bir hiç uğruna hayatlarını kaybettiği, faydasız bir şekilde ömürlerini zayi ettiklerini söyleyen müşriklere cevap sadedinde gelmiştir.
Dördüncü görüşü savunanlar ise ayeti mecazi manada yorumlamış ve ölüm ile hayattan muradın, dalalet ve hidayet olduğunu iddia etmişlerdir. Onlar dalaletle ölmüş değil, hidayetle diridirler. Kur’an dalaleti ölüm, hidayeti hayat anlamında kullanmıştır. (Enam, 6/122.)

Zikredilen bu görüşler içinde son iki görüşün oldukça zayıf olduğu anlaşılmaktadır. Zira ayette kastedilen, şehitlerin kıyamet gününde diriltilecekleri veya onların dalalette değil hidayet üzere olduklarını bildirmek olsaydı, ayetin sonunda “Ancak siz bunu bilemezsiniz.” denmezdi. Çünkü ayetin muhatabı müminlerdir. Müminler onların diriltileceklerini de hidayet üzere olduklarını da bilmektedirler. Bu görüşler içinde meşhur olan ise birinci görüş, yani şehitlerin hem bedenen hem de ruhen diri oldukları görüşüdür. Selef âlimlerinden çoğu bu kanaate sahip olmuştur. Bu görüş başta sahabe ve tabiun müfessirleri olmak üzere birçok müfessire nispet edilmiştir. (Razi, a.g.e. IV, 125; Alusi, Ruhu’l-Meani, I, 418.)


Şehitlerin kabirde diri olarak hayatlarını sürdürdüklerini ifade eden ayet ve bu konuda zikredilen hadislerden bazıları şöyledir: “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar diridirler, Rableri katında Allah’ın, lütfundan kendilerine verdiği nimetlerin sevincini yaşayarak rızıklandırılmaktadırlar. Arkalarından kendilerine ulaşamayan (henüz şehit olmamış) kimselere de hiçbir korku olmayacağına ve onların üzülmeyeceklerine sevinirler.” (Âl-i İmran, 3/169-170.), “Şehitlerin ruhları yeşil kuşların içindedir. Bu kuşların arşa asılı kandilleri vardır. Onlar cennette istedikleri yerde dolaşır sonra arşa asılı kandillere inerler. Allah onlara şöyle seslenir: ‘Herhangi bir şey arzu ediyor musunuz?’ Onlar da ‘Cennette dilediğimiz gibi dolaşabilirken başka ne arzu edebiliriz ki?’ Yüce Allah onlara bunu üç defa sorar. Onlar Rablerinden bir şey dilemedikçe bırakılmayacaklarını anlayınca şöyle derler: ‘Ya Rab! Ruhlarımızı bedenlerimize geri döndürmeni ve senin yolunda bir defa daha şehit olmayı diliyoruz.” (Müslim, İmare, 121.), “Şehitlerin ruhları yeşil kuşların içindedirler. Cennet meyvelerinden veya ağaçlarından yerler.” (Tirmizi, Fedailü’l-Cihad, 13.), “Şehitler cennet kapısındaki bir nehrin üzerinde yeşil bir kubbe içindedirler. Onlara rızıkları sabah akşam cennetten çıkar.” (Ahmed, el-Müsned, I, 266.)

Şehit, din ve dinin bekası için gerekli olan değerler uğruna savaşırken hayatını kaybeden mümine denir. Üzerinde ezan-ı Muhammedinin yankılandığı vatan toprağını korumak için can verenler de şehittir. Yukarıdaki ayet-i kerime, şehitlerin diri olduklarını bildirmekte, onların ölü olduğuna inanmaktan müminleri sakındırmaktadır. (İbn Aşur, et-Tahrir ve’t-Tenvir, II, 53.) Anlaşılan o ki şehitler; berzahta mahiyetini idrak edemeyeceğimiz bir hayat yaşamaktadırlar. Her şehadet olayı ile bizler bu Kur’ani hakikati bir kez daha idrak ederiz. Cihat meydanında kahpe bir kurşunla vurulan cengâverin, yere düşünce hayatı sona erer. Sona erer ama bu sırada Kur’an’ın müjdesi kulaklarımıza çarpar. Gayb âlemine dair bu haberi âlemlerin Rabbinden başka kim verebilir? Yaşadığımız tarifsiz ıstırabın acısını başka hangi haber hafifletebilir? Kur’an’ın bu müjdesiyle, istikbale dair ümidimiz canlanır; şehide minnetimiz, vatana sadakatimiz, Allah’a imanımız daha da artar. Bu Kur’ani müjde ile teselli bulur, şehidi omuzlayıp onu eşsiz yeni hayatına uğurlamaya koyuluruz. Gönüllerimizde yer etmiş bu hakikat dillerimizle dalga dalga yayılır, her yer bu hakikati haykıran seslerle dolar, yerler ve gökler bu hakikatle yankılanır: “Şehitler ölmez! Şehitler ölmez!”

Dr. Abdülkadir Erkut

29 Eylül 2022 Perşembe

DİNÎ HAYATIN ÜÇ BOYUTU: DAVRANIŞ, DUYGU VE BİLGİ


"“Yoksa geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibadet eden, ahiretten çekinen ve Rabbinin rahmetini dileyen kimse (o inkârcı gibi) midir?...”

(Zümer, 39/9.)

Kur’an’da hastalık, geçim darlığı gibi bir zorlukla karşılaşan, Rabbinden başına gelen bu zorluğu kaldırmasını isteyen bir insan karakterinden söz edilir. Rabbi kendisine afiyet verdiği, zorluğunu kolaylıkla değiştirdiğinde, bu kişi daha önce ettiği duayı terk etmekte; şeytana itaat, Allah’a isyan etmeye başlamaktadır. Ahireti umursamayan, bütün ilgi ve ihtimamını şu fani dünyaya yönelten ancak zorda kaldığı vakit kul olduğunu hatırlayan, bu yüzden de ilahi tehdide muhatap olan bu kişi ile (Zümer, 39/8.) samimi bir mümin arasında şöyle bir karşılaştırma yapılmaktadır: “Yoksa geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibadet eden, ahiretten çekinen ve Rabbinin rahmetini dileyen kimse (o inkârcı gibi) midir? (Resulüm!) De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür.” (Zümer, 39/9.)

Ayeti kerimede müminin dinî hayatının üç boyutu üzerinde durulmaktadır ki bunlardan birincisi davranış boyutudur. Davranış boyutuyla mümin, namazlarını huşu ile kılan, Allah’a dua ile yönelen, O’na her hâlinde itaat eden, kulluğunda daim olan kişidir. Gece ibadetinin onun hayatında özel bir yeri vardır; çünkü gece vakti nefse ibadetin en ağır geldiği vakit; rahatı talep etmek için en uygun zamandır. Gece ibadetini tercih eden kişi Allah’a ibadeti nefsin rahatına tercih etmiş demektir. Bu kişinin kalbi, Allah’a yakınlığın nuru ile aydınlanır, ettiği ibadet riyadan en uzak, kabule en yakın ibadet olur. Şüphesiz zikrin geceye tahsis edilmesi müminin gündüz vakitlerinde kıyam ve secdeden uzak olduğu anlamına gelmez. Dinî hayatın davranış boyutunda mümin, sadece meşakkatli zamanlarda değil rahat zamanlarda da kulluğunun bilincinde olur. İlahî emir ve yasakları ifa etme konusunda sebatkârdır. Şahsi rahatından fedakârlık yapabilecek derecede değerlerine samimiyetle bağlıdır. Onun dinî hayatındaki sebat ve samimiyetinin arkasında duygusal bir boyut da söz konusudur.

Dinî hayatın ikinci boyutunu, duygu boyutu teşkil etmektedir. Duygular içinde korku ve ümit duygusu, insanın hayatını sürdürmesini sağlayan temel duygulardandır. Mümin, hayatını korku ve ümit arasında sürdürür. Esas olan, bu iki duyguyu bir araya getirmektir. Kur’an’da bu ikisini bir araya getiren kullar övülmüştür. (Secde, 32/16; Enbiya, 21/90.) Korku duygusu, Allah’ın razı olmayacağı amelleri işlemeye engel olur. Umut ise Allah’ın razı olacağı amellere teşvik eder. Diğer taraftan umudun da korkunun da bir sınırı bulunmaktadır ki her iki duygu da kendi sınırını aşmamalıdır. Umut, sınırını aştığında insan temelsiz bir güven hissine kapılır. (Araf, 7/99.) Korku, sınırını aştığında ise ümitsizlik duygusu kalbi işgal eder. (Yusuf, 12/87.) Müminin dinî hayatı, aşırılıklardan korunmak için dengeli bir duygusal tutuma dayanır. Duygu boyutundaki yoğunluk, kulluğunu şevk ve gayretle idame ettirmesini sağlar, dinî hayatını olumlu anlamda yönlendirir. Ancak duygu, bilginin rehberliğine ihtiyaç duyar. 

Dinî hayatın üçüncü boyutu da bilgi boyutudur. Ayeti kerimede buyurulan, “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” cümlesi, öncesindeki cümle ile ilişkili olarak yorumlanmaktadır. Buna göre Rabbini hakkıyla bilen ile Rabbinden bihaber, cehalet ve dalalet içinde hayat sürenler bir değildir. Allah’ın insanlara olan nimetlerini, bu nimetlerin şükrü gerektirdiğini bilenler ile bu bilgilere sahip olmayanlar bir değildir. Allah’ın vadettiği dirilişin, sevabın ve cezanın hak olduğunu, itaat edenlerin mükâfatlandırılacağını, isyan edenlerin cezalandırılacağını bilenlerle bunları bilmeyenler bir değildir. Yani dinî hayatın temelini, sahih bilgi teşkil etmektedir. Bu nitelikteki bir bilgi, müminin dinî hayatını hem duygu hem davranış açısından olumlu bir şekilde yönlendirir. Zira yukarıdaki hakikatleri özümsemiş bir müminin davranış ve duygularının bu bilgilerden etkilenmemesi düşünülemez. Bu itibarla sözü edilen bilgi, kuru bir bilgi olarak değerlendirilmemelidir. Nitekim âlimler bu cümlede, bildiği ile amel edenlerle bildiği ile amel etmeyenlerin mukayese edildiğini ifade etmişlerdir. Zira cümle, ilmin gereğinin kulluk olduğuna, kendisine amel terettüp etmeyen ilmin Allah katında ilim olmadığına delalet etmektedir. Çünkü bilenler ilimlerinden faydalanır ve ilimlerinin gereğine göre amel ederler. Dolayısıyla ayette, ilmiyle amel etmeyen, âlim sayılmamaktadır. İlmi elde eden ancak kullukta ilerleyemeyen, dünya fitnesine düşenler için büyük bir istihfaf söz konusudur. (Zemahşeri, el-Keşşaf, IV, 117.) “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” cümlesi, genel anlamda bilginin öneminin bir ifadesi olarak da yorumlanmıştır. Söz konusu cümle, bilenlerin bütün yönlerden bilmeyenlerden üstün olduğuna işaret etmektedir. (İbn Aşur, et-Tahrir ve’t-Tenvir, XXIII, 349.) 

Dinî hayat, mezkûr üç boyutuyla oldukça önemlidir. Zira davranış, duygu ve bilgi boyutları birbiri ile sıkı ilişki içindedir. Hayata rehberlik etmesi için gönderilmiş olan din, davranışlarda tezahür eder. Davranışların temelinde ise duygu ve bilgi yer almaktadır. Bilgiden yoksun duygu, bazı aşırı davranışlara yol açabileceği gibi, duygudan yoksun malumat yığını da davranışları yönlendirmede etkisiz kalır. Diğer taraftan, ayetin genel olarak bilginin önemine ettiği işaret dikkat çekicidir. Nitekim bilenlerle bilmeyenlerin bir olmadığı, son birkaç yüzyılda dünyada gerçekleşen olaylarla daha iyi anlaşılmaktadır. Bilenler bilgiyi sanayi ve teknolojiye çevirerek büyük bir güç elde etmişler; maddi bakımdan bilmeyenlerden üstün konuma gelmişlerdir. Oysa İslam dininde bilgi sadece dinî konulara hasredilmemiş, insanlığın faydasına olan bütün ilimler teşvik edilmiştir. Bu sayede Müslümanlar geçmişte parlak bir medeniyet inşa etmeyi başarmışlardır. Bu yüzden Müslümanların, günümüzde de bilgiyi arama ve onu elde edip Allah’ın razı olduğu şekilde değerlendirme yükümlülükleri devam etmektedir. Çünkü “Hikmetli söz müminin yitiğidir. Onu nerede bulursa, almaya en çok onun hakkı vardır.” (Tirmizi, İlim, 19.)

Dr. Abdülkadir Erkut

https://yayin.diyanet.gov.tr/Category/GetArticles?id=2109&categoryId=58#

28 Eylül 2022 Çarşamba

İMANİ BİR EYLEM OLARAK CAMİLERİN İMARI


“Allah’ın mescitlerini ancak Allah’a ve ahiret gününe iman eden, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimseler imar eder.” 

(Tevbe, 9/18.) 

Mekke müşrikleri Kâbe’yi ziyaret için gelenlerin su ve yemek ihtiyaçlarını karşılamaya, Kâbe’nin korunmasına, bakım ve onarım işlerini yerine getirmeye büyük önem veriyor ve bu işleri yürütmekle iftihar ediyorlardı. Ancak Kur’an bir taraftan Mescid-i Haram’ı imar ederken diğer taraftan putları ilah kabul edip onlara tapan müşriklerin imarının doğru ve geçerli bir imar olmadığını, onların yapıp ettikleri ile Mescid-i Haram’ın imarının gerçekleşmediğini ifade etmiştir. (9/17; Ebu’s- Suud, İrşadu Akli’s-Selim, IV, 51.) Zira camileri imar, maddi ve manevi olmak üzere iki türlüdür. Maddi imar, camileri bina etmek, onarmak, temizlik, tezyin, aydınlatma ve diğer ihtiyaçlarını gidermektir. Manevi imar ise camide ortağı olmayan Allah’a ibadet etmek suretiyle dinin şeairini ikame etmek, camiye bağlı olmak, oraya çokça gelmek ve caminin, fonksiyonlarını yerine getirmesini sağlamaktır. Bu yüzden başta Mescid-i Haram olmak üzere camilerin makbul olan imarını, ancak aşağıdaki özelliklere sahip olanların yerine getirebileceği şöyle ifade edilmiştir: “Allah’ın mescitlerini ancak Allah’a ve ahiret gününe iman eden, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimseler imar eder. İşte doğru yola ermişlerden olmaları umulanlar bunlardır.” (Tevbe, 9/18.)

Ayette camileri gerçek anlamda imar edenlerin özellikleri belirtilmiştir ki bu özelliklerin izahı şöyledir:

Birincisi, onlar Allah’a iman eden, O’nun öldükten sonra kıyamet gününde ölüleri dirilteceğini tasdik edenlerdir. İman edenler, Allah’a ibadet etmeyi ve O’na ibadet edebilecekleri bir yer bina etmeyi isterler. Orada yapılan ibadet ve oranın ihya edilmesine yönelik gösterilen çaba, asıl faydasını kıyamet günü verir. Böylece Allah’a ve ahirete iman, onları her iki anlamıyla camileri imara sevk eder. Çünkü bu iki esas, dinin temelini teşkil eden, Müslüman’ın hayatını yönlendiren asli ilkelerdir. İnsanın bütün yapıp etmeleri iman sayesinde Allah katında bir değer kazanır. Camileri imar adına yapılan faaliyetler, herhangi bir karşılık beklemeden Allah için yapılır ve bu faaliyetler anlamını iman sayesinde bulur. O yüzden iman, camileri imar edenlerin birinci özelliğidir. İman konusunda Allah’a ve ahiret gününe iman ile yetinilmiştir; zira bu ikisi diğer iman esaslarını da içermektedir. 

İkincisi, onlar namazı devamlı ve şartlarına uyarak eda edenlerdir. Çünkü camilerin bina edilmesinin en büyük maksadı namazdır. Namazın farziyetini kabul edenler, camiler bina etmeyi ve orada namazlarını kılmayı isterler. Namazın önemini ve cemaatle namazın ehemmiyetini idrak etmiş olduklarından, rahatlarını terk ederek namaz gibi nefse meşakkatli gelen bir ibadeti eda etmeye koşarlar. Bu idrak onları her iki anlamıyla camileri imara sevk eder.

Üçüncüsü, onlar yerine getirmekle yükümlü oldukları zekât ibadetini eda edenlerdir. Zekâtı vermek için Müslümanlardan gerçek ihtiyaç sahiplerini bilmeleri gerektiğinden, onların bir araya geldikleri camide bulunmak bunun en iyi yoludur. Böylece zekât ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını gidermelerine vesile olurken camilerin manevi imarına da vesile olur. Camilerin maddi imarı ile alakasına gelince; zekât farz iken maddi anlamda mescitleri imar etmek nafile bir ibadettir. İnsan farzı tamamlamadan nafile ile meşgul olmaz. Bu yüzden zekât ile infak etmenin huzuruna erişenler, sonrasında bu huzuru camilerin maddi imarı için infak etmekte ararlar. 

Dördüncüsü, onlar Allah’tan başkasından korkmayan kimselerdir. Korku duygusu fıtri olduğundan bu, onların hiçbir şeyden korkmadıkları anlamına gelmez. Allah ile diğer varlıklardan korkma arasında kaldıklarında Allah korkusunu diğer korkulara takdim ederler. Allah’ın emir ve nehyine göre hareket eden, bu konuda kınayanın kınamasına aldırmayan, zalimin korkusu kendisine mani olmayan kimselerdirler. Mesela Hz. Ebubekir, Mekke Dönemi’nde Mescid-i Haram’da ibadet etmesine izin verilmeyince pes etmeyip evinin girişinde bir mescit edinmişti. Kendisi onların eziyetlerine itibar etmeksizin, korkmadan orada ibadet etmeye ve Kur’an okumaya devam ederdi. Buna ilaveten Allah’tan başkasından korkmayanlar, asıl O’nun rızasını kaybetmekten korkarlar. Bu yüzden de camileri imar ederken gösteriş ve şöhret için değil Allah’ın rızasını talep, dinini takviye için imar ederler.

Yukarıda zikredilen sıfatlarla bezenenler, hidayet sebeplerini yerine getirdikten, bu sıfatlar artık kendilerinde huy hâline geldikten sonra hidayet ehlinden olmayı kuvvetle ümit edebilirler. Müşrikler Mescid-i Haram için yaptıkları ile övünmekte, onları gözlerinde büyütüp kendilerinin kesin hidayete erdiklerini iddia etmektedirler. Oysa müminler hak yoldaki bütün çaba ve gayretlerine rağmen amellerine güvenmekten sakınmakta, Allah’tan hidayete erdirmesini ummaktadırlar. 

Yukarıdaki ayet-i kerimeden anlaşıldığına göre iyi bir davranışın temelinde iman olduğu takdirde o davranış Allah katında değer kazanır. O davranışın atalardan tevarüs etmiş olması, toplum nezdinde yerine getirene nam ve şöhret kazandırması iyilik için yeterli ölçü değildir. Camilerin imarı için de aynı şey geçerlidir. Nitekim Kur’an küfür ve kötü niyet saikıyla cami bina edenleri yermiş, iman ve iyi niyet ile cami bina edenleri ise övmüştür. (Tevbe, 9/107, 110.) Dolayısıyla camileri imar etmek imani bir eylemdir. Yüce Allah ayet-i kerime ile camileri imar edenlerin imanına şehadet etmiştir. (İbn Kesir, Tefsir, IV, 119.) Peygamber Efendimiz de camileri bina etme, ihtiyaçlarını karşılama, cemaatle namaz kılma gibi camilerle ilgili hususlara yer verdiği pek çok hadisinde (Buhari, Salat, 65; Ezan, 30.) camilerin imarının önemini ifade etmiştir. Neticede camilere olan bağlılığımızdır bizi manen imar edecek olan. Allah Teâlâ kalbi camilere bağlı olan kimseleri kıyamet günü arşın gölgesinde gölgelendirmeyi vadetmiştir. (Müslim, Zekât, 91.)"

Dr. Abdülkadir Erkut

https://yayin.diyanet.gov.tr/Category/GetArticles?id=2109&categoryId=58#

27 Eylül 2022 Salı

AİLE HUZURU VE MUTLULUĞU İÇİN DUA

"“Onlar, ‘Ey Rabbimiz! Eşlerimizi ve çocuklarımızı bize göz aydınlığı kıl ve bizi Allah’a karşı gelmekten sakınanlara önder eyle.’ diyenlerdir.”
(Furkan, 25/74.)

Kur’an’ın bazı ayetlerinde müminlerin doğru inanç ve davranışları örnek verilirken onların inkârcılarla karşılaştırılması istenmektedir. Bir tarafta kibir ve zorbalıkları, saldırgan tutumları öne çıkan kâfirler, diğer tarafta vakar ve tevazuları, barışçıl yaklaşımları ile öne çıkan müminler… İmanları, onları iffetli ve ahlaklı olmaya, başta hayat hakkı olmak üzere kul hakkına sebep olacak davranışlardan uzak durmaya sevk etmektedir. Mal ile olan ilişkileri inkâr ehlinin hilafına israf ve cimrilik arasında makul bir dengede seyretmektedir. Allah ile olan bağları samimi ve süreklidir. O’nun (c.c.) ayetleri kendilerine okunduğunda gönüllerini ilahi kelama açıp onu canla başla dinlemektedirler. (Furkan 25/63-73.) Allah’ın rahmet ve sevgisini kazanan bu kullar, sahip oldukları değerlerin tam olarak hayat bulması ve kendilerinden sonra da varlığının devamının aile kurumu ile mümkün olduğunu bildiklerinden, dillerinden şu duayı eksik etmemektedirler: “Onlar, ‘Ey Rabbimiz! Eşlerimizi ve çocuklarımızı bize göz aydınlığı kıl ve bizi Allah’a karşı gelmekten sakınanlara önder eyle’ diyenlerdir.” (Furkan, 25/74.)

