19 Ocak 2020 Pazar

Selman-ı Farisi radıyallahu anh


Selman (r.a), Hicri 36 yılında Medain'de vefat etmiştir. (İbnul-İmad, Şezerâtu'z-Zeheb, I, 44; İbn Hacer, el-İsâbe, Bağdat (t.y.), II, 63; İbnul-Esîr, Tarih, III, 287; İbn Sa'd, Tabakâtül Kübra, Beyrut (t.y.), VI,17). Ancak onun ölüm tarihi hakkında farklı rivayetler bulunmaktadır. Hz. Osman (r.a)'ın hilafetinin sonlarına doğru, 35 veya 37 yılında vefat ettiği rivayet edilmekte; hattâ Hz. Ömer zamanında öldüğü de söylemektedir. (İbnul-Esîr, Üsdü'l-Ğabe, II, 421).

İbn Hacer, onun ölümü ile ilgili farklı tarihleri verdikten sonra, Enes (r.a)'den, İbn Mes'ud'un, ölüm döşeğindeki Selman (r.a)'ı ziyaret ettiği şeklindeki rivayeti delil alarak, İbn Mes'ud'un 34. yıldan önce vefat ettiğini, dolayısıyla Selman (r.a)'ın ölümünün 33. veya 32. yılında olması gerektiği görüşünü ileri sürmektedir. (İbn Hacer, a.g.e., II, 63). Onun iki yüz elli ile üç yüz elli sene yaşadığı şeklinde rivayetler bulunmakta ve raviler iki yüz elli sene yaşadığının şüphe götürmez olduğunu söylemektedirler. (el-Askalanî, a.g.e., II, 62; İbnul-Esîr, Tarih, II, 287; Üsdül-Ğabe, 421).

İbn Hacer, Zehebî'nin rivayetlerini değerlendirdikten sonra, onun ancak seksen yıl kadar yaşamış olabileceği kanaatine vardığını nakletmektedir. (İbn Hacer, aynı yer) ki, gerçeğe yakın olan da budur. Selman (r.a)'ın mezarı, Bağdad'ın 30 km doğusunda Medain harabeleri civarından akan Deyale ırmağının kenarındadır. Onun bulunduğu yer Selman-ı Pak (temiz Selman) olarak isimlendirilmiştir. Onun mezarının içinde bulunduğu cami IV. Murad tarafından tamir ettirilmiştir.

SELMAN el-FARİSÎ:


Seçkin ve meşhur sahabilerden biri. İran asıllı olup, İsfahan'ın Cayy kasabasında doğmuştur. Bir rivayete göre de doğum yeri Râmehürmüz'dur. Doğum tarihi hakkında bilgi bulunmamaktadır. Selman (r.a)'ın Müslüman olmadan önceki ismi, Mabah b. Buzahşan'dır. Müslüman olduktan sonra Selman ismini almıştır. Künyesi Ebu Abdullah'tır. Ona nesebi sorulduğu zaman; "Ben; Selman b. İslam'ım" demiştir. (İbn Sa'd Tabakâtül Kübra, Beyrut (t.y.), IV, 75; İbnul-Esir, Üsdül-Ğabe, II, 417; İbn Hacer el-Askalani, el-İsâbe, Bağdat (t.y.), ll, 62).

Selman (r.a)'ın babası Mecusiliğe aşırı bağlı olan bir köy ağası (Dikhan) olup büyük bir çiftliğe sahipti. Onun evinde bir ateşgede vardı ve onda ateşin sönmeden sürekli yanmasını sağlama işiyle Selman (r.a) ilgileniyordu. Babasının ona karşı olan sevgisi çok aşırıydı. Bu yüzden onu, kendisine bir zarar gelmesin diye eve kapatmıştı. Bu arada Selman (ra), Mecusiliğin gerçek bir din olup olamayacağı hakkında düşünmeye başladı. Ancak o kendi deyimiyle, bir köle gibi eve hapsedildiğinden, dışarıdaki olaylardan pek haberdar değildi ve bu yüzden Mecusiliği diğer dinlerle karşılaştırma imkanından yoksun bulunmaktaydı. Bir ara babası, işleri yoğunlaşınca onu tarlalardan birisine bakması için göndermek zorunda kaldı. Öte taraftan onu, kendisi için her şeyden değerli olduğunu söyleyerek işini bitirince gecikmeden eve dönmesi için uyardı. Bölgede az da olsa Hristiyan bulunmaktaydı. Yola çıkan Selman (r.a), bir kilisenin yanından geçerken, içerde ibadet edenlerin durumu dikkatini çekti ve içeri girerek onları izlemeye başladı. O, evde hapsedilmiş olduğu için bu insanların dini hakkında hiç bir bilgiye sahip değildi. Selman (r.a) tarlaya gitmekten vazgeçerek, büyük bir merak içerisinde, akşama kadar orada kalmış ve bu dinin Mecusilikten daha hayırlı olduğu kanaatine vararak, onlara bu dinin kaynağının nerede olduğunu sormuştu. Onunla ilgilenen Hristiyanlar, dinleri hakkında onu bilgilendirmişler ve bu dinlerinin kaynağının Suriye'de olduğunu söylemişlerdi.

Selman (r.a), eve dönmekte gecikince babası endişelenmiş ve onu bulmak için adamlar göndermişti. Eve dönen Selman (r.a), başından geçen olayı babasına anlattı. Babası ise ona, gördüğü dinde hiç bir hayrın bulunmadığını ve atalarının dininin, karşılaştığı dinden daha iyi ve üstün olduğunu söyledi. Selman (r.a) babasına karşı çıkarak, Hristiyanlığın kendi dinlerinden üstün olduğu konusunda onunla tartışmaya başladı. Babası, onun bu durumundan telaşlandı ve ayaklarından bağlayarak onu hapsetti. Selman (r.a), kilisedeki Hıristiyanlarla irtibat kurarak, Suriye tarafına gidecek bir kervan hazır olduğu zaman, kendisine haber vermelerini istedi. Böyle bir kervan hazır olduğu zaman, kendisine verilen haber üzerine evden kaçtı ve bu kervana katılarak Suriyeye gitti. Burada bir rahibin hizmetine girdi ve ondan Hıristiyanlığın esaslarını öğrenmeye başladı. Ancak bu rahib, kötü bir kimseydi. O, insanları sadaka vermeye teşvik ediyor, fakat topladığı bu sadakaları yerlerine sarfetmeyerek kendisi için biriktiriyordu. Bu rahib ölünce, Selman (r.a), onun yerine geçen rahibe tabi oldu. Bu kimse zühd ve takva sahibi bir zattı. Ona büyük bir sevgiyle bağlanan Selman (r.a), ölümü yaklaştığı zaman; kendisine kimi tavsiye edebileceğini sordu. Rahip ona, tabi olunabilecek tek kişiyi tanıdığını, onun da Musul'da bulunduğunu söyledi. Selman (r.a), Musul'a gidip, bu kimseye tabi oldu. Onun ölümü yaklaştığı zaman da ondan yine kimin gözetimine girmesi gerektiği hususunda tavsiye istedi. Bu zat ona, üzerinde bulundukları itikadta hiç kimseyi tanımadığını, ancak, Nusaybin'de bulunan bir âlime tabi olabileceğini söyledi.

Selman (r.a) doğruca Nusaybine gitti. Nusaybin'deki rahibin yanında bir müddet kaldıktan sonra, onun da ölüm döşeğine yattığını gören Selman (r.a), yine kime uyabileceğini sordu. Bu kimse, ona, uyulabilecek tek bir kimseyi tanıdığını ve onun Rum diyarında, Ammuriye'de bulunduğunu söyledi. O ölünce Selman (r.a), Ammuriye'ye gitti. Ammuriye'de bir müddet kaldıktan sonra burada yanında kaldığı rahibin ölümü yaklaştığı zaman ondan da kime tabi olacağı konusunda vasiyette bulunmasını istedi. Bu kimse ona, yeryüzünde tabi olunabilecek bir kimsenin var olduğunu bilmediğini söyledi ve şöyle ekledi: "Ancak bir peygamberin gelmesi yakındır. O, İbrâhim'in dini üzere gönderilecek ve kavminin arasından hicret edip, içinde hurma bahçeleri olan iki harra arasındaki bir yere gidecektir. Onun peygamber olduğunu belirten alâmetleri vardır: O, hediye edilen şeyleri yer, sadaka olarak hiçbir şeyi kabul etmez. İki omuzu arasında da nübüvvet mührü bulunmaktadır. Görünce onu tanırsın. O ülkeye gidip ona katılmayı başarabileceğine inanıyorsan bunu yap." (Ahmed b. Hanbel, V, 442-443; İbn Sa'd, IV, 77-78; İbnul-Esîr, Üsdül-Ğâbe, II, 417-418).

Selman (r.a), burada bir müddet kaldıktan sonra, Kelb kabilesinden bir tüccarla karşılaştı. Ondan, ülkesi hakkında bilgi aldı ve bahsedilen nebinin bu bölgedeki bir yerden çıkması gerektiğine kanaat getirerek, kendisini bir ücret karşılığında birlikte götürmesini istedi. Selman (r.a)'ın teklifini kabul eden Kelbli Arap onu yanına alarak Hicaz'a doğru yola çıktı. Ancak, Vadil-Kura'ya geldiklerinde bu kimse Selman (r.a)'a ihanet etti ve onu köle olarak bir Yahudiye sattı. Vadil-Kura'da hurmalıkları gören Selman (r.a), kalbi mutmain olmamakla birlikte, Ammuriye'deki rahibin kendisine tarif ettiği yerin burası olmasını arzuluyordu. Vadil-Kura'da bir müddet kaldıktan sonra, efendisinin amcasının oğlu olan Kureyzaoğulları'ndan bir kimse tarafından satın alınarak Medine'ye götürülen Selman (r.a), burayı görünce, hocasının kendisine bahsettiği beldeye geldiğini anlamıştı.

Rasûlüllah (s.a.s) Mekke'de peygamberlikle görevlendirilip Medine'ye hicret edene kadar köle olarak hurma bahçelerinde çalışmış ve sürekli meşgul tutulduğu ve serbest olarak kimseyle konuşamadığı için, onun varlığından haberdar olamamıştı. Rasûlüllah (s.a.s) Kuba'ya geldiği zaman Yahudiler, Evs ve Hacrec'in ona iman etmesine kızıyor ve bunu bir türlü hazmedemiyorlardı. Selman (r.a), hurma bahçesinde bir ağacın tepesinde çalıştığı sırada Yahudilerden birisi gelmiş ve ağacın altında oturan Selman (r.a)'ın sahibine (Evs ve Hacrec'i kastederek); "Allah Benu Kayle'ye lânet etsin. Vallahi onlar şu anda, Mekke'den bu gün gelen bir adamın etrafında toplanmış bulunuyor ve onun nebi olduğuna inanıyorlar" dedi. Selman (r.a) şöyle demektedir: "Ben kendi kendime; "bu kesinlikle o peygamberdir" dedim. Öyle bir titremeye başladım ki; ağacın altında duran sahibimin üzerine düşeceğim korkusuna kapıldım. Süratli şekilde ağaçtan aşağı inip; "Ne diyor? Bu haber nedir?" diye sordum. Bunun üzerine efendim bana şiddetli bir yumruk attı ve; "Bundan sana ne! İşinin başına dön." diye bağırdı. Ben ona; "Sadece duyduğum bu haberin ne olduğunu anlamak istemiştim." dedim. Akşam olunca Selman (r.a), biriktirmiş olduğu bir miktar yiyeceği alarak, Kuba'da bulunmakta olan Rasûlüllah (s.a.s)'in yanına gitti ve ona; "Senin salih bir kimse olduğunu duydum. Yanınızda ihtiyaç sahibi olan arkadaşlarınız var. Sizin halinizi duyduğum zaman, bunları size vermemin daha iyi olacağını düşündüm." dedi ve getirdiklerini Rasûlüllah (s.a.s)'in yanına koydu. Rasûlüllah (s.a.s), ashabına; "Yiyin" dedi. Ancak kendisi bunlardan yemedi. Selman (r.a), sadaka kabul etmediğini gördüğü zaman kendi kendine; "Bu alametlerin biridir." dedi. Daha sonra Rasûlüllah (s.a.s) Medine'ye geçti. Selmân (r.a) tekrar bir şeyler hazırlayarak Rasûlüllah (s.a.s)'in yanına gitti ve getirdiklerinin sadaka olmadığını, sadece kendisine hediye olarak vermek istediğini söyledi. Onun sahabeleriyle birlikte bunlardan yediğini görünce ikinci alametin de onda var olduğuna kani oldu.

Bir zaman sonra Selman (r.a) tekrar Rasûlüllah (s.a.s)'in yanına gitti. Rasûlüllah (s.a.s) ashabıyla birlikte oturmaktaydı. O, onlara selam verdikten sonra, Rasûlüllah (s.a.s)'in etrafında dolaşmaya başladı. Onun, bildiği bir şeyi araştırdığını anlayan Rasûlüllah (s.a.s) ridasını kaldırdı. Selman (r.a), Rasûlüllah (s.a.s)'in sırtındaki mührü gördüğü zaman Ammuriye'deki rahibin kendisine bahsettiği mührün aynısı olduğunu anladı ve onu öperek ağlamaya başladı. Rasûlüllah (s.a.s) onu yanına oturtarak halini sordu. Selman (r.a), oraya ulaşıncaya kadar başından geçen olayları anlattığı zaman, Rasûlüllah (s.a.s) ve orada bulunan sahabiler bunu hayretler içerisinde dinlemişlerdi. (İbn İshak, es-Sîre, Neşr: M. Hamdullah, İstanbul 1981, 66; Ahmed b. Hanbel, V, 442-443; İbn Sa'd, a.g.e., IV, 77-79; İbnul-Esîr, Üsdül-Ğabe, II, 418-419; Muhammed b. Hasan ed-Diyarbekrî, Tarihul-Hamis, Beyrut (t.y), I, 351-352; Ahmed b. Hafız el-Hakemî, el-Kısasul-İslâmiye, (muhtemelen) Riyad 1976, I,187-189). Selman (r.a), Rasûlüllah (s.a.s)'e geldiği zaman Arapçayı meramını anlatacak ölçüde bilmiyordu. Onunla Farsçayı bilen bir tercüman aracılığıyla konuşmuş olduğu rivayet edilmektedir. (Diyarbekrî, a.g.e., I, 352).

Selman (r.a)'ın İsfahan'daki köyünde başlayan ve Müslüman olup kölelikten kurtuluncaya kadar başından geçen bu olayları Ahmed b. Hanbel, İbn Sa'd, İbnul-Esir ve diğerleri, onun kendi anlatımıyla İbn Abbas'dan rivayet etmektedirler. İbn Sa'd'ın Kurre el-Kindî'den naklettiği başka bir rivayette ise Selman (r.a)'ın bu kıssası farklı bir şekilde anlatılmakta ve onun, İslam'a ulaşan yolculuğu esnasında, hıristiyan hocaların vasiyetleriyle, Hıms'a gittiği; yine buradan tavsiye üzerine Kudüse ulaştığı; burada kendisine tarif edilen zatı bulup ondan ilim tahsil ettiği; bu kimsenin ona son peygamberin çıkacağı yer ve önceki rivayetlerde geçen alametleri bildirmesi üzerine Hicaz'a doğru hareket ettiği ve sonunda Araplardan bir topluluk tarafından köle edilip Medine'de bir kadına satıldığı nakledilmektedir. (İbn Sa'd, a.g.e., IV, 71-72; diğer rivayetler için bk. el-Hâkim, el-Müstedrek, Beyrut (t.y.), III, 598, vd.).

İbnul-Hacer, Selman (r.a)'ın Müslüman olana kadar hakkında nakledilen kıssaların birbiriyle farklılıklar arzettiğini, bunların arasını telif etmenin güç olduğunu söylemektedir. (Askalanî, a.g.e., II, 62).

