8 Ocak 2014 Çarşamba

242.MUHKEM VE MÜTEŞABİH AYETLER ve TEVİLİ

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

 Kur'an'ı Kerim'in anlaşılması ile ilgili 

yazılara ek olarak biraz daha detaya girmek istedim.

Kur’an-ı Kerim ayetlerinin bir kısmı herkesin anlayabileceği bir şekilde (muhkem), bir kısmı da herkesin anlamayacağı bir şekilde (müteşâbih) dir. Kur’an-ı Kerîm’de muhkem ve müteşâbih ayetlerin varlığına işaret eden bizzat yine Kur’an-ı Kerîm’in kendisidir. Cenab-ı Hak şöyle buyurur:

“(Habibim) sana kitabı indiren O’dur. Ondan bir kısım ayetler muhkemdir ki bunlar Kitab’ın anası (temeli)dir. Diğer bir kısmı da müteşâbihlerdir. İşte kalblerinde eğrilik bulunanlar, sırf fitne aramak (ötekini berikini saptırmak) ve (kendi arzularına göre) Onun te’viline yeltenmek için Onun müteşâbih olanına tabi olurlar. Hâlbuki Onun te’vîlini Allah Teâlâ’dan başkası bilmez. İlimde yüksek payeye erenler ise, “Biz O’na inandık. Hepsi Rabbimiz katındandır” derler. (Bunları) salim akıllardan başkası iyice düşünmez.”
(
Al-i İmran suresi: 7)

Bununla birlikte Cenab-ı Hak diğer bir ayet-i kerimede “(Bu sana indirilen) Ayetleri muhkem kılınmış bir kitaptır.”
(
Hud suresi: 1) buyurarak Kur’an-ı Kerîm’in tamamının muhkem olduğunu, diğer bir ayet-i kerimede de: “Allah (ayetleri) müteşâbih olan kitabı, sözlerin en güzeli olarak indirmiştir.”(Zümer suresi: 23) buyurarak Kur’an-ı Kerim’in tamamının müteşâbih olduğunu açıklamıştır. Başta zikrettiğimiz ayeti kerimede ise, Kur’an-ı Kerim’in bir kısmının muhkem, bir kısmının da müteşâbih olduğunu zikretmiştir. Farklı gibi görünen bu üç hususu şöyle anlamak mümkündür:

Kur’an-ı Kerim ayetlerinin tamamının muhkem olması, hepsinin doğru ve gerçek olup, hiçbirinin fuzulî, ciddiyetten uzak olmaması demektir.


Hepsinin müteşâbih olması ise güzellikte, fesahat ve belagatta, birbirine benzemesi demektir. Kur’an-ı Kerîm’in baştan sona lafızları; anlatım üslubu ve manaları birbirine benzemekte ve birbiriyle uyum içerisindedir. Kur’an-ı Kerîm’in bir ayet-i kerimesi, başka bir ayet-i kerimesiyle çelişmez. Bazısının muhkem, bazısının müteşâbih olması hususunda ise, ulemanın değişik sözleri vardır.

Muhkem: Hükme delâleti açık, te’vil, tahsis ve Hazreti Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in hayatında dahi neshe (hükmün kaldırılması) ihtimali olmayan lafızdır. Kur’an-ı Kerim’de helâl, haram, namaz, hac, zekat, oruç ve bunlar gibi ahkamla ilgili ayetler muhkemdir. Yani manası kolaylıkla anlaşılan, haricî bir tesire ihtiyaç göstermeyen ve tek manası olan ayetlerdir.

Yüce Allah Teâlâ’dan başka ilah olmadığına, O’nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe iman gibi dini ayakta tutan temel hükümlere veya adalet ve ahde vefa gibi fazilet prensiplerine delâlet eden yahut süreklilik ve kesintisiz devamlılık ifade eden nasslar da böyledir.

Muhkeme şu prensipler örnek verilebilir: Kur’an-ı Kerîm’de Allah Teâlâ’ya, meleklere, kitaplara, peygamberlere ve ahiret gününe iman gibi zamanın değişmesi ile değişmeyen, temel hükümlere delâlet eden ayetler ile fazilet ve ahlak esaslarını bildiren ve selim fıtratın benimsediği kurallarla, zulüm, hıyanet, yalan, sözde durmama, ana-babaya karşı gelme ve fısk (bozgunculuk) gibi kötü hasletleri yasaklayan hükümler de muhkemdir.

Muhkemin hükmü:
Kesin olarak delâlet ettiği manaya uygun amel etmenin gerekliliğidir. Zahirinden anlaşılan mananın başka bir manaya çekilebilme ihtimali bulunmadığı gibi, nesih ve iptal ihtimaline de kapalıdır.

Müteşâbih ise Kur’an-ı Kerim’de manası kapalı, bir çok anlama gelebilen, tefsirinde güçlük çekilen ayet veya kelimeler olup bunlara müteşâbihât denir. Bunların hangi manaya geldikleri yalnız kendilerinden anlaşılmaz. Başka haricî bir delile ihtiyaç gösterirler. Müteşâbihin karşıtı muhkemdir. Allah Teâlâ’nın sıfatları, kıyametin durumu, cennet nimetleri, cehennem azabı vs. hakkındaki lafızlar müteşâbihtir.

Nasslar üzerinde tümevarım yoluyla yapılan incelemeler sonunda, şer’î-amelî hükümleri beyan etmek üzere gelen ayet ve hadislerde müteşâbihin bulunmadığı neticesine varılmıştır. Çünkü ahkam hususu (hukukî temel metinler) ile kast edilen, kulların bu nasslarla amel etmeleri ve onları hayatlarında tatbik etmeleridir; sadece itikad ve iman etmek değildir. Eğer onlar müteşâbih olurlarsa, kendileriyle amel etmeye imkân olmaz. Gereğine göre hareket olunmak üzere meşru kılındıklarından kendilerinde herhangi bir anlaşılmazlık, teşabüh ve iştibah (tereddüt) bulunmamak lazımdır.

Şu halde, müteşâbih, ancak ahkâm ayetleri ve hadisleri dışındaki nasslarda bulunur. Müteşâbihlik ya lafız yönünden, ya mana yönünden ya da her ikisi yönünden olur.

Lafızda müteşâbihlik ya kelimede ya da cümlede olur. Kelimenin garib bir kelime olması veya birden fazla anlama gelmesi onu müteşâbih kılar. Cümlede müteşâbihlik ise, cümlenin kuruluşunda takdim-te’hir gibi cümlenin üslubundan kaynaklanan durumdur. Mana yönünden müteşâbihlik; Allah Teâlâ’nın sıfatları, kıyamet ile ilgili hususlar gibi insan aklının künhüne (içyüzüne, aslına, özüne) varmaktan aciz olduğu hususlardır.

Hem mana ve hem lafız yönünden müteşâbihler ise; âmm-has, nasih-mensûh ve mübhemâtü’l Kur’an-ı Kerîm’i ilgilendiren hususlardır. Fıkıh usulü ulemâsı da müteşâbihâtı iki kısma ayırmışlardır. Birincisi muhkemle mukayese edildiğinde manası bilinebilen, ikincisi ise hakikatini bilmeye imkân olmayan ayetlerdir. Mesala kıyametin ne zaman kopacağı ve bazı surelerin başlarındaki el-Hurûf-ul Mukattaa gibi.

Geniş anlamıyla müteşâbihlerin kapsamına yukarıda anlattığımız hususların hepsi girmesine rağmen, özel ve yaygın anlamıyla müteşâbih, Allah Teâlâ’nın sıfatlarını konu alan ayetlerdir.

Kur’an-ı Kerim Allah hakkında istiva, vech (yüz), yed (el), ayn (göz) gibi sıfatlardan bahsetmektedir. Allah hakkında kullanılan bu sıfatlar zahirleri üzere mi kabul edilecekler; yoksa te’vîl mi edilecekler? Âlimler arasında bu hususlar tartışma konusu olduğundan, müteşâbih derken ilk akla gelen hususlar bunlar olmaktadır.

Selef âlimleri bu sıfatları zahirleri üzere kabul eder, te’vil etmezlerdi. Onlara göre bu sıfatları te’vil etmek, mesela “istiva”ya istila demek, veçhe Allah Teâlâ’nın zatı; yede Allah Teâlâ’nın kudreti gibi anlamlar vermek, bu sıfatları ta’til (işlevsiz kılma) ve onları yok saymaktır.

Selef âlimleri bunu söylerken, Allah Teâlâ’nın elinin bizim elimize benzediğini ya da Allah Teâlâ’nın cisim olduğunu kastetmezler. Nasıl Allah Teâlâ’nın zat ve sıfatlarını bilmiyorsak, sıfatlarının da keyfiyetini bilemeyiz, derler. İmam Malik’in, istivanın ne olduğunu soran birine; “istivanın keyfiyeti akıl ile bilinmez. İstiva’nın dildeki anlamı ise meçhul değildir. Ayrıca buna iman etmek vacip, hakkında soru sormak ise bid’attir” şeklindeki cevabı ise meşhurdur.
(
 Beyhekî, Kitabü’l-Esma ve’s-sıfat, sh: 408)

Bu sıfatları ilk te’vil eden fırka Mutezile olmuştur. Daha sonra Müteahhirün diye bilinen Ehl-i sünnet kelâmcıları, Mutezile’ye uyarak bu sıfatları te’vil etmiş ve “onları zahirleri üzere kabul edersek bu, bizi teşbih ve tecsime götürür” demişlerdir.

Müteşâbihin hükmü; o lafızların hak olduğuna inanıp gerçek manasını bilme iddiasından kaçınmaktır.

Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) zamanında, müteşâbih ayetler olduğu gibi kabul edilir, bunlar üzerinde durulmazdı. Bunları kurcalayanların kalplerinin hasta olduğunu Kur’an-ı Kerim beyan etmektedir.
(
Al-i İmran suresi: 7)

Bu işi Hazret-i Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’den sonra gelen halifeler de sıkı tutmuşlardır. Hakikatte ilk devirde bunlarla meşgul olanlar, müslümanları şüpheye düşürmeye çalışıyorlardı. İlk devirde müteşâbih ayetlerin ihtiva ettikleri lafızların lugavî manaları malûm ise de, o manaların Allah Teâlâ’ya isnadı muhal olduğundan, bunların medlullerini tayinini selef ulemâsı Allah Teâlâ’ya tefviz ve havale etmişlerdir. Fakat hapsedilemeyecek fıtratta yaratılan insan zekâsı, müteşâbihât üzerinde de işlemeye başlamıştır. Hele hele İslâmiyetin aslını bozmak isteyenlerin bu ayetlere gelişigüzel mana verişlerini frenlemek ve aynı zamanda kötü neticelerinden müslümanları korumak için, müteşâbih ayetleri İslâm’ın ruhuna uygun bir şekilde te’vil etmek mecburiyeti ortaya çıkmıştır.

Şurası bir gerçektir ki: Sayıları yetmiş ikiyi bulan sapık fırkalar Kuran’ı tamamen reddetmemiş ancak bu anlatılan metodu kullanmışlardır. Böylece ayetler hakkında sapık yorumlar yapılmış ve bu yorumlarda sadece kendi zevklerini esas almışlardır. Bunlardan bazıları da bu konuda izledikleri tutumları ile tamamen İslâm’ın dışına çıkmışlar, bazıları da tamamen küfre düşmese de sapıtmışlardır.

