18 Ocak 2017 Çarşamba

Sünnet Işığında Tekfir Meselesi-M. Emin Yıldırım


"Yahudiler 71 fırkaya ayrıldılar. Onlardan ancak birisi cennette, 70’i nardadır. Hıristiyanlar ise 72 fırkaya bölündüler. Onlardan da 71’i narda, birisi cennettedir. Muhammed’in nefsi kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki; şüphesiz benim ümmetim de 73 fırkaya ayrılacaktır. Birisi cennette, 72’si narda olacaktır. Denildi ki; Ey Allah’ın Resulü! Onlar kimlerdir? Cemaattir." buyurdu.

Diğer bir rivayette ise Hz. Peygamber’in cevabı “Benim ve ashabımın bulundukları yol üzere olanlardır.” şeklindedir. (İbn Mâce, Kitabu’l-Fiten, 17; Tirmîzî, Kitâbu’l- İman, 18)

O yol nasıl bir yoldu? “Gecesi gündüz kadar aydınlık bir yoldu!”

Kimsenin bu yolu daraltmaya, karartmaya, eğriltmeye, engebeli bir hale getirmeye hakkı yoktur.

Hiç kimsenin “ben fırka-ı naciyeyim, diğerleri fırka-ı dalle’dir demeye hakkı yoktur. Hak, “ben nasıl fırka-ı naciye’den olurum” derdini kuşanmaktır.

Tarih boyunca bu ana yoldan malumunuz sapanlar oldu. Mutezile, Mürciye, Haricilik, Şia, Cebriye, Kaderiyye, Zahiriye ve daha neler, neler…

Şu an karşılıkları olan dört fırka var, günümüzde şöyle yada böyle taraftarları olan, her meselede olduğu gibi tekfir meselesinde de bir yol benimseyen dört fırka…

Haricilik
Mürciye
Mutezile
Şia


Bu dört fırkanın tekfir meselesine yaklaşımı şöyledir:

1. Harici zihniyeti kabul edenler, tekfir meselesinde oldukça rahat davranırlar ve önlerine geleni, kendi kafalarına uymayanları tekfir etmekten çekinmezler.

2. Mürciye zihniyetini kabul edenler, tekfir meselesini oldukça geniş ele alırlar, onlara göre amelin iman ile hiçbir irtibatı yoktur. Dolayısı ile tekfir kavramı onların hayatlarında yok gibidir.

3. Mutezile zihniyetini kabul edenler tekfir meselesinde garip bir tavır takınırlar. Onlara göre, Müslüman iken büyük günah işleyen kimse tekfir edilemez ama bu kimse mümin de değildir. İki makam arasında bir yerdedir ve bulunduğu mertebe fısk olarak adlandırılır. Tövbe etmeden öldüğü takdirde ebedî olarak cehennemde kalacağına inanılır.

4. Şia zihniyetini kabul edenler, kurgusal bir tarih üzerinden başta Sahabe’yi, arkasından Tabiin neslini, onun arkasından onları sevenleri tekfir ederler, Ehli Beyt meselesini siyasallaştırarak, ümmetin büyük bir kısmını töhmet altında bırakırlar.

Bu konuya 6 ana başlıkta işleyelim:

1. Kur’an-ı Kerim’de Tekfir Meselesi
2. Hadis-i Şeriflerde Tekfir Meselesi
3. Âlimlerimizin İzahlarında Tekfir Meselesi
4. Tekfirin Hangi Şartlarda Caiz Olmadığı Meselesi
5. Tekfirin Hangi Konularda Yapılabileceği Meselesi
6. Ef’âl-i Küfür ve Elfâz-ı Küfür Çerçevesinden Tekfir Meselesi

Tekfir, Sözlükte “örtmek, gizlemek; nankörlük etmek” anlamındaki küfr (küfrân) kökünden türemiş bir kelimedir.

Tekfîr; “küfre nisbet etmek, mümin diye bilinen bir kişi hakkında kâfir hükmü vermek” demektir. Dolayısı ile tekfir, iman üzere iken bu çizgiden sapan için kullanılır. Öncesinde kâfir olan biri için bu kavram söz konusu değildir. Aynı kökten gelen ikfâr da bu mânada kullanılır.

Terim olarak tekfir ne demektir. “Terim olarak Allah’tan vahiy yoluyla gelip Peygamber’in tebliğ ettiği kesinlikle bilinen dinî bir esası inkâr eden kimsenin kâfirliğine hükmetmeyi ifade eder.”(Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Ķur’ân, IX, 383-384; Kādî Abdülcebbâr, el-Muħtaśar, I, 223)

1. Kur’an-ı Kerim’de Tekfir Meselesi

“Sana haram ayı, yani o ayda savaşmayı soruyorlar. De ki: O ayda savaşmak büyük bir günahtır. (İnsanları) Allah yolundan çevirmek, Allah’ı inkâr etmek, Mescid-i Haram’ın ziyaretine mâni olmak ve halkını oradan çıkarmak ise Allah katında daha büyük günahtır. Fitne de adam öldürmekten daha büyük bir günahtır. Onlar eğer güçleri yeterse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler. Sizden kim, dininden döner ve kâfir olarak ölürse, onların yaptıkları işler dünyada da ahirette de boşa gider. Onlar cehennemliktirler ve orada devamlı kalırlar.” (Bakara, 217)

“İnandıktan sonra kâfirliğe sapıp sonra inkârcılıkta daha da ileri gidenlerin tevbeleri asla kabul edilmeyecektir. Ve işte onlar, sapıkların ta kendisidirler.” (Ali İmran, 90)

“Nice yüzlerin ağardığı, nice yüzlerin de karardığı günü (düşünün.) İmdi, yüzleri kararanlara: İnanmanızdan sonra kâfir mi oldunuz? Öyle ise inkâr etmiş olmanız yüzünden tadın azabı! (denilir).” (Ali İmran, 106)

“(Boşuna) özür dilemeyin; çünkü siz iman ettikten sonra tekrar kâfir oldunuz. Sizden (tevbe eden) bir gurubu bağışlasak bile, bir guruba da suçlu olduklarından dolayı azap edeceğiz.” (Tevbe, 66)

“(Ey Muhammed! O sözleri) söylemediklerine dair Allah’a yemin ediyorlar. Hâlbuki o küfür sözünü elbette söylediler ve Müslüman olduktan sonra kâfir oldular. Başaramadıkları bir şeye (Peygambere suikast yapmaya) de yeltendiler. Ve sırf Allah ve Resûlü kendi lütuflarından onları zenginleştirdiği için öç almaya kalkıştılar. Eğer tevbe ederlerse onlar için daha hayırlı olur. Yüz çevirirlerse Allah onları dünyada da, ahirette de elem verici bir azaba çarptıracaktır. Yeryüzünde onların ne dostu ne de yardımcısı vardır.” (Tevbe, 74)

2. Hadis-i Şeriflerde Tekfir Meselesi

“Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğuna şahitlik edinceye, namaz kılıncaya ve zekât verinceye kadar insanlarla savaşmakla emrolundum. Şayet bunu yaparlarsa -İslâm’ın hakkı hariç- kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar, hesaplarını görmek ise Allah’a aittir.” (Buhârî, Îmân, 17; Śalât, 28; Ebû Dâvûd, Cihâd, 95)

“Bizim gibi namaz kılan, kıblemize yönelen ve kestiğimizi yiyen kimse, Allah’ın ve Resûlü’nün teminatını elde etmiş kabul edilir. O halde böylelerini öldürmek (suretiyle) Allah’ın verdiği teminat ve ahdi bozmayınız!”(Buhârî, Salât, 28: Ebû Dâvud, Cihâd, 95)

“İki Müslüman kılıçlarıyla birbirlerinin üzerine yürürlerse, öldüren de, ölen de ateştedir!”

(Bu söz üzerine Resul-i Ekrem’e): “Ey Allah’ın Resûlü! Katili anladık, ama maktul niye ateşte?” diye sorulmuştu.

“Çünkü o da kardeşini öldürme hırsı taşıyordu!” buyurdu. (Buhârî, Diyât: 2, Fiten, 10; Müslim, Fiten, 14; Ebû Davud, Fiten, 5, Nesâî, Tahrim, 29)

“Her Müslüman’ın kanı, malı ve ırzı, diğer Müslüman’a haramdır.” (Müslim, el-Birru ve’s-Sıla,10, Ebû Dâvud, Edeb, 40; Tirmizî, el-Birru ve’s-Sıla, 18)

“Bir adam din kardeşine ‘ey kâfir’ derse, bu söz ikisinden birine döner.” (Buhari, Edeb, 73; Müslim, İman, 111; Tirmizî, İman, 16)

(Yani kâfir dediği Allah katında gerçekten kâfirse, söz kâfire aittir. Ama kâfir denilen Allah indinde mü’minse, söz kâfir diyene döner ve kendisi kâfir olur.)”

Bu hadisten dolayı Ehli Sünnet âlimleri şunu demişlerdir: “Hata ile bir kâfiri Müslüman saymak, bir Müslümanı kâfir görmekten daha evladır.”

Dolayısı ile tekfir meselesi kılı kırk yararcasına yapılması gereken bir meseledir. Ehl-i kıbleyi tekfir etmemeyi bir ilke olarak benimseyen Ehl-i sünnet âlimleri, muhaliflerini sadece hataya nispet edip tekfirden uzak durduklarını ileri sürmüştür. (Şerĥu’l-Aķīdeti’ŧ-Ŧaĥâviyye, s. 299).

Bir insan tekfir edilince ne olur?

Canı, malı o adamın helal olur.
Varsa Nikâhı düşer.
Müşrik olduğu için kestiği yenmez.
Velayet yani dostluk bağı kopar.
Ona Mürtet hükmü uygulanır.

3. Âlimlerimizin İzahlarında Tekfir Meselesi

İmâm Âzam (rh) (v. 150/767) diyor ki: “Bidatçıların kusurlarından biri de, birbirlerine kâfir demeleridir. Ehl-i Sünnetin en güzel tarafı da, hata edince birbirlerini tekfir etmemeleridir.” (Fıkhu’l-Ekber, Aliyyu’l-Kari Şerhi, s. 429)

İmâm Şâfiî (rh) (v. 204/819) der ki: “Ben Ehl-i hevâ ve bidatten hiç bir şahsın şehadetini reddetmem.”

İmâm Gazzâlî (rh) (v. 505/1111): “Tevil hususunda hataya düşmenin, tekfiri gerektirdiği hakkında bizce hiçbir nass sabit olmamıştır. Bu sebeple böyle bir iddiada bulunanların, delil getirmeleri gerekir. Lâ ilâhe illallâh demekle, kesin olarak can ve malın korunmasının sağlanacağı hakkında naslar sabit olmuştur.”

İbn Teymiyye (v. 728/1328): “Hiçbir Müslüman’ı, işlemiş olduğu bir fiil veya ehl-i Kıblenin hakkında münakaşa ettiği meseleler gibi, herhangi bir meselede, düşmüş olduğu hata yüzünden tekfir etmek câiz değildir. Selef’in birçok meseleyi tartışmasına rağmen, onlardan hiç birisinin, muayyen bir kimseyi ne küfür ve fâsıklıkla, ne de isyanla suçladıklarına şahid olunmamıştır.” (İbn Teymiyye, Mecmûu’l-Fetâvâ, 12/180)

İbn-i Teymiyye der ki:

“Tekfir şer‘î bir hükümdür ve ancak şer’î delillerle sabit olur…”(İbn-i Teymiyye, “Mecmuu’l-Fetâvâ”, 17/78)

İmam Tahavi’de buna benzer bir kaide ortaya koyar:

“Kişi ne ile mümin olursa, onu inkâr etmekle ancak kâfir olur.”

Takiyyuddin es-Subkî der ki: “Tekfir şer‘î bir hükümdür. Onun sebebi ise, ya Allah’ın rububiyet ve vahdaniyetini inkâr etmek ya (peygamberlerin) peygamberliğini reddetmek etmek veya şari’nin, küfür olduğuna hükmettiği söz ve fiilerden birini (kabul ederek) işlemektir.” (Ebu’l Hasen Takiyyuddin es-Subkî, “Fetâvâ’s-Subkî”, 2/586)

İbn-i Receb el-Hanbelî (ö. 795/1393) şöyle der:

“Kesin olarak bilinen şeylerden biride şudur: Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem, İslam’a girmeyi isteyerek kendisine gelen kimseden yalnızca şehadeteyni kabul eder ve bu sebeple onun kanını korur, kendisini Müslüman addederdi.” (Câmiu’l-Ulûm ve’l-Hikem, s. 118)

“Kavaid fi’t-Tekfir” adlı eserin müellifi olan Üstat Ebu Basir, şöyle bir kaideye yer vermektedir:

“Sarih İslam’ı ancak sarih küfür bozar.”

İmam Şevkanî “es-Seylü’l Cerrâr” adlı eserinde şöyle der:“Bilinmelidir ki, Müslüman bir şahsiyetin dinden çıktığına ve küfre girdiğine hüküm vermeye kalkışmak -elinde güneşten daha açık bir delil olmadıkça- Allah’a ve ahiret gününe iman eden bir kul için münasip bir şey değildir.” (Şevkanî, “es-Seylü’l Cerrâr ala Hadâiki’l Ezhâr”, 4/578)

İbn-i Hazm der ki: “Şüphesiz ki İslam akdi, hakkında sabit olan bir şahsiyetten bu vasıf, ancak bir nass ya da bir icma ile kalkar. Bu vasfın ondan kalktığına dair ortaya atılan iddia ve iftiralar sebebi ile bu vasıf ondan kalkmaz.” (İbn-i Hazm,” el-Fisal fi’l Mileli ve’n-Nihal”, 3/138)

4. Tekfirin Hangi Şartlarda Caiz Olmadığı Meselesi 


*Açıkça imanını ikrar eden, asla tekfir edilemez.


Allah’tan başka bir ilâh bulunmadığına, Hz. Muhammed’in O’nun elçisi olduğuna ve O’ndan vahiy getirdiğine kesinlik derecesinde inanan bir kimsenin küfre nispet edilebilmesi için onun bu inancını terk etmesi veya ona aykırı inançları benimsemesi gerekir. İster inanca ister davranışa ilişkin olsun zarûrât-ı dîniyye içinde yer alan bir esası inkâr eden kişi dinden çıkar ve kâfir muamelesi görür; bütün İslâm âlimleri bu hususta ittifak etmiştir (Bağdâdî, s. 9; İbn Hazm, III, 246, 266-267; Gazzâlî, Fayśalü’t-tefriķa, s. 63, 86-87; İbnü’l-Vezîr, s. 375-377). Mürcie’ye bağlı bazı kimselerin Allah’a inanan bir kimsenin tekfir edilemeyeceği yolundaki görüşü ilmî dayanaktan yoksun bulunmuştur (İbn Asâkir, s. 151).

*Ehl-i kıble olan asla tekfir edilemez.

Zira ehl-i kıblenin dinden sayıldığı kesinlikle bilinen bütün ilkelere inandığı kabul edilir. Ehli kıble deyince şunu da anlamayalım, yani namaz kılan demek değil, namaz için Kabe’yi kıble olarak kabul eden demektir.

(İbn Asâkir, s. 408-409; Ali el-Kārî, s. 162; Keşmîrî, s. 16-17).

*Âlimler arasındaki ihtilaflı meseleler tekfire konu teşkil etmez.

Çünkü âlimlerin bir meselede farklı görüşler ortaya koyması onun İslâm dinine ait kesin bir ilke durumunda bulunmadığı anlamına gelir.

*İlzâmî yani dolaylı yöntemlerle asla insanlar tekfir edilemez.


Zira kişinin, benimsediğini açıkça belirtmediği halde bazı münasebetlerle beyan ettiği görüşlerinden hareketle üretilen düşünceler o kişiye değil onları üretene aittir (İbn Hazm, III, 294; Kādî İyâz, II, 1084-1085).

*Zanna dayanarak asla tekfir edilemez.

Tekfir şartlarını belirlemekle yetinip insanları tekfir etmekten kaçınmak gerekir. Çünkü kişiyi tekfir edebilmek için onun kalbindeki inancı bilme zarureti vardır. Bu sebeple âlimler bir kâfiri müslüman kabul etme hususundaki yanılmayı bir müslümanı kâfir kabul etmekteki yanılgıdan daha hafif bulmuştur (Gazzâlî, el-İķtiśâd, s. 251). 100 ihtimalden 99’u kişinin kâfirliğine, biri de Müslümanlığına imkân tanıyorsa onun müslüman olduğuna hükmedilmelidir (İbn Nüceym, V, 210; Ali el-Kārî, s.162).

*Cehaleten bazı yanlış inançları benimseyen asla tekfir edilemez.

Bilmeden bazı yanlış inançları benimseyen kimse tekfir edilemez, zirabilgisizlik mazeret kabul edilmiştir. Bundan dolayı Müslümanın öncelikle insanı küfre düşüren inanç ve davranışları öğrenmesi dinî bir görev sayılmıştır. (İbn Kayyim el-Cevziyye, I, 367).

Diyelim ki fiilerinde yada sözlerinde küfür olan insanlar, eğer cehaleten/bilgisizlikle bunu yapıyorlarsa, “bu fiil veya bu söz küfürdür, ama sahibi kafir değildir” denir.

5. Tekfirin Hangi Konularda Yapılabileceği Meselesi 

*Allah’ın varlığını, birliğini veya sıfatlarını inkâr eden tekfir edilir.


Kelâmcıların Allah hakkında tekfire konu teşkil ettiğinde birleştikleri inançlar şöylece sıralanabilir: Allah’a ortak koşmak, O’ndan başkasına tapmak veya dua etmek, Allah’tan başka bir varlık üzerine onu yaratılmışların üstünde bir konumda görerek yemin etmek, Allah’a acz, eksiklik, ihtiyaç, zulüm, hikmetsizlik, ihanet ve yalan nisbet etmek, O’nun gaybı bilmediğini söylemek, Allah’ın yaratıklarına hulûl edip onlarla birleştiği görüşünü benimsemek ve O’nu yaratıklarına benzetmek, Allah’ın evrendeki varlık ve olayları ilmi ve iradesiyle takdir ettiğine inanmamak. (Eş‘arî, II, 447; Kādî Abdülcebbâr, Fažlü’l-itizâl, s. 151-152).

*Nübüvvet meselesini inkâr eden, peygamberlere iman etmeyen tekfir edilir.

Allah’ın, emirlerini tebliğ etmek üzere ilk olarak Hz. Âdem’i, son olarak Hz. Muhammed’i ve bu ikisi arasında sayıları bilinmeyen pek çok kişiyi peygamber seçip gönderdiğine inanmamak, nübüvveti kesinlikle sabit olan peygamberlerden bir kısmına inanırken diğerlerini benimsememek, onların ilâhî emirleri tebliğ ederken yalan söylediklerini veya peygamberlikleri sırasında kasten günah işlediklerini ileri sürmek, peygamberlerin yolundan gitmeye rıza göstermemek âlimler tarafından ittifakla tekfir edilmeyi gerektiren davranışlar arasında zikredilmiştir.

Hz. Muhammed’le ilgili tekfir konuları da şunlardır: Onun getirdiği kesinlikle bilinen vahiyleri inkâr etmek, nübüvvetin onunla nihayete ermediğini, kendisinden sonra peygamber geldiğini veya geleceğini ileri sürmek, ona ulûhiyyet atfetmek, isrâya ve aynı mânada kullanılan mi‘raca inanmamak, insanların en faziletlisi olduğunu kabul etmemek (Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevĥîd, s. 293; Bağdâdî, s. 223; İbn Hazm, IV, 52-53; Gazzâlî, Fayśalü’t-tefriķa, s. 45-47; Nesefî, I, 296).

*Ahirete, kıyamete, cennet ve cehenneme iman etmeyen tekfir edilir.

Kıyametin vuku bulacağını, insanların diriltilerek dünyadaki inançlarıyla yaptıkları amellerden hesaba çekileceğini, bunun ardından cennete veya cehenneme konulacağını inkâr etmek ve bu inanca tamamen ters düşen tenâsühe inanmak ittifak edilen tekfir konularındandır (İbn Hazm, IV, 137; V, 65, 85; İbn Nüceym, V, 206; Ali el-Kārî, s. 195).

*Kur’an-ı Kerim tamamını veya bir kısmını inkâr eden tekfir edilir.

Kur’an’ın tamamını veya bir kısmını inkâr etmek, onu Allah’ın kelâmı ve peygamberine verdiği mûcizesi diye kabul etmemek, benzerinin oluşturulabileceğini ileri sürmek, içerdiği gayb haberlerinin yanı sıra va‘d ve vaîdlerine inanmamak, muhtevasını kusurlu bulmak, âyetlerini kasten değiştirmek yine âlimlerin tekfire yol açtığını söyledikleri hususlardandır. (İbn Hazm, III, 13-14, 296; V, 63-64, 80, 93; Kādî İyâz, II, 1076-1077).

Selefiyye’nin Kur’an’ın mahlûk olduğunu, Mu‘tezile’nin ise mahlûk olmadığını savunanları tekfir etmesi ise isabetsiz bulunmuştur (İbn Kuteybe, s. 46-47; Eş‘arî, II, 602; İbnü’l-Vezîr, s. 118-119).

*Mütavatir hadisleri veya fiili tevatür ile sabit olan sünnetleri inkâr eden tekfir edilir.

Az sayıdaki mütevâtir hadisi ve fiilî tevâtürle sabit olan sünnetleri reddetmenin kişiyi tekfire sevkettiği konusunda âlimler ittifak etmiştir. (İbnü’l-Vezîr, s. 387). Çünkü Hz. Peygamber’in sünneti onun İslâm anlayışını ve müslüman hayat tarzını temsil eder. Abdullah b. Mes‘ûd sünneti terketmenin küfre yol açtığını söylemiş, ancak bunun tamamıyla sünnetten yüz çevirmek anlamına geldiği kabul edilmiştir. (Dârimî, “Śalât”, 46; Ressî, I, 127; Behnesâvî, s. 198). Bundan hareketle âlimlerin çoğunluğu bir problem taşımayan meşhur hadisleri reddedenleri de tekfir etmiştir.

Âhâd hadislerin sübûtu zannî olduğundan bunları reddeden kimse tekfir edilmez. Selefiyye mensupları sahih âhâd hadisleri inkâr edenlerin tekfir edileceğine hükmetmişse de çoğunluk bunu isabetli görmemiştir. (Ali el-Kārî, s. 166, 196; Keşmîrî, s. 67-68).

*Dinden olduğu kesinlikle bilinen inanç ve amelleri inkâr edenler tekfir edilir.


Dinden olduğu kesinlikle bilinen inanç ve amelleri inkâr edenlerin tekfir edileceği yolunda fikir birliği vardır. Beş vakit namazla onun kılınış şekli ve haccın edası bunun örneklerindendir.

*İslam’ın değerleri ile alay eden, onlara hakaret eden tekfir edilir.


İslâm diniyle alay etmek. Allah ile peygamberlerle, Hz. Muhammed’le ve onun sünnetiyle diğer peygamberlerin sünnetleri, ilâhî kitaplar, melekler, âhiret, ibadetler gibi İslâm’ın temel hükümlerinden biriyle alay etmenin, hakarette bulunmanın veya bunlardan birini hafife almanın tekfir sebebi teşkil ettiği hususunda âlimler ittifak halindedir.

Tebük Seferi esnasında Müslümanların Bizanslılar’la savaşmasını alay konusu haline getiren münafıkların özür beyan etmelerine rağmen kâfirliklerine hükmedilmesi (et-Tevbe 9/66) bu meseleye ilişkin bir delil kabul edilmiştir (İbn Hazm, III, 299; İbn Fûrek, s. 151; Kādî İyâz, II, 934, 975, 1101)

*Haramları helâl, helâlleri haram sayan tekfir edilir.

Yapılması kesinlikle haram olan fiilleri helâl kabul etmenin veya yapılması helâl olan bir fiili haram saymanın tekfir konusu teşkil ettiğine dair âlimler arasında ittifak vardır. Çünkü bir şeyin helâl, haram veya farz kılınması Allah’a ait bir hükümdür ve imanın esası buna boyun eğmekten ibarettir. Ancak farz, haram veya mubah oluşu kesin delile dayanmayan fiiller bu kapsama girmez.

*Kâfirlere mahsus olan fiilleri bilinçli olarak işleyen tekfir edilir.


Güneş, ay, yıldızlar, ateş, insan, hayvan gibi nesnelere veya puta tapmak, gayri müslimlere mahsus ibadetleri icra etmek, onlara ait dinî kıyafetleri giymek, kendilerine kâfir demekten kaçınmak, Allah’ın azabından emin olmak veya rahmetinden ümit kesmek küfür alâmetleri şeklinde değerlendirilmiştir. Dinî bir alâmet saymamak şartıyla gayri müslimlerce kullanılan elbiseleri giymeyi tekfir konusu yapanlar varsa da bunun yanlışlığı açıktır. (Ebû Hanîfe, el-Âlim ve’l-müteallim, s. 24; Kādî İyâz, II, 1072-1073, 1080).

*İmanla bağdaşmayan kelimeleri bilinçli bir şekilde söyleyen tekfir edilir.

Bir Müslümanın imanla bağdaşmayan küfür kelimelerini (elfâz-ı küfür) bilerek ve benimseyerek söylemesi başlıca tekfir konularından biri kabul edilmiştir.

Küfür kelimelerinin hangi sözlerden ibaret olduğu hususu tartışmalı ve sübjektif unsurlar içermekle birlikte bu konuda Kur’an’da ve sahih sünnette belirlenen küfür lafızlarını esas almak gerekir; bunlar da dinden sayıldığı kesinlikle bilinen inanç ve davranışları iptal eden sözlerdir. (Mâtürîdî, Tevîlâtü’l-Ķurân, III, 203; V, 334; İbn Teymiyye, s. 524, 554)

*Sahabe’ye saygısızca bir tavır takınan ve onları küfürle itham eden tekfir edilir.

Ashap hakkında saygısız ifadeler kullanmak ve onları küfre nisbet etmek Sünnîler’e göre tekfir konusudur. Çünkü Kur’an ve Sünnet’i sonraki nesillere intikal ettiren ashabı tekfir etmek, İslâm dininin ana kaynaklarına güvenmeyi ortadan kaldıracağı gibi Allah’ın ashaptan razı olduğu gerçeğiyle de (et-Tevbe 9/100; el-Feth 48/18) bağdaşmaz (geniş bilgi için bk. Topaloğlu, s. 78-84).

*Bilinçli bir şekilde Allah’ın hükümlerini terk edip, başka hükümlere rıza gösteren tekfir edilir.

“Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir” meâlindeki âyet (el-Mâide 5/44) etrafında meydana gelmiştir. Başta İbn Abbas olmak üzere ashap çoğunluğunun görüşünü dikkate alan âlimler, bu âyetin yahudiler veya bütün Ehl-i kitap hakkında indiğini, müslümanlara teşmil edilse bile ilâhî hükümleri devlet yönetiminde uygulamayanların tekfirini değil, sadece günah işledikleri sonucunu yansıttığını kabul etmiştir.

Ancak dinî hükümlerin uygulanmaması, dünyada ilâhî hidayeti reddedip müslümanca bir hayat tarzına karşı çıkılması şeklinde anlaşılırsa bunun tekfiri gerektirdiğinde şüphe yoktur. Müslümanca bir hayat sürmenin mümkün olmadığı yerlerde -ibadetler gibi sırf dinî hükümler dışında- çoğunluğu âlimlerin ictihadına bırakılan dünyevî hükümleri uygulama yükümlülüğü yoktur, bu durumda suçlara verilen cezalar ictihad konusu haline gelir. Hanefî müctehidlerinin fâsid akidleri ve bazı âlimlerin faize dayalı alışverişi câiz görmesi bunun örnekleri arasında sayılır (İbn Kayyim el-Cevziyye, I, 364-365; Reşîd Rızâ, VI, 399-409). Esasen müeyyideye dayalı insanlar arası münasebetlerle ilgili ilâhî hükümlerin çok az olmasının sebebi siyaset, ekonomi, hukuk gibi dünyevî ilimlerin gelişmeye açık bulunması, bunların zamana ve mekâna göre değişiklik göstermesinden ötürüdür. İslâm’ın son ve mükemmel din vasfı taşıması da bunu gerektirmiş, işlenen suçlar için belirlenen bazı cezalar hafifletilmiş, bu da ilâhî rahmet olarak nitelendirilmiştir (el-Bakara 2/178).

6. Ef’âl-i Küfür ve Elfâz-ı Küfür Çerçevesinden Tekfir Meselesi

Ef’âl-i Küfür, Küfür fiileri ve Elfâz-ı Küfür, Küfür Sözleridir. Bunları yapan ve söyleyen tekfiri hak eder. Burada söylenenler bilinçli bir şekilde yapılıyorsa sahibi tekfir edilir, eğer bilinçsizse ef’âl veya elfâz tekfir edilir, sahibi ise tekfir edilmez. Yani yaptığın ve söylediğin küfürdür, kendine çeki düzen ver diye uyarılır.

En bariz Ef’âl-i Küfür hangileridir?

1- Allah-u Teâlâ’dan başkasına secde etmek
2- Allah-u Teâlâ’dan başkasına, mesela bir puta ya da salih bir veliye, onu ta‘zim etmek gayesiyle onun adına kurban kesmek
3- Mushaf’ı ya da Allah’ın zikrini ihtiva eden şeyleri bilerek ve kasten pis yerlere atmak
4- Allah’ın indirdiklerinden başkasıyla (beşeri kanunlarla) hüküm vermek ve bu hükme rıza göstermek.
5- Şeriatı iptal edecek, beşeri yasalar çıkarmak ve bunlara razı olmak.
6- Kâfirleri dost edinmek, onlara velayet çerçevesinde yardım etmek
7- Sihir yapmak, zararlarından emin olma dışında öğrenmek veya öğretmek
8- Mezar ve salih kimselerin kabirlerini tazim etmek gayesiyle tavaf edip, etraflarını dolaşmak ve bizzat kabirlerden bir şeyler istemek.
9- Bilerek, kasten ve isteyerek -haç ve benzeri- küfür ehlinin şiarlarından olan her hangi bir şeyi takmak
10- Ayin ve benzeri ibadetlerinde küfür ehline kasten, bilerek ve isteyerek katılmak
11- Fesat çıkarmak kastı ve benzeri maksatlarla İslâm mescitlerini yıkmak
12- Gönül rızası ile Yahudilerin havraları, Hıristiyanların kiliseleri gibi müşriklere mabetler inşa etmek.
13- Kasten abdestsiz olarak namaz kılmak ve bunu insanlara söylemek.

En bariz Elfaz-ı Küfür hangileridir?

Bir mü’mini küfre düşüren sözler dörde ayrılır. 

Bunlar: İstihzâ, istihfaf, istihkar ve istinkârdır.

İstihzâ, dinin esaslarından birini alaya almak

İstihfâf, inanılması gereken ve zarûrât-ı diniyye denilen prensipleri küçümsemek, hafife almak

İstihkar, dinle ilgili temel esasları ve dinin mukaddes saydıklarına hakaret etmek, çirkin sözler söyleyip sövmek

İstinkâr ise bir İslâmî hükmü açıkça inkâr etmek veya dince mukaddes olan şeylere inanmayıp küfretmektir.

En bariz Elfaz-ı Küfür hangileridir?

1- Allah’u Teâlâ’ya, İslâm dinine, meleklere ya da onlardan birisine sövmek, hakaretvari konuşmak

2- Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’e ya da peygamberlerden birisine hakaret etmek

3- Allah ile melekleriyle yahut Resûller ile ya da din ile alay edip eğlenmek

4- “Ben Allah’tan korkmuyorum yahut Allah’ı sevmiyorum” demek

5- “Bazı insanların kâinatın tümünde ya da bir kısmında tasarruf etme imkânları vardır” demek ve buna inanmak

6- “Yahudilik ya da Hıristiyanlık İslâm dininden hayırlıdır ya da ona eşittir ya da Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem’in peygamber olarak gönderilmesinden sonra onlara göre amel etmek de caizdir” demek

7- Allah’tan başkasına dua etmek ve hastaya şifa vermek, gaib olanı geri çevirmek, ihtiyaçları görüp karşılamak gibi ancak Allah’ın yapabileceği bir şeyi insanlardan istemek

8- “Zina, içki, faiz helâldir” demek ve buna benzer sözler söylemek yahut ta Müslümanların İcmâ’ ile haram olduğunu kabul ettikleri bir şey için helâldir demek

9- “Keşke Müslüman olmasaydım yahut ben Yahudi’yim ya da Hıristiyan’ım” sözlerini kasten ve kendi isteği ile söylemek

10- “İslam’ın hakikatleri günümüze çağımıza uygun değildir” demek.

Bir de günümüzde artık dillerimizin alıştığı, çok rahat kullandığımız bazı tehlikeli kelimeler var, onlara da burada dikkat çekmek gerekecek. Nedir bunlar?

Allah gelse seni benim elimden alamaz!

Burası Allah’ın unuttuğu yer!

Burada Allah yok!

Allahlık adam! Allahlık kadın!

Allah baba!

Allah çarpsın! Kur’an çarpsın! Ekmek Çarpsın!

Dinim, imanım gevredi!

M. Emin Yıldırım


15 Ocak 2017 Pazar

Şeriatla hükmetmeyen kâfir olur mu?- Hayrettin Karaman


...Allah'ın emir ve yasaklarını çiğneyenlerin durumu bu bağlamda üç açıdan değerlendirilmiştir: Birincisi (44. âyet), Allah'ın indirdiğini inkâr ettikleri veya hafife aldıkları için onunla hükmetmeyenler olup bunlar kâfirlerdir. İkincisi (45. âyet), Allah'ın indirdiğine inandığı halde onunla hükmetmeyenler zalimlerdir. Üçüncüsü (47. âyet), Allah'ın indirdiği ile hükmetmemek, O'nun emrinden çıkmak mânasına geldiği için onunla hükmetmeyenler fâsıklardır.

Şu halde şeriatı uygulamayanlar onu inkâr ederler ve önemsiz sayarlarsa dinden çıkıyorlar, inkar ve hafife alma sözkonusu olmaksızın şeriatı uygulamayarak günah işleyenler ise zalim ve fasık oluyorlar, ama kâfir olmuyorlar.

İmam Mâtürîdî bu âyetlerin tefsirinde özetle şöyle diyor:

“Uygulamayanların kâfir olduklarını” ifade eden âyet Allah'ın indirdiği hükümleri inkar eden ve bunları hak olarak görmeyen kimselerle ilgilidir. Bunlar aynı zamanda zalim ve fasıktırlar. Bu manada âyetlerin tamamı kâfirlerle ilgilidir....


Kurtubî:

Allah'ın gönderdiği hükümleri uygulamayanların kâfir, zalim ve fâsık olduklarını ifade eden ayetlerin üçü de kâfirlerle ilgilidir ve bu husus sahih hadisin açıklamasıyla malum olmuştur. Müslümanlara gelince bunlar, -âyetleri uygulamadıkları için- büyük günah işlemiş olsalar bile kâfir olmazlar...

Sonuç:

Şeriata iman ettikleri halde çeşitli sebeplerle onu uygulamayanlar kâfir olmadıkları gibi bunların yaşadığı ülke de küfür ve harb ülkesi değildir.

Yazının tamamı için:

11 Ocak 2017 Çarşamba

Bütün Dertlerin Dermanı Ahirete İman- M.Emin Yıldırım


Allah’ın (cc) kelamı olan Kur’an-ı Kerim her yönü ile mucizedir.

Kur’an-ı Kerim’de inanılmaz derecede matematiksel mucizeler vardır.

Hira’da başlayan o kutlu süreç Arafat’ta nihayete erdi. Alak Sûresi’nin ilk 5 ayeti ile başlayan o süreç, Maide Sûresi’nin 3. ayeti ile tamamlandı. Meseleye sûre olarak bakarsak, Fatiha Sûresi ile başladı, Nasr Sûresi ile nihayete erdi.

Kur’an-ı Kerim’de yevm yani gün kelimesi tam 365 defa geçmektedir. Miladi bir sene 365 günden oluşur, Kur’an’da gün kelimesi tam bu kadar kullanır.

Günün çoğulu yani eyyam/günler kelimesi tam 30 defa geçer. Bir ayın 30 gün olduğuna işaret edercesine bir güzel tevafuk ortaya koyar.

Kur’an-ı Kerim, Kıyamet gününü, iki ayrı ifade ile kullanır. Bunlardan bir tanesi; “Yevme izin / yani o gün” diğeri ise “Yevmü’l-Kıyame/Kıyamet günü” bu iki ifade, eşit olarak Kur’an’da tam 70 kez kullanılır.

Bal arısından bahseden süre, Nahl Sûresi, tertipte 16. sûre, erkek balarısının kromozom sayısı 16’dır. Ne güzel bir tevafuk, dişi bal arısının ise tam iki katı yani 32’dir.

Melek ve Şeytan Kur’an’ın içinde eşit bir şekilde 88’er defa geçer.

Ümit ve korku/Rağben ve Reheben eşit bir şekilde 8’er defa geçer.

Sıcak ve soğuk/har ve berd eşit bir şekilde 4’er defa geçer.

Ağaç ve bitki/şecere ve nebat eşit bir şekilde 26’şar defa geçer.

Kur’an-ı Kerim, “Allah katında İsa’nın durumu, Âdem’in durumu gibidir.” der. Bu iki peygamberi birbirleri ile kıyaslayan Kur’an, ikisinin adını eşit sayıda kullanır. Kur’an içerisinde bu iki büyük peygamber 25’şer kez geçer.

Kur’an dünya ve ahiret kelimelerini eşit bir şekilde tam 115 kez kullanır.

Ayet ve Hadislerde Dünya-Ahiret Mukayesesi:

Dünya Darü’l-Cefa, Ahiret Darü’s-Sefa’dır.
Dünya Darü’l-İslam, Ahiret Darü’l-İhsan’dır.
Dünya Darü’l-Harp, Ahiret Darü’l-Ğanime’dir.
Dünya Daru’s-Sabr, Ahiret Darü’s-Selam’dır.
Dünya Darü’l-Metâ, Ahiret Darü’l-Karar’dır.
Dünya Darü’l-Fasikîn, Ahiret Darü’l-Muttakîn’dir.
Dünya Darü’s-Sefer, Ahiret Darü’l-Mukamet’tir.
Dünya Darü’l-İmtihan, Ahiret Darü’l-Mükâfat’tır.

Ahirete iman, bütün dertlerin dermanıdır.

“Her kim dertleri tek bir dert yaparsa Allah-u Teâlâ onun, dünya ve ahiret işlerinden dert ettiği her şeye kâfi gelir. Her kim de dertlerini çoğaltırsa Allah-u Teâlâ onun, dünya vadilerinden hangi vadide helak olduğuna aldırmaz.” (Beyhakî, Şu’abu’l-İman, c. 7, s. 289)

Derdi dünya olanın, dünya kadar derdi olur.
Derdi ahiret olanın, ahiret kadar himmeti olur.

Ölümlü Hayat’ta yaşıyoruz, menzilimiz Öteki Hayat…

3 Büyük Derdimiz var:

Dünyevileşme
Değersizleşme
Duyarsızlaşma

3 Derde 3 Derman:

Uhrevileşme
Ulvileşme
Umranlaşma

Allah’ın (cc) yardımı, mazlumun kıvamına bağlıdır.

Dünyevileşme derdinin dermanı Uhrevileşmedir; yani ahiret öncelikli yaşamadır.
Değersizleşme derdinin dermanı Ulvileşmedir; yani yüce olanlara gönül vermedir.
Duyarsızlaşma derdinin dermanı Umranlaşmadır; yani imarın yaygınlaştırılması, yani medeniyet inşasının sevda haline getirilmesidir.

“Hadler, kefarettir.”

“Tahhirnî Ya Resulullah!/ Beni arındır/temizle Ey Allah’ın Resulü!”

“Amr’ın eli kesilip kolundan koparıldığında ben yanındaydım. O kopan koluna şöyle bir baktı ve dedi ki: “Beni senden kurtaran ve temizleyen Rabbime hamd olsun.” (İbn Mâce, Hudûd, 20, 24)

“el-Âr hayrün mine’n-nar/Utanmak ateşten daha hayırlıdır.”

“Gerçekten o öyle bir tövbe etti ki, bu tövbe bir ümmet arasında taksim edilseydi onlara yeterdi.” (Müslim, Hudûd, 22)

O kadın öyle bir tövbe etti ki, o tövbe, bütün Medine vadilerini doldururdu…” (Müslim, Hudûd, 23; Ebû Davud, Hudûd, 24)

“Ey Zalim! Allah, kürsüyü kurup gelmiş geçmiş herkesi huzurunda topladığında, eller ve ayaklar konuşup yaptıklarını anlattıklarında, Allah’ın huzurunda benim halimle, kendi halinin nasıl olduğunu o zaman göreceksin.”

“Rahibe doğru söylemiş, rahibe doğru söylemiş. Zayıfların güçlülerden hakkını alamadığı bir toplumu Allah günahlardan arındırıp nasıl temize çıkarır?” (İbn Mace, Fiten, 20)

Yaşı 20-25 olan bir delikanlı Ümeyr b. Humâm… Babası Humâm b. el-Cemûh annesi, Nevvâr bint Âmir…

Allah Resûlü (sas) onu amcasının oğlu Ubeyde b. el-Hâris ile kardeş yaptı. Her ikisi de Bedir savaşında şehid edildi.

“Genişliği yer ve gök arası kadar olan ve Allah’tan korkup ona karşı gelmekten sakınanlar için hazırlanmış olan Cennete hazırlık yapın.”

“Ey Rubeyyi! Oğlun Haris tek bir cennette değil, Firdevs cennetlerindedir. Bir cennette değil, belki onlarca cennette Allah tarafından rızıklandırılmaktadır.”

Bu sözü duyunca anne Rübeyyi: “Artık bana ne gam, ne üzüntü, oğlum her namaz sonrası istediği şehadete ulaştı, artık ben niye üzüleyim ki” diyecektir.

Cerir b. Abdullah başka bir nebevi müjdeye dikkatleri çeker. Diyor ki: “Bir gün biz Efendimiz (sas) ile beraber Medine dışında bir yerlere doğru gidiyorduk. Baktık ki uzaklardan devenin üzerinden bir adam bize doğru geliyor. Efendimiz o adamı bize göstererek dedi ki: “Herhalde bu adam sizinle buluşmak için geliyor, herhalde bu adam sizi arıyor.” Adam bize yaklaştı selam verdi; biz de adamın selamını aldık. Sonra Efendimiz (sas) adama sordu: “Nereden geliyorsun?” Adam dedi ki: “Ailemin, çocuklarımın ve aşiretimin yanından geliyorum!” Nereye gidiyorsun diye sordu: Adam dedi ki: “Resulullah ile buluşmaya gidiyorum.” Efendimiz (sas) “Tam yerine geldin ve şu an ona rastladın” dedi. Adam öyle bir sevindi ki, sevincinden ne yapacağını şaşırdı. Sonra dedi ki: “Ya Resulullah! İman nedir? Bana öğretir misin?” Efendimiz (sas) dedi ki: “İman Allah’tan başka ilah bulunmadığına ve Muhammed’in onun kulu ve Resulü olduğuna şehadet etmendir. Sonra, namaz kılman, zekat vermen, Ramazan orucunu tutman, Beytullah’ı hac etmendir deyip İslam’ın şartlarını saydı.” Adam “hepsini kabul ettim ve ikrar ettim” dedi. Adam daha sözünü bitirmemişti ki, o anda devesinin ayağı bir çukura yada bir tuzağa rast geldi; deve bir anda yere yıkıldı. O anda adamda devenin üstünden başının üzerine sert bir şekilde düştü ve kanlar içerisinde kaldı. Biz hemen indik develerimizden adamın yanına koştuk. Ben Ammar b. Yasir, Huzeyfe b. Yeman, adamı kaldırdık yerden ama adam ölmüştü. Ammar b. Yasir dedi ki: “Ya Resulullah! Adam ölmüş” dedi. Efendimiz (sas) o anda başını bizden başka bir tarafa çevirdi. Biraz oraya baktı, sonra bize döndü ve dedi ki: “Adam günlerdir devesinin sırtında aç bir halde bize kavuşmak için geldi. İman etti; şu an melekler tepsiler üzerinde adama meyveler ikram ediyorlar. Kardeşiniz cennete gitmeden oranın meyvelerini yemeye başladı.” Daha sonra Enam Süresinin 82. ayetini okudu: “İman edenler, bununla birlikte imanlarına haksızlıkla şirk bulaştırmayanlar, işte ancak onlardır korkudan emin olanlar ve doğru yolu bulanlar.” Sonra Efendimiz dedi ki: “Ameli az, ama ecri çok olan kardeşinizi defnedin!” Bizde hemen orada bir mezar kazarak kardeşimizi defnettik.”

Şeddâd b. el-Hâd radıyallahu anh anlatıyor:

Arabîlerden bir adam Rasulullah sallallahu aleyhi veselleme geldi. İman edip ona tâbî oldu. Sonra Rasulullah sallallahu aleyhi veselleme: “Sizinle hicret etmek istiyorum!” dedi. Efendimiz de onu Ashabdan birisine havale ve emanet etti. Daha sonraları bir savaş oldu. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem bu savaşta bir miktar ganimet ele geçirdi ve onu savaşa katılanlar arasında taksim etti. Bir miktar da ona ayırdı ve payını kendisine vermesi için Ashabtan birisine teslim etti. Çünkü o, askerin gerisinden geliyor, yolda düşen ve kalanları gözetiyordu. Orduya yetişince ganimet payını kendisine verdiler.

– Bu nedir? diye sordu. Oradakiler:
– Ganimet payı, Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem senin için ayırdı, dediler. Adam payını eline alarak Rasulullah sallallahu aleyhi veselleme geldi ve:
– Bu nedir, yâ Rasulallah? diye sordu. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem:
– Senin için ayırdım! Buyurdu. Adam:
– Ben sana böyle dünya malı için iman edip tâbî olmadım. Fakat ben sadece seninle cihad ederken şu boğazıma bir ok atılıp saplansın ve öylece ölüp Cennet’e gideyim diye tâbî oldum! Dedi. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem de:

– Eğer Allah’a karşı (bu niyetinde) sadıksan, O seni tasdik eder, yalancı çıkarmaz, buyurdu.

Biraz sonra, düşmanla tekrar savaşa girildi. Savaştan sonra adam elde taşınarak Rasulullah sallallahu aleyhi veselleme getirildi. Hakikaten tam işaret ettiği yerinden boğazına bir ok saplanmış ve şehîd düşmüştü. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem onu görünce:

– Bu o adam mıdır? Diye sordu:
– Evet, dediler. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem:

– Allah ile doğru konuştu, Allah’ta onu doğruladı, tasdik etti.”

Sonra onu kendi cübbesiyle kefenledi, ön tarafa koydu, üzerine namaz kıldı. Namaz kılarken dua esnasında şu niyazı işitiliyordu: “Allahım! Bu senin kulundur. Senin yolunda hicret edip, şehid oldu. Ben de bunun şâhidiyim.” (Nesâî)

Ahirete Gerçek Manada İman, Mümine Neler Kazandırtır? Bu soruya doğru cevaplar verebilirsek, hem ahirete imanımızı tecdid etmiş yani yenilemiş oluruz, hemde bu konuda bir tamire girişmezsek neler kaybederiz sorusuna da zihinlerimizde yanıt bulmuş oluruz. Buyurun öyleyse bir cevap bulalım:

Ahirete Gerçek Manada İman, Mümine Neler Kazandırtır?


1. Ahirete iman, beşeri fıtratı ile buluşturur ve iç dünyasında bir uyum sağlar.
2. Ahirete iman, hayatı anlamsızlıktan kurtarır ve ölümlü olan bu hayata anlam katar.
3. Ahirete iman, insana yaşama ümidi verir ve hayatın zorluklarını kolaylaştırır.
4. Ahirete iman, insanın dayanma gücünü artırır ve en önemli teselli kaynağı olur.
5. Ahirete iman, kötülükleri önler ve toplumda adalet duygusunu geliştirir.
6. Ahirete iman, dengeli yaşamayı sağlar ve insanı asıl yurduna hazırlar.

Rabbim bizlere de gerçek manada ahirete iman etmeyi kolaylaştırsın. Sahabe’nin imanı gibi bizlere imanlar bahşetsin ve bizleri iman esaslarını adeta iliklerine kadar içselleştiren bahtiyarlardan kılsın.

M.Emin Yıldırım


10 Ocak 2017 Salı

Hüccetullahi'l-Bâliğa Penceresinden Dinin Tahrifi

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

Dinin tahrifi konusuna geçmeden önce Hüccetullahi’l-bâliğa adlı eserin kısa bir tanıtımını yapalım:

Ulema ailesine mensup olan Şah Veliyyullah ed-Dihlevi (1703-1762) dini hükümlerin hikmetlerini incelediği eseri Hüccetullahi’l-bâliğa[1] ile büyük bir şöhrete sahip olmuştur. Şiblî Nu’mânî, onun Hüccetullahi’l-bâliğa’da dinin hakikatlerini ve esrarını ele aldığını belirtir. Bir sosyolog gibi yaşadığı dönem ve yörede toplum hayatını gözlemleyip olan-biteni çok yönlü değerlendirmiş ve problemlerin çözümü için Kitap ve Sünnet çizgisinde bilimsel çareler önermiştir. [2]

Hüccetullahi’l-bâliğa, “dini ilimler içinde en derin, zor ve o ölçüde de önemli olan hikmet-i teşri’ ilmi” olduğu vurgusu ile başlar. Kendi türünde sahip olduğu mümtaz yerini, bu ilim sayesinde dini konuları kavrama ve uygulama imkânı bulunduğunu ispat etmiş olmasından alır.

Müellif, dini hükümlerin sır ve hikmetlerinin biri sevap-günah yönü diğeri dini hayatın düzeni olmak üzere iki ayrı açıdan önem arz ettiğini ve hükümlerin bu yönleriyle incelenmesi gerektiğini prensip olarak benimser. Şah Veliyyullah, toplumların dini ve dünyevi düzenlerinin bozulmaması için peygamberlerin rehberliğinin kaçınılmaz olduğunu vurgular. Hüccetullahi’l-bâliğa, genelde İslam’ın birey ve toplum hayatındaki yeri ve önemi, özelde dini emir, yasak ve tavsiyelerin sebep, hikmet ve gerekçelerini daha ziyade hadislere dayanarak açıklayan değerli bir çalışmadır.

Pek genel hatlarıyla içeriğine işarette bulunmaya çalıştığımız Hüccetullah’il-bâliğa’da müellif, son zamanlarda kimileri tarafından “İslam’ı rivayet dini haline soktular” diye hadisçilere yönelik olarak dile getirilen ithamlara ve ümmet içindeki aşırı grupçuluğun temel yanlışı olan “ma’sum olmayan kişilerin taklidi”ne ve dinlerin birbirine karıştırılmasına, “dinin tahrif sebebi olarak” dikkat çekmiştir. Güncelliği çok açık olan bu üç sebebin yanında müellifin yedi başlık altında[3] topladığı tahrif sebeplerinin tamamını sırasıyla takdime çalışacağız. [4]


Dinin tahriften korunması gereği 

Allah’tan, önceki dinleri yürürlükten kaldıran (evrensel) bir din getiren peygamberin, dinini tahriften koruyacak tedbirleri alması gerekli ve tabiîdir. Çünkü bu peygamber, çeşitli yeteneklere ve farklı amaçlara sahip birçok ümmeti bu yeni dinin şemsiyesi altında toplayacaktır. Çoğunlukla da bu insanların hevâ ve hevesleri ya da önceden müntesip oldukları dine yönelik sevgileri veya bazı şeyleri doğru anlamanın yanında çoğu maslahatı göz ardı eden eksik kavrayışları sebebiyle, bu yeni dinin belirlediği esasları ihmal ederler yahut bu dine ait olmayan konuları ona katıp karıştırmaya kalkışırlar. Böylece daha önceki birçok din gibi bu din de bozulur, özgün halini kaybeder.

Şu bir gerçektir ki, dine nereden zarar geleceğini her zaman bütün ayrıntılarıyla tespit etmek mümkün değildir. Zira dine zarar verecek unsurlar sayısızdır ve belirlenip sınırlandırılmış da değildir. Ne var ki bir şey tümüyle elde edilemiyorsa, tümüyle de terk edilmez. O halde bu dine mensup olanların genel anlamda da olsa, dini tahrife sebep olacak yollara gitmekten ciddi ve şiddetli bir şekilde sakındırılmaları ve uyarılmaları kaçınılmaz hale gelir.

Dini meselelerin ihmalini ve bunların önemsenmemesi neticesinde dinin tahrifine ortam oluşturacak sebepler, tahmini de olsa, tespit edilmelidir. Bu sebepler veya benzerleri yüzünden tahrif olgusunun insanlık tarihi boyunca devam edegelmiş bir hastalık olduğu dikkate alınıp bozulma yolları tümüyle tıkanmalıdır. Buna ilaveten önceki bozulmuş dinlerde alışılagelmiş konulara muhalif olan mesela namaz gibi hükümler ısrarla emredilmelidir.

Tahrif sebepleri

1-Dini ciddiye almamak /gevşeklik ve umursamazlık 

Bu şöyle gerçekleşir: Peygamber’in dostlarından sonra bir nesil gelir ve öncekilerin yerini alır. Bu yeni gelenler namazı terk eder ve arzularının peşine düşerler. Eğitim-öğretimini yapmak-yaptırmak ve yaşamak suretiyle dinin yayılmasına ilgi duymaz, emir bi’l-ma’ruf nehiy ani’l-münker yapmazlar. Çok geçmeden dinin esaslarına aykırı birtakım uygulamalar ortaya çıkar. Şeriat ile insanların istekleri farklılaşır. Bunlardan sonra bir nesil daha gelir, dini bilginin büyük kısmının tamamen unutulmasına varan bir umursamazlığı yaşam biçimi olarak paylaşırlar.

İşte tam da bu noktada toplumun büyüklerinin ve ileri gelenlerinin umursamazlığı, topluma daha zararlı olur ve fesadı artırır. Bu olgu sebebiyledir ki kendilerine selam olsun Nuh ve İbrahim 
Aleyhimüsselâm'ın dinleri, -bu dinlere mensup olup da onların nasıl olduğunu bilen hiç kimse kalmamacasına- unutulup gitmiştir.

Şah Veliyyullah, “dini ciddiye almama”nın üç göstergesini bu başlık altında dikkatlere sunmuş ve onları da kısa kısa açıklamıştır. O, şöyle devam etmektedir:

"Allah, ilmi (insanlara lütfettikten sonra) onu hafızalardan çekip almaz. Fakat ilim adamlarını, bilgileriyle birlikte ortadan kaldırmak suretiyle ilmi de kaldırır. O kadar ki, bir tek âlim bile bırakmadığı zaman insanlar, kendilerine soru yöneltilen ve şahsî görüşleriyle cevap (fetvâ) veren birtakım cahil kimseleri önder edinirler. Onlar da bu yaptıklarıyla hem kendileri sapar hem de halkı saptırırlar."

Gevşeklik ve Umursamazlık Bazı Sebeplere Dayanır. 

a-Dinin Kurucusundan Gelen Rivayete Önem Vermeyip onunla amel etmeyi terketmek 

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şu hadisleri bu noktayı vurgulamaktadır:

"Dikkat ediniz! Çok sürmez karnı tok bir adam koltuğuna kaykılır ve ‘Siz bu Kur’ân’a bakın; onda helal olarak neyi bulursanız siz de onu helal kabul edin; haram olarak ne bulursanız onu da haram sayın’ der. [5]


Hâlbuki Allah’ın Rasûlü (sav)’nün haram kıldığı da Allah’ın haram kıldığı gibidir.” [6]

"Allah, ilmi (insanlara lütfettikten sonra) onu hafızalardan çekip almaz. Fakat ilim adamlarını, bilgileriyle birlikte ortadan kaldırmak suretiyle ilmi de kaldırır. O kadar ki, bir tek âlim bile bırakmadığı zaman insanlar, kendilerine soru yöneltilen ve şahsî görüşleriyle cevap (fetvâ) veren birtakım cahil kimseleri önder edinirler. Onlar da bu yaptıklarıyla hem kendileri sapar hem de halkı saptırırlar." [7]

Şah Veliyyullah burada, “dini/İslam’ı rivayet dini haline getirdiler” diye hadisçilere ve sünnet verilerine toptan cephe almaya kalkışan, “Kur’ân Müslümanlığı” vurgusuyla bu anlamsız tavırlarını savunduklarını sanan kimi kalem ve ağızlara, yapmaya çalıştıklarının gerçek yüzünü ve anlamını yani “dini tahrif” yoluna girdiklerini -tam bir isabetle- ihtar etmiş bulunmaktadır.

b-Sapık Tevillere Sürükleyen Kötü Amaçlar/hedefler 

Yöneticilere yaranmak maksadıyla onların hoşlarına gidecek birtakım yorumlarda bulunmak bunun örneğini teşkil eder. Allah Teâlâ bu tür davranış sahipleri hakkında şöyle buyurmaktadır:

“Allah’ın indirdiği kitabın bir kısmını gizleyenler ve onu az bir karşılığa satanlar yok mu, onlar karınlarına ateşten başka bir şey doldurmuyorlar.”[8]

c-Kötülüklerin Yaygınlaşması ve Ulemanın Bunlardan Halkı Uzaklaştırmaması 

Bu konuda Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Keşke sizden önceki nesillerin içinde, yeryüzünde fitne fesat çıkarılmasına engel olacak akıllı ve erdemli insanlar bulunsaydı. Ama içlerinden, kendilerini kurtardığımız çok az kimse bunu başarabildi. Zalimler ise kendilerine verilen refaha aldanıp yoldan çıkarak günahkâr oldular.” [9]

Yine İsrail oğullarının günahlara dalması hakkında Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in şu beyanı da bu konuya yöneliktir:

“Başlangıçta bilginleri, İsrail oğullarını kötülüklerden sakındırmışlardı. Fakat onlar işlediklerine son vermemişlerdi. Buna karşın bilginler onlarla düşüp kalkmışlar, yiyip içmişlerdi. Bu isyanları ve hakkı tecavüz etmeleri karşılığı olarak Allah, onların kalplerini birbirine benzetmiş, Davud ve Meryem oğlu İsa’nın diliyle onları lânetlemiştir.” [10]

Dini tahrif sebeplerinde bir başkası zorlaştırmadır(teşeddüt). Bunun özü, kesintisiz oruç tutmak, devamlı namaz kılmak, uzlete çekilmek, evlenmemek ve sünnet’ten ve âdâbtan olan konuları vacip telakki etmek gibi Allah Teâlâ’nın emretmemiş olduğu zor/ağır ibadet ve amelleri tercih etmektir.

2-Aşırılık (Taammuk) 

Dini tahrifin sebeplerinden biri de taammuk/aşırılıktır. Bunun özü ve gerçeği şudur: Hüküm koyucu(Peygamber) bir emrin yerine getirilmesini emreder ve bir şeyden de nehiy eder. Ümmetinden bir kişi bunu duyar ve kendi zihniyetine uygun gelecek şekilde bunu anlar. Peşinden bu anladığı hükmü, o şeye bazı yönlerden benzer olan veya illetin bir kısmında ortak gözüken öteki konuları veya o şeyin bulunabileceği yerleri ya da sebepleri de içine alacak şekilde genişletir. Rivayetlerin teâruzu yüzünden ne zaman işler zora girse, o en zor olanı geçerli sayar ve onu vacip kılar. Peygamber’in her yaptığını ibadet olarak değerlendirir. Hâlbuki Peygamber bazı şeyleri âdeten işlemiştir. O emir ve nehyin bu kabil işleri de kapsadığını zanneder. Neticede Allah Teâlâ bunu da emretmiştir, şunu da yasaklamıştır demeye cür’et eder. Söz gelimi, Şâri teâlâ, nefsi denetim altında tutup yola getirmek için orucu farz kılıp oruç süresince cinsel ilişkiyi yasaklamıştır. Aşırılığı benimsemiş olanlar, buradan hareketle, sahurda yemek yemeyi, nefsin denetim altında tutulmasına aykırı bulup sahurun meşru olmadığını ileri sürerler. Yine bu yapıdaki insanlar, oruçlunun eşini öpmesini de haram sayarlar. Çünkü onlara göre öpme, cinsel ilişkiye yönlendirebilir. Hatta şehvetin tatmini bakımından bir çeşit cinsel ilişki işlevi görebilir.

İşte Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bu tür düşünce ve aşırılıkların yanlışlığını ortaya koymuş ve böylesi bir yaklaşımın dini tahrif etmek olduğunu açıklamıştır.

3-Zorlaştırma /Teşeddüt: 

Dini tahrif sebeplerinde bir başkası zorlaştırmadır(teşeddüt). Bunun özü, kesintisiz oruç tutmak, devamlı namaz kılmak, uzlete çekilmek, evlenmemek ve sünnet’ten ve âdâbtan olan konuları vacip telakki etmek gibi Allah Teâlâ’nın emretmemiş olduğu zor/ağır ibadet ve amelleri tercih etmektir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in, Abdullah b. Amr ve Osman b. Maz’ûn’u niyet ettikleri zor ibadetlerden alıkoyması bu sebeptendir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: (Aşırıya kaçıp) dini aşmak isteyen kimse ona yenik düşer.”[11]

Öte yandan bu zorlaştırma ve aşırılık yanlısı kişi, toplumun mürşidi ve yöneticisi olursa, halk onun yapıp ettiklerini Şer’-i şerif’in emri olduğunu ve ilahi rızanın da bunları böylece uygulamakla elde edileceğini sanacaklardır. Yahudi ve Hristiyan din adamlarında görülen hastalık tam da budur.

4-İstihsan 

Dini tahrifin sebeplerinden bir başkası istihsan ilkesidir.[12] Kişi, şâri Teâlâ’nın, her hikmet için uygun bir yer/konum belirlediğini görür ve teşri’de oraya bağlı kıldığını idrak eder. Bunun sonucunda da, teşriin sırları / hikmet-i teşri ile alakalı olarak (bu kitapta) zikrettiğimiz hikmetlerin bir bölümünü özümser, peşinden de aklınca uygun gördüğü şeyleri halka maslahat olarak kabul ettirmeye kalkışır. Nitekim Yahudiler de Şâri’ Teâlâ’nın hadleri, ıslah için günahlardan caydırıcı nitelikte emretmiş olduğunu görmüşlerdi. Bu ilkeden hareketle recim cezasının, ihtilafları ve öldürmeleri tetiklediğini ve böylece de toplumda daha büyük bir fesada sebep olduğunu değerlendirip zina eden kişilerin yüzlerinin ve vücutlarının siyaha boyanmasını yeterli ve güzel görmüşlerdi.

Rasûlullah sallahu aleyhi ve sellem, böyle bir uygulamanın bir tahrif/bozma ve Allah’ın Tevrat’ta açıkça koymuş bulunduğu hükmünü, kendi reyleriyle işlevsiz kılmak demek olduğunu bildirmiştir.

İbn Sîrin’in şöyle dediği nakledilmiştir: “İlk kıyas yapan İblistir. Güneş ve aya kulluk edilmesi de hep kıyaslamalar sonucudur.”

Hasen el-Basri;"Beni ateşten onu topraktan yarattın”[13] ayetini okumuş ve “İblis, böyle kıyas yapmıştır. O zaten ilk kıyas yapandır” demiştir.

Eş-Şa’bî de şöyle demiştir: “Allah’a yemin ederim ki, kıyaslama yoluna giderseniz, helali haram, haramı da helal kılarsınız.”

Muaz b. Cebel’den de şöyle dediği nakledilmiştir:

Kur’ân-ı Kerîm insanların önüne açılır; erkek, kadın, çocuk herkes onu okur. Erkek der ki, “Ben Kur’ân’ı okudum fakat ona uymadım, uyamadım. Yemin olsun ki ben şimdi onu, insanların içinde okuyacağım belki o zaman uyarım.” Kalkar insanların arasında okur fakat yine uymaz. Bu defa der ki; “Ben Kur’ân’ı okudum fakat ona uymadım, uyamadım. İnsanların arasında okudum fakat yine uymadım, uyamadım. Şimdi ise, evimde özel bir mescid hazırlayacağım, belki bu defa ona uyarım.” Evinde bir mescid edinir fakat Kur’ân’a uymaz. Bu defa şöyle der: “Ben Kur’ân’ı okudum fakat ona uymadım, uyamadım. İnsanların arasında okudum fakat yine uymadım, uyamadım. Evimde bir mescid edindim (okudum) yine uyamadım. Allah’a yemin ederim ki ben bu insanlara öyle bir söz getireceğim ki, onlar bunu Allah’ın kitabında bulamazlar ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den de kesinlikle duymamışlardır. Ben belki işte bu takdirde onun hükmüne uyarım.”

Muâz b. Cebel şu uyarıda bulundu: “Onun getireceklerinden kesin olarak uzak durun. Çünkü onun (Allah’ın kitabı ve Rasûlü (sav)’nün sünneti dışında) getireceği her ne ise o sapıklıktan başka bir şey değildir.”

Halkın, görüşlerinde çoğunlukla veya sürekli isabet ettiklerine inandığı din bilginlerinden bir grub bir konu üzerinde ittifak eder. Bu ittifak, Kitap ve Sünnetten herhangi bir esasa dayanmamasına rağmen, o hükmün sâbit olduğunu gösteren kesin delil zannedilir. Pek tabii olarak böylesine oluşmuş bir icma, ümmetin delil olduğunda görüş birliği ettiği icma’dan başka bir şeydir.

Allah kendisinden razı olsun Ömer 
Radıyallahu Anh'dan de şöyle dediği nakledilmiştir:

“İslam’ı, âlimin yanılgısı(zelle), münafığın kitap ile cedeli ve saptırıcı yöneticilerin hükmü yıkar.”

Bütün bu nakillerden maksat, Allah’ın kitabından ve Rasûlü 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem’in sünnetinden istinbat edilmemiş olduğu halde “istihsan” diye ortaya konulan hükümler ve onlara dayalı düşünce ve davranışlardır.

5-Delilsiz İcma

Dini tahrif etmenin bir başka sebebi de kitap ve sünneten dayanağı olmayan icma’dır. Bu şöyle gerçekleşir: Halkın, görüşlerinde çoğunlukla veya sürekli isabet ettiklerine inandığı din bilginlerinden bir grub bir konu üzerinde ittifak eder. Bu ittifak, Kitap ve Sünnetten herhangi bir esasa dayanmamasına rağmen, o hükmün sâbit olduğunu gösteren kesin delil zannedilir. Pek tabii olarak böylesine oluşmuş bir icma, ümmetin delil olduğunda görüş birliği ettiği icma’dan başka bir şeydir. Zira ümmetin bilginleri, dayanağı Kitap ve Sünnet veya bunlardan birinden yapılan bir çıkarım/istinbat olan görüş birliğinin icma’ olduğunda ittifak etmişlerdir. Kitap veya Sünnet’in birinden dayanağı bulunmayan bir görüş birliğini, dinde delil olan “icma’” olarak kesinlikle değerlendirmemişlerdir.

Şu ayet-i kerime bu konuya delildir:

“Onlara: “Allah’ın indirdiğine uyun” dendiğinde,” Hayır, biz atalarımızdan gördüğümüze uyarız” dediler. Peki, ya ataları anlayışsız ve doğru yolu bulamamış kimseler ise?”[14]

Yahudiler İsa ve Muhammed aleyhimesselam’ın peygamberliğini yok sayarken; geçmişlerinin bu iki peygamberin durumlarını araştırdıklarına ve onları öteki peygamberlerin evsaf ve şartlarına uygun bulmadıklarına tutunmuşlardır. Hıristiyanlara gelince, onların Tevrat ve İncilin hükümlerine aykırı çok uygulamaları bulunmaktadır. Bu noktada, atalarının müştereken yapıp ettiklerinden başka bağlılık hissettikleri herhangi bir delilleri de yoktur.

6-Ğayr-i ma’sum kişilerin Taklidi 

Bundan maksadımız, hatadan korunduğu (ismet) sabit olan Peygamber Efendimiz 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem dışında kalan insanlardır. Ğayr-i ma’sum kişilerin taklidi şöyle gerçekleşir:

 Ümmetin bilginlerinden herhangi biri bir konuda içtihat eder. Bu âlimin bağlıları, onun içtihadında kesin olarak ya da ona yakın bir ihtimalle isabet ettiğini savunurlar ve o içtihada ters düştüğü gerekçesiyle sahih bir hadisi reddederler. İşte bu hareket tarzı, ümmet-i merhumenin, caiz olduğuna dair görüş birliğine vardığı taklitten başka bir taklittir. Zira ümmet, müçtehidin görüşünde hata da isabet de edebilir olmasına rağmen müçtehitlerin taklidinin caiz olduğu konusunda ittifak etmişlerdir. Ne var ki, o mesele hakkında Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’den gelen nassın araştırılmış olması ve taklit edilen görüş hilafına sahih bir hadisin ortaya çıkması halinde o görüşün terkedileceğine ve hadise tabi olunacağına dair kesin bir kanaatin bulunması esastır.

 Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Ehl-i kitab, Allah’ı bırakıp hahamlarını ve ruhbanlarını rab edindiler” [15] ayeti ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur:

“Onlar, din adamlarına tapmıyorlardı; fakat din adamları kendilerine bir şeyi helal kıldığı zaman hemen onu helal sayıyorlar; yine o din adamları bir şeyi de haram kıldığı zaman kendilerine haram kabul ediyorlardı.”[16]

Şah Veliyyullah, şu veya bu gerekçe ile hatasızlık konumuna layık görülüp her söylediği ya da her yaptığının isabetli olduğu kanısıyla taklit edilen ve fakat hata işlemekten korunmuş olmayan kişilerin, sıfat, unvan, cinsiyet, şekil-şemâil ve saygınlık bakımından nasıl ve ne durumda olurlarsa olsunlar, dinin tahrifine sebep olacaklarını vurgulamaktadır. Halkımız arasında sıkça söylenen “Hocanın dediğini tut, gittiği yoldan gitme” sözü de -sanıldığının aksine- bu noktada dikkate alınması gerekli bir kuralı ifade etmektedir. Yani, din adamları halka din adına doğruları ve hatta bunların kolayca yerine getirilecek şekillerini(ruhsatları) söylerler. Ancak, kendileri azimeti iltizam edecekleri, daha da önemlisi ğayr-i ma’sum kimseler oldukları için onların yaşayışları “din olarak” taklid edilemez. Hayatı din olarak taklid edilecek tek kul, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemdir.

7-Dinlerin ayırt edilemeyecek derecede karış(tırıl)ması:

Dinin tahrif sebeplerinden biri de dinlerin ayırt edilemeyecek derecede birbirine karış(tırıl)masıdır. Bu şöyle gerçekleşir: Bir insan dinlerden birine inanır, gönlü o dinin bilgileriyle dolar. Daha sonra İslâm dinine girer. Ne var ki gönlünde hala eski diniyle ilgili bilgiler bulunur. Bu sebeple bu yeni dininde o eski bilgilerine zayıf veya uydurma da olsa bir yorumla yer bulmaya çalışır. İş bu noktaya gelince hadis uydurmayı ve hadis diye uydurulmuş sözlerin rivayetini caiz görmeye başlar.

 Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şu beyanı bu konuyu açıklar:

“İsrail oğullarının işleri düzgün ve yolunda gidiyordu. Sonra içlerinde melezler ve diğer milletlerden alınan esirlerin çocukları türedi. Bunlar kişisel görüşleriyle (re’y) hüküm verdiler, dolayısıyla hem kendileri saptılar hem de insanları saptırdılar.” [17]

Bazı İsrâilî bilgiler, Cahiliye dönemi öğütleri, Yunan felsefesi, Fars tarihi, ilm-i nücum, remil ve kelâm bizim dinimize sokuşturulmuştur.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in, huzurunda bir Tevrat nüshasının okunmasına kızmasının ve Ömer 
Radıyallahu Anhn Danyal’ın kitaplarını soruşturan kişiyi cezalandırmasının sırrı/ hikmeti işte budur. Allahu a’lem.

Sonuç

Şah Veliyyullah’tan yaptığımız bu tercüme de göstermiştir ki; Hüccetullah’ı’l-Bâliğa, dünün ve günün Müslümanları için gerçekten faydalı tespitleri ile bizim kültürümüzün ve dini hayatımızın sağlık reçetelerinden biridir. Genelde ilahiyatçıların özelde din felsefesi ve sosyolojisi ile ilgilenenlerin eser üzerinde hassasiyetle durmaları ve derinlikli araştırmalar yapmaları ve yaptırmaları, din bilimleri ve din hizmetleri açısından son derece isabetli ve faydalı olacaktır.

Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan

Dipnotlar:

1. Eserin geniş bir tanıtımı için bk. Bekir Topaloğlu, “Hüccetullahı’l-Bâliğa”, DİA, XVIII, 453-455
2. Bk. M. Erdoğan ve M. Said Özervarlı, “Şah Veliyyullah”, DİA, XXXVIII, 260-267


3. Bu başlıklar şöyle sıralanır:
1. Dini ciddiye almamak/umursamazlık
a. Dinin Kurucusundan Gelen Rivayete Önem Vermeyip onunla amel etmeyi terk etmek
b. Batıl tevillere sürükleyen kötü amaçlar
c. Ulemanın Halka Uyması
2. Aşırılık (Teammuk)
3. Zorlaştırma /Teşeddüt
4. İstihsan
5. Delilsiz İcma’
6. Ğayr-i ma’sum kişilerin Taklidi
7. Dinlerin birbirine Karışması/Karıştırılması

4. Şah Veliyyullah tarafından, “Dinin tahriften korunma gereği” başlığı altında işlenmiş olan konu, kitabın Arapça nüshası yanında Prof. Dr. Mehmet Erdoğan’ın Türkçe tercümesinden de (İstanbul,1994,İz Yayıncılık) istifade edilmek suretiyle hazırlanmıştır.
5. Ebu Davud, Sünnet 5; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 131; Hadisin geniş yorumu için bk. Çakan, Hadislerle Gerçekler, s. 305-310
6. Hadisin son kısmındaki وَإِنَّ مَا حَرَّمَ رَسُولُ كَمَا حَرَّمَ اللَّهُ cümlesi Tirmizî’nin rivayetinden alınmıştır.
7. Buhâri, İ’tisâm 7; İlim, 34; Müslim, İlim 13. Bu hadisin geniş bir yorumu için bk. Çakan, Seçme Hadisler, s. 160-164, İstanbul, 2012 (İfav yayınları)
8. El-Bakara (2), 174
9. Hud (11), 116
10. Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 391
11. Buhari, İman 29; Nesâi, İman 28; Ahmed b. Hanbel, Müsned V, 69
12. İstihsan, “fıkıh usulünde müctehidin bir meselede icmâ, zaruret, örf, maslahat, gizli kıyas gibi özel ve da¬ha kuvvetli görünen bir delile dayanarak o meselenin benzerlerinde izlenen genel kuraldan ve ilk hatıra gelen çözümden vazgeçmesi ve hukukun amacına daha uygun bulduğu başka bir hüküm verme¬si diye özetlenebilen yöntemin adıdır”. Ali Bardakoğlu,”İstihsan”, DİA, XXIII, 339
13. El-A’raf (7), 12
14. El-Bakara (2), 170. Ayrıca bk. El-Maide (5), 104; el-A’raf 87), 28; eş-Şuarâ (26), 74; Lokman (31), 21; es-Saffât(37),69-70; ez-Zuhruf (43), 22-24
15. Et-Tevbe (9), 31
16. Tirmizi, Tefsir( 9), 30
17. İbn Mâce, Mukaddime 8; Dârimî, Mukaddime 17


Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR

6 Ocak 2017 Cuma

Mü’minin Misali Nelere Benzer?-M.Emin Yıldırım


Mü’minûn Süresi’nin ilk 10 ayetine göre Mü’min kimdir?

1. Allah’ın kendilerine söylediği her şeye kesinkes iman edenlerdir.
2. Namazlarını huşu içerisinde ikame edenlerdir.
3. Boş ve faydasız işlerden yüz çevirenlerdir.
4. Zekâtlarını tastamam ödeyenlerdir.
5. İffetlerini büyük bir hassasiyetle koruyanlardır.
6. Helal daire ile yetinip, haddi aşmayanlardır.
7. Emanetlere karşı sadakat gösterenlerdir.
8. Sözlerini tutup, asla ahitlerine karşı lakayt davranmayanlardır.
9. Namazlarına sahip çıkıp, hep ilk günün heyecanı ile ibadetlerine devam edenlerdir.
10. Cennet arzusu ile yaşayan ve böylelikle asıl yurtlarına varis olmaya çalışanlardır.

“Mü’min ve imanın misali şuna benzer; Mümin ve imanı halkalı demir kazığa örüklenmiş/bağlanmış bir küheylan/at gibidir. At, gezer-dolaşır, otlar sonra bağlı olduğu yere döner. Mü’min de iyilik yapar-günah işler, şaşar-yanılır ama sonunda imanına döner. O halde yemeğinizi iyilere yediriniz, iyiliklerinizi ve güzelliklerinizi mü’minlere yöneltiniz!” (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 18/86)

“Kur’an okuyan mü’minin misali portakal gibidir: Kokusu hoş, tadı güzeldir…” (Ebû Davud, Kitâbü’l-Edeb, 19)

“Mü’minin misali saf altın parçasına benzer. Sahibi onu ateşe tutsa dahi özelliğini kaybetmez ve ağırlığı eksilmez.” (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 11/457, 458)

“Müminin misali, taze ekin gibidir. Rüzgâr nereden gelirse, onu eğip yatırır, ama kökünden onu koparmaz. Kâfirin misali ise çam ağacı gibidir. Rüzgâr vurdukça ses gelir, yıkılmaz gibi durur. Ama bir devrildi mi bir daha doğrulamaz.” (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 12, 16/118, 452)

“Müminin misali hurma ağacına benzer…”
(Tirmizî, Kitâbü’l-Emsâl, 4)

“Mü’minin misali bal arısına benzer. Temiz olan şeyleri yer, temiz olan şeyler ortaya koyar, temiz yerlere konar ve konduğu yeri ne kırar ne de incitir.”
(Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, II, 199; Hâkim, el-Müstedrek, I, 147)

Arı var, Arı var; Yabani Arı var, Eşek arısı var, Çömlekçi arısı var, Mazı arısı var, Kâğıt arısı var, Tarla arısı var, Kazıcı arı var…

Mü’minin bal arısına benzetilmesinin mesajları:


1. Mü’min, helal ve tayyip olan şeyleri yer.
2. Mü’min, temiz şeyleri yediği için, temiz işler ortaya koyar.
3. Mü’min, meşru dairede itaat etmekten gocunmaz.
4. Mü’min, nizam aşığıdır, âleme nizam vermenin kendinden geçtiğini unutmaz.
5. Mü’min, tek başına değil, cemaat halinde yaşamaya dikkat eder.
6. Mü’min, girdiği ortamı germez, nereye girerse oraya tat ve lezzet verir.
7. Mü’min, ait olduğu yere asla ihanet etmez.
8. Mü’min, az yada çok insanlığa faydası olan şeyler üretir.
9. Mü’min, diğer kardeşleri ile paylaşmayı sever.
10. Mü’min, yanındakilere karşı fedakârlık yapmaktan hoşlanır.

Bal arıları, yumurtadan ergin olarak çıkar ve jet hızıyla nektar toplamaya başlar. 500 gr bal için 900 arının 1 gün çalışması gerekir.

450 gr bal, 17 bin arının 10 milyon çiçek dolaşmasıyla birikir.

Bir arı, hayatı boyunca bir çay kaşığının sadece on ikide biri kadar bal toplayarak peteğe katkıda bulunur.

Bugün kendilerini Mü’min olarak tanımlayan kaç kişi bal arısına benziyor?

Eğer sen bal arısı olsaydın, Allah seni başka bal arıları ile buluşturur, seni bir peteğe sevk ederdi.

Rehber Hz. Peygamber, Ölçü Kur’an, Örnek Sahabe Nesli…

“Şu bir gerçek ki ben sizin babanız mesabesindeyim, sizi terbiye ve tezkiye eder, ihtiyaç duyduğun her bilgiyi sizlere öğretirim.” (Ebû Davûd, Tahâret, 4)

“Görüyorum ki dostunuz Muhammed, size her şeyi ama her şeyi hatta tuvalete nasıl oturacağınızı bile öğretiyor!”

“Evet, gerçekten de öyle, istersen sana öğreteyim Hz. Peygamber’în ne dediğini, çünkü büyük ihtimalle sen tahareti bilmiyorsundur!”
(Müslim, Taharet 57, 58)

“İtidal, yani düşünerek hareket etmek ve ölçülü davranmak, peygamberliğin yirmi dört cüzünden biridir.” (Tirmizî, Birr, 66)

Önemli iki alan: Beklenti İtidali ve Mesafe İtidali…

“Senin beni gözetlediğin anda, eğer seni yakalamış olsaydım; bu tarakla senin gözünü oyardım. Böyle yapma! İzin istemek evin içerisi görülmesin diye emredilmiştir.” (Müslim, Adâb, 40, 41)

“Bir kimse, izinleri olmaksızın insanların evinin içine bakarsa, gözünü çıkarması onlara helal olur.” (Müslim, Adâb, 43)

“İzin istemek üç defadır. İzin verilirse girersin, verilmezse geri dönersin.”
(Buhari, İsti’zan, 13)

“İki Müslüman karşılaştıklarında musâfahada bulunurlarsa, birbirlerinden ayrılmadan önce günahları bağışlanır.”
(Ebû Davûd, Edeb, 142)

“İki Müslüman karşılaştıklarında musâfaha yaparlar da Allah’a hamd eder ve bağışlanmalarını dilerlerse, her ikisi de mağfiret olunur.” (Ebû Davûd, Edeb, 142)

Nezâket ve Zarâfet Sultanından (sas) 12 Güzel Davranış

1. Selamı ilk veren hep kendisi olur, karşısındakinden beklemeden ilk adımı atardı.
2. Musafaha/tokalaşma için ellerini ilk uzatan olur, yanına gelenleri rahatlatırdı.
3. Elini tutan bırakmadıkça, asla ellerini bırakmaz, karşı tarafın yapacağı davranışı beklerdi.
4. Hiç kimsenin yanında ayaklarını uzatmaz, üstüste atmaz, yakışıksız oturmazdı.
5. Bir meclise girdiğinde kimsenin rahatsız olmasını istemez, neresi boş ise oraya otururdu.
6. Yanına gelenlere ikramda bulunur, bazen minderini, bazen elbisesini onların altına sererdi.
7. Biri kendisini çağırdığı zaman, sadece başını çevirerek bakmaz, bütün bedeni ile dönerdi.
8. Muhatabının gözlerinin içine bakar, sözü bitene kadarda gözlerini ondan almazdı.
9. Arkadaşlarını en güzel isim, künye ve lakaplarla çağırır, onların hoşuna gidecek hitap cümlelerini kullanırdı.
10. Karşıdaki sözünü bitirmeden sözüne başlamaz, büyük bir sabırla söylenen sözleri dinlerdi.
11. Misafirlerini asla bekletmez, bazen onlar için namazlarını bile kısa tutar, gelenlerle ilgilendirdi.
12. Kendisine yapılan hataları sabırla karşılar, onların ayıp ve kusurlarını yüzlerine vurmazdı.


M.Emin Yıldırım


4 Ocak 2017 Çarşamba

RABBİMİZİN cc 37.NASİHATI

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Bismillahirrahmanirrahim

Yüce Allah 
(Celle celaluhu) şöyle buyurmaktadır:

"Ey âdemoğlu! Elini vicdanına koy ve kendin için istediğin şeyi başkası için de iste.

Ey âdemoğlu! Bedenin zayıf, dilin hafif meşrep
(ileri geri ayarsız konuşur), kalbin ise merhametsizdir.


Ey âdemoğlu! Sonun ölümdür. O sana gelmeden önce sen onun için amelde bulun.

Ey âdemoğlu! Uzuvlarından hiçbirini ona ait rızkı yaratmadan var etmedim.


Ey âdemoğlu! Seni gözsüz yaratmış olsam göze hasretlik duyacak; sağır yaratmış olsam duymaya özlem çekecektin. Sana bahşettiğim nimetlerimin kıymetini bil ve bana şükürde bulun; nankörlük etme, sonunda dönüş banadır.


Ey âdemoğlu! Taksim edip sana ayırdığım rızkı elde etmek için kendine sıkıntı verme. Sana ayırdığım rızık, sen onu tümüyle elde edene kadar seni aramaktadır.


Ey âdemoğlu! Benim adımla yalan yeminde bulunma! Benim adıma yalan yeminde bulunanı ateşe atarım.


Ey âdemoğlu! Rızkımı yediğin vakit hemen ardından bana kulluğa yönel.


Ey âdemoğlu! Benden yarının rızkını isteme; çünkü ben senden yarının amelini istemiyorum.

Ey âdemoğlu! Ben senin az ameline razı olurken, sen benim sana bahşettiğim çok rızka bile razı olmuyorsun.


Ey âdemoğlu! Dünyayı kullarımdan birine bırakacak olsam; kullarımı bana itaate davet etsinler ve emirlerimi uygulasınlar diye peygamberlerime bırakırdım.


Ey âdemoğlu! Ölüm sana gelmeden önce nefsin için çalış. Hatalarının örtülmesi ve cezasının hemen verilmemesi seni aldatmasın; şüphesiz onları takip edip yazan melekler vardır.
Hayatın devamı ve uzun emel sana tövbeyi unutturmasın. Yoksa tövbeyi, pişmanlığın sana bir fayda yermeyeceği zamana tehir ettiğine pişman olursun.


Ey âdemoğlu! Benim sana verdiğim maldan zekâtını ayırmaz ve fakirlerin hakkını esirgersen zalimlerden biri sana musallat edilerek malın elinden alınır. Buna karşılık sana sevap da vermem.

Ey âdemoğlu! Rahmetimi dilersen bana itaate sarıl. Azabımdan korkuyorsan bana isyan etmekten sakın.


Ey âdemoğlu! Dünya sana yöneldiğinde ölümü, günahlara arzu duyduğunda da tövbeyi hatırla.
Mal kazanacak olursan hesabını vereceğini, yemeğe oturacağın vakit aç olanları, nefsin seni bir zayıfa karşı gücünü kullanmaya çağırdığında Allah'ın gücü ve kudretini hatırla ve bil ki Allah dilese onu sana musallat edebilirdi.


Başına bir belâ geldiğinde, 'La havle ve lâ kuvvete illâ billâh
(kötülükten korunmak, hayırlarda muvaffak olmak ancak Allah'ın yardımı ile mümkündür)' diyerek yardım dile. Hastalanırsan sadaka vererek bedenine şifa ara. Sana bir musibet erişecek olsa, 'innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn (Biz Allah'ın mülküyüz ve O'na döneceğiz) de!"


Rabbimizin 104 Kitaptaki Öğütleri (Meva'ız-i Kudsiyye)

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

2 Ocak 2017 Pazartesi

Allah’ın Bir İhsanı ve Rahman’ın Bir Hediyesi Olarak Hastalık-M.Emin Yıldırım


Hastalık nedir? Nasıl anlaşılmalıdır?

1-Hastalık, Allah’ın sevdiği kullarına bir ihsanı ve Rahmaniyetinin tecellisi olan bir hediyesidir.

“İnsanların en çok musibete uğrayanları evvela peygamberlerdir, sonra derecelerine göre diğer insanlar gelir. Kişi dinine göre bela ve imtihanlara maruz kalır. Eğer dine bağlılığı varsa, belası (imtihanı) daha da artar. Fakat dininde gevşek yaşıyorsa ona göre musibetlerle karşılaşır. Kişiye belalar gelir gelir de artık onun üzerinde hiçbir günah kalmaz.” (Tirmizi, Zühd, 57; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, I/172, 174)

Dertler, özel insanlara verilir…

2-Hastalık, şifa vesilelerinin aranması lazım olan, ama asıl şifanın Allah tarafından verileceği unutulmaması gereken bir haldir.


Derdi veren kim? Allah! Şifayı dermanı yaratan kim Allah! O halde hasta olan derman aramalı ama asıl dermanı vereni unutmamalı…

“İbrahim dedi ki: “İyi ama ister sizin, ister önceki atalarınızın olsun, neye taptığınızı (biraz olsun) düşündünüz mü?

Hep onlar benim düşmanımdır; ancak âlemlerin Rabbi benim dostumdur.

O ki, beni yaratan ve bana doğru yolu gösterendir.

Beni yediren, içirendir.

Hastalandığım zaman bana O, şifâ verendir.

O ki, benim canımı alacak, sonra diriltecektir.

Ve hesap günü, hatamı bağışlayacağını umduğumdur.

Ya Rab! Bana hikmet (hüküm) ver ve beni iyiler zümresine kat.
(Şuara, 26/75-83)

“Yüce Allah; yarattığı her derdin şifasını da yaratmıştır!” (Tecrid, c. XII, s. 75)

3-Hastalık bizatihi hayırdır ve mümine hayırların ulaşmasının en önemli vesiledir.


“Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah çoğunu affeder.”
(Şura; 42/30)

4-Hastalık, dünya hayatının anlam ve gayesini iyice idrak edebilmenin en önemli sebebidir.

5-Hastalık, sabır ve şükür ile geçirildiğinde, yaşananları ibadet hükmüne çeviren en önemli bir kazançtır.


“Allah’tan fazl ve ihsanını isteyeniz. Şüphesiz Allah, kendisinden bir şey istenmesini sever. İbadetlerin en üstünü, sıkıntı hâlinde kurtuluşu sabırla beklemektir.”

“Kul, ibadet üzere iyi bir yolda iken hastalansa, o kul ile görevli meleğe denir ki: ‘İyileşinceye veya ölünceye kadar sıhhatli iken yaptığı ameli gibi sevap yazın.”
(Ahmed b. Hanbel; el-Müsned, II; 203)

“Hayâ süstür. Takva şereftir. En hayırlı binek sabırdır. Musibet (bela) anında aziz ve celil olan Allah’tan kurtuluş beklemek de ibadettir.”

“Ya Rabbi! Bu hastalık vesilesi ile ister boğazımı sık, ister canımı al! İzzetinin hakkı için Sen de çok iyi biliyorsun ki, ben seni çok ama çok seviyorum.”

“Allah’ım bir ömür Senden korkarak yaşadım, haşyet üzere olmaya çalıştım. Ama şimdi senden ümitliyim. Sen de bilirsin ki ben, dünyanın ne akan nehirlerine, ne salınan ağaçlarına takıldım. Sadece istediğim senin affına ve mağfiretine nail olmaktır. Beni affın ile ve mağfiretin ile karşıla!”

6-Hastalık, unutulan nice nimetlerin hatırlanmasını sağlayan en önemli nasihatçidir.


“Beş şey gelmeden önce, beş şeyin kıymetin bilin! Hastalık gelmeden önce sağlığın, ölüm gelmeden önce hayatın, ihtiyarlık gelmeden önce gençliğin, fakirlik gelmeden önce zenginliğin, dolu vakit gelmeden önce boş vaktin.” (Buhari, Rikak, 3)

“İki nimet vardır ki, insanların çoğu bunlar hususunda aldanmıştır: Bunlar sıhhat ve boş vakittir.” (Buhari, Rikak, 1; İbn Mace, Zühd, 15)

7-Hastalık, Allah’ın (cc) yüce kudretinin bir işareti ve yaratılış hikmetini kavrayacağımız bir fırsattır.

8-Hastalık, kader planında yazılanların ortaya çıkması ve Allah’ın takdir ve iradesi ile kuluna isabet eden bir nimettir.


“Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce, bir Kitap’da yazılmış bulunmasın. Doğrusu bu Allah’a kolaydır. (Allah bunu) elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah’ın size verdiği nimetlerle şımarmayasınız diye açıklamaktadır. Çünkü Allah, kendini beğenip böbürlenen kimseleri sevmez.” (Hadid, 57/22, 23)

9-Hastalık, ilahî rahmetin fazlalaştığı bir süreç ve ahiret hayatı için büyük bir ikramdır.

10-Hastalık, müminde emanet bilincini ve kulluk şuurunu geliştiren bir mesajlar manzumesidir.

11-Hastalık, imanın takviyesi, takvanın kuşanılması ve tevekkülün ihyası için bir fırsattır.


“Ayakta namaz kıl! Eğer ayakta namaz kılmaya gücün yetmez ise hafifçe yana doğru oturarak kıl! Eğer buna da gücün yetmezse yanının üzere yatarak kıl!” (Buhari, Taksir, 19; Ebû Davud, Salât, 179)

12-Hastalık, müminin günahlarına bir kefaret, amel defterine bir bereket, cennetteki mertebesinin yükselmesine bir vesiledir.


“Allah, şöyle buyurdu: Mümin kullarımdan birine bir bela ve hastalık verdiğimde Bana hamd eder ve verdiğim bela ve hastalığa sabır gösterirse, yatağından kalktığında annesinden doğduğu günkü gibi günahlardan temizleniş olarak kalkar. Allah, hafıza meleklerine şöyle buyurur: ‘Ben bu kulumu yatağa esir ettim ve ona bela verdim. O halde ondan önce sıhattayken kendisine yazmış olduğunuz sevapları yazmaya devam edin.”
(Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 28/344; Taberani, el-Mu’cemü’l-Evsat, 5/73)

“Gözün görmez hâle gelmesi, günahlara kefarettir. Kulağın işitmez hâle gelmesi, günahlara kefarettir. Bedenden eksilen diğer şeyler de bunun gibidir. Ölçülerine göre günahlara kefaret olurlar.”

“Mümin bir hastalığa yakalanır, sonra da Allah ona o hastalıktan şifa verdiğinde, bu geçmiş günahlarına kefaret ve ileride işleyeceği kusurlar için de bir ikaz olur. Münafık ise hastalanır, sonra da sıhhate kavuştuğunda sahibi tarafından bağlanan sonra da salıverilen, fakat niçin bağlandığını ve niçin salıverildiğini anlamayan deve gibidir.”

“Kulumun iki sevgili uzvunu (göz nurlarını) giderirsem, o da ona sabrederse, iki gözüne karşılık ona Cenneti veririm.” (Buhari, Merda, 7)

“Kıyamet gününde musibet zedelere sevap verileceği zaman dünyada afiyette ve azaları sağ salim olanlar, dünyada iken derilerinin keskin âletlerle parça parça kesilmiş olmasını arzu edeceklerdir.” (Tirmizî, Zühd, 28)

“Bir kul kendisi için (cennette) hazırlanmış olan makama ameliyle erişemeyecekse, Allah onun bedenine veya malına veya çoluk çocuğuna bir bela verir de bu belaya karşı, sabrı sebebiyle o makama eriştirilir.” (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, V/272)

13-Hastalık kişiyi ruhen olgunlaştıran, manen daha duyarlı bir hale getiren ve sürekli teyakkuzda kalmasını sağlayan bir imkândır.

“Eğer Resulullah (sas) bize ölümü temenni etmek için duayı yasaklamasaydı, ben Rabbimden bu acılar karşısında ölümü temenni ederdim. Ama böyle yapmayacağım ve sabır edeceğim.”

14-Hastalık, kabir âlemini ve hesabı hatırlatan bir vaiz, ahireti ve ölümü düşündüren bir işarettir.

15-Hastalık, sabır ve şükür ile geçirildiğinde, eğer arkasından ölüm gelirse, sahibine şehitlik sevabı kazandıracak bir ikramiyedir.


“Beş durum vardır ki, onlardan biri üzere ölen kimse şehittir:
 Allah yolunda öldürülen şehittir.
 Allah’a itaat yolunda ölüp boğularak ölen şehittir.
 Allah’a itaat yolunda olup da karnındaki bir hastalık sebebiyle ölen şehittir.
 Allah’a itaat yolunda olup da yaralanarak ve vebadan ölen şehittir.
 Allah’a itaat yolunda olup da doğum sebebiyle ölen şehittir.”

Hasta olan ne yapmalıdır? Nasıl davranmalıdır?

1-İnsana verilen bu beden, kulluk vazifesini yerine getirebilmek için bir emanettir; öyleyse emaneti korumak zorundadır.

2-Hastalık, Allah’ın insana vermiş olduğu bir ceza değil, bilakis mükâfattır; öyleyse her hastalığın bir tedavisi vardır, tedavi olmanın yolları muhakkak aranmalıdır.

3-Tedavi yollarını araştırmada şifa verenin Allah olduğunu unutulmamalıdır; öyleyse tevhid akidesini zedeleyecek her türlü hurafe ve batıl işlere asla tevessül edilmemelidir.

4-Gidilecek doktorda ehliyet ve likayata dikkat edilmelidir; öyleyse bu konuda herkesi değil, ehil doktorları dinlemeli, onların dediklerini de uygulamalıdır.

5-Hastalıklara şifa veren Allah (cc) olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır; öyleyse o şifayı celpedecek duaları hem yapmalı, hemde salih insanlardan dualar almalıdır.


“Bendeki bu hastalığın ve sakındığım şeylerin şerrinden Allah’ın izzet ve kudretine sığınırım!” (Müslim, Selam, 67)

“Ey biçare hasta! Merak etme, sabret. Senin hastalığın sana dert değil, belki bir nevi dermandır. Çünkü ömür bir sermayedir, gidiyor. Meyvesi bulunmazsa zayi (yok)olur. Hem rahat ve gafletle olsa, pek çabuk gidiyor. Hastalık, senin o sermayeni büyük kârlarla meyvedar ediyor. Hem ömrün çabuk geçmesine meydan vermiyor, tutuyor, uzun ediyor-tâ meyveleri verdikten sonra bırakıp gitsin. İşte, ömrün hastalıkla uzun olmasına işareten bu darbımesel (atasözü) dillerde destandır ki, “Musibet (bela) zamanı çok uzundur; safâ (eğlence rahatlık) zamanı pek kısa oluyor.”

1 Ocak 2017 Pazar

Şaki Bir Dünyada Sahabe Gibi Ol-Muhammed Emin YILDIRIM


Hz.Ali Radıyallahu Anh’ın hilafet günleri İslam toplumunun karşılaştığı en sıkıntılı dönemlerinin başlangıcı olmuştur. Efendimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem'in vefatının üzerinden otuz yıl geçmeden, içlerinde daha birçok sahabede hayatta iken bu sorunların ortaya çıkması insanı gerçekten hayrete düşürür. Nasıl olurda bu kadar kısa bir zamanda daha dün destan yazan insanlar, bugün fitnelere karışır? Bu anlaşılması zor mesele daha o günlerde birilerinin zihnini zorlar. Onlardan biri gelir Halife İmam Ali Radıyallahu Anh’e şöyle bir soru sorar:

"Ey Ali senden öncede üç halife geldi, geçti.Ama hiç biri döneminde bu karışıklıklar, bu fitneler ortaya çıkmadı.Onlar dönemin de ortaya çıkmayan bu sorunlar neden senin hilafetin günlerinde bu düzeyde şiddetli bir şekilde ortaya çıktı?"

Hz.Ali Radıyallahu Anh soruyu soran zata şöyle cevap verir:

"Evet, doğru onların zamanında fitneler yoktu,ama bizim zamanımızda var.Nedeni ise şu:Onların zamanın da onlarda vardı, bizde vardık.Ama bizim zamanımızda bizler varız, ama onlar yok.Onların olmadığı bir zamanda fitnelerin olması da her an imkan dahilindedir."

İşte İmam Ali Radıyallahu Anh’ın verdiği cevabın bu vurgusu, hem o dönem insanı için, hem de bizim için çok önemlidir.Gelin bu mesajı bizler bugünlere taşıyalım ve Hz. Ali Radıyallahu Anh’ın vermek istediği dersi anlamaya çalışalım.

Demek ki sorunlarla yüz yüze kalmamızın nedeni onların olmayışıdır.Çünkü o güzide Sahabiler ilahi vahyin ilk
muhataplarıydılar.Onlar Efendimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem ile aynı zamanı paylaşıp O’nun Sallallahü Aleyhi ve Sellem dizinin dibinde yetişmişlerdi.Böyle olmaları onların bizler için birer örnek ve model olarak alınmaları için yeterli sebeplerdendir.Kaldı ki Alemin Sultanı açık bir lisan ile onları bize gökteki yıldızlar diye tanıtıyor,yolunu ve yönünü şaşıran her dönem insan için neyin ve kimin pusula olacağını öğretiyordu.O zaman yanlış adreslere yönelmenin,faydasız kapıları çalmanın ne anlamı var ki!Derdimizin dermanı elimizin altında ama haberimiz yok!

Efendimiz’in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem birçok hadis kitabında geçen, adeta içimizi serinletecek bir hadisi var. Hadis Külliyatlarının dua bölümünde geçen ve özellikle zikir meclislerinin faziletlerini anlatan bu hadiste şöyle bir ifade kullanılır: “La yeşkâ bihim celisühüm” “Onlarla beraber olanlar şaki olmaz” (Buhari, Kitabu’d Deavât, 2087)

Sözün Sultanı olan Efendimiz 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem’in bu müjdesi bizlere verilmiş büyük bir ödüldür. Onlarla beraber olmak aslında sadece aynı çağı yada aynı mekanı paylaşma anlamına gelmiyor. Böyle olsaydı eğer onlarla aynı zaman dilimini paylaşan nice bahtsızlar da bu müjdenin içerisine dahil olurlardı. Demek ki onlarla beraber olmak; onlarla beraber yaşamak,aynı havayı teneffüs etmek,onlarla hemhal olmak,onlar gibi olmaya çalışmaktır.Onların hayatlarını iyice öğrenmek, İmanın onlar da nasıl bir imkana dönüştüğünü fark etmek, Kur’an’ın onlarda nasıl bir değere sahip olduğunu bilmek ve hepsinden ötesi onlara aşık olmaktır.Kişi sevdiği ile beraber değil midir? Hatip b. Belta’yı ölüm cezasından kurtaran Allah ve Resulüne olan sevgisi değil miydi? Sevgi deyip geçmeyelim, sevgi vardır sahibini cennete taşır, sevgi vardır sahibini cehenneme ulaştırır.

O halde şaki bir dünyada şekaveti bırakalım. Ağlayıp sızlanmayı, yapılacak işleri birbirimize havale etmeyi, birbirimize düşmanca bakmayı terk edelim. Tek bir derdimiz olsun o da,onlar gibi olabilmek… Sahabe gibi aşk ve iş ehli olabilmek… Öyle olsun ki bizim sahabeye olan aşkımız çocuklarımıza da geçsin. Artık onlara oğlum, kızım büyüyünce ne olacaksın diye sorduklarımızda: “Ben büyünce Hubeyb ibn Adiy gibi Muhammed’e 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem aşık olacağım. Hamza gibi düşmanların korkulu rüyası olacağım. Musab gibi Kur’an öğretmeni olacağım. Nesibe gibi İslam ordularının arkasından koşacağım. Halid gibi coğrafyalar, Ebu Eyyup Radıyallahu Anhum gibi gönüller fethedeceğim.”desinler.

Çocuklarından bu sözleri duymak isteyen anne ve babalar, öncelikle kendileri aşk ehli olmalıdırlar. Kendileri başka sevdalarda olan ebeveynlerin böyle kutsi ideallerde bulunacak evlatlar istemeleri sizce haklı bir istek midir? Böyle bir isteğin ne kadar başarı göstereceği zaten baştan bellidir. 


Her birimiz karakter ve mizacımıza göre bir sahabeyi kendimize rehber edinelim. Onun gibi olmaya çalışalım. Onun hayatını iyice öğrenip, imanın onda ortaya çıkardığı aksiyonu bizlerde yakalayabilelim. Ne yaparsak yapalım o büyük insanlar gibi olamayacağımızı zaten biliyoruz. Hiç değilse onlara olan sevgimiz, onların yolunda olma çabamız belki necatımız için bir vesile olur.

Şaki bir dünyada hangi sahabe gibi olmayı istiyorsunuz seçtiniz mi? Ben seçtim. Ama sizi bilmem…


Muhammed Emin YILDIRIM

http://www.siyervakfi.org/saki-bir-dunyada-sahabe-gibi-ol/