Allah’ın sevgili kullarının aileleri için ettikleri dua, iki cümleden meydana gelmektedir. Bunların ilkinde onlar Rablerine, varlıkları ile sevinç veren eşler ve çocuklar lütfetmesi için dua etmektedirler. Onları sevindiren, aile efradının Allah’a itaat eden, ibadetlerini ihsan üzere yapan, salih, muttaki ve fazilet sahibi insanlar olmalarıdır. Çünkü ailesinin Allah’a itaat ettiğini gördüğünde bundan dolayı müminin kalbi sevinçle dolar. Eskiler; “Müslümanın, eşini, çocuğunu, torununu, kardeşini veya sevdiğini Allah’a itaat eder görmekten daha çok gözünü aydın edecek bir şey yoktur.” demişlerdir. Rivayetlerde ifade edildiği üzere İslam’ın ilk döneminde bir kişi Müslüman olur; ama onun bazen eşi, bazen çocuğu, bazen başka bir yakını küfürde ısrar ederdi. O kişi, sevdiği bir insanın İslam ile müşerref olamayıp imandan mahrum olarak ebedî hüsrana düşeceğini bilmekten ıstırap duyar; ayette geçtiği şekilde ona dua ederdi. (Taberi, Camiu’l-Beyan, XVII, 531.) Dolayısıyla müminlerin bu dua ile duymayı istedikleri sevincin sebebi, aile efradının maddi özellikleri, dünyevi kazanımları değil Allah’a itaat bilinci içinde olmalarıdır.

Duada geçen “göz aydınlığı”, (kurratü’l-a’yün) sevinçten kinaye olarak kullanılan bir tabirdir. “Gözlerin serin olması” anlamına gelen bu tabirin sevinç ifadesi olarak kullanılması, sevinç gözyaşlarının serin, üzüntü gözyaşlarının ise sıcak olmasından dolayıdır. Sevinç ve mutluluk en çok gözlerde tezahür ettiğinden, insanın duyduğu sevinç göze atfedilmiştir. Bu tabir ayrıca “gözlerin sabit olması” manasına gelmektedir. İnsan sevdiği ile bir araya geldiğinde sevincinden dolayı ona bakmaktan kendini alamaz, gözlerini ondan ayıramaz ve bakışlarını âdeta onda sabitler. (Alusi, Ruhu’l-Meani, XIV, 149.) Nitekim müminlerin eşleri için ettikleri bu dua, onlarda sekinet bulmayı, gözlerinin güzel ahlak ile muttasıf eşlerinden başkasını görmemesini, böylece Allah’ın haram kıldığı yollara tenezzül etmemelerini ifade etmektedir. Çocuklarına gelince; onlarda takvanın ve ahlakın güzelliğini gördüklerinden gözleri daha fazlasında değildir. Çünkü salih bir evlat, anne babasına dünyada iyi davranır. Onun iyiliği anne babasının ölümü ile sona ermez. Ölümlerinden sonra da dua ederek, salih ameller işleyerek onlara iyilik yapmaya devam eder. Çünkü insan öldüğü zaman kendisine dua eden salih evladı sayesinde amel defteri açık kalmaya devam edecektir. (Müslim, Vasiyyet, 14.)

Allah’ın sevgili kullarının aileleri için ettikleri duanın ikinci cümlesinde, önceki cümlenin devamı olarak onlar, Allah’tan, eşlerinin ve nesillerinin din konusunda kendilerine tabi olmasını istemektedirler. (Beydavi, Envaru’t-Tenzil, IV, 132.) İbadetlerinin onların ibadetleri ile birleşmesini, hidayetlerinin kendilerini aşıp onlara da fayda vermesini arzu etmektedirler. Eşleri ve çocukları kendilerine tabi olunca sahip oldukları kulluk bilincinde sebat ederek hayatlarını sürdüreceklerdir. Allah’a itaatte onların kendilerine tabi olmasını arzu etmeleri, onlarla cennette beraber olmayı istemelerindendir. Dünyada iken cennette beraber olma ümidinin verdiği sevince ahirette bu ümitlerinin tahakkuk etmesinin verdiği sevinç katılacak, sevinçleri böylece kemale erecektir. Onlar ayrıca bu dua ile Allah’tan kendilerini takva konusunda yüce mertebelere ulaştırmasını niyaz etmektedirler. Zira “Bizi Allah’a karşı gelmekten sakınanlara önder eyle.” cümlesi, Allah’tan, muttakilerin kendilerine tabi olacağı bir mertebeye ulaştırmasını istemeleri anlamına da gelmektedir. Çünkü kişinin kendisine tabi olanlara örnek ve önder olabilmesi için onların ulaşmayı istediği en ileri makama ulaşmış olması gerekir.

Allah’ın sevgi ve rahmetine nail olmuş kulların ettikleri bu dua, aile huzur ve mutluluğu için edilebilecek örnek bir duadır. Bu duadan anlaşıldığına göre Rabbimizin övgüsüne mazhar olmuş bu insanlar, fertleri iman, itaat, takva ve ahlak gibi manevi değerlerle yoğrulmuş bir aile kurmak istemektedirler. Şu kadar var ki; bir duanın kabulü bu duaya fiili duaların eşlik etmesine bağlıdır. O hâlde onlar dua ve niyaz ehli oldukları gibi çaba ve gayret sahibidirler; aile hayatlarında meveddet ve merhamet, sevgi ve saygı, sabır ve anlayış, diğerkâmlık ve fedakârlık gibi ilkeleri kendilerine rehber edinmişlerdir. Değerler ve ilkeler üzerine kurulmuş aile fertleri, karşılaşılabilecekleri günlük sorunları çözecek, zorlukları aşabilecek bir bakış açısına ulaşacaktır. Nihayetinde bu aile dünyada âdeta cennet hayatı gibi huzurlu ve mutlu bir hayat yaşamalarına; ahirette ise ebedî huzur ve mutluluk yurdu olan cennette buluşmalarına vesile olacaktır. Hak Teâlâ bunu şöyle ifade buyurmuştur: “İman eden, soylarından gelenlerin de aynı iman ile kendilerini izledikleri kimselerin yanlarına bu zürriyetlerini katacağız; bununla birlikte kendi amellerinden de bir şey eksiltmeyeceğiz. Herkes kendi yapıp ettiğinin hesabından kendisi sorumlu olacaktır.” (Tur, 52/21.)

Dr. Abdülkadir Erkut

26 Eylül 2022 Pazartesi

Kureyş Suresi,Nuzülü,Konusu

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 4 âyettir. Kureyş, Hz. Peygamberin mensup olduğukabilenin adıdır.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada yüz altıncı, iniş sırasına göre yirmi dokuzuncu sûredir. Tîn sûresinden sonra, Kāria sûresinden önce Mekke’de inmiştir.

Konusu

Sûrede Kureyş’e Câhiliye döneminde sağlanan ticarî kolaylıklardan, güvenlik, zenginlik vb. imkânlardan bahsedilmekte, bunlardan dolayı yüce Allah’a minnettar olup kulluk etmek gerektiğine dikkat çekilmektedir.

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/106-kureys-suresi

25 Eylül 2022 Pazar

Fîl Suresi,Nuzülü,Konusu

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 5 âyettir. Sûre, fillerle donanmış ordusuylaKâ’be’yi yıkmaya gelen Ebrehe’nin helâk edilişinden bahsettiği için bu adı almıştır

Nuzül

Mushaftaki sıralamada yüz beşinci, iniş sırasına göre on dokuzuncu sûredir. Kâfirûn sûresinden sonra, Felak sûresinden önce Mekke’de inmiştir.

Konusu

Sûrede fil ordusu ile ilgili kıssa anlatılmaktadır. Kâbe’yi yıkmak isteyen Yemen’in genel valisi Ebrehe’nin fillerle Mekke’ye hücumunu, sonuçta yok olup gitmelerini (aş. bk.) konu edinmiştir.

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/105-fil-suresi

24 Eylül 2022 Cumartesi

Hümeze Suresi,Nuzülü,Konusu

Hümeze Suresi

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 9 âyettir. Hümeze, insanları arkadan çekiştiren,ayıplayan kimse demektir

Nuzül

Mushaftaki sıralamada yüz dördüncü, iniş sırasına göre otuz ikinci sûredir. Kıyâmet sûresinden sonra, Mürselât sûresinden önce Mekke’de inmiştir.