Ayrıca: Kitabın te’viline uğraşmak ve onu tahrif etmek, gerçeğe uymayan sapık bir yorum yapmaktır. Bu tür yorum yapanlar ayette asıl kastedilen anlamın kendilerinin çıkardıkları anlam olduğunu ileri sürerler. Her çağda ortaya çıkan bidatçilerin, kafalarına göre yorumlar yapmaya kalkışanların ve dinden dönmelerin izlediği yol budur. Çağımızda da kendilerini müjdeleyiciler olarak adlandıranlar onların yollarını izlemektedir.

Meseleyi özetlersek; müteşâbih ayetler hususunda iki görüş vardır:

1- Selef âlimlerinin görüşü: Bunlar müteşâbihleri te’vil etmek istemezler, “Onların mahiyetini Allah bilir” derler.

2- Müteahhir ulemâ ise bu ayetleri te’vil ederler, ayette kastedilen işarî manayı ararlar. Bunlar müteşâbihleri akla ve şeriatın zahirine uygun şekilde te’vil etmenin cevazına hatta gereğine hükmederler. Buna göre “istiva”dan maksat, hükümranlık, hâkimiyettir. Rahman’ın arşı istivası, Cenab-ı Hakk’ın ilim ve kudretiyle kâinatı kuşatan Arş-ı Azam’a hükmetmesi, tasarrufu altına alması demektir. Yine “Allah Teâlâ’nın eli”nden maksat da Allah Teâlâ’nın kudretidir.

Peki o zaman; Kur’an-ı Kerîm-i Azimüşşan dini açıklamak ve kulları irşad etmek için indirildiği halde, içinde müteşâbihlerin bulunmasının ne faydası vardır, hepsi muhkem olmalı değil midir? gibi bir soru sorulacak olursa ulemâ buna bir kaç şekilde cevap vermiştir:

1- Kur’an-ı Kerîm-ı Azimüşşan Arap lügati üzerine indirilmiştir ki, Arap lügati iki kısım üzeredir. Birincisi: İcaz (kısa konuşmak)dır ki, bu, dinleyenin açıkça anlayacağı kısa ve net ifadelerdir. İkincisi: Itale’dir ki, bu da maksadı daha iyi anlatmak ve kuvvetlendirmek için uzun konuşmaktan ibarettir. Bu ikinci kısım; mecaz, kinaye, ta’riz ve işaret gibi bazı manaları gizli kapalı olarak açıklamaktadır ki Araplar katında çok güzel kabul edilen bir üslûptur.

İşte Allah Teâlâ hazretleri müşriklerin, Kur’an-ı Kerîm’in mislini yapmaktan aciz olduklarını ortaya çıkarmak için, Kur’an-ı Kerîm-ı Azimüşşanı bu iki kısım üzere indirmiştir. Sanki onlara bu iki kısmın hangisiyle isterseniz mukabele edin, karşılık verin buyurmak istemiştir.

Kur’an-ı Kerim’in hepsi muhkem ve açık olarak indirilmiş olsaydı, elbette onlar: “bu kitap bizce kabul edilen, beğenilen üslûp üzere niçin indirilmedi?”derlerdi.

2. Allah Teâlâ Hazretleri müteşâbih ayetleri çok büyük bir fayda için indirmiştir ki o da ilim ve nazar (düşünce) ehlinin, müteşâbih ayetleri anlamak için muhkem ayetlere müracaat etmekle uğraşıp, uzun uzun düşünerek, diğer ibadetlerden sevap aldıkları gibi, bu uğraşmaktaki zahmetlerinden de sevap almalarıdır.

Kur’an-ı Kerim’in tamamı muhkem olarak indirilecek olsaydı, elbette âlim ve cahil olan herkes onu bilmekte eşit olup, âlimin cahile karşı üstünlüğü kalmayacak, ayrıca inceleme gücü ölecek ve düşünce sönecekti.

Zira manalar kapalı olduğu zaman onları anlamak için çare aramaya ve ince düşünceye ihtiyaç olur. Gerçekten bu müteşâbih ayetler sayesinde İslâmiyet’te insan fikri dondurulmamış ve geniş bir fikir hürriyetine müsaade edilmiş oluyor ve bunlar dinin temellerini kuvvetlendirmekte esaslı rol oynuyordu. Çünkü bu ayetler bir kaç manaya tahammül edebiliyordu. Başlangıçta zihinleri tamamen boş olan ve muhtelif fikirlerle karışmamış olan cahilî Araplara o anda akıllarının alamayacağı bir şey söylemek, onları elbette tereddüte düşürebilirdi. Onlara güneş yer etrafında dolaşmıyor, yer güneşin etrafında dolaşıyor denmiş olsaydı, çoklarının zihinlerinin kabul edemeyeceği bir söz söylenmiş olacağından yeni dine inanmada tereddüt gösterebilirlerdi. İşte bu ayetler sayesinde bu durum ortadan kalkmış, müslümanları daha çok öğrenmeye ve başka bilgilere de sahip olmaya sevk etmiştir. Yine bu ayetler sayesinde dinin tesisine ve tebliğine mani olmak için girişilen teşebbüslere susturucu cevaplar verilmiş ve ilk günlerde meydana gelebilecek ifsad hareketlerinin önüne sed çekilmiş oluyordu. Müteşâbih ayetlerin te’vil edilmesi caiz görülmezse de, Kur’an-ı Kerim’de işaret buyrulduğu şekilde, caiz görülmeyen te’vil, gönülleri sapkın, niyetleri kötü olanların fitne ve fesat çıkarmak maksadıyla yapmak istedikleri tevillerdir. Yoksa iyi niyetle akla, muhakemeye ve dinin esaslarına uygun olarak yapılan te’viller makbul ve lazımdır. Çünkü ilk devirdeki sağlam iman sarsılmış, meydana gelen tereddütleri makul bir şekilde ortadan kaldırmak gerekmiştir.

3- Her ilim ehli, talebelerinin zihinlerini denemek için, ilimleri arasına kapalı manalar ve ince meseleler koyarlar. Böylece o gizli manaları anlamakla daha güçlü oldukları meydana çıkar. İşte Allahü Teâlâ’nın müteşâbih ayetleri indirmesi ulemâ indinde güzel kabul edilen bu usul üzeredir.

4- Beni İsrail, ırmakla imtihan edildiği gibi, bu ümmet de müteşâbih ayetlerle imtihan edilmektedir. Şöyle ki: Mümin o ayetleri duyduğunda duraklayıp manasını bilenlere havale edecek, böylece büyük sevaplar elde edecek. Münafık ise şüphe edecek, dolayısıyla kalbine eğrilik girerek, cezaya çarptırılacaktır.


M.Talu

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

7 Ocak 2014 Salı

241.KABE'YE ALLAH'IN EVİ DENMESİNİN SEBEBİ

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Kabe'ye Allah'ın evi denmesinin nedenini hiç düşündünüz mü? Bir arkadaşım bunu bana soruncaya kadar bunu hiç düşünmediğimi farkettim. Küçük bir araştırma yaptım işte o bilgiler:

Kur'an-ı Kerim'de Bakara Suresi 125. ayette, Allahu Teala Kabe için
"beytim", yani evim tabirini kullanmaktadır. Buradan da Kabe'ye "beytullah" denilebileceği anlaşılmaktadır. Camilere de Allah'ın evi demekte bir sakınca yoktur."Hani, biz Kâbe’yi insanlara toplantı ve güven yeri kılmıştık. Siz de Makam-ı İbrahim’den kendinize bir namaz yeri edinin. İbrahim ve İsmail’e şöyle emretmiştik: 'Tavaf edenler, kendini ibadete verenler, rukû ve secde edenler için evimi (Kâbe’yi) tertemiz tutun.' ” (Bakara, 2/125)

Allah'ın evi, Kâbe. Beyt, Arapça'da ev demektir. Tertip olarak Beytullah, Allah'ın evi demek olup Kâbe hakkında kullanılan bir tabirdir. Kur'an-ı Kerîm'de daha çok belirti harfiyle "el-beyt" şeklinde kullanılır ve bununla Beytullah, Kâbe kasdedilir. Ayrıca iki ayette el-Beytü'l-Haram yani mukaddes ev (Mâide 5/2, 97), iki ayette de eski ev anlamında el-Beytü'l-Atîk, (Hac, 22/29, 33) şeklinde kullanılır. Kâbe ismi ise Kur'an-ı Kerîm'de sadece iki yerde (Mâide, 5/95, 97) zikredilir.

Aslında yer ve gök ile bunların arasında bulunan her şeyin, kısaca kâinatın gerçek sahibi Allah'tır. Bunlar içerisinde 
Kâbe'ye Beytullah (Allah'ın evi) denilmesi, onun sırf Allah'a ibadet için yapılmasından, orada sadece Allah'a ibadet edilmesinden dolayıdır. Böylece Allah onu kendine nisbet etmek suretiyle şerefini yüceltmiştir.

Kur'an-ı Kerîm'den öğrendiğimize göre, yer yüzünde ilk yapılan mabed Beytullah'tır:
"İnsanlar için yeryüzüne ilk konulan ibadet evi Mekke'de olan Kâbe'dir." (Âli İmrân, 3/96).

Beytullah'ı Hz. İbrahim (a.s.) ile oğlu İsmail (a.s.) inşa edip, o esnada Allah'a şöyle dua etmişlerdir:
"Ey Rabbimiz, bunu bizden kabul buyur. Şüphesiz ki daima işiten, hakkıyle bilen ancak sensin. Ey Rabbimiz! İkimizi Müslüman olarak sana boyun eğmekte sabit kıl, soyumuzdan da yalnız sana boyun eğen bir ümmet meydana getir. Bize hac ibadetimizi göster, tövbelerimizi de kabul buyur. Şüphesiz ki tövbeyi en çok kabul eden, en çok merhametli olan sensin sen." (Bakara, 2/127-129).

Allah, Beytullah'ı yüce gayelerin gerçekleştirilmesi için toplantı ve güven yeri kılmıştır:
"Biz Beytullah'ı insanlara toplantı ve güven yeri yaptık."(Bakara, 2/125).


D.Pusmaz

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

6 Ocak 2014 Pazartesi

240.KUR'AN'IN “apaçık bir Kitap” OLMASI

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

 “Her kim, Allah’ın (azze ve celle) kitabını kendi reyiyle tefsir ederse, isabet etse de hata etmiştir."(Ebu Davud)


Kur’an, kendisini “apaçık bir Kitap” olarak nitelendirir.


 Bu nitelemenin böyle “mutlak” bir ifadeyle kapatılamayacak kadar önemli açılımları bulunduğunu söylemeye kalkıştığınızda hemen “Kur’an’a muhalefet etmek ve Allah’ın mesajıyla insanlar arasına engeller koymaya çalışmak”la suçlanabilirsiniz.

Acaba işin doğrusu ne?

Kur’an’ın kendisini “apaçık bir Kitap” olarak nitelediği doğru (mesela bkz. Bakara, 99; Hicr, 1; Şuarâ , 2…). Ama bizzat Kur’an’da müşahede edilen başka doğrular da var. Bunları maddeler halinde şöyle sıralayabiliriz:

1. Kur’an, nazil olduğu dönemden bu yana insanoğlunun karşılaştığı her türlü problemin birebir çözümünü açık bir şekilde ihtiva etmekte midir? Bu soruya “evet” cevabı vermek mümkün olmadığına göre, “Kur’an’ın apaçık bir Kitap” olmasının, insanoğlunun karşılaştığı ve karşılaşacağı bütün meselelerin birebir çözüme kavuşturduğu anlamına gelmediği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
Burada muhtemel bir yanlış anlamanın önüne peşinen geçmiş olmak için hemen bir parantez açalım: Yukarıda, “Kur’an, insanoğlunun meselelerine ‘birebir’ çözüm getirmemektedir” dedik. Bu, meselelerin çözümünün Kur’an’da kimi zaman somut biçimde, kimi zaman da ilke düzeyinde verildiği gerçeğini gözardı ettiğimiz anlamına gelmemektedir. Burada kasdedilen, her türlü meselenin somut çözümünün bir “şablon” olarak Kur’an’da yer almadığını anlatmaktır.

