İmanla amel arasında iliski vardır İmanınızda eksiklik olanın amelinde de eksiklik vardır.
Kul yapıp ettikleriyle yanı amelleriyle cehennemi hakeder cennete girenler ise amelleriyle giremez çünkü hiçbir nimetin karşılığı olamaz.
İmanla amel arasında iliski vardır İmanınızda eksiklik olanın amelinde de eksiklik vardır.
Kul yapıp ettikleriyle yanı amelleriyle cehennemi hakeder cennete girenler ise amelleriyle giremez çünkü hiçbir nimetin karşılığı olamaz.
Samimiyet, ihlas, kişiyi öğrenmeye sevkeder.
Samimiyet yanlışta olsa da, doğruyu öğrenince yanlışı terkederek ilerler.
Samimiyet başladığında kişi öğrenmeye başlar.
Namaz, insanın hidayetini koruyan bir kalkandır.
Alimler imanı ateşe, ameli fanusa benzetir. Fanus olmasa en ufak bir rüzgarda söner.
Namaz, dünya gam ve kederlerini unutmak için en iyi vesiledir. Bundan dolayı Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem üzücü bir olayla karşılaştığında hemen namaz kılmaya başlardı. Namaz iyilik ve müsamahaya davet eder, kötülük ve çirkin hareketlerden de alıkor. İşte bu, insan ruhunu terbiye etmek için en üstün yoldur.
Tabiatta ortaya çıkan hiçbir olay şer olarak nitelendirilemez. Her olayda mutlaka hayır hedeflenmiştir. Bunlardan bazılarının zararlı ve şer gibi görünmesi, kişinin kendi iradesini kötüye kullanmasından kaynaklanmaktadır. Bu, kâinatta işleyen ilâhî rahmeti gölgelemez.
Günahsız geçirilecek birkaç günden sonra içinize gelecek güven kırıntılarındansa; günahın zilleti içersinde o çaresiz ama ümit dolu yakarışların daha dogru olduğunu keşfedeceksiniz .
Rum meliklerine Kayser, İran meliklerine Kisra denildiği gibi Amâlika meliklerine de özel olarak Firavun denilir. Firavunlar çok kibirli ve zorba oldukları için, Araplar Firavun kelimesinden türeterek kibirlenen kimseler için “Firavunlaştı” fiilini kullanırlar.
Prof. Dr. Mehmet Soysaldı/Fırat Üniv. İlahiyat Fak.
Allahu Teala kuranda tehdit etmez bilgilendirir. Bu yolu seçerseniz bu yol cennete. şu yolu seçerseniz cehenneme çıkar der. Bu seni bilgilendirmesidir. Allah’ın cc tehdide ihtiyacı yoktur. Şunun gibi: doktor der ki; şuna riayet etmezsen böyle olur bunun geri dönüşü yok der . Dr beni tehdit etti mi diyeceğim . Dr bilgilendiriyor çünkü o bilgiye herkes ulaşamaz. Mesela cildine şu merhemi çok ince bir tabaka sür diyor. Çok sürersen tahriş olur diyor. Ama niye tehdit ediyorsun beni diyor muyum? Din de böyledir.
Fatma bayram
Küfür, sözlükte nimeti örtmek manasına gelir. Tohumu toprağa gömene kafir denilmesi bu kabildendir. Aynı şekilde gece de karanlığı ile her şeyi örttüğü için “kafir” diye isimlendirilmiştir. Kafire de, nimeti inkar ettiği ve onu örttüğü için kafir denilir. (Safvetü’t Tefasir-Muhammed Ali Es- Sabuni)
İbni Kesir şöyle der: “Nifak, hayır gösterip arkasında bir şer gizlemektir. Nifak itikadi ve ameli olmak üzere iki nevidir. İtikaden münafık olan kimse ebedi Cehennemde kalır. Amelen münafıklık ise en büyük günahlardandır. Çünkü münafığın sözü fiiline, içi dışına uymaz.
Sana verilen nimetler arttıkça, verilenlere sevgin artarken vereni unutuyorsan, dünyadan istifade ediyor ama onu sana, sevgisini gösteren bir nimet olarak sunan Rabbine karşı görevlerini aksatıyorsan bil ki; sende dünyevileşme (dünyayı ahirete tercih etme) alametleri vardır.(Veli Tahir Erdoğan-Kur’an Bana ne diyor?)