Konusu

Sûrede insanları küçümseme, kusur arama gibi davranışlar eleştirilmekte; servete güvenme ve onu yanlış yolda kullanmanın kişiye ne büyük zararlar getireceği anlatılmaktadır.

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/104-humeze-suresi

23 Eylül 2022 Cuma

EYYÜB SABRI


Hz. Eyyüb mal mülk sahibi, varlıklı, ailesi ve çocukları ile birlikte sağlık sıhhat içinde hayatını sürdürmektedir. Zamanla o, önce sahibi olduğu malları, sonra çocuklarını sonra da sağlığını kaybetmekle imtihan edilir. Karşılaştığı zorluklara karşı gösterdiği tavır, sabırlı bir insan örneği olarak tarihe geçmesini sağlar. Müfessirler Hz Eyyüb’ün başına gelenlerle ilgili güvenilir olmayan pek çok rivayet nakletmişlerdir. (Kasımi, Mehasinü’t-Tevil, VII, 214.) Ancak Kur’an onun durumunu mücmel olarak ifade etmiştir. İlgili ayetler, onun başına gelenleri nasıl anlamlandırdığına dair mesajlar içermektedir. Bunlardan birinde Allah’a teslimiyetinin, hastalık ve musibetlere sabrının ifadesi olarak dilinden şu dua dökülmüştür: “Şüphesiz ki ben derde uğradım. Sen, merhametlilerin en merhametlisisin.” (Enbiya, 21/83.)

Hz. Eyyüb’ün başına büyük dertlerin geldiği anlaşılmaktadır. Ayette geçen dert kelimesi (ed-durr), vücuduna, ailesine ve malına gelebilecek bütün musibetleri kapsayacak şekilde genellik ifade etmektedir. (Ebu Hayyan, el-Bahru’l-Muhit, VIII, 193.) Hz Eyyüb’ün duasının yer aldığı şu ayet, onun başına gelen derde farklı bir boyut daha kazandırmaktadır: “Şeytan bana bir yorgunluk ve azap dokundurdu.” (Sad, 38/41.) Müfessirler bu ayette yer alan şeytanın rolü ile ilgili onlarca görüş zikretmişlerdir. Bu görüşlerden bir kısmı peygamber için düşünülmesi uygun olmayan görüşlerdir. Ancak söz konusu cümle “Şeytan yorgunluk ve azap sebebiyle bana dokundu.” şeklinde de anlaşılmaya müsaittir. (İbn Aşur, et-Tahrir ve’t-Tenvir, XXIII, 270.) Nitekim Kur’an’da şeytanın insan üzerinde bir gücünün olmadığı, onun rolünün sadece vesvese vermekten ibaret olduğu ifade edilmektedir. (İbrahim, 14/22; Nahl, 16/99.) Bu yoruma göre şeytan, ona, sahibi olduğu nimetleri kaybettiğini hatırlatmaktadır. Başına gelenleri gözünde büyütmekte, böyle bir azabı hak etmediğini söylemektedir. Onu hoşnutsuzluğa ve şikâyetçi olmaya teşvik etmekte, Allah hakkında su-i zanna veya öfkeye düşürmek istemektedir. Anlaşılan o ki Hz. Eyyüb, başına gelenlerden duyduğu acı ve ıstırap bir tarafa, şeytanın aklına düşürdüğü şüphe ve vesveselerle de mücadele içindedir.

Eyyüb peygamber bir taraftan maddi ve manevi zorluklarla mücadelesini sabırla sürdürürken diğer taraftan da dua ile Allah’a yönelmeyi terk etmemiştir. Duasında “Başıma bu dert geldi.” diyerek İlahi rahmeti celp edecek şekilde durumunu zikretmiş, son derece nezaketli bir üslupla halini arz etmekle yetinmiştir. Talebini açıkça belirtmesi caiz ise de o talebini belirtmemiştir. Onun bu duasında bir şikâyet, bir serzeniş söz konusu değildir. Çünkü Allah Teâlâ onu “sabırlı bir kul” olarak nitelemiştir. (Sa’d 38/44.) Onun bu sözlerinin şikâyet değil dua olduğunun delili, sonrasındaki ayette “Bunun üzerine biz onun duasını kabul ettik.” denmesidir. Çünkü icabet şikâyetten sonra gelmez, duadan sonra gelir. Bazı âlimler ise Eyyüb’ün bu duasında Allah’a şikâyet ettiğini ifade etmişlerdir. Ancak bu, Allah’tan şikâyet anlamına gelmemektedir. Zira Allah’tan şikâyet kulu O’ndan uzaklaştırırken Allah’a şikâyet kulu O’na yaklaştırır.

Hz. Eyyüb “Sen, merhametlilerin en merhametlisisin” niyazıyla Rabbini, rahmetini gerektirecek şekilde niteleyerek isteğine işaret etmiştir. Zira Allah onun hâlini bilmektedir. Rahmetini zikretmiş olması, onun Allah’a talebini bildirmesi demektir. Dertlerin devası “merhametlilerin en merhametlisi” olan Allah’tandır. Çünkü âlemde O’nun merhametine yaklaşacak başka bir varlık yoktur. Allah’ın merhameti karşısında insanların merhameti denizden bir katre gibidir. Bu yüzden “Merhametlilerin en merhametlisi” ifadesi bir mukayese değil, Allah’ın merhametinin, merhametin en yüce derecesinde olması anlamına gelmektedir. Diğer taraftan Allah kulun kalbinde merhameti irade etme imkânını var edendir. Başkasına merhamet eden kişi bunu ancak Allah’ın yardımı ile yapar. Çünkü bir başkasının ihtiyacını gideren veya onun başından bir belayı def eden kişi, Allah ihtiyacı karşılayacak maddeyi veya belayı defedecek gücü yaratmasaydı merhamet etmeye asla muktedir olamazdı. Allah bu davranışı rahatlama sebebi yapmasaydı ona muhatap olan da bundan bir fayda göremezdi. O hâlde kulların merhametinden önce de kulların merhametinden sonra da Allah’ın merhameti vardır. Ayrıca başkasına merhamet eden herkes ya dünyada övgü ya ahirette sevap ister ya da içinde hissettiği rikkati gidermek için merhamet eder. Dolayısıyla göstermiş olduğu merhametle, kendisine bir faydanın erişmesi söz konusudur. Ancak O’nun (cc), kullarına merhameti ile bir fayda elde etmesi söz konusu değildir. Ve bu merhamet O’nun kemal sıfatlarında fazlalık da noksanlık da meydana getirmemektedir. (Razi, Mefatihu’l-Ğayb, XXII, 175.) İşte bu hakikatlerden dolayı Hz. Eyyüb “merhametlilerin en merhametlisi” olan Rabbine sığınmış, O da Eyyüb’ün duasını kabul ederek merhametini göstermiştir. (Enbiya, 21/84.)

Kur’an’da insanın sabırsızlık, acelecilik, tahammülsüzlük, yılgınlık ve sızlanma gibi olumsuz özelliklere sahip olduğu belirtilmektedir. (Mearic, 70/19-20.) Ancak Hz. Eyyüb bu tür insani zaaflardan uzak bir tavır sergilemiş, hastalık ve musibetlere sabır ve dua ile karşı koymuştur. O hâlde müminlere düşen, zamanının en faziletlisi olan bir peygamberin başına ne kadar büyük dertlerin geldiğini düşünmek, başına gelenlerin Allah’ın kulunu hakir görmesinden kaynaklanmadığını bilmektir. Konunun diğer boyutu da hastalık ve musibetin insanı itikadi açıdan bir çıkmaza sürükleyebileceğidir. Hz. Eyyüb’ün duası, konunun önemine işaret etmekte; sağlık ve sıhhati kaybetmekten daha büyük musibetin, inancını kaybetmek olduğuna işaret etmektedir. İnsan hastalık ve musibetle karşı karşıya olduğunda “Niçin ben?” diye sorarken, sağlık ve nimet içinde yaşarken kendisine bu soruyu sormaz. O hâlde doğru olan, hastalık ve musibet zamanında da böyle cevapsız bir sorunun peşinde koşmamaktır. Hz. Eyyüb gibi sağlığı verenin de hastalığı verenin de O olduğunun bilinci içinde olmak; O’nun, zorlukların arkasına gizlediği kolaylıkları, musibetlerin arkasına gizlediği nimetleri düşünmektir. “Allah, hüküm verenlerin en üstünü değil midir? (Tin, 95/8.)

Dr. Abdülkadir Erkut

22 Eylül 2022 Perşembe

Asr Suresi,Nuzülü,Konusu,Fazileti

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 3 âyettir. Asr, çağ, ikindi vakti, uzun zaman demektir.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada yüz üçüncü, iniş sırasına göre on üçüncü sûredir. İnşirah sûresinden sonra, Âdiyât sûresinden önce Mekke’de inmiştir. Medine’de indiğine dair rivayet de vardır (bk. Şevkânî, V, 579).

Konusu

Sûrede insanı ebedî hüsrandan kurtaracak yollar gösteril­mektedir.

Fazileti

Ashâb-ı kirâmdan iki kişinin karşılaştıkları zaman biri diğerine Asr sûresini okumadan ve ardından selâm vermeden ayrılmadıkları rivayet edilir (Beyhakî, Şu‘abü’l-îmân, XI, 348).

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/103-asr-suresi

21 Eylül 2022 Çarşamba

Tekâsür Suresi,Nuzülü,Konusu

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 8 âyettir. Tekâsür, mal, mülk ve çoluk çocuğunçokluğuyla övünmek demektir

Nuzül

Mushaftaki sıralamada yüz ikinci, iniş sırasına göre on altıncı sûredir. Kevser sûresinden sonra, Mâ‘ûn sûresinden önce Mekke’de inmiştir. Medine’de indiğine dair rivayet de vardır (bk. Buhârî, “Rikāk” 10; Şevkânî, V, 575).

Konusu

Sûrede insanların, hayatın aldatıcı yönleriyle meşgul olmala­rından, dünya malını biriktirmeye olan düşkünlüklerinden ve âhiret hallerinden söz edilmektedir.

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/102-tekasur-suresi

20 Eylül 2022 Salı

Kâria Suresi,Nuzülü,Konusu

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 11 âyettir. “Kâri’a”, vuran, çarpan, kapıyı çalan,yürekleri hoplatan şey demektir. Burada, kıyamet gününü ifade etmektedir.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada yüz birinci, iniş sırasına göre otuzuncu sûredir. Kureyş sûresinden sonra, Kıyâmet sûresinden önce Mekke’de inmiştir.

Konusu

Sûrede bazı kıyamet tasvirlerine yer verilmekte, âhiret sorumluluğu bilinci aşılayan uyarılarda bulunulmaktadır.

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/101-karia-suresi

19 Eylül 2022 Pazartesi

Âdiyât Suresi,Nuzülü,Konusu

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 11 âyettir. Âdiyât, hızlı koşan atlar demektir.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada yüzüncü, iniş sırasına göre on dördüncü sûredir. Asr sûresinden sonra, Kevser sûresinden önce Mekke’de inmiştir. Medine’de indiğine dair rivayetler de vardır (bk. Şevkânî, V, 566).

Konusu

İnsanoğlunun nankörlüğü ve mala düşkünlüğü, ahiret hayatı için harcama yapmaması ve bu yüzden onu kötü bir sonucun beklediği söz konusu edilmektedir.

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/100-adiyat-suresi

18 Eylül 2022 Pazar

Zilzâl Suresi,Nuzülü,Konusu

Hakkında

Medine döneminde inmiştir. 8 âyettir. Zilzâl, sarsıntı, deprem demektir.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada doksan dokuzuncu, iniş sırasına göre doksan üçüncü sûredir. Nisâ sûresinden sonra, Hadîd sûresinden önce Medine’de inmiştir. Mekke’de indiğine dair rivayetler de vardır (bk. Şevkânî, V, 562).

Konusu

Sûrede kıyamet kopması sırasındaki şiddetli yer sarsıntısının ardından kıyamet gününde yaşanacak olan sıkıntı ve dehşet verici haller anlatılmaktadır; ayrıca dünyada işlenen hayır veya şerrin karşılığının âhirette ödül veya ceza olarak alınacağı bildirilmektedir.

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/99-zilzal-suresi

17 Eylül 2022 Cumartesi

Beyyine Suresi,Nuzülü,Konusu

Hakkında

Medine döneminde inmiştir. 8 âyettir. Beyyine, apaçık delil demektir.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada doksan sekizinci, iniş sırasına göre yüzüncü sûredir. Talâk sûresinden sonra, Haşr sûresinden önce Medine’de inmiştir. Mekke’de indiğine dair rivayetler de vardır; ancak özellikle Buhârî’de yer alan bir hadis (“Tefsîr”, 98/1-3) sûrenin Medine döneminde indiğini göstermektedir.

Konusu

Sûrede Hz. Muhammed aleyhisselâmın peygamberliği karşı­sında Ehl-i kitap ve müşriklerin inkârcı tutumları eleştirilmekte; özellikle Ehl-i kitabın, bu tutumlarıyla kendi dinlerinin özüne de aykırı davrandıkları, çünkü İslâm’ın iman ve ibadete dair temel buyruklarıyla peygamberlik inancının o dinlerin asıllarında da bulunduğu bildirilmektedir. Sûre kötülerle iyilerin âhiretteki durumlarını özetleyen açıklamalarla son bulmaktadır.

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/98-beyyine-suresi

16 Eylül 2022 Cuma

Kadir Suresi,Nuzülü,Konusu

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 5 âyettir. Sûre, Kadir gecesini anlattığı için bu adıalmıştır. Kadr, azamet ve şeref demektir.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada doksan yedinci, iniş sırasına göre yirmi beşinci sûredir. Abese sûresinden sonra, Şems sûresinden önce Mekke’de inmiştir. Bir rivayete göre müfessirlerin çoğu Medine’de indiğini söylemişlerdir (bk. Şevkânî, V, 554).

Konusu

Kur’an’ın Kadir gecesinde indirildiği bildirilmekte ve bu gecenin önemi anlatılmaktadır.

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/97-kadir-suresi

15 Eylül 2022 Perşembe

"Şu duayı çoğaltıp dağıtmazsanız musibete uğrarsınız." gibi iddialar güvenilir mi?

   
Soru Detayı
Geçenlerde bir kağıt atılmıştı aprtmanımıza. Kağıtta yazan bir dua vardı. "Eğer bu duayı çoğaltıp dağıtmazsam başımıza felaket geleceği" yazıyordu. Aynı şekilde cep telefonumuza da bu tip mesajlar geliyor. Bunlar ne kadar doğrudur? Uğursuzluk olur mu böyle şeylerden?
Cevap

Bu ve benzeri yazı ve mesajlara itibar etmemek gerekir. Dinimizin emirleri bellidir. Bunun dışındaki mektup ve yazılardan, mesajlardan ve rüyadaki bilgilerden sorumlu değildir. Bu gibi şeylerden uğursuzluk gelmez.

Saf ve nezih İslâm inancı, fal, kehanet, uğursuzluk gibi hertürlü hurafe ve boş âdetlerden uzaktır. Hiçbir faydası olmayan, aksine, Müslümanların sağlam itikadlarına zarar veren, kişinin hak ve hakikate olan bağlılığını zedeleyen inançlar hiçbir şekilde müsamaha ile karşılanmaz, onların yayılmasına göz yumulmaz.

İslâm nuru doğmadan önce bilhassa Araplar arasında o kadar hurafe ve mânâsız inançlar kol gezmekteydi ki, insanlar en ciddî ve hayatî meselelerini bile uydurdukları şeylere göre tanzim ederlerdi. Meselâ Cahiliye devrinde Araplar kuşları ve geyikleri ürkütürler, hayvan sağ tarafa giderse işlerine güçlerine veya yollarına devam ederler, sol tarafa giderse yapacakları şeyden dönerler, uğursuzluk yorumunda bulunurlardı. Böylece, yapacakları birçok işten geri kalırlardı.

İşte böyle şaşkın bir millet içinde çıkan Resul-i Ekrem Efendimiz, Araplar tarafından “nass” gibi kabul edilen hertürlü boş ve mânâsız alışkanlık ve inançlarla mücadele etti, insanları onlardan vazgeçirmeye çalıştı. Bir hadis-i şerifte Efendimiz (a.s.m.),

“Hastalığının bir başkasına (Allah’ın takdiri olmaksızın) geçmesi, uğursuzluk, baykuş (un ötmesi), karındaki yılan diye bir şey yoktur.”1

buyurarak, o zamanlar yaygın halde bulunan yanlış inançların asıl ve esaslarının olmadığını bildirdiler. Yine Cahiliye Arapları baykuşun, ölünün ruhundan meydana geldiğine, insanın karnında bir yılanın bulunduğuna ve acıkınca insanı öldürdüğüne inanırlardı. İşte, hadis-i şerifte bunların bir mânâ ve tesirinin bulunmadığı, bir zarar ve menfaatinin de olmadığı bildirilmektedir.

Ayrıca bu uğursuzluk görüşü ne ilimle, ne de akıl ve gerçekle bağdaşmaz. Sadece kişinin bazı zaaflarına mağlûp olmasından ve o zaafın arkasından sürüklenerek vehmini doğrulamak için bahane aramasından ibarettir. Çünkü bir şeyi uğursuz saymakta belâyı beklemek vardır. Meselâ bacasına baykuş konan adam başına bir belâ geleceği zannına kapılır ve onu bekler. Burada ilâhî rahmetten ümidi kesme olduğu gibi, kadere imanın zayıflığı da ortaya çıkmaktadır.

Bir şeyi uğursuz sayarak ondan fayda ve zarar beklemek doğru değildir. Zira her türlü fayda ve zarar ancak Allah’ın takdiriyle meydana gelmektedir. Her memlekette ve her bölgede halk tarafından farklı ve değişik şeyler uğursuzluk alâmeti sayılmaktadır. Meselâ köpeğin ulumasını, merkebin anırmasını, geceleri baykuşun ötmesini uğursuz sayan yerler olduğu gibi, bazı günler temizlik yapmayı, tırnak kesmeyi ve çamaşır yıkamayı uğursuz gören bölgeler de vardır. Bunlar da hadiste zikredilen hususlara benzemektedir. Aslı astarı olmayan inançlardır. Bu lüzümsuz inançları hoş karşılamayan Peygamberimiz (a.s.m.),

“İslâmda teşeüm yoktur, en hayırlısı tefeüldür.”2

buyurarak teşeümün, yani bazı şeyin uğursuzluğuna inanmanın mânâsızlığını ifade ederken, uygun ve müsbet olanı da bildirmektedir. Ebû Hüreyre’den (r.a.) gelen bir rivayete göre,

“Peygamber (a.s.m.) güzel tefeülden hoşlanır, bir şeyi uğursuz saymaktan hoşlanmazdı.”3

“Tefeül” bir şeyi hayra yormak mânâsına gelmektedir. Tefeülün misâlini Peygamberimiz (a.s.m.)'de görmemiz mümkündür. Nitekim Hudeybiye sulhünde müşrikler, Müslümanları zor durumda bırakmışlardı. O sırada müşrikler tarafından anlaşma için Süheyl İbni Amr’ın başkanlığında bir heyetin gelmekte olduğu duyulunca, Resul-i Ekrem kolaylık ve yumuşaklık ifade eden “Süheyl” adıyla tefeül ederek ashabına “Artık işimiz kolaylaştı.” buyurmuştur.4

Yolculuğa çıkan bir kimsenin, yolda “Salim” diye birisinin çağırıldığını duyduğunda, bunu yolculuğunun selâmetle geçeceğine yorması, hasta bir kişinin doktora giderken yolda “Salim” isminin çağrıldığını duyarak bunu hastalıktan kurtulacağına tevil etmesi birer tefeüldür.

Rusullullahın (a.s.m.) tefeülü sevmesi, netice itibarıyla Allah Teâlâ'dan bir hayır ve fayda ummayı gösterdiği içindir. Çünkü insanın kuvvetli ve zayıf bir sebepten dolayı Allah’tan bir fayda beklemesi hayırdır. Fakat Allah’tan tamamıyla ümidini keserse, bu kendisi için şer olur.

İnsanın bir işin hayır veya şer olup olmadığını, menfaat veya zararını kestiremediği, yapıp yapmamada tereddüt ettiği meselelerde, bazı şeyleri uğursuz sayarak ona göre hareket etmek yerine istişarede bulunması, ehil kimselerin görüşünü alması tavsiye edilmiştir. Ayrıca hadiste geçen istihare namaz ve duâsına başvurabileceği de söylenmiştir. Böylece müşkül durumlarda istihare ruha ferahlık veren ilâhî bir çaredir.

Dipnotlar:

1. Müslim, Selâm: 102; Buharî, Tıb: 19.
2. Buharî, Tıb: 43.
3. İbni Mâce, Tıb: 43.

4. Tecrid Tercemesi, XII/93.

https://sorularlaislamiyet.com/su-duayi-cogaltip-dagitmazsaniz-musibete-ugrarsiniz-gibi-iddialar-guvenilir-mi

14 Eylül 2022 Çarşamba

Halk arasında uğursuzluk meydana getireceğine inanılan zaman, söz, hâl ve davranışların aslı var mıdır?

Uğursuzluk: Herhangi bir şeyde bulunduğu zannedilen ve işlerin ters gitmesine sebep olarak ileri sürülen bir durumdur.

Değişik çağlarda pek çok kişi ve toplumlar çevrelerinde gördükleri bir takım eşyalarda, hayvanlarda ve tabiat olaylarında uğursuzluk bulunduğuna inanmıştır. Çağımızda bu uğursuzluk anlayışını üzerinden atamamış pek çok insan görülür. Bu tipteki insanlar, uğursuz olarak niteledikleri şeylerden, kendilerine bir kötülük ve zarar geleceği inancındadır. Daima bu tür şeylerden uzak durmağa çalışırlar. Hiç bir dinî ve ilmî kaynağı olmayan "uğursuzluk" anlayışına sahip olsalar, hayatların her safhasında korku ve endişe içinde bulunurlar.

Aslında hiçbir şeyde uğursuzluk yoktur; hiçbir şey doğuştan uğurlu değildir. Uğursuzluk olsa olsa herkesin kendisinde, kendi yorumunda ve anlayışındadır. Halk arasında sık sık kullanılan "uğurlu geldi" veya "uğursuz geldi" gibi sözler birer zan ve kuruntudan ibarettir.

Hz. Peygamber (asm) bir hadis-i şerifinde,

"İslâm'da taşe'üm (uğursuz sayma, kötüye yorma) yoktur; en iyisi tefe'ül (iyiye yorma) dır." (Buharî, Tıb, 54)

buyurarak, bu zararlı anlayışın İslam'da bulunmadığını ifade etmiştir. Diğer bir hadiste ise şöyle buyurulmuştur:

"Eşyada uğursuzluk yoktur, safer ayında uğursuzluk yoktur, baykuşun ötmesinde bir uğursuzluk yoktur." (Müslim, Selâm, 102)

Bütün bunlardan sonra şöyle denebilir:

Ay ve güneş tutulması, köpek havlaması, baykuş ötmesi, kedi ve köpeğin yolda yürüyen bir kişinin önünden geçmesi, merdiven altından geçmek, on üç rakamı, salı günü işe başlamak veya yola çıkmak, gece aynaya bakmak veya tırnak kesmek vb. gibi pek çok şeyde uğursuzluk bulunduğuna inanmak, asla doğru değildir. Zira böyle şeylerde, ne iyilik ne de kötülük vardır. Bir eşyayı bir olayı mutlaka bir şeye yormak gerekiyorsa, Peygamber Efendimizin (asm) tavsiyesi doğrultusunda, iyiye yormak icab eder.

Esasen insanoğlunun, yaratılışın bir takım fıtrî seyirleri içindeki tavır ve hareketlerine çeşitli mânâlar yüklemesi yeni değildir. Bilhassa putperestlik dönemlerinde daha da yoğunlaşan böyle inanç ve kabullenişler, putperest olmayan toplumlar içinde de, ilginçtir, bir hayli kabul görmüştür. Baykuş ötmesinden, köpek seslerine, el, kol, kaş, göz seğirmesinden, kulak çınlamasına kadar organizmanın istem dışı olarak yapa geldiği çeşitli derecelerde tabiî refleksleri ile ilgili olarak yapılan “uğursuzluk” yorumu, ne yazık ki, tevhid inancına sahip toplumlara da yer yer sıçrayabilmiştir.

“Salı günü uğursuz günüm.” diyerek o gün işe çıkmamak... “Sol gözüm seğirdi; başıma bir belâ gelecek!” diyerek hiçbir şey yokken dövünüp sızlanmak... “Evimin çatısında baykuş öttü; yakında ocağım dağılacak!” diye gereksiz yere dehşet duygularına kapılmak... “Falancanın köpeğinin ulumasını işittim; evinden bir cenâze çıkacak!” gibi felâket tellâllığına soyunmak... Ve buna benzer batıl inanç ve yanlış telâkkileri birer hayat düsturu olarak kabullenmek Bir Allah inancıyla ve Allah’a güvenmekle bağdaştırılamaz. Çünkü:

“Allah her şeyi en güzel şekilde yaratmıştır.” (Secde, 32/7)

Olaylara bağlılık, Allah’a bağlılığın önüne geçmemeli. Bir Müslümanın, “Sol gözüm seğriyor, kötü bir şey olacak!” demesini, baykuş ötmesini “ölüm” haberi veriyor gibi dinlemesini, inanmasını ve bir kötü haber beklentisi içine girmesini; Allah’a güvenip dayanmayı unutmasını ve Allah’tan hayırlısını istemeyişini hangi doğru inanca sığıştırabiliriz? Tevhid inancının hangi ekseni ile bütünleştirebiliriz?

Müslüman, hiçbir şeyi uğursuzluğa ve olumsuzluğa yormaz. Rüyayı bile. Bu bir bakış açısıdır. Müslümanlık bize bu net bakışı getirmiştir. Her şey Allah’ın kudretiyle olmaktadır ve her şeyde bir veya birden fazla hayır ciheti vardır. Müslüman her şeyi hayra yorar, hayrı ister, hayırla yatar, hayırla kalkar. Allah’tan hayır diler.

Nitekim Peygamber Efendimiz (asm),

“Kabalık uğursuzluk, yumuşaklık ise uğurdur.” (Câmiü’s-Sağîr, II/2144) veya

“Müstehcen konuşmak kötülük, kötü huy da uğursuzluktur.” (Câmiü’s-Sağîr, II/1736)

buyurmak sûretiyle, uğursuzluğun da, uğurun da bizim bilinçli hareketlerimizde aranması gerektiğini; böylece, işimizi bozacak, düşmanlığı besleyecek, husûmeti artıracak, barışa ve kardeşliğe zarar verecek, yani uğursuzluk getirecek “kabalık” gibi, “çirkin söz söylemek” gibi, “kötü huylu olmak” gibi davranışlardan sakınmamızın da mümkün olduğunu beyan buyurur.

Allah Resûlü (asm),

“Kişinin hem en uğurlu ve hem de en uğursuz organı, iki çenesi arasındaki dilidir.” (Câmiü’s-Sağîr, II/1640)

buyurarak da, hareketlerimizde ve organlarımızda eğer “uğursuzluk” arayacak isek, bunda kendi payımızın büyüklüğüne dikkat çeker. Atalarımızın,

“Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır.”

sözü bu hadis-i şerifi bir ölçüde tefsir etmektedir. Yani uğur ve mahâret tatlı dildedir, uğursuzluk ise acı ve kaba dildedir. Uğur nezâkettedir, uğursuzluk ise saygısız, sevgisiz ve anlayışsız olmaktadır.

Demek oluyor ki, Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm); uğur ve uğursuzluk kavramlarını kullanacak isek eğer, bunu bizim irâde ve isteğimize bağlı hareketlerimizi ifâdelendirecek biçimde kullanmamızı, böylece bundan ders almamızın ve kendimizi iyiye doğru yönlendirmemizin de mümkün olduğunu; aksi takdirde Allah’ın kudretini itham edercesine veya olayları Allah’ın kudretinden ve irâdesinden koparıp alırcasına “uğursuzluk” kavramını günlük dilimizde kullanmamızı, oradan da kalbimize taşımamızı uygun görmemiştir.

Peygamber Efendimiz (asm) bu mânâlara şu pırlanta hadîsleriyle dikkat çekmiştir:

“Bir hususta bir zanna kapıldığınızda, onu gerçekmiş gibi kabul etmeyin. Şeytan kalbinize hased duygusu attığında ona uyup zulmetmeyin. Bir şey hakkında uğursuzluk zannına kapıldığınızda buna kulak verip de işinizden geri kalmayın. Allah’a güvenin. Satmak için bir şey tarttığınızda fazlasıyla tartın.” (Câmiü’s-Sağîr, I/405)

“Uğursuzluk düşüncesinin, kendisini ihtiyacı olan bir işi yapmaktan alıkoyan kimse Allah’a şirk koşmuştur.” (Câmiü’s-Sağîr, II/3646)

Netice olarak denebilir ki:

Bizim gözümüze, kulağımıza ilişen yaratılışla ilgili olaylar; Allah’ın bizzat irâde buyurup takdir ettiği, düzenleyip tanzim ettiği, uygun görüp yarattığı bir yaratılış zincirinin bize yansıyan halkalarıdır. Şer de olsa, şer de zannetsek, korksak da, dehşet de alsak hayra yormalıyız, uğurlu saymalıyız, iyi bilmeliyiz, iyilik bulmalıyız. Olayları kötüye yormamalıyız. Göz seğrimesinden, vücut seyrimesinden, kulak çınlamasından bir mânâ çıkaracak isek eğer, sağ yanda veya sol yanda olmuş fark etmez, hayra dönük bir mânâ çıkarmalıyız. Şerre dönük olumsuz yorumlar yapmamalıyız. Her hâl ve şartta Allah’a güvenmeliyiz.