2. Bir önceki maddede belirtilen gerçek karşısında şöyle bir muhtemel itiraz ileri sürülebilir: “Kıyamete kadar vuku bulmuş ve bulacak bütün meselelerin tek tek çözümü Kur’an’da mevcut değildir, bu doğru. Ama bu durum, Kur’an’ın kendisini “apaçık bir Kitap” olarak tarif ettiği gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Bu demektir ki, Kur’an’da hiçbir kapalılık, anlaşılmazlık yoktur ve Kur’an’da yer alan her ayet, herkes tarafından kolaylıkla anlaşılabilir yapıdadır.”

Bu itiraza şöyle mukabele ederiz:
Kur’an’ın kapağını açıp sureler ve ayetler arasında arı-duru bir zihin yapısıyla gezinmeye başladığımız vakit göreceğiz ki, bu “apaçıklık” durumu, bütün ayetler için geçerli değildir.
Söz gelimi Kur’an’da bazı surelerin başında “huruf-u mukattaa” dediğimiz birtakım harfler vardır ve bunların anlamı konusunda insanlar tarafından son söz hiçbir zaman söylenemeyecektir. Demek ki Kur’an, “huruf-u mukattaa” noktasında “apaçık bir Kitap” değildir.
Yine Kur’an, ihtiva ettiği ayetler arasında “muhkem” olanlar yanında “müteşabih” olanların da bulunduğunu (bkz. Âl -i İmran, 7) haber vermektedir. Eğer “Kur’an’ın apaçık bir Kitap” olduğu vakıasını, ihtiva ettiği her ayet hakkında geçerli kabul edersek bu durumu nasıl açıklayabiliriz? İlgili ayetin ifadesinin nerede bittiği konusundaki ihtilaftan sarf-ı nazar ederek konuşacak olursak, ister müteşabih ayetlerin anlamının sadece Allah Tealâ tarafından bilindiğini söyleyelim, isterse “ilimde rüsuh sahibi olanlar”ın da bu ayetlerin anlamına vakıf olabileceği görüşünü kabul edelim, problem varlığını sürdürmeye devam edecektir. Zira ikinci ihtimali kabul ettiğimiz takdirde bile Kur’an’ın bazı ayetlerinin sadece belli insanlar tarafından anlaşılabilecek bir yapıda olduğunu söylemiş oluruz ki, bu da “Kur’an’ın apaçık bir Kitap” olmasının her ayet hakkında geçerli bir durum olmadığını itiraf etmek demektir.

3. “Kur’an’ın apaçık bir Kitap” olduğu söylenirken, ilmî ve kültürel seviyesi ne olursa olsun her okuyanın Yüce Allah’ın muradını tam olarak rahatlıkla anlayabileceği kasdedilir ki, konu hakkında işlenen en önemli hata belki de budur.


Mesela Hz. Ömer r.a. gibi büyük bir sahabinin bile bazı ayetlerin/kelimelerin nasıl anlaşılması gerektiği konusunda başkalarının görüşüne müracaat etmek zorunda kaldığını biliyoruz. Kaynaklar onun, Abese, 31 ayetindeki “ebbâ”, Nahl, 47 ayetindeki “tahavvuf” ve Nisâ , 12 ve 176 ayetlerindeki “kelâle” kelimelerinin ne anlama geldiğini bilmediğini ve başkalarına sorduğunu nakletmektedir. (Belirtilen ayetlerin tefsirlerine bakılabilir.)
Yine tefsirlerde ve Ulûmu’l-Kur’an kitaplarında Sahabe’den pek çok kimsenin, manasını anlamadığı kelimeleri/ifadeleri bizzat Efendimiz s.a.v.’e sorarak öğrendiğini anlatan rivayetlerin varlığından haberdarız.


Bütün bunlar bize açık bir şekilde göstermektedir ki, Sahabe gibi Hz. Peygamber s.a.v.’in eğitim ve terbiyesinde yetişmiş, fasih Arapça konuşan ve Arap dilinin bütün inceliklerine vakıf olan neslin bile bazı ayetlerin (veya ayetlerdeki kelimelerin) manasını anlamadığı oluyordu.

Öte yandan Kur’an’da “mücmel” (tafsilatı verilmeyen) ayetler bulunması da önemli bir vakıadır. Mesela namazı ve zekâtı emreden ayetler böyledir. Namazın nasıl, ne vakit ve kaç rekât kılınacağı… ile zekâtın ne miktar, ne zaman ve ne şartlarda verileceği soruları Kur’an’da açıklığa kavuşturulmamıştır. Öyleyse bu ve benzeri konulardaki mücmel ayetlerin “apaçık” olduğunu söylemenin pratik bir anlamı bulunmadığını kabul etmek zorundayız.

Kur’an bizi neye yönlendiriyor?

Meselelerimizin birebir somut çözümü için kendimizi Kur’an ayetleriyle sınırlandırmanın doğru olmadığını ve Allah Tealâ’nın da bizden böyle bir şey istemediğini hem bizzat Kur’an’a dayanarak, hem de pratikten hareketle söylemek zorunda olduğumuza göre, başka hangi kaynaklara başvurabiliriz?

Kur’an’da Hz. Peygamber s.a.v.’e itaati emreden ve O’na muhalefeti yasaklayan pek çok ayet bu konudaki en temel açılımı önümüze koymaktadır. Bir diğer ifadeyle, Kur’an’ın ya hiç değinmediği veya değindiği halde kısa/kapalı geçtiği hususlarda yine bizzat Kur’an’ın emir ve yönlendirmesiyle Sünnet’e başvurmak durumundayız.
Hadis kaynaklarında Hz. Peygamber s.a.v.’in Kur’an ayetlerinin izah, tefsir ve beyanı sadedinde varit olmuş pek çok rivayet bulunduğunu biliyoruz. Bu rivayetler bize “Kur’an’ın en yetkili müfessiri” olan Efendimiz s.a.v.’in, vahyin ilk elden muhatabı ve vahyi açıklamakla görevli elçi olarak Kur’an dışı bir vahiy türüyle Kur’an’ı tefsir ve beyan ettiğini göstermektedir.
Buradaki “Kur’an dışı vahiy” kaydı son derece önemlidir. Kıyâme Suresi 18-19 ayetlerinde Kur’an’ın beyanının bizzat Yüce Allah tarafından yapılacağı vurgulanmaktadır. Beyana muhtaç Kur’an ayetlerinin tümünün yine bizzat başka Kur’an ayetleri tarafından beyan edildiğini söyleyemeyeceğimize göre, bu ayetlerin beyanının Kur’an dışı bir vahiyle Efendimiz s.a.v.’e bildirilmiş olduğunu söyleme zorunluluğu ortaya çıkmaktadır.
Keza Kur’an’ın beyan edilmesinin Hz. Peygamber s.a.v.’e verilmiş bir görev olduğunu ifade eden ayetler (örnek olarak bkz. Nahl, 44) de burada zikredilmelidir. Eğer Kur’an’ın “apaçık bir Kitap” olmasını, bütün ayetlerin herhangi bir izah ve beyana gerek duyulmadan herkes tarafından anlaşılabileceği şeklinde anlamak doğruysa, o zaman Hz. Peygamber s.a.v.’e Kur’an’ı beyan etme görevi veren ayetlerin ne anlamı olabilir? Dolayısıyla burada ya Hz. Peygamber s.a.v.’in, zaten açık olan ayetleri yeniden açıklamak gibi fuzuli ve gereksiz bir işle iştigal ettiğini -hâşâ- söyleyecek, ya da Kur’an’ın bazı ayetlerini ancak O’nun açıklamaları sayesinde gereği gibi anlayabileceğimizi itiraf edeceğiz demektir.

Kur’an’ın bizi yönlendirdiği ikinci önemli merci “alimler /bilenler”dir. (Zümer, 9; Nahl, 43; Fâtır, 28…) Kur’an’ın, Yahudi ve Hristiyan alimlerin Tevrat ve İncil üzerinde yürüttüğü tahrif faaliyetini sık sık gündeme getirmesi, ilim adamı sınıfının öneminin tersinden vurgulanması anlamına da gelir. Yani kitleleri doğruya sevk eden de, yanlışa yönlendiren de, “rehber” konumundaki ilim sahipleridir.
İşte bu gerçek, dikkatlerimizi, Kur’an’ın hakkıyla anlaşılması meselesinde ulemanın fonksiyonuna, yani İslâmî ilimlere çekmektedir.

İslâmî ilimlerin ortaya çıkışı ve vazgeçilmezliği

Özetle;
Kur’an’ı gereği gibi anlamak, başta Hz. Peygamber s.a.v.’in açıklamaları olmak üzere, kıraat vecihleri, Sahabe’nin izahları, Arap dili, nüzul sebepleri… ve daha pek çok hususu bilmeye bağlıdır.
Ulema, Kur’an’ın doğru anlaşılması için vazgeçilmez olan bu ilimleri Sahabe döneminden başlayarak belli bir tedricî gelişim içinde sistemleştirmiş ve uzun yıllar, hatta yüzyıllar süren gayretler neticesinde İslâmî ilimler bugünkü kıvamına kavuşmuştur.

Tefsir ilmi

Yukarıda da belirtildiği gibi Hz. Peygamber s.a.v ., vahyin kendisine yüklediği tebliğ görevine paralel olarak vahyi “beyan” görevini de yerine getirmiştir. İşte bu “beyan” görevi, aynı zamanda Kur’an’ın ilk ve bağlayıcı tefsirinin Hz. Peygamber s.a.v. tarafından yapıldığı anlamına gelmektedir.

Müfessirler, gerek Hz. Peygamber s.a.v.’in açıklamaları, gerekse Kur’an’ın anlaşılması için zaruri olan diğer disiplinlerden istifade ederek Tefsir ilmini oluşturmuş ve bu sahada ölümsüz eserler bırakmışlardır. Tefsir ilminde yukarıda zikredilen hususlar yanında Sahabe görüşleri ile müsbet ilimler de devreye sokulmuş ve böylece “rivayet tefsiri” ve “dirayet tefsiri” şeklinde ikiye ayrılan tefsir ilmi vücut bulmuştur.
Arap dilinin yapısından kaynaklanan bazı durumlarda bir kısım ayetlerin birkaç anlama gelebildiğini, ayetler ve sureler arasında belli bir uyum, insicam ve ahenk bulunduğunu, ayetler arasındaki nasih-mensuh ilişkisini, ayetlerin delalet şekilleri ve gramatik özellikleri gibi daha pek çok meseleyi Tefsir ilmi sayesinde kavrayabiliyoruz.