Eğer bazı amellerimiz olduğu halde Rabbimiz bize ağır musibetler veriyorsa ve ardı arkası kesilmiyorsa o zaman daha güçlü bir şekilde bizi kendine çağırıyor demektir. İlim boyutunu ihmal etmişizdir. Önce bilmek sonra amel etmek. Ben bilmeyeyim amel edeyim olmaz. Doğru ve hak olduğuna tanık olmamız lazım. "eşhedu" demeden ibadetlerini yapsa olmaz; çünkü bunu hak bir din üzere yaptığının bilincinde değil bu kişi.
Halis Aydemir “Enbiya suresi tefsirinden”
Eslem tarik en garantili yol
İmam Rabbani rahmetullahi aleyh :Zahirle batın arasında çatışma varsa batın bilgi atılır Zahir alınır. farklılık kıl kadar olsa bile. (Faruk Beşer’in bir yazısından)
-Olumsuz konuşma yapma
-Başına gelen herşeye Hüsnü zan et
-Herşey yolunda yürekten inan
-Hz Ömer ra üzgün birini görünce müslüman böyle salmış görünemez dik dur diyerek izin vermiyor
-Duam kesin kabul olacak. Karamsar bakamazsın. Allah cc en hayırlısını verecek. Hüzün duyabilir ama karamsar olamaz mümin
-İnsan olay yaşanırken kolaylıkları farketmeli kolaylıklar orada ama karamsarlıktan göremez
-Allah cc hiç bir sorunu çözümsüz göndermemiştir
-Peygamber efendimiz Sallallahu aleyhi ve sellem her işareti olumlu yorumlamıştır. En zor durumda dahi ileri bakmış, bir hayır görmüştür
-Allah hiç bir şeyi zayi etmez. Her yaşananda bir hayır vardır
-“İnsanlar bozuldu, düzenbaz oldu vs.” demek: aslında bu söylemler insanları helak ediyor. Olumsuz konuşma
Sözlükte sağlam, esaslı ve dayanıklı anlamına gelen muhkem, terim olarak, manası kolaylıkla anlaşılan, haricî bir yoruma ihtiyaç göstermeyen ve tek anlamı olan, ne anlama geldiği, ne anlatmak istediği ilk bakışta anlaşılan, manası açık ve net olan, niteliği ve içeriği (seçikliği ve açıklı) belli olan Kur’ân’ın sarih lafızlarına ve ayetlerine denir.
https://kuran.diyanet.gov.tr/kuran-sozlugu/detay/45-muhkem
"“Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakının; çünkü bazı zanlar günahtır. Gizlilikleri araştırmayın, birbirinizin gıybetini yapmayın; herhangi biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? Bak bundan tiksindiniz! Allah’a itaatsizlikten de sakının. Allah tövbeleri çokça kabul etmektedir, rahmeti sonsuzdur.” (Hucurât, 49/12)
Kur’an-ı Kerim’de kesin bilgi sahibi olmaksızın konuşmak (zan), başkalarının arkasından kırıcı ya da aşağılayıcı söz ve davranışlarda bulunmak (gıybet) yasaklanmıştır. Bu iki fiilin bir bakıma tamamlayıcısı olan ve Kur’an’da sadece bu ayette geçen tecessüs kelimesi “ayıp ve kusurları araştırmak” anlamındadır. Bu davranışların aynı ayet içinde zikredilmesi, birbirleriyle olan ilişkilerine dikkatimizi çekmekte, tümünün yasaklanması insanın şeref, onur ve mahremiyetini korumaya, aynı zamanda toplumun birlik ve beraberliğine zarar verecek hataları engellemeye yöneliktir. Sevgili Peygamberimizin (s.a.s.) konuyla ilgili hadisi, bu yasağa uymayanların akıbetini bildirir: “Ey diliyle iman edip kalbine iman girmemiş olan kimseler! Müslümanların gıybetini yapmayın ve onların gizli hâllerini araştırmayın. Çünkü her kim onların gizli hâllerini araştırırsa Allah da onun gizli hâlini araştırır.
Allah kimin gizli hâlini araştırırsa onu evinde (gizlice yaptıklarını ortaya çıkararak) bile rezil eder.”
(Ebû Dâvûd, Edeb, 35)
Allah’ın kulları için belirlediği dinin, ahlaki ve hukuki kuralları vardır. Kur’an-ı Kerim’de çerçevesi Allah tarafından belirlenmiş ve hudûdullah olarak adlandırılmış bu sınırları tecavüz insana yasaklanmış, sınırların içindeki hareket alanı ise serbest bırakılmıştır. Kur’an’da ilahi ya da beşerî yasakları ifade için kullanılan haram, muharram, tahrim, mahrum vb. kelimeler h-r-m kökünden türemiştir. Aynı kökten türeyen “yasaklanmış, korunmuş, dokunulmaz” anlamındaki harem kelimesi (Salim Öğüt, “Harem”, DİA, XVI, 127) Allah’ın zatına mahsus ibadet yerleri olarak ayırdığı ve buralara giriş için kurallar koyduğu kutsal toprak parçalarıdır. Bunun gibi yarattığı varlıkların en değerlisi olan ve kendisine bir şeref atfedilen insanın (İsrâ, 17/70) yaratılışına uygun hareket etmesini sağlayan değerler Allah tarafından belirlenmiş bunlardan bir kısmı zamanla aile ve toplum yapısına göre şekillenmiştir. Mahremiyet adı verilen ve insanın özel alanı, dokunulmazlığı, gizli kalmasını istediği durumları ifade eden bu kavram insana mahsus fıtratı, şahsiyeti ve şerefi korumayı hedefler.
Ayetlerden yola çıkarak mahrem alanları; insanın bedeni (Nûr, 24/30-31), aile içi ilişkileri (Nûr, 24/58-59), gizlice konuştukları (Mücâdele, 58/12) ve başkalarına tevdi ettiği sırları (Tahrim, 66/3) şeklinde tasnif edebiliriz. İşlenen günahlar da insanın mahrem alanıdır. Bunları ne işleyenin ne de şahit olanın açığa çıkarması uygun değildir. Çünkü bu tür durumların ifşası sonucunda günahın hafife alınması, örnek teşkil etmesi ve yaygınlaşmasına fırsat verilmesi gibi olumsuz durumlar ortaya çıkar. Ancak kul hakkını ihlal eden bir hata, toplumsal suç sayılacağından bunun gizlenmesi uygun değildir.
Mahremiyet, sadece bizim dokunulmazlık alanımız değildir. Bu konuda en az kendimiz kadar diğer insanların da hak sahibi olduğunu dikkate almamız gerekir. Bu alanda yapılan bir anket, katılımcıların mahremiyeti “ben” boyutuyla tanımladıkları, olayı kendilerinin korunmaları gereken gizli alanları olarak vurguladıkları sonucuna ulaşmıştır (Saadet İder, “Yetişkinlerde Mahremiyet Algısının Kaynağına İlişkin Nitel Bir Araştırma”, Marife, 115). Oysa mahremiyet herkes için ortak bir haktır. Bizim özgürlüğümüz, başkasının hakkının başladığı noktada biter. O sınırı çiğnemek girilmesi yasak bir alana girmek demektir ve Hucurât suresi 12. ayette “Gizlilikleri araştırmayın.” şeklinde tercüme edilen yasaklama için İbn Abbas: “Kardeşinizin ayıbını araştırmayın, Allah’ın onun hakkında gizlediğini öğrenmeyi arzu etmeyin!” açıklamasını yapmaktadır (Firuzabadi, el-Mikbâs min tefsir-i İbn Abbas, 549).
Günümüz dünyası, Allah tarafından yasaklanmış tutum ve davranışların alenen işlendiği hatta bunun teknolojik araçlar vasıtasıyla geniş kitlelere ulaştırıldığı bir yapıya sahiptir. Olumlu ya da olumsuz her türlü bilginin yayılışı “dijital çağ” adı verilen XXI. yüzyılla birlikte hızlanmış, hatta kontrolden çıkmış görünmektedir. Normal şartlarda birbirlerinden haberdar olamayacak kitleler sosyal medya sayesinde birbirlerini tanımakta, bazen dünyanın öbür ucunda işlenmiş bir suça/günaha, bazen yenilen bir yemeğe ya da ziyaret edilen bir mekâna şahitlik etmektedirler. Üstelik bunların çoğu, olayın failleri
tarafından irade ortaya konarak paylaşılmaktadır. Bu da Müslüman bilinciyle yaklaştığımızda kaygı ve endişe verici bir ruh hâline bürünmemize sebebiyet vermektedir. Özellikle dünya gündemini meşgul eden ve hakkında bir kısmı spekülatif olarak tanımlanabilecek açıklamalarla pandemi süreci, kadın ya da erkek üzerinden cinsiyetsizliği teşvik eden oluşumlar, elektronik beyin/insan vs. gibi haberler “Dünya nereye gidiyor?” sorusunu sıkça sormamıza neden olmaktadır.
Bu durumda öncelikli olarak kabul etmemiz gereken, değişimin kaçınılmaz olduğudur. Yeni doğan bir bebeğin zamanla bir çocuğa evrilmesi, büyüyüp bir yetişkine dönüşmesi, ömrü uzadıkça bildiğini bilmez hâle gelmesi ya da kışın yapraklarını döken bir ağacın ilkbaharda yeniden yaprak vermesi nasıl doğal bir değişimse insanın bilinç yapısı, duyguları, talepleri ve sorumluluklarının zaman içinde değişim göstermesi kaçınılmazdır. Aslolan değişime karşı çıkmak değil, insana zarar veren, onun veya kâinatın yapısını bozan farklılaşmaya tavır almaktır. Gelişimle doğru orantılı değişime yaklaşımımızla, yaratılışa ve sünnetullaha (Allah’ın kâinata koyduğu yasalara) ters olan değişime yaklaşımımız elbette birbirine benzememelidir.
Öyleyse geldiğimiz noktada zihnimize takılan sorulara nasıl cevaplar bulacağız? Yeni dünya düzeni adıyla oluşturulan gündemlere, pek çoğu değerlerimizle örtüşmeyen ve bir kısmı korku ve kaygı oluşturan haberlere karşı durumumuz ne olmalı? Bize göre bu soruların cevabı Kur’an’ın “gücünüzün yettiği kadar kuvvetli olun.” (Enfal, 8/60) emriyle verilebilir. Yaşadığımız çağın ihtiyacı olan bilgilerle donanımımızı güçlendirir, algılarımızla oynanmasına izin vermez ve kişisel ayarımızı Kur’an ve sünnete uygun biçimde yaparsak karşılaştığımız sorunların büyük ölçüde üstesinden geleceğimize olan inancımızı asla kaybetmeyiz. Sonuçta hayrın ve şerrin yaratıcısı Allah’tır ve “Her bilenin üstünde bir bilen” olarak (Yusuf, 12/76) Allah kullarına kâfidir.
Dr. Öğretim Üyesi Sema Çelem
https://yayin.diyanet.gov.tr/Category/GetArticles?id=2109&categoryId=58#
"“Yoksa geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibadet eden, ahiretten çekinen ve Rabbinin rahmetini dileyen kimse (o inkârcı gibi) midir?...”
(Zümer, 39/9.)
Kur’an’da hastalık, geçim darlığı gibi bir zorlukla karşılaşan, Rabbinden başına gelen bu zorluğu kaldırmasını isteyen bir insan karakterinden söz edilir. Rabbi kendisine afiyet verdiği, zorluğunu kolaylıkla değiştirdiğinde, bu kişi daha önce ettiği duayı terk etmekte; şeytana itaat, Allah’a isyan etmeye başlamaktadır. Ahireti umursamayan, bütün ilgi ve ihtimamını şu fani dünyaya yönelten ancak zorda kaldığı vakit kul olduğunu hatırlayan, bu yüzden de ilahi tehdide muhatap olan bu kişi ile (Zümer, 39/8.) samimi bir mümin arasında şöyle bir karşılaştırma yapılmaktadır: “Yoksa geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibadet eden, ahiretten çekinen ve Rabbinin rahmetini dileyen kimse (o inkârcı gibi) midir? (Resulüm!) De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür.” (Zümer, 39/9.)
Ayeti kerimede müminin dinî hayatının üç boyutu üzerinde durulmaktadır ki bunlardan birincisi davranış boyutudur. Davranış boyutuyla mümin, namazlarını huşu ile kılan, Allah’a dua ile yönelen, O’na her hâlinde itaat eden, kulluğunda daim olan kişidir. Gece ibadetinin onun hayatında özel bir yeri vardır; çünkü gece vakti nefse ibadetin en ağır geldiği vakit; rahatı talep etmek için en uygun zamandır. Gece ibadetini tercih eden kişi Allah’a ibadeti nefsin rahatına tercih etmiş demektir. Bu kişinin kalbi, Allah’a yakınlığın nuru ile aydınlanır, ettiği ibadet riyadan en uzak, kabule en yakın ibadet olur. Şüphesiz zikrin geceye tahsis edilmesi müminin gündüz vakitlerinde kıyam ve secdeden uzak olduğu anlamına gelmez. Dinî hayatın davranış boyutunda mümin, sadece meşakkatli zamanlarda değil rahat zamanlarda da kulluğunun bilincinde olur. İlahî emir ve yasakları ifa etme konusunda sebatkârdır. Şahsi rahatından fedakârlık yapabilecek derecede değerlerine samimiyetle bağlıdır. Onun dinî hayatındaki sebat ve samimiyetinin arkasında duygusal bir boyut da söz konusudur.
Dinî hayatın ikinci boyutunu, duygu boyutu teşkil etmektedir. Duygular içinde korku ve ümit duygusu, insanın hayatını sürdürmesini sağlayan temel duygulardandır. Mümin, hayatını korku ve ümit arasında sürdürür. Esas olan, bu iki duyguyu bir araya getirmektir. Kur’an’da bu ikisini bir araya getiren kullar övülmüştür. (Secde, 32/16; Enbiya, 21/90.) Korku duygusu, Allah’ın razı olmayacağı amelleri işlemeye engel olur. Umut ise Allah’ın razı olacağı amellere teşvik eder. Diğer taraftan umudun da korkunun da bir sınırı bulunmaktadır ki her iki duygu da kendi sınırını aşmamalıdır. Umut, sınırını aştığında insan temelsiz bir güven hissine kapılır. (Araf, 7/99.) Korku, sınırını aştığında ise ümitsizlik duygusu kalbi işgal eder. (Yusuf, 12/87.) Müminin dinî hayatı, aşırılıklardan korunmak için dengeli bir duygusal tutuma dayanır. Duygu boyutundaki yoğunluk, kulluğunu şevk ve gayretle idame ettirmesini sağlar, dinî hayatını olumlu anlamda yönlendirir. Ancak duygu, bilginin rehberliğine ihtiyaç duyar.
Dinî hayatın üçüncü boyutu da bilgi boyutudur. Ayeti kerimede buyurulan, “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” cümlesi, öncesindeki cümle ile ilişkili olarak yorumlanmaktadır. Buna göre Rabbini hakkıyla bilen ile Rabbinden bihaber, cehalet ve dalalet içinde hayat sürenler bir değildir. Allah’ın insanlara olan nimetlerini, bu nimetlerin şükrü gerektirdiğini bilenler ile bu bilgilere sahip olmayanlar bir değildir. Allah’ın vadettiği dirilişin, sevabın ve cezanın hak olduğunu, itaat edenlerin mükâfatlandırılacağını, isyan edenlerin cezalandırılacağını bilenlerle bunları bilmeyenler bir değildir. Yani dinî hayatın temelini, sahih bilgi teşkil etmektedir. Bu nitelikteki bir bilgi, müminin dinî hayatını hem duygu hem davranış açısından olumlu bir şekilde yönlendirir. Zira yukarıdaki hakikatleri özümsemiş bir müminin davranış ve duygularının bu bilgilerden etkilenmemesi düşünülemez. Bu itibarla sözü edilen bilgi, kuru bir bilgi olarak değerlendirilmemelidir. Nitekim âlimler bu cümlede, bildiği ile amel edenlerle bildiği ile amel etmeyenlerin mukayese edildiğini ifade etmişlerdir. Zira cümle, ilmin gereğinin kulluk olduğuna, kendisine amel terettüp etmeyen ilmin Allah katında ilim olmadığına delalet etmektedir. Çünkü bilenler ilimlerinden faydalanır ve ilimlerinin gereğine göre amel ederler. Dolayısıyla ayette, ilmiyle amel etmeyen, âlim sayılmamaktadır. İlmi elde eden ancak kullukta ilerleyemeyen, dünya fitnesine düşenler için büyük bir istihfaf söz konusudur. (Zemahşeri, el-Keşşaf, IV, 117.) “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” cümlesi, genel anlamda bilginin öneminin bir ifadesi olarak da yorumlanmıştır. Söz konusu cümle, bilenlerin bütün yönlerden bilmeyenlerden üstün olduğuna işaret etmektedir. (İbn Aşur, et-Tahrir ve’t-Tenvir, XXIII, 349.)
Dinî hayat, mezkûr üç boyutuyla oldukça önemlidir. Zira davranış, duygu ve bilgi boyutları birbiri ile sıkı ilişki içindedir. Hayata rehberlik etmesi için gönderilmiş olan din, davranışlarda tezahür eder. Davranışların temelinde ise duygu ve bilgi yer almaktadır. Bilgiden yoksun duygu, bazı aşırı davranışlara yol açabileceği gibi, duygudan yoksun malumat yığını da davranışları yönlendirmede etkisiz kalır. Diğer taraftan, ayetin genel olarak bilginin önemine ettiği işaret dikkat çekicidir. Nitekim bilenlerle bilmeyenlerin bir olmadığı, son birkaç yüzyılda dünyada gerçekleşen olaylarla daha iyi anlaşılmaktadır. Bilenler bilgiyi sanayi ve teknolojiye çevirerek büyük bir güç elde etmişler; maddi bakımdan bilmeyenlerden üstün konuma gelmişlerdir. Oysa İslam dininde bilgi sadece dinî konulara hasredilmemiş, insanlığın faydasına olan bütün ilimler teşvik edilmiştir. Bu sayede Müslümanlar geçmişte parlak bir medeniyet inşa etmeyi başarmışlardır. Bu yüzden Müslümanların, günümüzde de bilgiyi arama ve onu elde edip Allah’ın razı olduğu şekilde değerlendirme yükümlülükleri devam etmektedir. Çünkü “Hikmetli söz müminin yitiğidir. Onu nerede bulursa, almaya en çok onun hakkı vardır.” (Tirmizi, İlim, 19.)
Dr. Abdülkadir Erkut
https://yayin.diyanet.gov.tr/Category/GetArticles?id=2109&categoryId=58#
“Allah’ın mescitlerini ancak Allah’a ve ahiret gününe iman eden, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimseler imar eder.”
(Tevbe, 9/18.)
Mekke müşrikleri Kâbe’yi ziyaret için gelenlerin su ve yemek ihtiyaçlarını karşılamaya, Kâbe’nin korunmasına, bakım ve onarım işlerini yerine getirmeye büyük önem veriyor ve bu işleri yürütmekle iftihar ediyorlardı. Ancak Kur’an bir taraftan Mescid-i Haram’ı imar ederken diğer taraftan putları ilah kabul edip onlara tapan müşriklerin imarının doğru ve geçerli bir imar olmadığını, onların yapıp ettikleri ile Mescid-i Haram’ın imarının gerçekleşmediğini ifade etmiştir. (9/17; Ebu’s- Suud, İrşadu Akli’s-Selim, IV, 51.) Zira camileri imar, maddi ve manevi olmak üzere iki türlüdür. Maddi imar, camileri bina etmek, onarmak, temizlik, tezyin, aydınlatma ve diğer ihtiyaçlarını gidermektir. Manevi imar ise camide ortağı olmayan Allah’a ibadet etmek suretiyle dinin şeairini ikame etmek, camiye bağlı olmak, oraya çokça gelmek ve caminin, fonksiyonlarını yerine getirmesini sağlamaktır. Bu yüzden başta Mescid-i Haram olmak üzere camilerin makbul olan imarını, ancak aşağıdaki özelliklere sahip olanların yerine getirebileceği şöyle ifade edilmiştir: “Allah’ın mescitlerini ancak Allah’a ve ahiret gününe iman eden, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimseler imar eder. İşte doğru yola ermişlerden olmaları umulanlar bunlardır.” (Tevbe, 9/18.)
Ayette camileri gerçek anlamda imar edenlerin özellikleri belirtilmiştir ki bu özelliklerin izahı şöyledir:
Birincisi, onlar Allah’a iman eden, O’nun öldükten sonra kıyamet gününde ölüleri dirilteceğini tasdik edenlerdir. İman edenler, Allah’a ibadet etmeyi ve O’na ibadet edebilecekleri bir yer bina etmeyi isterler. Orada yapılan ibadet ve oranın ihya edilmesine yönelik gösterilen çaba, asıl faydasını kıyamet günü verir. Böylece Allah’a ve ahirete iman, onları her iki anlamıyla camileri imara sevk eder. Çünkü bu iki esas, dinin temelini teşkil eden, Müslüman’ın hayatını yönlendiren asli ilkelerdir. İnsanın bütün yapıp etmeleri iman sayesinde Allah katında bir değer kazanır. Camileri imar adına yapılan faaliyetler, herhangi bir karşılık beklemeden Allah için yapılır ve bu faaliyetler anlamını iman sayesinde bulur. O yüzden iman, camileri imar edenlerin birinci özelliğidir. İman konusunda Allah’a ve ahiret gününe iman ile yetinilmiştir; zira bu ikisi diğer iman esaslarını da içermektedir.
İkincisi, onlar namazı devamlı ve şartlarına uyarak eda edenlerdir. Çünkü camilerin bina edilmesinin en büyük maksadı namazdır. Namazın farziyetini kabul edenler, camiler bina etmeyi ve orada namazlarını kılmayı isterler. Namazın önemini ve cemaatle namazın ehemmiyetini idrak etmiş olduklarından, rahatlarını terk ederek namaz gibi nefse meşakkatli gelen bir ibadeti eda etmeye koşarlar. Bu idrak onları her iki anlamıyla camileri imara sevk eder.
Üçüncüsü, onlar yerine getirmekle yükümlü oldukları zekât ibadetini eda edenlerdir. Zekâtı vermek için Müslümanlardan gerçek ihtiyaç sahiplerini bilmeleri gerektiğinden, onların bir araya geldikleri camide bulunmak bunun en iyi yoludur. Böylece zekât ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını gidermelerine vesile olurken camilerin manevi imarına da vesile olur. Camilerin maddi imarı ile alakasına gelince; zekât farz iken maddi anlamda mescitleri imar etmek nafile bir ibadettir. İnsan farzı tamamlamadan nafile ile meşgul olmaz. Bu yüzden zekât ile infak etmenin huzuruna erişenler, sonrasında bu huzuru camilerin maddi imarı için infak etmekte ararlar.
Dördüncüsü, onlar Allah’tan başkasından korkmayan kimselerdir. Korku duygusu fıtri olduğundan bu, onların hiçbir şeyden korkmadıkları anlamına gelmez. Allah ile diğer varlıklardan korkma arasında kaldıklarında Allah korkusunu diğer korkulara takdim ederler. Allah’ın emir ve nehyine göre hareket eden, bu konuda kınayanın kınamasına aldırmayan, zalimin korkusu kendisine mani olmayan kimselerdirler. Mesela Hz. Ebubekir, Mekke Dönemi’nde Mescid-i Haram’da ibadet etmesine izin verilmeyince pes etmeyip evinin girişinde bir mescit edinmişti. Kendisi onların eziyetlerine itibar etmeksizin, korkmadan orada ibadet etmeye ve Kur’an okumaya devam ederdi. Buna ilaveten Allah’tan başkasından korkmayanlar, asıl O’nun rızasını kaybetmekten korkarlar. Bu yüzden de camileri imar ederken gösteriş ve şöhret için değil Allah’ın rızasını talep, dinini takviye için imar ederler.
Yukarıda zikredilen sıfatlarla bezenenler, hidayet sebeplerini yerine getirdikten, bu sıfatlar artık kendilerinde huy hâline geldikten sonra hidayet ehlinden olmayı kuvvetle ümit edebilirler. Müşrikler Mescid-i Haram için yaptıkları ile övünmekte, onları gözlerinde büyütüp kendilerinin kesin hidayete erdiklerini iddia etmektedirler. Oysa müminler hak yoldaki bütün çaba ve gayretlerine rağmen amellerine güvenmekten sakınmakta, Allah’tan hidayete erdirmesini ummaktadırlar.
Yukarıdaki ayet-i kerimeden anlaşıldığına göre iyi bir davranışın temelinde iman olduğu takdirde o davranış Allah katında değer kazanır. O davranışın atalardan tevarüs etmiş olması, toplum nezdinde yerine getirene nam ve şöhret kazandırması iyilik için yeterli ölçü değildir. Camilerin imarı için de aynı şey geçerlidir. Nitekim Kur’an küfür ve kötü niyet saikıyla cami bina edenleri yermiş, iman ve iyi niyet ile cami bina edenleri ise övmüştür. (Tevbe, 9/107, 110.) Dolayısıyla camileri imar etmek imani bir eylemdir. Yüce Allah ayet-i kerime ile camileri imar edenlerin imanına şehadet etmiştir. (İbn Kesir, Tefsir, IV, 119.) Peygamber Efendimiz de camileri bina etme, ihtiyaçlarını karşılama, cemaatle namaz kılma gibi camilerle ilgili hususlara yer verdiği pek çok hadisinde (Buhari, Salat, 65; Ezan, 30.) camilerin imarının önemini ifade etmiştir. Neticede camilere olan bağlılığımızdır bizi manen imar edecek olan. Allah Teâlâ kalbi camilere bağlı olan kimseleri kıyamet günü arşın gölgesinde gölgelendirmeyi vadetmiştir. (Müslim, Zekât, 91.)"
Dr. Abdülkadir Erkut
https://yayin.diyanet.gov.tr/Category/GetArticles?id=2109&categoryId=58#
Mushaftaki sıralamada yüz altıncı, iniş sırasına göre yirmi dokuzuncu sûredir. Tîn sûresinden sonra, Kāria sûresinden önce Mekke’de inmiştir.
Sûrede Kureyş’e Câhiliye döneminde sağlanan ticarî kolaylıklardan, güvenlik, zenginlik vb. imkânlardan bahsedilmekte, bunlardan dolayı yüce Allah’a minnettar olup kulluk etmek gerektiğine dikkat çekilmektedir.
Mushaftaki sıralamada yüz beşinci, iniş sırasına göre on dokuzuncu sûredir. Kâfirûn sûresinden sonra, Felak sûresinden önce Mekke’de inmiştir.
Sûrede fil ordusu ile ilgili kıssa anlatılmaktadır. Kâbe’yi yıkmak isteyen Yemen’in genel valisi Ebrehe’nin fillerle Mekke’ye hücumunu, sonuçta yok olup gitmelerini (aş. bk.) konu edinmiştir.
Mushaftaki sıralamada yüz dördüncü, iniş sırasına göre otuz ikinci sûredir. Kıyâmet sûresinden sonra, Mürselât sûresinden önce Mekke’de inmiştir.
Sûrede insanları küçümseme, kusur arama gibi davranışlar eleştirilmekte; servete güvenme ve onu yanlış yolda kullanmanın kişiye ne büyük zararlar getireceği anlatılmaktadır.
Mushaftaki sıralamada yüz üçüncü, iniş sırasına göre on üçüncü sûredir. İnşirah sûresinden sonra, Âdiyât sûresinden önce Mekke’de inmiştir. Medine’de indiğine dair rivayet de vardır (bk. Şevkânî, V, 579).
Sûrede insanı ebedî hüsrandan kurtaracak yollar gösterilmektedir.
Ashâb-ı kirâmdan iki kişinin karşılaştıkları zaman biri diğerine Asr sûresini okumadan ve ardından selâm vermeden ayrılmadıkları rivayet edilir (Beyhakî, Şu‘abü’l-îmân, XI, 348).
Mushaftaki sıralamada yüz ikinci, iniş sırasına göre on altıncı sûredir. Kevser sûresinden sonra, Mâ‘ûn sûresinden önce Mekke’de inmiştir. Medine’de indiğine dair rivayet de vardır (bk. Buhârî, “Rikāk” 10; Şevkânî, V, 575).
Sûrede insanların, hayatın aldatıcı yönleriyle meşgul olmalarından, dünya malını biriktirmeye olan düşkünlüklerinden ve âhiret hallerinden söz edilmektedir.
Mushaftaki sıralamada yüz birinci, iniş sırasına göre otuzuncu sûredir. Kureyş sûresinden sonra, Kıyâmet sûresinden önce Mekke’de inmiştir.
Sûrede bazı kıyamet tasvirlerine yer verilmekte, âhiret sorumluluğu bilinci aşılayan uyarılarda bulunulmaktadır.
Mushaftaki sıralamada yüzüncü, iniş sırasına göre on dördüncü sûredir. Asr sûresinden sonra, Kevser sûresinden önce Mekke’de inmiştir. Medine’de indiğine dair rivayetler de vardır (bk. Şevkânî, V, 566).
İnsanoğlunun nankörlüğü ve mala düşkünlüğü, ahiret hayatı için harcama yapmaması ve bu yüzden onu kötü bir sonucun beklediği söz konusu edilmektedir.
Mushaftaki sıralamada doksan dokuzuncu, iniş sırasına göre doksan üçüncü sûredir. Nisâ sûresinden sonra, Hadîd sûresinden önce Medine’de inmiştir. Mekke’de indiğine dair rivayetler de vardır (bk. Şevkânî, V, 562).
Sûrede kıyamet kopması sırasındaki şiddetli yer sarsıntısının ardından kıyamet gününde yaşanacak olan sıkıntı ve dehşet verici haller anlatılmaktadır; ayrıca dünyada işlenen hayır veya şerrin karşılığının âhirette ödül veya ceza olarak alınacağı bildirilmektedir.