23 Temmuz 2025 Çarşamba

107-Maûn Suresi - 4-7 . Ayet Tefsiri

                 Eûzu billahi mineş şeytânirracîm 

                 Bismillahirrahmanirrahim

﴾4﴿ Vay haline o namaz kılanların ki,

﴾5﴿ Onlar namazlarının özünden uzaktırlar.

﴾6﴿ Onlar halka gösteriş yaparlar.

﴾7﴿ Hayra da engel olurlar.

                        Sadakallahul Azim

Tefsir (Kur'an Yolu)

Yukarıda insanlara karşı insanlık görevini yerine getirmeyenler kınanmıştı; burada ise Allah Teala’ya karşı gerçek anlamda kulluk görevlerini yerine getirmeyenler eleştirilmektedir.

Burada namaz kılmalarına rağmen kınananların olumsuz tutumlarına üç örnek sıralanmıştır: 

a) Namazlarının özünden uzak olmaları, 

b) İbadetlerinde halka gösteriş yapmaları, 

c) Hayra engel olmaları. 

“Namazlarının özünden uzaktırlar” diye çevirdiğimiz cümlede geçen sâhûn kelimesinin sözlük anlamı “unutanlar” olup bu bağlamda, “namazlarını vaktinde kılmayanlar” şeklinde yorumlayanlar bulunmuşsa da Taberî, bizim de meâlde esas aldığımız yorumunda sâhûn kelimesini, “namazı ciddiye almayanlar, başka şeylerle meşgul olmayı namaz kılmaya tercih edenler” şeklinde anlamanın daha isabetli olduğunu, bunun vaktinde kılınmaması veya büsbütün terkedilmesiyle ilgili yorumu da kapsadığını belirtmiştir (XXX, 312). Bir kimsenin namazı ciddiye almamasının, namaz kılıyor görünse bile onun özünden uzak kalmasının önemli bir sebebi, 6. âyette riyâ kavramıyla ifade edilen “halka gösteriş yapma” eğilimidir. 

Riyâ, özellikle dinî davranışlarla ilgili bir terim olup “bir kimsenin, kendisinde bulunmayan dinî ve ahlâkî bir meziyeti, bir erdemi varmış gibi göstermesi, iyilik yapıyormuş gibi görünmesine rağmen yaptıklarıyla –iyiliğin din ve ahlâktaki karşılığından öte– maddî veya manevî bir çıkar amaçlaması” anlamına gelir. İşte âyette bu tutum eleştirilmektedir.

“Hayır” diye çevirdiğimiz son âyetteki mâûn kelimesini Taberî, “insanın yararına olan her şey” şeklinde tanımlar ve kelimenin “zekât, diğer malî yükümlülükler, insanların kendi aralarında birbirine yararlandırmadıkları nimetler, hak, ödünç, mal” gibi anlamlarla açıklandığına dair görüşler naklettikten sonra kendisi mâûn kelimesinin bu bağlamda insanlara iyilik, hayır, nimetlerin paylaşılması gibi anlamları kuşatan genel bir ifade olduğunu belirtir (XXX, 313-320).

Bu sebeple biz de meâlde mâûnu geniş bir kavram olan “hayır” kelimesiyle ifade etmeyi uygun bulduk.

Sûrede dikkati çeken önemli bir nokta şudur: İbadetlerde şekil şartları da vazgeçilmez olmakla birlikte, en az şekil kadar özen gösterilmesi gereken husus, imanla birlikte niyet, ihlâs, huşû, takvâ gibi kavramlarla ifade edilen öz ve içeriktir. Kur’an’a göre ibadetlerde niyet ve ihlâs, tevhid ilkesinin ibadetteki yansımasıdır (meselâ bk. Fâtiha 1/5; Âl-i İmrân 3/64).

Bunu Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, “Allah Teala’yı görüyormuşçasına ibadet etmek” şeklinde belirtmiştir (Buhârî, “Îmân”, 37).

İşte 4-6. âyetlerde, “Vay haline o namaz kılanlara ki, onlar namazlarının özünden uzaktırlar; halka gösteriş yaparlar” meâlindeki eleştiriyle verilmek istenen mesaj budur.

Sûrede dikkati çeken diğer önemli bir nokta da Allah Teala’ya gönülden ibadet etmekle yardımlaşma ve dayanışmanın dindarlıkta birbirinden ayrılmazlığının vurgulanmış olmasıdır. Buna göre gerçekten dine inanan ve âhiret sorumluluğu taşıyan insan hem Allah Teala’ya hem de yaratılmışlara karşı ödevlerinin bilincinde olup bunları tam bir ihlâs ve samimiyetle yerine getiren, kendisi iyilikler yaptığı gibi herkesin de iyilik yapmasına ön ayak olan, yardımlaşma ve dayanışmanın önünü tıkayan değil, aksine gelişip yaygınlaşmasına, bireyselliği aşarak toplumsal ve kurumsal bir yapı kazanmasına katkıda bulunan insandır. İslâm’ın hâkim kılmak istediği gerçek ahlâk ve üstün insanlık işte budur.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt:5 Sayfa:697-698

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Ma%C3%BBn-suresi/6201/4-7-ayet-tefsiri

22 Temmuz 2025 Salı

107- Mâûn Sûresi- 1-3 . Ayet Tefsiri

                 Eûzu billahi mineş şeytânirracîm 

                 Bismillahirrahmanirrahim

﴾1﴿ Gördün mü dini yalan sayanı?

﴾2﴿ İşte odur yetimi itip kakan;

﴾3﴿ Ve yoksula yedirmeyi özendirmeyen!

                        Sadakallahul Azim

Tefsir (Kur'an Yolu)

“Gördün mü?” sorusu, burada şaşılacak bir tutumdan söz edileceğine, dolayısıyla konunun önemli olduğuna dikkat çekmeyi amaçlamaktadır. Âyetteki din kelimesi, bilinen anlamı yanında “Allah’ın hükmü” veya “uhrevî yargı” mânasında da anlaşılabilir (bk. Taberî, XXX, 310). Ancak bunların birini inkâr eden diğerlerini de inkâr etmiş olacağı için sonuç değişmemektedir.

Din kelimesinin bir anlamı da “karşılık, ceza ve mükâfat”tır. Müfessirlerin çoğunluğu buradaki “din” kelimesiyle bu anlamın kastedildiğini belirtmiş; bu sebeple 2-3. âyetleri “böyleleri yapıp ettiklerinin ceza veya mükâfat olarak bir karşılığını göreceklerine (âhirete) inanmadıkları için, yetime kötü davranmaktan, yoksullara karşı ilgisiz durmaktan çekinmezler” şeklinde açıklamışlardır. Kuşkusuz buradaki yetime kötü muamele ve yoksulun derdiyle ilgilenmeme birer örnektir; dini yani âhiret sorgusu ve yargısını, uhrevî sorumluluğu ve sonuçlarını inkâr edenlerin başka özellikleri de bulunmakla birlikte burada Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem dönemindeki inkârcıların toplumsal ahlâkla ilgili en belirleyici ve yıkıcı tutumlarına iki örnek zikredilmiştir. Nitekim âyetin, putperestlerin tipik şahsiyetlerinden olan Âs b. Vâil hakkında indiği belirtilir (Râzî, XXXII, 111). 

Bununla birlikte âyetin genel amacı, insan sevgisinden mahrumiyetin en belirgin tezahürleri olan bu tür kaba ve haksız davranışları sergileyenleri kınamak ve bu yaptıklarının Allah katında en büyük kötülüklerden olduğuna, bunların temelinde dini, Allah’ın hükümlerini yahut âhireti inkâr etmenin bulunduğuna insanların dikkatini çekmektir (İbn Âşûr, XXX, 564). Yetim ve yoksul, toplumun zayıf ve himayeye muhtaç kesimlerini temsil eder. Bunları küçümseyerek hakaret eden, itip kakan kimse toplumdaki zayıfların haklarını çiğniyor demektir. Dinin insanlığa yönelik en büyük hedefi ise insanlar arasında sevgi ve dayanışmayı, paylaşmayı sağlamak, sıkıntıların da mutlulukların da paylaşıldığı bir insanlık bilinci oluşturmaktır.

Bu âyetler, bir taraftan bu tür davranışlar sergileyenleri kınarken diğer taraftan da gerçek dindarları yetim ve yoksullar gibi himayeye muhtaç olanlara yardım etmeye özendirmekte; ihtiyaç sahiplerine yardım konusunda başkalarını teşvik etmenin, hatta bunun için hayır kurumları oluşturarak sosyal yardımı daha verimli, düzenli ve sürekli hale getirmenin gereğini vurgulamaktadır.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa:696-697

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Ma%C3%BBn-suresi/6198/1-3-ayet-tefsiri

21 Temmuz 2025 Pazartesi

Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat

Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat ya da kısaca Ehl-i Sünnet tabiri “Hz. Peygamber ile ashabın dinin temel konularında takip ettikleri yolu benimseyenler” manasına gelir (Yavuz, “Ehl-i Sünnet”, DİA, 10/525). Bilindiği gibi Rabbimizin insanlığa gönderdiği İslâm’ın öğretileri, son vahiy Kur’ân’ın Hz. Muhammed (s.a.s.) tarafından tebliğ ve beyan edilmesiyle vücut bulmuştur. Hz. Peygamber’in Sünneti; Kur’ân’ın beyanı, somut bir açıklaması ve uygulamasıdır. Kur’ân’ın Hz. Peygamber’e itaati emretmesi, ona Kitab’ı beyan görevi vermesi, onun ve beraberindeki müminlerin yolundan ayrılmayı yasaklaması gibi hükümler, Allah Resûlü’nün Sünnetinin Müslümanlar için sürekli bir rehber ve model olmasını zorunlu kılmıştır.

Ashâb-ı Kirâm, Resûlullah’a iman edip onunla uzun süre beraber bulunmuş, davranışlarına şahit olmuş, söylediklerini dinlemiş, onun yüce ahlâkını benimsemiş kişilik sahibi, samimi ve fedakâr şahsiyetlerdir. Vahyin inişinin ve tatbikatının canlı tanığı olan Sahâbe-i Kiram, İslâm’ı bizzat Hz. Peygamber’den görmesi, öğrenmesi ve yaşayarak sonraki nesillere aktarması nedeniyle önemli bir yere ve ayrıcalığa sahiptirler.

Hz. Osman’ın şehit edilmesinden sonra Müslümanlar arasında siyasî ihtilaflar baş göstermiştir. Hz. Ali ve Hz. Muaviye arasındaki hakem olayından sonra Haricilik, diğer Müslümanları tekfir eder bir nitelikte ortaya çıkmış ve ümmetin büyük kitlesini teşkil eden ana topluluktan (Cemaat, Sevâd-ı azam) ayrılmıştır. Aynı şekilde Hz. Ali ve onun soyundan gelenlerin imâm/halife olmalarını dinî bir emir ve esas olarak telakki eden ve bunu imanın bir şartı olarak görenler de Hz. Ali taraftarları anlamında “Şia” ismiyle ayrı bir grup oluşturmuşlardır.

Bütün bu siyasi mücadeleler neticesinde büyük günah işleyenin durumu, kader, imâmet ve yöneticilere itaat gibi meseleler başlıca tartışma konularını oluşturmuştur. Bunun yanında farklı inanç ve kültürlerle karşılaşılması, naslarda yer alan Allah’ın fiilleri ve sıfatları gibi bazı hususların yeniden yorumlanması ihtiyacını doğurmuştur. Bu tür meseleler Mutezile, Müşebbihe ve Mücessime gibi yeni ekollerin ortaya çıkmasına yol açmıştır.

Ümmetin büyük kitlesini teşkil eden ana topluluk, Kur’ân’ı ve Hz. Peygamber’in Sünnetini esas almış ve başta Râşit Halifeler olmak üzere Sahâbenin yolunu takip etmiştir. Ümmetin ana gövdesine “Ehl-i Sünnet ve'l-cemaat” adının verilmesinde esas unsur budur. Çünkü diğer gruplar bir veya daha fazla noktada İslâm’ın temel esaslarından olmayan bazı meseleleri inanç esası haline getirmeleri gibi nedenlerle “Cemaat”ten ayrılmışlardır. Mesela Hariciler, büyük günah meselesindeki dışlayıcı itikatlarıyla diğer Müslümanları tekfir etmişler, âyet-i kerimeleri, Kur'ân ve Sünnet bütünlüğü içerisinde bilinen anlamlarından farklı olarak yanlış yorumlamışlardır. Aynı şekilde Şiiler, Hz. Peygamber’den sonra ümmetin dinî ve siyasî liderinin (imâmın) kim olacağı meselesinde konuyla ilgili Kur'ân ve Sünnetin temel tutumunu ve Sahâbenin anlayışını terk edip, bazı âyet ve rivâyetleri kendi görüşleri doğrultusunda zorlama yorumlara tabi tutmuşlardır. Onlar, imâmetin vahiyle bildirilen ve bir inanç esası olarak kabul edilmesi gereken dinî bir hüküm olduğunu iddia etmişler, âyet ve hadisleri de bu yanlış anlayışlarına dayanak yapmışlardır.

İşte İslâm’ın anlaşılması ve yaşanmasında Hz. Peygamber’in Sünnetini ve ilk üç nesil Müslüman ümmetin çoğunluğunun (Cemaatin) yolunu takip eden ana kitleye, "Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat" adı verilmesi böyle bir arka plana dayanmaktadır.

Tarih boyunca selef-i sâlihînin yolunu takip eden geniş Müslüman kitlelerin mensubu bulunduğu Eşarîlik ve Matüridîlik gibi itikadî mezhepler ile Hanefîlik, Malikîlik, Şafîilik ve Hanbelîlik gibi amelî/fıkhî mezhepler, Ehl-i Sünneti temsil edegelmiştir. Aynı şekilde bu itikadî ve fıkhî anlayışları benimseyen ve şer’î esaslara bağlı kalan tasavvufî yorumlar da Ehl-i Sünnet içerisinde kabul edilmiştir. Dolayısıyla Ehl-i Sünnet tabiri dışlayıcı değil, Kur'ân ve Sünneti anlama ve yorumlamada Sahâbe ve selef-i sâlihînin anlayışını takip eden, açıkça bidat ve dalâlete düşmeyen bütün Müslümanları kapsayıcı bir kavramdır.

Ehl-i Sünnetin en önemli ilkelerinden biri, aynı kıbleye yönelen (Ehl-i Kıble) hiçbir Müslümanı İslâm dairesi dışında görmemektir. Zira bidata varan görüşleri nedeniyle, Ehl-i Sünnet ana gövdeden ayrılanlara “Ehl-i bidat” adı verilmiş, ancak bu tekfir gibi ağır bir nitelemeye dönüştürülmemiştir. Ehl-i Sünnete göre bir kimseye Müslüman isminin verilmesi, onun “Ehl-i Kıble” oluşu ve Kelime-i Tevhid’i tasdik etmesiyle ilgilidir. Yani “Lâ ilâhe illallâh Muhammedün Resûlullâh” düstûrunu benimseyen ve dile getiren herkes mümindir. Bu kimse, dinin emir ve yasakları konusunda ihmalkâr davransa da İslâm dışında görülemez ve küfürle itham edilemez. Ehl-i Sünnetin bu konulardaki bazı esasları şöyledir:

- Bir fiil veya sözün “küfür” kapsamına girmesiyle, bu tür fiilleri işleyen veya sözleri söyleyen kimse hakkında “kâfir” hükmü verilmesi aynı şey değildir. Dinin zorunlu olarak bilinen esaslarından birisini veya birkaçını inkâr ettiğini kendi irade ve rızasıyla açıkça beyan etmedikçe bir kimsenin kâfir olduğuna hükmedilemez.

- Kur’ân âyetlerine getirilen yorum ve tevil, Allah’tan başka bir ilâhın varlığını kabul etme, Allah’ın bazı insanların şahsına hulul ettiğine inanma, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) peygamberliğini inkâr etme veya peygamberliğin O'ndan sonra devam ettiğini iddia etme; katî delillerle sabit olan haramları helal sayma ya da şer‘î yükümlülükleri kaldırma gibi dinin zorunlu olarak bilinen hüküm ve esaslarının dışına çıkmadığı veya bunları alay konusu etmediği sürece tekfir sebebi olarak görülmez. Bu itibarla İslâm âlimleri bu hususu, “tenzilin inkârı küfürdür, tevili ise küfür değildir” şeklinde bir ilke haline getirmişlerdir.

Bununla beraber günümüzde bazı kişi ve gruplar kendi görüşlerini merkeze alıp bunlara aykırı gördükleri her türlü farklı yorumu Ehl-i Sünnet karşıtı olarak nitelendirmekte ve mahkûm etmektedirler. Bu ve benzeri daraltıcı ve dışlayıcı tutumlar, İslâm tarihi boyunca kuşatıcılığı ve kapsayıcılığı esas alan Ehl-i Sünnet anlayışıyla uyuşmamaktadır. Özellikle günümüzde Ehl-i Sünnet kavramını dinî ve ideolojik bir yaftalamaya dönüştüren bu anlayışlar, ayrımcı ve ötekileştirici bir tavrı öne çıkardığı gibi güncel meydan okumalar karşısında yeni yorum ve çözümlere yönelen tüm arayışları Ehl-i Sünnet dairesinden çıkmakla itham etmektedirler.

Müslümanın yapması gereken geçmişten günümüze İslâm’ın ana yolunu temsil eden Ehl-i Sünnet tabirini bu türden dışlayıcı bakış açılarına kurban etmemesi ve bu kavramı ideolojik bir yaftalamaya alet etmemesidir. Bu itibarla Ehl-i Sünnet yaklaşımı, yukarıda belirtilen çerçevede bütün Müslümanları kucaklayan ve ötekileştirmeden İslâm’ın kardeşlik inancını pekiştiren bir anlayıştır.

107-Maûn Suresi-Hakkında-Nuzülü-Konusu

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 7 âyettir. Mâ’ûn, yardım ve zekât demektir.

Nuzülü

İniş sırasına göre on yedinci, mushaftaki sıraya göre yüz yedinci sûredir. Tekâsür sûresinden sonra Kâfirûn sûresinden önce Mekke’de inmiştir. 4-7. âyetlerin Medine’de münafıklar hakkında indiğine dair rivayet de vardır (bk. İbn Âşûr, XXX, 563).

Konusu

Sûrede, biri Allah Teala’nın nimetlerini ve hesap gününü inkâr eden nankör, diğeri amellerini gösteriş için yapan riyakâr olmak üzere iki tip insan tasvir edilmektedir.

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/107-maun-suresi

20 Temmuz 2025 Pazar

106- KUREYŞ SÛRESİ BİZE NE ANLATTI?

Mekke döneminde nâzil olmuştur. Dört âyet olup fâsılaları ت، ش، ف harfleridir. Sûrede Kureyş kabilesinden bahsedildiği için bu adı almıştır. Li-îlâfi Kureyş olarak da adlandırılır. Kur’ân-ı Kerîm’de sadece Kureyş sûresine illet ve sebep gösterme (ta‘lîl) edatı olan lâm harfiyle başlanmaktadır. Sûrenin ilk âyetinde Allah’ın Kureyş kabilesine lutuflarda bulunduğu hatırlatılarak kabile imana davet edilmektedir.

Kureyş sûresi konu ve anlam bakımından bir önceki Fîl sûresinin devamı gibidir. Fîl sûresinde Kureyşliler’in Ebrehe ordusunun saldırısından nasıl korunduğu anlatılırken bu sûrede Kureyş’e verilen nimetler, güven ve refah dile getirilmektedir. Aralarındaki yakın ilgi sebebiyle bu iki sûrenin tek sûre olduğunu söyleyenler bulunmakla birlikte bu görüş doğru değildir. Sûrede Kureyş adına yer verilmiş olması, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in ve ilk müslümanların bu kabileye mensup olmalarının yanı sıra Kâbe’nin bakımı, Kâbe ve hac işlerinin yönetimi, hacılara su ve yemek dağıtımı gibi hizmetlerin yine bu kabile tarafından yerine getirilmiş olmasıyla bağlantılıdır.

Sûrenin başında Allah’ın Kureyşliler’i yaz ve kış yolculuklarına alıştırdığı ifade edilir (âyet 1-2). İlk âyette yer alan “îlâf” kelimesi sözlükte “alıştırma, ısındırma; ahid, antlaşma ve ülfet” gibi anlamlara gelir. Kureyş ismine izâfe edilen kelime sûrede iki defa geçmektedir. Kelimenin dostluk anlamı dikkate alındığında burada hem Kureyş’in kendi içindeki güven ve kaynaşmaya hem de komşu topluluklarla aralarındaki dostluğa dikkat çekildiği anlaşılır. Tefsirlerde, bu âyetlerde sözü edilen yolculuklarla Kureyşliler’in yaz mevsiminde Suriye bölgesine, kış mevsiminde Yemen taraflarına ticaret amacıyla düzenledikleri seyahatlere işaret ettiği belirtilmektedir. Kureyşliler bu ticarî seferler sayesinde bir yandan ekonomik durumlarını düzeltiyor, diğer yandan da çeşitli medeniyet ve kültürleri tanıma imkânı buluyorlardı.

Kureyş sûresinde daha sonra Allah Teala’nın Kureyşliler’i doyurup açlıktan kurtardığı ve korkudan emin kıldığı vurgulanarak bu nimetlerden dolayı Allah’a ibadet etmeleri emredilir (âyet 3-4). Kaynaklarda, Allah Teala’nın Kureyş’i korkudan emin kılmasının, hem ikamet ettikleri Mekke ve civarında hem de bu bölge dışına yaptıkları yolculuklarda emniyet içerisinde olmaları veya Fil Vak‘ası’nda Ebrehe ordusunun mağlûp edilerek güvenliklerinin sağlanması ile gerçekleştiği nakledilmektedir (Fahreddin er-Râzî, XXXII, 109). Diğer taraftan aynı âyette işaret edilen açlıktan kurtarmanın ise Mekke ve çevresinin tarıma elverişsiz bir bölge iken Hz. İbrâhim’in duası (İbrâhîm 14/37) ve Kâbe’nin kutsallığı sayesinde Kureyş’in bolluk içerisinde yaşamasını veya yine bu dua sayesinde o bölgede meydana gelmesi muhtemel açlıktan yaz ve kış dönemlerindeki ticarî seferler sayesinde korunmalarını ifade ettiği belirtilir. Sûrede “bu ev” (Kâbe) tabirinden sonra Allah Teala’nın verdiği nimetlerin hatırlatılması Kureyş’in sahip olduğu saygınlığa ve nimetlere Kâbe sayesinde ulaştığını ima eder. Kureyş sûresinin mesajı genel olarak ihsan edilen nimetlere lâyık olmaya ve yalnızca Allah Teala’ya kulluk etmeye yöneliktir.

Sûrenin faziletiyle ilgili olarak Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den nakledilen, Allah Teala’nın Kureyş hakkında sûre indirmesinin başka hiçbir topluluğa nasip olmayan ilâhî bir lutuf olduğu (Âlûsî, XXX, 238) ve Kureyş sûresini okuyan kimseye on sevap verileceği şeklindeki rivayetler zayıf kabul edilmiştir (Makdisî, III, 1626; Muhammed et-Trablusî, I, 1057).

Müellif: M. KÂMİL YAŞAROĞLU


BİBLİYOGRAFYA

Taberî, Câmiʿu’l-beyân, XXX, 197-200.

Vâhidî, Esbâbü’n-nüzûl, Kahire 1379/1959, s. 259-260.

Makdisî, Ẕaḫîretü’l-ḥuffâẓ (nşr. Abdurrahman b. Abdülcebbâr el-Firyevâî), Riyad 1416/1996, III, 1626.

Zemahşerî, el-Keşşâf (Beyrut), IV, 287-288.

Fahreddin er-Râzî, Mefâtîḥu’l-ġayb, XXXII, 103-110.

Muhammed et-Trablusî, el-Keşfü’l-ilâhî ʿan şedîdi’ż-żaʿf ve’l-mevżûʿ ve’l-vâhî (nşr. M. Mahmûd Ahmed Bekkâr), Mekke 1408, I, 1057.

Âlûsî, Rûḥu’l-meʿânî, XXX, 238-241.

Elmalılı, Hak Dini, IX, 6147-6161.

Mevdûdî, Tefhîmü’l-Kur’ân (trc. Muhammed Han Kayanî v.dğr.), İstanbul 1988, VII, 247-250.

Ahmed Abdurrahman Îsâ, “Min delâlâti sûreti Ḳureyş”, Mecelletü Külliyyeti’l-ʿulûmi’l-ictimâʿiyye, I, Riyad 1977, s. 93-126.

Emin Işık, “Kureyş Sûresi Üzerine Bir Tefsir Denemesi”, MÜİFD, sy. 3 (1985), s. 9-14.

Salim Rashid, “Surah Quraysh”, The American Journal of Islamic Social Science, V/1, Herndon 1988, s. 129-134.

19 Temmuz 2025 Cumartesi

akledenkalpler: Halk İçin Değil; Hakk İçin İyi Ol!

akledenkalpler: Halk İçin Değil; Hakk İçin İyi Ol!:      İhsan, Allah azze ve celleye kulluk etmendir.       Müşterisine, komşusuna iyi olana, caddede sokakta iyi davranana    “iyi insan” diyo...

106- Kureyş Suresi - 1-4 . Ayet Tefsiri

                 Eûzu billahi mineş şeytânirracîm 

                 Bismillahirrahmanirrahim

﴾1-2﴿ Kureyş’in güvenliğini, onların kış ve yaz yolculuklarında güvenliğini sağlamak için (Allah lutuflarda bulundu).

﴾3-4﴿ Onlar da kendilerini besleyip açlıklarını gideren ve her çeşit korkudan emin kılan şu evin rabbine kulluk etsinler.

                        Sadakallahul Azim

Tefsir (Kur'an Yolu)

Güvenliğini sağlamak için” şeklindeki çeviriye göre bu âyet bir önceki sûrenin devamı gibidir ve cümle, “Ebrehe ve ordusunu helâk ettik” şeklinde tamamlanır. Sûrenin sonunu başına bağlamak da mümkündür; bu takdirde mâna şöyle olur: “... sağladığı için Kâbe’nin rabbine kulluk etsinler.”

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in büyük dedesi Haşim b. Abdi Menâf ve diğer bazı Kureyş liderlerinin, ticaret güvenliğini geliştirmek maksadıyla çevredeki kabile ve devlet ve liderleriyle yaptıkları, kaynaklarda ‘îlâf’ adı da verilen anlaşmalar meşhurdur. Keza Haşim’in, Mekke’nin kutsiyetine saygı duymayan kabilelerden, eşkıya ve çapulcudan şehir halkını korumak için ‘îlâf’ adıyla bir güvenlik uygulaması başlattığı, hatta bu hizmetin finansmanı için mecburi vergi koyduğu bilinmektedir (Çok sayıdaki kaynaklardan bazıları için bk. Mustafa Çağrıcı, Kur’an’ın Geliş Ortamında Ahlâk ve İnsan ilişkileri, s. 167-168/dipnot 132). Yaygın görüşe göre sûrenin başındaki îlâf ile sağlanan bu ticaret güvenliği kastedilmiştir (Buradaki îlâf kelimesinin “ülfet”ten gelen başka bir anlamı, bu sûre ile Fil sûresi arasındaki anlam ilişkisi ve ikinci sûrenin geliş sebebine dair önemli bir bilgiye aşağıda yer verilecektir).

Kureyş, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in mensup olduğu, İslâm’ın tebliğine ilk muhatap olan ve Kur’an’da adı geçen büyük Arap kabilesidir. Nesep bilginlerinin çoğunluğuna göre Kureyş’in atası Nadr b. Kinâne b. Huzeyme b. Müdrike b. İlyâs b. Mudar b. Nizâr b. Maad b. Adnân’dır. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Kureyş’in Hâşimoğulları koluna mensuptur. Kabile reisliği genellikle Hâşimoğulları ile Ümeyyeoğulları arasında mücadele konusu olmuştur. Câhiliye döneminde Kureyşliler Allah’ın varlığına inanmakla birlikte putları Allah’a ortak koşuyorlardı, bu sebeple Kur’an onları, “ortak koşanlar” anlamına gelen müşrikûn sıfatıyla nitelemiştir. 610 yılında Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e Kur’an inmeye başlayınca Kureyş’in bir kısmı ona iman etmekle birlikte çoğu inanmadığı gibi Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e karşı gittikçe sertleşen ve savaşlara kadar varan bir mücadeleye girişmişlerdir. Bu direniş hicretin 8. yılında Mekke’nin fethine kadar sürmüştür. Mekke’nin fethedilmesiyle birlikte İslâmiyet’in karşısındaki Kureyş düşmanlığı da tamamen ortadan kalkmıştır. Bundan sonra İslâm’ın dünyaya yayılması için Kureyşliler’in ön saflarda mücadele verdikleri görülmektedir (ayrıca bk. Casim Avcı, “Kureyş (Benî Kureyş)”, DİA, XXVI, 442-444).

Kureyş kabilesi, Araplarca kutsal sayılan Kâbe’nin gözetim ve bakımını üstlendikleri için diğer Arap kabileleri onlara büyük saygı gösterirlerdi; özellikle Kâbe’yi yıkmaya gelen fil ordusunun mûcizevî bir felâkete mâruz kalarak Kâbe’yi yıkma teşebbüslerinin başarısızlıkla sonuçlanması üzerine Kureyşliler’in kabileler nezdindeki saygınlığı iyice arttı. Emîrler ve krallar onlara saygı gösterir, başkaları çöllerde haydutlar tarafından saldırılara uğrarken Kureyşliler güven içerisinde yazın Tâif’in serin yaylalarına, kışın da Yemen’in ılık bölgelerine serbestçe seyahatlerde bulunarak büyük kazançlar elde ederlerdi. Hatta Kureyş’in ticaret kervanları kış aylarında Somali ve Habeşistan’a, yaz aylarında da Suriye, Mısır, Irak ve İran’a kadar giderlerdi. Mekke’nin bulunduğu bölge tarım ve hayvancılığa elverişli olmadığı için halkın ticaretten başka gelir kaynağı yok denecek kadar azdı. Hac mevsiminde kurulan panayırlar ticaretlerinin canlanmasına vesile olduğu gibi buralarda düzenlenen şiir, hitabet vb. yarışmalar da dil, edebiyat ve kültürün gelişmesini sağlıyordu. İşte sûrede Allah’ın onlara lutfettiği bu imkânlar hatırlatılmakta, özellikle Kâbe’ye vurgu yapılarak “Şu evin (Kâbe) rabbine kulluk etsinler” buyurulmaktadır.

Kabile hayatı yaşayan Arap yarımadası devlet otoritesinden yoksun olduğu için burada genel bir güvensizlik bulunduğu halde Mekke Hz. İbrâhim zamanından beri Allah tarafından saygınlığı çiğnenmeyen (harem) bölge olarak insanlığa duyurulmuş, bu sayede Mekke halkı dış saldırılardan korunmuştur. Nitekim bir âyet-i kerîmede, “Görmezler mi ki, çevrelerindeki insanlar durmadan yerinden koparılıp götürülürken biz (Mekke’yi) güvenli, dokunulmaz belde yapmışızdır?” (Ankebût 29/67) buyurularak bu nimetler hatırlatılmaktadır. Ayrıca başka bölgelerde üretilen sebze, meyve ve diğer gıda maddeleri Hz. İbrâhim’in duası bereketiyle (İbrâhim 14/37), bir ticaret merkezi haline gelmiş olan Mekke’ye getirilip satılır, böylece bura halkının ihtiyacı karşılanırdı. İşte sûrede Kureyş’in, bütün bu nimetlerin şükrünü yerine getirmek için Allah’a kulluk etmesi istenmiştir.

Kureyş sûresinin ilk âyetinin tam anlamı “Kureyş’in îlâfı için…” veya “Kureyş’in ilâfından dolayı…” şeklinde olup cümlenin geri kalanı tamamlanmamış, bu kısım tefsirciler tarafından başta özetlediğimiz bazı farklı ifadelerle doldurulmaya çalışılmıştır. Bazı kaynaklarda Kureyş sûresinin iniş sebebini ve önceki Fil sûresiyle bağlantısını farklı şekilde açıklayan, böylece bu sûrenin ilk âyetini Fil sûresinin son âyetine bağlayarak boşluğu gideren bir bilgi yer almaktadır. Bu kaynaklarda, İslâm’ın zuhuruna yakın yıllarda Mekke ve çevresinde yoksulluk sorununun dayanılmaz bir hal alması yüzünden bu çevrede bir intihar geleneğinin oluştuğundan söz edilir. Bu uygulamaya, “birinin kapıyı arkasından kilitleyip, açlıktan ölünceye kadar hiç kimseden hiçbir şey istememesi” anlamında i‘tifâd (الاعتفاد) deniliyordu. Uygulamanın mahiyeti hakkında bilgi veren klasik eserler, ilk kaynak olarak genellikle Zübeyr b. Bekkâr’ın (ö. 256/870) el-Muvaffakıyyât’ını zikreder, Zübeyr’in de bu bilgiyi Emevî halifesi Ömer b. Abdülaziz’e nispet ettiğini belirtirler. ‘İ‘tifâd’ uygulaması hakkında ve buna son verilmesi için Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in büyük dedesi Haşim’in ürettiği îlâf çözümü konusunda, –ulaşabildiğimiz kadarıyla– önce İbn Hamdûn (ö. 562/1167) et-TeŽkiretu’l-Hamdûniyye’de (II, 152), ardından bazı önemsiz değişiklikler ve kısaltmalarla İbnü’l-Cevzî el-Muntazam’da (II, 211), Suyûtî ed-Dürrü el-Menûr’da (VIII, 636) ve Muhammed b. Yusuf eş-Şâmî Süb ülü’l-Hüdâ’da (I, 269) bilgi vermişlerdir.

İbn Hamdûn’da anlatıldığına göre “Kureyş’in i‘tifâdı” şöyleydi: “… Onlar fakir düşünce açık araziye çıkarak kendileri için çadırlar kurup oraya kapanırlar, en sonunda yoksulluk durumları bilinmeden öylece ölürlerdi… Nihayet Haşim yetişkin bir insan oldu; kavmi arasında büyük itibar kazandı. Bir gün dedi ki: ‘Ey Kureyş topluluğu! … Şu i‘tifad (fakirlik yüzünden intihar olayı), birçoğunuzun başına gelmektedir. Bu hususta bir fikir geliştirdim.’ ‘Fikrin neyse emret yapalım’ dediler. Haşim şöyle devam etti: ‘Fakirlerinizle zenginlerinizi kaynaştırmayı düşünüyorum; bir zenginin yanına onunla aynı sayıda aile efradı bulunan bir fakir vereceğim. Zengin olan yazın Şam bölgesine, kışın Yemen bölgesine yapacağı ticaret yolculuğunda o fakiri yardımcısı olarak yanında götürecek; böylece zengin kazandıkça fakir ve onun ailesi de onun gölgesinde geçimini sağlayacak ve bu uygulama i‘tifadı ortadan kaldıracak.’ ‘Ne güzel düşündün!’ dediler. Bu suretle Haşim insanlar arasında bir kaynaşma (ülfet) sağladı…”

Aynı yerde Allah’ın Mekkeliler’i fil ordusundan koruduğunu anlatan Fil sûresiyle ‘îlâf’tan bahseden bir sonraki Kureyş sûresi arasında bir sebep-sonuç bağlantısı da kurulmakta; Kureyş sûresinin başındaki ‘îlâf’ kelimesinin ‘الألفة’ (ülfet, kaynaşma) kökünden geldiği, bunun da zenginlerle yoksullar arasında bir “merhamet ve yardımlaşma” ürettiği dikkate alınarak bu iki sûreden özetle şöyle bir sonuca ulaşılmaktadır: 

Kureyş halkı, Haşim’in çözüm teklifine uyarak aralarında ülfet kurdukları, birbirine merhamet gösterip yardımlaştıkları, yoksulları doyurup açlık ölümünden kurtardıkları için –putperest olmalarına rağmen– Allah da onları fil ordusuna karşı korumuştur.

Ayrıca Kureyş sûresinin 4. âyetinde “açlıklarını giderme” ifadesi Hâşim’in getirdiği uygulamayla açlık sorununun çözülmesine, “korkudan emin kılma” ifadesi de o yoksulların kervanlarla gidip güvenliği sağlamasına işaret etmektedir. Bu iyilikleri Hâşim’in aklına getirip yaptıran da Allah olduğu için sûrede “açlıklarını giderme” ve “korkudan emin kılma” Allah’a nispet edilmiştir.

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in atalarını öven ve huzurunda okunduğunda onu mutlu eden şu mısralarda bu îlâf uygulamasına işaret edildiği anlaşılmaktadır:

“Zenginlerini fakirleriyle kaynaştıranlardır (onlar),

Ta ki fakirleri kendi geçimini sağlayacak duruma gelinceye kadar.”

Ne var ki, –kapsamının ve tesirinin ne kadar olduğu hakkında yeterli bilgiye sahip olmadığımız- Kureyş’in bu ülfet ve dayanışma pratiğinin zaman ilerledikçe zayıfladığı; bilhassa Kur’an’ın Mekke müşriklerinin geleneksel putperestlik inancını açıkça reddetmesi, Câhiliyye ahlâk telakkisini, dünya görüşünü ve toplumsal zihniyetini giderek artan bir kuşatıcılıkta eleştiriden geçirip her şeyi yeni baştan inşa etmek istediğinin anlaşılması ve nihayet “İslâm’ın kabileler arasında yayılmaya başladığı”nın görülmesi üzerine, Kureyş’in genel tutumunun özellikle yeni dinin mensuplarına karşı sosyal ve ekonomik tecride kadar varan, nihayetinde onları yurtlarını terketmek zorunda bırakan bir acımasızlığa dönüştüğü görülür. Sonuçta Hâşim’in bu uygulaması, Walter Dostal’ın ifadesiyle, “Açıktır ki Peygamber sayesinde soylu bir davranış formundan çıkarılmış, bütün inananlar için genel bir görev olarak zekât formunda yeniden şekillendirilmiştir.” (Bütün bu bilgiler ve kaynakları için bk. Mustafa Çağrıcı, a.g.e., s. 168-171 ve dipnot 133-142).

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa:693-694

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Kurey%C5%9F-suresi/6194/1-4-ayet-tefsiri

18 Temmuz 2025 Cuma

106- Kureyş Sûresi- Hakkında-Nuzülü-Konusu

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 4 âyettir. Kureyş, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin mensup olduğu kabilenin adıdır.

Nuzülü

Mushaftaki sıralamada yüz altıncı, iniş sırasına göre yirmi dokuzuncu sûredir. Tîn sûresinden sonra, Kāria sûresinden önce Mekke’de inmiştir.

Konusu

Sûrede Kureyş’e Câhiliye döneminde sağlanan ticarî kolaylıklardan, güvenlik, zenginlik vb. imkânlardan bahsedilmekte, bunlardan dolayı yüce Allah’a minnettar olup kulluk etmek gerektiğine dikkat çekilmektedir.

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/106-kureys-suresi


17 Temmuz 2025 Perşembe

105- FÎL SÛRESİ BİZE NE ANLATTI?

Mekke devrinde nâzil olmuştur; beş âyettir. Fâsılası ل harfidir. Adını ilk âyette geçen “fîl” kelimesinden alır. Konusu, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in doğduğu yıl veya ondan biraz önce vuku bulan ve tarihte Fil Vak‘ası adıyla anılan Kâbe’ye saldırı olayıdır.

Fîl sûresinde Allah Teala’nın “fil ashabı”na, yani Ebrehe el-Eşrem’e ve askerlerine ne yaptığı, onları nasıl helâk ettiği vurgulu bir ifadeyle belirtildikten ve böylece bu olaydan ibret almak gerektiğine dikkat çekildikten sonra tuzaklarının nasıl boşa çıkarıldığı ve onların, Allah Teala’nın gönderdiği sürü sürü kuşların attığı taşlarla nasıl ezilmiş saman çöpleri veya böceklerin yediği yapraklar gibi ansızın yere serilip perişan edildikleri bildirilmektedir. Sûrenin üslûbundan Araplar’ın bu olay hakkında bilgileri olduğu anlaşılmaktadır; muhtemelen olayı görenlerin bir kısmı da hâlâ hayattaydı (bk. FİL VAK‘ASI). Nitekim Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’i yalanlamaktan büyük zevk duyan müşrikler bu sûre inince böyle bir tepki göstermemişlerdir. Bu hususlar, Kur’an’ın asıl maksadının Fil Vak‘ası hakkında bilgi vermek olmadığını, Mekke müşriklerine bildikleri bir olayın acı sonucunu hatırlatarak İslâm’ın sesini boğmaya çalışmayı, Kur’an’a ve Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’e karşı düşmanca tavırlar sergilemeyi sürdürmeleri halinde kendilerinin de böyle bir cezaya çarptırılabileceklerini ihtar etmek olduğunu ortaya koymaktadır.

Fahreddin er-Râzî’ye göre sûrede Ebrehe ordusuna “fil erbabı” veya “fil mâlikleri” denilmeyip “ashâbü’l-fîl” (fil arkadaşları) denilmesi, Kâbe’yi yıkmaya kalkışanların filden daha akıllı olmadıklarına, hatta ondan daha aşağı ve ahmak olduklarına işaret eder; çünkü onlar bu kutsal mekânı yıkmak isterken fil o yöne gitmemekte direnmiştir (Mefâtîḥu’l-ġayb, XXXII, 98). Aynı müfessir, sûrede Ebrehe ve askerlerinin besledikleri kötü emellerin “keyd” (tuzak) kelimesiyle ifade edilmesine dayanarak onların sadece Kâbe’yi yıkmak amacını taşımadıklarını, çünkü önceden açıkladıkları için bunun tuzak olmaktan çıktığını, kelimenin genel anlamda Araplar’a karşı besledikleri kıskançlığı dile getirdiğini belirtir (a.g.e., XXXII, 99).

Tefsir kitaplarında sûrenin tamamı ve bazı kelimeleriyle ilgili değişik görüş ve açıklamalara rastlanmaktadır. Genellikle “bölük bölük, küme küme, farklı yönlerden gelip toplanan kuşlar” şeklinde anlam verilen ebâbîl kelimesini Ahfeş ve Ferrâ gibi müfessirler tekili bulunmayan çoğul kelime olarak düşünürken bazı müfessirler bunun değişik tekillerinden söz etmişlerdir (Yahyâ b. Ziyâd el-Ferrâ, III, 292; Taberî, XXX, 296; Fahreddin er-Râzî, XXXII, 100). 

Çeşitli rivayetlerde, kırlangıca benzetilen bu acayip kuşların sürüler halinde deniz tarafından gelip toplandıkları ve yalnız Fil Vak‘ası’nda görüldükleri belirtilir. Bu kuşların hortumlu ve pençeli, siyah, beyaz veya yeşil olduklarına dair muhtelif rivayetler vardır. Fahreddin er-Râzî bu rivayet farklılığını, kuşların değişik renklerine ve olayı görenlerin kendi gördükleri renkleri aktarmaları ihtimaline bağlar. Rivayetlere göre her kuş birini ağzıyla, ikisini de pençeleriyle taşıdığı, sûrede siccîlden olduğu belirtilen ve müfessirlerce mercimekle nohut arası büyüklükte gösterilen taşlarla yüklüydü. Siccîl kelimesinin etimolojisi ve anlamı da tartışmalıdır. İbn Abbas’a dayandırılan bir açıklamaya göre kelimenin aslı Farsça seng ü kîldir (taş ve kil) ve sûrede tuğla gibi taşlaşmış çamuru ifade eder (bk. SİCCÎL).

Sûrede, ebâbîl kuşlarının yağdırdığı bu cisimlerin tesiriyle saldırganların helâk edildiği bildirilmekle beraber bu taşların ve onları atan kuşların özellikleri hakkında bilgi verilmemiştir. Klasik tefsirlerde olay bütün unsurlarıyla bir mûcize olarak değerlendirilir. Bazı müfessirlerin İkrime’ye atfettikleri bir rivayette taşın vurduğu yerden çiçek çıktığı belirtilir (İbn Hişâm, I, 54; Taberî, XXX, 298-299, 303). Yine aynı kaynaklar, “Arap topraklarında çiçek ve kızamık hastalıkları ilk defa o yıl görüldü” şeklinde bir rivayet kaydeder. Muhammed Abduh, Ferîd Vecdî, Cevâd Ali gibi bazı çağdaş âlimler bu rivayetlere dayanarak olayı bir bulaşıcı hastalık salgını şeklinde yorumlamaya çalışmışlardır. Abduh’a göre kuşlardan maksat muhtemelen sinek, sivrisinek gibi mikrop taşıyıcı canlılar, attıkları taşlardan maksat da ayaklarına takılan mikroplu kurumuş çamurlardır; böylece Ebrehe’nin askerleri çiçek salgınına mâruz kaldıkları için bedenleri delik deşik olmuştur (Tefsîru cüzʾi ʿAmme, s. 157-158). 

Ancak dönemin güçlü felsefî akımlarından pozitivizmin etkisi altında ortaya konulduğu anlaşılan bu yoruma çağdaş müfessirlerin çoğu katılmadığı gibi ona karşı ciddi tenkitlerde de bulunmuşlardır (meselâ bk. Elmalılı, VIII, 6123-6144; Seyyid Kutub, VI, 3976-3979).

Müellif: MUSTAFA ÇAĞRICI

BİBLİYOGRAFYA

Yahyâ b. Ziyâd el-Ferrâ, Meʿâni’l-Ḳurʾân (nşr. Ahmed Yûsuf Necâtî – M. Ali en-Neccâr), Beyrut 1980, III, 291-292.

İbn Hişâm, es-Sîre, I, 43-62.

Taberî, Câmiʿu’l-beyân, XXX, 296-304.

Fahreddin er-Râzî, Mefâtîḥu’l-ġayb, XXXII, 96-102.

Kurtubî, el-Câmiʿ, XX, 187-200.

Muhammed Abduh, Tefsîru cüzʾi ʿAmme, Kahire 1904, s. 157-158.

Elmalılı, Hak Dini, VIII, 6097-6146.

Cevâd Ali, el-Mufaṣṣal, III, 507-521.

Ferîd Vecdî, DM, I, 33-34.

Seyyid Kutub, Fî Ẓılâli’l-Ḳurʾân, Kahire 1405/1985, VI, 3976-3979.

Muhammed Hamîdullah, Le Saint Coran, Paris 1989, s. 601.

Süleyman Ateş, Yüce Kur’ân’ın Çağdaş Tefsiri, İstanbul 1991, XI, 95-100.

https://islamansiklopedisi.org.tr/fil-suresi

16 Temmuz 2025 Çarşamba

105- Fîl Suresi - 1-5 . Ayet Tefsiri

                 Eûzu billahi mineş şeytânirracîm 

                 Bismillahirrahmanirrahim

﴾1﴿ Rabbin fil ordusuna ne yaptı, görmedin mi?

﴾2﴿ Onların planlarını boşa çıkarmadı mı?

﴾3-4﴿ Onların üzerine pişkin tuğladan yapılmış taşlar yağdıran sürü sürü kuşlar salmadı mı?

﴾5﴿ Sonuçta Allah onları yenilip ezilmiş ekine çevirdi.

                        Sadakallahul Azim

Tefsir (Kur'an Yolu)

Tefsir ve tarih kaynaklarında anlatıldığına göre o zaman Habeşis­tan’ın yönetiminde bulunan Yemen’in genel valisi Ebrehe her yıl Mekke’deki Kâbe’yi ziyaret eden Arap hacılarını San‘a’ya çekmek için burada Kulleys veya Kalîs (kilise) denilen büyük bir katedral yaptırdı. Çeşitli bölgelere propagandacılar göndererek mâbedi ziyaret etmeleri için halkı San‘a’ya çağırdı. Ancak bu ümidi gerçekleşmeyince Kâbe’yi yıkmaya karar verdi ve muhtemelen 570 yılında, içinde mahmûd (mamut) adlı filin de bulunduğu büyük bir ordu ile Mekke üzerine yürüdü (olayın tarihi ve sebepleriyle ilgili farklı görüşler için bk. Mustafa Fayda, “Fil Vak‘ası”, DİA, XIII, 70-71). Ebrehe, hareketini engellemek için karşısına çıkan bazı güçleri etkisiz hale getirerek yoluna devam etti. Gönderdiği bir müfreze, içinde Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in dedesi Abdülmuttalib’e ait 200 devenin de bulunduğu Mekkeliler’e ait çok sayıda deveyi ele geçirdi. Abdülmuttalib, Ebrehe’ye gelerek develerinin iadesini istedi; Ebrehe’nin Kâbe ile ilgili bir sorusu üzerine Kâbe’yi merak etmediğini, çünkü onu sahibinin koruyacağını söyledi. Ertesi gün Ebrehe, ordusuna Kâbe yönünde hareket emri verdi. Fakat kaynaklarda belirtildiğine göre en öndeki fil (mamut) yerinden kımıldamadığı gibi askerler de üzerlerine taşlaşmış çamur yağdıran sürü sürü kuşlar tarafından –âyetteki benzetmeyle– “yenilip çiğnenmiş ekin” gibi imha edildi. Bazı müfessirler “sürü sürü” şeklinde çevrilen ebâbîl kelimesinin bir kuş türünün adı olduğu kanaatindedir, buna göre 3. âyete “ebâbîl kuşlarını göndermedi mi?” şeklinde mâna vermek gerekir; fakat –konuya ilişkin rivayet ve tefsirler dikkate alındığında– bu görüş ikna edici görünmemektedir (bilgi için bk. Elmalılı, IX, 6102-6105). Yaygın inanışa göre bu olay Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in doğumundan elli-elli beş gün veya üç ay önce vuku bulmuştur.

Sûrede Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e hitap edilerek 1-2. âyetlerde fil ordusunun başına gelen felâketin büyüklüğünden ve Kâbe’yi yıkma planlarının boşa çıkarıldığından haberdar olduğu ifade edilmektedir. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem olaya bizzat şahit olmadığı halde, ona yöneltilen “görmedin mi” şeklindeki hitap mecazi bir ifade olup olayı bizzat gözüyle görmese bile görenlerden işitmiş olduğunu ve görmüş gibi kendisine tasvir edildiğini gösterir. 

3-5. âyetler ise felâketin nasıl cereyan ettiğini yani Allah Teala tarafından gönderilen sürülerle kuşun fil ordusunun üzerine pişkin tuğla türü taşlar yağdırarak onları nasıl hayvanlar ve haşarat tarafından yenmiş ekin artığına çevirdiğini ifade eder. Râzî’ye göre Ebrehe ve askerlerinin besledikleri kötü emellerin sûrede keyd (plan, tuzak) kelimesiyle ifade edilmesi, onların sadece Kâbe’yi yıkma amacı taşımadıklarını gösterir. Çünkü önceden açıkladıkları için Kâbe’yi yıkma fikri artık “tuzak” olmaktan çıkmıştı. Şu halde keyd kelimesi burada Ebrehe tarafının Araplar’a karşı besledikleri başka sinsi planları dile getirmektedir (XXXII, 99; bu planlar ve tuzakların neler olabileceği konusunda bk. Fayda, gös. yer.). Muhtemelen bu plan içinde Mekke’ye ve Mekkelilere verilecek ağır yıkım ve kötülükler de vardı.

Eski tefsirlerde bu fil olayı bütünüyle bir mûcize olarak değerlendirilir. Bazı tarihçi ve müfessirlerin, tâbiîn âlimlerinden İkrime’ye atfettikleri bir rivayette o, “Bu taşlar kime isabet ettiyse onda çiçek hastalığı görüldü” demiştir (İbn Hişâm, es-Sîretü’n-nebeviyye, I, 54-56; Taberî, XXX, 298-299, 303). 

Rivayete göre Hicaz bölgesinde çiçek ve kızamık hastalığı ilk defa bu olaydan sonra görülmüştür (bk. Taberî, XXX, 196). Muhammed Abduh, Ferîd Vecdî, Cevâd Ali, Muhammed Esed gibi bazı çağdaş araştırmacılar bu rivayetlere dayanarak olayı bulaşıcı hastalık salgını şeklinde yorumlamaya çalışmışlardır. Abduh’a göre sûrede sözü edilen kuşlardan maksat bir çeşit gerçek kuş olabileceği gibi sinek, sivrisinek vb. mikrop taşıyıcı canlılar da olabilir (bk. Tefsîru cüz’i Amme, s. 157-158). Ancak çağdaş müfessirlerin çoğu dönemin güçlü akımlarından pozitivizmin etkisi altında ortaya konduğunu düşündükleri bu yoruma katılmamış, ona karşı ciddi tenkitler yöneltmişlerdir (meselâ bk. Elmalılı, VIII, 6123-6144; Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’ân, VI, 3976-3979). 

Sonuç olarak Allah’ın evini yıkmaya kalkışan saldırgan bir güç, bir mûcize neticesinde cezasını görmüş; hiçbir şekilde düşmana karşı koyma imkânı bulamayan ve şehri terkedip dağlara çekilen Mekke halkı da bu olaydan zarar görmeden kurtulmuştur.

“Pişkin tuğla” diye çevirdiğimiz 4. âyetteki siccîl kelimesi “taşlaşmış çamur” demektir. Son âyetteki asf kelimesi ise “ekinin samanı ve buğday kapçığı gibi güve, böcek ve kurtçukların yediği, rüzgârın sağa-sola savurduğu kırıntılar” anlamına gelir. Müfessirler kuşların, ağızlarında ve ayaklarında bu tür taşlar götürüp Ebrehe ordusunun üzerine fırlattıklarını, sonuçta askerlerin birçoğunun bu taşların etkisiyle öldüğünü, Ebrehe’nin ise yaralı olarak San‘a’ya döndükten sonra orada hayatını kaybettiğini ifade etmişlerdir (Taberî, XXX, 196; Râzî, XXXII, 96-97). “Allah onları yenilip çiğnenmiş ekine çevirdi” meâlindeki son âyet, Ebrehe ve ordusunun nasıl büyük bir felâkete mâruz kaldığını ve sonuçta helâk olduğunu gösterir. Bu olayın Mekkeliler için öneminden dolayı bu yıla “Fil yılı” denilmiş ve onlar olayı bir süre tarih başlangıcı olarak kullanmışlardır.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt:5 Sayfa:689-691

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/F%C3%AEl-suresi/6189/1-5-ayet-tefsiri

15 Temmuz 2025 Salı

"Ve aleyküm selam" ile "Aleyküm selam" arasındaki fark


1. "Aleyküm selam"


عليكم سلام

“Sizin üzerinize selam olsun” demektir.

Tek başına selam vermek için kullanılmaz. Cevap olarak kullanılır ama edebe göre eksik kabul edilir.

2. "Ve aleyküm selam"

وَعَلَيْكُمُ السَّلَام

"Ve sizin üzerinize de selam olsun" anlamına gelir.

“Selamün aleyküm” diyen kişiye tam ve güzel bir cevap olur.

Daha tam, daha güzel, edebe ve sünnete uygun bir cevaptır ve tavsiye edilen şeklidir.

"Size selam verildiğinde, ondan daha güzeliyle ya da aynısıyla karşılık verin."

(Nisâ Suresi, 86)

“Aleyküm selam” eksik değil ama nötr bir ifadedir.

3. En faziletli selamlaşma biçimi

İmrân b. Husayn -radıyallahu anhuma- şöyle dedi: Nebi -sallallahu aleyhi ve sellem-’e bir adam geldi ve: "Es-Selâmu aleykum" dedi. Nebi -sallallahu aleyhi ve sellem- onun selamına aynı şekilde karşılık verdikten sonra adam oturdu. Nebi -sallallahu aleyhi ve sellem-: «On sevap kazandı» buyurdu. Sonra bir başka adam geldi, o ise:"Es-selâmu aleykum ve rahmetullah" dedi. Nebi -sallallahu aleyhi ve sellem- ona da verdiği selamın aynıyla mukabelede bulundu. O kişi de yerine oturdu. Nebi -sallallahu aleyhi ve sellem-: «Yirmi sevap kazandı» buyurdu. Daha sonra bir başka adam geldi ve: "Es-selâmu aleykum ve rahmetullahi ve berekâtuh" dedi. Nebi -sallallahu aleyhi ve sellem-, o kişiye de selamının aynıyla karşılık verdi. O kişi de yerine oturdu. Nebi -sallallahu aleyhi ve sellem-: «Otuz sevap kazandı» buyurdular. Ebû Dâvûd, Edeb/132 no: 5195)

Özetle:

Selam vermek sünnettir, almak ise farzdır.

En faziletli selam: "Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtüh"

En güzel karşılık: "Ve aleyküm selâm ve rahmetullahi ve berekâtüh" dür.



105- Fil Sûresi-Hakkında-Nuzülü-Konusu

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 5 âyettir. Sûre, fillerle donanmış ordusuyla Kâ’be’yi yıkmaya gelen Ebrehe’nin helâk edilişinden bahsettiği için bu adı almıştır.

Nuzülü

Mushaftaki sıralamada yüz beşinci, iniş sırasına göre on dokuzuncu sûredir. Kâfirûn sûresinden sonra, Felak sûresinden önce Mekke’de inmiştir.

Konusu

Sûrede fil ordusu ile ilgili kıssa anlatılmaktadır. Kâbe’yi yıkmak isteyen Yemen’in genel valisi Ebrehe’nin fillerle Mekke’ye hücumunu, sonuçta yok olup gitmelerini (aş. bk.) konu edinmiştir.

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/105-fil-suresi

14 Temmuz 2025 Pazartesi

104-HÜMEZE SÛRESİ BİZE NE ANLATTI?

Mekke döneminde nâzil olmuştur. Dokuz âyet olup fâsılası yalnızca هـ، ة harfleridir. Nüzûl sırası itibariyle otuz ikinci sûredir. Sûre ismini 1. âyette geçen, “başkalarını arkadan çekiştirip kötülemeyi huy edinen kimse” anlamındaki hümeze kelimesinden alır. Aynı âyette yer alan lümeze ise “insanları yüzlerine karşı ayıplayıp küçük düşürmeyi huy edinen kimse” demektir. Kaynaklar sûrenin Mekkî olduğunda ittifak etmişlerdir (Süyûtî, el-İtḳān, I, 29, 31, 81, 82). Kıyâme sûresinden sonra, Mürselât sûresinden önce nâzil olduğuna dair rivayetler dikkate alındığında Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in peygamber oluşunun üç veya dördüncü yılında indiği söylenebilir. Bu yıllar, İslâm’ın gösterdiği gelişme karşısında Mekke müşriklerinin telâşa kapılıp onu durdurmak ve engellemek için birtakım tedbirlere başvurdukları ve başta Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem olmak üzere müslümanların ileri gelenlerini kötüleyip gözden düşürmeye çalıştıkları yıllardır. Sûrenin Cemîl b. Âmir, Ahnes b. Şerîk, Velîd b. Mugīre veya Ümeyye b. Halef hakkında nâzil olduğuna dair rivayetler bulunmaktadır (Fahreddin er-Râzî, XXIII, 402; Süyûtî, Esbâbü’n-nüzûl, s. 220). Zira bunlar, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’i ve ileri gelen müslümanları kötüleyip arkadan çekiştirmeyi huy edinmişlerdi. Ancak âyetteki “li-külli hümezetin lümezeh” ifadesinden bunların birkaç kişiden ibaret olmadığı anlaşılmaktadır. Sûrede bu kişilerin yaptıklarına örnek olmak üzere bir kimseyi arkadan çekiştirip kötülemenin veya kusurlarını yüzüne karşı söyleyip hakaret etmek suretiyle küçük düşürmenin çirkinliği vurgulanmaktadır.

Sûre, insan ilişkilerinde temel olan ahlâk ilkelerinin önemli bir kuralına dikkat çekmektedir. İnsanları arkadan çekiştirip kötülemek ve karalamak, yüzlerine karşı hakaret ederek veya dolaylı yollardan alay edip küçük düşürmeye uğraşmak, sözlü olarak veya el kol, kaş göz işaretleri yaparak onların şeref ve haysiyetiyle oynamak ve bunu bir alışkanlık haline getirmek çok kötü davranışlardır. “Vay haline!” diye söze başlayarak bu kötü huy sahiplerini şiddetle kınayan sûre kendilerinin çok daha kötü bir duruma düşeceklerini, acıklı bir azaba uğrayacaklarını bildiren âyetlerle son bulur. Üstelik yığdıkları servete ve sayıp durdukları paraya güvenerek insanlarla alay edip kalplerini kıranların, cehennemin, adına “hutame” denilen ve içine atılan her şeyi yakıp bitiren, kırıp geçiren özel bir bölümünde azap göreceklerini haber vermektedir. Bu ateş onları yüreklerinin içinden sarıp yakalayacak, upuzun bir boru içine tıkanıp kalmış gibi çaresiz bırakacaktır. İftiraya ve hakarete uğrayan insanın yüreği nasıl yanarsa dünya malına güvenip herkesi küçük düşürmeye çalışan, küstahça inciten hümeze ve lümeze tipleri de böyle bir özel ateşte yanacaktır. Burada, “Ceza suç cinsinden olmalı” kuralına uygunluk söz konusu olduğu gibi “hutame” kelimesinin “hümeze” ve “lümeze” ile aynı vezinde olması dolayısıyla lafız bakımından da uygunluk bulunmaktadır ki edebiyatta buna “müşâkele” denir.

Bir önceki Asr sûresinde ebedî kurtuluşa erecek insanların başlıca nitelikleri gösterilmişti. Bu sûrede ise servet hırsına kapılan, zenginliğiyle şımarıp kendini âdeta ölümsüz bir varlık gibi görecek kadar küstahlaşan insanlara has ahlâk bozukluklarına işaret edilmekte, aslında Allah’ın kullarını sınamak için verdiği, izâfî bir değer taşıyan serveti ve genel olarak gücü mutlak bir değer gibi telakki edip bu imkânlara sahip oldukları için kendilerinde mâsum insanları tahkir etme hakkı görenler ve böylece insanların kişilik haklarına zarar verenlerin âhirette mâruz kalacakları ceza veciz bir şekilde anlatılmaktadır.

Hümeze sûresinin faziletine dair Übey b. Kâ‘b’dan rivayet edilip bazı tefsir kitaplarında yer alan (meselâ bk. Zemahşerî, IV, 233) ve Allah’ın Hümeze sûresini okuyana Muhammed ashabının sayısı kadar ecir vereceğini bildiren hadisin uydurma olduğu kabul edilmiştir (İbnü’l-Cevzî, I, 239-241; Zerkeşî, I, 432).

Müellif: EMİN IŞIK

BİBLİYOGRAFYA

Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “hmz”, “lmz”, “ḥṭm” md.leri.

Taberî, Câmiʿu’l-beyân, XV, 291-296.

Zemahşerî, el-Keşşâf (Beyrut), IV, 233.

İbnü’l-Cevzî, el-Mevżûʿât (nşr. Abdurrahman M. Osman), Medine 1386/1966, I, 239-241.

Fahreddin er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr: Mefâtîhu’l-gayb (trc. Suat Yıldırım v.dğr.), Ankara 1995, XXIII, 401-409.

Zerkeşî, el-Burhân, I, 432.

İbn Hacer, el-Kâfi’ş-şâf (Zemahşerî, el-Keşşâf [Beyrut] içinde), IV, 188.

Süyûtî, Esbâbü’n-nüzûl, [baskı yeri ve tarihi yok] (Dâru ihyâi’t-türâsi’l-Arabî), s. 220.

a.mlf., el-İtḳān (Bugā), I, 29, 31, 81, 82, 212.

Cemâleddin el-Kāsımî, Meḥâsinü’t-teʾvîl (nşr. M. Fuâd Abdülbâkī), Beyrut 1398/1978, XVII, 250-253.

Elmalılı, Hak Dini, VIII, 6085-6096.

Ömer Rıza Doğrul, Tanrı Buyruğu, İstanbul 1980, s. 706-708.

Seyyid Kutub, Fî Ẓılâli’l-Ḳurʾân, Beyrut 1405/1985, VI, 3972-3973.

İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, Ankara 1989, s. 86.

Mevdûdî, Tefhîmü’l-Kur’ân (trc. Muhammed Han Kayanî v.dğr.), İstanbul 1996, VII, 233-234.

Mahmûd el-Hasan Ârif, “el-Hümeze”, UDMİ, XXIII, 172-173.

https://islamansiklopedisi.org.tr/humeze-suresi

13 Temmuz 2025 Pazar

104- Hümeze Suresi - 4-9 . Ayet Tefsiri

                 Eûzu billahi mineş şeytânirracîm 

                 Bismillahirrahmanirrahim

﴾4﴿ Hayır! Andolsun ki o, hutameye atılacaktır.

﴾5﴿ Nedir o hutame bilir misin?

﴾6﴿ Allah’ın tutuşturulmuş ateşi!

﴾7-9﴿ Uzatılmış direklere bağlı olarak içine hapsedildikleri, yükselip yürekleri saran ateş!

                        Sadakallahul Azim

Tefsir (Kur'an Yolu)

Hutame, “kıran, parçalayan” anlamında bir sıfat olup içine atılan her şeyi yakarak kırıp geçiren cehennemi veya onun özel bir bölümünü ifade eder. “Hayır!” anlamına gelen 4. âyetin başındaki kellâ kelimesi, asıl gerçeğin yukarıda nitelikleri anlatılan o bedbaht inkârcının düşündüğü gibi olmadığını gösteren bir uyarı amacı taşır. Nitekim devamında onun mutlaka cehenneme atılacağı bildirilmektedir. 

5. âyetteki soruyla cehennemin son derece korkunç bir yer olduğuna vurgu yapılmıştır.

Burada dünyadayken gönül incitip yürek yakan suçluların, günah­kârların –zindandaki mahpuslar, esirler gibi– uzun direklere, sütunlara bağlandıkları, ateşten kaçıp kurtulmanın mümkün olmadığı bir cehennem tasviri yapılmaktadır. Öyle ki, her şeyi yakıp kavuran ateş, ta yüreklere kadar bütün vücudu sarıp kuşatıyor! Çünkü o günahkâr da dünyada zayıf, çaresiz mâsumların yüreklerini yakmıştı. Her kötülük önce kalptedir, oradan başlar ve sonrasında inkâr, hakaret, küfür, alay, aşağılama, çekiştirme, saldırı vb. eylemler olarak dışa taşar. Onun için âyette azabın da kalpleri saracağı belirtilmiştir.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt:5 Sayfa:687

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/H%C3%BCmeze-suresi/6183/4-9-ayet-tefsiri

12 Temmuz 2025 Cumartesi

104- Hümeze Suresi - 1-3 . Ayet Tefsiri

                 Eûzu billahi mineş şeytânirracîm 

                 Bismillahirrahmanirrahim

﴾1-2﴿ Arkadan çekiştiren, ayıp kusur arayan, servet toplayan ve onu sayıp duran herkesin vay haline!

﴾3﴿ O, malının kendisini sonsuza kadar yaşatacağını zanneder.

                        Sadakallahul Azim

Tefsir (Kur'an Yolu)

“Vay haline!” diye çevirdiğimiz veyl kelimesi “çetin azap, helâk, yok olma, rezil rüsvâ olma, cehennemde bir vadi, beddua” anlamlarına gelmektedir. Meâlde bunların tamamına işaret eden “vay haline” lafzı kullanılmıştır. “Arkadan çekiştiren” diye çevirdiğimiz hümeze kelimesi ise “birini arkasından çekiştirmek, kaş göz, el kol işaretleriyle onunla alay etmek, aşağılamak” mânalarına gelen hemz kökünden türemiş bir sıfat olup “insanları arkadan çekiştirmeyi, şeref ve haysiyetlerini yaralamayı alışkanlık haline getiren, bundan zevk alan kimse” demektir. “Ayıp kusur arayan” diye çevirdiğimiz lümeze kelimesi de benzer davranışları arkadan değil, kişinin yüzüne karşı gösteren kimseyi ifade eder. Bu âyetlerin, mal ve servetinin çokluğuyla gururlanıp insanlarla alay ederek onların şahsiyetlerini zedeleyen Ahnes b. Şüreyk isimli putperest Arap hakkında indiği rivayet edilmiştir (bk. Kurtubî, XX, 183). Ancak sûrenin iniş sebebinin özel olması hükmünün genel olmasına engel değildir. İslâm dini, insan şahsiyetinin ve onurunun korunmasına son derece önem verdiği için Kur’an bu tür davranışları kınamakta ve böyle davranışlar sergileyenlerin âhirette ateşle cezalandırılacağını haber vermektedir. 2-3. âyetler servetinin çokluğuna gururlanıp insanlarla alay eden kimselerin aynı zamanda helâl haram demeden mal toplayan, onu saklayan, fakirlik korkusuyla cimrilik ederek onu hayır yolunda harcamaktan kaçınan, fakirin hakkını vermeyen ve servetinin kendisini ebedîleştireceğini sanan bencil ve maddeci kimseler olduklarını da ifade etmektedir.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa:686-687

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/H%C3%BCmeze-suresi/6180/1-3-ayet-tefsiri

11 Temmuz 2025 Cuma

104-Hümeze Sûresi-Hakkında-Nuzülü-Konusu

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 9 âyettir. Hümeze, insanları arkadan çekiştiren, ayıplayan kimse demektir

Nuzülü

Mushaftaki sıralamada yüz dördüncü, iniş sırasına göre otuz ikinci sûredir. Kıyâmet sûresinden sonra, Mürselât sûresinden önce Mekke’de inmiştir.

Konusu

Sûrede insanları küçümseme, kusur arama gibi davranışlar eleştirilmekte; servete güvenme ve onu yanlış yolda kullanmanın kişiye ne büyük zararlar getireceği anlatılmaktadır.

10 Temmuz 2025 Perşembe

103-ASR SÛRESİ BİZE NE ANLATTI?

Tercih edilen görüşe göre Mekkî sûrelerden olup üç âyettir. Fâsılası ر harfidir. Masdar olarak “hapsetmek, menetmek; vergi vermek; sıkıp suyunu çıkarmak” demek olan asr, isim olarak “dehr, mutlak zaman, özellikle içinde bulunulan zaman, karn yani seksen veya 100 senelik zaman dilimi, gündüz, gece, sabah, akşam, ikindi vakti” gibi mânalara gelir. Gündüzle geceye, sabah ile akşama “iki asır” mânasında asrân denildiği gibi, sabah namazı ile ikindi namazı da bir hadiste (bk. Ebû Dâvûd, “Ṣalât”, 9) bu kelime ile ifade edilmiştir.

Müfessirler Kur’ân-ı Kerîm’de (el-Asr 103/1) zikredilen asr kelimesini “ikindi vakti”, “ikindi namazı”, “mutlak zaman” “Hz. Muhammed’in asrı” (Asr-ı saâdet, Asr-ı nübüvvet) ve “âhir zaman” diye tefsir etmişler, asra yapılan yeminle insan hayatında zamanın önemi ve değeri arasındaki ilişki üzerinde durmuşlardır.

Adını ilk kelimesinden alan Asr sûresi, kısa olmakla beraber Kur’ân-ı Kerîm’deki bütün nasihatlerin özü sayılır. İmam Şâfiî’nin bu sûre hakkında, “Şayet Kur’an’da başka bir şey nâzil olmasaydı şu pek kısa sûre bile insanlara yeterdi. Bu sûre Kur’an’ın bütün ilimlerini kucaklıyor” dediği nakledilir. Sûrenin birinci ve ikinci âyetlerinde Allah asra yemin ederek insanların hüsran içinde bulunduklarına dikkat çekerken üçüncü âyetinde sırasıyla, iman edenlerin, amel-i sâlih işleyenlerin, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenlerin bundan müstesna olduklarını haber vermiştir.

Ashaptan iki kişinin karşılaştıkları zaman biri diğerine Asr sûresini okumadan ve ardından selâm vermeden ayrılmadıkları rivayet edilmiştir (bk. Beyhakī, III, vr. 174b). Ancak bu sûreyi okumanın faziletine dair Sa‘lebî ve Vâhidî gibi bazı müfessirlerce Übey b. Kâ‘b’dan nakledilen ve bazı tefsirlerde yer alan, “Allah Asr sûresini okuyanın günahlarını affeder ve o kimse hakkı ve sabrı tavsiye edenlerden olur” meâlindeki hadisin mevzû olduğu kabul edilmiştir (bk. Zerkeşî, I, 432).

Mehmed Âkif Ersoy bu sûre ile ilgili duygularını şu mısralarla dile getirir: Hâlikın nâ-mütenâhî adı var, en başı Hak / Ne büyük şey kul için hakkı tutup kaldırmak / Hani, ashâb-ı kirâm, ayrılalım, derlerken / Mutlaka “Sûre-i Ve’l-asr”ı okurmuş, bu neden / Çünkü meknûn o büyük sûrede esrâr-ı felâh / Başta îmân-ı hakîkî geliyor, sonra salâh / Sonra hak, sonra sebat. İşte kuzum insanlık / Dördü birleşti mi yoktur sana hüsrân artık.

Müellif: MUHAMMED EROĞLU

BİBLİYOGRAFYA

Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât.

İbnü’l-Cevzî, Nüzhetü’l-aʿyün.

İbnü’l-Esîr, en-Nihâye.

Lisânü’l-ʿArab.

Kāmus Tercümesi.

Turayhî, Mecmaʿu’l-baḥreyn, “ʿaṣr” md.

Ebû Dâvûd, “Ṣalât”, 9.

Taberî, Câmiʿu’l-beyân (Bulak), XXX, 188-190.

Sa‘lebî, el-Keşf ve’l-beyân ʿan tefsîri’l-Ḳurʾân, Süleymaniye Ktp., Şehid Ali Paşa, nr. 133, II, vr. 185b.

Beyhakī, Şuʿabü’l-îmân, Nuruosmaniye Ktp., nr. 1125, III, vr. 174b.

Vâhidî, el-Vasîṭ, Süleymaniye Ktp., Hamidiye, nr. 124, II, vr. 960a-b.

Fahreddin er-Râzî, Mefâtîḥu’l-ġayb, XXXII, 84-90.

Kurtubî, el-Câmiʿ, XX, 178-181.

Zerkeşî, el-Burhân, I, 432.

İbn Hacer, el-Kâfi’ş-şâf fî taḫrîci eḥâdîs̱i’l-Keşşâf (Zemahşerî, el-Keşşâf içinde), Kahire 1373/1953, IV, 633.

Şevkânî, Fetḥu’l-ḳadîr, V, 391-392.

Âlûsî, Rûḥu’l-meʿânî, XXX, 227-229.

Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, İstanbul 1924 ⟶ İstanbul 1984, s. 419.

Elmalılı, Hak Dini, IX, 6066-6084.

https://islamansiklopedisi.org.tr/asr-suresi

9 Temmuz 2025 Çarşamba

103- Asr Suresi - 1-3 . Ayet Tefsiri

                 Eûzu billahi mineş şeytânirracîm 

                 Bismillahirrahmanirrahim

﴾1﴿ Asra yemin ederim ki,

﴾2﴿ İnsan gerçekten ziyandadır.

﴾3﴿ Ancak iman edip dünya ve âhiret için yararlı işler yapanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler başkadır.

                        Sadakallahul Azim

Tefsir (Kur'an Yolu)

Asr (asır) kelimesi isim olarak “mutlak zaman, içinde bulunulan zaman, karn (80 veya 100 yıllık zaman dilimi), gece, sabah, akşam, ikindi vakti, ikindi namazı, bir neslin veya bir hükümdarın, bir peygamberin yaşadığı zaman dilimi, bir dinin yaşandığı dönem” gibi mânalarda kullanılır. 

Müfessirler burada zikredilen asr kelimesini ikindi vakti, ikindi namazı, mutlak zaman, Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in asrı ve âhir zaman gibi farklı şekillerde tefsir etmişlerdir. Bize göre bunlar içinde sûrenin içeriğine ve mesajına en uygun düşeni “mutlak zaman” anlamıdır. Buna göre sûrenin başında zamana yemin edilerek onun insan hayatındaki yerine ve önemine dikkat çekilmiştir. Çünkü zaman, kendisi zaman üstü olan Allah Teâlâ’nın yaratma, yönetme, yok etme, rızık verme, alçaltma, yüceltme gibi kendi varlığını ve sonsuz kudretini gösteren fiillerinin tecelli ettiği bir varlık şartı olması yanında, insan bakımından da hayatını içinde geçirdiği ve her türlü eylemlerini gerçekleştirebildiği bir imkân ve fırsatlar alanıdır. Yüce Allah böyle kıymetli bir gerçeklik ve imkân üzerine yemin ederek zamanın önemine dikkat çekmiş; onu iyi değerlendirmeyen insanın sonunun, 2. âyetteki deyimiyle “hüsran” (ziyan) olacağını hatırlatmıştır. Burada “ziyan”la âhiret azabı kastedilmiştir. Çünkü zamanı ve ömrü boşa geçirmiş insan için en büyük ziyan odur (bk. İbn Âşûr, XXX, 531). Sûrede bu ziyandan ancak şu dört özelliğe sahip olanların kurtulacağı ifade edilmiştir.

a) Samimi bir şekilde iman etmek (iman hakkında bk. Kur’an Yolu, Bakara 2/256; Nisâ 4/136-137);

b) Dünya ve âhiret için yararlı işler yapmak, yani din, akıl ve vicdanın emrettiklerini yerine getirmek, yasakladıklarından kaçınmak;

c) Hakkı tavsiye etmek;

d) Sabrı tavsiye etmek.

İkinci şıktaki “iyi işler”in içinde hakkı ve sabrı tavsiye etmek de vardır; fakat bunlar, hem bireyin erdemini ve hemcinslerine karşı sorumluluk bilincini yansıttığı hem de bireyi aşarak toplumsal yararlar doğurduğu için önemi dolayısıyla ayrıca zikredilmiştir (hak için bk. Bakara 2/42; sabır için bk. Kur’an Yolu, Bakara 2/45). Hakkı ve sabrı tavsiye buyruğunda, bu görevlere kişinin öncelikle kendisinin uyması gerektiği anlamının da bulunduğu kuşkusuzdur. Bu husus, her akıl ve iz‘an sahibi tarafından kolayca anlaşılıp benimsenecek kadar açık olduğu için âyette bunun özellikle belirtilmesine gerek görülmediği anlaşılmaktadır.

Âyetteki hakkı ve sabrı tavsiye, eğitimin önemine ve mahiyetinin nasıl olması, amacının ne olması gerektiğine de ışık tutmaktadır. Çünkü her eğitim faaliyeti sonuçta bir tavsiye yani nasihat ve irşaddır. Doğru bir eğitim faaliyetinin amacı ise insanlara inançta, bilgide ve ahlâkta hakkı yani gerçeği ve doğruyu aktarmak; bunun yanında hayatın çeşitli şartları, maddî ve mânevî zorluklar, saptırıcı duygular, hata ve suç sebepleri karşısında da kişiye sabır ve dayanıklılık aşılamaktır. Hakkı ve sabrı tavsiye, toplumsal hayat ve birlikte yaşamanın getirdiği bütün ahlâkî görevleri içine alan geniş kapsamlı bir görevdir. Hakkın karşıtı bâtıldır; bâtıl ise inanç ve bilgide asılsızlık ve yanlışlığı, ahlâkta kötülüğü içine alan bir kavramdır. Ayrıca hak, adaletle de yakından ilişkilidir. Bu açıdan âyette insanların âdil olmaları ve adalet düzeninin, yani herkesin hakkına razı olduğu ve herkesin hakkının korunduğu bir toplumsal düzenin kurulmasına katkıda bulunmaları gerektiği de anlatılmaktadır. Sonuçta kul, sûrede sıralanan dört ilkeden iman ve sâlih amel sayesinde Allah’ın hakkını, hakkı ve sabrı tavsiye ile de kulların hakkını ödemiş olur.

Görüldüğü gibi Asr sûresi en kısa sûrelerinden biri olmakla birlikte Kur’an-ı Kerîm’deki bütün dinî ve ahlâkî yükümlülüklerin, öğütlerin özü sayılmaya değer bir anlam zenginliğine sahiptir. Bu sebeple İmam Şâfiî’nin sûre hakkında, “Şayet Kur’an’da başka bir şey nâzil olmasaydı, şu pek kısa sûre bile insanlara yeterdi. Bu sûre Kur’an’ın bütün ilimlerini kucaklıyor” dediği nakledilmiştir (bk. İbn Kesîr, VIII, 499; Muhammed Eroğlu, “Asr Sûresi”, DİA, III, 502). Mehmet Âkif Ersoy’un deyişiyle Asr sûresi bize şunu anlatır:

“Hâlikin nâ-mütenâhî adı var en başı Hak

Ne büyük şey kul için hakkı tutup kaldırmak

Hani ashâb-ı kirâm ayrılalım derlerken

Mutlaka sûre-i ve’l-Asr’ı okurmuş bu neden?

Çünkü meknûn o büyük sûrede esrâr-ı felâh

Başta îmân-ı hakîkî geliyor sonra salâh

Sonra hak sonra sebât: İşte kuzum insanlık

Dördü birleşti mi yoktur sana hüsrân artık”

(Safahât, İstanbul 1944, s. 419).

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa:682-684

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Asr-suresi/6177/1-3-ayet-tefsiri

8 Temmuz 2025 Salı

102-TEKÂSÜR SÛRESİ BİZE NE ANLATTI?

Adını ilk âyette geçen tekâsür (nüfus çokluğu, servet ve şerefle övünme) kelimesinden alır. Bazı mushaflarla Buhârî (“Tefsîr”, 102) ve Tirmizî’de (“Tefsîr”, 102) Sûretü Elhâküm(ü’t-tekâsür) şeklinde kaydedilmiş, ashabın bu sûreyi el-Makbüre/el-Makbere diye adlandırdığı rivayet edilmiştir (Âlûsî, XXX, 626; M. Tâhir İbn Âşûr, XXX, 455). 

Sûrenin Mekkî veya Medenî olduğu hususu nüzûl sebebiyle ilişkilendirilmektedir. Âlimlerin çoğunluğuna göre sûre Kureyş kabilesine bağlı Abdümenâf ile Sehm kollarının, Mekke’de yaşayan mensupları ve ölüleriyle övünmeleri üzerine nâzil olmuştur. Diğer bazı âlimlere göre ise olay Medine’de ensarın iki grubu arasında cereyan etmiştir. İbn Âşûr’un da belirttiği gibi (et-Taḥrîr ve’t-tenvîr, XXX, 456) sûrenin üslûbu ve bir anlamda suçlayıcı muhtevası muhataplarının müslümanlar değil müşrikler olduğunu göstermektedir. Sûre sekiz âyet olup fâsılaları ر، م، ن harfleridir.

Nübüvvetin ilk dönemlerinde indiği anlaşılan Tekâsür sûresinde dünyanın geçiciliğine vurgu yapılır, insanların, gelmesi yakın olan âhirette dünyada kendilerine verilen nimet ve imkânlardan sorumlu tutulacağı haber verilir. Sûrenin ilk iki âyetinde ebedî hayatı hesaba katmayan insanın dünyada övünebileceği imkânlara ve özellikle bunların çokluğuna yönelik hırsına işaret edilmektedir. Müfessirler, bazı hadis rivayetlerine dayanarak bu övünç vasıtalarını servet ve nüfus çokluğuyla yorumlamıştır; öyle ki müşrikler geçmiş atalarını bile hesaba katmışlardır. Nitekim başka bir âyette varlıklı ve şımarık kişilerin servetlerinin ve evlâtlarının çokluğuyla övünüp azaba mâruz kalmayacaklarını ileri sürdükleri haber verilir (Sebe’ 34/34-35). 

Sûrenin üçüncü ve dördüncü âyetleri aynı lafzın tekrarından oluşmuş pekiştirmeli bir ifade olup müşriklerin asıl gerçeğe, uzak olmayan bir zaman içinde vâkıf olacakları belirtilir; bundan maksat ölüm ve âhiret merhalelerinin ilkini teşkil eden kabir hayatıdır. Âlimler bu beyandan kabir azabının varlığı sonucunu çıkarmıştır.

Sûrenin beşinci ve altıncı âyetlerinde inkârcılara tekrar hitap edilerek kendilerinden, neticede âhiret âlemine intikal edeceklerini ve küfürlerinden dönmedikleri takdirde cehennemle karşılaşacaklarını kesin şekilde bilip kavramaları istenir ve bu sayede bâtıl yoldan vazgeçmelerinin mümkün olduğuna işaret edilir. 

Sûrenin son iki âyetinde Allah’ın varlığını ve birliğini inkâr edenlerin âhirette alev alev tutuşan cehenneme girecekleri ve dünya hayatında yararlandıkları nimetlerden kesinlikle hesaba çekilecekleri ifade edilir. Müfessirler sözü edilen nimetler konusunda sağlık ve güven içinde yaşama, görme ve işitme duyularına sahip bulunma, yiyecek ve içeceklere ulaşabilme gibi yorumlar yapmışsa da Taberî’nin de kaydettiği gibi (Câmiʿu’l-beyân, XXX, 370) herhangi bir ayırım yapmadan Allah’ın insana lutfettiği bütün nimetler bu kapsamda yer alır.

“Allah, Elhâkümü’t-tekâsür’ü okuyan kimseyi dünya hayatında kendisine verdiği nimetlerden âhirette hesaba çekmeyecek, ayrıca ona 1000 âyet okumuş kadar sevap verecektir” meâlindeki hadisin (Zemahşerî, VI, 426; Beyzâvî, IV, 447) ilk kısmının mevzû olduğu, ikinci kısmı için destekleyici rivayetlerin bulunduğu kaydedilmiştir (Muhammed et-Trablusî, II, 728).

Müellif: İDRİS ŞENGÜL

BİBLİYOGRAFYA

Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “ks̱r” md.

Taberî, Câmiʿu’l-beyân (nşr. Sıdkī Cemîl el-Attâr), Beyrut 1415/1995, XXX, 362-370.

Vâhidî, Esbâbü’n-nüzûl (nşr. Eymen Sâlih Şa‘bân), Kahire 1424/2003, s. 370.

Zemahşerî, el-Keşşâf (nşr. Âdil Ahmed Abdülmevcûd v.dğr.), Riyad 1418/1998, VI, 426.

Beyzâvî, Envârü’t-tenzîl ve esrârü’t-teʾvîl, Beyrut 1410/1990, IV, 447.

Aclûnî, Keşfü’l-ḫafâʾ (nşr. Yûsuf b. Mahmûd el-Hâc Ahmed), Dımaşk 1421/2000, II, 134.

Muhammed et-Trablusî, el-Keşfü’l-ilâhî ʿan şedîdi’ż-żaʿf ve’l-mevżûʿ ve’l-vâhî (nşr. M. Mahmûd Ahmed Bekkâr), Mekke 1408/1987, II, 728.

Âlûsî, Rûḥu’l-meʿânî (nşr. M. Ahmed el-Emed – Ömer Abdüsselâm es-Selâmî), Beyrut 1421/2000, XXX, 626-632.

Ca‘fer Şerefeddin, el-Mevsûʿatü’l-Ḳurʾâniyye ḫaṣâʾiṣü’s-süver, Beyrut 1420/1999, XII, 143-153.

M. Tâhir İbn Âşûr, et-Taḥrîr ve’t-tenvîr, Beyrut 1421/2000, XXX, 445-462.

M. Cuypers, “Structures rhétoriques des sourates 99 à 104”, AIsl., sy. 33 (1999), s. 45-47.

Mahbûbe Müezzin, “Sûre-i Tekâs̱ür”, DMT, IX, 417.

Saîd Adâlet Nejâd, “Tekâs̱ür”, Dânişnâme-i Cihân-ı İslâm, Tahran 1383/2004, VIII, 1.

Mehdî Mutî‘, “Tekâs̱ür”, DMBİ, XVI, 82-83.

https://islamansiklopedisi.org.tr/tekasur-suresi

7 Temmuz 2025 Pazartesi

102- Tekâsür Suresi - 6-8 . Ayet Tefsiri

                 Eûzu billahi mineş şeytânirracîm 

                 Bismillahirrahmanirrahim               

﴾6﴿ Yemin olsun, cehennemi mutlaka göreceksiniz!

﴾7﴿ Sonra kuşkusuz onu gözünüzle ayan beyan göreceksiniz.

﴾8﴿ Nihayet o gün nimetlerden elbette sorguya çekileceksiniz.

                      Sadakallahul Azim

Tefsir (Kur'an Yolu)

“... gözünüzle ayan beyan göreceksiniz” diye çevirdiğimiz kısımdaki ayne’l-yakīn tamlaması sözlükte “göz” anlamına gelen ayn ile “gerçeğe uygun kesin bilgi” anlamındaki yakīn kelimelerinden oluşan bir terim olup gözlem yoluyla elde edilen ve doğruluğu apaçık olan bilgiyi ifade eder (bk. Yusuf Şevki Yavuz, “Ayne’l-yakīn”, DİA, IV, 269). 

Ayne’l-yakīn ile elde edilen bilginin ilme’l-yakīn ile elde edilenden daha üstün ve kesinlik derecesi daha yüksek olduğu anlaşılmaktadır (ayrıca bk. Âl-i İmrân 3/18). 

Yüce Allah dünya hayatında mutlak gerçeği kabul edip de âhiret için hazırlık yapmayan, aksine fâni şeylere aldanıp onlarla başkalarına karşı övünenlerin âhirette cehennem azabıyla cezalandırılacağını yemin ederek haber vermiştir.

 6. âyette “Cehennemi mutlaka göreceksiniz” ifadesinin mecazi bir görme şeklinde anlaşılmaması için 7. âyette, “Onu ayne’l-yakīn olarak, gözünüzle ayan beyan göreceksiniz” buyurulmuş; böylece hem tehdit pekiştirilmiş hem de cehennem olayının büyüklüğü ifade edilmiştir (Ebû Hayyân, VIII, 508). 

8. âyet ise Allah’ın verdiği nimetlerin şükrünü yerine getirmek üzere O’nun yolunda ve emrettiği şekilde değerlendirmeyip de onları başkalarına karşı övünme ve kendini üstün görme – gösterme aracı yapanların bu nimetlerden hesaba çekileceklerini, sonuçta şiddetli bir şekilde cezalandırılacaklarını anlatmaktadır.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa:679-680

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Tek%C3%A2s%C3%BCr-suresi/6174/6-8-ayet-tefsiri

6 Temmuz 2025 Pazar

102- Tekâsür Suresi - 1-5 . Ayet Tefsiri

                 Eûzu billahi mineş şeytânirracîm 

                 Bismillahirrahmanirrahim

﴾1-2﴿ Çoklukla övünme yarışı sizi kabirlere varıncaya kadar oyaladı.

﴾3﴿ Hayır! Yakında anlayacaksınız!

﴾4﴿ Hayır hayır! Elbette yakında anlayacaksınız.

﴾5﴿ Hayır! Keşke kesin bir bilgiyle bilmiş olsaydınız!

                        Sadakallahul Azim

Tefsir (Kur'an Yolu)

“Çoklukla övünme yarışı” diye çevirdiğimiz 1. âyetteki tekâsür kelimesi, bu sûre bağlamında özellikle “yüksek bir amaç gütmeden, neden niçin demeden mal, evlât, yardımcı ve hizmetçi gibi her devrin telakkisine göre çokluğuyla övünülen şeyleri büyük bir tutkuyla durmadan çoğaltma yarışına girişmek, mânevî ve ahlâkî sorumluluğunu düşünmeden alabildiğine kazanma hırsına kendini kaptırmak” anlamına gelmektedir. Bu tutku bireysel olabileceği gibi toplumsal da olabilir. Âyette tekâsür kavramı Câhiliye toplumunun zihniyet yapısını tanıtmakla birlikte evrensel bir mesaj da içermekte, genel bir tesbit ve dolayısıyla uyarı anlamı da taşımaktadır. Nitekim çağımızda bazı ülke ve toplumlarda hâkim maneviyattan yoksun seküler zihniyet de durmadan üretmek, tüketip tekrar üretmek, kârı ve serveti sınırsızca çoğaltmak şeklinde bir dünya görüşünü içerir. İşte bu dünya görüşü ve onun doğurduğu uygulamalar da bu âyette eleştirilen “çoklukla övünme yarışı”nın çağdaş örneğidir. Ancak insanlığın mânevî ve ahlâkî değerlerini, birikimlerini sistem dışı bırakan, hatta tahrip eden bu yarış, sonuçta ekonomik ve siyasî gücü, iletişim imkânlarını da kullanarak bireysel ilişkilerden uluslar arası ilişkilere kadar uzanan bir haksızlık ve adaletsizlik düzeni doğurmakta ve nihayet dünyayı “global” sorunlar alanı haline getirmektedir. İşte bu sûrede Mekke’nin burnu büyük eşrafının tutumları üzerinden temel bir insanlık sorununa ve bunun ağır bedeline dikkat çekilmiştir.

2. âyetteki mekābir kelimesi kabir anlamındaki makberenin çoğuludur. Tam anlamı “Sonunda kabirleri ziyaret ettiniz” demek olan cümleye müfessirler özellikle şu mânaları vermişlerdir:

a) Mecazi anlamda, “Sonunda ölüp kabirlere girdiniz; bu tutku ve yarış sizde ölünceye kadar sürüp gitti”;

b) Yine mecazi anlamda, “Öyle kibre kapıldınız ki birbirinize karşı kabirlerdeki ölülerle övündünüz”;

c) Lafzî anlamda, “Bizzat kabirlere gidip ölülerle övündünüz.”

Tefsirlerde anlatıldığına göre Câhiliye Arapları mal, evlât, akraba ve hizmetçilerinin çokluğunu bir gurur ve şeref sebebi sayarlar, hatta bu hususta övünürken yaşayanlarla yetinmeyip kabilelerinin üstünlüğünü geçmişleriyle de ispat etmek için kabirlere gider, “Bizde şu şu şerefli insanlar vardı” diyerek ölmüş akrabalarının kabirlerini gösterir, onların dahi çokluğuyla övünürlerdi.

Sûrenin iniş sebebi olarak bu tür rivayetler bulunmakla birlikte genel anlamda insan fıtratındaki mal, evlât ve taraftarların çokluğu ile övünme vb. davranışlar eleştirilmekte, gerçek üstünlüğün âhirette ortaya çıkacağı belirtilmektedir. 3-5. âyetlerin başındaki “hayır” anlamına gelen kellâ edatı, ebedî olan âhiret hayatını, orada verilecek hesabı ve bu hesap için hazırlık yapmayı unutup da fani olan ve ancak daha yüksek amaçlar için kullanıldığında bir değer ifade eden mal mülk vb. imkânları bilinçsizce çoğaltma yarışına girişerek bunlarla avunup övünmenin korkunç bir gaflet ve ahmaklık olduğunu vurgulamak maksadıyla üç defa tekrar edilmiştir.

5. âyette “kesin bir bilgi” diye çevirdiğimiz ilme’l-yakīn tamlaması sözlükte “bir şeyi gerçek haliyle idrak etmek” anlamına gelen “ilim” kelimesi ile “gerçeğe uygun kesin bilgi” anlamındaki yakīn kelimelerinden oluşan bir terim olup “kesin olan aklî ve naklî delillerin ifade ettiği bilgi” diye tarif edilmiştir (bu terim hakkında bilgi için bk. Yusuf Şevki Yavuz, “İlme’l-yakīn”, DİA, XXII, 137).

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa:678-679

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Tek%C3%A2s%C3%BCr-suresi/6169/1-5-ayet-tefsiri

5 Temmuz 2025 Cumartesi

102- Tekâsür Sûresi-Hakkında-Nuzülü-Konusu

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 8 âyettir. Tekâsür, mal, mülk ve çoluk çocuğun çokluğuyla övünmek demektir

Nuzülü

Mushaftaki sıralamada yüz ikinci, iniş sırasına göre on altıncı sûredir. Kevser sûresinden sonra, Mâ‘ûn sûresinden önce Mekke’de inmiştir. Medine’de indiğine dair rivayet de vardır (bk. Buhârî, “Rikāk” 10; Şevkânî, V, 575).

Konusu

Sûrede insanların, hayatın aldatıcı yönleriyle meşgul olmala­rından, dünya malını biriktirmeye olan düşkünlüklerinden ve âhiret hallerinden söz edilmektedir.

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/102-tekasur-suresi

4 Temmuz 2025 Cuma

101-KĀRİA SÛRESİ BİZE NE ANLATTI?

Mekke döneminde Kureyş sûresinden sonra nâzil olmuştur. On bir âyet olup fâsılaları ة، ث، ش، هـ harfleridir. Adını ilk âyetindeki “el-kāria” kelimesinden alır. “Bir şeyi diğer bir şeye sert şekilde çarpmak” anlamındaki kar‘ kökünden türetilen kāria sözlükte “çarpan, kapıyı çalan”, mecazi olarak da “dehşetten yürekleri hoplatan” mânasına gelir. Hâkka ve gāşiye kelimeleri gibi kāria da dinî bir kavram olarak kıyamet gününün isimlerinden biri kabul edilir. Kelime bu sûrenin dışında bir âyette (el-Hâkka 69/4) “kıyamet”, bir âyette de (er-Ra‘d 13/31) “beklenmedik musibet” anlamında kullanılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’in korkutucu mesajlar ihtiva eden âyetleri kāria kelimesinin çoğul şekliyle “kavâriu’l-Kur’ân” diye adlandırılır. Kur’an’ın yüksek fesahat ve belâgatını yansıtan bir örnek olarak değerlendirilen Kāria sûresinin nüzûl sebebiyle ilgili herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Bundan önceki Âdiyât sûresi, “O gün rableri onların her halini bilir” meâlindeki âyetle biter; Kāria sûresinde ise bu hallerin kısa ve etkileyici bir tasviri yapılır.

Sûre kıyamet gününün dehşetine vurgu yapan âyetlerle başlar (âyet 1-3). Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e, “Sen kārianın ne olduğunu nereden bileceksin?” denilmesi, kıyamet hadisesinin şiddet ve dehşetinin bizzat yaşanmadıkça Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem tarafından dahi gerçek anlamıyla idrak edilemeyeceğine işaret eder. 

Kāria kelimesi daha sonraki âyetlerde açıklanarak o günde insanların sağanak halinde uçuşup ateşe düşen pervaneler, böcekler, dağların ise atılmış renkli yün gibi olacağı belirtilir (âyet 4-5). Müteakip âyetlerde insanların dünya hayatındaki davranışlarına göre âhirette karşılaşacakları ceza ve elde edecekleri mükâfattan bahsedilir. Tartıları ağır gelenlerin memnun edici bir hayata kavuşacakları, tartıları hafif gelenlerin ise kızgın bir ateş uçurumuna atılacakları haber verilir (âyet 6-11).

 6. âyette geçen “mevâzîn” kelimesi, Arapça’da hem “mîzan”ın (tartı aleti) hem de “mevzun”un (tartılan şey) çoğul şeklidir. Bu âyetle ilgili yorumlarda, âhirette amellerin cisim haline getirilerek tartılacağı belirtildiği gibi mevâzîn kelimesinin mecazi anlamda kullanıldığı ve bununla insanların davranışlarına takdir edilecek ceza veya mükâfatta tam adaletin geçerli olacağının kastedildiği de belirtilmektedir. Kāria sûresinde, kıyamet gününün gerçekliği çarpıcı sahnelerle gözler önüne serilerek hem müjdeleyici hem korkutucu mesajlara yer verilmiş, öte yandan sorumluluk ilkesine vurgu yapılarak dünya hayatındaki davranışların karşılıksız kalmayacağı bildirilmiştir.

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den, kendisini Hûd sûresi ve buna benzer sûrelerin kocalttığı şeklinde nakledilen hadisler arasında Kāria sûresinin de yer aldığı rivayet zayıf kabul edilmiştir (M. Nâsırüddin el-Elbânî, IV, 403-404). Michael Sells, Kāria sûresindeki fonetik özellikler ve ses-anlam uyumu üzerine bir çalışma yapmıştır (bk. bibl.).

Müellif: M. KÂMİL YAŞAROĞLU

BİBLİYOGRAFYA

Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “ḳrʿa” md.

Lisânü’l-ʿArab, “ḳrʿa” md.

Zemahşerî, el-Keşşâf (Beyrut), IV, 279-280.

Fahreddin er-Râzî, Mefâtîḥu’l-ġayb, XXXII, 70-74.

Elmalılı, Hak Dini, IX, 6024-6025.

M. Nâsırüddin el-Elbânî, Silsiletü’l-eḥâdîs̱i’ż-żaʿîfe ve’l-mevżûʿa, Riyad 1408/1988, IV, 403-404.

M. Sells, “Sound and Meaning in Sūrat al-Qāri’a”, Arabica, XL/3 (1993), s. 403-430.

Zuhûr Ahmed Azhar, “el-Ḳāriʿa”, UDMİ, XVI/1, s. 23-24.

https://islamansiklopedisi.org.tr/karia-suresi

3 Temmuz 2025 Perşembe

101- Kâria Suresi - 6-11 . Ayet Tefsiri

                 Eûzu billahi mineş şeytânirracîm 

                 Bismillahirrahmanirrahim

﴾6﴿ Kimin tartılan amelleri ağır gelirse,

﴾7﴿ İşte o mutlu bir hayat içinde olur.

﴾8﴿ Amelleri hafif olana gelince,

﴾9﴿ Onu kucaklayacak olan hâviyedir.

﴾10﴿ O nedir, bilir misin?

﴾11﴿ Yakıp kavuran bir ateş!

                        Sadakallahul Azim

Tefsir (Kur'an Yolu)

“Tartılan ameller” diye çevirdiğimiz mevâzîn kelimesi ya “tartılan şey” anlamına gelen ve amelleri ifade eden mevzûn kelimesinin veya “terazi” anlamına gelen mîzanın çoğuludur. Meâlde birinci anlam tercih edilmiştir. 

İkinci anlama göre de kelime kinaye olarak yine tartılan amelleri ifade eder. Zira terazilerin ağır gelmesi, “onlarda tartılan eşyanın ağır gelmesi” demektir. “Tartılan amellerin ağır gelmesi” hayır ve iyiliklerin fazla olmasını anlatmakta ve Allah Teala’nın rızâsının bu sayede kazanılacağını göstermektedir. 

6-7. âyetler iyilikleri kötülüklerinden çok olan kimselerin nimetlerle donatılmış cennetlerde ebedî olarak mutlu ve müreffeh bir hayat süreceklerini ifade eder. Amellerin hafif olması ise kulun dünyada yaptığı iyiliklerin azlığı veya bulunmaması demektir. Bu âyet, dolaylı olarak “günahları ağır basarsa” anlamını da içermektedir. Bu ve benzeri ifadeler, konuyu insanların kavramasını sağlamaya yönelik temsilî anlatımlar olup, temel amaç, insanların adaletli bir şekilde yargılanıp hesap vereceklerini bilerek inanç ve amel hayatlarını sorumluluk bilinciyle oluşturmalarını sağlamaktır. Âyetlerde bildirilenler dışında âhiret olayları gayb âleminden olduğu için amellerin nasıl tartılacağı veya ölçüleceği hakkında söz söylemek yahut fikir yürütmek ise mümkün değildir.

9. âyette “kucaklayacak olan” diye çevirdiğimiz ümm kelimesi sözlükte “anne” anlamına gelir. Burada mecaz olarak “barınak” mânasında kullanılmıştır. Âyette, annenin çocuğuna kucak açıp onu bağrına basmaya can attığı gibi cehennemin de suçlulara kucak açarak onları içine almak için iştiyakla beklediğini ifade eden kinayeli bir anlatım söz konusudur (bu ve başka yorumlar için bk. İbn Âşûr, XXX, 514-515). 8-9. âyetler, böyle iyi işleri az, kötülükleri çok olan kimselerin gidecekleri yerin cehennem olduğunu göstermektedir. Tefsirlerde buradaki hâviye kelimesinin cehennemin isimlerinden biri olduğu belirtilmiştir.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt:5 Sayfa:676

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/K%C3%A2ria-suresi/6163/6-11-ayet-tefsiri