Bu sınavı kazananlar aynı adil sonuca erişirler
Sebe’ Sûresi
“Allah mülkü istediğine, İlmi isteyene verir”
Prof. Dr. Halis AYDEMİR
https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q
https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1
Bu sınavı kazananlar aynı adil sonuca erişirler
Sebe’ Sûresi
Prof. Dr. Halis AYDEMİR
https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q
https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1
- Peygamber efendimiz buyuruyor ki:
"Kim Rebiülevvel ayının girdiğini birbirine haber verirse onu cennetine alması için kıyamete kadar Allah'a dua edeceğim."
- Bu anlamda bir hadis var mı?
Hadis kaynaklarında böyle bir rivayet bulamadık.
Delilsiz kaynaksız bu tür rivayetlere itibar etmeyiniz.
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
Bismillahirrahmanirrahim
“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde aklıselim sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır. Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah'ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler:) Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru!” (Âl-i İmrân, 190-191)
Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:
“Allâh’ın yarattıkları üzerinde tefekkür edin…” (Deylemî, II, 56; Heysemî, I, 81)
- Benzer manalarda hadis diye sosyal medyada yayınlanıyor. Bunlar doğru mudur?
Değerli kardeşimiz,
Hadis kaynaklarında böyle bir rivayet bulamadık. Delilsiz, kaynaksız bu tür rivayetlere itibar etmeyiniz ve paylaşmayınız.
Kur'an-ı Kerim insanları hem dünyada, hem de ahirette mutlu edecek bir hayata hazırlamayı hedefler. Bu sırada da bu hedefin gerçekleşmesine engel olmaya çalışan en büyük düşmanımızı da tanıtır. Tanıtırken, bir çok ayette Şeytan'ın insanların apaçık düşmanı olduğu onların da Onu düşman bilip Ona uymamalan ve Allah'a sığınmaları gerektiği vurgulanır.
Kur'an, Şeytan'ın insanların düşmanı olduğunu belirtmekle yetinmez onun hangi zararlı davranışları telkin ettiğini de dile getirir. Böylece insanlar, hangi telkinlerin Şeytan'a ait olduğunu öğrenir ve onun tuzaklarına düşmekten kolayca kurtulabilirler. Bu vesvese ve telkinler nelerdir bir kısmını sıralayalım:
1- Allah'ı unutturmak.
2- Yapılacak iyi işleri ya da söylenecek güzel sözleri unutturmak.
3- İnsanlara, Allah hakkında bilmedikleri şeyleri söylemeyi emretmek.
4- Kötülüğü ve hayasızlığı emretmek.
5- İnsanların kalplerine, mallarını Allah yolunda harcadıkları takdirde fakir
düşecekleri korkusunu salmak.
6- Malların israf yoluyla saçılıp savrulmasını telkin etmek.
7- İçki içmek, kumar oynamak, putlara tapmak veya onlar adına kurban
kesmek, fal okları ve benzeri şeylerle falcılık yapmak gibi işleri emretmek.
8- İnsanların arasına düşmanlık ve kin bırakarak onların arasını bozmak;
birbirleriyle kavga etmeye, hatta bu hususta aşırı gidip cinayet işlemeye
teşvik etmek.
9- İnsanları, Allah' ı anmaktan ve namaz kılmaktan alıkoymak.
10-İnsanların yaptıkları kötü işleri ve çirkin davranışları, onlara güzel gösterip
süslemek.
ll- Kafirleri Müslümanlara karşı kışkırtıp onlarla mücadeleye sevk etmek.
12- Müslümanları düşmanlarıyla korkutmak.
13- Allah'ın yaratışını veya yarattığını değiştirmeyi emretmek.
Şeytan'ın diğer bazı istekleriyle beraber, insanlara Allah'ın yaratışını değiştirmeyi emredeceğini bildiren Nisa suresinin 119. ayetinin meali şöyledir:
'Mutlaka onları saptıracağım, onları bir takım temennilerle oyalayacağım. Onlara hayvanların kulaklarını yarmalarını emredeceğim. Yine onlara Allah 'ın yaratışını değiştirmeyi emredeceğim. "
"Hayvanların kulaklarını yarma" işi, cahiliye toplumunda yerleşmiş ve gelenek halini almış bir tür şirk örneği idi. Şöyle ki, onlar bir dişi deve beş defa doğurur ve beşinci yavrusu da erkek olursa onun kulağını yararlar, "bahira" adını verdikleri bu deveden faydalanmayı yasaklarlardı. Böylece helal olan bir şeyi haram sayar, üstelik kendilerinin uydurdukları bu batıl hükmü "Allah emretti" diyerek Allah' a isnat ederlerdi. Ya da putlara tapmak maksadıyla kesecekleri kurbanlık hayvanları diğerlerinden ayırmak için onların kulaklarını keserlerdi. Bu bir inkar ve şirk iken, onu ibadet zannederlerdi.
Şeytan'ın ayette bildirilen son emrini dile getiren "Allah'ın yaratışını değiştirecekler" ifadesi hakkında ise müfessirler bir çok tefsir ve yorum ileri sürmüşlerdir. Bunları kısaca şu şekilde özetlemek mümkündür:
1- İnsanları veya hayvanları iğdiş etmek ( erkeklik bezlerini burarak ya da çıkararak dölleyemeyecek duruma getirmek.)
2- Cilde dövme yapmak, süs için dişleri seyrekleştirmek gibi insan bedeninde sağlık nedenlerine bağlı olmayan operasyonlar.
3- Cinslerden (erkek-kadın) birinin diğerine benzemeye çalışması.
4- Cinsel arzuların kadın yerine erkekle tatmin edilmesi.
5- Organları ve kabiliyetleri yaratılış gayesinin dışında kullanmak.
6- Helali haram, haramı helal saymak
7- Gözleri çıkarmak, kulakları kesmek gibi fiillerle canlıların bedenine zarar
vermek
8- Güneş, Ay, taş ve ateş gibi Allah'ın insanların faydası için yarattığı varlıkları yaratılış gayesine aykırı olarak ilahlık mertebesine çıkarmak.
9- Fıtrat dini olan Allah'ın dinini, yani İslamiyet'i değiştirmek.
10- Mevdudi ise İnsanın bir şeyi veya yaratığı, yaratıldığı amacın dışında kullanması. Yani, insanın eşyaların tabiatına aykırı yaptığı bütün değişiklik ve fiiller, Şeytan'a uymasının birer sonucudur." diye açıklamış.
Dolayısıyla burada Şeytan' ın değiştirmeyi emrettiği şeyin Allah'ın yarattığı her şeyi kapsaması mümkündür. Bu yaratılan şeyler varlık olabileceği gibi, kainatın nizamı için Allah cc tarafindan konulmuş kanunlar da olabilir. Dünyanın ya da kainatın mevcut dengesini bozmak gibi.
Hikmet AKDEMiR*
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
Bismillahirrahmanirrahim
"(Allah) hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, ona pek çok hayır verilmiş demektir. Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar." (Bakara, 269)
Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:
"Haberiniz olsun ki, bedende bir et parçası vardır. O iyi olursa bütün beden iyi olur; o bozuk olursa bütün beden bozuk olur. İşte o kalptir." (Buhârî, Îmân, 39)
Siz bıkmadan Allah bıkmaz
Enbiya Sûresi
Resulullah Sallallahu Aleyhi Ve Sellem,“Siz bıkmadan Allah bıkmaz” buyurdu.
Kulun yürüyeceği varsa kaç milyon kez de olsa onu kaldırır dikeltir, yürüsün diye.
Çünkü Allah kullarının başarmasını, kendisine karşı saygıyı yaşayabilmesini murad eder, bundan hoşlanır, razı olur.
Burada bir sayı da yoktur. Sadece kulun artık yapmak istemediğini kesin bir kararlılığa bağladıktan sonra Allah bırakır. Ona artık bu hatırlatmaları yüz milyar kez de olsa değişen bir şey olmayacaksa -ki bu Allah’ın ilmindedir, o zaman işte o kulu ıskartaya çıkarır, işini bitirir.
O’na karşı böyle bir kararlılık ile O’nu gözden çıkarır hale insan nasıl gelir dersek (-ki bunu ben asla yapmam diyoruz) oraya insan yanlış yaparak geliyor, haksızlık ederek, yalan konuşarak, zulmederek, Allah’ın hükmünü beğenmeyerek, ayetleri tırtıklayarak, geçmişte kaldı o zamanlar diyerek, kalbin katılaşması sonucuna gelir ki, artık bakmışsın Allah’a saygısızlığı kararlı hale getirmişsin. Makası açtıkça kalbinle olan irtibatın kopar.
Prof. Dr. Halis AYDEMİR
https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q
https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1
Hepsi bir hatırlatma
Enbiya Sûresi
Prof. Dr. Halis AYDEMİR
https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q
https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1
Ya Rabbi! Bana uyanıklık ver
Enbiya Sûresi
“Günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın.”
Prof. Dr. Halis AYDEMİR
https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q
https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1
Duygularımız mı yoksa doğrular mı?
Enbiya Sûresi
Karar verdiğimiz anda duygularımızı mı yoksa doğruları mı esas alıyoruz, buna odaklanmalıyız.
Prof. Dr. Halis AYDEMİR
https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q
https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1
Sözlükte “kırılmak, kırılıp bükülmek” mânasına gelen hanes kökünden “kadınsı davranışlar gösteren erkek” anlamında bir sıfat olup İslâm hukukunda, doğuştan hem erkeklik hem de dişilik organına sahip bulunan veya erkek mi kadın mı olduğu tesbit edilemeyen kişiyi ifade eder. İnsanlarda çok ender rastlanan bu yapısal bozukluk veya çift cinsiyetlilik (er dişilik) vücutta hem er bezleri hem de yumurtalıkların bulunması, dış üreme organlarının her iki cinse ait özellikler taşıması, hatta hücrelerin bazısında erkek bazısında dişi kromozom çiftlerinin görülmesi şeklinde ortaya çıkar. Başta ibadetler ve ahvâl-i şahsiyye olmak üzere fıkhın birçok alanında erkek ve kadınlar için farklı dinî ve hukukî hükümler sevkedildiğinden fıkıh literatüründe çift cinsiyetli veya cinsiyeti belirsiz kimsenin tanımı ve tâbi olacağı hükümler konusu ayrıntılı bir şekilde ele alınır.
İslâmî öğreti ve gelenekte, erkek ve kadın olarak her cinsin kendine has özelliklerinin korunması ve kendi yönünde geliştirilmesi esas alınmış, kişinin kadınlık veya erkeklik özelliklerini tam olarak taşıdığı halde karşı cinse benzeme özentisi içine girmesi kınanmış, cinsiyet farklılığını koruyucu ve sağlıklı bir cinsî gelişmeyi temin edici bir dizi tedbir alınmıştır. Bundan dolayı Hz. Peygamber, kadına benzemeye özenen erkeklere (muhannes) veya erkeğe benzemeye özenen kadınlara lânet etmiş ve bu tipler için bazı yaptırımlar uygulamıştır (Müsned, IV, 171; Buhârî, “Libâs”, 61-62; Ebû Dâvûd, “Libâs”, 30). Ancak bu tür ruhî-ahlâkî bozukluğun söz konusu kişilere farklı dinî ve hukukî hükümlerin uygulanmasını gerektirmeyeceği ve haklarında tabii cinsiyetleriyle ilgili hükümlerin geçerli olacağı açıktır. Buna karşılık bir kimsenin biyolojik olarak hem kadınlık hem de erkeklik özelliği taşıması veya cinsiyetinin belirsiz olması farklı bir durum olup çok ender rastlanan bu tür yapısal bozukluk İslâmî gelenekte tabii karşılanmış ve tâbi olacağı dinî ve hukukî hükmü belirleyebilmek için bazı kriterler kullanılması ve bazı uyarımların yapılması yoluna gidilmiştir.
Fıkıh literatüründe hünsâ iki gruba ayrılarak incelenir. Birincisi, erkeklikle dişilik belirtilerine birlikte sahip olmakla beraber biri diğerine baskın olan, yani erkek veya kadın olduğuna kolayca hükmedilen ve “hünsâ-i gayr-i müşkil” olarak adlandırılan kimsedir. Bunlar hakkında belirgin olan cinsiyetin hükümleri uygulanır. İkincisi, hangi cinsten olduğuna kolayca hükmedilemeyecek tarzda erkeklik ve dişilik organına birlikte sahip olan veya bu organlardan hiçbirini taşımayan kimse olup buna da “hünsâ-i müşkil” denilir. Hünsâ denilince genelde bu ikinci gruba giren kimseler kastedilir. Bunların “müşkil” olarak nitelendirilmesi de cinsiyetini ve dolayısıyla haklarında uygulanacak hükmü belirlemenin zorluğunu ifade içindir.
Hünsâ-i müşkile erkek veya kadın cinsinden hangisinin hükmünün uygulanacağını tesbit için fakihlerce önerilen veya tartışmaya açılan kriterler onların bilgi ve tecrübe birikimlerinin ürünü olan, ayrıca hünsânın cinsiyetini değil ona uygulanacak hükmü belirlemeyi hedefleyen pratik çözümler olarak görülmelidir. Meselâ kaynaklarda, ergenlik çağı öncesinde idrarın hangi organdan geldiği veya her ikisinden gelmesi halinde öncelik sırası ya da nisbeti şeklinde bazı kriterlerden söz edilir. Hz. Peygamber de bu durumdaki birinin mirastaki payının nasıl takdir edileceği sorusuna idrarın geldiği organa göre hüküm verileceği şeklinde cevap vermiştir (Beyhakī, VI, 261). Ergenlik sonrasında ise erkeklik ve dişilik belirtilerindeki gelişmeler esas alınır.
Hünsâ-i müşkile uygulanacak hukukî ahkâm konusunda kural olarak ihtiyatla hareket edilir. Meselâ fakihlerin çoğunluğu bu mülâhaza ile hünsânın kadınlar gibi örtünmesi gerektiği, fakat ipek elbise ve ziynet eşyası kullanamayacağı görüşündedir. Ancak birinci görüşe Hanbelîler, ikinci görüşe ise Hanefîler katılmazlar. Halvet, dokunma ile abdestin bozulması, ezan okuma, cenazeyi yıkama, cenazesinin yıkanması ve kefenlenmesi, imâmet, cemaatle namaza iştirak konularında da benzeri bir ihtiyatın izlendiği görülür.
Hünsânın erkeklere ve kendi durumunda olanlara imamlık yapmasının sahih olmayacağı hususunda ittifak vardır, kadınlara imâmeti ise sahihtir. Fakihlerin çoğuna göre hünsâ hac ve umrede ihram konusunda kadının hükümlerine tâbi olur. Yine çoğunluğa göre mahremi olmayan kadın veya erkeklerle halveti câiz olmadığı gibi öldüğünde cenazesi kadın veya erkeklerce yıkanamaz; teyemmüm yaptırılarak kefenlenir.
Şâhitlik konusunda hünsâ kadın gibi muamele görür. Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezheplerine göre hünsânın kadılık görevine getirilmesi sahih değildir; Hanefîler ise hadler ve kısasla ilgili konulara bakmamak şartıyla bu göreve getirilebileceği görüşündedirler.
Hünsânın mirastaki hissesine gelince, Hanefî mezhebine göre erkek veya kadın olarak hangi durumda daha az pay alıyorsa kendisine o kadar pay verilir; çünkü hak iktisabında ihtimalle değil kesin delille hareket edilmesi esastır. Aynı şekilde bir hale göre vâris oluyor, diğerine göre olamıyorsa pay alamaz. Şâfiî mezhebinde hünsâya ve hünsâdan etkilenen diğer mirasçılara alacaklarının en azı verilir. Fazlası hünsânın durumu belli oluncaya ya da vârislerle hünsâ arasında anlaşma sağlanıncaya kadar bekletilir. Mâlikîler ve Hanbelîler ise hünsâya erkek ve kadın olarak alacağı hisselerin ortalamasını vermişlerdir. Hanefîler’den Ebû Yûsuf ve Muhammed de bu görüştedir.
Hünsânın diyeti konusunda da çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Hanefî, Mâlikî ve Hanbelîler’e göre hünsâ öldürülüp diyetle hükmolunduğu zaman erkek ve kadın diyetlerinin ortalaması ödenir, Şâfiî mezhebine göre ise kadın diyeti ödenir.
BİBLİYOGRAFYA
Lisânü’l-ʿArab, “ḫns̱” md.
Müsned, IV, 71.
Buhârî, “Libâs”, 61-62.
Ebû Dâvûd, “Libâs”, 30.
Beyhakī, es-Sünenü’l-kübrâ, VI, 261.
Kâsânî, Bedâʾiʿ, VII, 328, 329.
İbn Kudâme, el-Muġnî, I, 182-196, 205-206, 413; II, 199-200; III, 331; VI, 253-258; VIII, 62-63.
Mevsılî, el-İḫtiyâr, Beyrut 1975, I, 58-59; III, 38-40.
İbnü’l-Hümâm, Fetḥu’l-ḳadîr, VIII, 500-509.
Süyûtî, el-Eşbâh ve’n-neẓâʾir, Kahire 1378/1959, s. 241-248.
Remlî, Nihâyetü’l-muḥtâc, Beyrut 1404/1984, II, 451; VI, 31, 311.
Buhûtî, Keşşâfü’l-ḳınâʿ, I, 488, 489; V, 90, 445.
İbn Âbidîn, Reddü’l-muḥtâr, I, 109, 380; II, 310; III, 183-184; IV, 356, 377; V, 464-467.
Ali Haydar, Teshîlü’l-ferâʾiż, İstanbul 1322, s. 203-211.
Bilmen, Kamus2, V, 367-372.
Zühaylî, el-Fıḳhü’l-İslâmî, VI, 567; VIII, 426-428.
Hayati Hökelekli, “Cinsiyet”, DİA, VIII, 21-24.
Y. Vehbi Yavuz, “Hunsa”, İslam’da İnanç, İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi, İstanbul 1997, II, 301-302.
“Ḫüns̱â”, Mv.F, XX, 21-32.
1626. Ebû Hüreyre radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Âdemoğluna zinadan nasibi takdir olunmuştur. O buna mutlaka erişir. Gözlerin zinası bakmak, kulakların zinası dinlemek, dilin zinası konuşmak, elin zinası tutmak, ayakların zinası yürümektir. Kalbe gelince o, arzu eder, ister. Üreme organı ise, bunu ya gerçekleştirir, ya da boşa çıkarır."
Buhârî, İsti'zân 12, Kader 9; Müslim, Kader 20-21. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Nikâh 43
Açıklamalar
Zina, kadın ve erkeğin meşrû bir nikah olmaksızın cinsel ilişkide bulunmasıdır. Büyük günahlardandır. Özel cezâsı vardır. Hadîs-i şerîf, bu anlamdaki gerçek zinanın dışında, öteki organlar için de birtakım meşrû olmayan suçların söz konusu olduğunu hatta bunlara da bir anlamda zina denildiğini ortaya koymaktadır. Yani her organın aslî faaliyetini meşrû çerçeve dışında yürütmesi bir tür zina olmaktadır. Nitekim İmam Buhârî bu hadisi, zinanın sadece üreme organıyla değil, göz, dil ve el gibi öteki organlarla da mümkün olduğuna dair açtığı bir başlık altında vermiştir (bk. İsti'zân 12). Ancak bu, mecâzen bir isimlendirme olarak kabul edilmektedir. Çünkü söz konusu organların bu suçları, haram olmakla birlikte, onlar için hâkimin uygun göreceği ta’zir cezası dışında ayrıca bir ceza tayin edilmiş değildir.
Burada dikkat çeken husus, insanın sahip bulunduğu organların tabiî işlevlerini gayr-i meşrû bir zeminde yapması, onları, üreme organıyla "meşrûiyet dışına taşma" noktasında birleştirmesidir. Söz konusu organların bu yaptıklarına zina denilmesi işte bu açıdan yapılmış bir değerlendirmedir. Öte yandan bu organların bahis konusu fiilleri, asıl zinaya götürücü, öncü fiillerdir. Bu bakımdan, o kötü sonuçtan müslümanlar sakındırılmış olmaktadır. Hadiste de açıkca belirtildiği gibi üreme organı, öteki organların ve özellikle kalbin, Buhârî'nin tercih ettiği rivayete göre nefsin, bu konudaki istek ve arzusunu fiilen gerçekleştirmedikce zina suçu işlenmiş olmaz. Allah korkusu, iktidarsızlık, tiksinme gibi çok çeşitli sebeplerle tenâsül
uzvu, bütün bu istek ve hazırlıkları boşa çıkarabilir. O zaman öteki organların yaptıkları, kendi çaplarında küçük birer günah olarak kalır. Bu tür hatalara, "Ufak tefek kusurları dışında, büyük günahlardan ve edepsizliklerden kaçınanlara gelince, bil ki Rabbin affı bol olandır" [Necm sûresi (53), 32] âyetinde geçtiği gibi Kur'ân-ı Kerîm'in ifâdesiyle "lemem" denilmektedir. Bir şeye bir anlık ilgi duyup üzerinde durmamak anlamından hareketle lemem, küçük kusurlar, küçük günahlar ve ufak-tefek hatalar olarak değerlendirilmiştir. Ashâb-ı kirâm arasında "tercümânü'l-Kur‘ân" diye bilinen Abdullah İbni Abbas hazretleri, bu hadisi zikrederek, "Ebû Hüreyre'nin Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'den rivayet ettiği bu sözdeki fiillerden daha çok, küçük günahlara (lemem) benzeyen bir başka fiil bilmiyorum" demiştir (bk. Buhârî, İsti'zân 12; Ebû Dâvûd, Nikâh 43). Doğrusu da budur.
Hadîs-i şerîf'in bilhassa son cümlesi kalp ya da nefis ile üreme organı arasında bir duygu iletişimi olduğunu belirlemektedir. Yani cinsel ilişki, aslında psikolojik yoğunlaşma olmadan gerçekleşmez. İstek ve arzu ya da şehvet duygularının yoğunlaşması da her zaman sonuca ulaşmak için yetmez. Üreme organının, bu duygulara eşlik etmesi gerekir. Bu sebeple hadiste "Üreme organı ise, bunu ya gerçekleştirir, ya da boşa çıkarır" buyurulmuştur.
Diğer taraftan hadisi rivayet eden İmam Buhârî ve Müslim, hadisin ilk cümlesini dikkate alarak, ona Sahîh'lerinin Kader bölümlerinde yer vermişlerdir. İnsanoğlunun şehvet ve karşı cinse ilgi duyma gibi meyillere yaratılıştan sahip olduğuna ve bunun uzantısı olarak herkesin bu duygularını tatmin yolları arayacağına, yani bu konuda herkesin belli bir kaderi olduğuna ve bunu Allah Teâlâ'nın bildiğine dikkat çekmek istemişlerdir. Takdirin değişmeyeceği ise, "O buna mutlaka erişir" diye belirlenmiş bulunmaktadır. Bu, bir zorlama değil, olacakların önceden bilinip kaydedilmesinden ibarettir. Kader veya alın yazısı işte bu önceden yapılmış olan kaydın adıdır.
Bütün bu açıklamalardan sonra hadisin mânası şöyle olur: "Ademoğulunun zinadan nasibi takdir edilmiştir. Kiminin zinâsı hakiki, kimininki ise, bakılması haram olan kadına bakmak, zinaya dair konuşulanları dinlemek, yazılı veya görüntülü yayınları izlemek, yabancı bir kadına elle dokunmak veya öpmek, zina etmeye gitmek gibi mecâzî zinadır. Mecâzî zinanın bütün türleri de haramdır. Kalp veya nefis zinayı ister ancak hakiki zinanın gerçekleşmesi üreme organına bağlıdır. O bazan uygular bazan da bu istekleri boşa çıkarır."
Hadisten Öğrendiklerimiz
1. Zina büyük günahlardandır.
2. Fiiller, sebep oldukları sonuçlara göre hüküm alırlar. Harama aracı olan her fiil haram, vâcibe vesile olan fiiller de vâciptir.
3. Nâmahreme bakma, dokunma, tutma, öpme ve haram işlemek için bir yere gitme gibi gayr-i meşrû fiillerin hepsi yasaklanmıştır ve bunların her birine mecâzen zina denilebilir.
Riyasüs-salihin-Erkam Yayınları
1625. Ebû Zer radıyallahu anh şöyle dedi:
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'e:
- Bir kimse, bir hayır yapar da halk bu sebeple onu överse, buna ne buyurursunuz?
dediler. O da:
- "Bu, mü'min için peşin bir müjdedir" buyurdu. Müslim, Birr 166. Ayrıca bk. İbni Mâce, Zühd 25
Açıklamalar
Bir müslüman tarafından Allah rızâsı için yapılmış olan herhangi bir iyilik veya hayır, yapanın niyet ve isteği dışında diğer müslümanlar tarafından takdir edilebilir ve onu yapan sevgi ve övgü ile karşılanabilir. İnsanlar tarafından böyle takdir edilmek, acaba o kimsenin o işi gösteriş ve desinler diye yaptığı anlamına gelir mi?
İnsanların yapılan iyiliği ve hayrı takdirle karşılamaları kendi adlarına elbette güzel bir şeydir. Hizmet ve iyilikler takdir edilmezse, hizmet ve iyilik yapacak adam bulmak son derece zorlaşır. İyiyi, iyiliği ve güzeli takdir etmek, hatta ödüllendirmek bir toplumun olgunluk göstergesidir. Ancak işin öbür tarafı, yani takdir edilen ve övülen kişi yönü acaba nasıldır? Toplumun övgüsü o iyilik sahibinin elde edeceği yegâne sonuç mudur, yoksa onun Allah katında bir ecri de var mıdır?
İşte bu kuşkudan kaynaklanan soruya Resûl-i Ekrem Efendimiz, çok nefis bir cevap vermiştir:
"Bu, mü'min için peşin bir müjdedir." Yani onun yaptığı iyilik ve hayrın Allah katında hüsnü kabulle karşılandığının peşin göstergesidir. Çünkü o, bu işi yaparken toplumun beğenisini hedeflemiş değildir. Reklam ve propaganda yapmayı hiç aklından geçirmemiş, bu konuda herhangi bir teşebbüs ve müdahalede de bulunmamıştır. Allah rızâsı için yaptığı işi, Allah'ın sevdirmesi sonucu toplum kendiliğinden sevmiş ve övmüştür. İnsanların ona yönelttikleri takdir ve övgü, o güzel işin dünyadaki peşin ödülüdür. Âhiretteki sevabının müjdecisidir.
O halde riyâ ve süm'a düşünce ve niyetinden uzak olarak yapılmış bir hizmet, hayır ve iyilik, sırf millet tarafından övgü ve takdirle karşılandı diye, aslî niteliğini kaybetmez, Allah katındaki değerinden de bir şey eksilmez. Önemli olan, o işi yapanın neyi niyet ettiği ve hedeflediğidir.
Ancak burada bir hususa işaret etmekte fayda vardır. Bazan faydalı olmak düşüncesi ve endişesi ile beğenilmek arzusu birbirine karışır. Meselâ bir proğramda herhangi bir konuda konuşma yapmak için davet edilmiş bir ilim veya din adamı, orada kendisini dinleyecek olanları ciddiye alıp onlara faydalı olabilmek için araştırır, hazırlanır, plânlar yapar. Ama bu arada yapacağı konuşmanın veya vereceği bilginin beğenilmesini de arzu eder. İşte bu arzu, onun faydalı olma düşünce ve gayretlerini gölgeler mi? Herhalde burada verilecek hüküm, faydalı olma niyeti ile beğenilme arzusundan hangisinin baskın olduğuna göre belirlenecektir. Bu konuda en iyisi kişinin "kalbine danışmasıdır."
Öte yandan yapılan hizmetlerin kimler tarafından takdir edildiği çok önemlidir. Bir şâir, "Şiirin kıymetini iki şey düşürür" diyor ve ekliyor: "Şiirden anlamayanların alkışı, şiirden anlayanların sükûtu." Yapılan sohbet ve konuşmaları, ortaya konan hizmet ve hayırları, o işlerden anlayanlar takdir ediyorsa bu ayrıca şükür vesilesi yapılmalıdır. Yok eğer o işlerden anlamayanlar takdir ediyorsa, tövbe ve istiğfar edilmelidir. Bu sebeple, bilhassa tebliğ ve irşad hizmeti veren din görevlilerinin, kendi kendilerinin doktoru ve denetleyicisi olmaları, gönül
ve duygularının daima Allah'ın rızâsına dönük olmasını sağlamaya çalışmaları gerekmektedir. Bu konuda onlara yardımcı olacak yine ancak kendileri, kendi iç olgunluklarıdır.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1. Yapılan iyilik ve hizmetin toplum tarafından takdir edilmesi, o iyiliğin peşin ödülü ve Allah katında kabul gördüğünün müjdesidir.
2. Hâlis bir niyetle yapılmış olan iyilik ve hayırlar, sırf insanlar tarafından övgü ile karşılandı diye kıymetini kaybetmez.
3. İyilik ve güzellikleri takdir etmek, toplumların olgunluklarını gösterir
Riyasüs-salihin-Erkam Yayınları
Yönelirse Allah hidayet eder
Enbiya Sûresi'nden
Allah’ın kulları Allah’ın mesajının etkisine girerler.
Prof. Dr. Halis AYDEMİR
https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q
https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1
Kul hakkını ancak kul affeder. Buna göre, daha dünyada iken bu hakkı telafi etmenin yolunu bulmak gerekir. Şayet bulamaz isek, ahirete kalmış olur ki, bu durum daha tehlikelidir.
Bu dünyada bize hakkını helal etmeyen kişi, ahirette bu hakkını bizden talep edecektir. Bununla beraber kişi samimi olarak tövbe etmiş ise, Allah Teala hak isteyen kuluna kendi fazlından ihsanda bulunarak o kulun hakkından vazgeçmesini sağlayacağı ümit edilir.
İnsan şerefli bir mahluktur. Onun hürriyet, haysiyet, namus ve şeref gibi manevî hukukuna yönelik bir haksızlık kadar, canına ve malına yapılan bir tecavüz de o nisbette ağır bir mesuliyeti gerektirir.
İnsan bilerek veya bilmeyerek, farkında olarak veya olmayarak birisine haksız bir davranışta bulunmuş olabilir. Hattâ onu mağdur bir duruma düşürüp bazı haklarının elinden çıkmasına sebep olacak bir muamelede de bulunabilir. Bir fert olarak kendimizi her ne kadar çekip çevirsek, hakpereset olarak kalmaya azmetsek de, birtakım hata ve kusurlara kapılmaktan tamamiyle kurtulamıyoruz.
- İnsanlık hali olan böyle bir durum karşısında ne yapmalıyız?
- "Bir defa oldu, bir daha yapmayız, keşke yapmasaydım." diyerek, iç dünyamızda hesaplaşmamız kâfi gelir mi?
- Yoksa meselenin telâfisine gidip de hatamızı düzelterek helallik dileyerek pişmanlığımızı mı bildiririz?
İslâmda esas itibariyle bir Allah hakkı, bir de kul hakkı vardır. Allah hakkı, her insanın Rabbine karşı yapması gereken kulluk vazifeleridir. Bu hususta yaptığı bir kusur, günah ve eksiklikten dolayı Allah'a yalvarır, tövbe istiğfar ederek affını diler.
Fakat kul hakkı öyle değildir. Onun bir tek telâfisi vardır, o da haksızlığa uğrayan, hukuku zayi olan kişiyle bizzat görüşüp özür beyan etmek, helâllik dilemekle birlikte , maddi bir kaybı varsa telâfisine gitmektir.
Bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyururlar:
"Bir kimse kardeşinin haysiyetine yahut malına haksız olarak taarruz etmişse, iltimas olarak verilebilecek altın ve gümüşün bulunmadığı günden (kıyamet) önce helâlleşsin. Aksi halde, yaptığı haksızlık nisbetinde onun iyi amellerinden alınıp hak sahibine verilir. İyiliği yoksa, hak sahibinin günahından alınıp haksızlık eden adama verilir."1
Evet, Peygamberimizin (asm) de tavsiyesine göre, bu durumda helâlleşmekten başka çıkar yol yoktur. O kadar ki, insan şehit bile olsa, üzerinde kul hakları varsa, Allah diğer günahlarını bağışladığı halde kul hakkını bağışlamamaktadır. Bunun için mesele, hak sahibinin gönlünü almada, rızasını kazanmada kalıyor. Siz, zarara uğramasına sebep olduğunuz kimseye gider, önce bir hata yaptığınızı itiraf ederek özür beyan eder, sizi affetmesini, hakkını helâl etmesini rica edersiniz. Maddi bir kaybı varsa, imkânınız nisbetinde onun razı olabileceği nisbette hakkını verirsiniz.
Böylece elinizden geleni yapmış olursunuz. Muhatabınız da sizi hoş karşılar, müsamaha ve anlayış gösterirse, mes'uliyetiniz kalkmış, hadis-i şerifte açıklandığı gibi, dünyada iken helâlleşerek âhiretteki hesaplaşma ve azaptan kurtulmuş olursunuz.
Bununla birlikte vicdan azabı çekiyorsanız, ayrıca tövbe isitğfar edersiniz.
"Pişmanlık tövbenin kendisidir.",
"Günahından tövbe eden hiç günah işlememiş gibi olur."2
mealindeki hadis-i şeriflerin sırrıyla Allah katında da rahata kavuşmuş olursunuz.
Bir insan tövbesinin kabul olduğunu, günahtan kurtulduğunu nasıl anlar, nasıl fark eder, bu hal nasıl bilinir?
Cevabını Peygamber Efendimizden (a.s.m.) öğrenelim:
"Bir günah işledikten sonra tövbe edip iyilik işleyen kimse, üzerine çok dar bir zırh giyinen bir adama benzer. Günahtan sonra bir iyilik yaparsa, zırhın halkalarından biri çözülür. Bir iyilik daha işlerse öbür halka da çözülür. Yapılan iyiliklerin sonunda zırh yere düşer."3
Gerek Rabbine karşı bir günah işleyen, gerekse bir insana haksız bir davranışta bulunan bir kimse, o günah ve hatanın akabinde pişmanlık duyarak sevaplı ameller işler, Kur'ân ve imana yönelik hizmetlerini ve çalışmalarını arttırırsa günah zırhının düğmeleri teker teker çözülür, kısa zamanda o günahlardan kurtulur. Artık bundan sonra bir vicdan azabı çekmesine, huzursuz olup üzüntüye kapılmasına gerek kalmaz. Çünkü o bir kul olarak hâlis bir niyet ve ihlâsla elinden geleni yapmış sayılır.
Bu arada şu mealdeki âyet-i kerimeyi de unutmayalım:
"Ey kendi nefislerine karşı haddi aşan, günahlarla kendi nefsine kötülük eden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Muhakkak Allah günahları affeder. O Gafur ve Rahimdir."4
Kaynaklar:
1. Buhari, Mezalim, 10.
2. et-Tergîb ve't-Terhîb, IV/97.
3. a. g. e., IV/106.
4. Zümer, 39/53.
Cenab-ı Hak da “Bunlar has kullarım, ben bunları asla zayi etmem” diyor.
“Uğrumuzda çaba gösterenler, belli bir çaba içerisine girenler, vaktini zamanını ayıranlar, hakikat neyse ben onun için çalışacağım, klasik hikayenin parçası haline gelmeyeceğim (yani babalarım, dedelerim gibi hayatı yükseltip, hayatta ideal haline getirdiği çoluk-çocuk, mal-mülk, makam her neyse, bunlar uğruna yaşayıp da Rabbini ihmal edenlerden olmayacağım), Rabbimi merkeze alıp bu uğurda yaşayacağım.” diyenleri Cenab-ı Hak “Bunlar has kullarım, ben bunları asla zayi etmem” diyor.
Prof. Dr. Halis AYDEMİR
https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q
https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1