30 Mayıs 2024 Perşembe

Pişmanlık tevbenin ilk şartıdır


Tevbenin özünde pişmanlık vardır. Hakiki bir tevbe için nefsin kendisi ile hesaplaşması, mücadele etmesi gerekir. Zaten Allah Resûlü"nün ifadesi ile günah, insanın içini tırmalayan ve başkalarının haberdar olmasını istemediği şeydir. Yani her an pişmanlık duyabileceği bir iştir. Pişmanlık ise tevbenin ilk şartıdır.

Tevbe, işlenen günahtan pişmanlık duyarak bir daha o günaha dönmemektir. 

Ardından istiğfar etmek, yani, Allah"tan, affetmesini istemek gelmelidir ki, tevbe tamamlanmış olsun. O hâlde, tevbe-istiğfar, kulun, işlediği günahtan pişmanlık duyarak bir daha o günaha dönmemesi ve Allah"tan kendisini affetmesini istemesidir. 

23 Mayıs 2024 Perşembe

Iskât-ı savm, ölünün üzerindeki oruç borçlarını düşürmek demektir. Iskât, kişinin sağlığında çeşitli sebeplerle eda edemediği oruç, adak, keffâret gibi dinî mükellefiyetlerinin, ölümünden sonra fidye ödenerek düşürülmesi, böylece o kişinin bu tür borçlarından kurtulması anlamını taşır.
Ölünün üzerinden, sağlığında mazereti sebebiyle tutamadığı oruç borçlarının düşürülmesi için fidye verilmesi hususu, âyet ile sabittir. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Oruç tutmaya güç yetiremeyenler, bir yoksul doyumuna yetecek kadar fidye öder.” (el-Bakara, 2/184) buyrulmaktadır.
Bu âyetin hükmüne göre, oruca güç yetiremeyen veya sağlık mazeretleri sebebiyle Ramazan’da ve diğer zamanlarda oruç tutmaktan aciz olan kimselerin, tutamadıkları her bir gün için fidye ödemeleri gerekir. Âyette, hayatta olup oruç tutmaya sağlığı imkân vermeyenlerin fidye vermeleri söz konusu edilmektedir. Hayatta iken imkân buldukları hâlde oruç tutmadan ölenler için oruç keffâreti ödenip ödenemeyeceği konusu âlimler arasında tartışmalıdır.
Fakihlerin çoğunluğu, yukarıdaki âyet-i kerîmeden hareketle, mazeretli veya mazeretsiz oruç tutmamış ve kaza etmeden vefat etmiş olan kimselerin oruç borçları için de fidye ödeneceğini, hatta bu kimselerin bu konuda vasiyette bulunmaları gerektiğini ifade etmişlerdir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/124). Çünkü fidyenin gerekçesi, oruç tutmaktan aciz olmaktır. Ölen kimse de oruç tutmaktan mutlak surette acizdir. O hâlde bunların durumu, tutamadıkları oruca karşı fidye vermeleri nass ile sabit olan kişilerin durumuna kıyas edilebilir (Serahsî, el-Mebsût, 3/100; İbn Kudâme, el-Muğnî, 3/151). Başta Şâfiî mezhebi olmak üzere bazı görüşlere göre ise bir kimse imkânı olduğu hâlde fidyeyi vermeden ölürse vasiyete de gerek olmaksızın bıraktığı mirastan ödenir. Zira onun fidye ödemesi, hasta ve yolcunun orucu kaza etmesi gibidir (Nevevî, el-Mecmû’, 6/259).

22 Mayıs 2024 Çarşamba

Müctehidin bilmesi gereken ilimler

Bir müctehidin ictihâd ederek elde ettiği bilgilerin hepsine, o müctehidin mezhebi denir. Bunlardan dört mezhep meşhûrdur.

 Âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden, mânâları açıkça anlaşılamayanları, açıkça bildirilen diğer dînî hükümlere kıyâs ederek, benzeterek, bunlardan yeni hükümler çıkaran derin âlimlere “Müctehid” denir.

Müctehid dîn imâmlarına (âlimlerine) uymak, onların ictihâdları ile amel etmek Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uymanın aynısı sayılır. Nitekim büyük tefsîr âlimi Kâdî Beydâvî buyuruyor ki: “Dînî hükümlerde, Peygamberlere ve müctehidlerin doğru, sağlam delîlleriyle bilinenlere uymak, hakîkatte onları taklîd değil, Allahü teâlânın indirdiğine, yâni Kur’ân-ı kerîme uymaktır. Çünkü (Bilmiyorsanız, ilim ehline [müctehid âlimlere] sorunuz) meâlindeki âyet-i kerîme buna işâret etmektedir.”

Bir Müslümânın müctehid olabilmesi için lüzûmlu olan onlarca şartı birleştirerek, 5 ana kategori hâlinde arz edelim:

1- Kur’ân-ı kerîmi ezberlemiş olması, kırâat şekillerini bilmesi, Kur’ân-ı kerîmin bütün âyetlerinin tefsîrlerini bilmesi, âyet-i kerîmelerin hüküm bildirenlerini, geçmişten haber verenlerini, nüzûl sebeplerini yâni hangi hâdise üzerine ve ne için indiğini, mensûh olup olmadığını yanî hükmünün kaldırılıp, kaldırılmadığını bilmesi lâzımdır.

2- Hadîs-i şerîflerin çeşitlerini, sahîhlerini, uydurmalarını, râvîlerini, yâni kimler nakletmişlerse onları bilmesi ve tanıması, hadîs-i şerîfin niçin, nerede ve ne zaman söylendiğini bilmesi, Kütüb-i Sitte ve diğer hadîs kitaplarında geçen yüz binlerce hadîs-i şerîfi, rivâyet edenlerle birlikte ezberlemesi lâzımdır.

3- Arab dilini iyi bilmesi ve kelime mânâlarını ezberlemiş olması, lehçe farklarını, kelimelerin hakîkî ve mecâz mânâlarını bilmesi, fıkıh âlimi olması, hükümlerin delîllerini bilmesi gerekli.

4- Ayrıca verâ sâhibi, nefsi tezkiye bulmuş, sâdık, emîn olması lâzımdır.

5- Bunun yanında, zamânın fen bilgilerini de yeteri kadar bilmesi şarttır.

Bunlar kendisinde bulunan bir zât taklit olunabilir; fetvâ verebilir. Bütün bu üstünlüklerden biri bulunmazsa, müctehid olamaz; dînde söz sâhibi olamaz; onu taklit etmek câiz olmaz. Bunun bir müctehidi taklit etmesi lâzım olur.

Bir müctehidin ictihâd ederek elde ettiği bilgilerin hepsine, o müctehidin mezhebi denir. Bunlardan dört mezhep meşhûrdur. Mezhep imâmlarının, abdestte, namazda, nikâhta, mîrâsta, vasiyetlerde, talâkta (boşama), cürüm ve cinâyetlerde, alışverişte ve bunlar gibi birçok şeylerde, birbirlerine uymayan sözleri, hep ictihâdlarından olup, hiçbiri diğerinin sözüne yanlış, bozuk dememiştir.

Dört büyük İmâm, Peygamberimizin Kur’ân-ı kerîmden çıkardığı mânâları, bilgileri, Eshâb-ı kirâmdan işiterek toplamışlar, kitaplara geçirmişlerdir. Müctehid olmayan Müslümânlar da bunların mezheblerine uyarak doğru yolu bulmuşlar ve böylece İslâmiyete tâbi olmuşlardır.

Eshâb-ı kirâmdan sonra, meşhûr dört imâm ve bunların mezheplerine göre ictihâd eden yüksek âlimler yetişmiştir.

Prof. Dr. Ramazan Ayvallı

https://www.turkiyegazetesi.com.tr/kose-yazilari/prof-dr-ramazan-ayvalli/muctehidin-bilmesi-gereken-ilimler-623025



19 Mayıs 2024 Pazar

İstiğfara devam!


Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e göre kul ne kadar ibâdet etse yine de Allah’ın lutuf ve ihsanlarına karşı şükrünü yerine getiremez. 

Kul ne kadar mükemmel olsa yine de Allah Teâlâ’ya karşı kullukta kusurludur. Bunun için istiğfara devam etmesi gerekir.

18 Mayıs 2024 Cumartesi

Benim de kalbim bulutlanır



Mü’min erkek ve kadınlar günahlardan salim olmadıkları gibi, peygamberler de, büyük günahlardan korunmuş olsalar da, “zelle” dediğimiz küçük hatalardan uzak değillerdir. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e hem kendi günahı hem de erkek-kadın tüm mü’minlerin günahı için istiğfar etmesini istemiştir. 

 Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurur:

“Benim de kalbim bulutlanır; gaflet ile perdelenir. Ben günde yüz kere Allah’tan bağışlanma dilerim.” (Müslim, Zikir 41)

17 Mayıs 2024 Cuma

Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat

Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat ya da kısaca Ehl-i Sünnet tabiri “Hz. Peygamber ile ashabın dinin temel konularında takip ettikleri yolu benimseyenler” manasına gelir (Yavuz, “Ehl-i Sünnet”, DİA, 10/525). Bilindiği gibi Rabbimizin insanlığa gönderdiği İslâm’ın öğretileri, son vahiy Kur’ân’ın Hz. Muhammed (s.a.s.) tarafından tebliğ ve beyan edilmesiyle vücut bulmuştur. Hz. Peygamber’in Sünneti; Kur’ân’ın beyanı, somut bir açıklaması ve uygulamasıdır. Kur’ân’ın Hz. Peygamber’e itaati emretmesi, ona Kitab’ı beyan görevi vermesi, onun ve beraberindeki müminlerin yolundan ayrılmayı yasaklaması gibi hükümler, Allah Resûlü’nün Sünnetinin Müslümanlar için sürekli bir rehber ve model olmasını zorunlu kılmıştır.

Ashâb-ı Kirâm, Resûlullah’a iman edip onunla uzun süre beraber bulunmuş, davranışlarına şahit olmuş, söylediklerini dinlemiş, onun yüce ahlâkını benimsemiş kişilik sahibi, samimi ve fedakâr şahsiyetlerdir. Vahyin inişinin ve tatbikatının canlı tanığı olan Sahâbe-i Kiram, İslâm’ı bizzat Hz. Peygamber’den görmesi, öğrenmesi ve yaşayarak sonraki nesillere aktarması nedeniyle önemli bir yere ve ayrıcalığa sahiptirler.

Hz. Osman’ın şehit edilmesinden sonra Müslümanlar arasında siyasî ihtilaflar baş göstermiştir. Hz. Ali ve Hz. Muaviye arasındaki hakem olayından sonra Haricilik, diğer Müslümanları tekfir eder bir nitelikte ortaya çıkmış ve ümmetin büyük kitlesini teşkil eden ana topluluktan (Cemaat, Sevâd-ı azam) ayrılmıştır. Aynı şekilde Hz. Ali ve onun soyundan gelenlerin imâm/halife olmalarını dinî bir emir ve esas olarak telakki eden ve bunu imanın bir şartı olarak görenler de Hz. Ali taraftarları anlamında “Şia” ismiyle ayrı bir grup oluşturmuşlardır.

Bütün bu siyasi mücadeleler neticesinde büyük günah işleyenin durumu, kader, imâmet ve yöneticilere itaat gibi meseleler başlıca tartışma konularını oluşturmuştur. Bunun yanında farklı inanç ve kültürlerle karşılaşılması, naslarda yer alan Allah’ın fiilleri ve sıfatları gibi bazı hususların yeniden yorumlanması ihtiyacını doğurmuştur. Bu tür meseleler Mutezile, Müşebbihe ve Mücessime gibi yeni ekollerin ortaya çıkmasına yol açmıştır.

Ümmetin büyük kitlesini teşkil eden ana topluluk, Kur’ân’ı ve Hz. Peygamber’in Sünnetini esas almış ve başta Râşit Halifeler olmak üzere Sahâbenin yolunu takip etmiştir. Ümmetin ana gövdesine “Ehl-i Sünnet ve'l-cemaat” adının verilmesinde esas unsur budur. Çünkü diğer gruplar bir veya daha fazla noktada İslâm’ın temel esaslarından olmayan bazı meseleleri inanç esası haline getirmeleri gibi nedenlerle “Cemaat”ten ayrılmışlardır. Mesela Hariciler, büyük günah meselesindeki dışlayıcı itikatlarıyla diğer Müslümanları tekfir etmişler, âyet-i kerimeleri, Kur'ân ve Sünnet bütünlüğü içerisinde bilinen anlamlarından farklı olarak yanlış yorumlamışlardır. Aynı şekilde Şiiler, Hz. Peygamber’den sonra ümmetin dinî ve siyasî liderinin (imâmın) kim olacağı meselesinde konuyla ilgili Kur'ân ve Sünnetin temel tutumunu ve Sahâbenin anlayışını terk edip, bazı âyet ve rivâyetleri kendi görüşleri doğrultusunda zorlama yorumlara tabi tutmuşlardır. Onlar, imâmetin vahiyle bildirilen ve bir inanç esası olarak kabul edilmesi gereken dinî bir hüküm olduğunu iddia etmişler, âyet ve hadisleri de bu yanlış anlayışlarına dayanak yapmışlardır.

İşte İslâm’ın anlaşılması ve yaşanmasında Hz. Peygamber’in Sünnetini ve ilk üç nesil Müslüman ümmetin çoğunluğunun (Cemaatin) yolunu takip eden ana kitleye, "Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat" adı verilmesi böyle bir arka plana dayanmaktadır.

Tarih boyunca selef-i sâlihînin yolunu takip eden geniş Müslüman kitlelerin mensubu bulunduğu Eşarîlik ve Matüridîlik gibi itikadî mezhepler ile Hanefîlik, Malikîlik, Şafîilik ve Hanbelîlik gibi amelî/fıkhî mezhepler, Ehl-i Sünneti temsil edegelmiştir. Aynı şekilde bu itikadî ve fıkhî anlayışları benimseyen ve şer’î esaslara bağlı kalan tasavvufî yorumlar da Ehl-i Sünnet içerisinde kabul edilmiştir. Dolayısıyla Ehl-i Sünnet tabiri dışlayıcı değil, Kur'ân ve Sünneti anlama ve yorumlamada Sahâbe ve selef-i sâlihînin anlayışını takip eden, açıkça bidat ve dalâlete düşmeyen bütün Müslümanları kapsayıcı bir kavramdır.

Ehl-i Sünnetin en önemli ilkelerinden biri, aynı kıbleye yönelen (Ehl-i Kıble) hiçbir Müslümanı İslâm dairesi dışında görmemektir. Zira bidata varan görüşleri nedeniyle, Ehl-i Sünnet ana gövdeden ayrılanlara “Ehl-i bidat” adı verilmiş, ancak bu tekfir gibi ağır bir nitelemeye dönüştürülmemiştir. Ehl-i Sünnete göre bir kimseye Müslüman isminin verilmesi, onun “Ehl-i Kıble” oluşu ve Kelime-i Tevhid’i tasdik etmesiyle ilgilidir. Yani “Lâ ilâhe illallâh Muhammedün Resûlullâh” düstûrunu benimseyen ve dile getiren herkes mümindir. Bu kimse, dinin emir ve yasakları konusunda ihmalkâr davransa da İslâm dışında görülemez ve küfürle itham edilemez. Ehl-i Sünnetin bu konulardaki bazı esasları şöyledir:

- Bir fiil veya sözün “küfür” kapsamına girmesiyle, bu tür fiilleri işleyen veya sözleri söyleyen kimse hakkında “kâfir” hükmü verilmesi aynı şey değildir. Dinin zorunlu olarak bilinen esaslarından birisini veya birkaçını inkâr ettiğini kendi irade ve rızasıyla açıkça beyan etmedikçe bir kimsenin kâfir olduğuna hükmedilemez.

- Kur’ân âyetlerine getirilen yorum ve tevil, Allah’tan başka bir ilâhın varlığını kabul etme, Allah’ın bazı insanların şahsına hulul ettiğine inanma, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) peygamberliğini inkâr etme veya peygamberliğin O'ndan sonra devam ettiğini iddia etme; katî delillerle sabit olan haramları helal sayma ya da şer‘î yükümlülükleri kaldırma gibi dinin zorunlu olarak bilinen hüküm ve esaslarının dışına çıkmadığı veya bunları alay konusu etmediği sürece tekfir sebebi olarak görülmez. Bu itibarla İslâm âlimleri bu hususu, “tenzilin inkârı küfürdür, tevili ise küfür değildir” şeklinde bir ilke haline getirmişlerdir.

Bununla beraber günümüzde bazı kişi ve gruplar kendi görüşlerini merkeze alıp bunlara aykırı gördükleri her türlü farklı yorumu Ehl-i Sünnet karşıtı olarak nitelendirmekte ve mahkûm etmektedirler. Bu ve benzeri daraltıcı ve dışlayıcı tutumlar, İslâm tarihi boyunca kuşatıcılığı ve kapsayıcılığı esas alan Ehl-i Sünnet anlayışıyla uyuşmamaktadır. Özellikle günümüzde Ehl-i Sünnet kavramını dinî ve ideolojik bir yaftalamaya dönüştüren bu anlayışlar, ayrımcı ve ötekileştirici bir tavrı öne çıkardığı gibi güncel meydan okumalar karşısında yeni yorum ve çözümlere yönelen tüm arayışları Ehl-i Sünnet dairesinden çıkmakla itham etmektedirler.

Müslümanın yapması gereken geçmişten günümüze İslâm’ın ana yolunu temsil eden Ehl-i Sünnet tabirini bu türden dışlayıcı bakış açılarına kurban etmemesi ve bu kavramı ideolojik bir yaftalamaya alet etmemesidir. Bu itibarla Ehl-i Sünnet yaklaşımı, yukarıda belirtilen çerçevede bütün Müslümanları kucaklayan ve ötekileştirmeden İslâm’ın kardeşlik inancını pekiştiren bir anlayıştır.

16 Mayıs 2024 Perşembe

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 106


Sâffât 97, 98: “Ötekiler, “Onun için bir yapı kurun ve (orada hazırlayacağınız) kuvvetli ateşe atın onu!” dediler. Böylece onu engellemek için bir plan kurdular; ama biz onları alta düşürdük.”

Onlar tuzak kurup ismini lekelemek istediler. Onun için binalar kurdular. 

Onu yakmaya giden süreçte uzunca bir zaman var. 

İlkin ikna etmeye caydırmaya çalıştılar. İkna edemeyince korkuttular. Onu büyük bir azabın beklediğini, mancınıkların hazırlandığı, büyük bir ateşin yakılacağını söylediler korkutmayı denediler. İbrahim as BEN KORKMUYORUM dedi. Bir adım geri atmadı. Küçük yaşına rağmen bu işkencelerden korkmadı. Ben sizin eş koştuklarınızdan nasıl korkayım? Siz eş koşmaktan korkmuyorsunuz, ben eş koştuklarınızdan mı korkacağım? Siz de Allah'ı tanıyorsunuz ben de Allah'ı tanıyorum bunda hemfikiriz. Siz diyorsunuz ki Allah putların da sahibi. Putlar ara işi görürler diyorsunuz. 

İbrahim aleyhisselam:"BEN RABBİME GİDİYORUM" 

Sonunda İbrahim’i ateşe attılar. Cenab-ı Allah ateşe dedi ki "OL". "Serinlik ol esenlik ol." İbrahim’e bir şey olmadı. 

Onları dibe düşürdük sefil eyledik, İbrahimi yükselttik. İbrahim oradan çıkınca bütün hazırlık tersine döndü. 

İbrahimin tanrısı ibrahimi korudu, bilgisi dilden dile herkese ulaştı. İbrahimi tutmanın sisteme iyice zarar vereceğini takdir ettiler. İbrahimi salıverdiler. Çünkü o muazzam ateşten kurtulması demek onun son derece güçlü bir el tarafından korunması demek. O muazzam ateşin içinden hiç bir yeri yanmamış olarak bir çocuk çıkıp gelince o zaman dediler ki İBRAHİM GİTSİN. Ve İbrahim dedi ki BEN GİDİYORUM. Sizin işiniz bitti , ben mesajımı verdim. 

İbrahim aleyhisselam bir yerde duran biri değil. İbrahim aleyhisselam bir gezgin. İbrahim aleyhisselam hicret eden yola çıkan birisi. Sorumluluk hisseden birisi. Nereye gidiyorsun dendiğinde BEN RABBİME GİDİYORUM diyen birisi. 

99 : “İbrâhim, “Ben rabbime gidiyorum” dedi, “O bana yol gösterecektir.”

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

15 Mayıs 2024 Çarşamba

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 105

KAPIYI ÇALMAYA DEVAM

Sâffât 100: “Rabbim! Bana sâlihlerden olacak bir evlât ver!”


İbrahim aleyhisselâm babadan/atadan ayrılınca yalnızlığı hissetti. Ve Rabbinden kendisine salih evlat vermesini istedi. 

İbrahim aleyhisselam geniş bir coğrafyayı uzun zaman yalnız olarak gezip dolaşmış. O kadar uzun zaman yalnız yaşamış ki Cenab-ı Hak onun için İBRAHİM TEK BAŞINA ÜMMETTİR demiş. 

Duası uzun yıllar sonra yaşlılığında kabul oldu ve İsmail aleyhisselam doğdu. 

O yüzden peygamberimiz Sallallahu Aleyhi Ve Sellem diyor ki KAPIYI ÇALMAYA DEVAM. 

Duaya devam. 

Cenab-ı Hak kulunun dua etmesinden memnun. “De ki Rabbin seni ne etsin duanız olmasa!” 

İbrahim aleyhisselâm duaya tutkun. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

5 Mayıs 2024 Pazar

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 104


Teslim olmadan ölmeyin

Teslimiyetinden değil teslimiyetsizliğinden kork. 

Teslim olmadan ölmeyin. Ne yapın ne edin Allah’a teslimiyeti başarmadan ölmeyin. Teslimiyetten sonra ölebilirsiniz. 

Peki ya hayat? Hayat zaten bunun için vardı. Bu İbrahim aleyhisselam'ın hayattan anladığı ve çocuklarına vasiyet ettiği bir şey. 

Hz İbrahim zürriyetine son derece düşkün biri. 

Sâffât 102: “…. Dedi ki: “Babacığım! Sana buyurulanı yap; inşaallah beni sabredenlerden biri olarak bulacaksın.” 

Allah-u Teala İbrahim aleyhisselam’a öyle bir çocuk vermiş ki, o da babası gibi Hakk’a teslimiyeti esas almış. 
Onun ben rûyamda gördüm ifadesinden mesajı almış, mesajın kaynağının nereden geldiğini anlıyor. Sana bunu Rabbimiz emrettikten sonra ben bu emre teslimim. 

Nasıl insanlar ki bunlar, hareketlerinde, cevaplarında hep O’nunla olan irtibatı yakalıyor ve o irtibat üzerinden meseleyi çözmeye çalışıyorlar. Babasına olan teslimiyeti değil onu Yaradan’a olan teslimiyeti beyan ediyor. İbrahim aleyhisselam’a Cenab-ı Hak tam da istediği gibi bir evlat nasip etti. Sağlam ve Hakk’a teslim olmuş bir evlat. 

Dolayısıyla evladın nasıl gelişeceği nasıl hareket edeceği bir bakıma babanın sınavının bir semeresi, bir ürünü gibi olabilir. 

Evlat bir fitnedir, bir imtihan aracıdır. Ama babanın duruşu ve babanın sınavının sonuçlarıyla da bir bakıma içli dışlıdır. Cenab-ı Hak onları öyle bir ayarlar ki bi anda oğlanı sınarken, aynı babayı oğlu üzerinden sınar. Oradaki giriş çıkışlar (evladın iyiliği kötülüğü, akıllılığı akılsızlığı, yaramazlığı işe yararlılığı) hem evlat hem babanın sınavıyla ilişkilidir. 

Orada çok karmaşık bir sistem işlemektedir. Cenab-ı Hak orada öyle bir denge tanzim etmiş ki bizler birer baba olarak çocukta gördüğümüz yanlışları kendi kusurlarımızın tecellisi olarak değerlendirmiş olsak çok yanlış etmiş olmayız. 

Aynı teslimiyeti İsmail’in annesi Hacer’in dilinde de gördük. “Eğer Rabbinin emriyse gidiver , O bizi zayi etmeyecektir.” dedi. Dolayısıyla İsmail aleyhisselam’ın son derece güzel bir annesi babası var. İbrahim aleyhisselam da oğluna son derece sevgi dolu. Böyle bir kimsenin muhatap olduğu emri düşünelim. 

Teslimiyetin bu düzeyde olması gerektiğini bu ayetlerle öğrenmiş olduk. 

Sınav, kulun en zorlu anında gelir. Sınavdan geçince artık Cenab-ı Hak yolları kolay eyler. 

-İbrahim son derece duygulu, yufka yürekli biri. Lut kavmine dahi acıma duygusuyla hareket eden biri. Halim. 

-Allah İbrahim’i halil edindi. 

-Ben seni insanlara imam tayin ettim. 

-Ben Mü’min olmayanları da rızıklandıracağım. 

-Bizim çocuklarımıza ve ailemize karşı sorumluluğumuz onları ateşten korumayla ilgilidir. Allah Kuran’da çocuklarınıza şöyle böyle maişet yapın, şunları onlara bırakın diye bir emir vermiyor. Ateşten nasıl koruyacağız? İbrahim gibi dua ederek. 

“Ya Rabbi namazı kılsınlar.”

“Onları rızıklandır ki şükretsinler.”

İbrahim iyi bir baba. Çünkü evlatlarına dua ediyor! Dolayısıyla baba demek çocuklarını ateşten korumak için tedbir alan, bu tedbirlerin başında da hep duaya başvuran kimsedir! İbrahim aleyhisselâm Kuranı Kerîm’de bir baba örneğidir. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

4 Mayıs 2024 Cumartesi

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 103


Kişi imandan feragat edemez 

Belli bir şeyler karşısında feragat edebileceği bir şeyse o iman, Cenab-ı Hak onu getirir ve imandan feragat etmesini sağlar. Çünkü böyle bir imanı Cenab-ı Allah kabul etmiyor, değerli saymıyor. 

Her şey yıkılacak iman yıkılmayacak. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 


3 Mayıs 2024 Cuma

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 102


Tesbihat, zikir, Cenab-ı Hakk’a dönme, yalvarma kişiyi kurtarır

Sâffât 143-144: “Şayet o tesbih edenlerden olmasaydı, tekrar dirilecekleri güne kadar balığın karnında kalırdı.” 

Demekki tesbihat, zikir, Cenab-ı Hakk’a dönme, yalvarma kişiyi kurtarır. Yunus aleyhisselam’ın zikri onun vahim akibetini değiştirebiliyor, tekrardan onu selamete kavuşturabiliyor ise Cenab-ı Hakk’ı anmanın, yâdetmenin musibetleri tersine çevirmede ne denli değerli ve önemli olduğunu gösteren son derece önemli bir ayeti kerime. 

Tesbih edenlerden olmasaydı balığın karnında mahpus hali sürüp gidecekti. Tıpkı şeytanınki gibi. 

“Ve biz onu hasta olarak kıyıya attık.” 

“Onun üzerine, geniş yapraklı ve kabak türünden bir bitki bitirdik.”
 

Bu bitki ona gölge oldu. Yunus aleyhisselâm ilahi bir bakım ile iyileştirildi. Muhtemelen yapraklardan akan bir takım sıvılarla tedavi edildi ya da yaprakların kendisiyle. 

Sürecin her halkası son derece kontrollü bir el tarafından kontrol ediliyor. Ve Yûnus aleyhisselâm kaçtığı yere geri döndürülüyor.

 “Onu yüz bin kişiyi aşan yere gönderdik.” 

Cenab-ı Hak onu iyileştirdi ve tekrar elçi olarak gönderdi.  

Prof. Dr. Halis AYDEMİR


https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

2 Mayıs 2024 Perşembe

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 101


İster meleklere dişi adlar taksınlar, ister meleklerin adlarını dişiler için kullansınlar bu aynı şey

Sâffât 150: “Biz melekleri dişi yaratmışız da onlar da bunu görmüşler mi?” 

Ben onlara yerlerin ve göklerin yaratılışını bile göstermedim, kendi yaratılışlarını bile görmediler, hangi meleğin erkekliğinden dişiliğinden bahsediyorlar? Kendi yaratılışını görmemiş olan meleklerin yaratılışını nasıl görecek? Dolayısıyla meleklere iftira atıyorlar, yalancılar. 

“Ahirete inanmayanlar meleklere dişi adlar takarlar” Necm-27. 

İster meleklere dişi adlar taksınlar, ister meleklerin adlarını dişiler için kullansınlar bu aynı şey. Eğer bu insanlar kızların adına "melek" diyorlar da erkeklere demiyorlarsa, demek ki dişi varlığı meleklere daha yakın, daha uyumlu görüyorlar. 

Eğer zihinde melek tasavvurunda bir kadın figürü var ise bu da yine köklerinde böyle sapkın bir inancın yattığını gösterir. 

Ne yazık ki toplumumuzda meleklerin dişi varlıklar olduğu hususunda doğrudan bir inanç yoksa da bunu besleyen şuur altı bir yaklaşım var. Bu son derece kötü bir durum, itikat noktasında problemli bir durum. Bunun üstüne varmak lazım. 

Meleklerin cinsi yoktur, Allah’ı tesbih eden, ibadet eden, saygın, mübarek kullarıdır. Asi olmazlar ne emrolunursa onu yaparlar. 

Melek ismini kızlarımıza koyabiliyoruz. Veya bir kızı tarif ederken “melek gibi” diyebiliyoruz. Hiç ben bir erkeği melek diye tarif edebildiğimizi görmedim. Hatta bir adama “melek gibisin” dersek belki alınabilir çok mu kadınsı görünüyorum diye, kınayabilir. 

Bu konu aslında öncelikli bir problemimiz, itikadi bir konudur ve kişiyi dinden çıkarma noktasına götürür. 

Hele hele bazı meleklerin iyilik-kötülük sağlıyor gibi fonksiyonları olduğu düşünülüyor ise bu neredeyse müşrik Kureyş inancıyla örtüşür. İslam inancı varsa da yoksa da bunun manası olmaz. Çünkü yanı sıra Allah inancı Kureyş’te zaten vardı. Onlar zaten “elbetteki bunlar Allah’ın mülkü” diyorlardı. Ama böyle demeleri onların inancını masum ve mazur hale getirmedi. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 



26 Nisan 2024 Cuma

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 100

Basiret her zaman çabayla elde edilir

Sâffât 175: “Hallerini gör onların; ileride kendileri de görecekler.” 


Basiret her zaman çabayla elde edilir. Bir ameliyeyle, bir girişimle elde edilir. 

Eğer insan basirete ulaşmak istemezse, bulunduğu noktada her şeyin basit bir yorumu veya nedeni, gerekçesi var gibi gözükebilir. 

Cenab-ı Hak en değerli olan bilgiyi-hakikati, talipleri için, araştıranlar için, onun peşinde koşanlar için takdir etmiş. Bu ilahi sünnet en başından beri böyle cereyan etmiş. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

23 Nisan 2024 Salı

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 99


Falanca doktor olmasaydı çocuğum olmazdı 

Sâffât 182: “Ve âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun.”

Hamde Cenab-ı Hakk’tan gayrısı layık değildir. Yerlerin ve göklerin tüm anahtarları O’nun elinde. Minnetimiz sadece O’nadır. 

Neticede gelecek olanı Cenab-ı Hak'tan bilip müsterih olmak lazım. 

Bütün nimetleri Allah’tan bilmek aynı zamanda bunları başkalarından bilmemekle de eş anlamlıdır. 

Aracılar bu hususta yüzde 1 bile katkı sağlamaz. Onlar da bizler gibi yaratıklardır. 

Biz biliyoruz ki Cenab-ı Hakk’ın sünnetinde Cenab-ı Hak araya göstermelik başka kimseler koyuyor. Mesela çocuğu olmuyordur. O doktor bu doktor dolaşırken bir dönem geliyor bu doktorun tedavisiyle Cenabı Hak çocuk ihsan ediyor. O kimseyi konuşurken duyuyorsunuz ; falanca doktor olmasaydı çocuğum olmazdı filanca doktor bunu böyle yaptı vs. 

Yani Cenab-ı Allah gönderirken bir kimse üzerinden bunu sağlıyor. Kul halbuki Cenab-ı Hakk’tan istemişti. 

Sonra kulun denklemi değişiyor. Ben Allah-u Teala'dan istedim Allah da bana verdi demeyi unutuyor, falanca doktora denk geldik de o bize bu işi sağladı diyor. 

Cenab-ı Hakk’ın araya koyduğu küçük bir ayrıntıyla, küçük bir çelme ile kul hemen yere çakılıyor. 

İbrahim aleyhisselam’ın denklemini düşünün. “Ben Allah’tan istedim O da verdi; dolayısıyla O’na hamd ediyorum” diyor. Hz İbrahim aleyhisselam çok uzun yıllar dua etmiştir. 130’lu yaşlarda oğlu İsmail olmuştur. Neredeyse 100 yıl.

“Ya Rabbi bana bir oğul” diye dua etmiş. “Rabbim duaları işitendir.” 

Rabbimiz her an bizi sınıyor. O’nu hatırlayıp O’na mı teşekkür edeceğim hamd edeceğim; yoksa O’nu unutup aradaki kimselere mi teşekkür edeceğim onlara mı minnet duyacağım? 

Hamd ile dua arasında da yakın bir ilgi var. Hamd edip bütün içtenliğimizle O’ndan isteriz. 

Rabbimiz bizi sınamak ister şükür mü edeceğim küfür mü edeceğiz? Küfür Arapça’da nankörlük demek, üstünü örtmek demek. Asıl nimeti vereni gözardı edip kendini öne çıkarmak veya bir başkasını öne çıkarmak demek. Allahtan olduğunu kaybetmek demek. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR


https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

22 Nisan 2024 Pazartesi

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 98

Cehennemden kurtaran kelime-i tayyibe nedir?

Fâtır, 10 "Kim izzet isterse bilmeli ki izzet tamamıyla Allah’a aittir. Güzel sözler O’na yükselir; rızâsına uygun iş ve davranışları da O yüceltir. Sinsi sinsi kötülük tasarlayanlar için çetin bir azap vardır ve onların tuzakları altüst olur."

İzzet sahibi kimselere yakın durmak insanlar için çok önemlidir. Bu bir fayda temin eder.

Kişiyi cehennemden kurtaran kelime-i tayyibe nedir? La ilâhe illallah’tır.

Güzel söz yükselir, doğrudan Allah’a erişir. Kişinin güzel amelleri de kişiyi yükseltir. Önce söylem-sonra eylem. 

Kişi söylediği sözün arkasında durmazsa güzel söylemlerinin anlamı kalmaz. Kişi bu ikisini birlikte gerçekleştirirse Cenab-ı Hakka yakınlaşır ve izzetinin gölgesine sığınmış demektir. Bundan ayrı sigorta aramak anlamsız kalır.

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

21 Nisan 2024 Pazar

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 97


Herkes fakir, tek bir zengin var!

Herkes ihtiyaçlı, ihtiyaçsız olan tek olan Allah’tır.

Denklem bu kadar nettir. Allah’ın zenginliğini anlamak, aslında kulluğumuzu anlamak demektir. (El-Ganîyy)

Cimrilik edenler aslında o hayrı kendinden esirgiyor.

Allah yolunda sadaka verenler Allah’ın parasıyla yine Allah’ı hoşnut eder, Allah-u Teala hoşnut olunca daha çok verir. Dolayısıyla vermeyenler kendilerine cimrilik eder.

Prof. Dr. Halis AYDEMİR


https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

20 Nisan 2024 Cumartesi

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 96


Dünya hayatınız nasıl geçti?

Hesap gününde nesep bağı ortadan kalkacak. Birbirlerini aramazlar, sormazlar, karşılaşmak da istemezler.

Hesap bitikten sonra cennetlikler cennete girdikten sonra o zaman dünya hayatında bağı olanlarla muhabbet etmeyi isterler. “Dünya hayatınız nasıl geçti?” diye sorarlar. Cevap şu olur: “Korkuluyduk, dünya hayatımız hep korkulu geçti” Tarif böyle. Bu işte takva. Ve “biz dünyadayken sadece O’na dua ederdik”


Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

19 Nisan 2024 Cuma

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 95


Kârun iyi bir Tevrat okuyucusuydu, gece gündüz tilavet ederdi

Fâtır 32: “Sonra biz kullarımızdan ıstıfa eylediklerimize Kitab’ı miras bıraktık.” (Istıfa: İyisini seçip ayıklamak, ıslah edip safileştirmek)

Bu ayette şunu rahatlıkla anlıyoruz ki Kitap’la alaka kurmuş, Kitap’tan nasibi olan kimseler Allah’ın ıstıfa eyledikleri kullarındandır. Rabbimizin seçip, süzmesi, ayıklaması, arındırması! Kitap onlara miras kaldı. Bu çok güzel bir müjdedir.

Kişi kendisini Kitap’la ne kadar iç içe buluyor, ne kadar miras olduğunu biliyor, ne kadar rehber ediniyor, ne kadar mesai veriyor ? Ne kadar gayret ediyor? Bu gibi hususlarda kişi kendini etrafıyla karşılaştırmalı.

“Kitab’ın mirasçısı” dendiğinde akla gelebilecek biri olup olmadığı hususunda şöyle bir yoklamada bulunmalıdır. Neden bu çok önemli? Çünkü Allah, kendilerine Kitab’ı miras bıraktığı kullarını ıstıfa eylediğini buyuruyor (tıpkı Adem’i, Nuh’u, İbrahim’in ailesini, İmran’ın ailesini, Musa’yı ıstıfa ettiği gibi)

Allah hangi kullarına Kitab’ını miras bırakır, faydalanmalarını sağlar? Bu Allah’ın hikmetine tâbidir, randevuze ve rastlantısal, rastgele değil.

Hâkim ve Alîm olan Cenab-ı Hak tam da buna layık kullarını ıstıfa eder. Kitab’ı hak edecek, öğrenme gayreti, fedakarlığı gösteren, elverişli kimselere miras bırakır. Ve “Allah iman edenleri ve ilim sahiplerini derece derece yükseltir.”

Tabi peygamber efendimizden (sav) sonra Kitab’ı miras alan tüm nesiller bu kapsamdadır. Peki bu nesillerdeki kimselerin hepsi aynı durumda mı? Hepsi aynı tepkiyi mi vermiş? “Zaten affedileceğiz” mi diyorlar? Saptılar azgınlaştılar mı?

Demek ki Kitab’ın varisi olmak her zaman kişiyi kurtarmıyor. Varis olmak elbette bir seçkinlik ancak sürecin düzgün tamamlanması için Kitab’a vefa ve sadakat gerekiyor. Aksi taktirde sadakatsizlik ve nankörlük ters tepmek olur ki bu çok vahim bir akıbete götürür.

Kuranı Kerim’de bunun en tipik örneği Musa aleyhisselam’ın kavminden olan Kârun’un hikayesidir.

Kârun iyi bir Tevrat okuyucusuydu, gece gündüz tilavet ederdi. Ayetlerin ilmi verilmişti. Ama sonra deri değiştirir gibi sıyrıldı. Şeytan da onu takibe aldı ve taşkınlardan oluverdi.

Ve Allah-u Teala, Kârun’u da, hazinelerini de yere yutturdu.

Dolayısıyla Kitab’a vâris olmak son derece büyük şeref, ancak bu yolun sonu değil, bu büyük bir sorumluluğun başlangıcı.

Bu yola hiç girmesek ne olur? Sorumluluğunu yerine hiç getirmemiş, taşın altına elini koymamış, görmezden gelmiş yok saymış, ıraz etmiş, Allah’ın en beter bulduğu vurdumduymaz akletmez tiplerden olur.

“Madem öyle ben bu Kitab’ın altına hiç girmeyeyim. Bu büyük bir sorumluluk. Alakasız durayım.” diyenler, en suçlu kimseler. Verilen nimetlerden (göz, kulak, kalp vs) hepsinden sorumluyuz. Dolayısıyla bu ilim süreci zorunludur.

Prof. Dr. Halis AYDEMİR


https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

18 Nisan 2024 Perşembe

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 94


Cenab-ı Hak karşısında iyi bir kulluk sergilemek isteyenlerin muhakkak ilimle iştigal etmesi gerektir

Fâtır 28: “Allah’tan kulları içinde ancak ilim sahibi olanlar korkar.”

Ayet bu yönü itibariyle, Cenab-ı Hak karşısında iyi bir kulluk sergilemek isteyenlerin muhakkak ilimle iştigal etmesi gerektiğini ortaya koyar.

Kitap, ilmin kaynağıdır. Kişinin "Allah-u Teala'dan korkuyorum" diyebilmesi için Kitab’ı izlemesi gerek.

Ayet-i kerimede “tilavet” kelimesi geçer, tilavetin okumak anlamı olduğu gibi, burada izlemek, peşi sıra gitmek demektir.

Korkumuzu, takvamızı sergileyeceğimiz bilgiler ancak Kitab’tadır. Kitab’la ilgisi olmadığı halde Allah’tan korktuğunu söyleyenlerin korkusu askıdadır, hayata yansımamıştır.

Prof. Dr. Halis AYDEMİR


https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

31 Mart 2024 Pazar

***1 NİSAN ŞAKASI YAPMAK CAİZ Mİ?

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Bu günün Müslümanlar için bir katliam günü olduğuna dair bir rivayet olsa da bu konuyla ilgili sağlam bir bilgiye rastlamadığım için burada bu olaydan bahsetmiyeceğim.

Genellikle değişik ülkelerde Nisan 1 şakası hakkında farklı kültür, inanç ve dillerde efsaneler bulunmaktadır:

Fransa (Poisson d'avril - Nisan Balığı): 1564 yılında Fransa kralı IX. Charles yılbaşını 1 Nisan’dan 1 Ocak’a aldırır. Bu arada 1 Nisan’ı sene başı olarak kabul etmeye devam edenlerle alay etmek amacı ile yapılan şakalar, bir süre sonra gelenek haline gelir. 1 Nisan’ı yılbaşı kabul edenlere ise “Nisan Balığı” adı verilir

İngiltere - April Fools' Day - Nisan Kaçıklar Günü

İskoçya - Gowk veya Cuckoo günü

Nisan 1 veya Nisan Balığı, Hollanda, Belçika, Kanada, ABD, İsviçre, Japonya dahil dünyanın pek çok yerinde tanınmaktadır. Nisan 1 ile ilgili başka bir efsane de Pagan kültüründe 1 Nisan'da kutlanan Fous bayramıdır. Antik Roma'da Hilarya adıyla benzer bir bayram da kutlanmaktadır.Hindistan'da ise bu bayram 31 Mart'ta Holi adıyla kutlanmaktadır.

Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, 1 Nisan günü, bir din adeti değildir.

Bu sebeple, bu günde -makul, aşırı olmayan, haram unsurları barındırmayan- bazı şakaların yapılmasının - prensip olarak haram olduğunu söyleyemeyiz.Yine de takva gereği gayri-müslimlerin kutladığı bu güne değer vermemek efdal olanı görünüyor.


Her zaman şaka yapmak caizdir fakat şakanın bir mahiyetinin olması gerekmektedir. Bu şartları şu şekilde sıralayabiliriz:

Şaka yaptığımız kişiyi korkutmamalıyız, malını almamalıyız.
Şaka yapacağımız kişiyi üzmemeliyiz,
Kesinlikle şaka yapıyoruz diye şakadan da olsa yalan söylememeliyiz!

İki hadisi şerifte şöyle buyurulmaktadır:
Tartışmaya girmeyen, haklı olsa da kimseyi incitmeyen, şaka veya güldürmek için yalan söylemeyen, iyi huylu olan Müslüman Cennete girer.) [Tirmizî]

(İnsanları güldürmek için yalan söyleyenlere, yazıklar olsun!)[Ebu Davud]

Yalanla eş anlamlı şakalar , bizzat yalan olduğu için haramdır. Ancak şaka; yalan, alay, hakaret gibi aşağılayıcı manada olmamak ve aşırı gitmemek kaydıyla yapılırsa buna müsaade edilmiştir.

Hz. Peygamber (asm) ve ashabının yaptığı bu tür şakalar, kırıcı ve yalan cinsinden olmayan şakalardır. Böylesi şakalar ise insanlar arasında muhabbeti arttırır. Ancak her işte olduğu gibi şakada da aşırıya gidilmemelidir.


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

30 Mart 2024 Cumartesi

Şevval orucu Ramazanda tutulamayan oruçların yerine tutulabilir mi?


S:Hocam, Şevval orucu kaza orucumuzun yerine geçer mi? Mesela Ramazandayken bir kadın özel durumundan dolayı tutamadığı oruçları şevval orucuyla beraber tutup bir sayabilir mi?

C:Bir taşla iki kuş mantığı gibi bir mantıkla ŞEVVAL ve RAMAZAN kazasını birleştirmek tercih edilen bir görüş değildir. Oruç tutmaya zorlananlar kaza oruçlarını tutmalıdırlar. İmkanı olanlar ise önce ŞEVVAL orucunun ardından da KAZA ORUCUNU tutmalıdırlar.


Nureddin Yıldız

Şevval Orucu Kaza Orucu Yerine Geçer mi?

S:Şevval orucu kaza orucu yerine geçer mi? Eğer geçerse niyet ederken nasıl niyet etmemiz gerekiyor?

C:Şevval orucu sünnettir. Ramazan ayından kalan oruç ise farzdır. Farz mı sünnet mi diye sorulduğunda kesinlikle önce farz demek durumundayız. Eğer farzlarla beraber sünnetleri de tutabileceksek ya da gelecek ayda farzları tutacağından endişesi olmayan biri isek Şevval orucunu öne alabiliriz. Hayır sadece beş altı gün oruç tutabilecek kadar sıkışık isek (mesela yaklaşan ileri hamilelik veya benzeri bir durum varsa) farzlara niyet ederek oruç tutarız. Bazı âlimler farzlarla beraber Şevval orucuna da niyet etmenin mümkün olduğunu söylemişlerdir.


Nureddin Yıldız

5 Mart 2024 Salı

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 93


Korkuyu besleyen belirsizliktir, hüznü besleyen çaresizliktir

Müminler cennete girince ilk neye sevinir, hoşlarına giden şey nedir? Cennette ilk fark edip Cenab-ı Hakk’a hamd ettikleri şey nedir?

Fâtır 34: “Allah’a hamd olsun ki bizden hüznü, tasayı giderdi.”

Demek ki Müminlerin dünyadaki genel durumu, çoğunlukla olan durumu tasaymış.

Hüzün her an insanın peşinden kovalamakta. Cennette hüznün olmaması ne büyük saadettir.

Korkuyu besleyen belirsizliktir. Hüznü besleyen çaresizliktir.

Müminler Kur'an'la, vahiyle irtibatlı olarak ve sürekli dua ederek bu korku ve hüzünden belli oranda uzaklaşırlar. İnsanların hüzünden çıkış mecraları farklıdır.

Rabbimiz çok Gâfur ki büyük büyük günahlarımızı bağışladı, hiç de bunu hak etmezdik.

Sonra Rabbimiz çok Şekûr ki ufacık ufacık şeylerimizi ciddiye alıp bize hüzünden uzak cennet yurdunu bahşetti.

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

29 Şubat 2024 Perşembe

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 92


Kur'an diri-canlı olanları uyarsın diye gönderilmiştir

Yâsîn 70: “Diri olanları uyarması için Kur'an'ı Kerimi indirdik.” 

Kur'an diri-canlı olanları uyarsın diye gönderilmiştir. 

Canlı olana faydası var. 30’lu yaşlarda bir baba düşünün. Bu babanın bir çocuğu var. Ölen babasına mı Kur'an okusun, çocuğuna mı okusun? 

Çocuğuna okusun ki uyarsın, onun önünde bir hayat var, Kur'an'a ihtiyacı olacak. 

Ama bugünkü uygulaması ölü babasına okuyor, çocuğun ihtiyacı yokmuş gibi. Çünkü Kur'an'a ölüler ihtiyaç duyuyor gibi saçma, yersiz, temelsiz bir algı var. 

Hadislerde ölmekte, ölmek üzere olana okunan Kur'an var. Ölüye okunan Kur'an'ın faydasız, anlamsız, yersiz, hiç bir netice getirmez iddiası abartılı olur, bize düşmez. Onun feyzi bereketi mezarlıktakini kaplar mı bu bileceğimiz bir şey değil. 

Bu ayeti kerimede kendi hedef kitlesini Kur'an kendisi seçiyor, canlı olanı diyor, şu halde canlı olana odaklanmalı. Öncelik bu olmalı, öncelikler karışırsa saçmasapan bir durum ortaya çıkıyor. 

“Sen kabirlerdekilere işittiremezsin.” (Fâtır 22) Demek ki canlılara işittirirsin sen. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

28 Şubat 2024 Çarşamba

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 91


Kur'an, Cenab-ı Hak ile konuşmaktır

Yâsîn 69: “O apaçık, net, izahı belirgin bir kitaptır.” 

O Kuran-ı Mûbin’dir. Kuran asla insanların kafasını karıştırmaz. Allah-u Teala'yı anmanın en güzel yolu Kuran’dır. 

Hatta o kadar ki alimlerimiz Kur'an'ı, Cenab-ı Hak ile konuşmak olarak tarif etmişler. 

“Kur'an” kelimesi okumak kökünden geliyor. Kur'an'ın kıraatine olduğu kadar manasına da yönelmek gerekiyor. 

Kuran sadece alimlere inmedi, Kuran'ın muhatabının kendimiz olduğunu bilmemiz lazım. Alimler hocalar incelesin irdelesin bu işlere onlar bakar gibi bir zihniyet Yahudilerde var. 

Sadece kıraatiyle yetinmek dilde kalması gibi olur. Demiyorum ki bunda bir bereket bir feyz olmaz bu bir ibadet değildir. Elbetteki bunda bir bereket, feyz olur ama Kuran'ın içeriği, manası daha önceliklidir. 

Vahiy, alim-alim değil diye ayırt etmiyor, herkesi anlamaya ve ilim yapmaya davet ediyor. 3’er 5’er sabah akşam ayetlerin anlamlarını anlamalıyım demek gerekiyor. Yeter ki “Ben anlamak, öğrenmek istiyorum” de kapılar açılacaktır. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

25 Şubat 2024 Pazar

Cenâb-ı Hak bana ne demek istiyor? Prof. Halis Aydemir

Söylemlerimizin içinde ne kadar Cenâb-ı Hakk’ı barındırması imanımızın ne kadar kâmil olduğuyla ilişkili bir şey. Dolayısıyla Mümin olan kimse hayattaki iş ve oluşların tamamını ne kadar Cenâb-ı Hakk’ın üzerinden yorumlamayı başarabiliyorsa imanı o kadar kemâle ermiş demektir.

  “Cenâb-ı Hak burada bana ne demek istiyor?” Sorusuna cevap arayan kimse her şeyin Cenâb-ı Hakk’ın kontrolünde ve müsaadesiyle ilerlediği bilincindedir. Bu açıdan kendimizi tartabiliriz. Bazen kendimizi seküler düşünceler üzere yakalayabiliriz. Bunu yakaladığımızda hemen düzeltebiliriz.


Prof. Dr. Hfz. Halis AYDEMİR 


İnci ve Mercan Okumaları | 23.2.2024

https://www.youtube.com/live/dNfTG1I9e98?si=sFL0aVFnHkQq-bQP

https://akledenkalpler.blogspot.com/2024/02/kucuk-notlarm-21.html?m=1


18 Şubat 2024 Pazar

RÜ’YETULLAH

Müelif:

Sözlükte “görmek” mânasındaki rü’yet kelimesiyle “Allah” lafzından meydana gelen bir terkiptir. Kur’an’da rü’yetullah terkibi geçmemekle birlikte inkârcıların dünyada Allah’ı görme ve peygamberlerden Allah’ı kendilerine gösterme taleplerinden söz edilmiştir. Yeryüzünde azgınlık gösterip fesat çıkaran Firavun, veziri Hâmân’a Mûsâ’nın kendisinden inanmasını istediği ilâhı görebilmek için yüksek bir kule inşa etmesini emretmiştir (el-Mü’min 40/36-37). Mûsâ ve Hârûn’un uzun mücadelelerden sonra Firavun’un elinden kurtardıkları İsrâiloğulları, putlara tapınan bir kavmi görünce peygamberlerinden kendileri için o putlar gibi gözle görülen bir ilâh yapmalarını istemişler (el-A‘râf 7/138), hatta apaçık görmedikçe Allah’a inanmayacaklarını söylemişler, Hz. Mûsâ’nın rabbiyle konuşmaya gittiği sırada altın buzağıya tapınmışlardır (el-Bakara 2/55; en-Nisâ 4/153; Tâhâ 20/86-91). Mekke döneminin ortalarında ve sonlarında nâzil olan sûrelerde, tevhid inancına karşı direnen müşriklerin Allah’ı görmedikçe veya Allah ile melekler yanlarına gelmedikçe iman etmeyecekleri yolundaki beyanları yer almış (el-Furkān 25/21; el-En‘âm 6/158; el-İsrâ 17/92), onların bu anlayışına Medenî sûrelerde de temas edilmiştir (el-Bakara 2/210). Ahmed b. Hanbel, Mekkeli müşriklerin Hz. Peygamber’den Allah’ı kendilerine göstermesini istemeleri üzerine, “Gözler O’nu göremez, O ise gözleri görür” meâlindeki âyetin (el-En‘âm 6/103) indiğini, ancak bunun dünya için söz konusu olduğunu söyler (er-Red ʿale’z-zenâdıḳa ve’l-Cehmiyye, s. 59). Âhireti tasvir eden âyetlerde o gün parıldayan yüzlerin rablerine bakacağı, kâfirlerin ise rablerinden mahrum kalacağı ifade edilir (el-Kıyâme 75/22-23; el-Mutaffifîn 83/15).

Hadislerde rü’yetullah yerine “rü’yetü rab” tabiri geçer (Buhârî, “Mevâḳīt”, 16; Müslim, “Zühd”, 16). Sahih hadislerde belirtildiğine göre müminler, bulutsuz bir günün öğle vaktinde güneşi ve bulutsuz bir gecede dolunayı gördükleri gibi Allah’ı âhirette görecektir (, III, 16; IV, 13-14; Buhârî, “Tevḥîd”, 24; Müslim, “Îmân”, 299, “Zühd”, 16). Diğer bazı rivayetlere göre hiçbir mümin ölünceye kadar Allah’ı göremeyecektir (Müslim, “Fiten”, 95). Ashap mi‘rac münasebetiyle Resûl-i Ekrem’e, “Allah’ı gördün mü?” diye sormuş, o da, “Nurdur, nasıl göreyim?” veya, “Sadece bir nur gördüm” cevabını vermiş (Müslim, “Îmân”, 291-292), Hz. Âişe ise, “Muhammed’in Allah’ı gördüğünü söyleyen kimse yalan konuşmuş olur” diyerek Resûlullah dahil kimsenin dünyada Allah’ı görmediğini ve gözlerin Allah’ı idrak etmediğini bildiren âyetin bunu açıkladığını belirtmiştir (Buhârî, “Tevḥîd”, 4). Bazı rivayetlerde Hz. Peygamber’in Allah’ı rüyada gördüğü ve rabbini rüyada gören kimsenin cennete gireceğini müjdelediği nakledilmiştir (Dârimî, “Rüʾyâ”, 12).

Rü’yetullah meselesi II. (VIII.) yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkan itikadî konulardan biridir. Ahmed b. Hanbel’in verdiği bilgiye göre, Sümeniyye ile Allah’ın varlığı konusunda tartışmalar yapan Cehm b. Safvân’ın Allah’ın duyularla algılanamayan bir varlık olduğunu, insanın ruhunu göremediği gibi Allah’ı da göremediğini söylemiştir. Böylece Cehm, Allah’ın gözle görülemeyeceğini önce akıl yürüterek ispatlamaya çalışmış, daha sonra gözlerin Allah’ı idrak etmediğini açıklayan müteşâbih âyeti kendi anlayışı doğrultusunda yanlış bir te’vile tâbi tutmuştur (er-Red ʿale’z-zenâdıḳa ve’l-Cehmiyye, s. 66). İbn Rüşd rü’yetullah tartışmalarının ortaya çıkışını Mu‘tezile’nin ulûhiyyet anlayışına bağlar (el-Keşf, s. 153).

Rü’yetullah konusunda âlimlerce benimsenen görüşler iki noktada incelenebilir. A) Dünyada Rü’yetullah. Allah’ın dünyada görülmesi hakkında iki farklı görüş ortaya çıkmış olup birincisine göre bu mümkündür. Müşebbihe ve bazı Sûfiyye gruplarının benimsediği bu telakkinin delili Allah’ı zikretme, sevme ve O’na fazlaca ibadet etme sonucunda yaşandığı söylenen ruhî tecrübelerden ibarettir. Ancak kontrolü mümkün olmayan, daima yanıltma ihtimali taşıyan bu yöntem bağlayıcı bir delil olarak kabul edilmemiştir (İbn Teymiyye, V, 489-490). İkinci anlayışa göre peygamberler dahil olmak üzere hiçbir insan Allah’ı dünyada göremez. Nitekim Hz. Mûsâ, Allah’ı dünyada görmek istemiş, fakat, “Sen beni asla göremezsin” cevabını almıştır (el-A‘râf 7/143). Ayrıca Kur’an gözlerin Allah’ı göremeyeceğini haber vermiş (el-En‘âm 6/103), âlimler de bu âyete rü’yetullahın dünyada vuku bulmayacağı anlamını vermiştir (Taberî, XII, 19). Sahih hadislerde de rü’yetullahın âhirette gerçekleşeceği bildirilmiştir. Âlimlerin büyük çoğunluğu bu görüştedir (Ahmed b. Nâsır, s. 126-136).

Resûl-i Ekrem’in dünyada Allah’ı görüp görmediği konusu da tartışılmıştır. Bir telakkiye göre bu olay gerçekleşmiştir, çünkü mi‘rac hadisleri içinde Resûlullah’ın Allah’ı gördüğünü ifade eden rivayetler mevcuttur (Lâlekâî, III, 512-520). İbn Abbas, Ebû Zer el-Gıfârî, Zührî gibi sahâbe ve tâbiîn âlimleriyle İbn Huzeyme, Nevevî, Kādî İyâz gibi Selefiyye ve bazı Sûfiyye mensupları bu görüştedir. Söz konusu rivayetlerin bir kısmı zayıf veya uydurma, bir kısmı da mutlak ifadeler olduğundan bu tür deliller Hz. Peygamber’in dünyada Allah’ı gözleriyle gördüğünü kanıtlayıcı nitelikte görülmemiştir (İbn Ebü’l-İz, I, 222-224; Ahmed b. Nâsır, s. 138-148). Diğer anlayışa göre ise Resûl-i Ekrem, Allah’ı gözleriyle görmemiştir. Çünkü Kur’an’da vahiy yoluyla, perde arkasından veya elçi melek aracılığı ile konuşma dışında hiçbir insanın Allah ile konuşamayacağı bildirilmiştir (eş-Şûrâ 42/51). Resûl-i Ekrem, Allah’ı görmüş olsaydı mutlaka O’nunla konuşacaktı ve bu şekil dördüncü bir yöntemi teşkil edecekti; halbuki Kur’an’da böyle bir konuşma şeklinden söz edilmemiştir. Mi‘rac gecesinde Resûlullah, Allah’ı değil Cebrâil’i görmüştür. Ayrıca Hz. Âişe, yukarıda belirtildiği gibi Resûl-i Ekrem’in Allah’ı gözleriyle gördüğünü söyleyen kişinin yalan konuştuğunu, zira kendisinin bunu ona sorup öğrendiğini bildirmiştir. Başta Hz. Âişe ve İbn Mes‘ûd olmak üzere ashap ve tâbiînin yanı sıra kelâmcılarla hadisçilerin çoğunluğu bu görüştedir (Dârekutnî, s. 75-76; Ahmed b. Nâsır, s. 161-164).

Âlimlerin bir kısmı Hz. Peygamber’in yanı sıra sâlih müminlerin de Allah’ı kalp gözüyle (rüyada ve ruhen) görebileceğini ileri sürmüş ve bu konudaki bazı hadisleri delil getirmiştir (, I, 368). Buna karşılık bazı kelâm âlimleri Allah’ı rüyada da görmenin mümkün olmadığı kanaatindedir (Nûreddin es-Sâbûnî, s. 43). İbn Teymiyye, iman ve itaat derecesine göre sâlih müminlerin Allah’ı rüyada görebileceğini, fakat imanı ne kadar kâmil olursa olsun Allah’ı rüyada gördüğü gibi tasavvur edemeyeceğini söyler (Mecmûʿu fetâvâ, II, 390). Mu‘tezile kelâmcılarına göre Allah’ın kalben görülmesi O’nun aklî bilgilerle bilinmesi demektir.

B) Âhirette Rü’yetullah. Allah’ın âhirette görülmesi konusunda âlimlerce benimsenen görüşler şöylece özetlenebilir: 1. Allah Teâlâ âhirette müminler tarafından görülecek, fakat kâfirler bundan mahrum kalacaktır. Kur’ân-ı Kerîm’de, “O gün rablerine bakan parlak yüzler vardır” meâlindeki âyette geçen “ilâ rabbihâ nâzırah” ifadesi (el-Kıyâme 75/22-23) bunun açık delilidir. Çünkü burada “ilâ” edatıyla kullanılan “nazara” fiili Hz. Mûsâ’nın Allah’ı görme talebini dile getiren âyette (el-A‘râf 7/143) “enzur ileyk” şeklinde geçmekte ve “baş gözünün bakması” anlamına gelmektedir. Gözlerin Allah’ı idrak edemediğini bildiren âyet ise (el-En‘âm 6/103) gözlerin Allah’ı dünyada göremeyeceği veya O’nun zâtını kuşatamayacağı mânası taşır (Taberî, XII, 13-18). Ayrıca rü’yetullah, Kur’an’da görmeyi dolaylı şekilde ifade eden ve “yüz yüze karşılaşma” mânasına gelen “likā” kelimesi ve bu kökten türeyen fiillerle de anlatılmıştır (, “liḳāʾ” md.). Bu âyetler âhirette müminlerin Allah’ı çıplak gözle göreceğine işaret etmektedir. Buna karşılık kâfirlerin âhirette kör (Allah’ı görme özelliğinden yoksun) olarak haşredilecekleri ve bu sebeple Allah’ı göremeyeceklerine dair âyetler mevcuttur (Tâhâ 20/124; el-Mutaffifîn 83/15). Rü’yetle ilgili hadislerin bir kısmına yukarıda temas edilmiştir. İbn Kayyim el-Cevziyye, büyük çoğunluğu sahâbî olan yirmi altı râvi yoluyla Resûlullah’a ulaşan rü’yet hadislerini sıralamış (Ḥâdi’l-ervâḥ, s. 416-459), ardından ashap, tâbiîn ve önde gelen âlimlerin olumlu görüşlerini zikretmiştir (a.g.e., s. 459-474).

Allah’ın âhirette görülmesi aklen de mümkündür, çünkü görülme var olma şartına bağlıdır. Cenâb-ı Hakk’ın ekmel mânada varlığı kesin olduğuna göre O’nun görülmesi gerekir (İbn Teymiyye, VI, 136). Varlık ortak bir terim olmakla birlikte her mevcutta farklı anlam düzeyinde bulunur ve görme bazan ortak, bazan da farklı yargılarla ilişkilendirilir. Bu sebeple görülme teşbih ve tecsîme yol açmadığı gibi Allah’ın zâtına yeni bir anlam da eklemez (, s. 32). Allah’ın dünyada görülmeyişi âhirette de görülemeyeceğine delil teşkil etmez. Nitekim insanın dünyada var olan pek çok şeyi görememesi bunların görülemez oluşundan değil onları görme yeteneğine sahip kılınmayışındandır (Ebü’l-Berekât en-Nesefî, vr. 33a-34a). İnsan bedeninin yeniden ve mükemmel bir şekilde inşa edileceği âhiret âleminde gözlerinin de Allah’ı görebilecek bir yeteneğe kavuşturulması mümkündür. Selefiyye ve Ehl-i sünnet âlimleri bu görüştedir. Selefiyye’ye göre Allah’ın âhirette müminlerce gerçek anlamda müşahede edilerek görülmesi -dünyadaki görme olayında gerçekleştiği gibi- hem Allah’ın hem de O’nu görecek müminlerin karşı karşıya gelmesini, ayrıca bir yerde ve bir yönde bulunmasını zorunlu kılar. Rü’yetullahın bu çerçevede kabul edilmemesi halinde Sünnî kelâmcılarla rü’yetullahı kabul etmeyen Mu‘tezile kelâmcıları arasında lafız farkından başka bir görüş ayrılığı kalmaz (Ahmed b. Nâsır, s. 61, 122). Sünnî kelâmcılardan Mâtürîdî ve Fahreddin er-Râzî, Selefiyye’nin düşündüğü şekilde Allah’ı görmenin O’nun maddî türden bir varlık olmasını gerektireceğinden bunun kabul edilemeyeceğini belirtmiş; Allah’ın yer, yön ve karşılaşma olmaksızın keyfiyeti bilinemeyen bir şekilde âhirette görüleceğini, ayrıca bu açıdan rü’yetin aklen değil sadece naklen kanıtlanabileceğini söylemiştir (Kitâbü’t-Tevḥîd, s. 127-128; Kitâbü’l-Erbaʿîn, I, 277). Bunların dışında kalan Eş‘ariyye ve Mâtürîdiyye kelâmcıları rü’yetullahın aklî bilgilerle de kanıtlanabileceğini kabul etmiştir. Ehl-i sünnet âlimleri arasında kıyamet gününde kâfirlerin Allah’ı görüp görmeyeceği konusunda ihtilâf vardır. Tercih edilen anlayışa göre kâfirler de mahşerde Allah’ı görecek, fakat daha sonra cehennem azabının yanı sıra O’nu görmekten mahrum bırakılmakla da cezalandırılacaktır. Âhirette meleklerin de Allah’ı göreceği âlimlerin çoğunluğu tarafından kabul edilmiştir (Süyûtî, II, 397-398; Ahmed b. Nâsır, s. 186-187).

2. Allah dünyada görülemediği gibi O’nun âhirette de görülmesi mümkün değildir. Zira Kur’an’da gözlerin Allah’ı göremediği açıkça belirtilmiş (el-En‘âm 6/103), Hz. Mûsâ’nın kavminden Allah’ı görme talebinde bulunanların dünyada cezalandırıldığı haber verilmiştir (el-Bakara 2/55; en-Nisâ 4/153). Hz. Mûsâ’nın Allah’ı görme talebinde bulunmasını konu edinen âyete gelince (el-A‘râf 7/143), bundan bir peygamberin muhal olan bir şeyi istemeyeceği biçiminde sonuç çıkarmak yerine isteğin mâkul bir şekilde te’vil edilmesi gerekir. Şöyle ki: Hz. Mûsâ, Allah’ı görmenin imkânsızlığını kanıtlamak amacıyla kavmi adına O’nu görmek veya bir mûcize vasıtasıyla hakkında zaruri bilgi sahibi olmak istemiştir. Âyetin zâhirî mânaya geldiğinin kabul edilmesi halinde bile bundan yine rü’yetullahın imkânsız olduğu sonucu çıkar. Çünkü Allah’ı görme talebinde bulunan Hz. Mûsâ, Tûr’a tecelli eden Allah’ı görememiş ve sonunda bu isteğinden ötürü tövbe etmiştir (el-A‘râf 7/143). “O gün rablerine bakan parlak yüzler vardır” meâlindeki âyet de (el-Kıyâme 75/22-23) rü’yetullahın âhirette vuku bulacağını kanıtlamaz. Söz konusu âyet müteşâbih olup Allah’ın görülemeyeceğini açıklayan muhkem âyetin ışığında, “O gün rablerinin mükâfatını bekleyen parlak yüzler vardır” şeklinde te’vil edilmelidir (Taberî, XII, 20-21; Kādî Abdülcebbâr, s. 264-269; , III, 85; XIV, 229; XXX, 227). Ayrıca âyetlerde insanın Allah ile konuşma şekilleri arasında yüz yüze konuşma yoktur (, XXVII, 187). Sahih hadislerde de hiçbir insanın Allah’ı dünyada ve âhirette göremeyeceği bildirilmiştir, buna muhalif rivayetler teşbih ve tecsîm inancını içerdiğinden sahih değildir veya râvilerce eksik nakledilmiştir (Kādî Abdülcebbâr, s. 268-270). Aklî bilgiler de Allah’ın görülemeyeceğini teyit eder, çünkü gözler sadece bir yerde ve bir yönde bulunan sonlu ve sınırlı maddî varlıkları görebilir; Allah ise bu türden bir varlık değildir ve maddî özellikler taşımaktan münezzehtir. Teşbih ve tecsîmden kaçınmak için rü’yetullahı reddetmek aklî bir zorunluluktur (a.g.e., s. 248-261). İbn Rüşd, âlimlerin rü’yetullahla ilgili âyetleri te’vil ederek Allah’ın görülemeyeceğine inanmaları gerektiğini, halkın ise âyetlerin zâhirî mânasına uygun olarak O’nun görülebileceğine inanmasında bir sakınca bulunmadığını söyler; esasen halk cisim olmayan bir varlığın mevcudiyetini düşünemez (el-Keşf, s. 157-159).

Rü’yetullah konusunda ortaya çıkan farklı telakkilerden, ilgili âyetlerin ilmî te’vil ölçülerine ve sahih hadislere göre anlaşılması halinde Allah’ın âhirette görüleceğini kabul eden Ehl-i sünnet’e ait görüşün daha isabetli olduğu ortaya çıkar. Ehl-i sünnet âlimleri, Allah’ın âhirette müminlerce görüleceğini ve kâfirlerin bundan mahrum bırakılacağını bildiren âyet ve sahih hadislerden hareketle görüş belirlerken buna karşı olan grup, önce kendine göre bazı aklî gerekçelerden yola çıkarak Allah’ın görülemeyeceği tarzında bir anlayış ortaya koymuş, ardından bunu müteşâbih âyetlerle delillendirmek istemiş, buna mukabil O’nun âhirette görüleceğini haber veren âyetlere dil kurallarına ve Hz. Mûsâ’nın Allah’ı görme talebini konu edinen âyetteki kullanıma aykırı biçimde isabetsiz yorumlar getirmiş, ayrıca sahih hadisleri reddedip sahih hadis mecmualarında yer almayan rivayetler ileri sürmüş, rü’yetullahı inkâr ederken ontolojik açıdan âhireti dünya ile aynı statüde kabul etmiştir. Halbuki birçok nassın haber verdiğine göre âhiretin şartları dünyaya göre tamamen farklı olacaktır. Bu sebeple Cenâb-ı Hakk’ın insanları, ebediyet âleminde zâtını görmelerini mümkün kılacak ve gözlerinden perdeyi kaldıracak şekilde bir yaratılışa kavuşturması mümkündür (krş. Kāf 50/22). Bu aynı zamanda Allah’ın kâfirlere karşı müminlere bahşedeceği müstesna bir lutuf olup âdil ve mün‘im oluşuna da uygundur.

Rü’yetullaha dair çeşitli eserler kaleme alınmış olup bazıları şunlardır: Ebû Bekir el-Âcurrî, et-Taṣdîḳ bi’n-naẓar ilallāhi teʿâlâ fi’l-âḫire (Beyrut 1988); Dârekutnî, Rüʾyetullāhi ʿazze ve celle (Kahire 1991); Meryem Abdurrahman Zâmil, Rüʾyetullāh beyne’s-Selef ve’l-İʿtizâl (Mekke 1979); Şâkir Abdülcebbâr, Keyfe nera’llāh (Bağdat 1983); Abdülazîz b. Zeyd er-Rûmî, Delâletü’l-Ḳurʾân ve’l-âs̱âr ʿalâ rüʾyetillâhi bi’l-baṣar (Riyad 1985); Ahmed b. Nâsır b. Muhammed Âl-i Ahmed, Rüʾyetullāhi teʿâlâ ve taḥḳīḳu’l-kelâm fîhâ (Mekke 1991); Abdurrahman b. Abdurrahman el-Ehdel, ʿİẓâmü’l-minne fî rüʾyeti’l-müʾminîn rabbehüm fi’l-cenne (Mekke 1998); Temel Yeşilyurt, Tanrı’nın Aşkınlığı Bağlamında Rü’yetullah Sorunu (Malatya 2001). Konuyla ilgili makaleler arasında P. M. de Contenson’un “La théologie de la vision de Dieu au début du XIIIe siècle” (Revue des sciences philosophique et théologique, XLVI [1962], s. 409-444); Georges Vajda’nın “Le problème de la vision de Dieu (ru’ya) d’après quelques auteurs ši’ites duodécimains” (Le Shi’isme imamite, [ed. T. Fahd, Paris 1970], s. 31-54); Fethullah Huleyf’in “Rüʾyetullāh ʿinde’l-Muʿtezile ve Ehli’s-sünne” (Dirâsât felsefiyye = Etudes philosophiques [ed. Osman Emin – İbrahim Madkour, Kahire 1974], s. 79-96); Anthony K. Tuft’ın “The Ruʾyā Controversy and the Interpretation of Qurʾān Verse VII (al-Aʿrāf): 143” (, VI/3 [1983], s. 3-41) ve Hikmet Akdemir’in “Taberi’ye Göre Rü’yetullah Meselesi” (Harran Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, III [2002], s. 7-26) adlı makaleleri sayılabilir.


BİBLİYOGRAFYA

, IV, 966.

, I, 368; III, 16; IV, 11,12, 13-14, 360, 365-366.

Ahmed b. Hanbel, er-Red ʿale’z-zenâdıḳa ve’l-Cehmiyye ( içinde), s. 59, 66.

, XII, 13-21.

Eş‘arî, Maḳālât (nşr. M. Muhyiddin Abdülhamîd), Beyrut 1990, I, 289.

a.mlf., el-Lümaʿ (nşr. R. J. McCarthy), Beyrut 1952, s. 32.

Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevḥîd (nşr. Bekir Topaloğlu – Muhammed Aruçi), Ankara 1423/2003, s. 120-134.

Âcurrî, et-Taṣdîḳ bi’n-naẓar ilallāhi teʿâlâ fi’l-âḫire (nşr. Semîr b. Emîn ez-Züheyrî), Beyrut 1988, s. 39-86.

Dârekutnî, Kitâbü’r-Rüʾye (nşr. İbrâhim Muhammed el-Alî – Ahmed Fahrî er-Rifâî), Zerkā/Ürdün 1990, s. 67-79.

, s. 248-261, 264-270.

Lâlekâî, Şerḥu uṣûli iʿtiḳādi Ehli’s-sünne ve’l-cemâʿa (nşr. Ahmed Sa‘d Hamdân), Riyad, ts. (Dâru Tayyibe), III, 454-463, 512-521.

İbn Rüşd, el-Keşf ʿan menâhici’l-edille (nşr. M. Âbid el-Câbirî), Beyrut 1998, s. 153-159.

Nûreddin es-Sâbûnî, el-Bidâye fî uṣûli’d-dîn (nşr. Bekir Topaloğlu), Dımaşk 1399/1979, s. 41-43.

, III, 85; XIII, 130; XIV, 229-231; XVII, 87; XXVII, 187; XXX, 227.

a.mlf., Kitâbü’l-Erbaʿîn fî uṣûli’d-dîn (nşr. Ahmed Hicâzî es-Sekkā), Kahire 1406/1986, I, 277.

Ebü’l-Berekât en-Nesefî, el-İʿtimâd fi’l-iʿtiḳād, Süleymaniye Ktp., Fâtih, nr. 3085, vr. 33a-34b.

, II, 390; V, 249-251, 489-490; VI, 136.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Ḥâdi’l-ervâḥ (nşr. Yûsuf Ali Büdeyvî – Muhyiddin Müstû), Beyrut 1411/1991, s. 197-198, 228-229, 278, 416-474.

İbn Ebü’l-İz, Şerḥu’l-ʿAḳīdeti’ṭ-Ṭaḥâviyye (nşr. Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî – Şuayb el-Arnaût), Beyrut 1408/1987, I, 222-224.

Teftâzânî, Şerḥu’l-Maḳāṣıd (nşr. Abdurrahman Umeyre), Beyrut 1409/1989, IV, 182.

Seyyid Şerîf el-Cürcânî, Şerḥu’l-Mevâḳıf, Kahire, ts., VIII, 236.

Süyûtî, Tuḥfetü’l-cülesâʾ bi-rüʾyetillâh li’n-nisâʾ, Beyrut, ts. (Dârü’l-kütübi’l-Arabiyye), II, 397-401.

Ahmed b. Nâsır, Rüʾyetullāhi teʿâlâ ve taḥḳīḳu’l-kelâm fîhâ, Mekke 1411/1991, tür.yer.

M. Yûsuf Mûsâ, el-Ḳurʾân ve’l-felsefe, Kahire, ts. (Dârü’l-maârif), s. 98.

Daniel Gimaret, “Ruʾyat Allāh”, , VIII, 649.

https://islamansiklopedisi.org.tr/ruyetullah

17 Şubat 2024 Cumartesi

Allah Teala'yı cennette herkes görecek mi; cehenneme girip daha sonra cennete giren kişi de görecek mi?


Soru detayı 

- Allah Teala'yı cennette istinasız herkes mi görecek, yoksa görmeyenlerde olacak mı?
- Bir de cuma namazına gitmeyip ya da arada bir gidenler de cennette Cenab-ı Hakk'ı görecekler midir?
- Cehenneme girip de daha sonra cennete dahil olan mümin kardeşlerimiz de Cenab-ı Hakk'ı ve Resülü Ekrem Hz. Muhammed Aleyhissalatü vesselamı görüp, konuşup sohbetinde bulunacaklar mıdır?

Cevap

Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor:

"Ey Allah'ın Resulü! Kıyamet günü Rabbimizi görecek miyiz?" diye (Ashab, Resulullah'a) sordular. Aleyhissalâtu vesselâm:

"Bulutsuz bir günde, öğle vaktinde Güneşi görme hususunda bir itişip kakışmanız olur mu?" diye sordu. Ashab:

"Hayır!" deyince:

"Bulutsuz (dolunaylı) gecede ayı görmekte itişip kakışmanız olur mu?" diye tekrar sordu. Ashab yine:

"Hayır!" deyince:

"Nefsim yed-i kudretinde olan Zat-ı Zülcelal'e yemin olsun, Rabbinizi görme hususunda da hiçbir itişip kakışmanız olmayacak. Tıpkı Güneş ve Ay'ı görmede itişip kakışmanız olmadığı gibi. Böylece kul, Rabbiyle karşı karşıya gelecek." (Müslim, Zühd 16)

Cerir İbnu Abdillah (radıyallahu anh) anlatıyor:

"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir dolunay gecesi, aya baktı ve:

"Siz şu ayı gördüğünüz gibi, Rabbinizi de böyle perdesiz göreceksiniz ve O'nu görmede bir sıkışıklığa düşmeyeceksiniz (herkes rahatça görecek)." [Buhârî, Mevakitu's-Salat 6, 26, Tefsir, Kaf 1, Tevhid 24; Müslim, Mesacid 211, (633); Ebu Davud, Sünnet 20, (4729); Tirmizî, Cennet 16, (2554)]

AÇIKLAMA:

1. Ehl-i Sünnet uleması, cennet ehlinin rü'yetullaha mazhar olacağına, gökte dolunayı görürcesine Rab Teala'yı gözleriyle göreceğine inanır ve bu hususta ittifak ederler. Allah'ın görülmesinin, cennet ehlinin mazhar olacağı en büyük nimet olacağı belirtilmiştir. Nitekim sadedinde olduğumuz hadis, Allah kendini gösterdiği müddetçe cennet ehlinin diğer nimetlere iltifat etmeyeceğini belirtir. Bu iltifat etmeme hali, rü'yetin onların hepsinden üstün bir nimet olduğunu ifade eder.

2. Hadisten, ahirette Allah'ı, kadın ve erkek bütün cennet ehlinin göreceği hükmü de çıkarılmıştır.

3. Cennet’te hiç kimseye üzülme yoktur. Cehennemden çıkan kişi de Allahı görecektir.

4. İbn Ömer (r.a.)’den rivâyete göre, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

"Cennetliklerin en aşağı derecesinde olan kimsenin durumu; bahçelerini, hanımlarını, bol nimetlerini, hizmetçilerini ve koltuklarını bin senelik mesafeye kadar uzanmış olarak görecek ve sabah akşam Allah’ın kendilerine bir ikramı olarak Allah’ın yüzünü göreceklerdir."

Sonra Rasûlullah (asm) şu ayeti okudu:

“Bazı yüzler o gün Rablerine bakarken mutluluktan parlayacaktır.” [(Kıyame, 75/22-23) (Müsned: 4395)]