Hadîs ilmi


Bilindiği gibi Hz. Peygamber s.a.v ., Kur’an’ın yönlendirmeleri doğrultusunda hayatın her alanını kucaklayan evrensel bir önderlik ve örneklik ortaya koymuştur. İtikadî ilkelerden, birey ve toplum hayatına ve edep/ahlâka kadar İslâm dininin çerçevelediği bütün hususlar Sünnet’te en ideal şekliyle fiilî olarak ortaya konmuştur. Müminler, bizzat Kur’an’ın direktifleri doğrultusunda Hz. Peygamber s.a.v.’e uymakla ve hayatı O’nun örnekliğinde yaşamakla mükellef olduğuna göre şu söylenebilir: Allah Tealâ’nın bizden istediği hayat tarzı, ancak Hz. Peygamber s.a.v.’in ortaya koyduğu pratiği izlemekle mümkündür.

Yukarıda belirtildiği gibi Kur’an’ın, Hz. Peygamber s.a.v.’e yüklediği “beyan” görevi sebebiyle O’nun açıklamaları olmadan Kur’an’ın murad-ı ilahîye uygun olarak anlaşılması mümkün değildir.
Hz. Peygamber s.a.v.’in hangi konuda ne söylediği ve neyi nasıl yaptığı ancak Hadis rivayetlerinin belli bir ilmî disiplin çerçevesinde ele alınması ile öğrenilebilir. Dolayısıyla Kur’an’ın hakkıyla anlaşılması, Sünnet’in hakkıyla anlaşılmasını zorunlu kılmaktadır.

Kelâm/Akâid ilmi

Amellerimizin ve yaşantımızın makbul ve ebedi kurtuluşumuza müncer olabilmesi, hiç şüphesiz sahih/doğru bir inanca/itikada sahip olmamıza bağlıdır. Kısaca “Amentü” cümlesi ile formüle edilmiş olan itikad ilkeleri İslâm’ın temelidir ve itikad alanı en küçük bir yanlışı kaldırmayacak kadar hassastır.
Hicri II. yüzyılın ortalarından itibaren birçok itikadî fırkanın İslâm dünyasında boy göstermeye başlamasıyla birlikte Akaid/Kelam sahasında yüzyıllar süren ateşli tartışma ve cedel ortamlarının varlığını müşahede ediyoruz.
Ehl-i Sünnet Kelam alimlerinin ortaya koyduğu eserler sayesinde, sözü edilen (Haricîlik, Şia, Mu’tezile, Cebriye… gibi) bid’at fırkaların görüşleri tesirsiz hale getirilmiş ve etkileri kırılmış, böylece Ümmet’in günümüze kadar sırat-ı müstakim üzere yürümesi sağlanmıştır.

Bu bid’at fırkaların istisnasız her birinin, kendi görüşlerini dayandırdığı Kur’an ayetleri mevcuttur. Bu durum önümüze şöyle bir manzara koymaktadır:
Eğer Kur’an ayetleri herkesin aynı şekilde anlayacağı kadar açık ise, bu kadar itikadî fırka nasıl olup da birbirine zıt görüşlerini Kur’an ayetleriyle destekleyebilmiştir?


Fıkıh ilmi


Kur’an ve Sünnet’in bizden istediği hayat tarzının yaşanması, öncelikle bu iki kaynağın doğru biçimde anlaşılmasına bağlıdır. Bu “doğru anlama” faaliyeti ise sistemli ve bilinçli bir gayreti gerekli kılar. Ulema bunun için, “anlama metodu” demek olan Usul-i Fıkıh ilmini ortaya koymuş, bu ilmin kriterlerini ve ilkelerini belirlemiştir.

Burada iki yönlü bir faaliyetin varlığı dikkat çekmektedir: Birincisi Kur’an ve Sünnet nasslarının yapısı, hitap şekilleri, doğrudan ve dolaylı anlatım tarzları ile hükümlere delalet biçimleri üzerindeki çalışmalardır. İkincisi ise hakkında belli ve özel bir nass (ayet, hadis) bulunmayan hususlarda nasıl hareket edileceğini belirleyen ilkelerin tayinidir.
Daha sonra bireysel ve toplumsal alanlara tekabül eden nasslardan Usul-i Fıkıh ilmi doğrultusunda hüküm çıkarma faaliyeti gelir ki, “Fıkıh ilmi”nin iştigal sahasını bu nokta oluşturmaktadır.
Fıkıh sahasında faaliyet gösteren ulemanın kendi aralarında dereceleri vardır ki, bunların en başında Mutlak Müçtehid olan alimler, en sonunda ise Taklid Ehli ulema gelir. Bunların ve aralarındaki kademelerde yer alan alimlerin her birinin fonksiyonları belli kitaplarda açıklığa kavuşturulmuştur.
Kur’an’ın ihtiva ettiği “ahkâm ayetleri”nin nasıl anlaşılması gerektiği, mesela “şunu yapın” tarzındaki emirlerin kesin vücubiyet mi, yoksa teşvik mi ifade ettiği; keza “şunu yapmayın” tarzındaki yasakların haramlık mı, yoksa daha hafif bir sakındırma mı ifade ettiği ancak Usul bilgisi ve Fıkıh melekesi ile bilinebilir.

İlgi çekici bir örnek zikredelim: Bir ilahiyat profesörü “Kur’an’da yer alan bütün emirler farziyet ifade eder” demişti. Bu tesbit doğru kabul edildiğinde, “Sabahın beyaz ipliği (aydınlığı) siyah ipliğinden (karanlığından) ayırt edilinceye kadar yiyin, için” (Bakara, 187) ayetinde yer alan emir ifadesi gereğince, sahur yemeği yemenin farz olduğunu söylememiz gerekir. Oysa sahur yemeğinin farz olmadığı herkesin malumudur…

Tasavvuf ilmi

Şüphesiz bir biçimde biliyoruz ki Kur’an-ı kerim bize itikadî ve amelî konular kadar ruh terbiyesi, edep, ahlâk ve takva ile ilgili hususları da öğretmiştir ve bunların önemi diğerlerinden aşağı değildir. İslâm, ancak bütün yönleriyle hayata aksettiği zaman tam anlamıyla yaşanmış olur ve yine ancak bu takdirde hayatımızda kendisinden beklenen tesiri icra edebilir.
Kur’an ayetleri arasındaki zahir-batın dengesinin keşfi ve kalbî/ruhî hayatın tanzimi ancak konuya belli bir sistem dahilinde bakılması ile mümkün olur.
Tefsir, Hadis, Kelam ve Fıkıh ilimleri hayatımızın dış cephesinin ilahî rıza doğrultusunda şekillenmesini sağlarken, Tasavvuf ilmi de içimizin, kalbî ve ruhî hayatımızın arzu edilen kıvama gelmesini temin eder. Dolayısıyla Tasavvuf’suz bir hayat, sadece dış cephesi süslenmiş bir binaya benzer. Bizler, evlerimizin dış görünüşünün güzel olmasına dikkat ederiz; ancak evin bize lazım olan esas kısmı içerisidir. Hayatımızın büyük bir bölümünü iç mekânlarda geçirdiğimiz için asıl süslenmesi ve yaşanabilir hale getirilmesi gereken yer, iç mekânlardır.
Kelam ve Fıkıh gibi ilim dallarının ilgi sahasına giren ayetler nasıl ancak bu ilim dallarının sistemleri vasıtasıyla anlaşılabiliyorsa, Tasavvuf’un ilgi sahasına giren ayetler de ancak bu ilim dalının ortaya koyduğu sistemle bir bütün olarak anlaşılabilir. Diğer ilim dallarında olduğu gibi Tasavvuf’ta da ilgili ayetlerin anlaşılması, Hz. Peygamber s.a.v.’in Sünneti ve hadisler temelinde olacaktır.

Sonuç

Şurası bilinmelidir ki, İslâm alimlerinin bütün bu ilim dallarında ortaya koyduğu birikim, tesadüfen oluşmuş ya da tarihin belli bir döneminden sonra kendiliğinden ortaya çıkmış değildir. Bu ilim dallarının her biri, temel metot ve hareket tarzlarını Hz. Peygamber s.a.v.’in, ashabına yönelik yönlendirme ve uygulamaları oluşturmuştur. Bu itibarla söz konusu ilim dallarının her birinde gördüğümüz hoca-talebe ilişkisi, kesintisiz biçimde Sahabe’ye ve onlar vasıtasıyla Hz. Peygamber s.a.v.’e kadar uzanır.
Dolayısıyla bu ilim dallarının her biri, Kur’an’ın doğru anlaşılmasını ve yaşanmasını temin eden alternatifsiz vasıtalardır. Onlar olmadan Kur’an’ın, murad-ı ilahîye uygun biçimde anlaşılması da yaşanması da mümkün değildir. 

“İslâm akıl dini değil, nakil dinidir” şeklindeki söz de ancak bu şekilde doğru bir zemine oturabilir.
Bu ilim dallarında faaliyet göstermiş olan ulemanın tümü (hepsini minnet ve rahmetle anıyoruz) sadece Allah Tealâ’nın rızasını gözeterek hareket etmiş ve O’nun muradını keşfetmenin peşinde olmuştur.

Günümüzde Kur’an’ın, bu ilim dalları ve onlara vücut veren ulema olmaksızın da anlaşılıp yaşanabileceği (hatta ancak onları aradan çıkararak doğru biçimde yaşanabileceği) iddiası, bu ilim dallarının mahiyet ve karakteri hakkında bir parça malumat sahibi olan hiç kimse tarafından ciddiye alınmamaktadır. Ortaya çıkış biçimleri, mahiyetleri ve orijinaliteleri hakkında pek çok şey söylemek mümkün olmakla birlikte bu ilim dalları hakkında oluşturulmaya çalışılan şüphelere karşılık  tek bir şey söylenebilir:

Acaba Kur’an’ın ilahî koruma altında olması demek, sadece metninin tahriften korunması demek midir? Kur’an ayetlerinin nasıl anlaşılması gerektiği konusunda ortada yüzlerce-binlerce farklı yorumun bulunması halinde önümüzde şöyle bir manzara oluşacaktır
:

 Elimizde metni korunmuş, ama bize ne dediği belli olmayan bir metin var; herkes onu dilediği biçimde anlayıp yorumluyor !!.

Allah Tealâ’nın bize Kur’an’ı gönderirken murad ettiği gerçekten bu mudur? Yoksa onun nasıl anlaşılması gerektiği konusunda (mesela Sünnet’e ve “bilenler”e müracaat etmek gibi) bazı sabit ölçüler mi vardır?

Elbette Kur’an’ın korunması demek, sadece metninin korunması demek değildir. Aynı zamanda onun murad-ı ilahîye uygun olarak nasıl anlaşılabileceği ve nasıl yaşanabileceği de değişmez ilkelere bağlanmıştır. İşte İslâmî ilimlerin vücut bulduğu nokta burasıdır…

Ve son olarak :

Kur’an ayetlerinden mana çıkartmak yani tefsir ilmi herkesin yapacağı bir iş değildir. Tefsir âlimleri, bir insanın Kur’an’ı tefsir edebilmesi için o kişinin 15 ilim dalında ihtisas yapması gerektiğini vurgulamışlardır. 


İşte o 15 ilim dalı:
1- Lügat İlmi: Kur’an-ı Kerimdeki her kelimenin asıl manasını bilmeye yarayan ilimdir. Mücahid (Rahmetullahi Aleyh) diyor ki: “Allah’a ve kıyamet gününe iman eden kimsenin Arapça kelimelerin bütün manalarını iyice bilmeden Kur’an-ı Kerim hakkında ağzını açması caiz değildir.” Sadece bir kelimenin bir kaç manasını bilmek de yeterli değildir. Çünkü bir kelime birkaç manayı içine aldığı halde kişi bunlardan bir ikisini bilir. Halbuki orada gerçekten başka mana kastedilmiş olur. (Taha suresinde geçen “Allah arşı istiva etti” ayetinde istiva kelimesinin diğer ayetlerle çatışan “oturdu” manasını almak da böyle bir hatadır. Bu lügat ilmini iyi bilmemekten kaynaklanmaktadır.

2-Nahv (gramer ilmi): İrabın, yani harekelerin değişmesi ve başka şekle girmesiyle mana tamamen değişir. İrabı bilmek ise nahv ilmine bağlıdır.

3- Sarf İlmi: Bu ilmi bilmek gerekir. Çünkü kelimenin şekil ve binalarının değişmesi ile manaları tamamen değişir. İbni Faris (Rahmetullahi Aleyh) diyor ki:“Sarf ilmini kaybeden çok şeyi kaybetmiştir.”

4- İştikak (kelime türetme) İlmi: Bir kelime iki ayrı kökten meydana gelmiş ise onların manası da değişik olur. “Mesih” kelimesinin dokunmak manasına gelen“mesh” ve ölçek manasına gelen “mesahet” kökünden geldiği gibi.

5- Mania İlmi: Bu ilimle sözün manaya göre dizilişi bilinir.

6- Beyan İlmi: Bu ilimle sözün açık ve kapalı manaları, benzetme ve kinayeleri bilinir.

7- Bedi İlmi: Bu ilimle sözün ifade etme bakımından güzellikleri bilinir. Bu üç ilme“İlmi belagat” denir ki, Kur’an tefsir edenin bilmesi gereken önemli ilim dallarındandır. Zira Kur’an-ı Kerim başlı başına bir mucizedir. Belağatı ile onun benzeri getirmekten herkesi aciz bırakan hali bilinir.

8- Kıraat İlmi:
Çeşitli okuyuşlar yüzünden farklı manalar anlaşılır. Böylece bir mananın diğeri üzerine tercihi bilinmiş olur.

9- Akaid İlmi: Kuran’ı Kerim’de bazı ayetler vardır ki, onların zahiri manalarını Allah’u Zülcelal için kullanmak doğru değildir. Bu bakımdan onlarda bir tevile ihtiyaç doğar. Mesela Fetih Suresi 10. Ayette geçen “Allah’ın eli” ifadesi gibi.

10- Usul-ü Fıkıh İlmi: Bununla bir delile dayanarak ve kaynağına inerek hüküm çıkarma yolları bilinir.

11- Sebe-i Nuzül: Ayetlerin iniş sebebini de iyi bilmek gerekir. İniş sebebini bilmekle mana daha açığa çıkar. Bazen mananın kendisini anlamak bile iniş sebebine bağlı olur.

12- Nasih ve Mensuh İlmi: kur’an’da lafzı ve manası sonradan başka bir ayet ile kaldırılan ayetler bulunmaktadır. Bu ilim bilinmezse o ayetleri anlamak imkansızdır.

13- Fıkıh İlmi: Bir şeyin teferruatı tam olarak kavranırsa onun bütünü tanınmış olur.

14- Hadis İlmi: Kur’an-ı Kerimde tafsilatı zikredilmeyen ayetleri tefsir eden hadisleri de bilmek gerekir.

15- Vehbi İlim: Bunların hepsinden sonra “Vehbi İlim” gerekir ki, Cenab-ı hakk’ın özel ihsanıdır. Onun hususi kullarına lutfeder.

Halk hazreti Ali (Radıyallahu Anh)’a “Resul-i Ekrem (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) sana bazı özel ilimler öğretti mi veya başkalarına söylemediği, sana ait özel vasiyeti var mı?” diye sorduklarında bu konuyu işaret ederek şöyle buyurdu:“Cenneti yaratan ve Vücuda can veren (Allah)a yemin olsun ki, bu (bende olan şey) Allah’u Teâlâ’nın kendi kelamını anlamak bir kimseye lütfettiği anlayıştan başka bir şey değildir.”

Yukarıda anlatılan bu ilimler Kur’anı tefsir edecek biri için vasıta yerindedirler. Eğer bir kişi bu ilimleri bilmeden Kur’an’ı tefsir ederse, o kendi görüşüne göre tefsir yapmış olur ki, bu yasaktır ve bunu yapanlar için tehdit hadisleri vardır.


E.Sifil

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

239.RABBİMİZİN cc 17.NASİHATI

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Yüce Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:

"Ey âdemoğlu!

Sana emrettiğim gibi amel et ve seni sakındırdığım şeyden uzak dur. Böyle yaparsan sana öyle bir (manevî) hayat veririm ki (rahmetimle) ebediyen yaşarsın. Şunu bil, devamlı hayatta olup asla ölmeyecek olan benim. Ben bir şeye 'ol' dersem, o derhal olur.

Ey âdemoğlu! Sözün tatlı ama amelin çirkin olursa sen münafıkların başısın demektir.

Dışın güzel ama için çirkin olursa helak olanlardan olursun. Böyle olanlar Allah'ı kandırmaya çalışanlardır. Oysa Allah kendi oyunlarıyla onları kandırmıştır. 'Halbuki onlar ancak kendilerini aldatırlar ve farkında değillerdir.
'
Bakara 2/9

Ey âdemoğlu! Cennete ancak benim azametime boyun eğen, gündüzlerini beni zikretmekle geçiren, yalnız benim için şehvetlerden el çekenler girer.

Ben (bana sığınan) garibi himaye ederim, fakiri emniyette tutarım, yetime ikramda bulunur, kendisi için merhametli bir baba gibi olurum. Dul kadınlara şefkatli kocaları gibi merhametle davranırım.

İşte her kim bu sıfatlara sahip olursa, onun duasına icabet ederim; bana dua ettiğinde karşılık verir ve benden bir şey istediğinde onun isteğini yerine getiririm."


Rabbimizin 104 Kitaptaki Öğütleri (Meva'ız-i Kudsiyye)

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

4 Ocak 2014 Cumartesi

238.BU DUAYI BÜTÜN MÜSLÜMANLARA OKUTALIM!!

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Ey Rabbimiz! Bu geçici dünyayı en büyük kaygımız kılma. Üzerimizdeki dini ve dünyevi müsibetleri kaldır. Günahlarımız sebebiyle bize merhamet etmeyecekleri başımıza musallat etme. Biz müslümanları; inkarcılar için bir imtihan aracı kılma. Bizi onlar karşısında yenik düşürerek onların iyice azgınlaşmasına sebep kılma. Bizi zalimlerin baskı ve işkenceleriyle yüzyüze getirme. Altından kalkamayacağımız çetin belalarla bizi imtihan etme. Sana kulluk görevimizi hakkıyla yerine getiremedik bizi bağışla. Hiç kuşkusuz Sen tüm varlıklar üzerinde mutlak otorite sahibisin, hakimsin. Sonsuz ilim ve hikmetinle her konuda en mükemmel hükmü verir, yaptığın herşeyi yerli yerince yaparsın. Üzerimizdeki bütün olumsuzlukları gider ve müslümanlar için en hayırlı hükmü ver; bizim layık olduğumuzu değil Senin layık gördüğünü ver bizlere. Amin sonsuz kere amin.


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

3 Ocak 2014 Cuma

237.İMAN-GÜNAH İLİŞKİSİ

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Ebû Hanife’ye göre bir Müslüman, helâl saymadığı sürece büyük günahlardan birisini işlemesi ile kâfir olmaz. Bu durumdaki bir kimseden müminlik sıfatı kalkmadığı için ona gerçek anlamda mümin denir. Herhangi bir müminin kâfir olmadığı halde günahkâr olması caizdir. Allah’a ortak koşmamak ve inkar etmemek şartıyla büyük ve küçük günah işlediği halde tövbe etmeden mümin olarak ölen kimsenin durumu ile iman eden fakat namaz kılmayan, oruç tutmayan ya da amellerin hiçbirisini yapmayan kimsenin durumu Allah’ın dilemesine bağlıdır. Dilerse ona Cehennem’de azap eder, dilerse affeder ve hiç azaba uğratmaz.( Ebû Hanîfe, el-Fıkhü’l-Ekber, s. 74, Muaz b. Cebel’de bu görüşü benimsemektedir, bkz. Ebû Hanîfe, el-Fıkhü’l-Ebsat, s.53-54.)

Günah işleyenlerin cennetlik veya cehennemlik olduklarını söylemeden, onlarla ilgili hükmü geciktirmek ircadır. 

İnsanlar üç sınıfa ayrılır: Birincisi Peygamberler ve peygamberlerin cennetlik olduğunu bildirdikleri kimselerdir ki bunlar cennetliktir. İkincisi, müşriklerdir ki onların cehennemlik olduklarına şahadet edilir. Üçüncü ise; Allah’ın birliğine inananlardır ki bunlarla ilgili susup, onların cennetlik ve cehennemlik olduklarına şahadet etmeyiz. Onlar için Allah’ın affedeceğini ummakla birlikte, azaba çekileceklerinden de korkarız.(Ebû Hanîfe, el-Âlim ve’l-Müteallim, s. 31)

İrca’nın aslı meleklerden gelmiştir. Allah, meleklere eşyayı göstererek “Bana bunların isimlerini söyleyin,”(Bakara 2/31)buyurdu. Bütün melekler hatadan ve bilmeden söz söyleyerek delâlete düşmekten çekinip duraklayarak “Seni tenzih ederiz, senin öğrettiğinden başka bir bilgimiz yoktur,”( Bakara 2/32) dediler. Böylece melekler bilmediği şeyi soran, sorduğu konuda aldırmayıp konuşan, isabet etmezse hatalı, isabet ederse bilgisizce söylediği için övülmeyen kimse gibi bidat işlemediler. Bunun için Allah, “Bilmediğin şeyin ardına düşme, doğrusu kulak, göz ve kalp, bunların hepsi o şeyden sorumludur,”(İsra 17/36) buyurur. Yani, doğru olarak bilmediğin bir şeyi söyleme, demektir. Bu ayetle Allah, peygamberine bile kesin bilgi olmadan zan ile konuşmaya, incitmeye, iftira atmaya izin vermemişken, nasıl oluyor da insanlar, kesin bilgileri olmadan zanla birbirlerini ayıplıyor.( Ebû Hanîfe, el-Âlim ve’l-Müteallim, s. 30-31)

Tevakkufun yani duraklamanın manası ise, haram, helâl veya bizden önceki ümmetler hakkında bilmediğin konularda, sorulanlar için “En güzelini Allah bilir” demektir. Eğer üç kişi, bilmediğimiz, tecrübe ve deneyimlerimizle de bilemeyeceğimiz bir sözü bize söylerlerse, bunun doğru bilgisini Allah’a havale edip tevakkuf ederiz. Bu tıpkı önceden iyi olan bir topluluğun aralarından ayrıldıktan sonra iki gruba ayrılıp birbirlerini öldürmesi, ortada bir cinayet olmasına rağmen başkada şahit olmadığından her iki gurubunda kendini haklı görmesi, senin de iki tarafın isabetli olmadığını bilmen gibidir. Bu durumda ya iki taraf da hatalı veya biri hatalı diğeri isabetlidir.(Ebû Hanîfe, el-Âlim ve’l-Müteallim, s. 30-31)

Ebû Hanife’ye göre günah işleyen kimsenin kafir olmadığını gösteren ayetler şunlardır: “Yûnus hakkında söylediğimizi de an. O, öfkelenerek giderken, kendisini sıkıntıya sokmayacağımızı sanmıştı; fakat sonunda karanlıklar içinde: “Senden başka tanrı yoktur, Sen münezzehsin, doğrusu ben haksızlık edenlerdenim” diye seslenmişti.”(  Enbiya 21/87)Buna göre Hz. Yusuf kafir ve münafık değil zalim bir mümindir. Aynı şekilde Hz. Yusuf’un kardeşleri, “Ey Babamız! Suçlarımızın bağışlanmasını dile, bizler hiç şüphesiz suçluyuz” dediler.”(Yusuf 12/97)Halbuki onlar kafir değil günahkardır. Hz. Peygamber hakkında, “Allah böylece, senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlar”( Fetih 48/2)buyrulmuş günahını yerine inkarını denmemiştir. Hz. Musa (as.) da kıptîyi öldürmesi dolayısıyla kâfir olmadı.

Mümin tevhitten ayrılmadığı sürece, bütün günahları da işlemiş olsa, yine Allah düşmanı olmaz. Çünkü düşman, düşmanına buğz ve nefret besler, ona noksanlık izafe eder. Oysaki mümin, büyük günah işlemiş de olsa Allah’ı her şeyden daha çok sever. Aynı şekilde mümin, ateşte yakılması ya da Allah’a iftirada bulunması durumuyla karşı karşıya kalsa ateşte yakılmayı tercih eder. Nasıl ki babasını seven çocuk bazen de ona isyan eder. Aynı şekilde mümin her ne kadar isyan etse de, Allah ona her şeyden daha sevgilidir. Şehvet gibi birçok şiddetli arzular üstün geldiği için, mümin bazen Allah’a isyan eder. Bir sultanın işini yapan vazifeli kimse, işini bırakırsa karşılığında çeşitli sıkıntılar yaşar. Serbest kalınca gücü yeterse işine tekrar döner. Aynı şekilde kadın, doğum esnasında çok büyük sıkıntılarla karşılaştığı halde, aradan zaman geçip iyi olunca çocuk istemesi buna benzer. Mümin, Allah’a isyan ettiğinde, ameli her ne kadar taat ve rıza bakımından şeytana uyuyorsa da işlediği bu isyan ile şeytana uyan, onun rızasını isteyen ve ona yönelen kimse olmaz.

Ebû Hanifeye göre Ehl-i kıbleden olan günahkâr biri için şirkin dışında işlediği günahlardan dolayı Allah’ın onu mutlaka cezalandıracağına dair şahitlik edilmez. Günahların bir kısmının affedileceği bilinse de bunların hangisi olduğu bilinmez. Zîra Kuran-ı Kerim’de “Size yasak edilen büyük günahlardan kaçınırsanız, kusurlarınızı örter ve sizi şerefli bir yere yerleştiririz”(Nisa 4/31) buyrulmaktadır. Büyük günahların tamamı ya da bağışlanacak kusurların hepsi bilinmez ama “Allah kendisine ortak koşmayı elbette bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar”(Nisa 4/48) ayetinin gereği Allah’ın şirkten başka bütün günahları affetmesi mümkündür. Bununla birlikte Yüce Allah’ın kimi affetmek isteyip kimi affetmek istemediği bilinmez.(Ebû Hanîfe, el-Âlim ve’l-Müteallim, s. 22)

Allah’a şirk koşmanın dışında kul günahlardan hangisini işlerse işlesin, onun affı için dua etmek daha iyidir. Fakat ona beddua etmekle günahkâr olunmaz. Bu, birisine karşı bir kötülük işleyen kimseye, beddua etmek yerine bağışlamanın daha iyi olması gibidir. Eğer bir kimse kendisi ile Allah arasında şirk koşmaksızın bir günah işlerse, ona merhamet edip şahadet hürmetine işlediği günahın affı için dua edilirse, bu daha iyidir. Eğer onun helak olması için “Yâ Rabbi, bu adamı günahından dolayı cezalandır,” şeklinde beddua edilirse, günaha girilmiş olur. Günahkâr kimse için Allah’tan af dilemek, iki sebepten dolayı daha faziletlidir. Birincisi, o kimse günahkâr da olsa mümindir. Öte yandan Allah’ın mutlaka ceza vereceğini bildirdiği kimse için af dilenmesi de haramdırZira Allah cehenneme göndereceği kimseler için af dilenmesini yasaklamıştır. Allah’ın, azap edeceğini bildirdiği kimse için af istenmesi ve “Yâ Rabbi, sadece beni öldürme” demek gibi Allah’ın vaadinden dönmesinin istenmesi yasaklanmıştır. Zîra Allah, Kur’an-ı Kerîm’de “Her insan ölümü tadacaktır,”(Al-i İmran 3/185)buyurmaktadır.

Şahadet kelimesine inananlar hakkında bağışlanmaları için dua etmek daha faziletlidir. Çünkü Allah’a itaat konusunda, şahadet kelimesini söylemekten daha faziletli bir şey yoktur. Allah’ın emrettiği tüm farzlar, bu şahadeti kabul ve tasdik açısından bir yumurtanın yedi kat gök ve yerler arasında bulunan şeylerle, karşılaştırılması gibidir. Nasıl ki şirk en büyük günah ise, şahadette en büyük sevaptır. Allah, şirkin ne kadar büyük bir günah olduğunu, hiç bir kötü amel için ifade etmediği bir şekilde belirtmiştir. “Şüphesiz şirk, büyük bir zulümdür.”( Lokman 31/13) Allah bundan başka adam öldürme(Bkz. Meryem 19/91; Hac 22/31.) vb hiçbir kötü amel için, böyle bir ifadede bulunmamıştır.(Ebû Hanîfe, el-Âlim ve’l-Müteallim, s. 24)

Mümin işlediği günahı, azaba çekileceğini bilerek değil Allah’ın bağışlayacağını ümit ettiği ya da hastalık ve ölümden önce tövbe edeceğini düşündüğü için işler. Kişi kendisinden korktuğu halde yiyecek, içecek, harp, deniz yolculuğu vs. gibi şeyleri yapar. Eğer batmadan kurtulmak
ümidi olmasaydı insan hiçbir zaman deniz yolculuğu yapmazdı.Ya da zafer ümidi olmasaydı, hiçbir zaman savaşmazdı.

Eğer Allah (cc) bir katili bağışlarsa, harama bir defa bakan kimsenin de affedilmeye daha çok layık olduğu bilinebilir. Bir bakıştan dolayı Allah azap ederse, öldürme fiilinden dolayı azaba çekmesi de daha uygundur. Zîra Allah,
“Allah katında en değerli olanınız, en çok takva sahibi olanınızdır,”( Hucurat 49/13)buyurmaktadır. Şu halde bakma fiilini yapan, eğer adam öldürme fiilini işlememişse, katil olan kimseden daha fazla takvalıdır. Her ikisinin bağışlanması aynı seviyede değildir, büyük günah işleyen kimseye oranla, küçük günah işleyenin bağışlanması daha çok ümit edilir. Bu durum denizde ve küçük nehirde yolculuk yapan iki kişiye benzer. Her ikisinin de boğulmasından endişe edildiği gibi ikisinin de kurtulması umulur. Bununla birlikte denizdeki kimseye oranla, küçük nehirdeki kişinin kurtulacağı daha çok ümit edilir. Aynı şekilde, büyük günah işleyenin durumundan da, küçük günah işleyene oranla daha çok korkulur, küçük günah işleyenin, büyük günah işleyene oranla affedilmesi daha çok ümit edilir. Her ikisinin affı ümit edildiği gibi her ikisinin de amellerine göre akıbetlerinden korkulur.


Allah, kulunu işlediği bir günahtan dolayı cezalandırır ya da onu bağışlar. Allah, kulunu işlemediği günah sebebiyle cezalandırmaz, kulun işlediği farzları da günahlarını da yazar. Mesela, bir kişi malının zekâtından, daha fazla vermesi gerekirken, az miktarda verdi. Bu durumda Allah o kimseyi verdiği miktardan dolayı değil, vermediğinden dolayı cezalandırır. Zekâttan verdiği miktarı ise o kişinin lehinde değerlendirir. Aynı şekilde bir kimse namaz kılar, oruç tutar, hacca gider ama adamda öldürürse, bu konuda iyilikleri hesaplanır, kötülükleri ise aleyhine yazılır. Yüce Allah şöyle buyurur: “Allah kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükler; kazandığı iyilik lehine, ettiği kötülük de aleyhinedir.”( Bakara 2/286)“Birbirinizden meydana gelen sizlerden, erkek olsun, kadın olsun, iş yapanın işini boşa çıkarmam.”(
 Ali İmran 3/195) “İşlediklerinizden başkasıyla karşılık görmezsiniz.”(Yasin 36/54); “Ancak işlediklerinizin karşılığını görmektesiniz”Tahrim 66/7)“Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür.”(Zilzal 99/7) “Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onu görür.”(Zilzal 99/8) “Küçük ve büyük, hepsi satır satırdır.”(Kamer 54/53) Bu duruma göre, iyilik ve kötülükler az da olsa Allah tarafından yazılmaktadır. Nitekim Yüce Allah “Kıyamet günü doğru teraziler kurarız; hiçbir kimse hiçbir haksızlığa uğratılmaz. Hardal tanesi kadar olsa bile yapılanı ortaya koyarız. Hesap gören olarak Biz yeteriz.”(Enbiya 21/47)buyurmaktadır. Bunların aksini söyleyen kimse Allah’ı zulümle vasıflandırmış olur. Hâlbuki Allah zulmetmeyeceği konusunda kullarına Kuran’da teminat vermiştir: “Yaptığınızdan başka bir şeyle cezalanmayacaksınız.”(Saffat 37/39) “Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür.”( Zilzal 99/7) Ayetleri bu konuyu belirtmektedir. Nitekim Allah, iyiliklere karşılık verdiği için, kendisinin şekûr olduğunu ifade etmiştir. O, merhametlilerin en merhametlisidir. (Ebû Hanîfe, el-Âlim ve’l-Müteallim, s. 34)

İman büyük bir azaptan koruduğu için mümine fayda verir. İnkardan daha büyük günah olmadığı için en çetin ceza kâfirin azabıdır. Allah’ı inkâr etmeyen Mümin ise sadece emrettiği şeylerin bazılarında isyana girer. Allah ise bu kişiye yapmadığı şeyler için değil sadece işlediği şeyler kadar ceza verir. Bu durum, adam öldürmüş ama hırsızlık yapmamış birinin, hırsızlıktan değil sadece cinayet suçundan cezalandırılmasına benzer. Zira Yüce Allah, “İşlediklerinizden başkasıyla karşılık görmezsiniz,”(
Yasin 36/54.)buyurmaktadır. Hastalığı küçük olan hastanın durumu daha az zararlıdır. Dünyada sıkıntı çekerek en şiddetli azaptan kurtulan kimsenin durumu, iki türlü azap çeken kimseden daha kolaydır. Mümin de böyledir, eğer işlediği bir günah için azap çekerse, bu iki günah için çekeceği azaptan daha hafif olur.(128 Ebû Hanîfe, el-Âlim ve’l-Müteallim, s. 39.)

Ebû Hanife’ye göre “Mümin zina edince, başından gömleğinin çıkarılması gibi, imanı da çıkarılır, sonra tevbe edince iman kendisine iade edilir”(
Tirmizi, “İman” 15; Ebu Davud, “Sunne” 15)rivayeti Kur’ân’a muhaliftir. Çünkü Allah; Kur’ân-ı Kerîm’de “Zina eden kadın ve erkeğin..”( Nur 24/1) âyetinde her ikisinden de iman vasfını kaldırmamıştır. Aynı şekilde, “Sizden zina eden iki kimseye...”(Nisa 4/16) âyetinde Allah “sizden” kaydı ile Müslümanları kastetmektedir. O halde Kuran-ı Kerim’in hilafına, Hz. Peygamber’den hadis rivayet eden herhangi bir kimseyi reddetmek, Hz. Peygamber’i reddetmek veya tekzip etmek demek değildir.(Ebû Hanîfe, el-Âlim ve’l-Müteallim, s. 33) Aynı şekilde “Allah, içki içen kimsenin kırk gün ve kırk gece kıldığı namazı kabul etmez,”(Tirmizi, “Eşribe”, 1) rivayetinin açıklaması da bilinmemektedir. Başka bir ifadeyle haksız yere birisini öldüren, hırsızlık ve facirlik yapan, günah işleyen, zina eden, içki içip sarhoş olan kişi günahkâr mümindir, kâfir değildir. Bu durumda olanlar işlediklerinden dolayı cehennemde azaba uğrarlar, fakat imanları sebebiyle cehennemden çıkarılırlar.( Ebû Hanîfe, el-Fıkhü’l-Ebsat, s.53)

Ebû Hanife’ye göre Allah’a ortak koşmamak, inkâr etmemek ve helal saymamak şartıyla günah işleyen bir mümin kâfir sayılmaz. Günah işlediği halde tövbe etmeden ölen müminin durumu Allah’ın dilemesine bağlıdır. Allah dilerse bağışlar ya da cezalandırır. Hakkında kesin bilgi sahibi olunmayan konularda sorulanlar için en doğrusunu Allah bilir demek daha uygundur. Bu anlamda irca Allah’ın öğrettiğinden başka bir bilgimiz yoktur diyen meleklerin yaptığı bir iştir. Hangi günahların bağışlanacağı bilinmez.


Sonuç

İmam-ı Azam Ebû Hanife’nin akaidle ilgili beş eserinde iman ve imanla ilişkili temel kavramların incelendiği bu araştırmada elde edilen bilgileri şöyle değerlendirmek mümkündür: Ebû Hanife eserlerinde imanı Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kaza ve kadere inanma şeklinde tanımlarken aynı zamanda hiç kimsenin kendi fiillerini yaratamayacağına inanmayı da vurgulamıştır. O’na göre imanın asıl mahalli kalptir, dil ile ikrar kişinin insanlar tarafından mümin olarak kabul edilmesi yönüyle önemlidir. İman, sadece tasdik ve amel yönünden artıp eksilebilir, imanda istisna da olmaz. İman ilk dönemlerde nasıl tanımlandıysa günümüzde de aynı şekilde tanımlanır. Kuran’ın bazı ayetlerinde mümin kavramı zalim, günahkar ve asi sıfatları ile birlikte kullanıldığına göre iman ile amel farklı şeylerdir. Günah işleyen ya da farzlardan birini terk eden mümin helal saymadığı sürece kâfir sayılmaz. Günah işlediği halde tövbe etmeden ölen mümini Allah dilerse bağışlar dilerse cezalandırır. Ebû Hanife iman konusunda belirlediği bu önemli prensipler ile günümüze kadar gelen ehl-i sünnet anlayışının temelini oluşturmuştur.

Ebû Hanife’ye göre insanlar iman ve küfrü Allah’ın zorlaması ile değil kendi iradeleriyle tercih ederler. İmanda Allah’ın yardım etmesi inkârda ise yardımını kesmesi söz konusu olabilir. İman ve inkar konusunda insanların söylediklerine, kıyafet ve ibadetlerine göre hüküm verilmelidir. Bu kişilerin gerçekte Allah katında farklı bir durumda olmaları herhangi bir cezayı gerektirmez. Nimetleri inkar etmek, Allah’ın izni olmadan birisinin fayda veya zarar vereceğine inanmak kişiyi inkâra götürür. Kuran’da açık ayetle anlatılan konulardan şüphe eden, namaz ve oruç gibi ibadetlerin farz olduğunu inkar eden kişi de kafir olur. Allah şirkten başka bütün günahları bağışlayabilir ancak O’nun kimi bağışlayıp kimi affetmeyeceği bilinmez. Allah’ın mutlaka cezalandıracağını bildirdiği kimse için af dilenmesi haramdır. Hz. Peygamber’den Kuran’a aykırı hadis rivayet eden bir kimseyi reddetmek, Hz. Peygamber’i tekzip etmek anlamına gelmez. Ebû Hanife küfür ve günah kavramları hakkındaki bu görüşleriyle önemli ölçüler belirlemiş günümüze kadar pek çok ehl-i sünnet âlimine de bu konuda rehberlik etmiştir.

Netice itibariyle iman ve imanla ilişkili amel, günah ve küfür gibi temel kavramlar hakkında yaptığı bu açıklamalar neticesinde İmam-ı Azam Ebû Hanife’nin ehl-i sünnet akaidinin oluşmasında çok önemli bir yeri olduğu söylenebilir. Ebû Hanife’nin iman ve imanla ilgili temel kavramlara yönelik belirlediği ölçüler isabetli olması yanında kendi içinde tutarlıdır. Pek çok kelam bilginine rehberlik eden Ebû Hanife ehl-i sünnet inancının sistemli hale gelmesinde büyük katkıları olan önemli bir kelam âlimidir.


Ebû Hanîfe, el-Fıkhü'l-Ekber

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

26 Aralık 2013 Perşembe

236.İMAN-KÜFÜR İLİŞKİSİ

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Arapça bir kelime olan küfür, inkâr ve yalanlama anlamına gelmektedir. Borçlu borcunu kabul etmeyip onu inkâr ederse Arapça “kâferanî” yani inkâr etti denir. Mümin red ve inkâr etmeksizin, bir farzı terk ederse günahkâr olarak isimlendirilir. Eğer, farzları inkâr ederek terk ederse, bu takdirde kâfir ve Allah’ın farzlarını inkâr eden kimse diye isimlendirilir.
Ebû Hanife’ye göre Allah Hz. Âdem’in soyunu insan olarak yaratmış, onlara akıl vermiş, hitap etmiş, imanı emredip, inkârı yasaklamıştır. İnsanlar da O’nun Rab olduğunu kabul etmişlerdir. İşte bu, insanların imanıdır ki onlar bu fıtrat üzerine doğarlar. Daha sonra inkâra sapanlar bu fıtratı değiştirip bozmuş olur. İman ve tasdik eden de bu fıtratında sebat etmiş olur. Allah, kullarından hiç birini iman veya inkâra zorlamamış, onları mümin veya kâfir olarak yaratmamıştır. Onları bir birey olarak yaratmıştır.( Ebû Hanîfe, el-Fıkhü’l-Ekber, s. 72)Diğer bir ifadeyle Allah insanları iman ve küfür özelliği olmadan yaratmış, sonra onlara hitap ederek emir ve yasaklarını bildirmiştir. İnkâr eden; kendi fiili, hakkı kabul etmemesi ve Allah’ın yardımını kesmesiyle inkâra sapmıştır. Aynı şekilde iman eden de kendi fiili, ikrarı, tasdiki ve Allah’ın yardımı ile iman etmiştir.
İnsanlar, Yüce Allah’ı bilme ve tasdik etmeleri bakımından mümin, inkâr etmeleri yüzünden de kâfir olurlar. Allah’ın birliğini ve O’nun katından gelen şeyleri tasdik edip Allah’ın kulu olduklarını kabul edince, iman ve küfrün ne anlama geldiğini bilmeseler bile imanın iyi, küfrün de kötü bir şey olduğunu anladıklarında kâfir olmazlar. Meselâ kendisine bal ile acı bir madde verilen birisi her ikisini tattığında balın tatlı, diğerinin de acı olduğunu anlar. Acı ve tatlının isimlerini bilmediğinden dolayı bunları da bilmiyor denemez. İşte iman ve küfür isimlerini bilmeyen de böyledir. İmanın iyi, küfrün de kötü şeyler olduğunu bilen kimsenin Allah’ı bilmediği söylenemez.(Ebû Hanîfe, el-Âlim ve’l-Müteallim, s. 38)
Kalpler de olanı bilen Allah, insanları kalplerindeki şeylerden dolayı, mümin ve kâfir diye isimlendirmiştir. Biz de insanların, söyledikleri tasdik, tekzip, kıyafet ve ibadetleri ile mümin veya kâfir olduğunu söyleyebiliriz. Meselâ, tanımadığımız halde mescitlere gelen, kıbleye dönerek namaz kılan kimseleri gördüğümüzde onların mümin olduğunu söyler, kendilerine de selam veririz. Bununla birlikte onların gerçekte Yahudi veya Hıristiyan olmaları da mümkündür. Aynı şekilde Hz. Peygamber devrinde de dilleriyle iman ettiklerini söyleyen münafıkları, ashap mümin olarak kabul etmiştir. Hâlbuki onlar, Allah tarafından bilinen kalplerindeki inkâr ve yalanlamadan dolayı kâfirdirler. İşte bundan dolayı kâfir olmaları mümkün olduğu halde, insanların açığa vurdukları iman alâmetleri sebebiyle onların mümin oldukları söylenebilir.
Şekil ve kıyafetleriyle müminlere benzemeyen bazı insanlara da, kâfirlere benzeyen özellikleri gösterdikleri için kâfir diyebiliriz. Eğer bilinenin aksine bunların, Allah’a imanları ve namaz kılmak gibi bir ibadetleri varsa onlar Allah katında mümindirler. Fakat bizim onları kâfir olarak bilmemizden dolayı Allah bizi cezalandırmaz. Çünkü Allah bizi, kalplerde bulunanı ve gizli niyetleri bilmekle sorumlu kılmamış, amellerine göre onlara, mümin dememizi, ona göre sevip sevmememizi istemiştir. Zira kalplerde gizli olan şeyleri ancak Allah ve Allah’ın kendisine vahy ettiği peygamberler bilir. Kirâmen Kâtibin melekleri bile, insanların açığa vurdukları amelleri yazmakla görevlidir. Bu sebeple vahiy olmadan, kalplerde olanı bildiğini söylemek, Allah’ın ilmine sahip olduğunu iddia etmektir. Kalplerde ya da onun dışında, Allah’ın bildiğini, kendisinin de bildiğini söyleyen insan, büyük bir günah işlemiş, cehennemi hak etmiş, inkâra kaymış olur.
( Ebû Hanîfe, el-Âlim ve’l-Müteallim, s. 30.)