Selman (r.a), Hicret'in beşinci yılına kadar köle olarak yaşamıştır. Bundan dolayı o, Hendek savaşından önceki gazalara iştirak edemedi. Uhud savaşı öncesinde Rasûlüllah (s.a.s) ona, efendisiyle mükâtebede/şartlı azad edilme anlaşması bulunmasını söyledi. Selman (r.a), bunun üzerine efendisine giderek onunla, üç yüz hurma fidanı temin edip dikmek ve kırk ukıye (1600 yüz dirhem) altın vermek şartıyla anlaştı. Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.s), Sahabilere: "Kardeşinize yardım edin. " dedi. Sahabiler güçleri miktarınca fidan temin ederek üç yüz tane fidanı ona verdiler. Rasûlüllah (s.a.s), ona: "Selman, git çukurlarını kaz. Dikmeye sıra geldiği zaman onları sen dikme, bana haber ver. Onları kendi ellerimle yerlerine koyayım."dedi. Selman (r.a), çukurların kazılma işini Sahabîlerin yardımıyla bitirdi. Rasûlüllah (s.a.s), bahçeye giderek bütün fidanları yerine koydu. Bu fidanlardan hiç bir tanesi kurumamıştı.

Daha sonra, Rasûlüllah (s.a.s) Selman (r.a)'ı yanına çağırarak, efendisine ödemesi gereken kırk ukıye altını ödemesi için ona yumurta büyüklüğünde bir altın külçesi verdi. Selman (r.a): "Bu benim ödemem gereken miktarı nasıl karşılar ya Rasulallah?" demekten kendini alamadı. Rasûlüllah (s.a.s) ona, "Ey Selman! Allah onunla senin borcunu karşılayacaktır" dedi. Selman (r.a) şöyle demektedir: "Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki, onunla kırk ukiyelik ödemem gereken miktarı ödedim". Artık böylece Selman (r.a) hürriyetine kavuşmuş oluyordu. (Ahmed b. Hanbel, V, 443-444; İbn Sa'd, a.g.e., IV, 79-80; Diyarbekri, I, 468; İbnül-Esîr, Üsdü'l-Ğabe, II, 419; onun azad edilmesi hakkında değişik rivayetler için bk. Diyarbekrî, a.g.e., I, 469).

Selman (r.a)'ın katıldığı ilk savaş Hendek savaşıdır. Müşrikler, müttefiklerle birlikte oluşturdukları on bin kişilik bir orduyla birlikte Medine'ye doğru harekete geçtikleri zaman, Rasûlüllah (s.a.s), şehir içinde kalarak bir savunma savaşı vermeyi kararlaştırmıştı. Ancak, Medine'nin çevresinde düşmanın şehre girişini engelleyecek her hangi bir sur yoktu. Bu durum şehrin savunulmasını oldukça güçleştiriyordu. Yapılan istişareler esnasında Selman (r.a), Rasûlüllah (s.a.s)'e, "Ey Allah'ın Rasûlü! Biz İranda muhasara edildiğimiz zaman şehrin etrafında bir hendek kazarak kendimizi savunurduk." deyip hücuma açık bölgede bir hendek kazılması görüşünü ileri sürmüştü. (Taberi, Tarih, II, 566). Bu görüş Rasûlüllah (s.a.s) tarafından uygun bulunmuş ve derhal hendeğin kazılması için faaliyete geçilmişti. Selman (r.a), kuvvetli bir kimseydi ve kazı işinde oldukça verimli çalışmaktaydı. Ensar grubu, Selman (r.a)'ı sahiplenerek, "Selman bizdendir." dediler. Bunun üzerine muhacirler; "Hayır Selman bizdendir." demeye başladılar. Bunu duyan Rasûlüllah (s.a.s); "Selman bizdendir. O ehl-i beytimdendir." diyerek onu ehl-i beytine dahil etmiştir. (Taberi, aynı yer; İbn Sa'd, a.g.e., IV, 83).

Selman (r.a), daha sonraki bütün savaşlarda Rasûlüllah (s.a.s) ile birlikte bulunmuştur. Mekkeli müşrikler, Medine önlerine geldikleri zaman şehirle aralarındaki hendeği gördüklerinde şaşırmışlardı. Çünkü Araplar daha önce böyle bir savunma usulünden habersizdiler. Müşrikler, bu hendeği geçmeyi denedilerse de başaramadılar. Savaşın kazanılmasında hendeğin rolü o kadar büyük olmuştur ki, bundan dolayı Hendek savaşı olarak adlandırılmıştır.

Selman (r.a), Rasûlüllah (s.a.s)'in yanından vefat edinceye kadar ayrılmadı. Hz. Ebu Bekir (r.a)'ın Halifeliği zamanında da Medine'de bulunmuştur.

Ömer (r.a) devrinde İslâm ordusu İran'ın fethi için harekete geçtiği zaman Selman (r.a) da bu orduya katıldı. Selman (r.a) İran asıllıydı. Bundan dolayı düşman ordusunun durumunu çok iyi biliyordu. Ayrıca Farsların İslâm dinini kabul ederek dalaletten kurtulmalarını şiddetle arzulamaktaydı.

İranlılar, Kadisi'ye yenilgisinden sonra Medain'de toplanmışlardı. Müslümanlar Dicle nehrinin kenarına geldikleri zaman, karşıya geçmek için hiç bir şey bulamadılar. Sa'd b. Ebi Vakkas, karşı sahile bir öncü birliği gönderip geçiş güvenliğini sağladıktan sonra, bütün orduya nehri geçme emrini verdi. Ordu topluca, suları kabarmış bir şekilde akan Dicle nehrine daldı. Sa'd (r.a)'in yanında Selman (r.a) bulunmaktaydı. Sa'd (r.a), dua ediyor ve Allah Teâlâ'nın dostlarına yardım edeceğini, dinini üstün kılacağını ve Allah Teâlâ'ya isyan eden bir topluluğun iyiliğe (İslâm'a) galebe çalamayacağını söylüyordu. Nehrin ortasında oldukça heyecanlı bir halde bulunan Sa'd (r.a)'a, Selman (r.a) şöyle demekteydi: "İslâm yepyenidir. Allah, karaları nasıl Müslümanların emrine vermişse, denizleri de onların emrine verecek güçtedir. Allah'a yemin ederim ki Müslümanlar nehre nasıl akın akın girmişlerse nehirden öylece akın akın çıkacaklardır". Gerçekten Selman (r.a)'ın dediği olmuş ve Müslüman ordusu hiç kayıp vermeden karşı kıyıya geçmişti. (Taberi, Tarih, IV, 11-12; İbnul-Esîr, el-Kâmil fi't-Tarih, II, 511-512). İranlı askerler dehşet içerisinde, onların nehri geçişlerine bakıyorlar ve kendi kendilerine; "Şeytanlar geliyor. Vallahi bizim savaştığımız bu topluluk cinlerden başkaları değildir." demekteydiler. (Taberi, II, 514). İranlı askerler kaçarak Kisra'nın sarayına sığınıp direnmeye devam ettiler. Buraya gönderilen öncü birliğinin komutanı Selman (r.a)'dı. O, surun önüne geldiği zaman, İslamın emrettiği şekilde onları üç defa Müslüman olmaya, kabul etmezlerse cizye ödemeye davet etti. Selman (r.a) onlara şöyle diyordu: "Ben de aslen sizden biriyim. Size acıyor ve yumuşak davranıyorum. Eğer müslüman olursanız bizim kardeşlerimiz olarak aynı haklara sahip olursunuz. Bunu kabul etmez, dininiz de kalmak isterseniz, bize itaat ederek cizye ödersiniz. Bunu da kabul etmezseniz, diğerleri gibi sizinle savaşırız." (Taberi, a.g.e., IV,14). Selman (r.a), meselenin Arapların Acemlere hâkimiyeti meselesi olmadığını onlara anlatabilmek için, "Sizden biri olduğum halde Araplar bana itaat ediyor." diyerek (İbn Hanbel, V, 444) ikna etmeye çalışıyordu. Selman (r.a) ilk iki şartı kabul etmemeleri üzerine onlara üç gün düşünmeleri için mühlet verdi. Üçüncü gün sarayda bulunan askerler teslim olmayı kabul ettiler ve böylece Kisra'nın muhteşem sarayı Müslümanların eline geçmiş oldu. (Taberi, a.g.e., IV). Daha önce Behuresirdekileri de o İslâm'a davet etmişti. Ancak buradakiler, cizye vermeyi de reddedince savaşılarak mağlup edilmişlerdi. (Taberi, aynı yer).

Sa'd (r.a) Medâin'de karargah kurmuştu. Ancak buranın havası, İslâm askerlerine iyi gelmemiş, iklim değişikliğinden dolayı yüzlerinin renkleri değişmişti. Bu durumu öğrenen Ömer (r.a), Sa'd'a haber göndererek, Müslümanların yaşamalarına uygun bir yer tesbit edilmesi için Selman (r.a) ile Huzeyfe (r.a)'ı görevlendirmesini istedi. Bu yer ile Medine arasında ulaşım kolaylığını engelleyecek bir nehrin bulunmamasını özellikle vurguladı. Bölgede araştırmalarda bulunan Selman (r.a) ve Huzeyfe (r.a), sonunda Kufe üzerinde karar kıldılar ve burada ordugah şehri inşa edildi. (17/638) (Taberi, a.g.e., IV, 40-41; İbnul-Esir, el-Kamil fit-Tarih, II, 527-528). Selman (r.a) İran'ın fethi için devam eden askerî harekâtlarda aktif olarak rol almıştır. (Taberi, IV, 305; İbnul-Esir, el-Kâmil fit-Tarih, III, 132).

Selman (r.a), Hz. Ömer (r.a) döneminde Medâin valiliğinde bulunmuştur. Selman (r.a), Hicri 36 yılında Medain'de vefat etmiştir. (İbnul-İmad, Şezerâtu'z-Zeheb, I, 44; İbn Hacer, a.g.e., II, 63; İbnul-Esîr, Tarih, III, 287; İbn Sa'd, a.g.e., VI,17). Ancak onun ölüm tarihi hakkında farklı rivayetler bulunmaktadır. Hz. Osman (r.a)'ın hilafetinin sonlarına doğru, 35 veya 37 yılında vefat ettiği rivayet edilmekte; hattâ Hz. Ömer zamanında öldüğü de söylemektedir. (İbnul-Esîr, Üsdü'l-Ğabe, II, 421). İbn Hacer, onun ölümü ile ilgili farklı tarihleri verdikten sonra, Enes (r.a)'den, İbn Mes'ud'un, ölüm döşeğindeki Selman (r.a)'ı ziyaret ettiği şeklindeki rivayeti delil alarak, İbn Mes'ud'un 34. yıldan önce vefat ettiğini, dolayısıyla Selman (r.a)'ın ölümünün 33. veya 32. yılında olması gerektiği görüşünü ileri sürmektedir. (İbn Hacer, a.g.e., II, 63). Onun iki yüz elli ile üç yüz elli sene yaşadığı şeklinde rivayetler bulunmakta ve raviler iki yüz elli sene yaşadığının şüphe götürmez olduğunu söylemektedirler. (el-Askalanî, a.g.e., II, 62; İbnul-Esîr, Tarih, II, 287; Üsdül-Ğabe, 421). İbn Hacer, Zehebî'nin rivayetlerini değerlendirdikten sonra, onun ancak seksen yıl kadar yaşamış olabileceği kanaatine vardığını nakletmektedir. (İbn Hacer, aynı yer) ki, gerçeğe yakın olan da budur. Selman (r.a)'ın mezarı, Bağdad'ın 30 km doğusunda Medain harabeleri civarından akan Deyale ırmağının kenarındadır. Onun bulunduğu yer Selman-ı Pak (temiz Selman) olarak isimlendirilmiştir. Onun mezarının içinde bulunduğu cami IV. Murad tarafından tamir ettirilmiştir.

Selman (r.a), ilim, fazilet ve zühd bakımından Ashabın en önde gelen simalarından birisi olup, Rasûlüllah (s.a.s)'e yakınlığıyla tanınmaktadır. Hz. Aişe (r.an), şöyle demektedir:

"Bir çok geceler Selman (r.a) Rasûlüllah (s.a.s) ile yalnız kalırlardı. Bu beraberlik o kadar sürerdi ki Rasûlüllah (s.a.s) hanımlarından birinin yanına bile girmezdi." (İbnul-Esir, Üsdül-Ğabe, II, 420). Rasûlüllah (s.a.s), Hendek savaşı esnasında onun ehl-i beytinden olduğunu ilân etmişti.

Hz. Ali (r.a) onun hakkında; "Ona evvelkilerin ve sonrakilerin ilmi verilmiştir. Onda bulunan bu ilme ulaşılamaz." demiştir. Başka bir zaman da: "O bizim ehl-i beytimizdendir. Aranızdaki konumu Lokman Hekim gibidir. İlk ve son kitabı okumuştur. Sonu olmayan bir denizdir." demiştir. Muaz (r.a) kendisine gelenlere ilmi, aralarında Selman (r.a)'ın da bulunduğu dört kişiden talep etmelerini söylemiştir. Onun ilmi hakkında yapılan övgüler Rasûlüllah (s.a.s)'in söylediği; "Selman ilme doyuruldu." (İbn Sa'd, a.g.e., IV, 85). Sözüne dayandırılmaktadır. Selman (r.a), Ebu Derdâ' (r.a)'ın gece boyu namaz kıldığı ve sürekli oruç tuttuğunu gördüğü zaman onu bundan alıkoyup hazırlanan yemekten yiyerek orucunu bozması konusunda ısrar etmiş ve ona; "Üzerinde gözünün hakkı vardır, ailenin hakkı vardır. Bazen oruç tut, bazen tutma; bazen namaz kıl, bazan ara ver." (bunları nafile olan ibadetleri için söylemiştir). Ebu'd-Derdâ' bu durumu Rasûlüllah (s.a.s)'e ilettiği zaman o; "Selman senden daha âlimdir." dedi ve bunu üç kere tekrarladı (İbn Sa'd, a.g.e., IV, 85-86).

Hz. Ömer (r.a), ona büyük bir saygı gösterirdi. Ümmetin idaresinin sorumluluğu altında ezilen Ömer (r.a), duyduğu bir endişesini dile getirerek Selman (r.a)'a şöyle sormuştu: "Ben bir melik (kral) miyim, yoksa halife miyim?". Selman (r.a) ona şöyle karşılık verdi; "Eğer sen Müslümanların toprağından bir dirhemden az veya fazla bir para alır, sonra onu, haksız bir şekilde sarfedersen, sen halife olmayıp bir melik olursun." (Taberi, a.g.e., IV, 211; İbnu'l-Esir, Tarih, III, 59).

Hz. Ömer (r.a), fey gelirlerini taksim ederken, Selman (r.a)'a dört bin dirhem hisse ayırmıştır. Bazı kimseler, "Halifenin oğlu (Abdullah) üç bin beşyüz dirhem alıyor, bu Farslı ise dört bin dirhem alıyor." diyerek bu durumu garipsemişlerdi. Oradakiler: "Selman, Rasûlüllah (s.a.s) ile Abdullah'ın katılmamış olduğu bir çok savaşa katılmıştır." diyerek cevapladılar (İbn Sa'd, IV, 86). Başka bir rivayette, Ömer (r.a), Fey gelirlerinden Müslümanlara maaş bağlamak için Divanul-Atâ'yı tesis ettiği zaman, Sahabiler için İslâm'daki öncelikleri ve katıldıkları savaşları göz önüne alarak bir gruplandırma yaptığı; Selman (r.a)'ı, Hasan (r.a), Hüseyin (r.a) ve Ebu Zer ile birlikte olmadıkları halde Bedir ehlinden sayarak alacakları miktarı beş bin dirhem olarak kararlaştırdığı bildirilmektedir. (Taberi, a.g.e., III, 614).

Rasûlüllah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Cennet üç kişiyi özler. Ali, Ammar ve Selman" (Tirmizi, Menâkıb, 34).

Selman (r.a), son derece mütevazi ve kanaatkar bir hayat yaşamıştır. O, Medain'de vali bulunduğu ve çoğu devlet memurlarından fazla gelire sahip olduğu halde günlük yaşamı, son , derece sadeydi. O, köle olduğu zaman nasıl giyinir ve nasıl gezerdiyse Medain valisi olduğu zaman da aynı hal üzere devam etmişti. O, eline geçen parayı tasadduk eder ve kendi emeğiyle ürettiği şeylerden başkasını yemezdi. Tanımayan birisinin, onun vali olduğunu anlaması mümkün değildi. Medain sokaklarında yürürken Suriye tarafından gelen bir tüccar, üzerinde alelade bir aba ile gördüğü Selman'ı çağırarak yüklerini taşımasını istedi. O, hiç tereddüt etmeden yükleri sırtına aldı ve adamla birlikte yürümeye başladı. Onu bu halde görenler, "Bu validir" dediklerinde adam; "Seni tanımıyordum" diyerek özür diledi. Selman (r.a) ona, "Hayır bunları evine kadar götüreceğim" diyerek yoluna devam etti (İbn Sa'd, a.g.e., IV, 88; buna benzer diğer bir olay için bk. aynı yer).

Bazı kimselerin giyiminden dolayı kendisine dil uzatmaları ve hafife almalarına karşı hiç bir tepki göstermemiştir. Bir defasında iki genç asker yanından geçerlerken, onu göstererek; "Emiriniz budur" diyerek gülüyorlardı. Selman (r.a)'ın yanındaki adam ona, "Ey Ebu Abdullah! Şunların ne dediğini görüyor musun?" dedi. Selman (r.a) ona şöyle dedi: "Onları bırak. Hayır ve şer bu günden sonradır. Eğer toprak yemeyi becerebilirsen onu ye de, iki kişiye dahi olsa emir olmaktan kaçın. Mazlumun ve sıkışık durumdaki kimselerin duasından sakın. Çünkü onların duaları ile Allah Teâlâ arasında perde yoktur." (İbn Sa'd, a.g.e., IV, 87-88). Selman (r.a) çok cömert bir kişiliğe sahipti. Eline geçen her şeyi fakirlere bölüştürürdü (İbnul-Esîr, Üsdül-Ğâbe, II, 420).

O, hiçbir zaman sadaka kabul etmemiştir. Çoğu zaman eline geçen parayla hemen et alır ve onu pişirerek, hadis ehlini çağırır ve birlikte yerlerdi (İbn Sa'd, IV, 9).

Selman (r.a), ölüm döşeğine yattığı zaman, ziyaretine giden Medain valisi Sa'd b. Malik ve Sa'd b. Mes'ud onu ağlarken buldular. Neden ağladığını sorduklarında o şöyle cevap vermişti: "Rasûlüllah (s.a.s) bizden bir ahid aldı. Hiç birimiz onu koruyamadık. O bize şöyle demişti: "Sizin dünyadaki geçimliliğiniz bir yolcunun azığı kadar olsun ".

Onun ilmi ve takvası diğer sahabileri de etkilemekteydi. Zira onu ziyarete giden Sa'd b. Ebi Vakkas, kendisine nasıl davranması gerektiği şeklinde tavsiyede bulunmasını istemişti (İbn Sa'd, a.g.e., IV, 90-91).

Selman (r.a), sık saçlı, uzun boylu bir kimseydi. Onun Medâin'de Bukeyre adında bir hanımı vardı. (İbn Sa'd, IV, 92). Selman (r.a), Medine'deyken Hz. Ömer (r.a)'in kızını ondan istediği, fakat, Amr b. el-Âs'ın bu konuda Selman (r.a)'ı kızdırması üzerine bundan vazgeçtiği nakledilmektedir. (İbn Abdırrabbih, Ikdu'l-Ferid, Beyrut 1949, VI, 90). Ancak onun ailesi hakkında açık rivayetler bulunmamaktadır.

Sufiler, Selman (r.a)'ı Ashabul-Suffe ile birlikte tasavvufun kurucularından biri olarak kabul ederler. Bir çok tarikat silsilesi ona dayandırılmaktadır. O, Rasûlüllah (s.a.s)'in berberliğini yaptığı için Futuvvet teşkilatına bağlı berberlerin piri olarak kabul edilmekteydi. Selman (r.a)'ın sahip olduğu haklı şöhreti, bütün Müslümanların ona karşı içten bir sevgi duymalarına sebep olmuştur. Sünnî müslümanlar onun adını büyük bir sevgiyle anarlar. Ehli beytten sayılması, Şiilerin ona karşı farklı bir ilgi göstermelerine sebep olmuştur. Hacdan dönen Şiiler Kerbela'dan sonra onun mezarını ziyaret etmeyi ihmal etmezler. Ayrıca, Şiiler, Hz. Ali ve Ehli Beyt hakkında rivayet olunan hadislerin çoğunu ona isnad ederler.

Gulat-ı Şia ekollerinde ise o, ilahî sudur sırasında Ali (r.a)'den hemen sonra yer alır. Nusayriler ise onu, üç gizli harften biri kabul ederler. Nusayriliğin teslis akidesini ifade eden ayn, mim ve sin harflerinden ayn Ali'yi, mim Muhammed (s.a.s)'i, sin ise Selman'ı ifade eder. Mana (Ali), ism (Muhammed) bab ise Selman'dır. Buna göre o Nusayrî teslis akidesinin kapısı (bab) olup, üçüncü had'dır. Durzîler ise, Kur'an'ın Selman'a vahyolunduğuna, Peygamberin Kur'an'ı ondan aldığına inanmaktadırlar. Bu ekoller, oluşturdukları inanç sistemlerinde diğer bir kaç sahabi ile birlikte Selman (r.a)'ı temel unsur olarak kullanmışlar ve ona çeşitli fonksiyonlar yüklemişlerdir. Bu mezheplerin gerçekte mutedil Şia ile alakaları yoktur. Zira muhtevâlarındaki inanç prensipleri gözönüne alındığı zaman İslamî şahsiyetlerin isimlerini kullanarak putperest bir inanç sistemi meydana getirdikleri görülecektir. (bk. Şamil İslam Ans. Ömer TELLİOĞLU)

18 Ocak 2020 Cumartesi

Gusül Abdesti Alırken Sağ El İle Sol El Üzerine Su Dökmek

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
5. BÖLÜM GUSÜL

11. Gusül Abdesti Alırken Sağ El İle Sol El Üzerine Su Dökmek

266- Hz. Meymûne validemizin 
radıyallahu anha şöyle dediği nakledilmiştir: "Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem için gusül suyu hazırladım ve onun için bir örtü gerdim. Eline su döktü bir ya da iki kez elini yıkadı. (Süleyman kendisinden önceki ravinin üç kez lafzını zikredip zikretmediğini hatırlamadığını söylemiştir.) Sonra sağ eli ile sol eline su döküp avret mahallini yıkadı. Sonra elini yere veya duvara sildi. Sonra ağzını çalkalayıp burnuna su verdi. Yüzünü, ellerini ve başını yıkadı. Vü­cuduna su döktü. Sonra bulunduğu yerden kenara çekilip ayaklarını yıkadı. Bitirdikten sonra ona kurulanması için bir bez uzattım. Eliyle işaret ederek iste­mediğini gösterdi."

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

16 Ocak 2020 Perşembe

Namazda yazı (gözümüze takılan yazıyı) okumak namazı bozar mı?


Fıkıh ya da hadis kitaplarından veya her hangi bir yazıdan birine gözü ilişir de oradaki yazıyı içinden okuyup mânasını anlarsa, yine de namazı bozulmaz. Bunda icmâ' vardır. Ne var ki bu tür hareketlerde kerahet vardır. (Tatarhaniyye - Fetâvâ-yi Hindiyye.)

Mihrap üzerindeki yazı Kur'ân'dan başkası olur da onu içinden okuyup manasını anlarsa, İmam Ebû Yusuf'a göre namazı bozulmasa bile İmam Muhammed'e göre bozulur. Burada meşayih İmam Ebû Yusuf'un içtihadıyla amel edilir, demişlerdir. Sahih olan da budur. (El-Hidâye / Merğînânî.)

(Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 1/347)

İlave bilgi için tıklayınız:

15 Ocak 2020 Çarşamba

Enflasyon farkı faiz olur mu? Faizin haram olmadığı şartlar mevcut mu, nelerdir?


Faiz olursa, oran ne olursa olsun helal olmaz. Bu nedenle faiz her zaman haramdır.

Ancak enflasyon oranında fazlalık faiz değildir. Mesela birine yüz lira ödünç verseniz, altı ay sonra enflasyon yüzde otuz olduğu için yüz otuz lira alsanız, bu otuz liralık rakkam fazlalığı faiz değildir, altı ay önce verdiğiniz paranın -satın alma gücü bakımından- eşit karşılığıdır.

Bu böyle olmakla beraber, faizcilik yapan bankalara para yatırarak buradan enflasyon oranında faiz almak caiz olmaz; çünkü:

a) Bu bankalar sizden aldıkları parayı reel (enflasyon oranından fazla) faizle satmak suretiyle para kazanmakta ve size de o paradan ödeme yapmaktadırlar.

b) Bankaya para yatırmak bir akit yapmaktır; bu akit, faizli para alım satım aktidir, sonunda kâr da olsa zarar da olsa yapılan akit faizli akit olduğu için, İslam'a göre helal değildir.

Elinizde para var da bunu meşru yoldan nemalandıramıyorsanız, özel finans kurumlarına (ÖFK) yatırabilirsiniz.

İlave bilgi için tıklayınız:

Finans kurumlarının verdiği kar payları helal midir; bankalar ile arasındaki fark nedir?..

14 Ocak 2020 Salı

KÜÇÜK NOTLARIM (39) :inzar- Prof. Dr. Halis AYDEMİR


Allahu Teala sadece peygamberler üzerinden kullarını inzar (Neticenin kötü olacağını bildirerek fenalıktan sakındırmak. Azab ve ceza va'detmek)etmez; bu yüzden her topluluğa peygamber gelmese de onları olaylar üzerinden , akletme özelliği ile,gözlemleyerek,ölüm gerçeği üzerinden kullarını uyarır . Bunları düşünen birleştiren kul tüme varımlarla inzari gerçekleştirir. Peygamber gönderilerek de inzar tamamlanır. Bütün bunlar bahaneleri olmasın ve insanın elinde hüccet kalmasın diye yapılır.

İnsan bu verilerle kendi içinde, Tek bir varlığın bütün bunlara sahip olduğunu kavrayabilecek çıkarım yapacak donanıma sahip olarak yaratılmıştır.

Anlama, işitme, görme yeteneklerinden dolayı mesulsun ve mesuliyet verilen imkanlarla başlar; illa peygamber gelmesi gerekmez.

Akletmeli insan ama akletmemek de bir tercih onu da seçebilir.

Helak olan da kesin bir delil ile, kurtulan da kesin bir delil ile kurtuluyor.

Allahu Teala vermediği imkanın sorumluluğunu istemez. Alimler varsayım olarak şöyle demişler:inzar gelmemiş bir kavim veya kişi varsa şayet, bu kişiyi cehennemde görmeyiz çünkü sorumlu olmaz demişlerdir.


Prof. Dr. Halis AYDEMİR


TEFSİR DERSLERİ- Yasin Suresi Tefsirinden kısa notlar

https://www.youtube.com/watch?v=j-ezKU7lPbo

13 Ocak 2020 Pazartesi

KÜÇÜK NOTLARIM (38) : Endişe- Prof. Dr. Halis AYDEMİR


Safımız belli olsun diye imtihan oluyoruz.

Endişe, sahipsiz insanların vasfıdır. Yüce Allah'ın kulu olup da endişeli halde kalabilir mi insan?


Bu iş olmaz imkansız diyoruz; İşleri yapan biz değiliz, nasip eden Allah'tır. En büyük hatamız kendi gücümüzle kıyas etmemizden.

Allah-u Teala'ya iman edenlere imkansız yoktur.

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

TEFSİR DERSLERİ- NAHL Suresi Tefsirinden kısa notlar

12 Ocak 2020 Pazar

MUHTESİB


İslâm dünyasında, iyilikleri emretmek ve kötülüklerden vazgeçirmek "el-emr bi'l-maruf ve'n-nehy ani'l münker"e gayesiyle kurulan teşkilâtın başında bulunan görevli. Muhtesib, tarihte kurulmuş bulunan bütün müslüman devletlerde bu isimle, bazen da "İhtasâb emini" veya 1242 (1826) yılından itibâren Osmanlılarda "İhtisâb Ağası" gibi isimlerle de anılmaktadır.

Muhtesib, İslâm'ın hoş karşılamayıp çirkin gördüğü her türlü kötülüğü (münkeri) ortadan kaldırmaya çalışırdı. Gerçi İslam'da, iyiliğin emr edilmesi ve kötülüklerden sakınılmasına nezâret etme, bütün müslümanların yerine getirmesi gereken müşterek bir vazifedir (Âli İmrân, 3 110-114, et-Tevbe, 9/71). Ancak diğer bazı emirlerde olduğu gibi bunun da öneminden dolayı bir grup müslüman tarafından yerine getirilmesi, diğerlerini de sorumluluktan kurtarır. Bu nedenle İslâm kurumları arasından, bu görevi yüklenen yeni bir kurum doğdu ki bu, "İhtisâb" veya "Hisbe"den başka bir şey değildi. İslâm âleminde, Hz. Peygamber devrinde ortaya çıkan hisbe müessesesinin (Ebû Ubeyd Kasım b. Sellâm, Kitâbu'l-Emvâl, Mısır 1968, s. 711; İbn Sa'd, et-Tabakatu'l-Kübrâ, Kahire 1358, III,192; İbn Abdi'l-Berr, el-İstiâb fi Ma'rifeti'l-Ashâb, Mısır 1328, IV, 341.) başında bulunan muhtesibin vazifelerini günümüzde yalnız bir müessesede toplamak mümkün değildir.

Gerçekten, iyiliklerin yapılmasını emretmek ve kötülüklerin işlenmesini önlemek maksadıyla kurulan ihtisab müessesesinin başında bulunan muhtesib, şeriata uygun hareket edilmesini sağlardı (R. Levy, "Muhtesib" İA, VIII, 532). O, müslümanların yaşadığı bölgelerde, cuma namazları için câmiye gitmelerine dikkat eder, sayıları kırkı aşan topluluklarda cemaat teşkilâtının kurulmasını sağlardı. Ramazan ayında alenen oruç yiyenler, içki içip sarhoş olanlar, iddet beklenmeden evlenen kadınlar, yasak musiki aletlerini çalanlar... hep ona hesap vermek zorunda idiler. O, velâyetle bu vazifeye getirildiği için geniş bir tazir salâhiyetine de sahiptir. Bu bakımdan, okulları teftiş eder, öğrencileri haddinden fazla döven öğretmenleri cezalandırır, düşmanın eline geçtiği zaman işine yarayabilecek her türlü harp malzemesinin satışını yasaklar. Muhtesib, aynı zamanda, çarşıların nizam ve intizamını sağlamaya, ölçü ve tartıları kontrol etmeye, şeriatla alay edenleri takibe, komşu hakkında tecavüzü önlemeye, zimmî (İslâm devletinin idaresinde yaşayan gayri müslim vatandaş)lere ait binaların müslümanlarınkinden daha yüksek yapılmamasına dikkat etmeye kadar varan (Hasan İbrahim Hasan, Tarihu'l İslâm, Kahire 1964, I, 489) yetkilere sahiptir.

Gerek yukarıda sayılan bir kısım vazifeleri, gerekse daha sonra temas edilecek görev ve yetkilerini kullanırken, muhtesibin izlemesi gereken bazı metodlar bulunmaktadır. Binaenaleyh, onun mevki ve taziri, işlenen fiile göre hafiften şiddetliye doğru şöyle bir sıra izler:

a) Bilmek, haberdar olmak: Bundan maksad, münkerin işlenmesinden haberdar olunmasıdır. Bunun da meşru bir şekilde olması gerekir. Tecessüs yasaktır.

b) Bildirmek: İşlenen münkerin sebebi bazan bilgisizlik olabilir. Binaenaleyh, bilmediği için emri ve yasakları çiğneyen ve dinî talimata aykırı hareket eden kimselere, bilmedikleri konular uygun bir usul ve metodla anlatılır.

c) Öğüt vermek: Doğru yolu göstermek ve Allah korkusunu hatırlatmak suretiyle münkerin işlenmesini önlemeye çalışmak.

d) Tekdir etmek: Münkeri işleyen, iyi ve tatlı sözden anlamaz öğüt ile alay etmeye kalkışırsa bu yola baş vurulur.

e) El ile müdahale edip düzeltmek: İçkiyi dökmek, oyun aletlerini kırmak; gasb edilmiş araziden gasbı çekip çıkarmak. Muhtesib buraya kadar anlatılan işleri yaparken herhangi bir izne muhtaç değildir. Fakat, bunlardan sonraki durumlarda mutlaka izin gerekmektedir.

f) Sopa ile tehdid: Dövmek veya başka türlü cezalandırmakla tehdid etmek.

g) Sopa atmak: Yukarıda belirtilen çare ve usûller münkeri önlemek için kâfi gelmez ve sopalamak gerekli olursa bu da uygulanır.

h) Silâh kullanmak: Bu, son çaredir. Nâdiren baş vurulur. Daha çok karşı tarafın silâh kullanması buna sebep olur (Bu maddelerin geniş açıklaması için bk. Taşköprüzâde İsameddin Ahmed Efendi, Mevzuatu'l-Ulüm, Trc. Kemaleddin Mehmed Efendi, İstanbul 1313, II, 570; Haydarîzâde İbrahim, "Emr bi'l-maruf ve Nehy ani'l-Münker" Sebilürreşâd 1336 XV/370, 109).

Muhtesib, bütün bu işleri yaparken iki şeye sahip olmalıdır. Bunlardan biri bilgi, diğeri de kudrettir. Gerçekten, neyin helâl neyin de haram olduğunu bilmeyen, Şerîat ahkâmına hakkıyla vakıf olmayan bir kimsenin muhtesib olması düşünülemez. Ayrıca kudret, cesaret ve yaptırım gücü bulunmayan bir kimsenin muhtesib olması da düşünülemez. Çünkü muhtesibin vazifelerinden bir kısmı anında müdahaleyi gerektiren cinstendir. Demek oluyor ki, muhtesibin vazifesi, nerede ve ne şekilde olursa olsun gördüğü münkeri (kötülüğü) bertaraf etmektedir (Müslim, İman 78; Tirmizî, Fiten 11; Nesaî, İman 17).

Daha önce de temas edildiği gibi Hz. Peygamber zamanından itibaren varlığı bilinen hisbe müessesesinin, İslâm tarihinin daha sonraki dönemlerinde önemli bir yer işgal ettiği bilinmektedir (Yusuf Ziya Kavakçı, Hisbe Teşkilâtı, Ankara 1975, s. 51-52).

İslâm'ın ilk devirlerinden itibaren geniş yetkilerle mücehhez kılınan muhtesibin bu vazifelerini yalnız bir müessesede toplamanın mümkün olmadığını daha önce kaydedilmişti. Muhtesib başlangıçta, İslâm toplumunda sosyal huzuru sağlayan dinî bir görevli hüviyetini taşımakla beraber, daha sonraları farklı vazifeleri de yüklenmiştir. Taşköprüzâde, muhtesibin bazı vazifelerini şu şekilde sıralar:

a. Câmilerle ilgili olanlar: Namazda taksir edenler, kıraatta lahn eyleyenler, vakitlere riayet etmeyenler, halka Allah'ın rahmetinin geniş olduğunu söyleyerek devamlı ümit veren hatipler muhtesib tarafından engel olunurlar.

b. Pazarlarla ilgili olanlar: Eşyanın kusurunu saklayıp satan, yalan söyleyen ve haram eşya bulunduranlara da engel olur.

c. Yollarla ilgili olanlar: Binalarla yolu daraltanlar, yol üzerine yük koyanlar ve yolları kirletenler de muhtesibe hesab vermek zorundadırlar.

d. Hamamlarla ilgili olanlar: Hamamlarda keşf-i avret ve masaja engel olur; (Osmanlı dönemi için), gayri müslimler ile müslümanlara verilen peştamalların farklı olmasına dikkat eder.

e. Amme ile ilgili olanlar: Kendi evi dururken, başka yerlere gidip ora halkını irşad etmeye çalışan kişiler de muhtesib tarafından oradan alınıp kendi memleketlerine gönderilirler. Zira, kişinin evi, yakınları ve mahallesi, onun uzak ve başka yerlere gitmesine mani olur (Mevzuatu'l-Ulum, II, 576-77)

Osmanlılarda, kadı'nın yardımcısı olarak vazife gören muhtesibin, yukarıda belirtilen bazı yetkilerine ilâveten XV ve XVI. asır İhtisâb kanunnâmelerinde bunlarla ilgili daha geniş bilgiler vardır. Hatta bu kanunnâmelerden biri olan "İstanbul İhtisâb Kanunnâmesi"nde; "fi'l-cümle bu zikr olunandan gayrı her ne kim Allah Teâlâ yaratmıştır, mecmuını, muhtesib görüp gözetse gerektir" denilerek muhtesibin ne kadar yetki ve sorumluluk sahibi olduğu belirtilmek istenir. Bu kanunnâmelerden ve 14 Aralık 1479 tarihli Edirne şehrine İhtisâb Ağası tayini ile ilgili bir hükümden anlaşıldığına göre muhtesibin vazifelerini genel olarak üç grupta toplamak mümkündür:

1. Ekonomik ve sosyal hayatla ilgili olanlar,

2. İbadetle ilgili olanlar,

3. Adlî hayatla ilgili olanlar.

Osmanlılarda kadısı bulunan her şehirde (kaza) mutlaka bir de muhtesib bulunmaktadır. Toplumda meydana gelen olaylar ve işlenen fiiller ya iyilik veya kötülük olacağına göre; muhtesib, hiç bir davranışın dışında kalamayacaktır. Bu bakımdan muhtesib olarak devlet tarafından seçilecek olan kimsenin çok iyi, bilgili, ahlâklı, rüşvete tevessül etmeyen, Allah'tan korkan kimseler arasından seçilmesi icab etmektedir. Osmanlı döneminde iktisadî vazifesi de ağırlık kazanan bu görevlinin, halkla fazla haşır neşir olmaması için, görev süresi bir yıl ile kayıtlanmıştır. Binaenaleyh vazifeye başlamasından bir sene sonra muhtesib derhal vazifeden ayrılır Yerine bir başkası seçilir. Gerçekten önemli bir vazife icra eden bu yetkilinin diğer insanlardan ayrılan bazı özelliklerinin bulunması gerekmektedir. Müslümanları devamlı kontrol altında bulunduran bir kimse olarak onun aşağıdaki sıfatları taşıması gerekmektedir:

a. Müslüman olmak: Müslüman olmayan kimseler bu vazifeyi yapamazlar. Zira bu, dinî bir vazifedir. Bunun için dinin aslını inkâr eden ve müslüman olmayan bir kimse bu vazifeye tayin edilemez.

b. Mükellefiyet: Muhtesib olmanın şartlarından biri de mükellefiyettir. Bu çağa gelmemiş birinin bu vazifeye getirilmesi devlet otoritesini sarsacak bir durumdur. Bu bakımdan çocuk yaşta birinin muhtesib olarak tayini mümkün değildir.

c. Erkek olmak: Her ne kadar Hz. Peygamber zamanında, Hz. Ömer'in akrabalarından biri olan Şifa binti Abdullah adında bir kadın bu vazifeye getirilmiş ise de, bunun istisna olduğu belirtilerek, güç ve kuvvet isteyen bir konuda kadınların vazifelendirilmesi hoş karşılanmamaktadır.

d. Adalet: Muhtesibte bulunması gereken sıfatlardan biri de adalettir. Muhtesibin herkese karşı âdil davranması gerekir.

e. İzin: Muhtesibin vazifesini icra ederken hafiften şiddetliye doğru bir metod takip etmesi gerekir. Bunun için, sadece tarif, va'z ve nasihat gibi konularda izne gerek olmadığı açıktır. Ancak münkeri ortadan kaldırma, dövme ve hatta haps etme gibi konularda devletin izninin bulunması gerekir.

f. Kudret: Muhtesib, gördüğü münkeri ortadan kaldırmaya güç sahibi olacaktır. Âciz olan bir kimse bu vazifeyi yapamaz. O, ancak kalben buğz eder.

g. İlim: Muhtesib olacak kimsede bulunması gereken sıfatlardan biri de âlimliktir. Onun, sadece dinî emir ve nehiyleri bilmesi de yetmez. O, kendisini ilgilendiren ekonomik konularda da bilgi sahibi olmalıdır.

h. İlmiyle âmil olmak: Muhtesib ilmiyle âmil olmalı ve bildiği şeyleri önce kendi nefsinde tatbik etmelidir.

i. Allah rızası: Muhtesib her türlü fiil, söz ve davranışlarında Allah rızasını gözetmeli, iyi niyet sahibi olmalı, riya ve gösterişten uzak durmalıdır.

k. Takva sahibi olmak: Onun takva sahibi olması istenir. Zira, bildikleri ile amel etme, büyük ölçüde buna bağlıdır.

1. İyi ahlâk: Bazı kimselerin, kötülüklerden alıkonulması hususunda ilim ve takva yeterli gelmeyebilir. Böyle durumlarda acele etmeksizin yumuşak davranmak gerekir. Bu da iyi ahlak ile mümkündür.

Görüldüğü gibi, İslâm dünyasında Hz. Peygamberle ortaya çıkan ve iyiliklerin yapılmasını, kötülüklerin ise yasaklanmasını sağlamaya çalışan hisbe müessesesinin başında bulunan muhtesib, büyük bir hizmeti yerine getiriyordu. O, bu hizmeti yerine getirirken birçok yardımcı da kullanırdı.

Ziya KAZICI

11 Ocak 2020 Cumartesi

MÜSLÜMANIN DÜNYA HALİ


Allahu teala Kur’ân-ı Kerim'de, baştan sona insanların kalplerine “havf” ve “recâ” dengesini kurmayı öğretir. Bazen tek bir âyetin içinde hem korku verecek ifadeler, hem de ümit vaad eden müjdeler vardır.

Bir âyette “cennetliklerin kavuşacağı nîmetler” anlatılırken, hemen takip eden âyet “cehennemliklerin acıklı ahvâlini” haber verir. Bir âyet, “Allâh’ın rahmetini, lütuf ve ihsanının bolluğunu” izah ederken öbür âyet, bu nîmetlere “nankörlük edilince Allâh’ın gazabının nasıl tecellî edeceğini” gösterir. Bazen tek bir âyetin içinde hem korku verecek ifadeler, hem de ümit vaad eden müjdeler vardır:

“O gün bazı yüzler ağarır, bazı yüzler de kararır.” (Âl-i İmrân, 106)

“Gerçekten Rabbin, cezâyı çabuk vericidir (serîu’l-ıkâb) ve hem de sonsuz mağfiret ve rahmet sahibidir.” (el-A’râf, 167)

“Hiç şüphesiz, iyiler cennette, günaha dadananlar ise yakıcı ateşler içindedir.” (el-İnfitâr, 13-14)

“O gün tartıda kimi sâlih (iyi, faydalı) amelleri ağır basarsa, o hoşnut olacağı bir yaşayış içindedir. Kimin iyilikleri hafif gelirse, onun meskeni Hâviye (cehennem)dir.” (el-Kâria, 6-9)

HAVF VE RECÂ SARKACINDu

Bu durum, Kur’ân-ı Kerîm’in insan psikolojisini çok iyi bilen “el-Hâlık”, “el-Alîm” ve “el-Habîr” olan Allah Teâlâ tarafından gönderildiğini ve insanların benzerini getirmekten âciz oldukları bir “mûcize” oluşunu gösteren en büyük delillerdendir. Ancak bu âyet-i kerîmeler içinde öyleleri vardır ki, insanın içini titretir; sarsar, kendine getirir. Yakasına yapışıp:

“-Nereye gidiyorsun? Hayatını tekrar gözden geçir!..” der, âdeta… Meselâ:

“O gün cehenneme, «Doldun mu?» deriz. O da, «Daha yok mu?» der.” (Kâf, 30)

“O gün kişi, kardeşinden, anasından, babasından, eşinden ve oğullarından kaçar. O gün, onlardan her birinin, kendisine yetecek derdi vardır.” (Abese, 34-37)

“Ey insanlar! Rabbinizden korkun; çünkü kıyâmet vaktinin depremi, cidden korkunç bir şeydir. Onu gördüğünüz gün, her emziren emzirdiğinden geçer; her gebe yükünü bırakır; insanları sarhoş görürsün, oysa sarhoş değillerdir. Ama Allâh’ın azâbı şiddetlidir.” (el-Hac, 1-2)

“Her insanın amelini boynuna doladık. Kıyamet günü onun için, açılmış olarak bulacağı bir kitap çıkarırız: «Kitabını oku, bugün nefsin sana hesap sorucu olarak yeter!» deriz.” (el-İsrâ, 13-14)

İnsan, bu âyetlerin dehşeti ile kendinden geçmişken, Rabbin merhamet eli uzanır, gözyaşımızı siler, bizi tesellî eder:

“Biz, nankörlük edenden başkasını cezalandırır mıyız?” (es-Sebe’, 17)

“Rahmetim, her şeyi kuşatmıştır.” (el-A’râf, 156)

“De ki: Ey nefislerine karşı haksızlık yapmakta aşırı giden kullarım! Allâh’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (ez-Zümer, 53)

“Allah, kendisine ortak koşulmasını aslâ bağışlamaz; bundan başkasını (günahları) dilediği kimse için bağışlar…” (en-Nisâ, 48; ayrıca bkz: en-Nisâ, 116)

Bu üslup ve denge, Peygamber Efendimiz’in fem-i saadetlerinden dökülen hadîs-i şerîflerde de gözetilmiştir. O da bazı hadîs-i şerîflerde insanları, günah işlemekten, şirk ve küfre düşmekten sakındırmakta, aksi hâlde insanın başına gelecekleri hatırlatmakta, bazı hadîs-i şerîflerde ise, kul, ne kadar günahkâr olursa olsun, Allâh’a yönelip pişmanlık duyduğunda Allâh’ın merhamet ve mağfiretinin her şeyi silip yok edeceğini bildirmektedir.

İKAZ MÂHİYETİNDEKİ HADÎS-İ ŞERÎFLERDEN

Numan bin Beşîr -radıyallâhu anhümâ-’dan rivâyet edildiğine göre, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Şüphesiz kıyâmet gününde cehennemliklerin azâbı en hafif olanı, ayaklarının altına iki kor konulup da bu sebeple beyni kaynayan kişidir. Oysa o, hiç kimsenin kendisinden daha şiddetli azap gördüğünü zannetmez. Hâlbuki kendisi, cehennemliklerin azâbı en hafif olanıdır.” (Buhârî, Rikâk, 51; Müslim, Îman, 362-364)

Enes -radıyallâhu anh- şöyle rivâyet etmektedir: Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bizlere benzerini hiç duymadığım bir konuşma yaptı ve şöyle buyurdu:

«Eğer sizler, benim bildiklerimi bilseydiniz; az güler, çok ağlardınız.» Bunun üzerine Rasûlullah’ın ashâbı yüzlerini kapatarak hıçkıra hıçkıra ağladılar.” (Buhârî, Tefsîru Sûre (5), 12; Müslim, Fezâil, 134)

Ebû Zerr el-Gıfârî -radıyallâhu anh- de Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den benzer bir rivâyet nakletmiştir:

“Şüphesiz ben sizin görmediklerinizi görüyor ve biliyorum. Gökyüzü gıcırdayıp inledi ve gıcırdayıp inlemekte de haklı idi. Gökyüzünde, alnını Allâh’a secde için koymuş bir meleğin bulunmadığı dört parmaklık bile boş yer yoktur. Allâh’a yemin ederim ki, eğer benim bildiklerimi bilmiş olsaydınız, az güler, çok ağlardınız. Yataklarda kadınlardan da zevk almazdınız. Yüksek sesle Allâh’a yalvararak yollara ve kırlara çıkardınız.” (Tirmizî, Zühd, 9; İbni Mâce, Zühd, 19)

Bu ve yüzlerce benzeri bulunan hadîs-i şerîfler, her duyan insanı dehşete düşürmektedir. Ancak Peygamber Efendimiz, kulların ümitsizlik ve karamsarlık girdabında kaybolmaması için pek çok müjdeler de vermiştir:

MÜJDE DOLU HADÎS-İ ŞERÎFLER

“Allah varlıkları yarattığı zaman, kendi katında arşın üstünde bulunan kitabına, «Rahmetim gerçekten gazabıma üstün gelir.» diye yazmıştır.” (Buhârî, Tevhid, 15; Müslim, Tevbe, 14-16) Bu hadîsin başka rivâyetlerinde de; “Rahmetim, gazabımı aştı.” ifadesi geçmektedir. (Buharî, Tevhid, 22, Müslim, Tevbe, 15)

“Allâh’a ortak koşmadan ölen cennete girer; Allâh’a şirk koşarak ölen de cehenneme gider.” (Müslim, Îman, 151)

“Allah Teâlâ, rızâsını umarak «Lâ ilâhe illallah» diyen kimseyi cehenneme haram kılmıştır.” (Bkz: Buhârî, Salât, 45; Müslim, Îman, 54)

Peygamber Efendimiz:

“Kim, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allâh’ın kulu ve peygamberi olduğuna içinden gelerek şehâdet ederse, Allah onu cehenneme haram kılar.” buyurmuş, Muaz bin Cebel -radıyallâhu anh-’ın “Bunu insanlara müjdeleyeyim mi?” diye sorması üzerine de:

“O zaman onlar buna güvenir, (hayırlı işler yapmakta) tembel davranırlar.” demiştir. (Buhârî, İlim, 49; Müslim, Îman, 53)

O hâlde dinimiz, insanların nihayetsiz ümitler içinde kaybolmasını, hareketsiz, âtıl ve tembel kalmasını da istemiyor; karamsarlık ve panik havası içinde hayattan bezmiş bir hâlde olmasını da… İnsan, hata işlediğinde “celâl” sahibi bir Rabbi olduğunu bilecek ve tevbe edecek; ama O’nun cemâl ve rahmetinden de emin olacak… Ne “bana bir şey olmaz!” rahatlığı içinde olacak, ne de “bu hatalarımdan sonra benden bir şey olmaz!” diyecek!.. Son âna kadar îmanını kaybetme ve amellerinin bir anda boşa gidivermesi endişesi ile yaşadığı gibi, âhirete tevhid sırrına mazhar bir şekilde gidenlerin mutlaka cennete gireceği ümidini de muhafaza edecek… Kısaca son nefesimize kadar bütün hayatımız, korku ve ümit sarkacında sallanacak!.. Bir taraf ağır bastığında, hemen diğer tarafı hatırlayıp dengeleyeceğiz!..

Kaynak: Melike Şahin, Şebnem Dergisi, Mart 2015, 121. Sayı


10 Ocak 2020 Cuma

ZAN


Sanmak, farz ve tahmin etmek. Zan ile ilgili bazı âyet mealleri şöyledir:

"Onların (müşriklerin) çoğu zandan başka birşeye uymaz. Şüphesiz zan, haktan (ilimden) birşeyin yerini tutmaz" (Yunus, 10/36).

"Bunlar (putlar), sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında hiç bir delil indirmemiştir. Onlar zanna ve nefislerinin aşağı hevesine uyuyorlar" (en-Necm, 53/23).

"Ahirete inanmayanlar, meleklere dişilerin adlarını takıyorlar. Halbuki onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Zan ise; hiç şüphesiz hakikat bakımından bir şey ifade etmez" (en-Necm, 53/2728).

Hz. Peygamber (s.a.s) bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: "Zandan sakının. Zira şüphesiz zan sözün en yalan olanıdır. " Bu hadis-i şerifte sû-i zandan sakınma vardır. Üzerinde hiçbir kötülük alameti görülmeyen bir kimseyi kötülükle töhmet altına almaya "zan" denir. Bu yersiz ve sebepsiz yere birini kötülemektir. Bu şüphesiz kötü bir zandır. Allah Teâlâ şu âyet-i kerîmede mü'minleri bundan sakındırmıştır: "Ey iman edenler, zandan çokça sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır" (el-Hucurat, 49/12).

Yasak edilen zannın içine, açıkça şüpheli yerlerde gezen kimse hakkındaki zan, dünya işlerinde yapılan zan ve Allah Teâlâ'ya karşı duyulan hüsnü zan girmez. Ancak Uluhiyetle ve Peygamberlikle ilgili zanlar haram olan zanlara dahildir. Çünkü iman ve tasdik hususunda yakîn (kesin bilgi) şarttır (Muhammed Abdülaziz el-Hûlî, el-Edebü'n-Nebevî, Terc. Sezai Özdemir, İstanbul 1982 218).

Allah Teâlâ hakkında hüsn-i zan beslemek şarttır. Ebû Dâvud ve Müslim Cabir (r.a)'den şu hadisi rivayet etmişlerdir: Herhangi biriniz Allah Teâlâ hakkında hüsn-i zanda bulunmaksızın ölmez. Yani Allah'ın, hakkında merhametli ve şefkatli olduğuna inanarak ölür" (et-Tac, I, 337). Bir kudsi hadis de şöyledir: "Ben kulumun, bana olan zannının yanındayım. Beni zikrettiği yerde, ben onunla beraberim..." (Müslim Tercümesi, Kitabu't-Tevbe, Bab, I, XI, 87)

Abdulbaki TURAN


9 Ocak 2020 Perşembe

KÜÇÜK NOTLARIM (37) : Hidayet -Prof. Dr. Halis AYDEMİR


Bir işin ne için yapıldığı önemli değil kimin için yapıldığı önemlidir ameller niyetlere göredir.

Allah için yapılmayan her iş sıfır ile çarpılır ne kadar büyük olursa olsun yine sıfırdır. Allah için yapılan bir iş ise bir ile çarpılır ve artar.

Allah-u Teala'yı tanımayan biriyle ancak hakkı anlatmak için birarada olunabilir yoksa arkadaşlık sevgi için olunamaz.

"İman etmemiş olabilir ama o iyi bir insan" demenin hiç bir önemi yoktur. İyi bir kimse olsaydı Allah ona hidayet verirdi.


Allah kimlere hidayet etmez:
-Zalimlere (hakkı gördüğü halde itiraf etmiyorsa)

-musrif kimselere (hakkı ziyan ediyor, harcıyor, nice kere hakkı görüyor)

-şüphe içinde yaşıyor, ama işlerinin çok olduğunu bahane edip araştırmıyorsa.

Prof. Dr. Halis AYDEMİR


TEFSİR DERSLERİ- NAHL Suresi 125-126. ayetlerin Tefsirinden kısa notlar

8 Ocak 2020 Çarşamba

Namaz vakitleri, kutuplarda vakit takdiri, teyemmüm, namazların cemi


Soru:
1- Gecelerin çok kısa olduğu aylarda kuzey bölgelerindeki çalışanlar ve öğrenciler akşam ve yatsı namazlarını sürekli olarak cem edebilirler mi? Yine aynı kişiler kış aylarında takdir esasını dikkate alarak sabah namazını (kendi bölgelerinde vakit girmediği halde) erken kılabilirler mi?
2- Namaz vaktinin çıkmasına çok az bir süre kaldığı durumlarda su olduğu halde teyemmüm ederek kılınan namaz sonradan iade edilmek zorunda mı?

Cevap:

Namaz vakitlerinin alametleri oluşmadığı yer ve zamanlarda hangi namazın vakit işareti yoksa o namaz farz olmaz, kılınmaz diyenler hata ediyorlar. Çünkü müslümanlar vakit işaretlerine değil, Allah'a ibadet ediyorlar. Allah Teâlâ normal zaman ve mekanlarda kendisine belli ibadetlerin yapılması için uygun aralıklarda oluşan alametlerin esas alınmasını, bu alametler oluştuğunda ibadetin yapılmasını istemiştir. Alamet, mesela beyaz şafağın kaybolması oluşmadığında yatsı kılınmaz diyenler ibadeti bu alamete bağlamış oluyorlar. Halbuki doğrusu ibadetin, her anı Allah'ın nimetlerine mazhar olarak yaşayan kulun "günlük hayatına" paralel kılınmasıdır. İnsanlar, alametler bulunsun bulunmasın, geceler ve gündüzler haftalarca, aylarca sürsün sürmesin "yirmi dört saate göre belirlenen günlük hayat" yaşamakta, buna göre yemekte, içmekte, çalışmakta ve istirahat etmektedirler. Mesela gecenin bir ay sürdüğü bir yerde insanlar bir ay yemeden, içmeden, çalışmadan uyku uyuyarak yaşamıyorlar; ortalama sekiz saatlik mesâî yapıyorlar, sekiz saat uyuyorlar ve sekiz saat de başka şeylerle meşgul oluyorlar. İşte bu saatlerde insana ömür, sağlık ve imkan veren Allah'a -bu mânada günlük hayata paralel olarak- ibadet edilecektir. Bunun da mânası "namaz vakitlerini takdir yoluyla belirlemek ve buna göre ibadeti edâ etmektir. Meşhur Deccâl hadisi de bu uygulamanın doğru olduğunu göstermektedir (Bizim, İslam'ın Işığında Günün Meseleleri, isimli kitabımızda geniş bilgi vardır).
45. enlem derecesinden kuzeye doğru ilerledikçe nerede namaz ve orucu o mıntıkanın alametlerine göre kılmak zorlaşıyorsa veya alametler oluşmuyorsa orada 45. enlem derecesinin takvimi veya o mıntıkanın son normal takvimi uygulanır. Bu uygulama namaz bakımından zorluk çıkarırsa -zorluk bulunduğu yer ve zamanlarda- cem yoluna gidilir; çünkü namazların yolculuk dışında cemedilmesinin illeti zorluk, tehlike, ihtiyaç gibi durumlardır.
Sabah namazının son vaktinde uyanan kimsenin boy abdesti alması (gusletmesi) gerekiyor, fakat bunu yaptığı takdirde namaz geçiyorsa ve bu sebeple teyemmüm ederek sabah namazını kılmış, daha sonra boy abdestini almış ise sabah namazını yeniden kılması gerekmez. Abdest konusu da böyledir. Genel kural şudur: Su bulunmaz veya su bulunduğu halde onu kullanmaya bir engel bulunursa teyemmüm edilir ve namaz kılınır; bu namaz eda edilmiş, sahih bir ibadettir, onu iade etmek için bir sebep yoktur. Bizim meselemizde engel, zamanın darlığıdır, namaz vaktinde eda etmek için başka çare yoktur; şu halde mazeret meşrudur, bu yüzden teyemmüm edilmiştir, sahih olarak eda edilen namaz iade edilmez. Eğer bu durumda iade etmek gerekli olsaydı, soğuk yüzünden teyemmüm ederek namaz kılanın da iade etmesi gerekirdi; çünkü o da namazı geçirmeyi göze aldığı takdirde uygun yerde üşümeden gusledebilir ve namazını da vakti geçtikten sonra kılabilirdi; buna rağmen vaktinde kılmak için teyemmüme başvurdu, namazını eda etti ve iade de etmedi, etmiyor.


7 Ocak 2020 Salı

NAHL SÛRESİ 77.- 79. ayetlerin tefsiri


Allah'ın Gaybı Bilmesi İnsanı Ve Kuşları Yaratması


77- Göklerin ve yerin gaybı (gözle gö­rünmeyen taraflarını) sadece Allah'a aittir. Kıyametin kopması ancak bir göz kırpma gibidir, veya daha kısa bir zamandır. Şüphesiz ki Allah, her şeye kadirdir.

78- Allah, sizleri annelerinizin karnın­dan çıkardı. O zaman sizler hiçbir şey bilmiyordunuz. Size kulaklar, gözler ve gönüller verdi. Umulur ki şükredersiniz.

79- Onlar, gökyüzünde emre hazır kuş­ları görmezler mi? Onları boşlukta tutan sadece Allah'tır. Şüphesiz bunda iman eden bir topluluk için pek çok ayetler vardır.


Açıklaması

"Göklerin ve yerin gaybı sadece Allah'a aittir."
Yani göklerin ve yerin gay­bını Allah bilmektedir. Buradaki tabir Hasr (sadece bir kişiye ait olmayı) ifade etmektedir. 

Ayetin manası: Gaybî hususları bilmek sadece Allah'a aittir. Gaybı bilmek, O'na mahsustur. Buna hiçbir kimse muttali olamaz. Ancak dilediğini muttali kılarsa müstesnadır.

Bu ayet, Allah Teala'nın ilminin kâmil olduğunu haber vermektedir. Bundan sonra da kudretinin mükemmel olduğunu, bir şeyin olmasını isterse Ona "Ol!" demesiyle onun oluvereceğini bildirdi. Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:

"Kıyametin kopması ancak bir göz kırpma gibidir veya daha kısa bir za­mandır. "
Yani kıyametin kopması (kıyametin kopacağı vakit) sürat bakımından gözün bir defa kırpması, üst kirpiğin alt kirpiğe dokunması gibidir. Yahut bun­dan da daha kısa ve daha çabuktur. Çünkü O'nun emri derhal meydana gelen ve tenfiz edilen bir emirdir. "Ol der, oluverir" (Bakara: 2/117) "Sizin yaratılmanız da, tekrar diriltilmeniz de bir tek kişininki gibidir." (Lokman, 31/28).

Allahu Teala, kıyameti en süratli bir anda bile koparmaya kadirdir. Bizim aklımızda ve düşüncelerimizde en sür'atli hadise göz kırpması olunca zihinlere yaklaştırmak için bu misali verdi.

Bu ayetin bir benzeri de "Bizim emrimiz bir defadır ve bir göz kırpması gi­bidir. " (Kamer, 54/50) Yani dilediği her şey bir göz kırpması gibi süratle olur.

Kıyametin kopması konusunda çok münakaşa yapıldığı ve birçok insan ta­rafından inkâr edildiği için bu olay gaybe dair haberler arasında özellikle zik­redilmiştir. Kıyamet dikkatlerin odak noktası, inkarcılar ve tevhid ehli arasın­da araştırma ve münakaşa konusudur.

Ayetten maksat şudur: Helâl ve haramı ancak neticeleri ve umumî menfa­atleri gayet iyi bilen bir kimse gayet güzel bir şekilde koyabilir. Siz ey müşrik­ler! Bunu bilemezsiniz, o halde niçin hüküm vermeye kalkışıyorsunuz?

Cenab-ı Hak, daha sonra bunun delilini zikretti: "Şüphesiz ki Allah her şe­ye kadirdir." Onun kudreti dahilinde olan şeylerden biri de Kıyametin bir göz kırpmasından ve göz açıp kapamaktan daha çabuk bir şekilde kopmasına muk­tedir olmasıdır.

Bundan sonra Cenab-ı Hak kudretinin bazı tecellilerini ve kullarına olan ihsanını zikrederek şöyle buyurmuştur:

"Allah sizi annelerinizin karnından çıkardı. O zaman sizler hiçbir şey bil­miyordunuz..." İnsan fıtratınıın başlangıcından eşyanın bilgisinden habersiz yaratılmıştır. Sonra Allah onu bilgiler, ilimlerle donatmış, O'na eşyayı anlama­sı, hayır ile şerri fayda ile zararı ayırması için aklı ihsan etmiş, ona sesleri du­yup idrak eden kulak, kişileri ve eşyayı gören göz ve olayları anlayan kalp gibi ilmin anahtarlarını hazırlamıştır. Bir ayet-i kerimede şöyle buyurulmuştur:

"De ki: Sizi yaratan, size kulaklar, gözler ve kalpler veren O'dur. Ne de az şükrediyorsunuz. De ki: Sizi yeryüzünde yaratan O'dur. Ve O'nun huzurunda toplanacaksınız." (Mülk, 67/23-24).

"Umulur ki şükredersiniz"
Yani bunlar her azayı yaratıldığı gaye uğ­runda kullanmak suretiyle üzerinizdeki Allah'ın nimetlerine şükretmeniz, Rabbinize ibadet etme imkânı bulmanız ve emrettiği hususlarda O'na itaat et­meniz için size verilmiştir.

Nitekim Sahih-i Buharı de Ebû Hureyre'den rivayet edilen bir hadis-i kutsî şöyledir: "Kim benim dostuma düşmanlık ederse bana savaş açmış olur. Ku­lum bana ona farz kıldığım ibadetleri eda etmekten daha faziletli bir şey ile yaklaşamaz. Kulum bazı nafilelerle yaklaşmaya devam eder. Nihayet ben onu severim. Onu sevdiğim zaman ki onun işiten kulağı gören gözü, tutan eli, yürü­yen ayağı olur. Benden isterse ona veririm. Bana dua ederse ona icabet ederim. Bana sığınırsa ona sığınak olurum. Ben, mümin kulum ölümü istemez ben de ona kötü davranmayı istemediğim halde mümin kulumun canını almaya tered­düt ettiğim kadar yapacağım hiçbir şeyde tereddüt etmedim. Ama ölüm mutla­ka olacaktır."

Yani kul, Allah'a ihlâslı bir şekilde ibadet ve taatte bulunursa O'nun bü­tün fiilleri Allah için olur. Allah için işitir, Allah için görür yani Allah'ın meşru ve helâl kıldığı şeyleri görür ve sadece Allah'a taat olan şeylere dokunur ve bu şekilde yürür. Bütün bu hususlarda Allah'ın yardımını diler.

Bundan sonra Cenab-ı Hak kudretinin ve hikmetinin kemaline delâlet eden bir başka delil zikretti:

"Onlar gökyüzünde emre hazır uçan kuşları görmezler mi?" Yerle gök ara­sında emre hazır olan kuşlara bakmazlar mı? Allah gökyüzünde onları nasıl kanatlarıyla uçar kıldı? Onları düşmekten koruyup tutan sadece Allah'tır. Çünkü Allah kuşları uçması mümkün bir yaradılışta yaratmasaydı, havayı ya­hut gökyüzü boşluğunu uçuş mümkün olacak şekilde yaratmasaydı bu müm­kün olmazdı. Çünkü Allah kuşa suda yüzenin yaptığı gibi bazen açacağı bazan kapayacağı kanat vermiştir. İnmesine yardımcı olması için kuyruk vermiştir. Allah havayı yaratmış, havayı kuşu taşıyacak bir ağırlıkta yaratılmıştır. Bu ol­masaydı uçmak mümkün olmazdı.

"Onları (boşlukta) tutan sadece Allah 'tır."
Yani kuşun cismi ağırdır. Ağır cisim altında hiçbir dayanak olmadan boşlukta uçamaz. Onu hava vasıtasıyla boşlukta tutan Allah'tır.

"Şüphesiz bunda iman eden bir topluluk için pek çok ayetler vardır." Yani kuşun kanatlarının yaratılmasında ve onu taşımak için havanın hazır hale ge­tirilmesinde putları değil, Allah'a iman edenler için Allah'ın kudretine ve birli­ğine delâlet eden deliller vardır.

Burada müminler özellikle zikredilmiştir. Çünkü her ne kadar bu deliller bütün akıl sahipleri için olsa da bu delillerden, ayetlerden istifade edecek olan­lar müminlerdir.

Bu ayetin bir benzeri de şudur:

"Üstlerinde kanatlarını açıp kapayarak uçan kuşları görmüyorlar mı? On­ları havada tutan oncak Rahman olan Allah'tır. Şüphesiz ki O her şeyi çok iyi görür." (Mülk, 67/19). [21]


[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/397-399.

6 Ocak 2020 Pazartesi

ÖĞLE VE YATSI NAMAZLARININ SON SÜNNETLERİNİ 4 REKAT KILMAK

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Öğle ve yatsı namazının farzından sonra dört rekat nafile namaz kılmanın fazileti hakkındaki hadis-i şerifler:

"Her kim öğle namazından önce dört rekât, öğle namazından sonra da dört rekât namaz kılarsa, Allah Tealâ onun cesedini cehennem ateşine haram kılar." (1) 

 Taberanî'nin Evsat'ında rivayet edilen hadis söyledir:
"Öğleden önce dört rekât, yatsıdan sonra kılınanlara denktir. Yatsıdan sonra dört rekât, Kadir Gecesi'nde kılınanlara denktir."(2)

Bu 4 rekat namaz Yatsı namazının ilk dört rekatı gibi kılınır. Bununla beraber iki rekatta bir selam vermek sureti ile de kılınabilir. 


Öğle ve yatsı namazlarının farzından sonra son sünnetlere 2 rekat ekleme yaparak dört rekat kılmak müstehaptır.

 Müstehap yapıldığı zaman sevap, yapılmadığında kınanma ve ayıplanma olmayan şeylere denir. Peygamber Efendimiz sas bazen yaptıkları bazen terk ettikleri durumlar içinde bu tabir kullanılmaktadır. Bu sebeple iki rekatlı namazları dileyen yukarıda aktardığımız şekilde fazlaca kılabilir. Bu bir emir değildir. Yapılırsa fazladan sevap elde edilir, yapılmaz ise herhangi bir kınanma yoktur.

Dipnot:
1- Bu hadisi Buharî rivayet etmiştir. Ebu Dâvud, Tirmizî, İbni Mace ve İbni Huzeyme'nin Ebu Eyyub'dan rivayet ettiği şu hadis de bunu kuvvetlendirmektedir "Öğleden önce içinde selâm bulunmayan dört rekât namaz için göklerin kapıları açılır."

2- Sübülü's-Selâm, II, 4.

Kaynak: Vehbe ez-Zuhayli, Fıkhul İslam, c. II, s.173.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"



Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

Sevgi şirke varmadıkça

Dedik ki bir insan olarak Resulüllah’ı ne kadar övseniz onu abartmış olamazsınız, ama onda ilahi vasıflar görürseniz, işte o zaman onu sevmede ifrata düşmüş olursunuz. Mesela Resulüllah’ın sakalının bir teline canım feda olsun deseniz bunda bir abartı olmaz. Ama sakal-ı şerifi etrafında tavaf ederseniz, ya da ibadet cinsinden benzer bir hareket yaparsanız ifrata düşmüş olursunuz. Çünkü tavaf bir ibadet hareketidir ve ibadet sadece Mabud istemişse ve onun istediği gibi yapılabilir. Yoksa biz sahabe efendilerimizin, anam babam sana feda olsun ya Resulüllah, dediklerini biliyoruz.

Bırakalım onu, Resulüllah’a tazimi bizzat Allah’ın istediğini de biliyoruz. Bir şey ki, onu Allah istiyor, o halde o ibadettir. Ama biz bu ibadeti Allah’a yaparız, Resulüllah’a değil. Mesela Allah buyuruyor ki: ‘Allah da, melekler de o nebiye salat ediyor/değer veriyor, hayrını istiyor; ey müminler siz de ona salat edin ve çokça selam edin’. O halde ona salatü selam okumakla onu tazim etmek, Allah’ın bizden istediği bir ibadettir ama biz bu ibadeti dahi Allah’a ve O istediği için yapıyoruz.

İman ancak, kelime-i tevhidin, ya da kelime-i şehadetin her iki cümlesini birden söyleyip kabul etmekle gerçekleşir. İkinci cümlede Muhammed’in Allah’ın kulu ve resulü olduğunu ikrar ve buna şahitlik etme vardır. Buradaki ince nokta şudur: Biz Resulüllah’ı bu derece yüceltmenin imanın bir parçası olduğunu biliriz ama onu bir ilah, ya da ilahın bir parçası olarak görmeyiz, aksine onu ‘Allah’ın kulu ve elçisi’ olduğunu söyleyerek yüceltiriz. Yani o da bir kuldur, Allah’ın ortağı değildir. Allah ona kul olarak değer vermiştir, onun büyüklüğü ve şerefi de kâmil bir kul olmasındadır, en kâmil ve en mükemmel bir kul olduğu için değerlidir. Hatta insan-ı kâmil ifadesinin ondan başkası için kullanılması doğru değildir, çünkü bu imkânsızdır. İnsan kendi çabasıyla bu noktaya ulaşamaz. Onu bu noktaya ulaştıran Allah’tır.

Biz sırf Allah için kıldığımız namazlarımızda bile, Tahiyyat ve arkasından salli barik okurken Resulüllah’a da salat ve selam okuruz. Ama ilginçtir ki, orada da onun Allah’ın kulu ve resulü olduğunu zikrederek bunu yaparız. Bunun da bir anlamı şudur: Resulüllah’a Allah ne kadar değer vermişse o, o kadar büyüktür, ama o bir ilah değildir. O halde en değerli ibadetimizi yaparken bile onu adını da anarız ama o ibadeti bize farz kılan Allah’ın kulu ve resulü olarak anarız, onu Allah’a ortak bilmeyiz, namazımızı biraz da onun için kıldığımızı düşünmeyiz. Dolayısıyla bunda Resulüllah için hem bir tazim vardır, hem de o ne kadar büyük olursa olsun, onun beşeriyet sınırından ulûhiyet sınırına geçmediğini ihtar ve kabul vardır. Şu ayeti kerime bunu anlatır: ‘De ki, ben de ancak sizin gibi bir beşerim, bana vahyedilen şu: Sizin ilahınız ancak bir ilahtır. O halde kim Rabbine kavuşacağına inanıyorsa salih amel yapsın ve Rabbinin ibadetine hiç kimseyi ortak etmesin (Kehf 110). İhlas ibadetin safi Allah için olmasıdır.

Yine bu sebepledir ki, Resulüllah’ı biraz farklı gören sahabeye o şu uyarıda bulunmuştu: ‘Siz de Hıristiyanların Meryem oğlu İsa’ya yaptıkları gibi beni övgüde aşırı gitmeyin. Ben Allah’ın kuluyum, siz de bana Allah’ın kulu ve resulü deyin’ (Buhari). Çünkü onlar İsa’yı (sa) Allah’ın bir parçası olarak görüyorlardı.

İşte Allah’ın onun zikrini yüceltmesini de, beşeriyetin son noktası olması olarak görmek gerekir. Bu anlamda Allah diğer peygamberlerin zikrini de yüceltmiştir. Yani tazimle anılmalarını istemiştir. ‘Biz senin zikrini/namını yücelttik’ (İnşirah 4). Demek ki Allah (cc) bütün peygamberlerin ve özellikle Hz. Muhammed’in zikrinin, yani namının yüceltilmesini, tazimle anılmasını istiyor. Ezanda ‘Allah’tan başka ilah olmadığına şehadet’ten sonra, resulünün de O’nun kulu ve elçisi olduğuna şehadet vardır.

Dünyanın bir ucundan öbür ucuna kadar ezanda kamette, Cuma ve bayram hutbelerinde, teşehhütte, teşrik günlerinde, Arafat’ta, şeytan taşlamada, nikâhta hep zorunlu olarak Resulüllah’ın da, Allah’ın kulu ve resulü olarak zikri, yani yâd edilmesi vardır. Ona salat ve selam okumamız Allah’ın emridir. Allah’a itaatin yanında ona da itaati emreden pek çok ayeti kerime vardır. Çünkü bu dini Allah bir üsve/model olarak önce ona yaşatmış onunla öğretmiş, ona saygının kendine saygı olduğunu bildirmiş. Allah kendi isimlerinden onlarcasını onun için de kullanmış. O halde onu sıradanlaştıran kendini küçültmüş olur.

Allah imanda, itaatte, sevgide, rızasını aramakta, hüküm vermede, önlerine geçmeme edebinde, isyan, düşmanlık ve eziyet etmeme gibi pek çok hususta onu kendisiyle birlikte zikretmiştir.

Oysa şimdilerde peygambersiz bir din arama çabaları var.

Bu ve benzeri konuları içeren emirleri de bir yazı konusu yapmaya değer.

5 Ocak 2020 Pazar

Evrim teorisinin bilimsel değeri var mı?


Soru Detayı

Bilimde teori nedir?
Vikipedi’nin ve evrimci sitelerin tanımına göre “Bilimde teori veya kuram; bir olgunun, sürekli olarak doğrulanmış gözlem ve deneyler baz alınarak yapılan bir açıklamasıdır. Teori, herhangi bir olayı, vakayı, görüngüyü açıklamak için kullanılan düşünce sistemidir.”
Bu tanıma göre evrim, yapılan gözlem ve deneylerde sürekli olarak doğrulanmış bir görüngü müdür?

Cevap

Bilimsel teorinin özelliği:

Hipotez ile teori kelimeleri günlük hayatta bazen birbirinin yerine ve yanlış olarak kullanılır.

Hipotez; henüz hiç doğrulanmamış, ya da yetersiz şekilde doğrulanmış, fakat problemi muhtemelen çözebilecek nitelikteki bir açıklamadır.

Teori ise; hipotezlerin gözlem ve deneyle sınanması, doğrulanıp güvenilir açıklamalara dönüşmesi ve sistemleşmesidir.

Ama yine de hipotezle teori arasındaki bu bağıntıya kesin gözüyle bakılmamalıdır. Çünkü bilgi edinme sürecinde hipotezler teoriye dönüştüğü gibi, teoriler de aynı şekilde hipoteze dayalı birimler barındırır.

Hipotez belli ve sınırlı bir açıklamadır, teori ise kapsamlı ve köklü açıklamalardır.

Bir teorinin geçerli olması için, yeni olguların eleştirisine sunularak doğrulanmasına ve uygun bilimsel değişiklikler geçirmesine gerek duyulur. Bu yüzden hiç bir teoriye kesin gözüyle bakılmaz.

Kısaca bilimsel teori; bilgi edinme süreci aşamasında ortaya atılan, geçerlilik ve güvenilirliği bilimsel yöntemlerle tespit edilmiş olan, iç tutarlılığı bulunan bilgiler ve açıklamalar bütünü olarak tarif edilebilir.

Şimdi teori için böyle bir tariften sonra evrim teorisini nazara alalım.


Evrim nedir?

Evrim kelimesi; başkalaşma, farklılaşma, kademeli olarak gelişme ve değişme ve ilerleme gibi aralarında değişik farklar bulunan pek çok kelime, tabir ve deyim yerine kullanılmaktadır.


Evrimin yerine kullanılan tabirler

Tekâmül, istihale, tatavvur, tahavvül, tebdil, tebeddül, tağyir, tegayyür, terakki, sudur, zuhur, techid, ontojeni, filojeni, evolüsyondur.

Şayet “EVRİM” terimiyle “TEKÂMÜL” manası, yani kademeli değişimi ifade ediliyorsa, bu manadaki evrim, teori değil, bir kanundur. Mesela bir elma çekirdeğinin; filiz, fidan ve meyveli ağaç haline gelişi kademeli değişimin bir ifadesidir. Aynı şekilde; bir insan embriyosunun; zigottan itibaren gelişerek, çok hücreli embriyo, bebek, çocuk, genç ve yetişkin insan safhaları da kademeli gelişmenin bir başka örneğidir. Bu manada bütün canlılar her an değişme, başkalaşma ve farklılaşma kanunlarına tâbidirler.

Şayet evrim teriminden TAHAVVÜLAT, yani hal değiştirme kastediliyorsa, o da teori değil bir kanundur. Elementlerin hal değiştirmesi, TAHAVVÜLAT-I ZERRAT olarak ifade edilir.

Kısaca ifade edersek, atom ve moleküllerin, bir halden bir başka hale geçerek, yani hal değiştirerek canlıların bünyesinde yer almaları, bir takım biyoloji ve fizik kanunları çerçevesinde olmaktadır. Dolayısıyla elementlerin bu şekilde hal değiştirmesi, teori değil kanundur.

İnsan yaklaşık yüz trilyon hücreden meydana gelmiştir. Her bir hücrede bir saniyede üç bin değişik reaksiyon olmaktadır. Bir saniye sonraki insan, madde cihetiyle bir saniye önceki insan değildir. Bünyesinde pek çok element değişim ve başkalaşıma uğramıştır. Bütün canlı varlıklar her an değişim içerisindedir. Bu ve benzeri bütün değişim ve başkalaşımlar EVRİM olarak ifade ediliyor. Bu manadaki bütün değişim ve başkalaşımlar teori değil bir kanundur.


Evrim teorisi’nin bilimsel değeri


Evrim Teorisi, bilimsel kıstasları taşımayan, yani laboratuvarda denenemeyen, çoğunlukla metafiziğe dayalı görüşleri bünyesinde barındıran felsefi bir düşünce tarzıdır.

Evrime her ne kadar bilimsel bir şekil verilmeye çalışılsa da, metafiziksel varsayımlara yapışıldığı görülmektedir. İstenilse de bu metafizik düşünceden kaçınmak mümkün değildir. Çünkü, maddenin ve âlemin varlığı, canlılığın mahiteyi, Yaratıcı’nın kimliği ve vasıfları gibi konuların büyük bir kısmı Evrim Teorisi’nin gündeminde olduğu sürece, metafizik yaklaşımlar kaçınılmazdır.

Evolüsyon manasında kullanılan ve canlıların tesadüfen ve tabiatın eseri olarak silsile halinde birbirinden meydana geldiğini ileri süren evrim görüşü bilimsel değildir. Çünkü, gerek ele aldığı konuları açıklaması ve gerekse takip ettiği metot bakımından bilimsel bilimin kriterlerine ve kurallarına uymamaktadır.

Hunter, Darwin’in, Antik Çağ’dan beri süregelen ve metafiziğe dayalı evrim düşüncesini teolojik, yani inanca dayalı bir yaklaşımla sunduğunu belirtir. (Hunter, C.G. Darwin’in Tanrısı. Gelenek Yayıncılık. Çev. Orhan Düz. İstanbul, 2003, s. 195)
Ön kabuller ve evrim teorisi

Evrimin eldeki en iyi açıklama olduğu sıkça ileri sürülür. Böyle bir iddia ise, bilimsel olmayan bir hükümdür.

Evrimin doğruluğunu başta kabul edip, onu destekleyecek deliller aramak, bilimsel olmayan maksatlı bir davranıştır.

Norman Geisler ve Ronald Brooks, evrimin bilimsel bir metotla irdelenmediğini ve ön kabullere dayandığını dile getirir ve şöyle derler:

“Evrimi eleştiren kimse, evrimin yanlış olduğunu göstermekle yetinmeyip, meseleyi de çözmelidir.

Evrimi yanlışlamak yeterli değildir. Çünkü, daha iyi bir çözüm bulana kadar onun doğru olduğu kabul edilecektir. Ancak, bilim böyle yapılmaz. Burada evrime, bilimde yeri olmayan özel bir konum verilmiştir. Sırf bir alternatif henüz ileri sürülmediği için, onların muhakkak doğru olduğu ileri sürülemez. Dahası, henüz yanlışlanamadıkları için, doğru oldukları da varsayılamaz.

Bu tür varsayımlar, formel olmayan yanlışlar diye adlandırılır ve bunlar pratikte bilimsel düşünme biçiminin antitezini oluşturur.” (Geisler, N.L. and Brooks, R. M. Come let us Reason. Grand Rapids: Bakir, 1990, S. 95–96)

Meşhur antropolog Servier evrimciliğin laik bir din dogması haline geldiğine ve bu nüfuzun kırılması gerektiğine şöyle işaret eder:

“Evrimcilik, batı’nın laik din dogması haline gelmiştir. Yeni kurum ve değerlendirmelerin ortaya konabilmesi için, önce evrimciliğin reddi gerekir.” (Servier, J. Etnoloji. Tercüme M. Ali Kayabal. İletişim Yayınları, 1992, s. 113, 124)

Hunter’e göre, evrim teorisinde esaslı, ama gizli bir dinî etki vardır. Hem Darwin ve hem de günümüzün evrimcileri, metafizik önermelere başvurmaktadırlar. (Hunter, C. G. Darwin’in Tanrısı. Gelenek Yayıncılık. Çev. Orhan Düz. İstanbul, 2003, s. 12, 15, 208)

Kant, Yargı Gücünün Eleştirisi adlı eserinde, bir bilimin ancak matematiksel olduğu oranda gerçek bilim olduğunu belirtir.

Kant’a göre, Evrim Teorisi’nin içinde matematiksel argümanların çok az oluşu, onun bilimsel bir teori sayılmasını tartışmalı hale getirmektedir. (Mayr, E. The Growth of Biological Thought. The Belknap Press of Harward University Press, Cambridge, 1982, s. 862)

Ünlü felsefeci Bernard Russell de evrimin gerek metot ve gerekse ilgilendiği problemler bakımından bilimsel bilgi olmadığını dile getirerek şunu söyler:

“Evrimcilik, şu ya da bu biçimde çağımızın ağır basan bir inanç şeklidir. Evrimcilik, gerek metoduyla ve gerekse ele aldığı problemlerle, gerçek bir bilim değildir.” (Russell, B. Dünya Üzerine Bildiğimiz. Terc. Vehbi Hacıkadiroğlu. Alaz Yayınları. İstanbul, 1980, s. 24-25)

Hunter de evrim metodunun bilimsel olmadığını şöyle dile getirir:

“Evrim bilim dışı değerlendirmelere dayanan düzenleyici bir fikirdir. Evrim, çeşitli bilim disiplinlerine baş vurmaktadır ama, kendisi bilimsel değildir. Bu bakımdan daha iyi bir bilimsel açıklama sunması beklenmemelidir.” (Hunter, C. G. Darwin’in Allah’ı. Gelenek Yayıncılık. Çev. Orhan Düz. İstanbul, 2003, s. 212)

Çağımızın seçkin bilim felsefecisi Karl Popper’e göre bilimselliğin ölçütü doğrulanmaya değil, yanlışlanmaya elverişliliktir. Ona göre bilimsel bir bilgi veya sonuç, yanlışlamaya müsait olmalıdır.

Halbuki Darwinciliğin öyle bir teste elverdiği söylenemez. Darwinciliği doğrulayan bazı olgusal veriler gösterilebilir. Ama bilimselliğin ölçütü doğrulanmaya değil yanlışlanmaya elverişliliktir.

Başka bir ifadeyle, Darwinciler teorilerinin hangi muhtemel gözlem sonuçlarıyla yanlışlanabileceğini ortaya koymuş değillerdir. Dolayısıyla Darwincilik bilimsel bir teori olmaktan çok metafiziksel bir yapıya sahiptir. (Popper, K. Unended Quest, Fontana-Collins, 1976, s. 171)

Sonuç


İşte işin püf notası bir takım doğrularla yanlışların birlikte verilmesidir. Yani, evrim teorisinde test edilen, denen hususlar, yukarıda zikredilen tekamül ve tahavvül gibi tabirlerdir.

İtiraz konusu olan ise, evolüsyon manasında kullanılan evrimdir. Yani, bir canlı türünden bir başkasının, ondan da bir başkasının silsile halinde meydana geldiği görüşü. Bunun hiçbir ilmi delili ve dayanağı yoktur.

Evrimciler, doğruların yanında böyle yanlışları da bilimsel bilgi gibi takdim etmektedirler. Bunu nazarlardan gizlemek için teorinin tanımına sarılmaktadırlar. Ama evrim teorisi ile kastettikleri evolüsyon manasındaki değişikliği ve ideolojik düşünce tarzını, bir takım doğrularla birlikte bilimsel bir düşünce ve teori gibi vermektedirler.

Sorularla İslamiyet

4 Ocak 2020 Cumartesi

Darwin’in teorisinin temeli olan ve hemen her evrimci kitapta yer alan bu ipinoz kuşlarının gaga yapıları için evrimcilere nasıl bir cevap vermeliyim?


Darwin'den beri evrimciler, günümüzdeki Galapagos ispinozlarının geçmişte Güney Amerika'dan gelen bir türden evrimleştiğini ileri sürerler. Bu kuşlar, tabiî seleksiyon yoluyla evrimleşmenin bir örneği ve biyolojik çeşitliliğin de delili olarak takdim edilir

Aslında Darwin, “Türlerin Kökeni” kitabında ispinozlara fazla yer ayırmamıştır. İspinozları meşhur eden, 20. yüz yıl evrimcileridir.

Galapagos adalarındaki ispinozlar 14 tür altında toplanmıştır. Bunların altısı yerdeki ot tohumlarıyla beslendikleri için “Yer ispinozları”, altısı da “ağaç ispinozları” olarak adlandırılır. Ağaç ispinozlarının birisi hariç, diğerleri böceklerle beslenir. Burada dikkati çeken husus, her bir ispinoz türünün beslenme ihtiyacını tam olarak karşılayacak gaga yapısına sahip olarak yaratılmış olmasıdır.

Grant ve arkadaşları, 1970-1980 yılları arasında Galapagos adalarındaki ispinozlar üzerinde araştırma yaptılar. Ağlarla yakaladıkları kuşların gaga, kanat ve vücut ölçülerini tespit ettiler. Bu kuşları özel bantlar ile işaretledikten sonra serbest bıraktılar.

Galapagos adaları belirli devrelerde fazla yağış almakta, bunun arkasından bir kurak devre hakim olmaktadır. Ot tohumlarıyla beslenen türlerde yağışa ve dolayısıyla ot tohumu fazlalığına bağlı olarak, kısa gagalı fertler artmakta, kurak devrede ise, ot tohumuyla beslenenlerin ölmesiyle kısa gagalı fertler azalmakta, başka besinlerle beslenen uzun gagalı fert populasyonu sayısı artmaktadır.

Grant ve ekibi kuraklığın ardından hayatta kalan ispinozların normalden biraz daha büyük vücutlara ve biraz daha geniş gagalara sahip olduklarını tespit ettiler. Onlar, tabiî seleksiyonun yalnızca küçük tohumlarla beslenen ispinozları ayıkladığını; büyük ve sert tohumların kabuklarını kırarak açabilen büyük gagalı ispinozların ise hayatta kaldığını öne sürdüler.

Onlar, orta yer ispinozunun büyük yer ispinozuna dönüşmesi için 20 seleksiyonu yeterli görüyordu. Kuraklığın on yılda bir gerçekleştiği tahmin edilirse, bu dönüşümün 200 yılda meydana gelmesi muhtemeldi. En kötü ihtimalle bu değişim 2000 yılda olabilirdi2,3.

Grant ve arkadaşları 1982-1983'te yağışlarla birlikte tohumların bollaştığını ve buna bağlı olarak yer ispinozlarının gaga büyüklüğü ortalamasının 1977 kuraklığı öncesindeki değere geri döndüğünü tespit etmişlerdir. Bu durum, gaga büyüklüğünün düzenli bir artış göstereceği beklentisi içinde olan evrimci araştırmacıları şaşırtmıştır4.

İspinoz gagalarının değişimi ile ilgili olarak elde edilen veriler evrime dayalı bir değişimin olmadığını göstermektedir. Gaga büyüklüğü ortalaması yağışlı mevsimlere göre sabit bir değerin etrafında bazen biraz artmakta, kurak mevsimlerde de biraz azalmakta, yani gaga büyüklüğü, yağışa bağlı olarak bir dalgalanma göstermektedir. Dolayısyla net bir değişim söz konusu değildir.

Nitekim Peter Grant kendisi de bu durumu bir duvar saatinin sarkacına benzetir ve şöyle der:,

“Tabiî seleksiyona maruz kalan ispinoz popülasyonu, duvar saati sarkacı gibi, ileri ve geri salınım yapmaktadır”5.

South Carolina Üniversitesi'nden Astronomi ve Fizik Profesörü Danny Faulkner, ispinoz gagalarındaki dalgalanmanın evrimin bir delili olamayacağını belirtir ve şöyle der:

"Eğer bir yönde mikro evrimi var kabul etmişseniz, daha sonra durum tam tamına başladığı eski haline geri dönüyorsa, bu evrim değildir, olamaz" 6.

California Üniversitesi'nden biyolog Dr. Jonathan Wells, Amerikan Ulusal Bilimler Akademisi'nin yayımladığı bir kitaptaki ifadeleriyle halkı aldattığına işaret eder ve şöyle der:

"Ulusal Akademi tarafından yayımlanan 1999 kitapçığı, Darwin ispinozlarını, türlerin kökeninin "özellikle ikna edici bir örneği" olarak tanımlar. Kitapçık Grant'ler ve çalışma arkadaşlarının şunu gösterdiğini açıklayarak devam eder: "Adalardaki tek bir yıl kuraklık ispinozlarda evrimsel değişimleri harekete geçirebilir. Eğer kuraklıklar adalarda her on yılda bir meydana gelirse, yeni bir ispinoz türü yaklaşık 200 yılda ortaya çıkabilir." İşte bu kadar. Kuraklıktan sonra seleksiyonun tersine döndüğünden, uzun dönemde evrime dayalı hiç bir değişimin olmadığından bahsetmiyor. Bu haliyle kitapçık delilin çok önemli bir bölümünü gizleyerek halkı aldatarak bilimsel değil, ideolojik bir davranış sergilemektedir"7.

Evrimci araştırmacıların ispinoz gagalarındaki dalgalanmayı evrime bağlamaları, bilimsel değil tamamen ideolojik bir çabadır.

Bazı araştırıcılar, ispinoz tür çeşitliliğinin ileri sürüldüğü gibi olmadığını belirtirler. İspinozlar üzerinde yapılan çeşitli genetik araştırmalar, bu kuşların arasında genetik farklılığın olmadığını ortaya koymuştur8.

Aynı şekilde, 1999 yılında, Max Planck Enstitüsü ve Princeton Üniversitesi araştırmacıları, Galapagos ispinozlarının moleküler seviyede sınıflandırmasının yapılamayacağını, hepsinin benzer moleküler yapıya sahip olduğunu belirtmişlerdir9.

Life Sciences Ansiklopedisi de aynı konuyu şöyle dile getirir:

"Darwin ispinoz türleri arasında kesin bir genetik engel olduğuna dair hiçbir delil yoktur10."

Sonuç olarak, Galapagos ispinozları gerçekte tek bir türün alt türleridir. Darwin'in ve taraftarlarının Galapagos Adaları'nda gördüğü ve "evrim" olarak ileriye sürdükleri konu, gerçekte varyasyon, ya da kombinasyon sonucu teşekkül etmiş yapılardır. Söz konusu farklı görünümlere sahip ispinozlar, tek bir türün içindeki çeşitlilikler, ya da diğer bir ifadeyle varyasyonlardır. Böyle varyasyonlarla yeni bir türün ortaya çıkması söz konusu değildir.

Bir türe ait varyasyonların tabiî seleksiyonla seçilmesine evrimci biyologlar "mikro evrim" adını verirler. Varyasyonlar evrime delil teşkil etmez. Çünkü varyasyon, var olan genetik bilginin farklı eşleşmelerle ortaya çıkmasıdır. Varyasyon genetik bilgiye yeni bir özellik kazandırmaz.

Galapagos ispinozları binlerce sene farklı eşleşmeler ile çiftleşseler veya değişik iklim ortamlarına maruz kalsalar, sadece ortaya yeni varyasyonlar çıkacak, fakat bunlar yine ispinoz olarak kalacaklardır.

Kısaca söylemek gerekirse, Galapagos ispinozları hikâyesi, bilimsel bir sonuç değil, bilim kisvesi altında sunulmuş, ateizme dayalı ideolojik bir düşünce tarzıdır.

1 Timothy A. Mousseau, Alexander E. Olvido, “Geographical Variation”, Encyclopedia of Life Sciences,2000, ğ.els.net.

2 Peter R. Grant, “Natural Selection and Darwin’s Finches”, Scientific American, Ekim 1991, s. 82-87.

3 Peter R. Grant, B. Rosemary Grant, “Speciation and Hybridization in Island Birds”, Philosophical Transactions of the Royal Society of London B 351, 1996, s. 765-772; Peter R. Grant, B. Rosemary Grant, “Speciation and Hybridization of Birds on Islands”, s. 142-162 in Peter R. Grant (editor),Evolution on Islands, Oxford University Press, Oxford, 1998.

4 Peter R. Grant, B. Rosemary Grant, “Speciation and Hybridization in Island Birds”, Philosophical Transactions of the Royal Society of London B 351, 1996, s. 765-772; Peter R. Grant, B. Rosemary Grant, “Speciation and Hybridization of Birds on Islands”, s. 142-162 in Peter R. Grant (editor),Evolution on Islands, Oxford University Press, Oxford, 1998.

5 Peter R. Grant, “Natural Selection and Darwin’s Finches”, Scientific American, Ekim 1991, s. 82-87.

6 Gailon Totheroh, “Evolution Outdated”, 2001, http://ğ.discovery.org/viewDB/index.php3?prog ram=CRSCstories&command=view&id=596.

7 Gailon Totheroh, “Evolution Outdated”, 2001, http://ğ.discovery.org/viewDB/index.php3?prog ram=CRSCstories&command=view&id=596.

8 James L. Patton, “Genetical processes in the Galapagos”, Biological Journal of the Linnean Society, vol. 21, 1984, s. 91-111; Nancy Jo, “Karyotypic Analysis of Darwin’s Finches”, s. 201-217, R.I Bowman, M. Berson, A.E. Leviton (editors), Patterns of Evolution in Galapagos Organisms, CA: Pacific Division, AAAS, San Francisco, 1983.

9 A. Sato, C. O’hUigin, F. Figueroa, P.R. Grant, B.R. Grant, H. Tichy, J. Klein, “Phylogeny of Darwin’s finches as revealed by mtDNA sequences”, Proceedings of the National Academy of Sciences, vol. 96, Issue 9, 27 Nisan 1999, s. 5101-5106.

10 Michaela Hau, Martin Wikelski, “Darwin’s Finches”, Encyclopedia of Life Sciences, 2000, ğ.els.net.

Sorularla İslamiyet

3 Ocak 2020 Cuma

AZAP


Allah’ı tanımayan veya emirlerine karşı gelenlere dünyada ve âhirette verilen ilâhî ceza.


Arapça’da azâb “terketmek, vazgeçmek, vazgeçirmek” gibi mânalara gelen azb kökünden isim olup “işkence, eziyet ve elem” anlamında kullanılır. Elem ve ıstırapların bir kısmı beden, bir kısmı da ruh üzerinde etkili olduğuna göre azap hem maddî hem de mânevî bir elem ve ceza niteliği taşır.

Kur’an ve Hadiste Azap. Kur’an’da türevleriyle birlikte 490 defa geçen azap, genellikle ilâhî emirlere karşı gelenlere verilen cezanın adı olarak kullanılır. Kur’ân-ı Kerîm’de azap mânasında geçen başka kelimeler de vardır. Bunlardan en çok tekrarlananlar nâr, cehennem, ricz, be’s ve ikābdır (Ebü’l-Bekā, s. 191). İlgili âyetlerin incelenmesinden anlaşıldığına göre ilâhî azap dünyada, kabir hayatında ve âhirette olmak üzere üç safhada gerçekleşir. Kâinatın yegâne yaratıcısı, yöneticisi ve dolayısıyla sahibi olan Allah kullarından dilediğine azap etmeye muktedir olmakla birlikte (el-Mâide 5/40; el-Ankebût 29/21) O azabının inkâra ve isyana karşılık olduğunu bildirmiştir (el-A‘râf 7/96; et-Tevbe 9/95; Yûnus 10/8, 70). İlâhî buyrukları tanımayanlara, peygamberlerini alaya alıp yalanlayanlara, kâfirlere, fâsıklara, zulüm ve haksızlık yapanlara, hak dine girdikten sonra dönenlere, işledikleri günahlar sebebiyle bir ceza ve azap olmak üzere çeşitli felâketler gönderilerek dünyada helâk edildikleri muhtelif âyetlerde beyan edilmiştir. Bilhassa Nûh, Hûd, Sâlih, Lût ve Şuayb peygamberlerin inkârcı kavimleri çeşitli şekillerdeki felâketlerle azaba uğratılmış, kimi yerin dibine geçirilerek, kimine gökten taş yağdırılarak (el-Ankebût 29/40), kimi suda boğularak (el-İsrâ 17/103), kimine yağmur felâketi verilerek (el-A‘râf 7/84) bunlar maddî cezaya çarptırılmış; Kur’an’a inanmayan Ehl-i kitap ile münafıklarda olduğu gibi kimine de zillet damgası vurularak kıyamete kadar mânevî azaba mâruz bırakılmıştır. Yine Kur’ân-ı Kerîm kâfirlerin sahip olduğu gelip geçici dünya nimetlerinin aslında kendileri için bir azap olduğunu (et-Tevbe 9/85) haber vermiş, bu şekilde maddî imkânların insan bedenine haz vermesine karşılık ruhu için ıstırap kaynağı olabileceği, mânevî mutluluğun madde ile değil Allah’a bağlanmakla gerçekleşeceği ve Allah yolunda harcanmayan servetin sahibini azaba sürükleyeceği anlatılmak istenmiştir (et-Tevbe 9/35).

İnkârcı ve isyankârların dünyada ilâhî azapla cezalandırılmalarını, pişmanlık duyup girdikleri sapık yoldan dönmelerini ve rablerine yönelmelerini sağlamak gibi gaye ve hikmetlere bağlayan Kur’ân-ı Kerîm (el-En‘âm 6/64; en-Nahl 16/53; es-Secde 32/21), açık bir ifade ile olmasa bile, ölümle başlayıp tekrar dirilişe kadar sürecek olan kabir hayatında da sözü edilen kişiler için azabın devam edeceğine işaret eder, ancak ayrıntılı bilgi vermez (bk. el-Mü’minûn 23/100; el-Mü’min 40/46; Nûh 71/25).

İman edip ilâhî buyruklara uyanların dışında kalan insanlarla cinler, inkârlarının derecesi ve günahlarının büyüklüğüne bağlı olarak asıl azabı âhiret âleminde göreceklerdir (en-Nisâ 4/145; en-Nahl 16/88). Bu azap tekrar dirilişle başlayacak ve cehenneme girişle son şeklini alıp devam edecektir. Yine Kur’an’da belirtildiğine göre peygamber gönderilmeyen topluluklara azap edilmeyecek (el-İsrâ 17/15); buna karşılık Allah’ın huzuruna çıkacaklarına inanmayıp âyetlerini inkâr eden kâfirler, Kur’an’a sırt çeviren yahudiler, hıristiyanlar, münafıklar, müşrikler, peygamberlerin bir kısmına inanıp diğerlerini inkâr edenler şiddetli azaba uğratılacaklar (el-Kehf 18/105-106; en-Nisâ 4/139, 145, 161, 172; el-Mâide 5/72-73; Âl-i İmrân 3/151; el-Ahzâb 33/73); bunların yanında yetimlerin mallarını haksız yere yiyen, mümini kasten öldüren, iffetli kadınlara iftira eden ve Kur’an’da belirtilen sınırları (hudûdullah) aşıp peygamberlerin bildirdiklerine aykırı davranan -büyük günah sahibi- müminler de azaptan kurtulamayacaklardır (en-Nisâ 4/10, 14, 93, 97; el-Mâide 5/94-95; en-Nûr 24/23, 63). Sözü edilen bu zümreler, kısaca kâfirler ve âsi müminler, azaplarını Allah’ın dilediği sürece kalacakları cehennemde çekeceklerdir (Hûd 11/106-107; en-Nebe’ 78/23). Kur’an’daki cehennem tasvirlerinden anlaşıldığına göre fizyolojik ve psikolojik nitelikli olmak üzere iki türlü uygulanacak olan azabın ilki yakıcı ateşler, dondurucu soğuklar, demir topuzlar ve zincirler, ateşten yatak, örtü ve elbiseler, kaynar sular, zakkumdan ve dikenli ağaçlardan yiyecekler, katranlar, dar hücreler gibi vasıtalarla gerçekleştirilecek (en-Nisâ 4/55; İbrâhîm 14/1617, 49; el-Kehf 18/29; el-Hac 22/19-21; el-Furkān 25/13; es-Sâffât 37/62; el-Mü’min 40/71-72; el-İnsân 76/4, 13); azabın ruhlara en şiddetli ıstırabı verecek olan ikinci türü ise bu azaba müstahak olanların Allah’ı görmekten ve O’nunla konuşmaktan mahrum bırakılarak ilâhî lânete uğratılmaları şeklinde vuku bulacaktır (el-Bakara 2/161-162; Âl-i İmrân 3/77).

2 Ocak 2020 Perşembe

KÜÇÜK NOTLARIM (36) : İLİM ÖĞRENMEK


-Kişi kendini düzeltmeye niyetinden ve ihlasından başlayacak sonra sünnete yapışacak sonra ilim gelir çünkü insan ilimle yükselir veya ilimle düşer,

-İlim Kalpte takvayı oluşturan şeydir,

-Ashap r.anhum en çok fıkıh ilmi üzerine durmuştur, fıkıh hayatı anlamaktır,

-Allah cc hayır dilediği kulunu fikıhla uğraştırır,

-En büyük musibet cahilliktir,

-İlim bizi Allah'a cc yaklaştıran şeydir,

-Bildiğin seni takvaya götürmüyorsa cahilsin,

-Kim ilim öğrenmiyorsa, hiçbir adımı, azmi yok gayesi yoktur. Allah cc onu önemsemiyor demektir, salınmıştır.

-İlim öğrenilmekledir (öğretilmekle değildir). Yani kişinin kendi azmi ve öğrenmesi iledir. 


O zaman şöyle dua edelim: Rabbim! ruhumu ilim öğrenirken al ( yani öğretirken değil) 

-Fıkıhtan az şey bilmek ibadetten daha hayırlıdır,

-İlim öğrenirken ölen kimse şehit olur,


-Kişinin öğrendiği ilmi bir konu, onun için 1000 rekattan daha hayırlıdır,

Allah’ın kitabından bir ayet öğrenmek senin için 100 rekat nafile namaz kılmandan daha hayırlıdır,


-Amel edilsin veya edilmesin gidip yeni bir konuyu öğrenmen ise senin için 1000 rekat nafile namaz kılmandan daha hayırlıdır.

İmam Hafız El-Münziri'ni Hadislerle İslam Tergib ve Terhib kitabının -İlim Kitabı- Bölümü 1-23. Hadisler arası notlar.

1 Ocak 2020 Çarşamba

Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellemin ibadet hayatı


Her konuda olduğu gibi ibadetler konusunda da ümmetine örnek olan Hz. Peygamber (asm), ibadetlerde kulluk bilincinin diri tutulmasına önem vermiş; imanın anlam ve lezzetinin, ancak ibadet ve güzel davranışlarla desteklendiğinde yakalanabileceğini belirtmiştir . Zira sosyal hayattaki bilinçli duyarlılık, Allah’a karşı sorumluluk bilinci diye de ifade edebileceğimiz takva hali böyle oluşur. Sürekli Yüce Allâh'a ibadetle meşgul olan Hz. Peygamber (asm), ibadetlerine devam etmiş, ömrü boyunca hiçbir ibadetini bırakmamış;

"En hayırlı ibadet, az da olsa, devamlı olandır." buyurmuştur.

Hz. Peygamber (asm), kendisi ibadetlere son derece düşkün olmasına rağmen, ümmetinin daha fazla ibadet etme gayretiyle de olsa, aşırı gitmesini hoş karşılamamış, bunu helâk sebebi saymıştır. Hz. Peygamber (asm)'in ibadet hayatı hakkında bilgi alan üç sahabi, onun geçmiş ve gelecek bütün günahları affedilmesine rağmen böyle ibadet etmesini göz önüne alarak; biri hayatı boyunca uyumadan geceleri namaz kılacağını, ikincisi hayatı boyunca oruç tutacağını, üçüncüsü de evlenmeyeceğini söylemiştir. Bu haber kendisine ulaşınca Hz. Peygamber (asm),

"Sizler böyle böyle söylemişsiniz. Halbuki Allah'a yemin olsun Allah'tan en çok korkanınız ve yasaklarından en ziyade kaçınanınız benim. Fakat buna rağmen, bazen oruç tutar, bazen tutmam; geceleri biraz namaz kılar, biraz da uyurum ve evlenmiş bulunuyorum. İşte bu benim sünnetimdir, kim sünnetimi beğenmezse benden değildir." buyurmuştur.

Hz. Peygamber (asm), ibadetlerde uyguladığı ve ümmetine tavsiye ettiği prensiplerden biri de kolaylık prensibidir. Bu sebeple, O’nun gönlü, hiçbir zaman kişilerin ibadet etme gayretiyle de olsa ağır yükler altına girmesine razı olmamıştır. Öyle ki O, ibadetin veya dini bir hükmün aslının korunması kaydıyla her konuda Müslümanlar için hep kolay olanı tercih etmiştir.

Hz. Peygamber (asm) dinin direği olarak tanımladığı namaza çok düşkün olup, onu gözünün nuru olarak nitelendirmiştir. Kur’an’ın emrine uyarak namazlarını huşu üzere kılan Hz. Peygamber (asm), namaz kılarken sanki dünyaya veda eder, âhiret alemine dalardı. Zaten asıl olan, ibadetlerin Allâh'ı görüyormuşçasına yapılmasıdır. Nitekim Cibrîl hadisinde ihsanı bu şekilde tanımlamış ve

"Her ne kadar biz Allah’ı görmüyorsak da Allah bizi görür." demiştir.

Farz namazlara ilave olarak değişik zamanlarda nafile namazlar da kılan Hz. Peygamber (asm), gece ibadetine önem vermiştir. Özellikle Ramazan gecelerini ihya etmiş ve ramazanın son on gününü itikâfla geçirmiştir. Okuduğu ayetlerin derin anlamları üzerinde düşünmüş, namazların peşinden sık sık kısa ve özlü dualar yapmış, Yüce Allâh'ı zikrederek, bol bol tövbe ve istiğfarda bulunmuştur. Kur’an okumayı ve başkasının okuduğu Kur’an’ı dinlemeyi çok seven Hz. Peygamber (asm), Ramazan gecelerinde Cebrâil ile buluşarak Kur'an'ı mukabele etmişlerdir.

Oruçla ilgili olarak Hz. Peygamber (asm), iftarda acele edilmesini, sahurda ise imsak vaktine kadar yenilmesini tavsiye emiş; sahur yemeğinde bereket olduğunu söylemiştir. Hz. Peygamber (asm) Ramazan orucunun yanında, yılın belirli dönemlerinde daha yoğun olmak üzere nafile oruçlar tutmuştur. Her ayın ortasına denk gelen günlerde, Pazartesi ve Perşembe günlerinde, Muharrem ayının 9-10 veya 10-1. günlerinde, Şevval ayında altı gün oruç tuttuğu ve ümmetine tavsiye ettiği, Recep ve Şaban aylarında ise daha fazla oruç tuttuğu hadis kaynaklarında yer almaktadır.

Hz. Peygamber (asm), ihtiyacından fazla malını hiçbir zaman elinde tutmamış, komşularına ve ihtiyaç sahibi kimselere göndermiştir. İnsanların en cömerti olan Hz. Peygamber (asm), inananları zekatlarını vermeye ve zekatla da yetinmeyip onun dışında da ihtiyaç sahiplerine mali yardımda bulunmaya davet etmiştir. Zekatların biran evvel yerlerine ulaştırılmasına özen göstermiş, toplanan zekatları mümkün mertebe hiç bekletmeden dağıtmıştır.

Her konuda Müslümanlara örnek olan Hz. Peygamber (asm), hiç şüphesiz ibadet konusunda da en güzel örnektir. Her Müslüman'ın gücü nispetinde onu örnek alarak kendisine bir ibadet programı oluşturması gerekir. Bununla birlikte, ümit ile korku arasında yaşamayı prensip edinmesi gereken Müslüman bireyin, ibadetlerini yetersiz görerek ümitsizliğe düşmesi doğru olmadığı gibi, ibadetlerine güvenmesi de doğru değildir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Müminin günü nasıl olmalıdır? Peygamber Efendimiz'in Bir Günü Nasıldı?