7 Mayıs 2017 Pazar

GUSÜL VE GUSLÜ GEREKTİREN HALLER


 Gasl, yıkamak demektir. Gusül ve iğtisal da, yıkanma anlamını taşır. Din deyiminde gusül: Bütün bedenin yıkanmasıdır, boy abdesti alınmasıdır. Buna taharet-i kübra (büyük temizlik) denir. Böyle bir temizliği gerektiren hal cünüblüktür. Ayrıca kadınların hayız ve nifas kanlarının sona ermesidir. Cünüblük hali ise, aşağıda açıklanacağı üzere, şehvetle meninin atılmasından ve cinsel ilişkiden meydana gelir.

GUSLÜN FARZLARI


1- Guslün farzları, ağzı, burnu ve bütün vücudu birer kez yıkamak üzere üçtür. Bu farzlar, aşağıda bildirileceği şekilde yapılır.

2- Ağıza ve buruna bolca su alınmalı. Bu işe abdestle yapılan ağız ve buruna su vermelerden daha çok özen gösterilmelidir.

3- Vücut yıkanırken iğne ucu kadar bir yerin kuru kalmamasına dikkat edilecek, kulaklar ve göbek oyuğu yıkanacak. Su saçların,kaşların altlarındaki deriye kadar geçecektir. Bunlar sık olsa bile, suyun ulaşması sağlanacaktır. Bunların araları ve dipleri kuru kalırsa, gusül tamamlanmış olmaz. Ancak kadınların başlarından aşağıya sarkmış olan saçlarının yıkanması şart değildir. Önemli olan bunların diplerine suyun geçmesidir.

4- Kapanmış olan küpe deliklerinin içini de yıkamalıdır. Öyle ki, bu deliklerin ıslanmış olduğuna kanaat getirmelidir. Böyle bir kanaat yoksa, onları el ile ovarak ıslamalıdır. İçlerine zorla su geçebilecek bir halde olan küpe deliklerini de, içlerine su geçecek bir şekilde el ile ıslatıp yıkamalıdır.

5- Tırnaklar arasında kalan kurumuş çamurların ve göz çapakları gibi şeylerin altlarını da yıkamalıdır; bunu yapmak gereklidir. Fakat tırnaklar üzerindeki kirler, topraklar, kınalar gusüle engel olmazlar. Çünkü bunlar suyun geçmesine engel değildirler.

6- Suyun geçmesini engelleyecek şekilde dişlerin arasında nohut büyüklüğündc sert yemek parçası bulunmamalıdır. Vücudun hiç bir yerinde suyun geçmesini engelleyecek balık pulu veya çiğnenip kurumuş ekmek parçası gibi bir şey de bulunmamalıdır. Çünkü bunların altlarına su geçmeyince, gusül sahih olmaz.

7-göbeğin içini de yıkamalıdır. Üzerlerinde pislik bulunmasa da, avret yerlerini su ile yıkayıp temizlemelidir. Bunların da kuru kalması gusülün sıhhatine engel olur.

8- Bir kimse guslettikten sonra ağzını veya burnunu yıkamadığını veya bedeninden bir yerin kuru kaldığını anlarsa, yeniden gusletmesi gerekmez; yalnız o yerleri yıkaması yeter. Bu arada farz bir namaz kılmışsa onu tekrar kılması gerekir.

GUSLÜN SÜNNETLERİ

1) Gusle niyet ederek, besmele çekerek ve misvak kullanarak başlamak. Bu niyet guslün sıhhati için şart değildir. Sevabı vardır. Temizliğin bir ibadet sayılması için bir sebebdir.

2) Gusülde önce elleri, sonra oyluk yerlerini yıkamak. Eğer bedende meni gibi bir pislik varsa onu gidermek.

3) Gusülden önce, sünnet üzere abdest almak. 

4) Abdest aldıktan sonra önce üç kez başa, sonra üç kez sağ omuza, sonra üç kez sol omuza su dökmek. Her su döktükçe, beden iyice ıslansın diye, bedeni iyice oğuşturmak. Bir kap içinde veya toprak üzerinde yıkanılıyorsa, çıkarken önce sağ ayağını, sonra sol ayağını yıkamak.

5) Gusül yaparken fazla su harcamamak ve çok kısıntı da yapmamak.

6) Kimsenin görmeyeceği bir yerde yıkanmak. Eğer erkekler erkekler arasında, kadınlar da kadınlar arasında bulunurlar da yıkanmak için tenha bir yer bulamazlarsa, bir köşeye çekilip avret mahallerini bir peştemal ile örterek yıkanırlar. Avret yerlerini açmaları caiz olmaz. Erkeklerin veya kadınlarla erkeklerin arasında bulunan kadınların da bunlar arasında yıkanmaları caiz değildir. Bu durumda teyemmüm ederek namazlarını kılmaları uygundur. Çünkü hükmen su bulunmamış demektir.
Yine, gerek erkekler ve gerekse kadınlar kendi cinsleri arasında yıkanmak için bir peştemal veya benzeri bir örtü bulamazlarsa ve böylece avret yerlerini açmak mecburiyetinde kalırlarsa teyemmüm ile kılarlar. Sonra tenha bir yer veya bir peştemal bulunca gusledip teyemmüm ile kılmış oldukları namazları iade ederler. Hamamlarda bu örtünme işine çok dikkat etmelidir.

7) Tenha bir yerde yıkanıldığı zaman, yine avret yerini açık bulundurmamak. Açık bulundurulursa kıble yönüne dönmemek.

8) Guslederken konuşmamak.

9) Gusülden sonra elbiseyi giyerken çabukça örtünüvermek.

10) Gusülden sonra bedeni bir havlu veya bir mendil ile silmek.

11) Bir kimse bir akar suya veya bir havuza dalsa veya yağmur altında durup bütün vücudu ıslansa, ağzına ve burnuna su vermek halinde, gusül farziyetini yerine getirmiş olur. Bu durumda organlarını kımıldatır veya su içinde biraz beklerse, sünneti yerine getirmiş sayılır.

12) Yukarıda sıralanan sünnetlere uygun bulunmayan bir gusül, guslün edeblerine uygun düşmemiş ve kerahetten de kurtulmamış olur.
Abdestte sayılan edebler, gusülde de aynen uyulması gereken edeblerdir. Ancak guslederken kıbleye doğru durulmaz. Avret yerleri peştemal ile örtülü ise kıbleye dönülebilir.
Abdestte mekruh olan şeyler, gusülde de mekruhtur. Bir de gusülde dua okumak mekruhtur. Yine gusülde bir organdan su damlarken onu alıp diğer organı yere düşmeyen bu su ile yıkamak caizdir; çünkü gusülde bütün beden bir organ sayılır. Abdestte bunu yapmak caiz değildir.

GUSLÜN VASIFLARI
 cünüblükten, hayız ve nifas kanlarından kesilişinden dolayı gusletmek farzdır. Bu farzın dışında bazı hallerde gusletmek sünnet veya müstahabdır. Bunların başlıcaları şunlardır:

1) Cuma ve iki bayram namazları için gusletmek.

2) Hac ve umrede ihrama girerken ve Arefe günü vakfe yapmak için yıkanmak (gusletmek).

3) Medine-i Münevvere ile Mekke-i Mükerreme'ye girmek için yıkanmak.

4) Müzdelife ve Mina'da bulunmak için yıkanmak.

5) Günahdan tevbe için yıkanmak.

6) Güneş ve ay tutulması halleri ile yağmur duasında bulunmak için yıkanmak.

7) Kan aldırmak ve ölü yıkamak için gusletmek müstahab olduğu gibi, baygınlıktan sonra ayılan kimsenin yıkanması da müstahabdır.

8) Yolculuktan dönenin ve yeni elbise giyecek kimsenin yıkanması.

9) Berat ve Kadir gecelerine kavuşmaktan dolayı yıkanmak.

10) İnsanların toplanacağı bir yerde bulunmak için yıkanmak.

11) İstihaze (illet kanından) kurtulan kadının yıkanması.

12) Cünüblüğünün hemen arkasından hayız (adet) görmeye başlayan bir kadın, isterse, cünüblüğü için yıkanır, isterse yıkanmasını adetin sona ermesine bırakır.

13) Her cinsel ilişki için yıkanmak. Zevcesi ile cinsel ilişkide bulunan kimse, henüz yıkanmadan tekrar ilişkide bulunabilir. Fakat bu arada yıkanması veya abdest alması mendubdur.

14) Henüz namaz vakti gelmeden yıkanmak. Çünkü namaz vaktine kadar cünüb bir kimsenin yıkanmayı geciktirmesi günah sayılmaz; fakat daha önce yıkanmanın fazileti vardır.
Sünnet ve müstahab olan gusüller, sadece hürmet ve temizlik için yapılır. Bu kısım müstahab ve sünnet olan yıkanmalarda ağıza ve buruna su çekmek mecburiyeti yoktur.

GUSÜL ETMESİ FARZ OLANLARA HARAM VEYA MEKRUH OLAN ŞEYLER

 Üzerlerine gusül farz olanlara, gusletmeden önce haram olan şeyler şunlardır:


1) Namaz kılmak. Bir ayet olsa bile, Kur'an niyeti ile Kur'an okumak. Hamd ve dua ile ilgili ayetleri, dua ve zikir niyeti ile okumak caizdir. Cünüb veya adet halinde olan bir kadının dua niyeti ile Fatiha Suresini okuması caizdir.
Yine bu durumda olan kimsenin çocuklara Kur'an ayetlerini kelime kelime öğretmesi de caizdir. Şehadet kelimesini söylemek, tesbih ve tekbir getirmek yine caizdir.

2) Kur'an-ı Kerime, bir veya yarım ayet olsa bile, el sürmek ve Mushaf-ı Şerif'i tutmak haramdır. Ancak Kur'an'a yapıştırılmamış olan bir kılıf, bir mahfaza ve sandık içinde onu taşımak ve onu dış taraftan tutmak caizdir.

3) Kabe'yi tavaf etmek ve bir zorunluk olmadığı halde bir mescide girmek veya içinden geçmek. Fakat zaruret hali olursa, geçilebilir. Bir kimsenin evinin kapısı, mescidin içine doğru açılsa ve evine girip yıkanmak için mescit içinden geçmek zorunda kalsa, o kimse mescit içinden geçerek evine girer ve yıkanır. Bu bir mecburiyet halidir. Mescit içinde uyurken ihtilam olan kimse, dışarıya çıkmak için teyemmüm eder; fakat bu teyemmüm ile Kur'an okuyamaz, namaz da kılamaz.

4) Üzerinde ayeti kerime yazılı bulunan bir levhayı veya bir parayı el ile tutmak.
Üzerlerine gusül gerekli olanların yıkanmadan önce yapmaları Mekruh olan şeyler şunlardır: 

1) Din kitablarından herhangi birini el ile tutup okumak.

2) El ve ağzı yıkamadan yiyip içmek.

El ile tutmayıp yer üzerinde bulunan bir sayfaya veya bir levhaya Kur'an'dan yazı yazmak. 

Cünüb ile hayız ve nifas halinde bulunanların Kur'an-ı Kerim'e bakmaları mekruh değildir. Bu, el ile tutmak hükmünde değildir.

Ömer Nasuhi Bilmen- Büyük islam İlmihali

6 Mayıs 2017 Cumartesi

ABDESTİN MAHİYETİ

Namaz gibi bir kısım din görevlerini yerine getirmek için abdest almaya gerek vardır.

Abdestsiz bir kimse namaz kılamaz, tavaf edemez, bir mahfaza içinde olmaksızın Kur'an'ı tutamaz, Kur'an'ın tam bir ayetinin veya bir kısmının yazılı bulunduğu bir levhaya el süremez. Bunları yapmak haramdır. Fakat Kur'an-ı Kerimi ezber olarak veya karşıdan mushaf'a bakarak abdestsiz okuyabilir. Aklı olan ve büluğ çağına eren ve suyu kullanmaya gücü yeten her müslüman, gerektiği zaman abdest almakla yükümlüdür.

ABDESTİN FARZLARI


Abdestin farzları dörttür: Yüzü bir kez su ile yıkamak, iki eli dirseklerle beraber bir kez yıkamak, her iki ayağı topuklarla beraber bir kez yıkamak ve başın dörtte birini ıslak bir elle ve kullanılmadık temiz bir su yaşlığı ile bir kez silmek (meshetmek) tir. Şöyle ki:

Yüz denilen organ, iki kulak memesi, arasındaki yer ile alnın saç biten yerinden çene altına kadar olan kısımdır.

Dirseklere gelince, bunlara "Mirfak" denir. Elleri dirseklerle beraber yıkamak farz ise de, dirseklerden daha yukarısını yıkamak zorunluluğu yoktur. Ayakların iki taraflarında bulunan ve "Topuk" denilen şişkin kısımları da yıkamak gerekir. Fakat bunların yukarısını yıkamak gerekmez.

Başa meshe gelince: alınla arkaya doğru başın ön kısmına meshedilmesi daha faziletlidir. Meshedilen yer iki kulağın üstüdür. Bu kısımdaki saçların üzerine meshedilmesi yeterlidir.

ABDESTİN SÜNNETLERİ

1) Abdeste başlarken önce temiz olan elleri bileklere kadar yıkamak. Temiz olmayan elleri önce yıkamak ise farzdır. Böylece diğer organlar kirlenmiş olmaz.

2) Abdeste "Eüzü Besmele" ile başlamak. Abdest arasında okunacak Besmele ile bu sünnet yerine getirilmiş olmaz.

3) Niyet etmek: Abdesti, namaz kılmaya veya abdestsizliği gidermeye veya Yüce Allah'ın emrini yerine getirmeye niyet ederek almak.
Niyet kalb ile olur, dil ile "Niyet ettim Allah rızası için abdest almaya" denilmesi güzel görülmüştür. Niyetin vakti, elleri veya yüzü yıkamaya başlama zamanıdır.

4) Mazmaza (ağıza su vermek) ve istinşak (buruna su çekmek). Şöyle ki: Elleri yıkadıktan sonra önce üç kez ağıza dolusunca su alınır ki, buna "Mazmaza" denir. Sonra üç kez de burnun yumuşağına kadar gidecek şekilde buruna su verilir ve sümkürülür. Buna da "İstinşak" denir. Her su verişte su yenilenir.

5) Mazmaza ve istinşakı aşırı derecede yapmak. Şöyle ki: Mazmazada su, boğaza kadar iner. İstinşakta su, burnun katı yerine kadar çıkarılır. Fakat oruçlu olanlar mazmaza ve istinşakı böyle aşırı yapmazlar.

6) Misvak kullanmak. Şöyle ki: Misvak, arak denilen ağacın dalından yapılan ve dişleri temizlemek için kullanılan bir fırçadır. Böyle lifleri olan diğer ağaç dallarından da yapılabilir. Misvak, parmak kalınlığında ve bir karış boyunda olmalıdır. Sağ ele alınır ve serçe parmağının üstünden geçirilir, baş parmak ve işaret parmağı ile tutularak ıslak olan ağzın sağ tarafından enine olarak dişler fırçalanır. Bunun kullanılması oruca zarar vermez.

Misvak bulunmaz veya kullanıldığında dişleri kanatırsa, onun yerine parmak kullanılabilir. Şöyle ki: Baş parmak ağzın sağ tarafına, şehadet parmağı da sol tarafına salınarak üst ve alt dişler ovalanır.
Kadınlar oruçlu olmadıkları zaman çiğnedikleri sakız misvak yerine geçer.

7) Sıra gözetmek: Abdest alırken önce yüz, sonra kollar yıkanır. Bundan sonra başa meshedilir ve arkasından da ayaklar yıkanır. Ayaklarda mest varsa, mestlerin üzeri meshedilir. Bu şekilde sıra gözetilmezse, yine abdest sahih olur, ancak sünnete uyulmuş olmaz.

8) Abdeste sağ tarafdan başlamak: Sağ kol, sol koldan önce ve sağ ayak, sol ayakdan önce yıkanır. Sağ taraf daha şerefli olduğu için böyle yapılır.

9) Abdest organlarını üçer kez yıkamak. Bunlardan biri farz, diğer ikisi sünnettir. Üçten fazla veya üçten az yıkamak sünnete aykırıdır. Şüphe sebebiyle veya su azlığı dolayısıyla bu sayılar azaltılıp çoğaltılabilir.

10) Elleri ve ayakları yıkamaya başlarken parmak uçlarından başlanır.


11) Eller ve ayaklar yıkanırken parmakların arasını yoklayıp yıkamak (hilallamak): El parmakları birbirine sokularak, ayak parmakları da el parmaklarından biri ile yapılır. Sol elin serçe parmağı ile sağ ayağın altından ve serçe parmağın arasından hilallamaya başlayarak sıra ile sol ayağın serçe parmağında sona erdirilmesi iyidir. Parmakları akar suya koymak da hilallama yerine geçer.

12) Kulakları meshetmek. Bu mesih bir su ile yapılabileceği gibi yukarıda bildirildiği şekilde de yapılabilir. Serçe parmaklarını kulak deliklerine sokarak kımıldatmalıdır.

13) Boynu meshetmek: Başı ve kulakları meshettikten sonra, iki elin arkaları ile ve üçer parmakla, yeni bir suya gerek kalmaksızın boyun meshedilir. Boğazı meshetmek bid'attır.

14) Abdest organlarını, arada kesinti yapmadan yıkamak. Bir organ henüz kurumadan diğerini yıkamaya geçmek. Buna "Vila" denir. Havanın sıcaklığı sebebiyle yıkanan organın hemen kuruması vilaya engel değildir.
Bazı alimlere göre vila: Abdest alırken araya başka bir iş sokmamaktır.

ABDESTİN EDEBLERİ


1) Henüz vakit girmemişken abdest alıp namaza hazır bulunmak. Ancak özür sahibleri abdestlerini vakit girdikten sonra alırlar.

2) Kıbleye yönelerek abdesti almak.

3) Abdest sularının elbiseye sıçramaması için, yüksek bir yerde durmak.

4) Abdest alma sırasında zaruret olmadıkça dünya lakırdısı yapmamak.

5) Abdestin başından sonuna kadar niyeti unutmayıp kalbde tutmak ve her organı abdest niyeti ile yıkarken Besmele çekmek ve dua etmek. Salat ve selam getirmek.

6) Elleri yıkarken dar olmayan yüzükleri oynatmak. Eğer yüzük dar ise, muhakkak suretle yüzükleri oynatıp altına su geçmesini sağlamak gerekir.

7) Abdest alırken ağıza ve buruna sağ el ile su vermek ve sol el ile sümkürmek.

8) Abdest için yeterinden fazla su harcamamak. Organlardan su damlamayacak kadar da kısıntı yapmamak. Deniz kenarında bulunulsa bile, gereksiz su harcamak kerahet olur.

9) Abdest suyu güneşte ısıtılmış olmamalıdır.

10) Abdest tamamlanınca kıbleye karşı şehadet kelimelerini okumak. Bir hadis-i şerifin anlamı şöyle: "Sizden biriniz abdest alırda, abdestini noksansız tamamlar ve sonra: "Şahidlik ederim ki, Yüce Allah'dan başka ibadet edilecek varlık yoktur; Hazret-i Muhammed de 0'nun kulu ve Resulüdür; derse ona cennetin sekiz kapısı açılır. Artık dilediği kapıdan cennete girer."

11) Abdestin sonunda bir veya birkaç defa "Kadir" suresini okumak.

12) Abdest aldıktan sonra, eğer kerahet vakti değilse, iki rekat namaz kılmak.

ABDESTİN SIHHATİNE ENGEL OLMAYAN ŞEYLER

1- İyileşip de henüz kabuğundan ayrılmamış olan bir çıbanın içini yıkamak gerekmez.

2- Boyacıların tımaklarında kalan boyalar, zaruret gereği abdestlerine zarar vermez.
 Fakat bir zarurete bağlı olmaksızın tırnakların üzerinde ince bir tabaka teşkil eden ve altlarına su işlemesine engel olan boyalar, abdeste manidir. Abdest organlarına yapışan hamur, mum, çapak, balık pulu gibi şeyler de böyledir.

3- Abdest organlarından birinin bir zarurete dayanarak yıkanamaması veya meshedilememesi, abdestin sıhhatına engel olmaz. Örnek: Bir yarayı veya ayakta bulunan bir yanık yerini yıkamak eğer sahibine zarar verirse bunlar meshedilebilir, mesh de zarar verirse terk edilir.
Yine, bir yaranın üzerinde bulunan ilaç, yara yerini taşmış olursa, bu taşan kısım yıkanır; fakat yıkanması zarar verirse, mesh ile yetinilir.

4- Abdest alırken veya abdestten sonra, bir abdest organının yıkanıp yıkanmamış olmasında şüpheye düşünürse bakılır:
Eğer şüpheye düşen kimse, her zaman şüphelenmiyorsa, o organını (uzvunu) yıkar. Fakat vesveseli bir kimse ise yıkamaz, onun şüphesine bakılmaz.

5- Bir kimse abdest aldığını sağlam olarak bildiği halde, abdestini bozup bozmadığı üzerinde şüpheye düşse, o kimse abdestli sayılır. Kesin olarak bilinen bir şey şüphe ile ortadan kalkmaz. Aksine abdestini bozmuş bulunduğunu kesinlikle bildiği halde, sonradan abdest alıp almadığından şüphe eden kimse de abdestsiz sayılır.

6- Abdest organlarından birini veya birkaçını yitirmiş olan kimse, mevcut bulunan organlarını yıkar. Ayakları kesilmiş olan kimseden bunları yıkamak farziyeti düşer ve bu durum abdestin sıhhatine engel olmaz.

ABDESTİ BOZAN ŞEYLER

1) Önden ve arkadan kan, irin, meni, sidik, gaita (necaset) gibi bir pisliğin veya herhangi bir sıvının çıkması, abdest ve gusulde yıkanması farz olan yere kadar taşmasa bile, abdesti bozar.

2) Arka taraftan yel çıkması.

3) Ağızdan ve burundan, ön ile arkadan başka herhangi bir organdan sıvı halinde kan çıkması. Şöyle ki: Akıcı bir halde ağızdan çıkan kan, tükürükten fazla veya ona eşit ise, abdesti bozar, değilse, bozmaz. Bu renginden anlaşılır. Diğer yerlerden çıkan kan ise, çıkış yerinden yanlarına taşınca abdesti bozar. İğne ucu gibi çıkıp da yerinde kalan kan damlası abdeste engel olmaz. El veya parmak ile silinmesi de zarar vermez. Yaradan çıkan irin ve sarı sular da hüküm bakımından aynıdır.

Vücuttaki kabarcıklardan çıkan saf su da, sahih görüşe göre, kan hükmündedir. Diğer bir görüşe göre böyle bir suyun çıkması abdesti bozmaz.

4) Ağız dolusu kusmak. Şöyle ki: Kolaylıkla yutulmayacak kadar ağızdan yemek, su ve safra gibi şeylerin gelmesi abdesti bozar. Bu maddeler bir mecliste azar azar gelip de bir ağız dolusu miktarına ulaşmış olsalar yine hüküm aynıdır. Abdest bozulur.

5) Az veya çok bir zaman bayılmak, çıldırmak, yürürken irade dışında sallanacak şekilde sarhoş olmak. Bu sarhoşluk bir zorlama sonucu olsa, yine hüküm değişmez.

6) Rükûlu ve secdeli bir namazda iken mükellef bir insanın kasden veya yanılarak uyku halinde olmaksızın, yanındakiler işitecek kadar kahkaha ile gülmesi, hem abdestini, hem de namazını bozar. Çocuğun veya uyuyanın kahkaha ile gülmeleri, sadece namazı bozar, abdesti bozmaz.

7) Çocuk doğurmak. Çocuğun doğması ile kan görülmese bile abdest yine bozulur.

8) Kadının tenasül organı içine veya dışına tıkanan bez veya pamuğun yaş olarak dışarıya çıkması veya çıkarılması abdesti bozar. Şöyle ki: Bu organın dış kısmına tıkanan pamuğun iç tarafı ıslanmış olunca, abdest bozulmuş olur. Pamuğun dışına ıslaklığın geçmesi şart değildir. Fakat bu organın iç kısmına tıkanan pamuğun dışarısına kadar yaşlık gelmedikçe, abdest bozulmaz.

9) Yan üstü yatarak, bağdaş kurarak, dirseklere dayanarak, ayakları yan taraftan çıkarıp oturarak, namaz dışında secde haline geçerek uyumak abdesti bozar. Yine oturur vaziyette uyurken yere düşmese bile, kıçı yerden kesilip yükselmiş olsa abdesti bozulur.

ABDESTİ BOZMAYAN ŞEYLER

1) Bir hastalık olmaksızın gözden gelen yaş ve su veya ağlamak.

2) Yara ve benzeri yarıklar içinde görülen ve dışarıya çıkmayan kan, irin ve sarı sular.

3) Bir yaradan kopan deri parçası.

4) Mayasıl ıslaklığı ve parmaklar arasındaki pişinti.

5) Yarıdan az olmak şartı ile donmuş kanın tükrük veya sümüğe bulaşmış olması.

6) Kulaktan, burundan veya yaradan kurt çıkması. Bu kurt temizdir, üzerindeki yaşlık ise azdır, onda akıcılık kuvveti yoktur.

7) Ağız dolusu olmayan kusuntu.

8) Baştan inen veya içeriden yükselip çıkan balgam, ağız dolusu olsa bile, abdesti bozmaz. Çünkü balgam yapışkan ve kaypak olduğundan pisliği içine çekmez. Üstündeki yaşlığı ise azdır.

9) Kokusu olsun veya olmasın, erkek ve kadının tenasül organından çıkan yel.

10) Pıhtılaşmış bir halde kusulan kan parçası.

11) Baştan buruna veya kulağa kadar akıp gelen, fakat gusülde yıkanması farz olan yere taşmayan kan.

12) Kullanılan misvak (ve fırça) üzerinde veya ısırılan sert meyvalar üzerinde görülen ve akıcılığı bilinmeyen kan izleri.

13) Pire, kene, sivri sinek, kara sinek gibi haşeratın karınları doluncaya kadar emdikleri kan.
Sülüğün karnı doluncaya kadar kan emdikten sonra düşmesi halinde kendisinden kan çıkarsa abdesti bozar.

14) Saçların tıraş edilmesi, tırnakların kesilmesi.

15) Kıçı tamamen yere yerleştirmek suretiyle oturarak uyumak.

16) Namazda iken ayakta, oturarak, rükûda ve secdede uyumak.

17) Namaz dışında, cenaze namazında ve tilavet secdesinde kahkaha ile gülmek.

18) Ne kendisinin, ne de başkasının duyamayacağı bir sesle gülümseme (tebessüm). Bununla abdest bozulmayacağı gibi, namaz da bozulmaz. Fakat yalnız kendisinin işitebileceği bir sesle gülmek, abdesti bozmasa da namazı bozar.

Not: Bu gibi ihtilaflı meselelerde ihtiyata riayet edilmesi daha iyidir. Hanefî mezhebinde olan bir kimse, kendi mezhebine göre abdesti bozmayıp başka mezhebe göre abdesti bozan bir hal ile karşılaştığı zaman, ihtilaftan kurtulmak için abdest almalıdır. Böyle hareket etmek, bilhassa imamlar için mendubdur.


Ömer Nasuhi Bilmen- Büyük islam İlmihali

30 Nisan 2017 Pazar

Mezhep nedir? Mezheplere bakışımız nasıl olmalıdır?

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimizden sonra, O’nun bıraktığı dini daha iyi yaşama gayretinin sonucu olarak farklı mezhepler çıkmıştır. Buradaki mezhepler, önceki din mensuplarının yaptığı gibi, dini yontma üzerine kurulu değildir. ‘Ne demek istemişti?’ araştırmasının sonucu olan bir mezhepleşmeden söz edebiliriz. Bu manada, şimdi bilindiği gibi dört adet mezhep de yoktur. Mezheplerin sayısı daha fazladır. Zaman bir kısmının unutulmasına yol açmıştır.
Biz Müslümanlar olarak, sadece Müslüman kimliğimizi biliriz. Hiçbir Müslüman, mezhebi ile anılamaz. Çünkü İslam, ilave bir isme gerek bırakmayan bir dindir.
Mezheplerle ilgili olarak şu kurallara dikkat etmek durumundayız:


1- Mezhepler, tamamen ilmi maksatlar ve çalışmaların ürünüdür. En azından şu anda bilinen DÖRT MEZHEP böyledir. Siyasi bir etkiden söz etmek insafsızlıktır. Ebu Hanife ve diğerleri, ilmi kimlikleriyle öne çıkmış, tarihin kaydettiği nadir şahsiyetlerdendirler. Kendilerinin de biz mezhebimiz olsun, insanlar bizim peşimizden gelsin gibi bir amacı olmamıştır. Dört mezhebin ilk büyükleri, takvaları ve zühdleriyle meşhur kimselerdi. Şu anda bizim elimizdeki bilgi kaynakları, tecrübe birikimi gibi imkânlar ellerinde olmadığı halde, olağanüstü denecek çapta himmet göstererek dinleri için bir şeyler yapmaya çalıştılar. Bu ümmet onları, sadece hürmetle anmalı, hayır dua etmelidir. Allah onlardan razı olsun.

2- Hiçbir mezhep imamı, ‘peşimden gelin.’ demedi ama dediklerinin yabana atılmasına da razı olmadı. Dediklerinin ‘din’ olduğuna samimiyetle inandılar. Bu durum, onlarda sonra gelenlerin, mezhep büyüklerinin peşinden gitmeyi abarttığı vehmi doğuracak tutumlar sergilemesine neden olmuş olabilir. Her halükârda, Müslümanlar, bir mezhep imamının peşinden gitmek zorunda değillerdir. Bizim için son söz Kur’an’dır, sünnettir. Mezhep imamlarını, Kur’an ve sünneti önümüze hazır malzeme olarak getirdikleri için taklit ediyoruz. Bu taklidimizde, bizi de onları da bağlayan Kur’an ve sünnet olmalıdır. Herhangi bir meselede, mezhep imamlarının açık bir Kur’an muhalefetini gördüğümüzde tavrımız bellidir; Kur’an’dan ve sünnetten yanayız. O imamın tavrı da aslında budur.

3- Mezheplerin anlaşılabilmesi için şunu da bilmemiz gerekir: ‘Kur’an’ın şu ayeti şöyle diyor.’ diyebilmek sanıldığı kadar kolay değildir. Kur’an derin bir derya olarak, içine dalanın kendisine bir yığın inci çıkarabileceği bir kitaptır. O imamlar da filan surenin filan ayeti dedikleri için, ortaya mezhepler çıktı. Şimdi, ‘bu mezheplere ne gerek var, kitap ortada!’ mantıklı çıkışlarda, yeni bir mezhep olma nüvesi gizlidir. ‘Onlar değil, ben!’ iddiası dillendirilmese de vardır.

4- Kur’an ve hadis bilgisinin, ‘hoca bilgisi’ düzeyinin bile üstüne çıktığı bir dönemde İslam’ı yaşamak isteyen bir Müslüman’a, ‘Kur’an’a ve Sünnet’e sarıl!’ şeklinde verilecek bir mesajın uygulanırlığı yok denecek düzeydedir. Müslümanların mevcut şartlarda, ana kaynaklardan hüküm çıkarıp din yaşamaları mümkün değildir. Bu nedenle, daha önce gerekli hükümleri çıkarıp, ümmetin hizmetine sunmuş bulunan fukahanın eserleri, dolayısıyla mezhepler bir nimettir. Çağımızdaki ilim erbabının bile onları yok sayması mümkün görülmemektedir. Bu da Müslüman’a bir mezhebi izleme mecburiyeti getirmektedir. Ancak ‘bir mezhebi izlemek’ ile ‘bir mezhebi din haline getirmek’ aynı görülmemelidir. Nihayetinde beşer ürünü olan ictihadların, ayet-hadis gibi görülmesi, onları ayet-hadis yapmaz.

5- Bir mezhebi terk edip başka bir mezhebe intikal etmek, dinin ağır zannedilen hükümlerinden kaçmak için yapılıyorsa zaten dini tercih etmeye kimse zorlanmamaktadır. Mezhepleri kaçamak aracı olarak kullanmanın gereği kalmaz. Hayır, mesele Müslüman’ın çözümsüz bir sorununa, başka bir fakihin ictihadı ile çözüm üretmekse, kalpler Allah’ın nazarına açık olduğuna göre, kimsenin niyetinden dolayı tenkit edilmesi de gerekmez.

6- İctihad ve mezhepler esasen fıkıh konuları içindir. Fıkıhta ictihada müsaitlik oranı geniştir. İtikadi konularda bu genişlikten söz edemeyiz.
Mesela: A mezhebine göre meleklere iman edilir, B mezhebine göre edilmez denemeyeceğine göre itikadi konularda mezhep, fıkıhtaki gibi görülemez. İtikad konularında bugün mezhep olarak bildiğimiz ekoller, itikadın ana meselelerinde değil, o meseleler etrafında oluşmuş tartışma ortamına ait konuları ihtiva etmektedir.

7- Müslümanların birbirlerini mezheplerine göre değerlendirme hakları olmadığı gibi, tarihin hiçbir dönemi, böyle bir bakış tarzının görmezden gelinebileceği uygun ortamlara müsait olmamıştır. Mezhep üzerinden veya mezhep ekseninde dönen konularda yapılan tartışmalarda, ümmetin genel durumunu ve dik durmaya olan ihtiyacı itibara almamak en azından sorumsuzluktur.

8- ‘Sünnilik’ ve ‘Şiilik’ bu başlıkta ele alınan mezhep kavramının dışında görülmelidir. Özellikle Şiilik, İslam tarihinin en dramatik olaylarının başında gelebilecek bir facia üzerine kurulmuş ve o mantıkla canlı tutulan bir mezheptir. Bu yönüyle bakıldığında, İSLAM dairesinin onca geniş çapında önemli bir yer tutmaması gerekmektedir. Sünnilik ise, o olay dâhil, İslam’ı dengeli ve ilk haliyle anlayıp yaşamanın adıdır.

9- Bütün imtihan konuları gibi, mezehep konusunda da mutedillik esasının muhafaza edilmesi, iyi Müslümanlık vasıflarındandır. İslam’ın önüne geçirilmiş bir mezhep anlayışı kadar, İslam’ı bugünlere getirenlerin yok sayılması anlayışı arasında, Hakk’a tabi olma anlayışına bağlı kalmalıyız.

Nureddin Yıldız

29 Nisan 2017 Cumartesi

Ahlaklı olmak dürüst olmaktır-Faruk Beşer


"... doğuştan gelen huylar bütünüyle yok edilemez, ama eğitilip güzelleştirilebilir. Böylelerinin imtihanı da bu huyların eğitip zararlı olmalarının önüne geçmeleridir. Bu eğitimi ise dünyevi hedeflerden çok Allah'a sağlam bir iman ve öbür âlemde vereceği karşılığı düşünebilme ile ve sabırla gerçekleştirebilir....

...Büyük ölçüde doğuştan olan olumsuz huylar ahlak eğitimiyle olumlu hale getirilebildiği içindir ki, Hz. Peygamber bize bu konuda dua etmemizi öğretir. Mesela aynaya baktığımızda, “Allah'ım, halkımı/yaradılışımı güzel yaptığın gibi ahlakımı da güzelleştir” dememizi ister. Demek ki, böyle huylar da bir ölçüde değiştirilip kontrol edilebilir ama bunun için insanın kendi iradesiyle göstereceği çabası yanında Allah'tan da imdat istemesi ve Hz. Peygamber başta olmak üzere, bu ahlaki güzellikleri yaşayanları tanıması, yaşıyor olanlarla beraber olması gerekir. Onun için Allah; 'Ey iman edenler, Allah'a karşı takvalı olun ve dürüstlerle beraber bulunun' (9/119) der. Yani insan önce kendine düşeni yapmalı, iman edip Allah'ın emir ve yasaklarına uymalı, sonra da dürüst/sadık insanlarla beraber bulunmalıdır.

...doğasında hangi huylar bulunursa bulunsun insan güzel ahlaklı olabilir. Bazılarına Allah'ın doğuştan verdiği özellikler ise O'nun lütfu ve keremidir. O sebepsiz iş yapmaz ama dilediğine dilediğini verir.

... güzel ahlakın en önemli ve öncelikli meyvesi dürüstlüktür. Bunu biz ölesiye dürüst olma diye anlatırız. Dürüstlük bir müminde önce aklın ve imanın gereği olarak, irade ve çaba ile yaşanır. Buraya kadarı dürüstlüğün, her mümin için farz, yani olması gereken ibadet boyutudur. Bu sürdürülürse insanın tabiatı haline gelir ve güzel ahlaka dönüşür...


Yazının tamamı için:

27 Nisan 2017 Perşembe

VAHŞİ Radıyallahu Anh'a İNEN 3 AYET

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

Sonsuz merhamet sahibi Allah-u Teala'dan asla ümit kesilmeyeceğini anlatan çok çarpıcı bir örnek okumanızı tavsiye ederim:

O bir köledir ve iyi mızrak atar. Siyahi olan bu köle "Uhud" harbinde Hamza Radıyallahu Anh’ı sinsice takip eder. Görevi bu. Aslında kölelikten kurtulma yolunda bu. Hz. Hamza Radıyallahu Anh'ı  şehit ederse hürriyetine kavuşacak.

Vahşi, Uhud meydanında saatlerce Hamza Radıyallahu Anh’ı  kollar. Mızrağı atacağı ortamı bekler. Nihayet karşısına çıkamadığı Hamza Radıyallahu Anh’ı uzaktan attığı mızrakla şehit eder.Hamza Radıyallahu Anh, Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem’in hem amcası hem de süt kardeşiydi.

Hamza Radıyallahu Anh’ı  şehit eden "Vahşi", ismine uygun bir şekilde Hamza Radıyallahu Anh’ın karnını ve göğsünü bıçakla parçalar ve iç organlarını çiğner ve Uhud’un kumlarına döker.

Uhud sonunda Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem  , şehitleri ve yaralıları dolaşır. Kendisi de yaralıdır. O gün çok ağlar. Hele Hamza Radıyallahu Anh’ın başındayken belki ilk kez hıçkırıkları yükselir. Sadece Hamza Radıyallahu Anh’ı kaybedişine değil, tek başına kaplan avına çıkabilecek kadar yürekli olan bu insana yapılana tahammül edemez. Orada yemin eder, ben de yetmiş kişiye misliyle karşılık vermeye müsaade edeceğim, diye. Ama hemen akabinde inen ayetler bu karşılığı yasaklar (İbni Sa’d, et-Tabakat 3, 5, 13, 14).

İnen ayetler, aşırı gitmeyi yasaklayan ayetlerdir "Eğer ceza ile karşılık verecek olursanız, ancak size yapılan cezanın misli ile cezalandırınız. Şayet sabrederseniz, andolsun ki bu, sabredenler için elbette daha hayırlıdır. "(Neml, 126). 

Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem  bundan dolayı sabretmiş, daha sonra kefaret ödemiştir (İbni Sa’d, et-Tabakat, el Kübra’e, 3, 5, 11). Aslında sadece bu olay Kuran-ı Kerim’in vahiy ürünü olduğunun en açık belgesidir.

Allah-u Teala'nın her ne günah işlersek işleyelim mağfiretinin büyüklüğüne en güzel örneklerden biri olan ve benim çok etkilendiğim bir olayı paylaşmak istedim.

Hamza Radıyallahu Anh’ın  katili olan "Vahşi", sonradan Müslüman olmak istediğini fakat "şirk yapanların, katillerin ve zinakárların" azaba uğrayacağı şeklindeki ayetlerden korktuğunu iletir. Vahşi’nin hakkında üç ayet arka arkaya iner (Belli bir zaman içinde).

Olay şöyle gelişir: Uhud harbinde Peygamber Efendimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem 'in  amcası Hamza Radıyallahu Anh’ı  şehit eden Vahşi, Resulullah Efendimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem'e

"Ben Müslüman olmak istiyorum. Ama Kuran’da  Onlar, Allah ile beraber başka bir ilâha kulluk etmeyen, haksız yere, Allah’ın haram kıldığı cana kıymayan ve zina etmeyen kimselerdir. Kim bunları yaparsa ağır azaba uğrar. (Furkan, 68) ayeti beni İslam’dan men ediyor. Zira ben sayılan bu üç günahın hepsini yaptım. Benim için bir tövbe imkánı var mı?" diye Mekke’den bir mektup yazdı.

Bunun üzerine Furkan Suresi’nin, "Ve her kim tövbe edip de salih amel işlerse o muhakkak Allah’a makbul olarak döner" mealindeki 71. ayeti kerimesi nazil oldu. Peygamber Efendimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem bu ayeti kerimeyi Vahşi’ye yazıp gönderdi.

Vahşi, "Bu ayette iyi amel yapma şartı var. Ben iyi işleri, amelleri belki yapamayabilirim. Başarılı olabilir miyim bilmiyorum" diye bir mektup daha yazdı.

Bunun üzerine, "Doğrusu, Allah kendine şirk koşulmasını mağfiret etmez, ondan berisini dilediğine mağfiret buyurur" (Nisa Suresi, ayet 4) mealindeki ayeti kerime nazil oldu. Peygamber Efendimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem, bu ayeti kerimeyi de Vahşi’ye yazdı.

Vahşi tekrar, "Bu ayeti kerimede de Allahu Teala dilediğine mağfiret eder şartı var. Allah Celle Celaluhu beni bağışlamayı diler mi, dilemez mi bilmiyorum" diye yazınca, 

"Ey nefisleri üzerinde israfta bulunmuş kullarım! Allah’ın rahmetinden ye’se (ümitsizliğe) düşmeyiniz. Şüphe yok ki, Allah günahların hepsini mağfiret eder. Muhakkak ki o çok gafur ve rahimdir" (Zümer Suresi, ayet 53) mealindeki ayeti kerime nazil oldu.

Resulullah Efendimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem, bu ayeti kerimeyi de Vahşi’ye bildirdi. Vahşi bu ayeti kerimede hiçbir şart bulamadı ve Medine-i Münevvere’ye gelip Müslüman oldu.

Hz. Hamza Radıyallahu Anh gibi bir insanı şehit eden bir köleye, insan olduğu için verilen değer. Bu kişi hakkında tam üç ayet iniyor ve Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem, Vahşi’ye engel olmuyor, olamıyor. Çünkü vahiy inince, aradan perdeler, aracılar ve talepler kalkar. Allah Celle Celaluhu  konuşur, emreder. 

Bu olaydan sonra Vahşi, bizim için Hz. Vahşi ’dir Radıyallahu Anh. Sahabidir. Saygıyla anılır. İşte bu kadar, ötesi yok.

   Bu olay insanlık için başlı başına bir ibret vesikasıdır.

N. Hatipoğlunu'nun bir yazısından faydalanılmıştır

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR

25 Nisan 2017 Salı

İki yol arasındaki temel fark teville ilgilidir-Faruk Beşer


...Şimdi birisi o korunan kitabın Levh-i mahfuz olduğunu, ona dokunabilecek olanların da melekler olduğunu söylerse bu sözün gelişinden ve lisandan anlaşılan bir mana, yani tefsir olmuş olur. Bunun üzerinden bir kıyaslamaya gider ve mademki melekler Kur'an-ı Kerim'in Levh-i mahfuz'daki aslına 'tertemiz kılınmış olmaları' vasfıyla dokunabilirler, o halde biz de elimizdeki Mushaflara tertemiz olarak, yani ancak abdestli iken dokunabiliriz, çünkü Allah aynı ayetlerde Mushaf'ın da oradaki asıldan indirilmiş olduğunu söylüyor derse bu da makul ve makbul bir tevil olur. Çünkü lisanın buna da ihtimali olan asıl manası korunmuştur ve ona muhalif olmayan, hatta başka delillerle de desteklenen tevilden de yararlanılmıştır.

Ama gulat yani aşırı Şiî olan Karmatîlerin yaptığı gibi; “Biz her şeyi apaçık bir imamda, yani o ana levhada, Levhi mahfuzda kaydetmişizdir” (Ya-sîn 36/12) ayetindeki imamın Ali olduğu söylenir ve bundan Hz. Ali'nin (ra) bütün ilimleri kuşattığı, her şeyi bildiği anlamı çıkarılırsa işte bu insanı küfre kadar götüren uçuk bir tevil olmuş olur. Onların aynı şekilde; “küfrün önderleriyle savaşın” (Tevbe 9/12) ayetinden zamanında Hz. Ali'ye karşı olan Talha ve Zübeyr'in kast edildiğini söylemeleri de böyledir. Çünkü bu uçuk tevillerin ne Kur'an-ı Kerim'in diliyle, ne Şeriatın ruhuyla ne de vakıa ile hiçbir ilgisi yoktur, tamamen ideolojiktir. Önce bir inanç belirlenmiş, sonra o inanç Kur'an-ı Kerim'e desteklettirilmeye çalışılmıştır. Yani daha önce verdiğimiz hadisi şerifin dediği gibi bu, Kur'an-ı Kerim'i kendi görüşüne göre konuşturmaktan ibarettir...

...Yarattığı kulun zaaflarını bilen Allah'ın ona günde kırk kez “sadece sana ibadet edecek ve sadece senden yardım dileyeceğim” dedirtmesine, “Allah'tan başka hiçbir şeye dua etmeyin” yani kimseden imdat istemeyin demesine rağmen bu ve benzeri ayetlerin açık manalarını göz ardı edilip 'imdad ya fülan” denebilmesine tevil arayan anlayış da böyledir. “Allah'a ve ahiret gününe imanı olan artık Allah'a yapacağı ibadete hiç kimseyi karıştırmasın” buyurmasına rağmen, namaza kalkarken şeyhini gözünün önünde canlandırıp ona bir süre rabıta yaparsan namazın daha feyizli olur diyen tevil de Karmatîlerin uçuk tevillerinden farklı değildir.

“Allah'a karşı takvalı olun ve O'na bir vesile arayın”, “Allah'a karşı takvalı olun ve sadıklarla beraber bulunun”, “ey iman edenler sabredin, sabırda yarışın, ribatlar oluşturarak hazırlıklı olun…” anlamındaki ayetler de bu tür tevillere kurban edilip zahirleri iptal edilen ayetlerdir.

Böyle yapanlar sakın hiç kimseyi tasavvuf düşmanı diye yaftalamasınlar, çünkü tasavvufa bunların yaptığından daha büyük düşmanlığı kimse yapamaz.

...Kur'an-ı Kerim'in zahirini ve muhkemini bırakıp tevillere tutunmak Batınîliğin ve Şia'nın temel özelliğidir, fitne aramaktır. Zahiri ve muhkemi esas alıp bunlara aykırı olmayan muhtemel tevillerden de yararlanmak ise Ehli Sünnet'in özelliğidir. İşte bu iki yol arasındaki en önemli alametifarika budur ve İslam ümmetini parçalayan ve tefrikalara ayıran şey “Kur'an-ı Kerim'i kendi görüşüne göre tevil etmektir”, yani önce nefsi bir görüş, bir ideoloji belirlemek, sonra onu Kur'an-ı Kerim'e söylettirmek.

Yazının tamamı için:

15 Nisan 2017 Cumartesi

RABBİMİZİN cc 40.NASİHATI

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Bismillahirrahmanirrahim

Yüce Allah 
(Celle celaluhu) şöyle buyurmaktadır:

"Ey kullarım! Ben zulmü kendime haram kıldım; onu sizin aranızda da haram kıldım; öyleyse birbirinize zulüm yapmayın.


Ey kullarım! Benim hidayete ulaştırdıklarım hariç, hepiniz sapıklık içinde kalırsınız, öyleyse benden sizi hidayete ulaştırmamı isteyin ki, size hidayet nasip edeyim.

Ey kullarım! Benim doyurduklarım hariç, hepiniz açsınız; öyleyse benden sizi doyurmamı isteyin ki,' size yiyecek vereyim.


Ey kullarım! Benim giydirdiklerim hariç, hepiniz çıplaksınız; öyleyse benden sizi giydirmemi isteyin ki, size giyecek vereyim.


Ey kullarım! Sizler gece-gündüz hata edip günah işliyorsunuz. Ben ise bütün günahları affediyorum. Öyleyse siz de benden günahlarınızın affını isteyin ki, sizleri affedeyim.


Ey kullarım! Sizin bana bir zarar vermeye gücünüz yetmez ki, zarar veresiniz. Aynı şekilde, bana bir fayda vermeye de gücünüz yetmez ki, fayda veresiniz.


Ey kullarım! Sizin ilk insandan son insana kadar hepiniz, insanlarınız ve cinleriniz en muttaki bir insan gibi olsanız ve o sıfat içinde bana kulluk etseniz, bu benim mülkümde hiçbir şey artırmaz, yüceliğime bir şey katmaz.

Ey kullarım! Sizin ilk insandan son insana kadar hepiniz, insanlarınız ve cinleriniz en günahkâr bir insan gibi olsanız ve o halde bana isyan etseniz, bu benim mülkümde hiçbir şey eksiltmez, yüceliğime hiçbir zarar vermez.
Sizin ilk insandan son insana kadar hepiniz, insanlarınız ve cinleriniz bir tepede toplansanız, her biriniz benden bir şey istese ve hepinize istedikleri şeyleri versem, bu benim mülkümde hiçbir şey eksiltmez.


Ey kullarım! Siz amel etmektesiniz, ben ise amellerinizi sizin için tesbit edip yazıyorum; sonra onların karşılığını size tam olarak vereceğim.


Kim amel defterinde bir hayır bulursa,
(onu kendisine nasip eden) yüce Allah'a hamdetsin. Kim de amel defterinde kötü işler bulursa, başkasını değil, sadece kendi nefsini kınasın."


 Âlemlerin rabbi yüce Allah'a hamdolsun.

Rabbimizin 104 Kitaptaki Öğütleri (Meva'ız-i Kudsiyye)

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

13 Nisan 2017 Perşembe

İbadetler âdete, âdetler ibadete dönüşebilir -Faruk Beşer

.... Bir düşüncenin ya da dinin sürekli canlı kalabilmesi, zamana ve şartlara göre kendini güncelleyebilmesi için dört temel unsura ihtiyaç vardır: Bilgi, eylem/amel, tefekkür ve heyecan. Bunlardan biri eksik olursa hayat insanı yolun dışına atar ve kendisi ilerlemeye devam eder.

İlk üçü üretmek için vardır, heyecan ise üçünün de motorudur. Biz heyecana zaman zaman cihat ruhu diyoruz ve cihadı da; müminin i'la-yı kelimetullah için, mutlak adaleti tesis etmek için kendi zamanına ve şartlarına göre ne yapılması gerekiyorsa onu cehtle gayretle ve heyecanla yapmasıdır diye tarif ediyoruz. Yani cihat ille de savaş demek değildir. Heyecan yok olunca bilgi de, amel de, tefekkür de işe yaramaz. Ama bu üçüyle beslenmeyen bir heyecan da cihat olmaz, cinnete, zulme, yakıp yıkmaya dönüşebilir.

Sözü ibadetlerin adetlere, ya da adetlerin ibadetlere dönüşmesine getirmek istiyoruz. Geniş anlamda ibadet kulun Allah'a gönülden boyun eğerek, O'nun rızasını hedefleyerek yaptığı her doğru iştir. Bu şartlarla uyku da, eşlerin sarılıp yatmaları da ibadet olabilir. Dar anlamda ibadet ise namaz oruç gibi, anlamını akılla kavrayamayacağımız ve salt ibadet olarak yapılan eylemlerdir. O halde konumuzun iki yönü var; biri âdetlerin ibadete dönüşmesi, diğeri de ibadetlerin âdete dönüşmesi.

Âdetlerin ibadete dönüşmesi olumlu da olabilir olumsuz da.

Her gün bir âdet ve alışkanlık olarak yaptığımız yüzlerce mubah eylemi, Allah için, O'nun rızasını umarak yaptığımızda bu âdetler ibadete dönüşür ve günlük hayatımızda nötr olan yüzlerce eylemimiz, hatta hayatımızın her anı ibadet olur, bize sevap kazandırır. Aynı mubah işleri bir başkası kötü bir niyetle yapar, günah kazanır. Çünkü ameller niyetlere göredir. Ve sonunda dünyada aynı amelleri yapanların biri dünyanın sevabını alarak cennete gider, diğeri de dünyanın günahını alarak azaba düşebilir.

Olumsuz yönüne gelince, bazı âdetler başlangıçta nötr birer davranış iken zamanla onların dinden birer ibadet oldukları sanılır, böylece mubah eylemleri niyetle ibadete dönüştürmekten farklı olarak bidat yapılmış ve günah işlenmiş olur. Mesela bir âdet olarak mevlit okutturmanın sakıncası olmayabilir, ama giderek bu olması gereken bir ibadet haline dönüşürse bidat olur ve sevap yerine günah kazandırır. Camiden çıkanlara, uzaktan geldiği için karnı aç olanlar bulunabilir diye yiyecek bir şeyler vermek bir âdet iken bir süre sonra ibadet halini alabilir ve bidat olur. Camilerin kapısında ibadet duygusuyla şeker, lokum ya da aşure dağıtanları, namazın ardından musafaha yapanları görebilirsiniz. İşte bu noktalarda doğru bilgiye ihtiyaç vardır.

Diğerine gelince, her mükellef müminin mutlaka yapması gereken ibadetler de zamanla sıradanlaşır ve âdete dönüşebilirler. Beş vakit kılınan namaz şartlı refleks halini alabilir ve kişi, mesela şu hale gelebilir; namaz kılmadığımda bir boşluk hissediyorum, namazımı kılmadan rahat edemiyorum, namazımızı kılıp rahat rahat oturalım vb.. Böyle bir namazla hedeflenen şey, Allah'a tekmil verip O'nun rızasını almaktan, O'nunla rahat etmekten çok, alıştığı bir eylemin hayatında boşluk oluşturmamasını sağlamak olabilir. Böyle olursa namaz ibadet olmaktan çıkıp âdet halini alır. Bunun göstergesi, kılınan namazların insanı kötü alışkanlıklardan alıkoymamasıdır. Allah'ın dediği haktır: “Dosdoğru kılınan namaz insanları günahlardan alıkoyar”.

Oruç ve diğer ibadetler için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Kişi, oruç tuttuğumda sağlıklı oluyorum, alışmışım bırakamam diye oruç tutabilir. Bu sebeple Resulüllah Efendimiz (sa) “nice namaz kılanlar vardır ki, namazından ona yorgunluktan başka bir şey kalmaz… Nice oruç tutanlar vardır ki, orucundan ona kalan sadece çektiği açlık ve susuzluktur” buyurur. Enes bin Malik de 'nice Kur'an-ı Kerim okuyanlar vardır ki, Kur'an ona lanet eder' der. Çünkü Kur'an-ı Kerim'i okurken 'Allah'ın laneti yalancıların üzerine olsun' anlamındaki ayeti okur ama yalan söylemeye devam eder, böylece Kur'an-ı Kerim okuması sebebiyle kendi kendine lanet okumuş olur.

Her meşru işe Besmele ile başlamak bir ibadetken bu, manası hiç düşünülmeden tekrarlanan, ya da işimde bereket, kazancımda artış oluşun diye yapılan bir eylem olursa, âdete dönüşmekten başka bir de ibadeti dünyalık için yapma anlamına gelebilir. İşyerinin kapısına ya da herkesin göreceği bir yere bir Besmele levhası asma, sonra da meşru olmayan bir yığın muamele yapma işi riyaya ve şirke kadar götürebilir.

O halde kulun kendisini zaman zaman, tabir caizse, rektefe etmesi, tekrar tekrar fabrika ayarlarına yani fıtrata dönmesi gerekir. Bu nasıl olur, sonra görelim.


Yazının tamamı için:

12 Nisan 2017 Çarşamba

Sahih bir hadise aykırı olan mezhep görüşünü bırakıp o hadisle amel edilebilir mi?

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.
SORU:Mezhep imamları ulaşabildikleri hadislere göre içtihat yapmışlar ve benim söylediğime uymayan hadis öğrenirseniz ona uyun demişler deniyor. Mezhep imamlarından sonraki devirde Buhari müslim gibi alimler çokça hadise ulaşmışlar. Mezhep imamlarının ulaşamadığı çokça hadise artık ulaşılabiliyor. Bu durumda tabi olduğumuz mezhebe uymayan sahih hadis görürsek ne yapmalıyız? Bu hadis kitaplarını göstererek imamlar bu hadislere ulaşsaydı tersi hüküm vermezdi deniliyor. o hadise ulaşamamış ve bildiği başka hadislere göre kıyas yapmış halbuki biz artık doğrusunu bilerek illaki o mezhebe uyamayız uyarsak şirk olabilir deniliyor. Açık sahih hadis varken mezhep demek peygamberimize itaatsizlik ve şirk mi olur? Bunları Açıklarsanız sevinirim

Cevap:
İmam Şafii’nin, “Sahih bir hadis bulursanız, o benim mezhebimdir. Kitabımda Resulullah’ın sünnetine aykırı bir şey görürseniz, sünnetle/sahih hadisle hükmedin ve benim dediklerimi-bir kenara- bırakın” manasında açık ifadeleri vardır. (bk. Fetava İbnu’s-Salah, Beyrut, 1407, 1/55; Nevevi, Mecmu, Daru’l-Fikr, ts.1/63)

İmam-ı Azam'ın aynı manaya gelen sözleri olduğu gibi, İmam Malik ve İmam Ahmed b.Hanebl’in de benzer sözleri bilinmketedir (bk. İbn Abidin, 1/67-68, 385)

Eğer bir insan içtihat şartlarına sahip ise, sahih hadise aykırı olduğunu bildiği mezhebinin görüşünü terk edebilir ve o hadisle amel edebilir. Eğer, bir kimse müstakil içtihat edecek konumda değilse ve sahih bir hadise muhalif olduğunu düşündüğü kendi mezhebinin görüşünü başka bir mezhepte bulursa o mezhebi taklit edebilir. (bk. Fetava İbnu’s-Salah, 1/58-59)

İmam Nevevi bu konuyla ilgili (Şafii mezhebiyle ilgili olarak) şu görüşlere yer vermiştir:

İmam Şafii’nin bu sözü, “kim sahih bir hadis görse, hemen bu Şafii mezhebinin görüşüdür deyip onunla amel edebilir” manasına gelmez.


 Bu konuda mezhepler konusunda müçtehit veya ona yakın bir ilmi donanıma sahip olmayanlar böyle bir şey yapamazlar. Çünkü, sahih bir hadisin yanında, farklı bir mana ifade eden başka bir sahih hadis de vardır. 

Hadislerin tamamını veya o konuyla ilgili hadislerin hepsini bilmeyen ve İmam şafiinin ve diğer talebelerinin bütün kitaplarına vakıf olmayan kimsenin gördüğü “sahih” bir hadisten hüküm çıkarma yetkisi yoktur. Bu şartlara sahip olmak ise kolay değildir. Nitekim, İmam Şafii’nin bazı sahih hadisleri gördüğü halde onlarla amel etmemiştir. Çünkü, Şafii, “senedi itibariyle zahiren sahih göründüğü halde, gizli bir kusurunun olduğunu veya nesh edildiğini bildiği için" onunla amel etmemiştir." (bk. Nevevi, Mecmu,1/64)

Alimlerin verdiği bilgilere dayanarak denilebilir ki; mezhep alimlerinden farklı olarak sahih bir hadisten hüküm çıkarmak için, tefsir, hadis, fıkıh ve usul ilmine vakıf olmak gerekir.

İslam alimleri, yalnız bir hadisin sahih olup olmadığına bakarak hüküm çıkarmazlar. Bu hadisin başka hadislerle olan münasebetini, ayetlerle olan ilişkisini, usul bilgileri çerçevesindeki konumunu ve takip ettikleri daha başka ilmi metotlara göre içtihat etmişlerdir.

Konuyu fazla uzatmamak için, -yalnız bir hadisin sahih olduğuna bakarak bir hükmün çıkarılamayacağını gösteren- bir misalle yetineceğiz.

Hanefi Mezhep alimleri, namazdaki “Teşehhüd”ün şeklini tespit etmede, İbn Mesud’dun rivayetini (Buhari, Müslim) esas almışlardır. Şafii mezhep alimleri ise, İbn Abbas’ın rivayetini (Müslim) esas almışlardır. Bu iki hadis de sahihtir. Her ikisiyle de amel edilebilir. Ancak, İmam Nevevi bu konuyu tahlil ederken, çok objektif bir bakış açısını sergilemiş ve şunları söylemiştir: “İmam Şafii, İbn Abbas’ın rivayetini tercih etmiş; çünkü bu rivayette diğerinden fazla olarak “el-Mübarekat” kelimesi bulunmaktadır. (hadis kriterlerine göre ‘Sikanın ziyadesi makbuldur’ kuralı gereğince) İmam Şafii bu ziyadeliği için bu rivayeti tercih etmiştir.” (bk. Nevevi, Mecmu, 3/455-457)

Son olarak şunu da hatırlamakta fayda vardır ki; İslam ümmetinin yaklaşık % 90’ı, bizim gibi avam/halk kesimidir. Yani, hadislere bakarak bir hüküm çıkarma imkânları yoktur.

Buna göre, önümüzde iki yol vardır:

Birincisi: Ehl-i sünnet ve’l-cemaat olan yüzlerce İslam aliminin içinde bulunduğu dört mezhepten birisini taklit etmek.

İkincisi: O büyük İslam alimlerinin ortaya koyduğu bilgileri bir tarafa bırakıp, onlara aykırı fetva veren çağdaş bazı alimlerin içtihadını taklit etmek.

Şimdi sormak istiyoruz: Hem takvada, hem ilimde en yüksek derecede oldukları ümmetçe kabul edilen o eski binlerce İslam aliminin peşinden gitmek mi; yoksa dini ilimler ve takva konusunda -bu zamanın zorunlu bir sonucu olarak- onlardan çok geride olan bir kaç alimin peşinden mi gideceğiz?

Peygamber efendimizin: “Sevad-ı azama/Ümmetin/İslam alimlerinin büyük çoğunluğuna uyun” (İbn Mace,Fiten, 8) manasındaki emirleri gereğince, kimleri taklit etmemizin uygun olduğu konusu artık çok açık olduğunu düşünüyoruz.


Sorularla İslamiyet

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR

11 Nisan 2017 Salı

Astroloji ve Burçlar


Yıldızların konum ve hareketlerinin belli bir işaret sistemi oluşturduğuna ve bu sistem sayesinde gelecek, şimdiki durum ve geçmişe dair bilgi elde etmenin mümkün olduğuna inananılan Astroloji, Arapça’da “İlm-i Ahkâm-ı Nücum” veya “Tencim” olarak adlandırılır.

Gökten gelecek tahmini


İlm-i Ahkâm-ı Nücum’u, “Tabii Astroloji” ve “Ahkâm Astrolojisi” olmak üzere iki ana disipline ayırmak mümkündür. Tabii Astroloji, feleklerin (gök küre) atmosfer ve yeryüzündeki dört unsura dayalı fizikî nesne ve olaylar üzerine yaptığı tesirleri inceler. Bunlardan hareketle geleceğe dair tahmin ve kehanetlerde bulunur.

Ahkâm astrolojisi ise, gök cisimlerinin insan kaderi üzerinde etkili olduğu inancıyla gelecek hakkında kehanetlerde bulunur.

Günümüzde astroloji dendiğinde halk arasında genellikle Ahkâm Astrolojisi anlaşılır. Bir insanın doğumu sırasında veya bir olay meydana geldiğinde astrolog yıldızların konumuna bakar, bunu bir şema üzerinde belirler; sabit ve hareketli yıldızların yerleri arasındaki ilişkileri tesbit ederek gelecek hakkında tahminlerde bulunur.

Burç

Burçların insan üzerinde etkisi bulunduğuna inanmak, burç ve yıldız gibi gök cisimlerine müstakil bir kudret nisbet edilmesine götürdüğü için, Tevhid akidesiyle bağdaşmayan son derece tehlikeli hususlardır.

Bu inanışların geçmişte olduğu gibi günümüzde de insanları yaygın bir şekilde etkisi altına aldığı görülmektedir. Bu sebeple tarih boyunca ulema bu konuda oldukça hassas davranmış ve konunun imanla irtibatlı tehlikeli boyutlarına dikkat çekerek halkı uyarmıştır.

Yağmurlu bir gecenin ardından Efendimiz
sallallahu aleyhi ve sellem sabah namazını kıldırdıktan sonra, “Rabbiniz ne buyurdu biliyor musunuz?” diye sordu. Sahabe, Allah ve Rasulü bilir.” dediler. Şöyle buyurdu:

“Allah buyurdu ki: Kullarımdan bazısı mümin, bazısı da kâfir olarak sabahladı. Kim, ‘Allah’ın fazl u rahmetiyle yağmura kavuştuk.’ dediyse işte o bana iman etmiş, yıldızı reddetmiştir. Kim de ‘Filan ve falan yıldızın nev’i sebebiyle yağmura kavuştuk.’ dedi ise, o da beni reddetmiş, yıldıza iman etmiştir.” (Buharî, Müslim)

Burada geçen “yıldızın nev’i” ifadesi, eski kavimlerden beri bilinen astronomik olaylarla meteorolojik olaylar arasındaki ilişkiyi anlatmaktadır. Arapça’da “nev” kelimesi, ayın yörüngesinde deveran ederken uğradığı menzillerde kalış süresini ifade etmektedir. Bu sürelerin başlangıç ve bitimi, birtakım tabiat olaylarının ve meteorolojik hadiselerin meydana geliş zamanı olarak tecrübe ile tesbit edilmiştir. (İbn Âsım, Kitabu’l-Envâ’, s. 32 vd.)

Tabiat olayları-gök cisimleri ilişkisi


Yıldızların ve gezegenlerin hareketleriyle ilgili olarak kadim zamanlardan beri bilinen bu hususlar, zaman içinde bazı kavimlerde, tabiat olaylarını gök cisimlerinin hareketlerine bağlama inancını doğurmuştur. Efendimiz
 sallallahu aleyhi ve sellem’in dikkat çektiği nokta da burasıdır.

Gök cisimleri, kendilerine hakim kılınan kozmik yasaya uygun şekilde hareket eden varlıklardır. Tabiat olaylarının ve meteorolojik hadiselerin bunlarla bağlantısı da yine ilahî kozmik yasanın bir gereğidir. Hal böyleyken yağmuru veya başka herhangi bir tabiat olayını gezegenlerin hareketlerine bağlamak, “Müsebbibu’l-Esbab: Sebeplerin Yaratıcısı” olan Cenab-ı Hakk’ı görmemek olduğundan elbette küfür olacaktır.

Bazı zamanların ve mekânların etkisi


Gök cisimlerinin olduğu gibi, bazı zamanların ve coğrafî mekânların insanların huyu, tabiatı, ahlakı, kabiliyeti, gidişatı… üzerinde tesirli olduğu inancı da doğru değildir. Cahiliye döneminde Araplar bu türlü inançlara sahip olduğu için, Efendimiz 
sallallahu aleyhi ve sellem “Üç şey cahiliye adetlerindendir.” buyurmuş, bunların soy-sopa kötü konuşmak ve ölü için saçını başını yolarak ağlamak, bir de nev’lerden yağmur ummak" olduğunu beyan etmiştir. (Buharî, Müslim)

Eğer bu tür olayların insanlar üzerinde, onların kişiliklerini dahi belirleyecek etkisi olsaydı, bütün insanların aynı emir ve nehiylere muhatap olmasının ve aynı hükümlere uymakla sorumlu kılınmasının bir anlamı olmazdı. (el-Merzûkî, Kitâbu’l-Ezmine ve’l-Emkine, s. 70)

Cahiliye Araplarının, insanın kaderiyle ilgili olan bütün bu hadiseleri gök cisimlerinin hareketlerine, gezegenlerin menzillere uğrayış ve buralarda kalış sürelerine bağlamasını anlamaz isek, Kur’an’da ve hadislerde “dehr” kavramı üzerinde hassasiyetle durulmuş olmasına bir anlam vermemiz zorlaşır.

Bilindiği gibi “dehr” zaman demektir ve Cahiliye döneminde insanların bütün kaderinin, yukarıda belirttiğimiz tarzda gök cisimleri ile kopmaz bir ilişki içinde olduğuna inanılırdı. (Zamanın, Eski Yunan’dan bu yana felekler ve “gök” dediğimiz kozmik sistem ile irtibatlı olarak izah edildiği bilinmektedir. Bkz. Merzûkî, a.g.e., 103)

Cahiliye Araplarının ağzından hikâye edilen “Bizi ancak dehr helâk ediyor.” (Câsiye Suresi, 24) sözü ve Efendimiz 
sallallahu aleyhi ve sellem’in “Dehr’e sövmeyin. Zira dehr Allah’tır.” (Buharî, Müslim, Ahmed b. Hanbel) hadisi bu noktaya dikkatimizi çekmektedir.

Zikrettiğimiz hadiste geçen “Dehr Allah’tır.” sözünün anlamı şudur: “Bazı kimseler olayları dehre (zamana) bağlıyor; hoşlarına gitmeyen bir şey olduğunda, sebep olarak gördükleri dehr hakkında kötü laf ediyor. Oysa yaşadığınız her şey Allah’tandır. Siz sebep hakkında kötü söz söylediğinizde, Allah Tealâ hakkında konuşmuş olursunuz.”

Dolayısıyla, gezegenlerin uğradığı mutat durak yerleri olarak itibar edilen burçlar da dahil olmak üzere, hiçbir gök hareketinin ve cisminin insan tabiatı, kaderi, özellikleri ve kabiliyeti üzerinde etkisi yoktur. Bazı kitaplarda bu konuda nakledilen bilgiler, farklı kültürlerden harmanlanarak gelen ve dinimiz tarafından tasdik edilmemiş olan hususlardır.

Sonuç olarak Kur’an ve Sünnet’in onaylamadığı şekilde gaybdan haber alma çabası, insanı asıl gayesinden alıkoyan ve giderek yaratılış maksadından uzak vadilere sürükleyen tehlikeli bir meşgaledir.

Ebubekir Sifil