Günümüzdeki küfür ilk dönemdeki inkarla aynı olduğu gibi bu günün münafıklığı da ilk dönemin münafıklığıyla birdir. Aynı şekilde bugünün İslâm’ı da ilk dönemin İslâm’ıdır. İlk münafıklık, kalple inkâr ve yalanlama, dille tasdik eder gibi görünme ve ikrar olarak tanımlanmıştır. Benzer özellikleri taşıyanlar için bu günde durum aynıdır. Yüce Allah, münafıkları, “İkiyüzlüler sana gelince: “Senin şüphesiz Allah’ın Peygamberi olduğuna şahadet ederiz” derler. Allah, senin kendisinin peygamberi olduğunu bilir; bunun yanında Allah, ikiyüzlülerin yalancı olduklarını da bilir” ( Münafikun 63/1)şeklinde anlatır. Burada Allah’ın münafıkları yalanlaması, onların dedikleri şeyin yalan olmasından dolayı değil, dilleri ile açıkladıkları gibi, ikrar ve tasdik durumunda olmamalarıdır. Aynı şekilde Yüce Allah onlarla ilgili “İnananlara rastladıkları zaman, “İnandık” derler, elebaşlarıyla baş başa kaldıklarında, “Biz şüphesiz sizinleyiz, onlarla sadece alay etmekteyiz” derler,”( Bakara 2/14)buyurmaktadır. Yani onların, Hz. Peygamber ve ashabına, dilleriyle ikrar ve tasdiki açıklamak suretiyle alay ettiklerini belirtmektedir.
Nimetleri inkar konusuna gelince; nimetlerden herhangi birini inkâr edip onun Allah tarafından verilmediğini söyleyen kimse Allah’ın nimetlerini inkar etmiş olduğu gibi O’nun katında da kâfir olur. Yüce Allah “Onlar Allah’ın nimetlerini hem bilirler, hem de inkâr ederler,”(Nahl 16/83)buyurmaktadır. Yani inkarcılar gecenin gece, gündüzün de gündüz olduğunu, sağlık, zenginlik, rahat ve bolluğun nimet olduğunu bildikleri halde bunları asıl sahibi olan Allah’a değil, taptıkları şeylere nispet ederler. Böylece onlar, nimetlerin hiçbir benzeri olmayan Allah’tan olduğunu inkâr etmişlerdir.

Korku ve ümit konusuna gelince; korku ve beklenti iki durumdan biriyle söz konusu olur. Bir kimseden beklentisi olan ya da korkan kimse, onun Allah’ın izni olmadan kendisine zarar veya fayda vereceğini düşünürse o kişi kâfir olur. Bunun dışında, bir kimse hayrı Allah’tan beklediği ya da Allah’ın kendisini başkalarının eline düşürüp bir şeyi vesile kılarak vereceği beladan endişe duyduğu için korkarsa bu kimse kâfir olmaz. Çünkü baba, çocuğunun kendisine faydalı olmasını, kişi hayvanının kendisini taşımasını, komşusunun kendisine iyilik etmesini, devlet başkanının kendisini korumasını bekler. Bu durumda kâfirlik bahis konusu olmaz. Çünkü gerçekte beklentiler Allah’tandır ki kendisine çocuğu ve komşusundan yararlandırmasını, içtiği ilaçtan şifa vermesini, Allah’tan bekleyen kimse kâfir olmaz.

İnsan bazen Allah’ın kendisini kötü şeylerle imtihan etmesinden korkup kaçar. Meselâ, Allah’ın peygamber olarak seçtiği Hz. Musa Allah ile arasında bir elçi olmadan “Beni öldürmelerinden korkuyorum”(Şuara 26/14)demişti. Hz. Peygamber (s.a.v.) de mağaraya gizlenmişti. Bu durumlar onlar için kesinlikle inkar olmaz. Aynı şekilde insan vahşi hayvanlardan, yılan ve akrepten, evinin yıkılması, sel afeti ile zararlı yiyecek ve içeceklerden korkar. Bütün bunlardan korkan kişi şüpheli bir durumla kafir olmaz.
Müminin gerçekte Allah’tan başka hiçbir şeyden daha çok korkmaz. Zira mümin Allah’tan gelen kötü bir belaya uğradığı, ağır bir şekilde hastalandığı zaman bunu ne kötü yaptın Allah’ım demeyi içinden bile geçirmez. Tam aksine Allah’ı daha çok zikreder. Bu musibetin yüzde biri, bir kraldan gelmiş olsa onun zulmünü güvendiği insanlara söylemekten çekinmez. Mümin ise gizli, aşikâr, her yerde Allah’ın emrini gözetir. Hükümdarların emirleri gizli, açık, her yerde gözetilmez. Meselâ, bazen bir müminin soğuk bir gecede gusletmesi gerekir, hoşuna gitmese de uykusundan kalkıp sırf Allah’tan korktuğu için yıkanır. Aynı şekilde aşırı sıcakta, susuzluktan yandığı halde orucunu tutar. Hiç kimsenin olmadığı yerlerde bile Allah’ın emrini gözeterek sabreder, feryat etmez. Oysaki herhangi birisi sadece hükümdarın huzurunda bulunduğu sürece ondan korkar, uzaklaşınca korkmaz.

Ebû Hanife’ye göre: Eğer birisi başına gelen bir musibet karşısında bu Allah’tan mı yoksa benim kazancım mı, bu durum Allah’ın beni müptela kıldığı şeylerden değildir derse “Sana ne iyilik gelirse Allah’tandır, sana ne kötülük dokunursa kendindendir”(Nisa 4/79) ve “Başınıza gelen herhangi bir musibet ellerinizle işlediklerinizden ötürüdür,”(Şura 42/30) ayetlerine göre o kimse kafir sayılmazsa da tevilde hata etmiştir. Zira Allah “Allah insan ile kalbi arasına girer,”(Enfal 8/24) buyurmaktadır ki ayetin manası Allah müminle küfür, kâfirle iman arasına girer, demektir.( Ebû Hanîfe, el-Fıkhü’l-Ebsat, s. 47)
İman esaslarına inanan, fakat İsa ve Musa peygamber mi yoksa değil mi? diyen kimse de kâfir olur. Aynı şekilde kâfir cennete mi, yoksa cehenneme mi gider, bilmem, diyen kimse de: “İnkar edenlere cehennem ateşi vardır,”( Fatır 35/36)ayetinden dolayı kâfir olur. Bir kimse kâfiri kâfir olarak bilmem, derse o kâfir gibidir. Eğer kâfirin son gideceği yer neresi olduğunu bilmem derse O, Allah’ın kitabını inkâr etmiş ve kâfir olmuş olur.( Ebû Hanîfe, el-Fıkhü’l-Ebsat, s.51)Ben cennetliğim diyen ya da kendisinin cehennem ehli olduğunu söyleyen kimse yalan söylemiştir, o bunu bilmiyor. Cehennem ehli olduğu konusunda o Allah’ın rahmetinden ümit kesmiştir. Zira mümin imanı sebebiyle cennete giren, işledikleri sebebiyle ateşte azap gören kimsedir. (Ebû Hanîfe, el-Âlim ve’l-Müteallim, s. 18)

Ebû Hanife’ye göre: “De ki: “Gerçek Rabbinizdendir.” Dileyen inansın, dileyen inkâr etsin,”( Kehf 18/29)ayeti vaid ifade ettiği için istersem iman ederim istersem etmem diyen kişi yalancı olur. Çünkü Yüce Allah: “Hayır; şüphesiz bu Kuran bir öğüttür. Dileyen kimse öğüt alır. Allah dilemeksizin öğüt alamazlar”( Müddesir 74/54,55,56)ve “Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz,”(İnsan 76/30) buyurmaktadır. Ne var ki bunu diyen kimse ayeti reddetmediği için kafir olmasa da ayetin tevilinde hata etmiş olur.Bununla birlikte insan tevhid ilminin inceliklerinde bir güçlükle karşılaşırsa, bunu öğreneceği bir âlim buluncaya kadar Allah katında doğru olana inanması gerekir. Böyle bir alimi arayıp bulmakta gecikmesi caiz değildir. Bu konuda tereddüt edilerek beklemek doğru değildir, bu sebeple tereddüt ederek beklerse, kâfir olur.( Ebû Hanîfe, el-Fıkhü’l-Ekber, s.77)Aynı şekilde Allah’ın yarattığı bir şeyi inkar edip bunun yaratıcısını bilmem diyen kimse sanki o şeyin Allah’tan başka yaratıcısı vardır, demiş olacağından“Allah her şeyin yaratıcısıdır...( Enam 6/102)ayetine göre o kişi kafir olur. Aynı şekilde Allah’ın bana namaz, oruç ve zekâtı farz kıldığını bilmiyorum diyen kimse de “Namazı kılın, zekâtı verin”(Bakara 2/43,83, 110) ve “Oruç size sayılı günlerde farz kılındı,”(Bakara 2/183) ayetleri gereği o kimse kâfir olur. Eğer bu ayetlerin Allah tarafından indirildiğine inanıp tevil ve tefsirini bilmiyorum derse o kimse kâfir olmaz.

Ebû Hanife şöyle söyler: Benim kâfir olduğuma şahadet eden kimse bana göre yalancıdır. Ne var ki onun benim hakkımda yalan söylemesi, benim de onun hakkında yalan söylememi helâl kılmaz. Zîra Allah “Bir topluluğa olan öfkeniz sizi adaletsizliğe sürüklemesin; adil olun; bu, Al-lah’a karşı gelmekten sakınmaya daha yakındır.,”( Maide 5/8)buyurmaktadır. Onun kendisiyle ilgili söylemiş olduğu yalanın, doğrulanmasının benim için gerekli olmadığını söylerim. Çünkü o, kendisinin eşek olduğunu söylese, benim doğrudur, demem gerekmez. ( Ebû Hanîfe, el-Âlim ve’l-Müteallim, s. 35)Ancak Allah ile bir ilgisi olmadığını söyler veya ben Allah ve Resulüne inanmıyorum dediği halde kendisinin hala mümin olduğunu söylerse ben ona kâfir derim. Aynı şekilde Allah’ın birliğine ve Allah katından gelen her şeye iman eden kimse, kendisi için kâfir bile dese, ben ona mümin derim.( Ebû Hanîfe, el-Âlim ve’l-Müteallim, s. 36)


Netice itibariyle Ebû Hanife’ye göre küfür, inkar ve yalanlama olarak tanımlanır. İnsanlar başlangıçta iman ve küfür vasfı olmadan yaratıldığından Allah hiç kimseyi iman ve küfre zorlamamıştır. İman ve inkar insanların kendi fiilleriyle gerçekleşir ancak bunlarda Allah’ın yardım etmesi veya yardımını kesmesi söz konusu olabilir. İman ve küfür kavramlarını bilmeyen birisinin, imanın iyi küfründe kötü bir şey olduğunu anlaması yeterlidir. İnsanların kalplerinde olanı Allah’tan başkası bilemeyeceğinden dolayı iman ve inkar konusunda insanların söylediklerine, kıyafet ve ibadetlerine göre hüküm verilebilir. Buna göre mescide gelip namaz kılanın mümin olduğu söylenebileceği gibi şekil ve kıyafet bakımından inkarcılara benzeyen kimselere de kafir denebilir. Hüküm zahire göre verildiğinden bu kişilerin gerçekte Allah katında farklı bir durumda olmaları herhangi bir sorumluluk gerektirmez.
İman, küfür ve nifak terimlerinin anlamları zamanla değişmez. İlk dönemlerde iman, küfür ve nifak nasıl tanımlandıysa günümüzde de aynıdır. Nimetlerin Allah tarafından verilmediğini söylemek, Allah’ın izni olmadan herhangi birisinin kendisine fayda veya zarar vereceğine inanmak kişiyi inkâra götürür. Kuran’da zikredilen peygamberlerden ya da kafirin cehenneme gideceği gibi hakkında açık ayet bulunan konulardan şüphe eden kişi kafir olur. Herhangi bir şeyin yaratıcısının Allah olduğunu ya da namaz ve oruç gibi ibadetlerin farz olduğunu inkar eden de kafir olur. Allah ve Resülü’ne inanmadığını söylediği halde ben müminim diyen kimseye kafir, aynı şekilde iman esaslarına inandığı halde kendisinin kafir olduğunu söyleyen kişiye de mümin denebilir. Tevhit konusunda bilmediklerini öğrenmek gerekir, bu konuda tereddüt ederek beklemek de inkara sebep olur.

Ebû Hanîfe, el-Fıkhü'l-Ekber

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR