16 Ağustos 2016 Salı

İnsanı aldanmaya götüren sebepler nelerdir?

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Hz. Âdem (as)'dan beri insanlar birbirilerine zıd iki ayrı yolda yürüye gelmişlerdir. Bunlardan birisi hak ve hidayet yolu, diğeri ise küfür ve dalâlet yoludur. Bütün güzellikler, hayırlar, saadetler birinci yolun; bütün çirkinlikler ve şerler ise ikinci yolun meyveleridir.

İnsandaki kalp, akıl ve vicdan onu birinci yola sevkederken, nefis, his ve hevâ da ikinci yola iterler. Bunun sonucu olarak insanın iç dünyası çalkantılara ve çarpışmalara sahne olur.

Bu iç harpler bir taraftan iman, salih amel ve istikameti, diğer taraftan küfür, isyan ve anarşiyi doğururlar.

Burada insanları aldatarak yanlış yollara sevk eden ve hakikati görmelerine perde olan sebebler üzerinde duracağız.

Bu sebeplerin başlıcaları şunlardır:

1. YÜZEYSEL BAKIŞ VE GAFLET

İnsanları hakikattan uzaklaştıran önemli bir sebeb şu muhteşem kâinata ve onda cereyan eden harika olaylara gaflet ile, üstünkörü bir nazar ile bakmaktır.

Çölde, uzaktan bakıldığında serabın su zannedilmesi gibi, gerçekleşmesi mümkün olmayan bir hurafe de gaflet ile ve basit nazar ile hakikat zannedilir. Hem uzak mesafelerden bakıldığında bir yıldız mum kadar görüldüğü gibi, bir hakikat da uzaktan temaşa edildiğinde gereği gibi idrak edilemez. Rabbanî ve İlâhî hakikatlere karşı laubali kalmak ve lâkayd davranmak, hakikatleri perdeler ve sonunda insanı aldanışa götürür. Evet, insan gaflet ve yüzeysel bakmakla bu âlemi baştanbaşa kuşatan harika nizamı, mükemmel intizamı, gözler kamaştıran güzelliği göremez. Meselâ, bu kâinatın bir fabrika gibi kolay ve ahenkli idare edilmesine ve düzenine bakamaz. Hava ile bütün hayat sahiplerinin emzirilmesi, gece ve gündüzün ve mevsimlerin birbiri ardı sıra, hikmetle dizilmesi, bulutlardan yağmurun sağılması, güneşten ziyanın süzülmesi gibi harika icraatı temâşâ edemez. Elementlerin bitkilerin imdadına hikmet ve rahmetle koşturulmasını, bitkilerin hayvanların yardımına gönderilmesini ve hayvanların da insanların ihtiyacına hizmet ettirilmesini ibret nazarıyla seyredemez.

Bütün tohum ve çekirdeklerden çeşit çeşit bitkilerin ve ağaçların maharetle yaratılmasını tefekkür edemez.

Her bir çiçek ve yaprağın, her bir çekirdek ve meyvenin birer sanat harikası olduğunu idrak edemez. Bütün hayvanların ayrı ayrı mahiyetlerini, birbirlerinden farklı hissiyatlarını, çeşit çeşit cihazatlarını, muntazam beslenmelerini, doğup ölmelerini düşünemez.

Ve sonuç olarak, bu âlemde tecelli eden sonsuz kudretin bir Kâdir'den, bütün varlıkları kuşatan ilmin bir Alîm'den, bütün varlıkların hikmetli ve faydalı şekillerinin bir Hakîm'den geldiğini kavrayamaz.

Binbir ismin tecelligâhı olan bu muhteşem kâinata yüzeysel olarak bakan bir insan, ondaki İlâhî hikmetleri sezemez, kavrayamaz. Cenâb-ı Hakk'ın varlık ve birliğinden, azamet ve kudretinden, saltanat ve haşmetinden gaflet eder.

2. İNSANIN YARADILIŞINDAKİ GAYE VE SIRLARI DÜŞÜNMEMEK

Bir diğer aldanma sebebi de, insanın, kendi yüksek mahiyetinden gaflet etmesi, nereden gelip, nereye gittiğini ve bu dünyadaki vazifesinin ne olduğunu düşünmemesidir.

Cenâb-ı Hak, insanı bu kâinat içinde en mümtaz bir mahiyette yaratmış, ona âlemdeki hikmetleri teftiş edebilecek bir akıl, iyi ile kötüyü, hak ile bâtılı ayrıt edebilecek bir vicdan, bütün ilimlere ayna olabilecek bir istidad ihsan etmiştir. Ona bütün tatlar âlemini teftiş edebilecek bir dil, güzelliklerin bütün nevilerini temâşâ edebilen bir çift göz, her çeşit nağmeleri işiten kulak lütfetmiştir.

Hak Teâlâ, mümtaz olarak yarattığı bu insanı kendisine dost ve muhatab kılmış, gönderdiği semavî kitaplarla ona emir ve yasaklarını bildirmiş, saadet ve istikamet yollarını göstermiştir.

İnsan kendisine verilen bu ulvî cihazların kıymetini takdir edemezse, onları ihsan eden Rabbinden gaflet eder. O’nun bir mahlûku ve san'atı olduğunu ve her an O'nun terbiye ve gözetimi altında bulunduğunu ve O'nun nimetleriyle beslendiğini unutur. O'na karşı yapması gereken vazifelerden yüz çevirir. Kendisini başıboş zanneder. Allah’ı tanımak için verilen bütün istidad ve kabiliyetini yerinde kullanmamakla vehimlere ve hurafelere kapılır; hem dünya hem de ahiret saadetini mahveder.

3. DÜNYANIN FANÎ ZEVKLERİNE AŞIRI BAĞLANMAK

Cenâb-ı Hak, bu dünyayı kudsî sıfatlarına ve esmâ-i hüsnâsına bir tecelligâh kılmış, ilmini, san'atını, maharetini ve hikmetini onda göstermiştir. Dünyayı, insanın ebedî hayatı için bir çiftlik, kabiliyetlerin gelişmesi için bir imtihan meydanı, İlâhî sanatların düşünülmesi için bir sergi salonu olarak yaratmıştır.

Dünyanın bu mahiyetinden gaflet eden insanlar, onun fanî ve aldatıcı yüzüne âşık olurlar. Ebedî hayat için verilen akıl ve kalblerini, istidad ve kabiliyetlerini onun geçici zevklerine sarfederler. Kendilerine verilen sonsuz nimetlerin, sadece nefislerinin tatmini için verildiği vehmine kapılırlar. Cenab-ı Allah'ın rızâsı yerine insanların teveccühüne itibar ederler. Ahiret mükafatları yerine, dünyevî makamları arar, onlara talip olurlar. Aşırı zevk ve sarhoş edici eğlencelerle ile istikametli düşünme kabiliyetlerini zayi ederler. Gitgide bu hayat tarzlarını bir dâva haline getirirler. Uhrevî ve manevî mes'elelere önce lâkayd kalır, daha sonra bunlara cephe alma vaziyetine girerler. Sonunda, İlâhî ve Rabbani hakikatlara karşı anlayışları kısırlaşır, muhakemeleri yüzeysel kalmaya başlar. Az bir dikkat ile muhal olduğu anlaşılabilecek bir vesveseyi, yahut bir hurafeyi muhakeme etmekten âciz kalırlar; hakikatsiz vehimlere çabuk aldanırlar.

4. PEYGAMBERLERİN TEBLİĞ VE TALİM BUYURDUĞU HAKİKATLARDAN MÜSTAĞNİ KALMAK

Önemli bir aldanma sebebi de insanın İlâhî ve Rabbanî hakikatları anlamakta kendi fikir ve muhakemesini yeterli görüp, nübüvvet kapısını çalmamasıdır. Halbuki, Allahü Azîmüşşân'a ve O'nun sıfat ve isimlerine nasıl iman edileceği, O Zât-ı Akdes'in bu kâinatı niçin yarattığı, insanları bu âleme hangi gayeler için gönderdiği, onlara ne gibi vazifeler verdiği, bu âlemden sonra nasıl bir âleme gidileceği gibi hakikatlar, bu sınırlı akıl ile kavranamaz. Bunlar ancak vahyin aydınlığı altında görünebilir.

Allahü Teâlâ bu hakikatları bildirmek için peygamberler göndermiş ve kitaplar indirmiştir. Gezegenleri güneşin, elektronları çekirdeğin, arıları bir beyin, karıncaları bir emir'in etrafında toplayan Allah, insanların da nübüvvet merkezi etrafında toplanmalarını irâde etmiştir. Tâ ki, onların kalbleri, ruhları ve vicdanları, Peygamberlerin (Aleyhimüsselâm) eliyle terbiye edilsin ve kemâle ersinler.

Bilindiği gibi, insanların simaları gibi, fikir ve muhakemeleri, arzu ve hissiyatları da birbirinden farklı olduğundan aynı İlâhî ve Rabbani hakikate farklı şekillerde nazar edebilirler. Birisinin doğru gördüğüne diğeri yanlış diyebilir; birinin hak bildiğini diğeri bâtıl görebilir. Sonunda, insanlar sayısınca farklı görüş ve düşünceler, değişik değerlendirme ve hükümler ortaya çıkar.

Ulvî bir hayata aday, ebedî bir saadete aşık olan insan için bu noksan ve sınırlı akıl kâfi bir rehber olamaz. İnsan onunla belli bir noktaya kadar gidebilir. Hakikati bulması, dünyevî ve uhrevî saadete erişmesi ancak peygamberlere tâbi olması ile mümkündür. Bu hakikata binaen Cenâb-ı Hak insanlara peygamberler göndermiştir. Tâ ki, hak ile bâtılı, doğru ile yanlışı, hakikat ile hurafeyi ayırabilsinler.

Peygamberler (aleyhimüsselam), insanlara, Cenâb-ı Hakk’n varlığını ve birliğini bildirmişler, kendilerine tâbi olanları marifet tabakalarında yükseltmiş ve onları küfürden, şirkten ve bâtıl inançlardan kurtarmışlardır. O nuranî zâtlar, Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarına en mükemmel âyna olmuşlar, O’nu hakkıyla sevip, ümmetlerine de sevdirmişlerdir. Kendilerine inananları ebedî saadete teşvik etmiş, İlâhî azaptan sakındırmışlardır.

Kâinatta tecelli eden İlâhî isimleri onlara okutturmuşlar ve âlemin nasıl seyir ve tefekkür edileceğini öğretmişlerdir. Kâinatın yaratılış sırrını bildirmişler, varlıkların nereden gelip, nereye gittiğini ve vazifelerinin ne olduğunu en güzel şekilde öğretmişlerdir. Kısacası, Allah'ın rızasını nasıl kazanacaklarını, İlâhî azaptan nasıl kurtulacaklarını bildirmişlerdir.

Allahü Teâlâ, Peygamberleri (aleyhimüsselam) en ulvî bir fıtratta yaratmış, onların akıl ve kalblerini bütün meleke ve hissiyatlarını en güzel bir şekilde bizzat terbiye etmiş ve o mümtaz zâtları insanlık âlemine birer yol gösterici ve muallim olarak göndermiştir. Bilhassa, Peygamberler Sultanı olan Peygamber Efendimizi (S.A.V.) en güzel ve mükemmel bir surette terbiye etmiş, ona bütün hakikatlerin güneşi olan Kur'ânı göndermiş, onun bütün hakikatlarına, en ince sırlarına vâkıf kılmış ve insanları en yüksek mertebeye çıkartacak bütün meziyetleri o Habib-i Edîb (asv)'inde toplamıştır. O'nu güzel ahlâkın bütün şubelerinde en ileri dereceye yükseltmiş, iman ve ubudiyette, kemâlat ve fazilette O'nu insanlık alemine en mükemmel bir rehber olarak göndermiştir.

Her biri birer hidayet yıldızı olan sahabeler; İmam-ı A'zam, İmam-ı Şafiî, İmam-ı Malik ve İbn-i Hanbel gibi büyük müctehidler; Şâh-ı Geylânî, Şâh-ı Nakşibend, Rufaî ve Şazelî gibi kâmil mürşidler, Kur'ân-ı Azîmüşşân'm en ince sırlarına vâkıf olan Fahreddin-i Râzi, Taftazanî ve Seyyid-i Cürcânî gibi allâmeler; Muhyiddin-i Arabî, Mevlânâ, Şems-i Tebrizî gibi mutasavvıflar hep o hidayet güneşinin marifet ve imanından feyz almışlardır.

Asrımızda küfür ve inkârın toplumun manevî bünyesini tahrip etmesi, birçok şüphelerin, hurafe ve safsataların insan zihninde mecra bulması, bu hidayet güneşinin ders ve terbiyesinden, irşad ve feyzinden yeterli ölçüde istifade edilmemesinden dolayıdır.

Hatta fen ve teknolojinin bu gün ulaştığı ileri seviyesine rağmen, fert ve toplum hayatında huzuru temin edememesi, toplum hayatından sevgi, şefkat, merhamet ve adalet gibi ulvî esasların çekilip, yerini zulme, tecavüze ve anarşiye terk etmesi ve hiçbir felsefî doktrinin cemiyetin bu yaralarını teşhis ve tedavi edecek güce sahip olamaması, hatta bazı doktrinlerin bizzat zulüm ve tecavüze sebeb olması, hep nübüvvet mektebinin kapısını çalmamaktan kaynaklanmaktadır.

5. MATERYALİST PROPAGANDA VE TELKİNLERİN TESİRİNDE KALMAK

İnsan, dışarıdan gelen uyarılara daima açıktır. Bu haliyle boş bir kabı andırır. İçi doğru fikir ve hakikatlerle dolmazsa, onların yerini yanlış ideolojiler, hurafe ve safsatalar alır. Bugün gençliği sarsan ruhî bunalımların, fikrî ızdırapların asıl sebebi budur. Bu manevî ızdıraplardan kurtulmalarının tek yolu, akıl, kalb ve vicdanlarını, Kur'an' ın getirdiği ulvî hakikatlerle doyurmak iken, bir kısım gençler, ilim ve fikir yerine, aldatıcı sloganlara, sihirli reçetelere (!) daha çok meylederler. Manevî boşluklarını böylece doldurup huzura kavuşacaklarını zannederler.

Materyalistler onların bu halinden istifade ederek onları "adalet", "eşitlik" gibi hayalî slogan ve propagandalarla aldatır, kendilerine çekerler. Onları sempatizanları haline getirdikten sonra sosyol problemlerin çözümü için ileri sürdükleri hayalî reçeteler yanında yer yer bu gençlerin kafalarına maneviyâtı sarsıcı şüpheler de atarlar. Belli bir noktadan sonra, sürekli ve yoğun telkinlerle o zavallı gençlerin beyinlerini yıkaya yıkaya sonunda onları materyalist ve ateist düşünce dışında hiçbir hakikati kabul edemeyecek hale sokarlar. Artık bu gençler mantık ve muhakemelerini kaybederek tamamen robotlaşırlar. Basit bir hanenin dahi ustasız olamayacağı bir hakikat iken, şu muhteşem kâinat sarayını sahipsiz kabul ederler. Bir harfin kâtipsiz olması muhal olduğu halde, her harfinde sonsuz hikmetler bulunan şu kâinat kitabını kâtipsiz telâkki ederler.

Hem bütün bitkileri, hayvanları ve insanları hayatsız, şuursuz ve iradesiz tabiatın yaptığına, yahut bunların kendi kendine meydana geldiğine inanırlar. Kendilerini gayesiz, vazifesiz, başıboş ve sahipsiz zannederler, korkunç bir dalâlete düşerler.

İnsanın mahiyetini elmas derecesinden kömür derecesine indiren, bütün insanî meziyetleri silerek onu hayvandan çok aşağı dereceye düşüren küfrün iç yüzündeki çirkinliği göremezler. Halbuki, kâinatta hükmeden hiçbir hakikat, küfür ve inkâr ile izah edilemez.

Şu soruların materyalist ve ateist felsefede tahmin ve varsayımdan öte net bir cevabı yoktur:

"Bu kâinatı ve içindeki harika varlıklar nasıl var olmuşlardır ?"
"Kâinatta atomdan en büyük galaksilere kadar cereyan eden bu mükemmel ve ölçülü sistem nasıl oluşmuştur?"
"Tüm kainatın elemenleri, su-toprak gibi unsurları, canlı-cansız varlıkları ile doğrudan veya dolaylı olarak insana hizmet etmesini nasıl açıklarsınız?"
"Bilimin şahitliği doğrultusunda gayesiz ve faydasız hiç bir şeyin olmadığı bu kainatta, insanın gaye ve amacı ne olmalıdır?"
"Kainatta hergün binlerce insanın vefatları ile tasdik edip doğruladıkları ölüm nedir? Ölüm celladından kurtulmanın çaresi var mıdır?"

İnsan ancak bu sorulara cevap bulmakla tatmin olur, huzur bulur; dünyada rahata, âhirette saadet ve selâmete kavuşur.

Hem inkar etmek; kendi kendine muhaldir, mahiyeti yalandır. Meselâ, Selimiye Camii'nin mimarını inkâr etmek, hakikatsiz bir safsata ve büyük bir yalandır. Mükemmel plânı, hârika estetiği, san'atkârâne yapılışı ile akılları hayrete düşüren böyle muhteşem bir eser ortada iken, onun mimarını inkâr etmek en büyük bir safsata ve en hakikatsiz bir hurafedir.

Aynen bu misâl gibi, şu muhteşem kâinat sarayının yaratıcısı, sahibi ve idarecisi olan Cenab-ı Allah'ı inkâr etmek, bu misâlden hadsiz derecede çirkin bir yalan, müthiş bir hezeyan, korkunç bir safsatadır.

6. ALLAHÜ AZÎMÜŞŞÂNI MAHLÛKATINA KIYAS ETMEK

İnsanları dalâlete götüren bir diğer yanılma sebebi de Allah’ın zâtına ve sıfatlarına dair hakikatleri, yarattığı diğer varlıklara kıyas etmektir. Halbuki Cenâb-ı Hak, vâcib-ül vücuddur, ezelî ve ebedîdir. Bütün sıfatları nihayet derecede kemâldedir. Aczden, ihtiyaçtan, mekân ve zamandan münezzehtir; hiçten yarattığı âciz, zelil, fani mahlûkatı ile hiçbir cihetle kıyasa girmez.

Malûmdur ki iki şeyin birbiriyle mukayese edilebilmesi için, aralarında ortak noktalar bulunması lâzımdır. Meselâ, insanın mahiyeti, taşın mahiyeti ile hiçbir cihetle kıyasa girmez. Farklı mahiyetteki iki mahlûk dahi birbiriyle kıyasa girmezken, vâcib, mümkin ile; Hâlık, mahluku ile nasıl mukayese edilebilir!

7. ALLAH’IN KUDSÎ MAHİYETİNİ AKLIN, ANLAYAMAYACAĞINI BİLMEMEK

Her insan, aklıyla Allahü Teâlâ'nın varlığını bilebilir. "Bir eser ustasız, bir bina mimarsız olamayacağı gibi ben de Hâlık'sız, Mâlik'siz olamam. Şu gökyüzü ve şu yeryüzü de Hâkim'siz, Sâni'siz olamazlar."diyebilir. Ancak, akıl Cenâb-ı Hakk'ın Zâtını anlamaktan âcizdir; bu vadide bir adım dahi atamaz.

Malûmdur ki, bir şeyin varlığını bilmek başka, mahiyetini bilmek başkadır. Kâinatta çok şey vardır ki akıl onların varlıklarını apaçık bildiği halde, mahiyetlerini kavrayamamaktadır. Ruh, yer çekimi kanunu, elektrik, hayal, şefkat gibi nice hakikatlar vardır ki bunların varlıklarını bilmek bir hakikat olduğu gibi, mahiyetlerinin idrak edilemeyeceğini bilmek de ayrı bir hakikattir. Aklın idrak edemeyeceği mahiyetleri anlamaya zorlanmak cerbezedir, cehalettir. İnsan bu hali ile sırat-ı müstakimden sapar ve takatinin son derecede üstünde olan bir yükün altına girmekle kendisini helak eder.

"Eser, ustasını idrâk edemez" hakikatınca, akıl da Hâlık'ının hakikatini kavrayamaz. Çünkü, O'nun mahlukudur, eseridir. Her mahluk gibi akıl da sınırlıdır. Görmenin, işitmenin ve diğer bütün hislerin sınırlı birer sahası olduğu gibi, aklın da belli bir idrak sahası, belli bir intikal gücü vardır. Cenâb-ı Hakk'ın kudsî mahiyetini idrak etmek, aklın kavrama ve intikal sahası içinde değildir.

Bir insan, değil Allah'ın zâtını, kendi ruhunun, hayâlinin, vicdanının dahi mahiyetlerini kavrayamaz. Çünkü, bunlar cismanî olmadıklarından akıl onlara bir suret giydiremez, bir şekil veremez.

Meselâ, hayal için ne uzunluktan, ne kısalıktan; ne yaşlıktan, ne kuruluktan; ne büyüklükten, ne küçüklükten söz edilemeyeceği için akıl ona bir bir hudud çizemez ve onu kavrayamaz. Bununla birlikte hiçbir insan, mahiyeti meçhul olan bu varlığı inkâr da edemez.

Kendi mahiyetini bilmekten âciz olan insanın, bütün akılların, hayallerin, ruhların, hislerin, vicdanların, hafızaların, meleklerin yaratıcısı olan Allah’ın Zâtını anlamaya zorlanması en büyük bir cehalet ve cerbezedir.

Allah' ın bütün sıfatları sonsuzdur, mutlaktır, ezelî ve ebedîdir. Akıl ise sınırlıdır, kayıtlıdır, sonradan yaratılmıştır. Kayıtlı olan mutlak olanı, sınırlı olan sonsuz olanı, sonradan yaratılan ezelî ve ebedî olanı elbette kavrayamaz. İnsanın bunu bilmesi, yâni Cenâb-ı Hakk'ın kudsî mahiyetini idrâkten âciz olduğunu anlaması gerçek idraktir.

Akıl, Allahü Teâlâ'yı "varlığı vâcib, kudreti sonsuz, iradesi sınırsız, ilmi her şeyi kapsıyan" olarak bilmekle mükelleftir. Zaten onun yaradılışının gayesi de budur.

O halde, Cenab-ı Hakk’ın kudsî mahiyeti ne idrâk edilebilir, ne hayal edilebilir, ne de hissedilebilir. Akılla anlaşılan ve duygularla hissedilen her şey mahlûktur. Allah'ın varlığı bu dünyada ancak akıl nuruyla görülür, kalbin ziyası ile sezilir.

Hakikat bu iken, insanın Allahü Teâlâ'yı zâtiyle anlamaya zorlanması vehimden başka bir şey değildir.

Evet, aklın vazifesi, Cenâb-ı Hakk'ın kâinatta görünen büyüklüğünü, azametini, kudretini, hâkimiyetini, sonsuz hikmetini, inayetini, lütuf ve ikramlarını anlamak ve tüm bunlara kainattaki diğer varlıklarla beraber şuurlu bir şekilde tanıklık etmekden ibarettir.

Kur'ân-ı Mûcizü'l-Beyan birçok âyetlerinde ve Peygamber Efendimiz (S.A.V) pek çok hadis-i şeriflerinde bize bu hakikati ders vermişlerdir.

İnsan için Allah'ın kudsî mahiyetini idrâk etmek şu cihetle de imkânsızdır: O Vahid-i Ehad'in misli, misâli yoktur ki insan, kıyas ve temsil ile veya tecrübe yoluyla O'nun kudsî hakikatini anlamaya yol bulabilsin.

Bir gül yaprağı üzerinde parlayan bir damla su, semanın genişlik ve derinliğini hakikatıyla kavrayamayacağı gibi, insanın da, o sınırlı aklı, sonsuz âlemleri yoktan var eden bir Vâcibü'l-Vücud'un kudsî mahiyetini kavrayamaz.

8. BÜTÜN VARLIK ÂLEMİNİ BEŞ DUYU İLE KAVRAMAYA ZORLANMAK

Bazı insanları aldatan sebeblerden biri de beş duyu ile hissedemedikleri hakikatleri inkâr etmeleridir. Halbuki, varlık âlemi sadece beş duyu ile hissedilenlerden ibaret değildir.

Malûmdur ki, insan görme duyusu ile ancak maddî varlıkları görür. Dili ile, tatlar âlemini, kulağıyla sesler âlemini, burnuyla kokular âlemini hisseder. Halbuki melekler, ruhani varlıklar, elektrik, çekme ve itme kanunları gibi nice hakikatler vardır ki bunlar ne görülürler, ne işitilirler. Bununla birlikte bu hakikatların varlıkları da şüphe götürmez.

Bu hakikatten gaflet eden bir kısım insanlar "Görmediğime inanmam."diyerek bütün varlık âlemini sadece gözleriyle gördükleri maddi varlıklardan ibaret sanmakla büyük bir hataya düşerler. Halbuki, görünmemek olmamaya delil olamaz. Bu âlemde görmediklerimiz şeyler gördüklerimizden çok daha fazladır. Hatta insan vücudunda akıl, hayal, hafıza, vicdan, sevgi, korku, merak gibi görünmeyen şeyler, görünenlerden kat kat fazladır.

"Görmediğim şeye inanmam." safsatasının altında, aklın vazifesini göze yükleme hurafesi yatmaktadır. Halbuki, insandaki her bir his ayrı bir âlemin kapısını açar; birinin vazifesi diğerinden beklenemez. Meselâ göz, kulağın; burun dilin vazifesini göremez. İnsan, gözü ile ne yemeğin tadına, ne bülbülün sesine, ne de gülün kokusuna bakabilir. Göz bu azaların vazifelerini yapmaktan âciz iken, elbette aklın vazifesini yüklenemez.

Herhangi bir eser göz ile görüldüğü halde, ustası akıl ile idrâk olunur. Görmediğime inanmam, diyen bir kimse, bu eserin ustasını inkâr durumuna düşer. Aynen öyle de, bir insanın, şu muhteşem kâinatı seyr edip ondaki derin hikmetlere hayran kaldığı halde, onun san'atkârını "göremiyorum" diye inkâra kalkışması büyük bir cehalettir.

Böyle bir insan, bu kâinatta her an tecelli eden ve Allah'ın varlığını güneş gibi gösteren yaratma, hayat verme, rızıklandırma, büyütüp geliştirme, şekil verip güzelleştirme gibi sonsuz işleri ne ile açıklayacaktır?

Cenâb-ı Hakk'ın görünmemesi “şiddet-i zuhurundan ve zıddının yokluğundandır.” Meselâ, atmosferin küremizi her yandan kuşatması gibi güneşin de bütün uzay âlemini cismi ile kuşattığını farzetsek, o zaman güneşi göz ile görmek mümkün olmaz. Artık güneş şiddet-i zuhurundan görünmez olur. Hem gece gibi bir zıddı da olmadığı için zıddının yokluğundan güneş görülemez. Bununla beraber ziyâsıyla her yerde hazır ve nazır olan o güneşin varlığını inkâr etmek de büyük bir cehalet olur.

Allahü Azîmüşşân'ın "şiddet-i zuhurundan ve zıddının yokluğundan"görünmemesine bu misâlin ışığında bir derece bakılabilir.

Evet, "her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise maneviyatta kördür."

9. İNSANIN FITRÎ VAZİFESİ OLAN İBADETİ TERKEDİP İSYANA GİRMESİ

Cenâb-ı Hak, bu kâinatı ve içindeki bütün mevcudatı insan için yaratmış ve onu bu âleme en büyük gaye ve netice yapmıştır. Elbette insanın da kâinatın ötesinde büyük bir gayesinin olması zarurîdir. Bu gaye ise ancak Allah'a iman ve O'na ibadet ve itaat etmektir.

İbadet, Cenâb-ı Hakk'ın azamet ve büyüklüğünü, sonsuz mükemmeliğini kusursuzluğunu anlama ve ilan etme; hadsiz lütuf ve ihsanına şükür ve hamd etmektir. İnsan, hakiki insaniyet mertebesine ancak ibadet ile çıkabilir. Zira, ibadet insanın hayvanî arzularını kayıt altına alır. Onu Rabbine yaklaştırır. Ruhunu ulvi hedeflere yükseltir, kalbini temizler. İnsanı yüksek ahlâk ve güzel seciye sahibi kılar.

İnsanın fıtri vazifesi ibadettir. Bu vazifeyi terkeden insan, ahlaken çok alçalır ve hayvanî hislerinin mahkûmu olur. Hak ve hukuk dinlemez. Ruhen düşüşe geçer, günahların iç yüzündeki dehşetli çirkinliği göremez. İşlediği günahlar onu adım adım inkâra doğru götürebilir. Günahları işleye işleye kalbi ve vicdanı kararır. Latifeleri söner, idraki felç olur. Sağlam düşünme kabiliyetini kaybeder.

Bilindiği gibi, âmirinin verdiği vazifeleri yapmayan bir memur, ona karşı önce mahcubiyet duyar. Eğer itaatsizliğe devam ederse sonunda bu mahcubiyet yerini bir nevi düşmanlığa, isyana terkeder. Aynen bu misâl gibi insan da, Yaratıcı'sının emir buyurduğu kulluk vazifelerini terk ettiğinde önce sıkılır, mahcup olur. Günaha devam ede ede, kalbinden Rabbine karşı muhabbet ve korku silinir, yerini kin ve düşmanlığa terkeder. İsyanda ısrar ettikçe ibadetten nefret etmeye başlar. Kadere itiraz eder, Cenâb-ı Hakk'ın rahmetini yargılamaya başlar.Yaptığı isyanları savunmaya başlar. Artık böyle bir insan, din ve mukaddes şeyler hakkındaki telkinlere ve propagandalara kapılmaya hazır hale gelmiştir. Böyle bir insan, ulûhiyet, âhiret, kader, haşir gibi imanî mes'elelerde küçük bir vesveseyi, kuvvetli bir delil olarak görmeye başlar. Böylece, sorumluluktan kurtulup selâmete çıkacağı vehmine kapılır. İfsat komiteleri bu tip insanları kolayca aldatıp kendilerine bağlayabilirler.

10. DİNE AİT HAKİKATLARDA YETKİLİ KİŞİLERE MÜRACAAT EDİLMEMESİ

Günümüz insanı ilmî ve fennî sahalarda haklı olarak, yetkili kişilere müracaat etmektedir. Bu hassasiyeti, dini mes'elelerde çok daha fazlasıyla göstermesi gerekirken, böyle yapmayıp ya kendi aklı ile yetinmekte, yahut bu sahada ehliyetsiz kişilerin sözlerine itibar etmektedir. Halbuki, dinde ehil olmayan kişi başka sahalarda uzman bile olsa, onun sözü dinde delil kabul edilmez. Malûmdur ki, bir ilimde, alim olan kişi başka bir fende cahil kalabilir. Onun sözü bu fende geçerli sayılmaz.

Mesela, bir doktor tıp ilminde ne kadar ileri giderse gitsin, onun sözü mühendislikte delil kabul edilmez; bu sahada ona müracaat edilmez. Gerçek bu iken, akıl ile kavranılması mümkün olmayan "imanî, Kur'anî ve dinî hakikatlerde” insan ne kendi aklına güvenebilir ve ne de bu sahada yetkili olmayan kimselerin sözüyle hareket edebilir. Bu hususta ona düşen görev, dinî konularda yetkili kişilere müracaat etmek, yahut onların yazdığı eserlere başvurmaktır. Bunu yapmayanlar çoğu zaman kendi arzularını, vehim ve hayallerini fikir sanmakla hakikatten uzaklaşırlar.


Sorularla İslamiyet

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR      

15 Ağustos 2016 Pazartesi

Müslüman Akaidi ve İnancı Nasıl Olmalı

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

1. Allah vardır ve birdir.

2. Melekler vardır.

3. Kitaplar haktır

4. Kuran-ı Kerim, Allah kelamıdır Kuran mucizedir

5. Peygamberler Allah’ın elçileridir Peygamberlik haktır

6. Hz. Muhammed Allah’ın elçisidir Hz. Muhammed en son peygamberdir

7. Yeniden diriliş haktır Öldükten sonra dirilme vardır

8. Cennet ve Cehennem yaratılmıştır ve sonsuzdur

9. Kader vardır

10. Hayrı ve şerri yaratan Allah’tır

11. Allah geleceği bilir

12. Hadis-sünnet dinin kaynağıdır Hadis-Sünnet Allah’ın onayıdır

13. Sahabiler Peygamberlerden sonra insanların en faziletlisidirler 

14. Mezhep vardır ve haktır

15. Büyük günah işleyen kafir olmaz

16. Mümin olarak ölen cehennemde ebedi kalmaz

17. Mucize vardır ve haktır

18. Keramet vardır ve haktır

19. Rüyet, Allah’ı görmek haktır ve olacaktır

20. Şefaat vardır ve haktır

21. Cennet lütuftur, cehennem adalettir

22. Kabir hayatı vardır ve haktır 

23. Mirac mucizesi haktır

24. Kıyamet alametleri vardır

25. Dirilerin ölülere duası haktır

26. Mest üzerine meshetmek haktır

27. Müslümanım diyene kafir denilemez

28. Muta nikahı haramdır

Sorularla İslamiyet


Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

14 Ağustos 2016 Pazar

İSLAMİ YAŞAYIŞA YENİ BAŞLAYANLAR İÇİN TAVSİYELER

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim   


Bugün yaşanan hayatın akışı içerisinde maalesef, babadan devralınmış, inceliklerine inilmeyen bir din yaşayışı hâkimdir. O kadar ki, daha titiz bir din yaşamaya çalışan veya sünnetlere dikkat ederek yaşamak isteyenler, Müslümanların arasında bile istihza konusu olabilmektedirler. İbadetler neredeyse şartlarımıza uygun olanlar ve olmayanlar şeklinde tasnif edilecek hale geldi. İş maksadını aştı, mecrasını değiştirdi de diyebiliriz.

Biz böyle bir gidişatı kökten değiştirmeye muktedir olamayabiliriz. Ancak iki şeyi yapmazsak Allah katındaki sorumluluğumuzdan kurtulamayız.

Birincisi, böyle bir gidişatı değiştirme gayret ve samimiyeti içinde olmaktır.

İkincisi de, hiç olmazsa kendi eksenimizdeki alanda daha samimi ve aslına uygun bir dini hayatı hâkim kılma gayretidir.

Bu değerlendirmeden sonra mevcut şartlarımıza göre, yeni başlayanı ile yenilenmek isteyeni ile hepimiz için ibadetleri ve kulluğu şekillendirecek bir program çizebiliriz. Herkesin kendi şartlarını da dikkate alarak uygulayabileceği kalıcı ve bıktırmayan, feyizli bir ibadet programı tavsiyesi şudur:

1- Önce haramlardan arınma ve haramsız bir hayat yaşama samimiyeti göstermeliyiz. Haram bünyeye girdikten sonra feyiz kalkar. En önemli haram çeşitlerinden biri olarak da kul haklarına dikkat edilmelidir.

2- İbadetin kabul edilmesinin iki ana şartı vardır: İhlâs ve Peygamber aleyhisselama uygunluk. Yaptığımız iş riyasız olmalı ve bidat olmamalıdır.

3- Adım adım yürümek zorundayız. Bulunduğumuz ortamı ve bizim özel şartlarımızı tamamen yok saymak gibi bir hataya düşersek ibadetlerden erken bıkar ve kulluğu terk ederiz. Elbette tembelliğe ve baştan savmaya kaymayacağız. Ancak, şartları gözetmekle, şartlardan ötürü kaytarmak arasındaki dengede Rabbimizin bizi imtihan ettiğini bilip ona göre davranacağız. Başımızı kuma sokmakla elde edebileceğimiz bir şey yoktur.

4- En önemli silah olarak sabrı kuşanmak mecburiyetindeyiz. Sabırsız alınabilecek bir karış yol yoktur. Sabrın sınırını da biz belirlemeyeceğiz. Sabrın kendisi bir sabır konusu olacak kadar sabra aşina olmalıyız. Ne elde edeceksek o muhakkak sabrın sonunda olacaktır. Allah’ın yardımı da sabredenleredir. Bu direncimiz, yılmadan, usanmadan ayakta kalışımız bizim sebatımızdır.

5- İbadet ve kulluk ortamının oluşmasına dikkat etmeliyiz. Salih bir cemaatin varlığı, aynı düşünen kardeşler arasında bulunmak büyük bir nasiptir. Eğer böyle bir ortamı yakalayamadı isek tırmanacağımız yokuş dikleşmiş demektir.

Ortam oluşturmanın bir başka yolu da bilgi edinmektir. Taşımalı bilgilerle kulluk daha zor ve pürüzlüdür. Fıkıh, hadis ve benzeri bilgileri mezara kadar sürecek bir programda almaya devam etmeliyiz.

6- Allah’ın salih kullarına ait örnekleri, abartmadan ve uydurmadan incelemek bizim için iyi bir heyecan oluşturur.

7- Şeytanın en önemli taktiklerinden olan, kendini yetersiz ve değersiz görme bataklığına batmadan düşünmek ve çalışmak şarttır. Evet. Zayıfız, âciziz, Rabbimizin huzurunda boynu büküğüz; ama himmetimiz büyüktür. O’nun yardımı ile biz de Ebubekir, Ömer olabiliriz.

8- En mükemmelini yapmayı isteriz; ama ona takılıp kalmayız.

9- Yalnızlığı tehlikeli görmeliyiz. Bir şeyh, ağabey, hoca, mürşid… biri önümüzde ve yanımızda durmalıdır. Ama önümüzde dururken Allah ve Nebi’si ile aramızda durmadan önümüzde olmalıdır.

10- Sürekli olan az, ara sıra olan çoktan hayırlıdır.

11- Kur’an okumayı vazgeçilmez nafile bir ibadet görüp devam etmeliyiz. Kur’an bizim hızımız, aşkımız, enerjimizdir. Belirli bir Kur’an hatmi takvimini hiç aksatmadan sürdürmek zorundayız. Hava ve su gibi sürekli Kur’an’a muhtacız.

12- Namazı kılmayı Müslüman olmanın gereği, hatta olmazsa olmazı görmeliyiz. Önce farzlar, ardından nafileler amellerimiz arasında yerini almalıdır.

13- Zikir dilimizin suyu olsun.

14- İstişaresiz hayat eksiktir. Kimsenin aklı tek başına yeterli olmaz. Bilhassa din konusunda ehlini bulup danışmak kulluk için elzemdir.


Nureddin Yıldız'ın "Fetva Meclisi"nde bir soruya verdiği cevaptan 
alınmıştır.


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR      

13 Ağustos 2016 Cumartesi

Evlilik kader midir? Kaderimizde kim varsa onunla mı evlenmek zorundayız?

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

Kader, Allah’ın ilminin bir unvanıdır. Evliliğin kader olmaması için, Allah’ın evlenen o iki kişiden habersiz olması gerekir. Bu ise ilmi her şeyi, her mekânı ve her zamanı kuşatan Allah hakkında düşünülemez. O hâlde sorumuzun cevabı, “Evlenmek elbette kaderdir.” olacaktır. Ancak burada iki farklı durum söz konusu olabilir:

1. Allah, ezelî ilmi ile evlenecek kadın ve erkeğin, kendi cüz-i iradelerini kullanarak birbirleriyle evlenmek isteyeceklerini bilmiş ve zamanı geldiğinde onların bu arzularını külli iradesiyle yaratacak olduğundan dolayı, ezelde kader defterlerine birbirleriyle evleneceklerini yazmıştır. “İlim maluma tabidir.” kaidesiyle bu yazı onların arzu ve iradelerine tabidir. Yani kader defterinde şunlar birbiriyle evlensin değil, şunlar birbiriyle evlenecek diye yazılmıştır. Elbette böyle bir yazı insanı zorlayıcı değildir.

2. Bazen de ya bir şükür ya da sabırla imtihan olmaları için, kulun cüz-i iradesi karışmaksızın Allah iki kişiyi karşılaştırır ve onları birbirleriyle evlendirir. Eğer bu evlilik güzel bir evlilik olmuşsa bu, kadın ve erkekten şükrün istenildiği bir nimettir. Eğer bu evlilik kötü bir evlilik olmuşsa bu evlilik, sabrın istendiği bir imtihan olur. Erkek kadınla, kadında erkek ile imtihan edilir. Demek ki, yapılan bütün evliliklerde kulların cüz-i iradeleri esas alınmamaktadır. Başka bir ifadeyle, ihtiyâri fiillerden olan evlilik, bazen ıztırâri fiiller gibi kulun müdahalesi ve seçmesi olmaksızın meydana gelir. O hâlde şu hükümleri birer kaide olarak bilmeliyiz.

- Eğer kul bir şeyin olmasını ister, ancak Allah onun olmasını murad etmezse, o fiil vücuda gelmez ve meydana çıkmaz. Eğer vücuda gelmeyen bu arzu, bir hayır ise kul niyetinin mükâfatını görür.

- Eğer kul bir şeyin olmasını ister, Allah da onun olmasını murad ederse, o fiil vücuda gelir ve yaratılır. Bu fiilin yaratılmasına kulun cüz-i iradesi sebep olduğundan dolayı, kul bu fiilinden mesuldür. Hayırlı bir iş ise mükâfat, kötü bir iş ise ceza görür.

- Kulun hiçbir müdahalesi olmaksızın, sırf Allah’ın dilemesiyle yaratılan fiiller: Bu tür fiillerde kulun cüz-i iradesi işe karışmaz. Daha önce ifade ettiğimiz gibi şükürle veya sabırla imtihan olmaları için Allah onu icad eder.

İşte evlilik bazen ikinci gruba giren bir fiildir. Kulların cüz-i iradelerini kullanmaları neticesinde Allah istediklerini yaratır. Bazen ise üçüncü gruba giren bir fiil olur. Allah kullarının iradelerini karıştırmaksızın onları birbirleriyle evlendirir. Ancak her iki durumda da evlilik kaderdir.


Sorularla İslamiyet

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

12 Ağustos 2016 Cuma

Hadislerin Kur'an'a arz meselesi

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

Bu görüş sahipleri, hadislerin tamamını reddetmeyip Kur’an’a sunan ve muhaddislerin belirlediği usûl kaidelerini önemsemeyip, Kur’an’a zıt görünenleri, muhaddislerce “sahih” hükmü dahi verilse “mevzû” ya da “zayıf” sayan bir anlayıştadırlar. 

Hatta, buna dayanak olarak muhaddislerce uydurma olduğunda ittifak edilen 'arz hadisi' diye meşhur bir hadise tutunurlar.

“Benden size gelen şeyi, Allah'ın Kitab'ına arzedin. Ona uygunsa, onu ben söylemişimdir. Ona uygun değilse, ben onu söylemedim” (Taberânî).

el-Beyhakî, “el-Medhal ilâ Delâili'n Nübüvve” adlı eserinde şöyle der:

“Hadisin Kur'an'a arz edilmesi hadisi, sahîh değildir, batıldır. Batıl olduğu, hadisin kendisinden ortaya çıkmaktadır. Çünkü, Kur'an'da, sünnetin Kur'an'a arz edilmesine dair bir âyet yoktur.”

Şeyh Muhaddis el-Fîrûzâbâdî “Sifru's Seâde” kitabının sonunda, şöyle der:

“Bu şekilde nakledilen sahih ve sabit olmuş bir rivayet yoktur. Bu, mevzu hadislerin en kötülerindendir. Bilakis bu hadisin hilafına olan bir hadîs sahihtir: Dikkat edin! Bana Kur'an ve onunla beraber bir misli verildi.” (1)

İmam el-Evzaî radıyallahu anh şöyle der:

"Hadis Kur’an’a arz edilmez, yine hadise arz edilebilir ancak. Zira; şayet bir hadis zayıf ya da uydurma ise, onun karşısında mutlaka sahih bir hadis zaten vardır."

İmam eş-Şafiî radıyallahu anh'de, yukarıdaki hadisi, şu hadise zıt görmüş ve reddetmiştir: “Sizden birinizi, koltuğuna yaslanmış ve benim kendisiyle emrettiğim veya nehyettiğim bir emrim geldiğinde, 'biz Allah'ın Kitab'ında bulduğumuza uyarız', derken bulmayayım.” (2)


Bu görüştekilerin bir dayanağı da Hanefi mezhebinin de hadisleri Kur'an'a arz etmesidir. Gerçekten de bu mezhepte hadislerin Kur’an’a arzı diye bir "usul" kriteri vardır. Ancak Hanefîlerin hadislerin Kur’an’a arzından anladığı ile günümüz anlayışı birbirinden farklı şeylerdir.

Mesela, arz meselesini kabul edenler, sünnet, Kur’an’a aykırı olamayacağından onun hükmünü de kayıtlamayacak ve tebliğ etmeyecektir. Halbuki, Hanefi Mezhebi imamı başta olmak üzere(3), sünnetin Kur’an’a göre konumu şöyle açıklanır:

a) Sünnet, Kur’an’ı takviye eder;

b) Sünnet, Kur'an’ı tefsir edip açıklar;

c) Sünnet, Kur’an’ın bir hükmünü tahsis eder.( 4).

Ancak Sünnet'in Kur'an’ı neshi veya tahsisi için "mütevatir" veya "meşhur" olması lazımdır. Kur'an’ın hükmüne muhalif olan "haber-i vahid"ler ise onun hükmünü değiştiremez. İşte "Hanefilerin sünneti Kur'an’a arz ediyor" dedikleri hadisler bu çeşit hadislerdir. Buna Hanefi usulcüleri "manevi inkıta" diyorlar(5). 

Şu halde Hanefi uleması sünnetin Kur'an’ı takviye ve tefsirinde bir sınır getirmeksizin hadislerle amel ediyorlar, ancak Kur'an’ın hükmünü değiştirecek veya tahsis edecek bir hadis olursa, bu durumda onun "mütevatir" veya "meşhur" olmasını şart koşuyorlar(6). Bu açıdan hemen Hanefiler de sünneti Kur’an’a arz ediyorlardı, deyip geçmek doğru değildir.

İmam Malik de Sünnet'in üç fonksiyonunu aynen benimser(7). O’na göre haberi vahidler bile bazen Kur’an’ın umumunu tahsis eder, mutlakını takyid edebilir. Hele -Medine Ameli- ile desteklenirse daha da kuvvetlilik arzeder. Hatta rü’yet ile ilgili hadisleri Kur'an da geçen “O gün bir takım yüzler, Rablerine bakıp parlayacaktır.” ayetine uygun görerek, söz konusu hadisleri reddedenleri Kur’an’a uymamakla itham etmiştir(8). Eğer haberi vahidlerin bazı durumlarda Kur’an’a muhalefeti nedeniyle reddedilmesine arz denilirse, bu manada bir arzın İmam A’zam ve İmam Malik’te varlığını söyleyebiliriz.

Hadislerin Kur’an’a arz edilmesini gösteren rivayete "mevzu" diyen İmam Şafi ise(9), sahih hadislerle amel etmenin Allah’ın emri olduğunu, böyle bir hadisle amel etmeyenin aklını kaçırmış olacağını belirtir(10). Bu sebeple sünnet, Kur’an’ı tefsir ve takyid etmekle beraber, Kur’an’ın bir nas getirmediği konularında da müstakil hüküm koyar. Sünnet'in koyduğu hükümler zahiren Kur'an’a muhalif görünse bile bu durum maksadın tayinine delalet eden karinelerin bilinmeyişindendir,(11)der.

İmam Şafii’nin, Peygamber Efendimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem’in Sünnet'ini, Kur'an’dan anladıklarıdır, diye açıklaması son derece önemlidir. Bu sebeple Sünnet'in Kur'an’a olan zıtlığını bahane ederek reddetmeyi cahillik saymıştır(12).


Ancak bütün bu değerlendirmeleri sahih hadis hakkındadır. Şayet hadis şaz olursa bu durumda onun Kur'an’a zıt olması durumda onunla amel edilmez(13). Bu durumda sahih hadislerin Kur'an’a muhalif gibi görünen hükümleri, karineleri bilindiği zaman onların birbirine zıt olmayacağı anlaşılır; ancak rivayet şaz ise bu durumda muhalefet dikkate alınarak onunla amel edilmez. Öyleyse İmam Şafii’nin şaz rivayetlerin Kur’an’a ziyade hüküm getirmesi durumunda O’na hükmen arzettiğini söyleyebiliriz.

İmam Şafii gibi düşünen Ahmed b. Hanbel’de "Kur’anın zahiri ile Sünnet reddedilmez. Zira Kur’anın manasını ve delaletini Sünnet tayin eder. Bu yüzden Kur’anın umumuna muhalif diyerek hadis reddedilmez. Böyle bir hadis, aslında Kur'an’ı beyan ve tefsir etmiştir",(14)der. Şu halde O’na göre Sünnet-Kur’an bir bütündür. Görülen muhalefet zahiridir; izah edilebilir. Bu sebeple Kur’an’a muhalif bahanesiyle hadis terk edilemez.

Sünneti Kur’an a arz bahanesiyle reddetmenin doğru olamayacağını, Sünnet'in Kur’an’ı açıkladığı, tefsir ettiği gibi onda bulunmayan bazı hükümler koyabileceği, bu sebeple zahiri muhalefet sebebiyle hadislerin reddedilmeyeceğini, zira her ikisinin de kaynağının vahiy olduğundan birbirine zıt olmayacağını, zahiri zıtlıkların ise mutlaka bir izahının olduğunu söyleyen başka alimler de vardır. İbn Hazm, İbn Ebi Şeybe, Suyuti, İbn Abdi’l-Berr, Kurtubi, Şevkâni, Sağani, Fettani, İbnü’l-Arrak, Alilyyü’l-Kâri(15) bunlardan bazılarıdır. Özellikle,mevzuat yazarları, arz rivayetine mevzu diyerek sünnetin Kur’an’a arzedilmesine temelden karşıdırlar.

Ancak, özellikle şaz ve zayıf rivayetlerin hükme medar olduğu durumlarda, Kur’an’a ve sahih Sünnet'e arz edilmesi uygundur. Zaten arz olayına temelden karşı çıkan alimlerimizin de kastı bu olsa gerek. Onlar, Kur’an’a muhalif bahanesiyle sahih Sünnet'in terk edilme endişesini dile getirmişlerdir.

Her ilim, o ilmin alimlerinden öğrenilmelidir. Rabbimizin bu ümmete has kıldığı bir ilim vardır ki, bu ilim “isnad” ilmidir.

Hadis terimi olarak isnad, bir hadis veya haberi söyleyenine nisbet etmeye denir. Bir hadisi başkasına nakleden ravi, onun kimden işittiğini veya kimden aldığını, aldığı kimsenin kimden naklettiğini bazı özel tabirler kullanarak muhakkak belirtir. Böylece hadisin ilk kaynağı olan Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem'e ulaşıncaya kadar kesiksiz bir nakil zinciri kurulur. Böyle bir nakil zinciri kurmaya "isnad" adı verilir.

Muhaddisler, ilk asırlardan itibaren hadislerin korunması için ömür harcamış ve bu “isnad” ilmi sayesinde hadislerin “sahih”ini, “zayıf”ını, “mevzû”sunu ayırmışlardır.

Abdullah b. Mübarek
(radıyallahu anh); “İsnad dindendir. Şayet isnad olmasaydı dileyen dilediğini söylerdi” demiştir. -Tirmizî, İlel, s:47- 

İşte bu ilim, dileyenin dilediğini söyleyebileceği bir ilim değildir!

Hadisler genel olarak iki kısma ayrılır; “Mütevatir” ve “Ahad” haberler olarak. Mütevatir haberler, hadis usûlü kapsamında değerlendirmeye tabi tutulmazlar bile. Zira onların kesinliğinden şüphe yoktur. Mesele ahad haberlerdedir ve ahad haberler de genel olarak “makbul” ve “merdud” olarak iki kısımda mütalaa edilirler. İşte muhaddisler ömürlerini “makbul-sahih, hasen gibi-” ve “merdud-zayıf, mevzû gibi-” haberleri ayırmakla geçirmişlerdir.

Günümüzde, her ağızdan hadis diye sözlerin çıkması, eserlerde muteber kaynaklar belirtilmeden hadis rivayetinin yapılıyor olması, karşı psikoloji olarak(ifrat-tefrit) birçok hadisi inkar etme sorununa dönüşerek; bu hadislerin hiçbir usûl kaidesi gözetilmeksizin tenkide tabi tutulup reddedilmesi sonucunu doğurmuştur. 

Hadislerin tamamını, sil baştan Kur’an’a arz edip onun süzgecinden geçirme bahanesiyle bir çok sahih hadisin yok edilmesi (16) doğru değildir. Bu bizi Sünnetsiz Kur’an anlayışına götürür. O zaman Kur’an’ın canlı tefsiri olan ve Hz. Peygamber  Sallallahü Aleyhi ve Sellem'in hayatını yansıtan Sünnet'in yerini başka anlayış ve sistemlerin doldurması kaçınılmaz olacaktır.

Hadislerin Kur’an’a arz edilmesi, bu sebeple de bazı rivayetlerin O’na muarız olmasından dolayı reddedilmesi ve bunun daha da ileri götürülerek, bütün rivayetlerin Kur’an’ın süzgecinden geçirilmesi gerekir anlayışıyla Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem adına bize intikal eden her şeye bir şüphe iras edilmesi durumu, doğrudan doğruya bin dört yüz yıllık geçmişi itham etmek manasını taşır. Başta sahabe olarak bize bu rivayeti nakledenleri bir tarafa itip, onların yerine kendimizi koymak anlamına gelir.

Allah-u Teala bizi Peygamber Efendimiz  Sallallahü Aleyhi ve Sellem'in yolunundan ayırmasın. Amin.

[1]- Abdulfettah Ebû Gudde, Lemehât min Târîhi's Sünne ve Ulûmi'l Hadis, s:17(Hadisin geçtiği kaynaklar:Ebu Davud, Sünnet, 5; İmare, 33; Tirmizi, İlim, 10; Ahmed, 2/367, 4/132)
[2]- İmam eş-Şâfiî, Risale, 89. Bu ve benzer hadisler için bkz: Tirmizî, İlim, 2663-2664; Ebû Davud, Sünnet, 4605; Ebu Davud, İmare, 3050; İbn Mace, Mukaddime, 12-13; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/367, 4/131-132, 6/8; Darimî, Mukaddime, 592
(3) İmam-ı A’zam şöyle der: Ben Allah’ın Kitabını alırım. Onda bulamaz isem Rasulullah’ın 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) sünnetini alırım..” İbn Hacer, Askalani, Tehzibu’t-Tehzib, Beyrut, ts, X. 451.
(4) Ebu Zehra, Ebu Hanife, 292-294.
(5) Buhari, Keşf, III, 19,29; Bkz, Serahsi, Usul, I,364; Ünal, İmam Ebu Hanife, s.84-88,141; Apaydın, a.g.m., Subuti kati olan bir metnin, subuti zanni olanla nesh ve tebdil edilemeyeceği anlayışından bir neticesidir.
(6) Bununla beraber bazan haber-i vahidlerin bile Kur’an’a ziyade yaptığı uygulamaları için bkz. Ayni, el-Binâye fi Şerhi’l-Hidaye, Beyrut, 1988, VI,261-262, 274-381; Ünal, Ebu Hanife, 141-142; Hadisler, için bk. Buhari, Hudud, 13; Müslim, Hudud, 7; Müsned, III, 253.
(7) Yani sünnet, Kur’an’ı takrir eder, tefsir eder. Kur’an'da olmayan bir hüküm koyar. Sünnet olmadan Kur’an anlaşılamaz. Ebu Zehra, İmam Malik, 260-267.
(8) Bazı durumlarda da haberi vahidlerle Kur’an'a muhalefeti dolayısiyle amel etmezdi. Ebu Zehra, İmam Malik, 283-86,296; Ayet, Kıyame, 22-23; İmam Malik’in yaklaşımı İmam A’zam’ın anlayışıyle paralellik arzediyor.
(9) Şafii, Risale, 80; "Buna karşılık, bana Kur’an ve onun bir misli verildi. Bende emrederim, nehyederim", mealindeki hadisi zikrederek sünnetin müstakil teşri değerini söyler.
(10) Zehebi, Tezkiretü’l-Huffaz, Beyrut, ts, I, 362; Hadis, Cebrail (a.s) tarafından Peygamber Efendimiz
Sallallahü Aleyhi ve Sellem’in kalbine ilka edilmiştir. Bu sebepten Sünnet Kur’an’a muhalif olmaz, Şafii, Risale, 76-89.
(11) Şafii, el-Ümm, Beyrut, ts. VII, 273,286; Bkz, Gazali, Mustasfa, I,179.
(12) Şafii, Risale, 85,103; Kasımi, Kavaid, s.58.
(13) Şafii, Ümm, VII, 307-308.
(14) Ebu Zehra, Ahmed b. Hanbel, 239.
(15) Sırasıyla bk. İbn Hazm, İhkam, I,114-117; İbn Kayyım, İ’lamu’l-Muvakkıin, Beyrut, 1994, II, 220 vd.; İbn Ebi Şeybe, Musannef, Beyrut, 1989, VIII, 363 vd.; Suyuti, Miftah, 2 vd.; İbn Abdi’l-Berr, Câmi, II, 190; Kurtubi, Tefsir, I, 38; Bazı yazarların kanaatleri ve arz meselesine bakışı için krş. Akseki, Riyazu’s-Salihin Tercümesi, I, XX-XXI; Ebu Zehv, Mukanetu’s-Sünne, 32-36; Ebu Şehbe, Sünnet, I, 58; Accâc, es-Sünne, 49-50; Sıbâi, es-Sünne, 81-83,98-100; Keleş, Arz, 90 vd.
(16) Mesela bu maksatla Hilafetin Kureyşiliği hadisinin reddiyle ilgili olarak bk. Hatiboğlu, Hilafetin Kureyşiliği, AUİFD XIII, Ank, 1979; Atay, Öztürkün ve Reşit Rıza’nın görüşleri için bkz. Keleş, Arz, 53-58.




Kur'an-ı Kerim ve yüce Meâli - Elmalılı Hamdi Yazır;
Sahîh-i Buhârî Şerhi - ibn Hacer el-Askalânî;
Sahîh-i Müslim Şerhi - İmam Muhyiddin En-Nevevi;
sorularlaislamiyet.com ve Bilal Oduncu'nun 
"Hadis’i, Kur’an’a Arz Etmek mi?" makalesi(bilalhattab.com) kaynak olarak kullanılmıştır. 

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

9 Ağustos 2016 Salı

692.Bizden değildirler-Faruk Beşer


...Bizden değildir ifadesinin anlamı konusunda şunları da söyleyerek başlayalım. Bu ifade bulunduğu hadisin bağlamına ve konusuna göre'davranışı bizim gibi değildir, ahlakı mümin ahlakı değildir, tam bir mümin değildir...' anlamına gelebileceği gibi, zaten mümin değildir, ya da böyle giderse sonuçta bizden olmaktan, yani mümin olmaktan çıkar anlamına da gelebilir...


... İslam toplumunun, bugün kültür denen zeminini oluşturması gereken şey sünnettir. Yani en küçük detaylarına kadar İslam'ı Resulüllah'ın yaşama tarzıdır. Bu zemin boşluk kabul etmeyen bir bütündür. Ondan bir sünnet ögesinin, yani Müslümanca yaşama parçacığının çıkarılması durumunda yerine gelecek olan şey, başka kültüre ait bir uygulama olacaktır. İşte bu yer değiştirme, Sünnetten oluşan zeminin bir gün tamamen kaymasını ve toplumun Müslüman olmaktan çıkmasıyla sonuçlanabilir. “Kim hangi millete benzemeye çalışırsa ondandır” hadisi şerifi de bunu anlatır. Çünkü benzeme, senden olanın yerine ötekininkini koymaktır. Bu da sonuçta seni onun gibi olmaya kadar götürebilir. Kimliğini/aidiyetini tamamen değiştirmiş olabilirsin.


...*'Büyüklerimize saygı, küçüklerimize merhamet göstermeyen, iyiliği emretmeyen, kötülüğü yasaklamayan bizden değildir'...

...*'Musibet anında yanaklarına vuran, yakasını çekip yırtan, bağırıp çağıran ve cahiliye işi kavmiyetçilik güden, kavmiyetçilik için savaşan, böyle bir savaşta ölen bizden değildir'.

*'Kadınsı görünmeye çalışan erkekler, erkeksi olmaya çalışan kadınlar bizden değildir'. Bugün üçüncü cinsin kendilerine meşruiyet aramaları bundandır. Çünkü insan ya kadındır ya erkektir. Üçüncü bir cins yoktur.

*'Bizden olmayanlara benzemeye çalışan bizden değildir'.

*'Bir şeyde ya da bir kişide uğursuzluk arayan, kâhine inanan, büyü yapan, bunun için düğümler atan bizden değildir. Bir kâhine gidip onun dediğine inanan, Muhammed'e indirileni inkâr etmiş olur'.

Kâhin, fal gibi bir yöntemle, gelecekten haber verdiğini sandıran şarlatan insandır.

'Bize silah çeken bizden değildir'

*'Kendi babası olmayan bir adamı babası, kendi çocuğu olmayanı çocuğu gösteren, bunu iddia eden bizden değildir'.

*'Fırsattan istifade yağmacılık yapan bizden değildir'.

*'Bıyıklarından almayan, kasık tıraşı olmayan bizden değildir'

*'Evlenme imkânı olup da evlenmeyen bizden değildir'.

*'Allah'tan başkası adına yemin eden bizden değildir'.

*'Yılanların öç alacağına inanan bizden değildir'.

*'Selamımızı almayan bizden değildir'...


Yazının tamamı için:

7 Ağustos 2016 Pazar

691. Cihad İmandandır

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
2. BÖLÜM ÎMÂN   

26. Cihad İmandandır

36- Ebû Zür'a b. Amr b. Cerîr şöyle demiştir. Ebû Hureyre'nin 
(radıyallahu anh) şöyle dediğini duydum. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu:

"Allah kendi yolunda cihada çıkan kişi için kefil olarak şöyle bu­yurmuştur: Bu kişiyi yalnızca bana olan imanı ve elçilerimi tasdik et­mesi cihada çıkarmıştır. Ben onu kazanacağı ecir veya ganimetle geri döndürme yahut cennete koymaya kefilim'. (Hz, Peygamber şöyle bu­yurdu:) Ümmetime zorluk çıkartmayacak olsaydım savaşa çıkan hiçbir seriyyenin arkasında kalmazdım. Allah yolunda öldürülmeyi, sonra diriltilmeyi sonra tekrar öldürülmeyi sonra tekrar diriltilmeyi sonra yine öldürülmeyi isterdim.[Hadisin geçtiği diğer yerler:2787,2797,2972,3123,7226,7227,7457,7463]

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

6 Ağustos 2016 Cumartesi

690.Zulümden Zulüme Fark Vardır

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
2. BÖLÜM ÎMÂN 

23. Zulümden Zulüme Fark Vardır

32- Abdullah'tan rivayet edilmiştir:

"İman edenler ve imanlarına zulüm karıştırmayanlar var ya..." [En'am,82] ayeti indiri­lince Hz. Peygamber'in 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ashabı: "Hangimiz zulüm etmemiştir ki!" [Hadisin geçtiği diğer yerler:3360,3428,4629,4776,6918,6937] dediler. Bunun üzerine Allah şu âyeti indirdi: "Şüphesiz ki şirk büyük bir zulümdür."[Lokman,13]

Açıklama

"Zulümden zulüme fark vardır" ifadesi biri diğerinden daha hafif olan zulüm anlamına gelir. Bu konunun delil olma yönü şudur: Sahabe ilk âyetteki zulüm ifadesini genel anlamda bütün günahlar şeklinde anlamışlardır. Hz. Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) onların bu anlayışını yadırgamamıştır. Âyet ise onlara zulüm türlerinin en büyüğünün şirk olduğunu açıklamıştır.

Hattâbî şöyle demiştir: "Sahabenin anlayışına göre "şirk" zulüm olarak adlandırılamayacak kadar büyük bir günahtı. Dolayısıyla ilk âyetteki zulüm kelime­sini şirk dışındaki diğer günahlara yordular. Bunun üzerine ikinci âyet indi". Bu tartışılır. Bana göre sahabe zulüm kelimesini genel anlamda anladılar. Buna şirk ve diğer günahlar da dahildir. Buhârî'nin âyeti delil getirme tarzı da bunu gös­termektedir.

Muhammed b. İsmail et-Teymî hadisin şerhinde şunları söylemiştir: İmanın şirkle karıştırılması düşünülemez. Bu durumda âyetin anlamı "iman ettikten sonra inkâra düşmeyenler" yani irtidat etmeyenler şeklinde olur. Bu âyette "iman ve küfrü, zahir ve batın olarak bir araya getirmeyenler" yani münafık olmayanlar kasdedilmiş de olabilir. Bu en güçlü görüştür. Bu sebeple Buhârî bu konudan sonra "münafıkların alâmetleri" konusunu getirmiştir. Bu, onun kitabı tertibindeki ustalığını ortaya koymaktadır.

Hadisten Çıkarılan Sonuçlar

*Tahsis delili ortaya çıkıncaya kadar âyet ve hadislerin genel anlamını esas almak gerekir.

*Olumsuz cümlede kullanılan belirsiz isim, genellik ifade eder. 
Hass âmmı tahsis eder, mübeyyen mücmeli beyan eder.

*Çelişkiyi giderme maslahatı sebebiyle âyet-hadislerde geçen sözcükler za­hir anlamının dışındaki anlamlara yorulabilir.

*Zulmün çeşitli dereceleri vardır.

*Günahlara şirk denmez.

*Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayanlar güven içinde olurlar, doğru yolda olanlar da onlardır.

Şu sorulabilir: İsyankâr kişiye de azap edilebilir. Bu durumda güven ve doğru yolda olmak nasıl söz konusu olabilir?

Bunun cevabı şudur: Bu kişi cehennemde ebedî olarak kalmaktan güven içinde, cennete gitme konusunda da doğru yoldadır.

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

5 Ağustos 2016 Cuma

689.İslam neden farklı anlaşılıyor?-Faruk Beşer



Faruk Beşer Hoca'nın sade ve anlaşılabilir yazılarını çok faydalı buluyorum. Birçok sorunun cevabını bulabildiğim yazılarından kendime notlar düşüyorum . Benim yararlandığın yazılarını da paylaşıyorum. Yine okumanızı tavsiye edebileceğim yazılarından bir tanesi daha:


...İdeal bir insan bedeni düşünelim. Her uzuv yerli yerinde ve ideal ölçülerde olsun. İslam'ı da böyle bir beden olarak görelim. Mesela kalp İslam'daki zikri ve ibadeti temsil etsin. Askerin gözetleme görevinden hareketlegözler cihadı, eller eylemleri, baş ve beyin tefekkürü ve bilgiyi ilah, temsil etsin. Bütün bu organlar birbiriyle iletişim halinde ve dengeli olursa insan, insan olarak fonksiyonlarını istenen düzeyde yerine getirebilir. Bunlardan birine ölçüsüz ağırlık verilir, diğerleri dumura uğratılırsa marazi bir görüntü doğar.Mesela cihad cihad deyip gözleri çok büyütürsek karşımıza gulyabani gibi bir heyula çıkar. İnsanlar bunu gördüklerinde ödlek görmüş gibi korkarlar. Yine dengesiz biçimde ve zikrin ne olduğunu da anlamadan zikir zikir deyip diğer organlarla iletişim halinde olmayacak şekilde kalbe ağırlık verirsek kalp şiştikçe şişer ve artık nefes darlığından gideriz...

...İslam'ın ne olduğunu bilen bilir. İslam Allah'ın bütüninsanlığa duyurulmak üzere Resulü'ne gönderdiği vahyin, yani Kur'an-ı Kerim'in Resulü tarafından kusursuz yaşanmasından ibarettir. Kur'an-ı Kerim İslam'ın yegâne kaynağıdır, Sünnet o kaynağın uygulanabilme çerçevedir. Bu bakımdan mecazen Sünnet'e de kaynak denir ve böylece İslam'ın Kur'an ve Sünnet diye iki temel kaynağı olmuş olur. Diğer anlama usulleri ise bunlara bağlıdır.

Şimdi hayatın değişkenliği içerisinde İslami olan düşünceyi ve eylemi anlamak isteyenler bu iki kaynaktaki ilgili talimatı bilir ve hesaba katarlarsa onu doğru anlamış olurlar. Aksi takdirde kendi çizdikleri sınırları İslam zannetmekten başka çareleri yoktur...

Ulaşabilen insanlar çerçeveyi bu iki kaynaktaki bilgilerle kurup aradaki boşlukları akılla doldururlarsa çerçevenin dışına çıkmamış ve İslami olanı anlamış ve yaşamış olurlar. Günümüzdeki Selefilik buraya kadar doğru bir çizgidedir. Ama onların da aralardaki boşlukları doldurmada problemleri vardır. Yani onların problemi çerçeveyi kurma problemi değil, farklı zamanın ve mekânın bulunduğu araları anlama ve doldurma problemidir....


Yazının tamamı için:

4 Ağustos 2016 Perşembe

688.Hiç ölmeyecekmiş gibi nasıl çalışılır?-Faruk Beşer

Faruk Beşer Hoca'nın "Orta yol üzere olmak" ile ilgili yazılarının devamı:

....Bu iki ucun belirginleşmesinden sonra ortayol bulundu ve Allah'ın kelam sıfatı olarak Kur'an-ı Kerim'in O'nun zatından ayrı olmayan aslının mahlûk olmadığı, ama onun indirilmesinin, okunmasının hatta Arapçalığının hâdis/mahlûk olduğu anlaşıldı. Bütün bunlar elbette ümmetin ana gövdesinde oluşan fikirler değildi, uçlarda tartışılıyordu, sonra tekrar ana gövdeye dönülüyordu.

Sünnet konusunda ifrat-tefrit
Sünneti ve onun yazılı hale gelmiş formu olan hadisleri anlamada da ana gövde hiç hata yapmadı. Ulema ve müçtehitler meseleyi hep doğru anladılar. Ama bir tarihten sonra bazılarınca hadislerin Kur'an-ı Kerimden bağımsız ve başlı başına bir kaynak ve norm imişler gibi görülmesi, kendi mezhebi meşrebi ve ideolojisini destekleme adına çok zayıf hadislere, hatta uydurma olanlara bile tutunulması şeklindeki ifrat, sünneti hepten reddetme tefritini doğurdu, en nihayet 1850'lerde Hindistan'da Kuraniyyun/Kur'ancılar diye bir akım ortaya çıktı. Allah'tan İslam dünyası buna çok fazla itibar etmedi. Bugünlerde, muhtemelen iyi niyetlerle yeniden kendini gösteren 'Kur'an İslamı' söylemi onun 'abdate' edilmesinden başka bir şey değildir, bu da geçer. Yeter ki, bunun doğmasına sebep olan marazi anlayış da düzeltilmiş olsun...

...İbadetlerde bile ifrat ve tefrit olabilir.Kendinin ve diğer insanların hukukunun çiğnenmesine sebep olan bir ibadet anlayışı ruhbanlığa götürür. Ama Kur'an-ı Kerim ifadesiyle, kenarın ucunda ibadet etmek, çıkarı olursa devam etmek, olmazsa bırakmak da ibadeti anlamada bir tefrittir. Böyle olunca bazıları dünya ahiret dengesini yanlış kurmuş ve şu söze hadis diye sarılmışlar: “Hiç ölmeyecekmişsin gibi dünyan için, yarın ölecekmişsin gibi ahiretin için çalış”. Oysa orta yol ancak iki üç iyi bilindikten sonra anlaşılabilir. Ahiretin kalıcılığı ile dünyanın geçiciliği iyi kavrandığında ortayolun ikisi için de aynı derecede çalışmak olduğu söylenemez....


.. 'Allah'ın sana verdiği her şeyde ahiret yurdunu ara' demek, her şeyi bırak ahiret için çalış demek değildir, her yaptığını orayı hesaba katarak yap demektir...

Yazının tamamı için:

2 Ağustos 2016 Salı

687.Dinini Koruyan Kişinin Üstünlüğü

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.
 "Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
2. BÖLÜM ÎMÂN 

39. Dinini Koruyan Kişinin Üstünlüğü

52- Numan b. Beşîr'den 
(radıyallahu anh) rivayet edilmiştir: Allah Resûlü'nün (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurduğunu işittim:

"Helal de bellidir, haram da. Bu ikisi arasında insanlardan çoğunun bilmediği şüpheli şeyler vardır. Kim şüphelilerden korunursa di­nini ve ırzını (şahsiyetini) korumuş olur. Kim de şüpheli şeylere düşerse harama düşer. Bu kişi bir koruluğun etrafında koyun güden ve koyunların her an koruluğa girme ihtimali bulunan bir çoban gibidir, dikkat edin! Her kralın bir koruluğu vardır. Dikkat edin! Allah'ın yeryüzündeki koruluğu haram kıldığı şeylerdir. Dikkat edin! Vücutta öyle bir et parçası vardır ki o düzgün olursa bütün vücut düzgün olur, o bozuk olursa bütün vücut bozuk olur. Dikkat edin! Bu et parçası kalptir."(Hadisin geçtiği diğer bir yer:2051)

Açıklama
"Dinini koruyan kişinin üstünlüğü": Buhârî bu ifade ile vera'ın (şüpheli şey­lerden kaçınmanın) imanın tamamlayıcı unsurlarından biri olduğunu açıklamak istemiştir.

"Helal de bellidir, haram da": Apaçık deliller sebebiyle bunların hem kendi­leri hem de nitelikleri bellidir.

"Bu ikisi arasında. ..şüpheli şeyler vardır": Yani hükmü bizzat belirli olmayan şeyler içinde diğerlerine benzeyenler vardır. Yani bunlar her iki yöne de benze­mektedirler.

"İnsanlardan pek çoğunun bilmediği...": Yani hükmünü bilmediği. Bu Tirmizî'nin rivayetinde şu şekilde açık olarak gelmiştir: "insanlardan pek çoğu bunun helalden mi yoksa haramdan mı olduğunu bilmez". Pek çok insanın bunu bilmemesi insanlardan az bir kısmının bunu bildiğini göstermektedir ki bunlar da müctehidlerdir. Buna göre şüpheli olmak, müctehidler dışındaki in­sanlar için söz konusudur. İki delilden birini tercih edememe durumunda müctehidler için de söz konusu olabilir.

"Dinini ve ırzını korumuş olur": Yani dini eksiklikten, şahsiyeti eleştiriden korunmuş olur. Çünkü şüpheli şeylerden kaçınma özelliği ile tanınmayan kişi insanların bu konudaki eleştirilerinden kurtulamaz. Bu ifâde dinle ilgili emir ve yasakları korumaya ve şahsiyete riayet etmeye işaret etmektedir.

Dinde Şüpheli Şeylerin Hükmü
"Kim de şüpheli şeylere düşerse" : Şüpheli şeylerin hükmü konusunda ihtilaf edilmiştir. Bunun haram olduğu söylenmişse de bu görüş reddedilmiştir. Diğer bir görüşe göre mekruhtur. Bir başka görüşe göre de bu konuda (görüş belir­tilmeksizin) tevakkuf edilir.[menfi veya müspet,lehte veya aleyhte bir görüş belirtmemektir.] Bu meseledeki görüş ayrılığı, din bu konuda hü­küm belirtmeden önce eşya ve fiillerin hükümlerindeki görüş ayrılığına benze­mektedir.

Alimlerin "şüpheli şeyler" konusundaki yorumları şu dört görüş ile özetlenebilir:


1. Delillerin birbiri ile çelişmesi,

2. Alimlerin bir konuda farklı görüşler ileri sürmesi -ki bu görüş ilkinden alınmıştır,

3. Burada "mekruh" denilen şey kasdedilmektedir. Çünkü mekruh, hem yapma hem de terk etmeye elverişlidir,

4. Bununla mubah kasdedilmektedir.

İbnü'l-Müneyyir, hocası Kubârî'nin menkıbeleri arasında onun şöyle söyle­diğini nakletmiştir: "Mekruh, kişi ile haram arasında bir geçittir. Sürekli mekruh­ları yapan kişi harama gider. Mubah da kişi ile mekruh arasında bir geçittir. Sü­rekli mubahlardan yararlanan kişi mekruha doğru kayar". Bu güzel bir çıkarımdır.

Müslim'in senedini zikrettiği ancak lafzını belirtmediği, fakat İbn Hibbân'ın rivayet ettiği şu hadis de bunu desteklemektedir: "Haramla aranıza helalden perde çekiniz. Kim bunu yaparsa şahsiyetini ve dinini korumuş olur. Bunun etrafında dolaşan kişi, koruluk etrafında hayvan otlatana ben­zer, onun oraya düşmesi yakındır". Bu şu anlama gelir: Helalin mutlak olarak işlenmesinin mekruha götüreceğinden korkulduğunda ondan kaçınmak ge­rekir. Bu durum helal yiyecekleri sürekli ve bolca yemeğe benzer. Bu da çokça kazanç sağlamaya mecbur bırakır. Çokça kazanç sağlamak ise kişinin hak etme­diği şeyi almasına veya insanları küçümsemesine yol açar. En azından kullukla uğraşmaktan alıkoyar. Bu herkesçe bilinen, gözle de görülen bir durumdur.

Bana göre birinci görüş daha güçlüdür. Bu görüşlerin her birinin kasdedilmiş olması da uzak bir ihtimal değildir. Bu, kişilere göre değişir. Zeki bir alim için hükmü ayırt edebilmek zor bir şey değildir. O, mubah ve mekruha düşme konusunda şüpheye düşebilir. Böyle bir âlimin dışındakiler için zikrettiğimiz hu­susların tümünde durumuna göre şüphe söz konusu olur. Mekruh bir ameli çok işleyen kimsenin yasak amelleri işlemeye de cüret edeceği açıktır. Haram olma­yan yasağı işlemek, aynı cinsten haram olan yasağı işlemeye alıştırır. Bu durum söz konusu şey hakkındaki bir şüpheden kaynaklanır. Çünkü yasaklanan şeyi yapmak vera' nurunun kaybolmasından dolayı kalbi karartır, kişi harama düş­meyi tercih etmese bile harama düşmeye başlar.

"Bir koruluğun etrafında koyun güden çoban gibi": Benzetmede özel olarak bunun seçilmesinde şöyle bir nükte vardır: Arap hükümdarları koyunlarının otlaması için özel yerleri koruluk yaparlar ve bunun etrafında hayvanını izinsiz olarak otlatanları şiddetli bir ceza ile tehdit ederlerdi. Hz. Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) de insanlara, aralarında yaygın olan durumu örnek olarak verdi. Ceza­dan korkan ve hükümdarın rızasını gözeten kişi, koyunlarının oraya girmesinden de korkarak koruluktan uzak durur. Oradan uzak durmak zor gelse bile en gü­venilir yol budur. Kralın tehdidinden korkmayan ve onun rızasını gözetmeyen kişi ise koyunlarını koruluğun yakınında otlatır. İstemeden, sürüden ayrılan bir koyunun oraya girmesinden emin olamaz. Yahut da koyunlarını otlattığı yer verimsiz, koruluk ise verimli olur. Sürü sahibi kendisine hakim olamaz ve koyunlarını oraya sokar. Yüce Allah gerçek meliktir (kraldır), onun koruluğu da haram kıldığı şeylerdir.

Kalbin Önemi

"İnsan vücudunda bir et parçası vardır": Yani bir çiğnem et parçası vardır. Burada kalbin gözle görünen miktarı bu şekilde ifade edilmiştir. Kalbe bu ismin verilmesi işler içinde değişip durması sebebiyledir. Hadiste yalnızca kalp zikre­dilmiştir. Çünkü kalp vücudun yöneticisidir. Yöneticinin düzgün olması ile yöne­tilenler de düzgün olur, yöneticinin bozulması ile yönetilenler de bozulur.

Bu hadis kalbin değerinin büyüklüğüne işaret etmekte, onu düzeltmeye teş­vik etmekte, helal kazancın bunun üzerinde etkisi bulunduğunu göstermektedir. Burada kalp ile kasdedilen, Allah'ın kalpte oluşturduğu anlayıştır. Bu, aklın kalp­te bulunduğunu gösterir. Nitekim şu âyetler de bunu ifade etmektedir: "Kendileri ile aklettikleri kalpleri olsun [Hacc,46] "Kendisinde kalp bulunan kişi için bunda gerçek­ten bir öğüt vardır [Kaf,37] Tefsirciler buradaki kalp kelimesinin akıl anlamına geldiğini söylemişlerdir. Akıl kalpte yerleşik bulunduğu için akla kalp denilmiştir.

Hadisin Önemi

Âlimler bu hadise büyük bir önem vermişler, Ebû Dâvud'dan da nakledil­diği gibi bu hadisi, dinin temelini oluşturan dört hadisten biri olarak kabul et­mişlerdir. Bu dört hadis bir beyitte şu şekilde toplanmıştır:

Dört sözde yer alır dinin temeli,

Bunlar en hayırlı kişinin sözleri, 
Şüpheliyi terk et, zâhid ol, boş şeyi bırak, Amelini mutlaka bir niyetle yap! 

[Dinin temeli olarak adlandırılan ve bu beyitte kısaca temas edilen hadisler şunlardır:
1.Ameller niyetlere göredir ve herkes için niyetinin karşılığı vardır.(Buhari'nin ilk hadisi)
2.Dünyada zühd sahibi ol Allah seni sevsin,insanların elindekine karşı zühd sahibi ol insanlar seni sevsin.
3.Kişinin güzel Müslüman olduğunun delili kendisini ilgilendirmeyen şeyi terk etmesidir.
4.Helal bellidir,haram da bellidir. Bu ikisi arasında insanların çoğunun(hükmünü) bilmediği şüpheli durumlar vardır.(Çev.) ]

İbnü'l-Arabî tek başına bu hadisten bütün hükümlerin çıkarılabileceğine işaret etmiştir. Kurtubî de bunun gerekçesini şu şekilde açıklamıştır: "Çünkü bu hadis helal, haram ve diğerlerini birbirinden ayırmakta, bütün amellerin kalbe bağlı olduğunu ifade etmektedir. İşte bu açıdan bütün hükümlerin bu hadise bağlanması mümkündür."

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

1 Ağustos 2016 Pazartesi

686.İslam Terör Dini Değildir

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

Kur’an, terörü lanetlemiş, anarşiyi ve fitneyi en dehşetli bir olay olarak nitelemiştir. İslamiyet, her türlü terör, zulüm ve ihaneti yasaklar; her türlü anarşiye, bozgunculuğa şiddetle karşı çıkar. İslamiyet, zarara zararla karşılık vermez. İslam dini, adaleti tesis etmek, azgın nefislerin tahakküm ve istibdadını kırmak ve insan vicdanını itidal haline getirmek için taraf-ı ilahiden gönderilmiştir. Bu nedenle İslam bu konuda çok hassastır. Öyle ki, Kur’an, haksız olarak bir cana kıymayı, kan akıtmayı bütün insanlık alemine karşı işlenmiş en dehşetli bir cinayet olarak nitelendirmektedir.

Nitekim, Cenab-ı Hak :
“Kim ki, bir cana karşılık veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık (ceza) olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa BÜTÜN İNSANLARI ÖLDÜRMÜŞ GİBİ OLUR. Her kim de bir hayatı kurtarırsa BÜTÜN İNSANLIĞI KURTARMIŞ GİBİ OLUR” (Mâide Sûresi, 32)buyurmaktadır. Kur’an, terör ile birlikte her türlü fitne ve fesadı da lanetlemiştir. Kur’an-ı Kerim, fitne çıkartan, toplum hayatında fitneye vesile olan ve yönetime geçtiği zaman fitne tohumları ekenlerin ifsat ve şerlerine dikkati çekmiş, bozgunculuğun dehşetini, fitnenin vahametini açık bir biçimde ortaya koymuştur : “ O yeryüzünde iş başına geçti mi, orada fesat çıkarmaya, ekini ve zürriyeti kökünden kurutmaya koşar. Allah fesadı sevmez” (Bakara Sûresi 2/205)

Kur’an, fitneyi yasaklamıştır. Bir Ayet-i Kerimede Cenab-ı Hak :“Fitne, zulüm ve baskı adam öldürmekten daha korkunçtur” (Bakara Sûresi, 217 ) buyurmaktadır.

Kur’an’ın bu gibi ayetlerinden tam istifade eden bir Müslüman’ın ruhunda düşmanlık, kin, vahşet yoktur. En büyük düşmanıyla bir nevi kardeşliği vardır. Mümin, “Yaratılanı hoş gördük, Yaratandan ötürü” hakikatini kabullenir. Mümin, muhabbet fedaisidir.Husumete vakti yoktur. .Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim de, bir kısım insanların zararlarının diğer bir kısım insanlar tarafından engellenmesi neticesinde mabetlerinin zararlardan korunduğunu ifade ederek, inanların dikkatlerini zararların önlenmesine çekmektedir: “.... Çünkü, Allah insanları birbirlerine karşı savunmasız bıraksaydı, şüphesiz o zaman, içlerinde Allah’ın isminin çokça anıldığı manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler (çoktan) yıkılıp gitmiş olurdu” (Hac Sûresi, 40).

Hz. Muhammed 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem), rahmet ve şefkat peygamberidir. Kur’an-ı Kerimde Cenab-ı Hak : “(Resulüm!) Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik”(Enbiya Sûresi,107 ) buyurmaktadır. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) , güzel ahlakın bütün kısımlarını hayatında en güzel bir şekilde fiilen sergilemiş, hayatı boyunca ashabını fitneden sakındırmıştır. Fevkalade bir ciddiyet ve hassasiyet ile fitneden kaçınmayı emretmiştir:
“Fitneden kaçının ! Çünkü o esnada dil, kılıç darbesi gibidir.” (İbn-i Mace, Fiten,24 ) “Şurası muhakkak ki, bir fitne, bir ayrılık ve bir ihtilaf olacak.Bu durum gelince Uhud’a kılıcınla git! Kırılıncaya kadar onu taşa çal. Sonra evinde otur. Hatta sana günahkar bir el veya ölüm gelinceye kadar (evinden çıkma)” (İbn-i Mace, Fiten, 24) “Kıyametten hemen önce karanlık gecelerin parçaları gibi fitneler var. Kişi o fitnelerde mümin olarak sabaha erer, akşama kafir olur ; mümin olarak akşama erer, sabaha kafir çıkar. O fitnede oturan, ayakta durandan hayırlıdır. yürüyen koşandan hayırlıdır. Öyleyse yaylarınızı kırın, kirişlerinizi parçalayın, kılıçlarınızı da taşa vurun. Sizden birinin evine girerlerse Hz. Adem’in iki oğlundan hayırlısı olsun(ölen olsun, öldüren değil ) ( Ebu Davut, Fiten 2, Tirmizi, Fiten 33)


Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR