17 Aralık 2013 Salı

DÜŞMANA KARŞI OKUNACAK DUALAR

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

Dualara geçmeden önce beni çok etkileyen, Rabbimizin apaçık ifade ettiği çok önemli ve yaşadığımız sürece bizim düsturu’l-amelimiz olması gereken bir kanunundan bahsetmek istiyorum. Aşağıdaki ayet bu kanundan bahsediyor:


“Ey iman edenler, eğer siz Allah’ın dinine yardım ederseniz, Allah da size yardım eder ve ayaklarınızı sabit kılar.” (Muhammed, 7)

Sıkıntımız her ne konuda olursa olsun;ister bu bir düşman olsun veya herhangi bir müsibet ;eğer biz dinimize uygun yaşarsak ,O’nun dinine yardım ederek şeriatını hayatımıza geçirirsek  en umutsuz anlarda bile Allah'ın yardımının yetiştiğini görebiliriz.


 Peki 
Allah'ın yardımından ne zaman mahrum kalırız?  Biz Müslümanlar müslümanca yaşamadığımız ve O'nun dininden uzaklaştığımız zaman  Allah'ın yardımı gelmez.

Hz. Ömer radıyallahu anh buna işaretle, ordu komutanına gönderdiği bir mektupta aynen şöyle der: “Sakın düşmanınızın yaptığı fiilleri yapmayın! Siz, ancak takvanızla galip gelirsiniz. Eğer siz günaha girerseniz unutmayınız ki düşmanınız adet olarak ve hazırlık olarak sizden üstündür. Takva zırhına bürünün ve Allah’tan korkun!”

 Düşmanlarımıza karşı dua edeceğiz ama duayla birlikte en güçlü silahımız olan Allah-u Teala'nın dinine yardım ve onu yaşama ve yaşatmayla O'nun bize ayette vaadettiği yardıma kavuşacağız biiznillah.



*** Bir şeyden korktuğu ve telaş  ettiği zaman

Sevban radıyallahu anh diyor ki: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bir şeyden korktuğu zaman:


" Huvallah, Allahu rabbi laşerike leh."


 "O Allah'tır, Allah benim Rabbimdir, şeriki (ortağı) yoktur." İbn Sünni, 337. 


***Amr bin Şuayb babasından, dedesinden rivayetle diyor ki: Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem bize korku duası olarak şunları öğretirdi:


 "Euzu bikelimatillahit tammeti min gadabihi ve şerri ibadihi, vemin hemezatiş şeyatini ve enyahdurun"


 "Gazabından, kullarının şerrinden, şeytanların rahatsız etmelerinden ve bana sokulmalarından Allah'ın noksansız kelimelerine sığınırım."


 Abdullah bin Amr bunları aklı yeten çocuklarına öğretirdi. Aklı yetmeyenlerin de yazar boyunlarına asardı. Tirmizi, Daavat, 3401.



*** Bir toplumdan korktuğu zaman okunacak dua

 Ebu Musa'l-Eş'ari radıyallahu anh diyor ki: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bir toplumdan korktuğu zaman şöyle derdi:

" Allahümme inna nec'alüke fı nuhurihim veneuzu bike min şururihim"

 "Allah'ım, onların yüreklerine korku düşür. Onların şerlerinden sana sığınırız." Ebu Davud, Salat, 1537.

*** Ayrıca düşman karşısında Kureyş sûresini okumanın uygun olacağını söyleyen âlimlerde vardır.

***Düşmana Galip Gelmek İçin Dua

Bu duayı bizzat Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)  yapmıştır;

 "Allâhumme munzile'l-kitâbi serî'a'l-hisâb, ihzimi'l-ahzâb. Allâhumehzimhum ve zelzilhum."

 "Ey Kitâb'ı indiren ve hesabı çabuk gören Allah'ım! Düşmanları hezimete uğrat. Allah'ım! Onları perişan et ve sars." (Nevevî, el-Ezkâr: 188)


 
*** Tehlike karşısında okunacak dua 

Bir gün Resulullah (sallallahu aleyhi vesellem) Hz. Ali'ye (radyallahu anh), - Ey Ali! Sana bir takım kelimeler öğreteceğim. Bir tehlike ile karşı karşıya geldiğinde bunları oku, dedi. Hz. Ali (radıyallahu anh) -Tamam, ya Resulullah! Canım sana feda olsun, diye karşılık verdi. Resulullah ona şöyle dedi: -Bir tehlike ile karşı karşıya geldiğinde de ki:

 "Bismillâhirrahmânirrahîm ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhi'l-aliyyi'l-azim."

 "Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla... Güç, kuvvet ve kudret yalnız yüce ve her şeyden büyük olan Allah'a mahsustur."

 -Kişi bunu söylediğinde, Allah Teala onu her türlü bela ve musibetten korur. (İbnü's-Sünni, Amelü'l-Yevm ve'l-Leyle,nr. 336) 


 
*** Bela ve korku sırasında düşmana karşı 

Hadis-i Şerifte açıklanan şu dua okunabilir:

 “Euzü bikelimâtillahittammâti min şerri mâ haleka” duasını okuyana, o yerden kalkıncaya kadar, hiçbir şey zarar veremez.) [Müslim]

***Allah, Hu, Melik’ün, Semi’un, Kadir’ün, Kerim’ün, Halim’ün, Latif’ün, Alim’ün, Muin’ün, Sadık’un 
Evliyaullah bu ism-i şerifi düşmanlarının yanında okuyan kişinin hasmına galip geleceğine ve ondan ancak hayır göreceğini söylemiştir.

***"ya celiylül mütekebbirü ala külli şeyin fel adlü emruhu vessidku ve'dühü ya celiylü"
Çokça zikreden kişi muradına nail olur ve Allah cc zor işleri o kişiye kolay eder,sözü dinlenilen çok heybetli birisi haline gelir,insanlardan kimsenin bir zararı dokunamaz ayrıca şeytanlar o kişiye yaklaşamaz.


***Bütün kötülüklerden ve zalimlerden korunma ve hacet duası:

*Bu dua hakkında Peygamber Efendimiz  (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyuruyor:

 "Her kim beş vakit namazın ardından şu 10 kelimeyi okursa ALLAHu Teala kendisine karşılık verici ve kifayet edici olarak bulur."

"HASBİYALLAHU Lİ DİNİ.

HASBİYALLAHU LİMA EHEMMENİ.

HASBİYALLAHU LİMEN BAĞE ALEYYE.

HASBİYALLAHU LİMEN HASEDENİ.

HASBİYALLAHU LİMEN KÂDENİ Bİ SUİN.

HASBİYALLAHU İNDEL MEVT.

HASBİYALLAHU İNDEL MES'ELETİ FİL KABRİ.

HASBİYALLAHU İNDEL MÎZAN.

HASBİYALLAHU İNDES-SIRAT.

HASBİYALLAHU LÂ İLAHE İLLA HU.ALEYHİ 

TEVEKKKELTÜ VE İLEYHİ ÜNÎB..." (Hakimi Tirmizi 2/14,
Suyuti,Dürrül Mensur 2/390Kenzul Ummal 3/155)

Manası:
"Dinim için ALLAH bana yeter. Mühim işlerim için ALLAH bana yeter. Bana karşı azanlar için ALLAH bana yeter. Hasedçilere karşı ALLAH bana yeter. Bana kötü hile yapanlara karşı ALLAH bana yeter. Ölüm anında ALLAH bana yeter. Kabir sualinde ALLAH bana yeter.

Mîzanda ALLAH bana yeter. Sıratta ALLAH bana yeter. ALLAH'dan başka hiç ilah yoktur. Ben O'na dayandım ve ancak ona yönelirim."

***Allahım kuvvetsiz ve çaresiz kaldığımı, halk nazarında hakir görüldüğümü ancak sana arz eder Sana şikayet ederim. Ey merhametlilerin en merhametlisi olan Allah! Herkesin hakir görüp de dalına bindiği, çaresizlerin Rabbi ancak Sensin. Benim Rabbim de ancak Sensin. Sen, beni kötü huylu, yüzsüz bir düşman eline düşürmeyecek kadar merhamet sahibisin.


***Ey Rabbimiz, bizi inkarcılar için bir imtihan aracı kılma. Bizi onlar karşısında yenik düşürerek onların iyice azgınlaşmasına sebep kılma. Bizi zalimlerin baskı ve işkenceleriyle yüzyüze getirme. Altından kalkamayacağımız çetin belalarla bizi imtihan etme. Sana kulluk görevimizi hakkıyla yerine getiremedik. Bizi bağışla. Hiç kuşkusuz Sen tüm varlıklar üzerinde mutlak otorite sahibisin, hakimsin. Sonsuz ilim ve hikmetinle her konuda en mükemmel hükmü verir, yaptığın herşeyi yerli yerince yaparsın.

***Allah'ım! Sen'den bizi belalarına uğratmadan kendine yaklaştırmanı istiyoruz. Kaza ve kaderinde bize, bizi incitmeden lütufkar davran. Bizleri kötülerin şerrinden, facirlerin tuzağından koru. Bizleri dilediğin şekilde ve dilediğin gibi himayene al. Senden din, dünya, ahiret hususunda af ve afiyet istiyoruz. Sen'den bizleri iyi amellere ve amellerde de ihlasa muvaffak kılmanı istiyoruz.

***Ya Rab!,izzetinle düşmanlarıma galip getir beni, mağlup ettirme, ezdirme. Rahmetinle kardeşlerime sevdir beni muhabbetimizi arttır,eksiltme.

***Allah'ım! dünya ve ahirette işlerimizi üstlen, bizleri nefislerimizin ve yarattıklarından kimsenin eline bırakma.

***Ey Rabbim! beni bu mücadelemde yalnız bırakma, yardımcısız bırakma. Bana katından tevhid sancağını omuzlayacak hayırlı bir nesil, güvenilir bir dost ihsan eyle. Ben ailemi, müminleri, malımızı, mülkümüzü Sana emanet ediyorum.


***Rivayetlere göre Karia Suresini okumayı adet edinenler, tehlikelerden emniyette olurlar.

Bu sure-i celileyi iki tarafın arasını bulmak için okunduğu vakit Allahü Tealanın izni ile araları düzelir, barış hasıl olur.




Karia Suresi okunuşu;

 Bismillahirrahmanirrahim El kâriah. Mel kâriah. Ve mâ edrâke mel kâriah. Yevme yekûnun nâsu kel ferâşil mebsûs. Ve tekûnul cibâlu kel ıhnil menfûş. Fe emmâ men sekulet mevâzînuh. Fe huve fî îşetin râdiyeh. Ve emmâ men haffet mevâzînuh. Fe ummuhu hâviyeh. Ve mâ edrâke mâhiyeh. Nârun hâmiyeh. Sadakallahü’l-Azim.

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.



EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR

16 Aralık 2013 Pazartesi

227.EVLADIN HAKLARI

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Evladın, ana-baba üzerindeki hakları:
1- İleride, çocuk annesiyle kötülenmemesi için, evladına anne olacak kızın
 saliha olmasına dikkat etmelidir.

2- Çocuğa iyi isim koymalıdır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Çocuğa güzel bir ad koymak, evladın baba üzerindeki haklarındandır.)[Beyheki]

3- Çocuğu güzel terbiye etmelidir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Çocuğu güzel terbiye, evladın babasındaki haklarındandır.) [Beyheki]

(Evladınıza ikram edin, onları edepli, terbiyeli yetiştirin!) [İbni Mace]

(Çocuğu terbiye etmek, torunlara sadaka vermekten daha sevaptır.)[Tirmizi]

4- Çocuğa karşı şefkatli davranmalıdır. Peygamber efendimiz aleyhisselam, torununu öperken birisi görüp, (Ya Resulallah, benim on çocuğum var, hiç birini öpmem) dedi. Ona, (Merhamet etmeyen merhamet bulamaz) buyurdu. (Buhari)

Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Çocuklarınızı çok öpün, her öpmenizde Cennetteki dereceniz yükselir.) [Buhari]

(Çocuk kokusu Cennet kokusudur.) [Taberani]

5- Çocuklara beddua etmemelidir. İbni Mübarek hazretleri, çocuğunu şikayet edene, (Çocuğa beddua ettin mi?) dedi. O da, evet deyince, (Çocuğun ahlakını sen bozdun) buyurdu.

6- Çocuklara iyilik etmelidir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Evladınıza ikram edin, nasıl ana babanızın sizde hakkı varsa, evladınızın da sizde hakkı vardır.) [Taberani]

7- Çocuğu helal gıda ile beslemelidir. Haram gıdanın etkisi çocuğun özüne işler, çocukta uygunsuz işlerin meydana gelmesine sebep olur. Hadis-i şerifte (Yiyip içtikleriniz helal, temiz olsun! Çocuklarınız, bunlardan hasıl olur)buyuruldu. (R.Nasıhin)

8- Babanın, çocuklarına ilim, edep ve sanat öğretmesi farzdır.
Önce, Kur'an-ı kerim okumasını öğretmelidir. Sonra imanın ve İslam’ın şartlarını öğretmelidir. Yedi yaşından itibaren namaz kılmaya alıştırmalıdır. Dünya ve ahirette kurtuluş ilimledir.

Her Müslüman, çoluk çocuğuna ve emri altında bulunanlara dinini öğretmekle sorumludur. Bir hadis-i şerif meali:
(Hepiniz, bir sürünün çobanı gibisiniz. Çoban sürüsünü koruduğu gibi, siz de evinizde ve emriniz altında olanları Cehennemden korumalısınız! Onlara Müslümanlığı öğretmezseniz, mesul olursunuz.) [Buhari, Müslim, Tirmizi, Ebu Davud, İ.Ahmed, Taberani]

Bir âyet-i kerime meali de şöyledir:
(Ey iman edenler, yakıtı insan ve taş olan Cehennem ateşinden kendinizi ve çoluk çocuğunuzu koruyun.) [Tahrim 6]

 Bir hadis-i şerif meali:
(Çocukken öğrenilen şey, taş üzerine kazılan nakış gibi kalıcıdır. Yaşlandıktan sonra öğrenmeye kalkması ise, su üzerine yazı yazmaya benzer.) [Hatib]

Bu bakımdan çocuklarımıza ilk önce, dinimizin emir ve yasaklarını ve Kur’an-ı kerimi öğretmeliyiz. Daha sonraya bırakmamalıyız. (Helekel-müsevvifun)hadis-i şeriftir. Anlamı ise, (Hayırlı işlerinizi hemen yapın. Yarına bırakmayın, yoksa helak olursunuz) demektir. Hayırlı işlerin birincisi ve en önemlisi çoluk çocuğuna dinimizi öğretmektir. Her Müslümanın bu birinci görevi hemen yapması, yarınlara bırakmaması gerekir.

9- Ahnef bin Kays hazretleri buyurdu ki:
(Çocuklar için zorluklara katlanmalı, onların ayakları altında yumuşak yer, başları üstünde gölge olmalıyız! Onlara sert davranmayalım ki bizden uzaklaşmasınlar. Bizden usanıp ölümümüzü beklemesinler. Uygun isteklerini yerine getirmeli, hiddetlenirlerse teskine çalışmalıyız!)

10- Çocuklar arasında adalete riayet etmelidir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Hediye verirken çocuklarınız arasında eşitliğe riayet ediniz!) [Taberani]

11- Baba, yapmayacağını zannettiği emri çocuğuna söylememelidir. Söyleyip de onu itaatsizliğe sürüklememelidir. Salih zatın birisi, oğlundan hiçbir şey istemezdi. Sebebi sorulunca, (Bir şey istediğim zaman, oğlumun bana karşı gelmesinden korkarım. Karşı gelince, Cehenneme müstehak olur. Ben de oğlumun ateşte yanmasına razı olamam) buyurdu. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Şunlar, saadet alametidir: Saliha hanım, itaat eden çocuklar, salih arkadaş.) [Hakim]

Çocuğun da hakkı var
Bir adam, Hazret-i Ömer’e, oğlunu şikayet eder. Hazret-i Ömer, bu kimsenin oğluna der ki:
- İmandan sonra birinci vazifemiz ana babanın kalbini kırmamaktır. Onlar ne kadar kötü olsalar da, yine her şeyin üstünde hakları vardır. Onların kalbini kıranın ibadeti kabul olmaz. Müslüman doğmamıza ve Müslüman yetişmemize sebep olan ana babamızın kalbini kırarsak Cennete nasıl gireriz? Onlar bize hakaret etse de, yalvararak gönüllerini almamız lazımdır. Müslüman ana babamız, bizden razı olmadıkça, Allahü teâlânın sevdiği kulu olmak çok zordur.

Çocuk Hazret-i Ömer’e der ki:
- Ya Emir-el-müminin, söylediklerini aynen kabul ediyorum. Fakat çocuğun ana babası üzerinde hiç mi hakkı yoktur?

Hazret-i Ömer buyurdu ki:
- Evet çocuğun da hakkı vardır. Evlenirken çocuklarına anne olacak kızı veya kadını iyi aileden seçmesi, çocuğa güzel bir isim koyması ve dinini öğretmesi gerekir.

Çocuk, Hazret-i Ömer’e şöyle cevap verdi:
- Babam, bana terbiye nedir öğretmedi. Anam ise, zenci bir Mecusinin kızı idi. İsmimi “Karaböcek” koymuş ve Allah’ın kitabından bana bir harf bile öğretmedi. Maalesef dinim hakkında hiçbir şey bilmiyorum.

Hazret-i Ömer, çocuğun babasına dedi ki:
- Gelmiş bir de bana oğlunu şikayet ediyorsun; halbuki sen onun hakkını çiğnemiş ve o sana kötülük etmeden, sen ona kötülük etmişsin.


Dinimiz İslam

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

15 Aralık 2013 Pazar

226.ARALIK 16-17-18 GÜNLERİ ORUÇLUYUZ

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim



Eyyam-ı Biyz adı verilen ve kameri ayların 13, 14, ve 15. günleri yarın başlıyor.Bu sünneti yerine getirmek isteyenler 
Yarın(16 Aralık Pazartesi)17 Aralık Salı ve 18 Aralık Çarşamba günlerini oruçlu geçirmeliler.

Her hicri ayın 13, 14 ve 15. günlerinde oruç tutmak sünnettir. Nitekim Hz. Hafsa (ra) diyor ki:

«Dört şeyi Resûlüllah (asm) Efendimiz hemen hemen hiç terketmedi diyebilirim: Âşûrâ orucu, Zilhicce'nin ilk on gününün oru­cu, her ayın 13, 14, 15. günlerinde oruç ve bir de sabah farzından ön­ce iki rek'at namaz...» (Ahmed bin Hanbel, Nesâi)

Hadiste geçen günler, Hicri Takvime göre Kameri ayların 13, 14 ve 15. günleridir. Sabah kılınan sünnet ise, sabah namazının sünnetidir.


Allah kabul etsin.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

14 Aralık 2013 Cumartesi

225.EBEVEYNİN EVLATLARI ÜZERİNDEKİ HAKLARI

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Bismillahirrahmanirrahim

Baba ve annenin evladı üzerindeki 10 hakkı :

1- Baba veya anne yemeğe muhtaç olursa evlatları onları yedirip içirir.

2- Baba veya annenin giyinme ihtiyacı varsa evlat onları giydirir.

3- Baba veya anneden birisinin hizmete ihtiyacı varsa evlat o ihtiyaçlarını karşılar.

4- Baba veya anne evlatlarını bir iş için çağırınca evlat onlara cevap verecek, koşturacak.

5- Baba veya anne bir iş istediğinde evlat o işi yapmaya gayret edecek. Buradaki tek istisna baba veya annenin İslam'a zıt bir işi istemeleridir. Baba veya anne İslam'a aykırı bir şey isterlerse evlat bunu yapmayacak.

Mesela evlatlarından günah işlemelerini içki içmelerini, namazı terk etlerini, gıybet yapmalarını isteseler evlatlar bunu yapmayacak.

6- Evlat baba ve annesine adıyla seslenmeyecek.

Bu saygısızlık olarak görülmüştür.

Baba ve annesine en güzel gelen şekilde seslenecek.

7- Evlat, baba veya annesiyle yumuşak konuşacak. Baba veya anneye çirkin ve ağır söz söylenmeyecek.

8- Baba veya annesiyle yürürken onları saygın yerde tutacak. Hatta önlerinde yürümeleri bile hoş görülmemiştir.

9- Evlat kendisi için istediği iyi şeyleri baba ve annesi için de istemelidir. Kendisi için uygun görmediği şeyleri baba ve annesi için de uygun görmeyecek.

10- Evlat baba ve annesi için bağışlanma duasını bol bol yapacak.

Hz. Nuh'un (a.s.) dediği gibi  "Rabbim bana ve anne ile babama mağfiret et (Nuh, 28) veya Hz. İbrahim'in dediği gibi  "Rabbimiz bana, baba ve annem ile müminlere hesap günü mağfiret et."diye dua etmeli.


Dinimiz İslam

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.



EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

11 Aralık 2013 Çarşamba

223.AMA ÇOCUK BİR DAHA GÖRMEK İSTEMİYOR!

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

http://www.youtube.com/watch?v=VmSHlL2ZrV4


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

10 Aralık 2013 Salı

222.EBU HANİFE'NİN VASİYETİ:İslam'ın amentüsü

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Bismillahirrahmanirrahim


İslam'ın amentüsünü bir de İmam-ı Azam'dan okuyalım:

Vasiyet, bir İslam geleneğidir. İnsanlara istikamet üzere nasıl yaşanılabileceğini gösteren Peygamberler, dünyadan ayrılırlarken geride bıraktıklarına “müstakim” olarak kalmayı vasiyet ettiler. Onlar, sadece vasiyet etmekle kalmadılar, vasiyetin kabul görmesi için de yoğun gayret sarf ettiler. Nitekim çocuklarına “Müstakim” olarak yaşamayı vasiyet eden Yakub’un (a.s.), son sözü “Benden sonra kime ibadet edeceksiniz?”(
 Bakara(2): 133.) cümlesi olmuştu.
Allah Resulü’nün (s.a.v.) ahir ömürlerinde irat ettikleri “Veda Hutbesi” de bütün ümmetine hitap eden genel bir vasiyettir. Efendimiz (s.a.v.) “Veda Hutbesi”nde yirmi üç yıllık risalet hayatında vaz’ edilen esasları öz bir şekilde ve son defa telkin ettiler.
Sahabe ve Tabiun devri alimleri de vasiyet geleneğine uydular. Dar-ı Beka’ya hicret ederlerken talebelerine “Mustakim” kalmalarını öğütlediler. Selef-i salihinden günümüze ulaşan vasiyetler içerisinde en dikkat çekenleri ise Ebu Hanife’ye (r.a.) ait olanlarıdır. İmam-ı Azam’ın (r.a.) birçok vasiyeti vardır. Bunların bir kısmı şahsa özeldir, bir kısmı da bütün talebelerine hitap etmektedir. Özel vasiyetlerinin en meşhurları Oğlu Hammad’a, Ebu Yusuf’a ve Yusuf b. Halid es-Semti’ye hitaben kaleme alınmıştır. Söz konusu metinler her ne kadar şahsa özel olsalar da, bir evladın/öğrencinin hayata bakışını ve eşyayı algılama biçimini müşahhas bir çerçevede ortaya koymakta ve müslümanca yaşamanın esaslarını anlatmaktadır. Bu itibarla özel formatta olmalarına rağmen genele hitap etmektedirler. Ebu Hanife’nin (r.a.) bütün talebelerine hitaben kaleme aldığı “vasiyet”i ise bir akide manifestosudur. “Vasiyet”, Ehl-i Sünnet’in dolayısıyla da İslam’ın amentüsünü açık ifadelerle insanların zihnine taşımaktadır.

İşte o vasiyet:

Arkadaşlarım, kardeşlerim iyi biliniz ki Ehl-i Sünnet ve Cemaat mezhebi 12 hususiyet üzerine kurulmuştur. Kim bu hususiyetler doğrultusunda yaşarsa ne bidatçi ne de heva sahibi olur. Efendimiz Muhammed (s.a.v.)’in şefaatine nail olabilmeniz için Ehl-i Sünnet’in bu temel esaslarına sıkı sıkıya bağlanın.

Birinci Hususiyet


İman, dil ile ikrar ve kalp ile tasdiktir. Tek başına ikrar iman kabul edilmez. Çünkü, tek başına ikrar iman addedilse idi münafıkların tamamı mümin olurdu. Aynı şekilde sadece kalbin idrak etmesi (tasdik) de iman olmaz. Eğer bu durum tek başına yeterli olsa idi, Ehl-i Kitab’ın tamamı mümin olurdu. Halbuki Allah Tela dilleriyle ikrar eden münafıklar hakkında şöyle buyurmaktadır; “Allah o münafıkların hiç şüphesiz yalancılar olduklarına şahadet eder.”(
Münafıkun(63): 1.) Ehl-i Kitap hakkında ise varit olan ayet şöyledir; “Kendilerine kitap verdiklerimiz Peygamberi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar.”(Bakara(2): 146.)
 Ne var ki bunu kabullenip dilleriyle ikrar etmezler.

İman ne artar ne de eksilir. Çünkü imanın azalması ancak küfrün artması ile; artması da ancak küfrün azalması ile tasavvur edilebilir. Bu durumda, bir kişinin aynı anda mümin ve kafir olması nasıl mümkün olur?!

Mümin, gerçek anlamda inanan, kafir de hakiki manada inkar edendir. İmanda şüphe olmaz. Tıpkı küfürde olmadığı gibi. Bu bağlamda Cenab-ı Hakk şöyle buyurmaktadır: “İşte onlar gerçekten mümindirler.” (
 Enfal(8): 4.)ve “İşte onlar gerçekten kafirdirler.” ( Nisa(4): 151.)

Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) ümmetine dahil olan günahkarların tamamı gerçekten mümindir, kafir değillerdir.

Amel imandan ayrı, iman da amelden farklıdır. Şöyle ki: Amel mükellefiyetinin mü’minden kalktığı birçok zaman vardır. Fakat bu durumda imanın ondan gittiği söylenemez. Allah Teala, hayızlı kadını namaz kılmaktan muaf kılmıştır. Böyle bir kadın için Allah onun kalbinden imanı çıkarmıştır ve ona imanı terk etmeyi emretmiştir denemez. Şeriat o kadına; “Orucu bırak, sonra tutmadığın günleri kaza et” der. Kadına; “İmanı terk et, sonra kaza edersin” denmesi caiz değildir.(1) İman’ın amelden farklı olduğunu daha müşahhas bir şekilde anlamak için şöyle bir örnek verebiliriz: “Fakirlerin zekat vermesi gerekli değildir.” denebilir. Fakat “Fakirlerin iman etmesi zorunlu değildir.” denemez.

Hayır ve şerrin takdiri Allah’tandır. Eğer birisi hayır ve şerrin takdirinin Allah’tan başkasına ait olduğunu iddia ederse Onu (c.c.) inkar etmiş olur. Onun tevhit inancı da batıl olur. Her şeyin en iyisini Allah Teala bilir.

İkinci Hususiyet


Ameller, farz ibadet, fazilet ve masiyet olmak üzere üç çeşittirler. Farz ibadete gelince o, Allah’ın dilemesi, rızası, takdiri, yaratması ve “Levh-i Mahfuz”da yazması ile olur. Fazilet de Allah Teala’nın emrinden dolayı yapılmaz. Fakat Onun dilemesi, muhabbeti, rızası, takdiri, pürüzsüz yaratması ve “Levh-i Mahfuz”da yazması ile olur. Masiyet de Allah’ın emri gereği olmaz. Fakat muhabbeti, rızası, muvaffak kılması olmaksızın dilemesi, kazası, takdiri, hoşnutsuzluğu, ilmi ve “Levh-i Mahfuz”da yazması ile gerçekleşir.

Üçüncü Hususiyet

Allah Teala sınırsız kudret makamı olan arşı bir mekana istikrarı olmaksızın hükmüne aldı yani hakimiyeti altında tuttu. Hiç bir şeye muhtaç olmaksızın arşı ve ondan başka şeyleri korur. Eğer kendinden başka yaratıklara muhtaç olsa idi, kainatı yaratmaya ve idare etmeye kadir olamazdı. Ona cisim isnat edenlerin iddia ettiği gibi bir yere oturmaya ve yerleşmeye zorunlu olsa idi, arşı yaratmadan önce de böyle olurdu. Allah Teala bundan pek yüce ve münezzehtir.

Dördüncü Hususiyet


Kur’an-ı Kerim Allah Teala’nın yaratılmayan (gayr-ı mahluk) ezeli kelamı, vahyi ve tedricen indirdiği Kitabıdır. O, ne zatının aynıdır, ne de değildir. Bilakis o, gerçek sıfatıdır. Kur’an Mushaflarda yazılan, dillerde okunan kalplerde mekan edinmeksizin korunan kelamdır. Mürekkep, kağıt ve yazı mahluktur. Çünkü bunlar kulların filleri ile alakalıdır. Yazılar, harfler, kelimeler ve ayetler insanların anlamak için onlara ihtiyaç duyduğu Kur’an’a delalet eden şeylerdir. Allah Teala’nın kelamı zatı ile kaimdir. Manası ise, söz konusu şeylerle anlaşılır. Kim Allah’ın kelamı mahluktur derse kafir olur. Allah Teala kesintisiz bütün zamanlarda ibadet edilendir. Kelamı ise ondan ayrılmaksızın okunan, yazılan ve kalplerde korunandır.

Beşinci Hususiyet


Allah Resulü’nden (s.a.v.) sonra bu ümmetin en üstünü Ebu Bekr-i Sıddık, sonra Ömer, sonra Osman, sonra Ali dir (r. anhum). Zira efdaliyetin sıralamasına işaret eden ayette Allah Teala şöyle buyurmaktadır: “(İman ve amelde) öne geçenler (Ahirette de) öne geçenlerdir. İşte onlar (Allah’a) yaklaştırılmış kimselerdir. Onlar naim cennetlerindedir.”[
Vakıa(56): 10-12.]

Hayırda önde olanlar Allah katında da en üstün olanlardır. Onları, müttaki her mümin sever; asi münafıklarsa onlara buğz eder.

Altıncı Hususiyet

Kul, ameli, ikrarı ve tasdiki (marifeti) ile mahluktur. Bütün bu ameliyelerin faili mahluk olunca onun fiillerinin de evleviyetle mahluk olması gerekir.

Yedinci Hususiyet

Allah Teala, mahlukatı güçleri olmadığı halde yaratmıştır. Çünkü onlar zayıf ve acizdirler. Cenab-ı Hakk onları yaratan ve rızıklarını verendir. Nitekim O şöyle buyurmaktadır: “Allah sizi yaratan, sonra size rızık veren, sonra sizi öldürecek ve daha sonra da diriltecek olandır.”[
 Rum(30): 40.]

İlim ve malı helal yoldan kazanmak helal, haram yoldan temin ise haramdır.

İnsanlar üç kısımdır: İmanında samimi olan mümin, küfründe ısrarcı olan kafir ve nifakında iki yüzlü davranan münafık. Cenab-ı Hakk mümine ameli, kafire imanı, münafığa ise ihlası farz kılmıştır. Nitekim “Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının.”[
 Nisa(4): 1.] ayet-i kerimesinin her üç grubu içine alacak şekilde açılımı şöyledir: “Ey iman edenler! Ameli Salih işleyerek rabbinize itaat edin.”, “Ey Kafirler! İman edin.” ve “Ey Münafıklar! Samimi olun.”

Sekizinci Hususiyet

İsteğe bağlı olan fiillerde kulun aksiyon sahibi olması için gerekli olan güç yani “İstitaa”, yapılacak olan “fiil” ile beraberdir. Ne ondan önce ne de sonradır. Eğer “İstitaa” fiilden önce olsa idi o takdirde kul ona muhtaç olduğu anda Allah’tan müstağni olurdu. Bu ise şu ayete aykırıdır: “Allah müstağnidir. Sizler ise muhtaçsınız.”(
Muhammed(47): 38.)
 Eğer “İstitaa”, fiilden sonra olsaydı fiil, güç-kuvvet yokken gerçekleşmiş olacağından muhal olurdu.

Dokuzuncu Hususiyet

Mukimin bir gün bir gece, yolcunun da üç gün üç gece mestler üzerine mesh edebileceğini kabul etmek, bu şekilde rivayet edilen hadisten dolayı vaciptir. Bu hükmü inkar edenin küfründen korkulur. Zira ilgili hükmü bildirilen hadisler tevatüre yakın derecededir.[2]

Seferde namazları kısaltmak (azimet)[3] ve oruç tutmamak (ise) ruhsattır. Konu ile ilgili ayeti kerimeler şöyledir: “Yeryüzünde sefere çıktığınız vakit namazı kısaltmanızdan dolayı size bir günah yoktur.”[
 Nisa(4): 101.], “Sizden kim hasta, ya da yolculukta olursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde oruç tutar.”[ Bakara(2): 184.]

Onuncu Hususiyet

Allah Teala kaleme yazmasını emretmiş, kalem: “Ne yazayım ya Rabbi!” demiştir. Cenab-ı Hakk: “Kıyamete kadar olacak şeyleri yaz.” buyurmuştur. Şu ayet-i kerime de bu manayı teyit etmektedir: “İşledikleri her şey kitaplarda kayıtlıdır. Küçük, büyük her şey satır satır yazılmıştır.”[
 Kamer54): 52-3.]

Onbirinci Hususiyet

Günahkarlar için kabir azabı olacağında en ufak bir şüphe yoktur. Münker ve Nekir’in suali haktır.[
Ebu Davud] Cennet ve cehennem de haktır ve ahalisi için önceden yaratılmışlardır. Nitekim Cenab-ı Hakk müminler hakkında o cennet; “Müttakiler için hazırlanmıştır.”[ Ali İmran(3): 133], cehennem de; “Kafirler için hazırlanmıştır.”[ Bakara(2): 24.] buyurmaktadır. Allah Teala cennet ve cehennemi sevap ve ceza için yaratmıştır. Mizan da haktır. Zira Cenab-ı Hakk şöyle buyurmaktadır: “Kıyamet günü için adalet terazileri kuracağız.”[ Enbiya: 47.] İnsanın dünyada yaptığı amelleri içeren kitabı okuması da haktır: “Oku kitabını! Bu gün hesap sorucu olarak sana nefsin yeter.”[İsra(17): 14.]

Onikinci Hususiyet

Allah Teala bu canları ölümden sonra müddeti elli bin yıl olan bir günde ceza, sevap ve hakların edası için diriltecektir. Nitekim O şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz Allah kabirlerde olanları diriltecektir.”[
 Hac(22): 7.] Müminlerin keyfiyet, benzetme ve yön olmaksızın Cenab-ı Hakk’a mülaki olmaları haktır. Büyük günah işlemiş olsa dahi cennet ehlinden olan her mümin için Efendimiz (s.a.v.) şefaat edecektir.

Hz. Aişe (r.a.), Hatice-i Kübra’dan sonra insanlık aleminin en üstün kadını ve müminlerin annesidır. O, zina iftirasından arındırılmıştır ve Rafizilerin hezeyanlarından uzaktır. Kim Ona zina isnadında bulunursa o zina eseridir.

Cennet ahalisi Cennet’te, Cehennem ehli de Cehennem’de ebedi kalacaktır. Çünkü Cenab-ı Hakk müminler için “İman edip amel-i salih işleyenler cennetliklerdir. Onlar orada ebedi kalacaklardır.”[
Bakara(2): 39.], kafirler için de “İnkar edenler ve ayetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte onlar cehennemliktir. Onlar orada ebedi kalacaklardır.”[Bakara(2): 39] buyurmaktadır.


(1) Ebu Hanife’nin (r.a.) imanın amelden farklı olduğunu hayızlı kadının iman-amel ilişkisiyle örneklendirmesi tesadüf değildir. Böyle yaparak kadınların hasta oldukları günlerde ibadet etmemelerinin sahih hadislerle sabit olduğuna vurgu yapmaktadır.

Ebu Hanife’nin (r.a.) vasiyetini günümüz Müslümanları açısından vazgeçilmez kılan en önemli husus da onun ifadelerinin hem bir beyan hem de kadim sapık fırkalar ve modernist akımlar için bir reddiye niteliğinde olmasıdır. Nitekim modernist düşünceye sahip ilahiyatçılar kadınların özel hallerinde namaz kılıp oruç tutabileceklerini iddia etmektedirler. Halbuki bunun aksini söyleyen çok sayıda hadis-i şerif vardır. Ayrıca sahabeden de farklı yönde bir uygulama rivayet edilmemiştir. Efendimiz (s.a.v.) “Kadın hayız olduğunda namaz kılmayacak, oruç tutmayacak değil mi ya” buyurmuştur. (İmam Müslim’in uzun bir hadis içerisinde rivayet ettiği ifade “muttefekun aleyh”dir. Bkz. İbn Hacer, Buluğu’l-Meram, s. 45, H.no: 158; Zafer Ahmed et-Tahanevi, İ’lau’s-Sünen, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1997, I, 346.) Bu hadis, açık bir şekilde kadının namaz ve oruç ibadetlerini hayız müddetinde eda etmediğini bildirmektedir. Nitekim Hz. Muaze, Hz. Aişe’ye hayızlı iken terk ettikleri namaz ve oruçtan sadece orucu kaza etmelerinin hikmetini sorunca Aişe validemiz “Hz. Resulullah zamanında hayız olduklarını fakat kendilerine namazı bırakıp sadece orucu kaza etmelerinin emredildiğini (Künna nu’meru)” söylemiştir. (Ahmed, Müsned, VI, 232; Darimi, I, 233; Buhari, I, 421; Müslim, I, 265.) Sahabe kadınlarının özel hallerinden sonra namazı bırakıp sadece orucu kaza etmeleri, söz konusu durumda bu ibadetleri eda etmediklerini göstermektedir.

Fatıma binti Ebi Hubeyş, Efendimiz’e; “Ben istihaze kanı gören ve temizlenemeyen bir kadınım, namazı bırakayım mı?” diye sorduğunda Allah Resulü; “Bu ancak bir damar(dan hastalık sebebiyle gelen kan)dır. Hayız değildir. Hayzın geldiğinde namazı bırak” buyurdu. (Muhammed b. Ali b. Muhammed Şevkani, Neylü’l-Evtar, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1999, I, 288.) Allah Resulü Abdurrahman b. Avf’ın nikahı altında bulunan Ummu Habibe’ye, ve kendisinden fetva isteyen Ümm-ü Seleme’ye hayız müddetleri içerisinde namaz kılmamalarını emretmiştir. (Şevkani, a.g.e., I, 290.)

[2] Ebu Hanife’nin talebelerinden Abdullah b. Mübarek; “Mestler üzerine mesh etmenin cevazında ihtilaf olmadığını” bildirmektedir. Tabiun ulemasından Hasan Basri ise 70 sahabinin “Allah Resulü’nün (s.a.v.) mestleri üzerine mesh ettiğini” rivayet ettiğini söylemektedir. (Muhammed b. Abdillah b. Kudame, el-Muğni, Beyrut, 1994, I, 211.) Sana’ni de mestler üzerine mesh etmeyle alakalı hadislerin mütevatir olduklarını belirtmektedir. (Abdulkerim Zeydan. el-Mufassal fi Ahkami’l-Mereti ve Beyti’l-Müslim, Beyrut, 2000, I, 142.)

Malum olduğu üzere tevatür için belirlenen ravi sayısı ictihadidir. Bu durumda şu kadar olmalıdır, aşağısı ya da fazlası tevatürü ihlal eder demek doğru değildir. Asıl olan, ilk üç tabakada (sahabi, tabii, tebe-i tabii) ravilerin yalan üzere ittifak etmelerinin imkansız oluşudur. Tevatürde ravi sayısının ne kadar olacağı içtihadi bir mesele olduğundan farklı rakamlar ortaya çıkmıştır. (Vehbe Zuhayli, Usulu’l-Fıkhi’l-İslami, Beyrut, 1998, I, 452) Bu da, dörtten başlar ve sırasıyla, beş, yedi, on, on iki,… olmak üzere yukarıya doğru devam eder. Fakat burada asıl olan ravilerin yalan üzere birleşmelerinin muhal olmasıdır. Öyle ki, tahdit edilemeyecek derecede büyük bir topluluk, her hangi bir gaye ile yalan üzere birleşilmesi mümkün bir hususta rivayette bulunsa, bu topluluğun haberi mütevatir olmaz. (Ali el-Kari, Şerh-u Şerh-i Nuhbeti’l-Fiker, Beyrut, ty, s. 163.) Bir haberin mütevatir olması için ravi sayısının 5 dahi olabileceği söylenirken mestler üzerine mesh hadisini 70 sahabi rivayet etmektedir. Bu da göstermektedir ki meselenin sübutunda şüphe yoktur. Manaya delaleti de açıktır. Bu durumda ortada “yakini bilgi” vardır. Ve onu kabul etmek “Zarurat-ı diniye”den addedilmelidir. İşte Ebu Hanife bunun için konuyu akaitle alakalı bir metnin içerisine dahil etmiştir.

[3] Hanefilere göre seferde 4 rekatlı namazları 2 kılmak “azimet”tir. Bütün Hanefi kitapları meseleyi bu şekilde zikretmektedir.


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

9 Aralık 2013 Pazartesi

221.İMAM-I AZAM EBU HANİFE rh.a

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Bismillahirrahmanirrahim


Hanefi mezhebine mensup olan müslümanlar ve mezhepsizler! İmam-ı Azam'ı tanımak ister misiniz?

Asıl adı Numan b. Sabit olan İmam-ı Âzam Ebu Hanife hazretleri rh.a., hicri 80 (m. 699) yılında, Irak’ın Kûfe şehrinde doğdu. Babası Sabit b. Zuta, Hz. Ali r.a. ile görüşmüş, kendisi, evladı ve zürriyeti için onun duasını almış salih bir zattır. Aslen Fars olduğu, soyunun İran’dan geldiği rivayet edilmektedir.

İmam-ı Âzam Kûfe’de büyüdü, orada yetişti. Babasından üstün bir terbiye ve din bilgisi aldı. Çok küçük yaşta Kur’an-ı Kerim’i ezberledi. Kıraati, ‘yedi kurra’dan biri olarak bilinen İmam Asım’dan aldı. Arapçanın sarf, nahv, şiir ve edebiyatını öğrendi. Rasulullah s.a.v.’in ashabından Enes b. Malik, Abdullah b. Ebi Evfa, Vasile b. Eska, Sehl b. Saide ve Ebu Tufeyl Amir b. Vasile’yi gördü. Onların sohbet meclislerinde bulunup hadis dinledi. (Allah hepsinden razı olsun.)

Kendisine İmam-ı Âzam diye hitap edilmesinin sebebi kendi asrındaki alimler arasında seçkin bir yere sahip olmasındandır. İslâm alimleri, Buharî ve Müslim’de geçen Efendimiz s.a.v.’in “İman Süreyya yıldızına çıksa, Farisoğullarından biri elbette alıp getirir.” hadis-i şerifinin İmam Âzam rh.a. hakkında olduğuna kanaat getirmişlerdir.

Ticaret, ilim ve siyaset
Zengin bir tüccar ailenin çocuğu olan ve kendisi de ticaretle uğraşan İmam-ı Âzam, ilim öğrenmeye başlayışını şöyle anlatır:

“Bir gün alimlerinden Ebu Amr eş-Şa’bî’nin yanından geçiyordum. Beni çağırdı ve:
– Nereye devam ediyorsun, dedi.
– Çarşıya, dedim.
– Maksadım o değil, alimlerden kimin dersine devam ediyorsun, dedi.
– Hiçbirinin dersinde devamlı bulunamıyorum, dedim.
– İlim ile uğraşmayı ve alimler ile görüşmeyi sakın ihmal etme! Ben senin zeki, akıllı ve kabiliyetli bir genç olduğunu görüyorum, dedi.

Şa’bî’nin bu sözü beni etkiledi. Ticareti ortağıma bırakıp ilim yolunu tuttum.”

İmam-ı Âzam rh.a. önce kelâm ilmini ve münazara bilgilerini Ebu Amr eş-Şa’bî’den öğrendi. Kısa zamanda bu ilimlerde parmakla gösterilecek bir seviyeye ulaştı. İmam-ı Âzam’ın talebesi Züfer b. Hüzeyl şöyle demiştir: “Hocam Ebu Hanife der ki: Önce kelâm ilmini öğrendim. Daha sonra Hammad b. Ebi Süleyman’ın ders halkasına katılarak fıkıh ilmine başladım.”

Fıkıh ilmine nasıl başladığını, talebelerinin bir sorusu üzerine şöyle anlatmıştır: “Bu, Allah Tealâ’nın tevfik ve inayeti iledir. O’na daima hamd olsun. Ben ilim öğrenmeye başladığım zaman bütün ilimleri göz önüne aldım. Her birinden bir kısım okudum. Neticesini ve faydalarını düşündüm. Sonra fıkıh ilminde karar kıldım. Çünkü fıkıh ilminde alimlerle bir arada bulunmak, istikamet, güzel ahlâk ve takva üzere olma imkanı mevcuttur. Aynı zamanda farzları işlemek, ibadet etmek, Rasulullah’ın sünnetine uymak da fıkhı bilmeden mümkün olmaz.”
İmam-ı Âzam, dinini öğrenip öğretmekle geçirdiği hayatının elli iki yılını Emevîler yönetiminde, on sekiz yılını da Abbasîler devrinde yaşamıştır. Her iki dönemde de halife ve valilerin yaptıkları hatalara, zulümlere de karşı çıkmış, hakkı söylemekten asla geri durmamıştır. Hatta bu yüzden hapse atılıp işkence görmüştür. Diğer taraftan Ehl-i Sünnet itikadında olan insanları saptırmaya çalışan dinsizlerle ve sapık fırkalarla da mücadele etmiştir.

İlim ölmesin diye
İmam-ı Âzam rh.a, devrinin seçkin alimlerinin pek çoğuyla görüşüp ders almış olsa da, asıl hocası Hammad b. Ebi Süleyman’dır. “Benim yanımda ders halkasının başına Numan’dan başka kimse oturmayacak” derdi. İmam-ı Âzam, hocası Hammad’ın derslerine on sekiz yıl devam etti. Bu sırada sık sık Hicaz’a gidip Mekke ve Medine’de çoğu Tabiîn’den olan alimler ile görüşür, onlardan hadis dinler ve fıkıh müzakerelerinde bulunurdu. Ehl-i Beyt’e olan saygı ve muhabbetiyle de bilinirdi. Muhammed Bâkır’ın ve Zeyd b. Ali’nin (Allah onlardan razı olsun) sohbet meclislerinde bulundu.

Hocası Hammad rh.a. vefat ettiğinde İmam-ı Âzam kırk yaşında idi. Talebeleri, arkadaşları ve halkın ileri gelenleri ondan hocasının yerine geçmesini istediler. “İlmin ölmesini istemem!” deyip talebe yetiştirmeye ve halkın meselelerini çözmeye başladı.

Her gün sabah namazından öğleye kadar halkın sorularını cevaplandırır, öğle vakti bir miktar uyur, ardından yatsı namazına kadar talebelerine ders verirdi. Sonra evine gidip biraz istirahat eder ve tekrar camiye gelip sabaha kadar ibadet ederdi.

Sorulara cevap vermeden önce mesele açık olarak müzakere edilir, talebeleri meseleyi çözmeye çalışırdı. Meselenin müzakeresi bittikten sonra kendisi yeniden ele alıp gerekli incelemeleri yapar ve cevaplandırır, fetvayı bizzat söylemek suretiyle talebelerine yazdırırdı. Bu yazılar daha sonra fıkıh kaideleri haline gelmiştir. Talebeleri ve ilim meclisinde bulunanlar fıkhî bir mesele sonuca ulaştırılınca şükür için tekbir getirirlerdi. Kûfe mescidi tekbir sadalarıyla dolardı.

Yaklaşımı ve içtihat usulü
İmam-ı Âzam rh.a., karşılaştığı olaylar ve sorularla ilgili olarak sayısız ictihadda bulunmuştur. Bu durum karşısında bazılarının “ayet ve hadisle amel etmeyip sadece kıyasla içtihat ediyor” şeklindeki ithamlarıyla karşılaşmıştır. İmam-ı Âzam buna karşı kendisini şöyle savunmuştur: “Biz önce Allah’ın Kitabı’nda olanı alırız. Onda bulamazsak Hz. Peygamber’in Sünneti’ne bakarız. Orada da bulamazsak Ashab’ın ittifak ettiğini benimseriz, ihtilaf etmişlerse aralarından istediğimizi seçeriz. Başkalarının görüşlerini onlara tercih etmeyiz.”

İlmini nerden aldın diye soranlara da: “Hz. Ömer’den ilim alanlar vasıtasıyla Hz. Ömer’den, Hz. Ali’den ilim alanlar vasıtasıyla Hz. Ali’den, Abdullah b. Mesud’dan ilim alanlar vasıtasıyla da Abdullah b. Mesud’dan aldım.” buyurmuştur. (Allah onlardan razı olsun)

İmam-ı Âzam rh.a. kıyas metodunu da sıkça kullanmıştır. Çünkü bulunduğu ortam, pek çok olayın meydana geldiği ve çözümün arandığı bir bölgedir. İmam Âzam’ın içtihat metodu, yetiştirdiği talebelerin verdikleri fetvalardan da anlaşılmaktadır. Bu talebelerin arasında Ebu Yusuf, Züfer b. Hüzeyl gibi kıyasta ileri derecede bulunanlar da vardı.

İmam-ı Âzam rh.a. meselelerin inceliklerini görür, onları kolayca anlardı. Ayrıca halkın uygulamalarını da göz önünde bulundurur, dinin temel ilke ve esaslarına aykırı olmadığı sürece bunları delil olarak görürdü. Asla zorluk taraftarı değildi.

Yetiştirdiği talebelerin sayısı dört bine ulaşmıştır. Bunlardan yedi yüz otuzu ilimde iyice yükselmiştir. 


İslâm alimleri, İmam-ı Âzam’ı bir ağacın gövdesine, diğer alim ve evliyayı da bu ağacın dallarına benzetmişler, onun her bakımdan büyük ve üstün olduğunu, diğerlerinin ise bazı yönleriyle üstünlüğe erdiklerini belirtmişlerdir.

İmam-ı Âzam hakkında şahitlikler
İmam Gazalî rh.a. hazretlerinin, “Marifeti tam bir arif” olarak tarif ettiği İmam-ı Âzam, diğer alimlerin övgüsünü kazanmış bir kişiydi. Bir seferinde İmam Malik’in yanına gittiğinde İmam Malik rh.a. ayağa kalkıp ona hürmet göstermiş, o gittikten sonra da yanındakilere: “Bu zatı tanıyor musunuz? Bu zat, Ebu Hanife Numan b. Sabit’tir. Eğer şu ağaçtan direk altındır dese ispat eder.” demişti. Sonra Süfyan-ı Sevri yanına gelmiş, onu Ebu Hanife’nin oturduğu yerden biraz daha aşağıya oturtmuş, çıktıktan sonra da onun fıkıh alimi olduğunu söylemiştir.

İmam Malik’e, “Ebu Hanife’den bahsederken onu diğerlerinden daha çok övüyorsunuz” dediklerinde, “Evet öyledir. Çünkü o insanlara ilmi ile faydalı olmakta. Onun derecesi diğerleri ile mukayese edilemez. İsmi geçince insanlar ona dua etsinler diye onu hep methederim.” buyurmuştur.

İmam Şafiî rh.a. de: “Ben Ebu Hanife’den daha büyük fıkıh alimi bilmem. Fıkıh öğrenmek isteyen onun talebesinin ilim meclisinde otursun, onlara hizmet etsin.” buyurmuştur. .

Ahmet ibn Hanbel rh.a.: “Ebu Hanife, vera (haramlara düşme korkusuyla şüphelilerden sakınan), zühd (dünyaya düşkün olmayan) ve isar (cömertlik) sahibiydi. Ahirete olan arzusunun çokluğunu kimse anlayacak derecede değildi.” buyurmuştur.

İmam Rabbanî ve Muhammed Parisa hazretleri de buyurmuşlardır ki: “İsa Aleyhisselam gökten inip İslâm diniyle amel edince ve içtihat buyurunca, içtihadı İmam-ı Âzam rh.a.’in içtihadına uygun olacaktır. Bu da onun büyüklüğünü, içtihatlarının doğruluğunu gösteren en büyük şahittir.”

Yahya b. Muaz hazretleri de buyurmuştur ki: “Peygamber Efendimiz’i rüyada gördüm ve ‘ey Allah’ın Rasulü, seni nerede arayayım?’ dedim. Cevabında, ‘Beni Ebu Hanife’nin ilminde ara.’ buyurdu.”

Son asrın, zahir ve batın ilimlerinde kâmil, dört mezhebin fıkıh bilgilerinde mahir, büyük alim Seyyid Abdülhakim Arvasî k.s. buyurdu ki: “İmam-ı Âzam, İmam Yusuf ve İmam Muhammed de, Abdülkadir Geylanî gibi büyük evliya idiler. Fakat alimler kendi aralarında iş bölümü yapmışlardır. Yani her biri zamanında neyi bildirmek icap ettiyse onu bildirmişlerdir. İmam-ı Âzam zamanında fıkıh bilgisi unutuluyordu. Bunun için hep fıkıh üzerinde durdu. Tasavvuf hususunda pek konuşmadı. Yoksa Ebu Hanife, nübüvvet ve velayet yollarının kendisinde toplandığı Cafer-i Sadık hazretlerinin huzurunda iki sene bulunup öyle feyz, nur ve varidat-ı ilâhiyeye kavuşmuştur ki, bu büyük istifadesini ‘O iki sene olmasaydı, Numan helak olurdu!’ sözü ile anlatabildiler. Altın Silsile’nin en büyük halkasından olan Cafer-i Sadık’tan tasavvufu alıp, velayetin (evliyalığın) en son makamına kavuşmuştur. Çünkü Ebu Hanife, Peygamber Efendimiz’in vârisidir. Hadis-i şerifte, ‘Alimler peygamberlerin vârisleridir.’ buyuruldu. Vâris, her hususta veraset sahibi olduğundan, zahirî ve batınî ilimlerde Peygamber Efendimiz’in vârisi olmuş olur. O halde her iki ilimde de kemaldeydi.”

Vefatı
Talebelerinin derlediği, “Fıkhu’l-Ekber”, “El-Fıkhül-Ebsat”, “El-Âlim ve’l-Müteallim”, “Er-Risâle” ve “El-Vasıyye” adlı eserleri de bırakan İmam-ı Âzam Ebu Hanife hazretleri, hicri 150 (m.767) yılında Bağdat’ta vefat etti.

Vefatıyla ilgili bilgiler ihtilaflıdır. Halife Mansur’un kadılık teklifini kabul etmeyince kırbaçlandığı ve hapse atıldığı kaynaklarda geçmektedir. Bazı kaynaklarda hapisteyken gördüğü işkence sonucu güçsüz düştüğü ve vefat ettiği bildirilmektedir. İmam-ı Âzam’ın hapisten çıktıktan sonra zehirlenerek öldürüldüğü hakkında da rivayetler vardır.

Vefat haberi, duyulduğu her yerde büyük üzüntü ve gözyaşıyla karşılandı. Cenazesini Bağdat kadısı Hasan b. Ammare yıkadı. Yıkamayı bitirince şöyle dedi: “Allah Tealâ sana rahmet eylesin. Otuz senedir gündüzleri oruç bozmadın. Kırk sene gece sırtını yatağa koyup uyumadın. En fakihimiz sendin. İçimizde en çok ibadet edenimiz sendin. En iyi sıfatları kendinde toplayan sendin!”

Cenazesinin kaldırılacağı sırada Bağdat halkı oraya toplanıp büyük kalabalık oldu. Bu sebeple ikindiye kadar altı defa cenaze namazı kılındı. Sonuncusunu oğlu Hammad kıldırmıştır. Bağdat’ta Hayzeran kabristanında toprağa verildi. İnsanlar günlerce kabrinin başında toplanıp ona dua ettiler.

Büyük hadis alimlerden Şu’be’ye vefat haberi ulaşınca, “İlim ışığı söndü, ebediyen onun gibisini bulamazlar.” dedi. İslâm alimleri, “Yüz elli yılında dünyanın ziyneti gider.” hadis-i şerifinin de İmam Âzam’a işaret ettiğini bildirmişlerdir.

Selçuklu Sultanı Melikşah’ın vezirlerinden Ebu Sa’d Harezmî, İmam-ı Âzam hazretlerinin kabri üzerine mükemmel bir türbe ve çevresinde bir medrese yaptırdı. Daha sonra Osmanlı padişahları bu türbeyi defalarca tamir ettirdi. Allah Tealâ ona rahmet, bizi de şefaatine mazhar eylesin.


Ebu Hanife, 20 yıl hocası Hammad b. Ebî Süleyman’ın fıkıh meclislerine katılmış. Onun ölümünden sonra da 30 yıl hocasının yerinde dersler verip binlerce meselede içtihat yapmıştır. Toplam fıkıh ve içtihat hayatı 50 sene, yani yarım asır, birçok insanın ömründen bile fazla.Yarım asır içtihat faaliyetinde bulunan ve bu sürede elde edilen ilim ve tecrübeyi görmezlikten gelip hiçe sayan mezhepsizler nasıl bir mahrumiyet ve bedbahtlık içindedirler..

Şimdi, ilim, anlayış ve ahlaklarıyla bir hukukçuda aranan tüm özellikleri kendilerinde fazlasıyla bulunduran bu müçtehit imamların yarım asrı bulan fıkhî çalışmalarında ortaya koydukları içtihatların Kur’ân ve sünneti özellikle de fıkhı anlamamız için vazgeçilmez olduklarını itiraf ve ikrar edip onlardan azami surette istifade etme yolunu seçmek yerine, onların bu müthiş müktesebatını Kur’ân ve sünnetle aramızda aşılması gereken bir engel olarak görmek hangi insaflı ve akl-ı selim sahibi kişiyi gayrete getirmez!?

Türk hukukçuları karşılaştıkları yeni olayların hükmünü bulma konusunda İsviçre mahkemelerinin içtihatlarını bulunmaz bir hazine olarak görürken, bizim 1400 yıllık fıkıh ve içtihat müktesebatımızı bir engel görüp yıkmaya çalışmamız nasıl bir buhrandır!?

Demek ki, bizim gözümüzde müçtehit imamların çağlara uzanan içtihat ve fetvalarının, İsviçre mahkeme içtihatlarının Türk hukukçuları gözündeki kadar bir değeri yokmuş. Ne acı!!


Y.Kızılırmak'ın yazısından faydalanılmıştır.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

6 Aralık 2013 Cuma

219.KÜÇÜK NOTLARIM (12):Allah yolcuları-bilgi edinmek

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Bismillahirrahmanirrahim


*Kalbini öldürüp,nefsini diriltme.Buna hataların sebep olur.Kalp Allah'ın cc emirlerine uymak, yasaklarından kaçmakla dirilir.

*Tefekkür et.Tefekkür kalpten olur.Halini düşün, iyilik üzere isen şükret, aksi ise tevbe et. Dinini tefekkürle canlandır.

*Şükret-tefekkür et-doğru ol-dünyalığı terk et.

*Allah yolcuları:
  • tam iman sahibidir,
  • belaya sabırla karşı koyar,
  • metin ve vakur olarak işlerin sonunu beklerler,
  • iyiliğe şükrederler,
  • iyiliği ilan eder,kötülüğü saklı tutarlar,
  • başlarına gelen kötülükten şikayet etmezler,
  • ellerinde bir bolluk varsa herkese dağıtırlar,
  • vermeyi severler.Verdikten sonra üzüntü duymazlar,
  • bu kullar önce dilleri, sonra kalpleri,sonra gönülleri ile şükrederler,
  • halktan onlara bir eza gelirse sadece tebessüm ederler.

*Herşey Allah'ı cc anmakla başlar.Bu duyguyu kalbe yerleştirmeye bak.

*Herkes Hakk'ı andığı kadar erebilir.Bu anış benliği yıkar.İç alemini kaplayan her türlü kötülüğü eritir.Haktan gayrı olan benlikten silinir,kaybolur.Cümle varlık,Hak varlığı ile dolar.

*O sevgili kullar; uygunsuz yerlerden kaçarlar. İyi şeylerle uğraşırlar. Allah'ı cc anar ve O'nunla ülfet ederler.

*Önce bilginizi geliştirin.İlme ererseniz işleriniz kolay olur.Varlığınızı koruyabilirsiniz. Az bilgi ile yetinmeyin.Hergün yeni bilgi edinmeye bakın. Siyahı-beyazı seçme kabiliyetini elde etmeye çalışın.

*Bildiklerinden sorumlusun. Yalnız kabuğunu taşıma. Biraz da özüne vakıf ol.

*Peygamber'e sav lafla uyulmaz. Onun çizdiği yola girmek ve yaptıklarını yapmak icab eder. Bunu yaparsan kalbin doğru yöne döner, nefsin ıslah olur. Bildiklerinle amel etmek seni Hakk'a götürür. Bilgi sahibine bilgi ile gidilir. Cahil yol alamaz. Hakk'ın ilim sıfatı alimlerde tecelli eder. Bilginin özü için Peygamber'e sav uy. Bilginin zekatı ise: Hakk'ı tavsiye etmek, Allah yolunu arayanlara yol göstermektir.

*Sevince Allah cc için sevip,darılınca yine Allah için darılmalı.

*İlham velilere, kelam peygamberlere gelir.Peygamberlerin varisleri veli kullardır. Onlar peygamberlerin vekilidir,evladıdır.

*Allah'ın cc kainat sanatı üzerine derin düşüncelere dal. Düşüncen derinleşip kök saldıkça yükselir, yücelirsin.

*Kısmetine gelmesi imkansız şeyin peşine düşmek seni sadece yorar.

*Sır saklamak büyük iştir.Sadakada bunlardan biridir.

*Sana verilen O'nun eli ile gelir, alan yine O'nun kuvvet elidir.

*Dünyada pisliklere dalanların öbür alemdeki yeri cehennemdir.Kurtulanlar Allah'ın cc sevdiği ve seçtiği kimselerdir.Bu ayetlerin manasını iyi düşün: "Sizden herkes cehenneme uğrayacak." (19/71) ve "Ey ateş, serin ve selamet ol." (21/69)
İkinci hitap dünyada İbrahim as 'a oldu.Öbür alemde ise cümle iman sahiplerine olacak.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

4 Aralık 2013 Çarşamba

217.RESULULLAH’IN ÖĞRETME METODLARI

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Bismillahirrahmanirrahim

Bütün insanlığa rehber olan Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in hayatına bakıldığında O’nun öğretim adına kullandığı bazı metotları öğrenmek, bütün insanlar için iyi bir örnek oluşturacaktır. İşte onlardan bazıları:

1. Efendimiz, söylediği hakikatleri bizzat yaşayarak hayatıyla göstermiştir.
2. Dini yükümlülükleri tedrîcî (yavaş yavaş, basamak basamak) bir sistemle öğretmiştir.
3. Öğretmede orta yolda durmaya ve insanları bıktırmaktan uzak durmaya riayet etmiştir.
4. Öğrenenler arasındaki kişisel farklılıkları göz önünde bulundurmuştur.
5. Karşılıklı konuşma ve soru-cevap şeklini kullanmıştır.
6. Yanlış düşünceyi söküp atmak ve gerçek doğru bilgiyi net bir şekilde muhatabın kafasına yerleştirmek için akli ölçüleri kullanmıştır.
7. Muhataplarına soru yöneltmiş, böylece onların zeka ve bilgi seviyelerini ölçmüştür.
8. Mukayese ve örneklendirme metodunu kullanmıştır.
9. Benzetme ve halk arasında yaygın olarak kullanılan örnekleri kullanmıştır.
10. Anlattığı hususu, elinde herhangi bir şey ile yere ve toprağa çizerek bizzat göstermiştir.
11. Sözle beraber jest ve mimiklerini kullanmış ve el ile işaretlerde bulunmuştur.
12. Önemine binaen, halin mümkün kıldığı bir nesneyi bizzat eline almış, eliyle kaldırmış ve arkasından söyleyeceği hususu söylemiştir.
13. Muhataplarından bir soru gelmeden söze önce kendileri başlamazdı.
14. Muhatabının sorusuna eksik ve fazla olmadan cevap vermiştir.
15. Muhatabının sorusuna, onun ihtiyacına binaen, sorduğundan daha fazlasıyla cevap vermiştir.
16. Muhatabını, güzel bir hikmete binaen, sorduğu sorudan daha önemli bir hususa yönlendirdiği de olmuştur.
17. Soru soranın sorduğu soruyu tekrarlamasını istemiştir.
18. Muhatabın aldığı cevabı tekrar etmesini istemiştir. Böylece cevap unutulmayacaktır.
19. Bildiği bir husustan dolayı kişiyi imtihan etmiştir ki bununla doğru cevap vereceği için kişiyi sena etmek, övmek istemiştir.
20. Önünde olan bir olaya karşı susma yolunu tercih etmiştir.
21. Öğretme esnasında meydana gelebilecek imkan ve fırsatları değerlendirmiştir.
22. Latife ve şaka yoluyla (doğruyu söyleyerek latife yapmıştır) öğretmeyi tercih etmiştir.
23. Öğrettiği hususu yeminle tekit etmiş perçinlemiştir.
24. Öğretilen hususun önemine binaen sözü üç kere tekrar etmiştir.
25. Konunun önemini oturuşunu ve duruşunu değiştirerek ve sözü tekrar ederek göstermiştir.
26. Cevabı geciktirerek muhatabın sorusunu tekrar etmesini sağlayarak onu uyarmıştır.
27. Muhatabı intibaha sevk etmek için, onu omzundan veya elinden tutmuştur.
28. Muhatabı teşvik için veya onu sıkıntıya sokacak bir durumdan dolayı, bazı hususların gizli kalmasını yeğlemiştir.
29. Söyleyeceği hususun hafızalarda daha iyi yer etmesi veya ezberlenmesi için, sözü kısa ve öz bir şekilde ifade etmiş, daha sonra ise ayrıntılarına geçmiştir.
30. Cevabın birkaç madde ile verileceği durumlarda önce cevabın kaç maddeden oluştuğunu bildirmek için sayıyı söylemiş daha sonra saymıştır.
31. Va’z etme, nasihat etme ve öğüt verme metodunu kullanmıştır.
32. İnsanların şevklerini kamçılama veya neticesi elem verici hususlardan şiddetle uzaklaştırma (tergib ve terhib) metodunu kullanmıştır.
33. Kıssa ve geçmiş ümmetlere ve insanlara dair haberlerle öğretme metodunu uygulamıştır.
34. Sorunun cevabının muhatabı utandırma ihtimali olan hususlarda önce nazik bir hazırlık süreci hazırlamış ve soruyu öyle cevaplandırmıştır.
35. Sorunun cevabının muhatabı utandırma ihtimali olan hususlarda üstü kapalı olarak kinaye yoluyla ve işaret ederek yetinmiştir.
36. Kadınlara öğretmeyi ve nasihat etmeyi de asla ihmal etmemiştir.
37. Halin gerektirdiği durumlarda öğretme hususunda azarlayıp paylamayı (ta’nif) ve kızmayı (gadab) da ihmal etmemiştir. Ne var ki onun paylaması ve kızması da merhamet yörüngesinde ve ümmetinin selameti için olmuştur.
38. Talim ve tebliğde, kitabeti (yazma metodunu) da kullanmıştır.
39. Yabancı dilleri (mesela Süryaniceyi) öğrenmesi için bazı sahabeleri görevlendirmiştir ki bu husus da günümüzde dünyanın dört bir tarafında İslam’ın güzelliklerini öğrenmek isteyenlere karşı yapılacak vazifenin çok önemli bir basamağını teşkil etmektedir.
40. Bizzat kendi mübarek zatıyla talimde bulunmuştur

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

2 Aralık 2013 Pazartesi

215.İMAM-I AZAM’IN TALEBELERE VE HOCALARA ÖĞÜTLERİ

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

*Ey Yusuf, vilayetin valisine itaatli ve vakarlı davran.Hakimlerin yanına şanlarına yakışır şekilde saygı ile gidesin.Seni ilmi bir iş için çağırmadıkça her zaman ziyaret etmeyesin.Zira sen onların sohbetine gidersen kendi değerini onların yanında düşürürsün.
O halde hakimle, devlet adamları ile ateş muamelesi yapasın.İşini bitirip uzaklaşasın.Zira onlar kendi nefisleri için düşündüklerini başkası için düşünmezler.

*Hükümdar kendi memurluklarından sana bir makam verirse senden ilim ve hükümde mezhebinden razı olmadıkça, (olduğunu bilmedikçe) onu kabul etmiyesin.

*sakın avamlarla ve zenginlerle, sorduklarına cevap vermekten ve din ilminden fazla bir şey konuşma, böylece mala sevgin ve rağbetin var sanmasın.

*Küçük çocuklara ve yetimlere tebessüm edip başlarını okşayasın.

*İnsanların gelip geçtikleri yere oturmayasın.

*Mescitlerde ve çarşılarda (açıkta) yemek yemeyesin.

*Önce ilim sonra helal para ve mal kazanıp sonra evlenesin, çünkü ilim tahsili zamanında kazanç için çalışırsan ilim öğrenemezsin.O halde ilk gençlik çağlarında ve çeşitli düşüncelerin kalbini meşgul etmediği çağda ilim öğrenmeğe çalışasın.

*İnsanların iyiliğini isteyen ol, onlara nasihat et.Halk hareketlerini beğenip seninle görüşmek istediklerinde, sohbete gidesin.Meclislerinde vakarlı bir şekilde müzakere edesin.böylece onların sevgisini kazanıp, hepsini ahırete meylettiresin.Sana gelip mesel sorana fetvasını verip başka şey ilave etmiyesin.

*Talebene iltifatın şevkati kalple olsun.Her taleben kendisini senin oğlun bilsin.İlme çalışma gayretleri hergün çoğalsın.

*Seni dinlemeyen avamla ve dünyaperestlerle sözün olmasın.Doğruyu söylemekten ise çekinmeyesin, sultan olsa bile korkmayasın.

*İbadetin avamdan çok olsun,az olmasın.Öyleki,senin ibadetini kendilerininkinden az görmekle, rağbetinin azlığına yorup, akideleri zayıflamasın.

*Zahirinle ALLAH İÇİN olduğun gibi, batınınlada O’ nun için olasın.Böylece içini dışını bir yapıp, kendini halis bir şekilde ALLAH’ ın kulu bulasın.

*Çok gülmeyesin, çok gülmek kalbi öldürür, muhabbeti giderir, maneviyatı yok eder.

*Yürürken vakarlı olasın, her işinde acele etmeyip teenni ile hareket edesin.

*Konuşunca çok yüksek sesle konuşmayasın, muhatabın işiteceği kadar ve ağır söyleyesin.

*İnsanlar arasında ALLAH’ı çok anki, O’nu senden öğrensinler.

*Beş vakit namazın arkasından öyle bir vird edinki, Kur’an’dan okuyup zikir ile şükrünü eda etmiş olasın.

*Nefsini murakebe edip,ilmini muhafazaya alasın.Böylece, amelinle iki dünyada menfaatlenesin.

*Elinde bulunan dünya devletine (ikbal devletine) ve bedenin sıhhatine çok fazla itibar ve itimad etmeyesin, güvenip aldanmayasın.

*Halkın hatasını örtüp, doğrularına bakasın.Kötü bildiğin kimseyi, kötülüğü ile anmayıp, bir iyiliğini bulup onunla söyleyesin, anasın.Fakat kötülüğü din hakkında ise onu insanlara söyleyesin ve onları ona uymaktan koruyasın.

*Sakın ölümü unutmayasın, üstadların için HAK TEALA’dan mağfiret ve rahmet dileyesin.

*Kur’an’ı Kerimi okumaya devam edesin.

*Küfür ve bid’at ehli ile konuşmayasın.Mümkün ise dine davet edip meclislerine gitmeyesin.

*Müezzin ezan okuyunca hazır olasın.Böylece avamdan önce mescide gelesin.

*Komşuda gördüğün ayıp sana emanettir.Saklayıp, kimsenin sırrını kimseye söylemeyesin.

*Bir iş için seninle meşvere edene doğru söyleyesin.Seni Mevla’ya yakın eden işleri ona öğretesin.

*Sakın bahil (cimri)olma, halin kötü olur.Tamah ve yalan ehli olmaki, mürüvvetsiz kalmayasın.Doğruyu yanlışa katmayasın ki, ihanet görmeyesin.Her işte mürüvveti gözetesin.

*Fakirsen kimseden birşey istemeyesin.Dünya ehline hırs ve rağbet etmeyesin.Himmetini yüksek yapıp alçakta kalmayasın.

*Yolda giderken sağına soluna bakmayıp önüne bakasın.

*Dünya işleri için sadık bir vekil bulasın.İşlerini o görüp sen ilim ve amele dönesin.İlim ehlinden huccet ve münazara bilmeyenlerle ve makam kazanmak için olan bahis ve konuşmalara katılmayasın.Zira onlar senden çekinmeyip seni mahcup etmeye çalışırlar.Senin haklı olduğunu bilselerde aykırı giderler.

*İlim meclisinde sakın kızmayasın.Halka inanılmaya yakın olan aslı, esası olmayan hikayeleri anlatmayasın.

BU NASİHATİMİZİ BİZDEN CAN’U GÖNÜLDEN KABUL EDESİN, ZİRA BUNU SENİN ve HERKESİN İYİLİĞİ İÇİN VASİYYET EYLEDİM.
BU YOLDA GİDESİN, HALKI DA HAK YOLA DAVET EDESİN…..

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

1 Aralık 2013 Pazar

214.UZLETE ÇEKİLMENİN ZARARLARI :Tecrübe Edinmek

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

VII. Tecrübe Edinmek
Tecrübeler, halk ile karışmaktan ve halkın hâllerini görmekten elde edilir. Elbette akıl, din ve dünya maslahatlarını anlamakta tek başına yeterli olmaz. Ancak tecrübe ve temas bu şekildeki maslahatları anlamakta fayda verir. Tecrübelerin eliyle yoğrulmamış bir kimsenin uzlete çekilmesinde hiçbir fayda yoktur. Çünkü çocuk uzlete çekilirse, katıksız cahil olarak kalır. Halbuki önce öğrenmekle meşgul olmak, öğrencilik müddetinde muhtaç olduğu tecrübeleri elde etmek gerekir. Bu da daha sonra kendisine yeter. Geri kalan tecrübeler halkın durumlarını dinlemekten elde edilir. Artık bundan sonra halka karışmaya muhtaç olmaz.

Tecrübenin en mühimlerinden biri kişinin kendi nefsini, ahlâkını ve iç âleminin sıfatlarını bilmesidir. Kişi ancak uzlete çekilmek suretiyle böyle bir bilgiye güç yetirebilir. Çünkü her tecrübe tenhada kolaydır. Öfkeli veya kinli veya hasetçi bir kimse, nefsiyle başbaşa kaldığı zaman onun pisliği dışarıya taşmaz.
İşte bu sıfatlar haddi zatında öldürücü sıfatlardır. Onları silmek ve yok etmek farzdır. Onları tahrik eden şeylerden uzaklaşmak suretiyle nefsi sükûnete kavuşturmak kâfi değildir. Bu bakımdan bu sıfatlarla dolu bir kalbin misali tıpkı cerahatle ve zamanla alttan dolmuş bir yaranın misaline benziyor. Bazen yaranın sahibi, yaraya dokunulmadıkça veya kıpırdanmadıkça elemini hissetmez. Eğer yarayı elleyecek bir ele veya yaranın durumunu görecek bir göze sahip değilse veya yarayı kıpırdatacak bir kişi beraberinde yoksa, çoğu zaman yarasının iyi olduğunu zanneder. Nefsindeki cerahati hissetmez. Onun yok olduğuna inanır. Fakat biri yarayı eşelerse veya hacamat yapanın aleti yaraya isabet ederse yaradan cerahat akar. Akmaktan menedilen ve zorluk suretiyle bağlatılan birşeyin, bırakıldığı zaman körü körüne yuvarlanıp gitmesi gibi, feyezan eder. İşte kin, cimrilik, haset, öfke ve diğer kötü sıfatlar ile dolu bulunan kalp de aynen böyledir. Bu kalbin pislikleri, ancak ellendiği zaman başgösterir. İşte bundan dolayı ahiret yolunun yolcuları, nefislerini tezkiye etmeye çalışırlar, nefislerini denerler. Onlardan herhangi bir kimse nefsinde gurur ve kibri hissederse o gurur ve kibri silmeye çalışır. Hatta onlardan bazıları su dolu bir dağarcığı halk arasında sırtlar veya bir kucak odunu tepesine alır ve çarşılarda gezdirir ki bununla nefsini denemiş olsun. Çünkü nefsin hileleri ve şeytanın desiseleri gizlidir. Az kimse bunları hissedebilir.

Bu sırra binaen bir zatın şöyle dediği hikaye edilir:
Ben otuz senelik namazımı yeniden kıldım. Oysa ben o namazlarımı cemaatin birinci safında kılmıştım. Fakat bir ara özürden dolayı geri kaldım. Birinci safta yer bulamayınca ikinci safta durdum. Bir de ne göreyim, halkın bana bakmasından dolayı nefsim bir hacalet ve utangaçlık içinde kaldı. ´Nasıl oluyor da birinci saf benim elimden alınabiliyor´ diye kendi kendime mırıldanıyordum. Böylece bildim ki, şimdiye kadar kılmış olduğum namazlarım riya ile katışıp halkın bana bakmalarının lezzetiyle meczedilmiştir. Onların beni hayırlı işlere koşanlar zümresinden görmeleriyle karışmıştır!

Bu bakımdan halk ile karışmanın kalbin gizli pisliklerini çıkarmak ve açıklamak hususunda büyük faydası vardır ve bu sırra binaen denilmiştir ki: ´Yolculuk insanın ahlâkını ortaya çıkarır´. Çünkü yolculuk halkla karışmanın daimi bir çeşididir.

 Bu mânâları bilmemekten birçok amel yanar. Bu mânâları bilmekten dolayı da az bir amel arttıkça artar. Eğer o olmasaydı ilim amelden üstün olmazdı. Zira namazı bildiren ilimin ki sadece namaz için kastedilir namazdan üstün olması muhal olur. Çünkü biz biliyoruz ki, başkası için istenen bir şeyden, bizzat kendisinden ötürü istenen şey daha üstündür. Oysa şeriat, âlimin âbidden üstün olduğuna hükmetmiştir.

Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurur:
Âlimin âbide üstünlüğü, benim, ashabımın derece bakımından en düşüğüne olan üstünlüğüm gibidir.

Bu bakımdan ilmin üstünlüğü üç yöndendir:
1. Bizim söylediğimizdir.
2. Faydası başkasına sirayet edici olduğu için faydasının umumi olmasıdır. Amelin ise faydası başkasına geçici değildir.
3. İlimden Allah´ın sıfat ve fiillerini bildiren ilim kastedilmelidir. Böyle bir ilim, her amelden daha üstündür.

Amellerin gayesi kalbi halktan yaratıcıya çevirmektir ki kalp, halktan yaratıcıya döndükten sonra, yaratıcının bilinmesine ve sevilmesine daha fazlasıyla yanaşmalıdır. O halde amel ve amelin ilmi, bunun için istenir. Amel bunun şartı gibidir ve bu hakîkate şu ayetle işaret buyurulmuştur:
Hoş kelimeler O´na yükselir. Salih ameli de hoş kelimeler yükseltir. (Fatır/9)

İşte buradaki ´hoş kelimeler´ bu ilmin ta kendisidir. Amel ise bu ilmi maksadına kaldırıp götüren bir hammal gibidir. Bu bakımdan kaldırılan kaldırandan daha üstündür. 


 Sen uzletin fayda ve tehlikelerini bildiğin zaman, kesinlikle göreceksin ki, mutlak bir şekilde ´uzlet daha efdaldir´ veya ´halka karışmak daha üstündür´ demek yanlıştır. Şahsa ve şahsın haline, arkadaşına ve arkadaşının haline bakmak gerekir, insanı halka karışmaya zorlayan sebep, halka karışma sebebiyle elden kaçan faydalardan herhangi birine dikkatle bakıp izlemek lazımdır. Elden kaçan, elde edilenle mukayese edilmelidir. İşte o zaman hakîkat görünür ve en faziletlisi açığa çıkar.
İmam Şafiî´nin sözü burada tam bir ölçüdür.

Zira kendileri Yunus b. Abdulâlâ´ya şöyle demiştir: ´Ey Yunus! Halka yüzünü ekşitmek düşmanlık kazanmanın aletidir! Halka tamamen açılıp güler yüzlülük göstermek ise, kötü arkadaşların celbine alettir. Bu bakımdan sen surat asmakla, güler yüzlülük arasında bulun!´

Bu sırra binaen ihtilat ve uzlette mutedil olmak farzdır. Bu ise, hallere göre fayda ve âfetlerin düşüncesiyle değişen bir durumdur. Böylece en faziletlisi açığa çıkar. İşte sarih ve açık hakîkat budur. Bunun dışında söylenilen her hüküm kusurludur. Ancak şu var ki herkes içinde bulunduğu özel hâlinden haber vermiştir. Onun özel hâliyle, hâlde kendisine muhalif olan bir kimsenin üzerine hükmetmek caiz değildir. İlmin zahirinde âlim ile sufi arasındaki fark buna dönüşür. Şöyle ki, sûfî ancak kendi özel hâlinden dem vurur. Bu bakımdan çeşitli meselelerde sûfîlerin vermiş oldukları cevaplar elbette çeşitli olacaktır. Âlim ise, hakkı olduğu gibi idrak eden bir kimse demektir. Hiçbir zaman nefsinin hâline bakmaz. Hak ona keşfolunur. Bu hükümde hiç ihtilaf edilmemiştir. Zira hak daima birdir. Fakat hakkı bilmekte kusurlu olanlar ise, sayısı hadde hesaba sığmayacak kadar çoktur. Bunun için sûfîlerden fakirlik hakkında sorulduğunda, herbiri başkasının cevabına ters düşecek bir cevap vermiştir. Bütün bu cevaplar, cevap verenin özel haline göre haktır. Ama esasında hak değildir. Zira hak ancak birdir. 


Cüneyd-i Bağdadî şöyle demiştir: ´Fakir o kimsedir ki, ne kimseden birşey ister, ne de hiçbir şeyde muarazada bulunur. Eğer kendisiyle muaraza yapılırsa, sükût eder´.

Sehl Tusterî dedi ki: ´Fakir odur ki, dilenmez ve toplamaz´.


Bir zat da şöyle demiştir: ´Fakirliğin senin olmamasıdır... Eğer senin olursa, senin olmaması hasebiyle senin için olmamasıdır´.

İbrahim Havas dedi ki: ´Fakirlik şikayeti terketmek, belânın eserini açığa vurmaktır´.


Eğer yüz sûfîye fakirliğin tarifi sorulsa yüz tane cevap verildiği görülür. İki kişinin aynı cevabı verdiğine binde bir rastlanır. Bütün bu cevaplar bir yönde haktır. Çünkü herkes kendi halinden ve kalbine galip gelen durumdan dem vurur. Bunun içindir ki, onlardan iki kişi görmezsin, arkadaşının tasavvufta sabit kademli olduğunu söylesin veya arkadaşını övsün. Herbiri kendisinin hakka vasıl olduğunu ve hakka vakıf olduğunu iddia eder. Çünkü bu zevatın tereddütleri kendilerinde oluşan hâllerin durumuna göredir. Bunlar, ancak nefisleriyle meşgul olurlar. Nefislerinden başkasına bakmazlar. Fakat ilmin nuru parladığı zaman, herşeyi kapsar, perdeyi kaldırır, ihtilâtı ortadan söker ve atar.

Bunların görüşleri, gölgeye nazaran zeval (öğle) vaktinin delilleri hakkında çeşitli görüşler ileri sürenlerin görüşüne benzer. Onların bazıları ´Bu gölge yaz mevsiminde iki ayak olur´ demiştir. Diğer bir grup ise ´Yaz mevsiminde yarım ayaktır´ demişlerdir. Başkası bunlara hücum etmiş ve demiş ki: ´Kış mevsiminde yedi ayaktır´. Başkasından hikaye edildiğine göre ´beş ayaktır´. Başka bir grup da bunlara hücum etmiştir.

İşte fakîhlerin bu keşmekeşlikleri sûfîlerin cevap ve ihtilaflarına benzer. Zira bu fakîhlerin herbiri bulunduğu memleketin gölgesine göre hüküm vermiştir ve sözünde doğrudur. Fakat yanıldığı nokta; başkasını yanlışlıkla itham etmesidir! Çünkü bu kimsenin hatası, bütün dünyanın onun bulunduğu memleketten ibaret olduğunu veya bütün dünyanın onun memleketi olduğunu sanmasıdır. Nitekim sûfînin de herşeye kendisinin özel hâliyle hükmettiği gibi!... Oysa zeval vaktini bilen zat o kimsedir ki; gölgenin uzama ve kısalmasının illetini memleketten memlekete değişmesinin sebebini bilir. Böyle bir kimse, çeşitli memleketlere göre çeşitli hükümlerden haber verir ve der ki ´Bazı memleketlerde zeval zamanında gölge diye birşey kalmaz. Bazılarında gölge uzar. Bazılarında da kısalır´.

İşte uzlet ve ihtilatın faziletinden zikretmek istediğimiz ka-darını beyan etmiş bulunuyoruz.

 O halde uzlete çekilen bir kimse için, bu uzletiyle nefsini halka zarar vermekten sakındırmak niyetini herşeyden önce taşıması gerekir, sonra ikinci derecede şerirlerin şerrinden selâmet kalmayı talep etmeli, üçüncü derecede müslümanların haklarını yerine getirmekte kusur etmenin âfetinden kurtulmayı, dördüncü derecede himmetinin bütün varlığıyla Allah´a ibadet etmeyi niyet etmelidir. İşte uzlete çekilenin niyetinin âdâbı böyle olmalı ki, uzletin meyvesini koparıp yemiş olsun. Halkın fazlaca yanına girmesini, ziyaretine gelmesini menetmeli ki vakitlerinin çoğunu boşa geçirmeye vesile olmasınlar! Halkın haberlerini sormaktan, memlekette cereyan eden olaylara kulak vermekten sakınmalıdır. Halkın meşgul olduğu şeyleri sormamalıdır. Zira bütün bunlar kalbe dikilen fidanlar olur. Hatta haberi olmaksızın namaz ve düşünce esnasında kalbin içinde fideleşir. Bu bakımdan haberlerin kulağa girmesi, tohumun yere düşmesi gibidir. Muhakkak bitmesi, köklerini yere, dallarını havaya bırakması lazımdır. Biri diğerini gerektirir. Uzlete çekilen kişinin mühim vazifelerinden biri, Allah´ın zikrine mani olan vesveselerin kökünü kazımaktır. Halkın haberi ise, vesveselerin kaynak ve kökleridir.
Uzlete çekilen kişi, az bir geçime kanaat getirmelidir. Aksi takdirde geniş adımlar atmak onu halka muhtaç ve mecbur eder. Dolayısıyla ihtilata muhtaç olur. Komşularının eziyetine sabırlı olmalıdır. Uzlete çekilmesinden dolayı hakkında söylenen methiyelere kulağını tıkamalıdır veya ´Neden ihtilali terketmiş ´ diye aleyhine atıp tutanları duymamazlıktan gelmelidir. Çünkü bütün bunlar, kalbe menfi tesir eder, velev ki kısa bir müddet için de olsa. Kalp böyle şeylerle meşgul olduğu zaman, muhakkak ahiret yolunda atılan adımlardan geri kalır. Çünkü yürümek kalp huzuruyla beraber zikir ve virde devam etmekle mümkün olur veya Allah´ın celâl sıfatı, fiilleri, gökler ve yerin melekutunu düşünmekle veya amellerin inceliklerini, kalpleri ifsad eden şeyleri ve bunlardan sakınmanın yollarını aramakla mümkün olur. Bütün bunlar, boş vakit isterler.

Bunlara kulak vermek, hal-i hazırda kalbi teşviş eder. Bazen de beklenmedik bir anda zikrin devamı esnasında bunlar yeni yeni hatıra gelirler. Uzlete çekilenin salih bir hanımı veya salih bir arkadaşı olmalı ki, günde bir saat ibadete devamın yorgunluğunu gidermek için nefsi onunla istirahata kavuşsun. Böyle bir istirahat ibadet etmeye yardımcı olur. Kişi dünyadan tamahını kesmelidir. Tamah, ancak emelini kısaltmakla kesilir. Nefsine uzun bir ömür takdir etmemesiyle, akşamlamayacak üzere sabahladığı, sabahlamayacak üzere akşamladığı zihniyetiyle sona erer. Böylece bir günün sabrı kendisine kolay olur. Fakat eğer eceli gecikirse kişiye yirmi sene sabretmeye azmetmek kolay gelmez. Bu bakımdan kişi ölümü ve kabirdeki tenhalığı hatırlamalıdır. Hele kalbi yalnızlıktan daraldığı anda...

Kişi kesinlikle bilmeli ki, ünsiyet edecek kadar Allah´ın zikir ve marifeti bir kimsenin kalbinde yerleşmedikçe, böyle bir kimse ölümden sonraki yalnızlığın vahşetini kaldıramaz ve buna güç yetiremez ve yine muhakkak bilmelidir ki, Allah´ın zikri ve marifetiyle yakınlık kuran bir kimsenin yakınlığını ölüm silip kaldıramaz. Böyle bir kişi marifet ve yakınlığı sayesinde diri kalır. Hem de Allah´ın üzerindeki fazilet ve rahmetiyle sevindiği halde kalır.

Nitekim Allah Teâlâ şehidler hakkında şöyle buyurmuştur:
Sakın Allah yolunda öldürülenleri, ölüler sanma! Doğrusu, onlar Rableri katında diridirler. Cennet meyvelerinden rızıklanırlar. Onlar Allah´ın kendilerine verdiği ihsandan dolayı neşeli haldedirler.
(Âlu İmran/169-170)

Kim nefsinin cihadında Allah için tecerrüd edip çalışıyorsa, o şehiddir. Ölüm, ister önce, ister sonra her ne zaman gelir ona yetişirse yetişsin, durumu değiştirmez. Bu bakımdan mücahid o kimsedir ki, nefsi ve hevasıyla mücahede eder.

Nitekim Hz. Peygamber bu durumu açık bir şekilde dile getirmiştir. En büyük cihad nefis cihadıdır. Nitekim sahabîlerden bazıları şöyle demişlerdir: ´Biz küçük cihaddan büyük cihada döndük´. Sahabe-i kiram bundan nefis cihadını kastetmektedir.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR