31 Ekim 2022 Pazartesi

KÜÇÜK NOTLARIM (83)


İmanla amel arasında iliski vardır İmanınızda eksiklik olanın amelinde de eksiklik vardır. 

Kul yapıp ettikleriyle yanı amelleriyle cehennemi hakeder cennete girenler ise amelleriyle giremez çünkü hiçbir nimetin karşılığı olamaz.   

30 Ekim 2022 Pazar

KÜÇÜK NOTLARIM (82)


Samimiyet, ihlas, kişiyi  öğrenmeye sevkeder.

Samimiyet yanlışta olsa da, doğruyu öğrenince yanlışı terkederek ilerler. 

Samimiyet başladığında kişi öğrenmeye başlar.

29 Ekim 2022 Cumartesi

KÜÇÜK NOTLARIM (81)


Namaz, insanın hidayetini koruyan bir kalkandır.

Alimler imanı ateşe, ameli fanusa benzetir. Fanus olmasa en ufak bir rüzgarda söner.

28 Ekim 2022 Cuma

KÜÇÜK NOTLARIM (80)


Namaz, dünya gam ve kederlerini unutmak için en iyi vesiledir. Bundan dolayı Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem üzücü bir olayla karşılaştığında hemen namaz kılmaya başlardı. Namaz iyilik ve müsamahaya davet eder, kötülük ve çirkin hareketlerden de alıkor. İşte bu, insan ruhunu terbiye etmek için en üstün yoldur. 

27 Ekim 2022 Perşembe

KÜÇÜK NOTLARIM (79):Hayır Ve şer


Tabiatta ortaya çıkan hiçbir olay şer olarak nitelendirilemez. Her olayda mutlaka hayır hedeflenmiştir. Bunlardan bazılarının zararlı ve şer gibi görünmesi, kişinin kendi iradesini kötüye kullanmasından kaynaklanmaktadır. Bu, kâinatta işleyen ilâhî rahmeti gölgelemez. 

26 Ekim 2022 Çarşamba

KÜÇÜK NOTLARIM (78)


Günahsız geçirilecek birkaç günden sonra içinize gelecek güven kırıntılarındansa; günahın zilleti içersinde o çaresiz ama ümit dolu yakarışların daha dogru olduğunu keşfedeceksiniz  .


25 Ekim 2022 Salı

KÜÇÜK NOTLARIM (77)


İhsan, hüsün/güzellik kökünden gelen bir kelimedir. Güzel olanı güzel bir şekilde yapmak demektir. Yani hem yaptığınız iş güzel olacak, hem de onu, yapılabilecek yolların en güzeliyle yapacaksınız. Bu iki şarta bir de niyeti ekleyebiliriz; güzel bir işi, en güzel şekilde ve güzel bir niyetle yapmak ihsandır diyebiliriz. İhsanı Resulüllah Efendimiz Sallallahu aleyhi ve sellem ibadet için şöyle tarif etmiş: ‘İhsan, Allah’ı görür gibi ibadet etmendir. Sen O’nu görmesen de, O’nun seni gördüğü bilinciyle’ yapmandır. Kulun her fiilinin iki şartla ibadet olabileceğini düşünürsek bu hadisi şerifin bütün işlerimiz için geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Doğru bir işi güzel bir niyetle yapmak. İşte bu iki şartla kulun her eylemi ibadete dönüşebilir ve her işimizi Allah’ı görür gibi yapmakla da ihsan ile davranmış oluruz. 

 Faruk Beşer

24 Ekim 2022 Pazartesi

KÜÇÜK NOTLARIM (76)


Müslüman bireylerin kendilerini ilgilendiren hususlarda -isyan olanla olmayan şeyleri- bilmeleri gerekir. Benim hocam diyorsa doğrudur, itaat etmeliyim diyemez. Onlara da Hz. Ali’nin şu muhteşem kuralını hatırlatırız: ‘Hakikati insanlarla tanımayın. Önce hakikati tanıyın ki, onunla insanları tanıyabilesiniz’.

23 Ekim 2022 Pazar

 Abdestli olup olmadığını unutan ya da abdestinden şüphe eden bir kimse ne yapmalıdır?
Bir kimse abdest aldığından emin olduğu hâlde, abdestini bozup bozmadığı konusunda şüpheye düşerse, o kimse abdestli sayılır. Öte yandan abdestini bozduğunu bildiği hâlde, sonradan abdest alıp almadığından şüphe eden kimse ise abdestsiz sayılır. Çünkü kesin olarak bilinen bir şey şüphe ile ortadan kalkmaz (Mevsılî, el-İhtiyâr, I, 56; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, I, 283).

22 Ekim 2022 Cumartesi

KÜÇÜK NOTLARIM (75)


Hasan el-Basri: Yüce Allah, Yahudilere de Hıristiyanlara da Ramazan orucunu farz kıldı. Fakat Yahudiler bu ayda oruç tutmayı bırakıp senede bir gün oruç tuttular. Bu günün de Firavun’un boğulduğu gün olduğuna inanıyorlardı. Hristiyanlar’a gelince onlar, Ramazan ayında oruç tutmaya devam ettiler. Ancak bu ay, çok sıcak günlere tesadüf edince oruç zamanını değiştirip, onu sabit bir vakte aldılar. Böyle yaptıkları için de onun süresini on gün arttırdılar. Bir müddet sonra kralları hastalandı ve bu hastalıktan kurtulmak için yedi gün oruç tutmayı adadı. Bu yedi günü de ilave ettiler. Daha sonra başka bir kral geldi. Bu üç günü niçin tutmuyoruz deyip üç gün de o ilave ederek süreyi elli güne çıkardı. İşte, “Allah’ı bırakıp bilginlerini ve rahiplerini Rablar edindiler”(Tevbe Suresi, 31. ayet) mealindeki ayetten maksat budur.

21 Ekim 2022 Cuma

KÜÇÜK NOTLARIM (74)


Hazreti Musa aleyhisselam: Ey Rabbim! Sana nasıl şükredeyim?diye sordu. Rabbi ona: Beni hatırlarsın ve beni unutmazsın. Beni hatırladığında bana şükretmiş olursun, beni unuttuğunda da nimetlerime nankörlük etmiş olursun, dedi. ( Muhtasaru İbni kesir I/142.)

20 Ekim 2022 Perşembe

KÜÇÜK NOTLARIM (73)


Rum meliklerine Kayser, İran meliklerine Kisra denildiği gibi Amâlika meliklerine de özel olarak Firavun denilir. Firavunlar çok kibirli ve zorba oldukları için, Araplar Firavun kelimesinden türeterek kibirlenen kimseler için “Firavunlaştı” fiilini kullanırlar.

19 Ekim 2022 Çarşamba

Namazı Huşu ile Kılmak


Namaz, imandan sonra gelen en büyük hakikattir

İnsanı en güzel bir şekilde yaratmış olan Yüce Allah, ona akıl denen nimeti vererek onu bütün yaratıklardan üstün kılmıştır. İnsanın mükemmel bir şekilde yaratılmasının, diğer varlıklardan üstün kılınmasının ve dünyaya gönderilmesinin bir gayesi vardır. İşte, insanın bu gayeyi bilip dünyada o doğrultuda yaşaması gerekir. İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi, kâinatın yaratıcısını tanımak ve O’na iman edip ibadet etmektir. Nitekim Yüce Allah: “Cinleri ve insanları yalnızca (beni tanımaları ve) Bana kulluk etmeleri için yarattım.” (Zariyat, 56) buyurmaktadır.

İşte namaz, kulluğun ve ibadetin bir şubesi, bir cüzüdür. Namaz İslam’ın beş şartından ikincisi olup imandan sonra en büyük hakikattir.

Namaz, müminin miracıdır

Beş vakit namaz, hicretten bir buçuk yıl önce Miraç gecesinde farz kılınmıştır. Namaz, ruhu temizleyen, kalbi aydınlatan, insanı Allah’ın huzuruna yükselten bir ibadettir.

Sevgili Peygamberimiz, “Namaz dinin direğidir.” (Tirmizî, İman, 8; Ahmed b.Hanbel, el-Müsned, V, 231, 237; Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, I, 31-32) buyurarak namazın dinimizde çok önemli bir ibadet olduğunu belirtmiştir. Mümin günde beş vakit Rabbinin huzuruna vararak âdeta Rabbiyle iletişime geçer. Namaz, müminin hayatını düzenleyen en önemli unsurlardandır. Böyle olunca mümin kişinin her hareketinde namazın etkisinin görülmesi kaçınılmazdır.

Namaz, insanı Allah’a yaklaştıran önemli bir ibadettir. İnsan, her türlü hayâsızlık ve kötülükten uzak durarak ve Allah’ı çok zikrederek Rabbine yaklaşabilir. Nitekim Yüce Allah Ankebut suresi 45.ayette; “Muhakkak ki, namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir.” buyurmaktadır.

Namaz kılmak için Allah’ın huzurunda duran kişi, Allah ile güçlü bir manevi bağlantı kurar. Namaz, hakikatine inilerek huzur ve huşu ile eda edilirse insanı her türlü kötülükten uzaklaştırır. Nitekim Hz. Peygamber de bir hadisinde: “Kim bir namaz kılar da, o namaz kendisini açık ve gizli kötülüklerden alıkoymazsa o namazın, o insana, kendisini Allah’tan uzaklaşmaktan başka bir katkısı olmaz.” (Münavî, Feyzü’l-Kadir, VI, 221; es-Suyutî, ed-Dürrü’l-Mensur, VI, 465; Deylemî, Firdevs, III, 622; Yazır, Elmalılı, M.Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, VI, 223) buyurmuştur. Büyük mutasavvıflardan Hasan Basrî de: “Kimin namazı kendisini fuhuştan ve kötülükten menetmezse onun namazı namaz değildir. O namaz, onun üzerine bir vebaldir.” demiştir. (Ateş, Süleyman, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, Yeni Ufuklar Neşriyat, İst., 1990, VI, 517)

Namaz kılan kişinin Allah’ın huzurunda olduğunu düşünmesi gerekir. Aksi takdirde o namaz, ruhundan soyulmuş, şekilden ibaret kalmıştır. Hâlbuki Yüce Allah: “Beni anmak için namaz kılınız.” (Taha, 14) buyurmuştur. Allah’ı düşünerek namaz kılmak, insan ruhunu etkiler, onu iyiliklere yöneltir, ahlakını düzeltir, kötülüklerden uzaklaştırır. İnsan ruhunda hiçbir olgunluk, bir düzelme meydana getirmeyen namaz, gerçek namaz sayılmaz. O, sadece bir şekilden ibaret kalır. (Ateş, age., VI, 516) fiayet kıldığımız namaz, bizi bütün kötülüklerden alıkoymuyorsa o halde kıldığımız namazı gözden geçirip Allah’ın emrettiği şekilde ihlas ve huşu ile kılmaya gayret etmeliyiz.

Kılınan namazların Allah katında makbul olabilmesi için ihlas ve huşu ile kılınması gerekir. Çünkü namazın temeli huşu ve ihlastır. İhlassız hiçbir amel Allah katında makbul değildir. Yüce Allah, “Namazlarında huşu içinde olan müminler kurtuluşa ermişlerdir.” (Müminun, 1-2) buyurmak suretiyle namazda huşunun önemini vurgulamaktadır.

Dinimizde ibadetlerin makbul olması birtakım esaslara bağlıdır. Büyük küçük günahların affı da bazı şartların yerine getirilmesine bağlıdır. Buna bağlı olarak kıldığımız namazın hakiki manada bizi her türlü kötülükten uzaklaştırıp Cenab-ı Hakk’ın rızasına yaklaştıracak bir ibadet olabilmesi için gerekli şartlardan biri huşudur.

O halde huşu nedir? Namazda huşu nasıl olmalıdır?

Sözlükte “sessiz ve sakin durmak, alçak gönüllü olmak, Hakk’a boyun eğmek, yumuşaklık ve kolaylık” gibi manalara gelen huşu kelimesi, terim olarak; “Allah’a karşı korku ve sevgi ile boyun eğme ve bu duygu ile alçak gönüllülük ve tevazu gösterme” anlamına gelmektedir. (fiener, Mehmet, “Huşu’ Mad.,”, İslam Ans., T.D.V Yay., İst., 1998, XVIII, 422-423)

Huşu, namazın gerçek ve hakiki namaz olmasını sağlayan sebeplerdendir. Huşudan maksat, kişinin namaz esnasında bütün varlığı ve kalbi ile Allah’a yönelmesidir.

Namaz farizası, hakikatine inilerek huzur ve huşu ile eda edilirse insanı her türlü kötülükten uzaklaştırır.

Ebu Bekir el-Vasitî huşuyu; “Bir karşılık beklemeden Allah için tam bir ihlasla namaz kılmaktır.” şeklinde açıklamaktadır. (Aynî, Umdetü’l-Kârî, V, 280) Namaz kulun miracıdır. Yani kul, namazla rabbinin huzuruna çıkmakta ve rabbi ile konuşmaktadır. O halde namazda okuduğumuz ayetlerin kelime ve harflerini telaffuz ederken gaflet içinde bulunmamalıyız. Çünkü ayet ve duaların anlamı düşünülmeden okunduğunda kalp gaflet içinde olacaktır. Makbul ve mükemmel bir namazın mutlaka huşu ile kılınması lazımdır. Namaz sırasında kalp kıbleye yönelmiştir. Kalp ve zihin başka şeylerle meşgulse namaz gafletle kılınmış demektir. Huşudan yoksun olarak kılınan namaz, Hakk’ı hatırlatmaz. Hâlbuki gerçek namaz, bize Allah’ı hatırlatmalıdır.

Namazı huşu içinde kılmak ise Yüce Rabbimiz’in huzurunda O’nun heybet ve azametini kalbimizde hissederek, O’na karşı saygı dolu bir korku besleyerek bu ibadeti yerine getirmektir.

Namazda, âlemlerin Rabbi olan Allah’ın huzurunda durduğunun bilincinde olan bir mümin, elbette ki bu güçlü heybet ve korkuyu içinde yaşayacak ve Allah’a bu korkusu ve saygısı ölçüsünde yaklaşacaktır.

Namaz ibadetini hakkıyla yerine getirmek isteyen bir mümin, huşuyu engelleyebilecek şeylere karşı önlem almalı, namazda gereken dikkat ve konsantrasyonu sağlamaya azami titizlik göstermelidir. Nitekim Rasul-i Ekrem (s.a.s.): “Kıldığın namazı, en son namazınmış gibi, bir daha namaz kılma fırsatı bulamayacak bir kişinin kıldığı namaz gibi kıl.” (İbn Mace, Zühd, 15) buyurmaktadır.

Namazlardan manevi bir zevk alabilmek için namazların huşu içerisinde ve tadil-i erkâna riayet edilerek kılınması gerekir. Tadil-i erkândan maksat; namazın kıyam, rükû, sücut gibi her rüknünü bir sükûnet ile yerine getirmek, bu rükünleri yaparken her uzvun yatışıp, hareket hâlinden beri bulunmasıdır. Mesela rükûdan kıyama kalkarken vücut, dimdik bir hâle gelmeli, sükûnet bulmalı; en az bir kere ‘sübhanellahi’l-azim’ diyecek kadar ayakta durup daha sonra secdeye varmalıdır. Her iki secde arasında da böyle bir tesbih miktarı durmalıdır. Kısacası, namazda acele etmekten sakınmalı, tavukların yem yemesi gibi hızlı bir şekilde kılınıp namaz zayi edilmemelidir. İslam âlimleri namazda acele etmeyi, Allah’ı tazime ve adaba ters görürler. Nitekim Yüce Allah da Maun suresi 4. ayette “Namazlarından gaflet içinde olanlara yazıklar olsun.” buyurmak suretiyle namazın özünden uzak olan kişileri ayıplamaktadır.

Hayatın en faydalı, en kıymetli saatleri, ibadet ile geçen vakitlerdir. Boş yere veya geçici bir fayda uğrunda saatlerini, günlerini harcayan insanların, namaz gibi değeri çok yüksek bir ibadetten, ebedi bir saadet vesilesinden, ilahî bir huzur neşesinden bir an evvel çıkıp kurtulmaya çalışmaları pek garip, pek acınacak bir hal değil midir?

Huşu namazın ruhudur

Zeyd b. Hâlid el-Cühenî’den rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Kim güzelce abdest alır da gaflet etmeden (namazda olmanın uyanıklığı içerisinde) iki rekât namaz kılacak olursa, geçmiş günahları affolunur.” (Ahmed b. Hanbel, age., IV, 117; V, 194)

Namaz için abdest alınıp kıbleye yönelerek, maddi hazırlık yapıldığı gibi manevi hazırlık da yapılması gerekir. Manevi hazırlık, kalbin namaza hazır olmasıdır ki bu da namazın ruhu mesabesindedir. Namazın huzur ve huşu ile kılınması ve mümkün mertebe masivadan (Allah’tan başka her şey) kurtularak namaza başlanması icap eder. Kişi namaza başlarken “Allahü ekber” diyerek tekbir getirir ve dünyayı arkasında bırakarak Yüce Allah’a yönelir.

Namaz içinde kişinin sağa sola iltifat etmemesi ve uzuvları ile oynamaması lazımdır. Zira vücut azaları ile oynamak huzur ve huşuyu yok eder. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.s.) namazda sakalı ile oynayan bir kimseyi görünce: “Eğer şu kimsenin kalbinde huşu olsaydı azalarında da huşu olurdu.” buyurmuştur. (San’anî, Sübülü’s-Selam, I, 245)

Hastanın, hastalığı süresince en güzel yiyecekleri yese bile bundan bir zevk alamadığı gibi insan da kalbi hastalıklardan ve nefsin tasallutundan kurtulmadıkça kıldığı namazdan zevk alamaz. Bu nedenle ibadet etmek, namaz kılmak insana ağır gelir. İbn Abbas, “Manasını düşünerek huzur ve huşu ile kılınan iki rekât namaz, gafil kalple akşamdan sabaha kadar kılınan namazdan hayırlıdır.” buyurmuştur.

Namazı huşu ile kılabilmek için neler yapabiliriz?

1. Her şeyden önce namazı ciddiye almak gerekir.

2. Namazın hayatımızda yapacağı derin etkinin bilincinde olunmalıdır. Bu etkiyi elde etmek, bizim namaz kılarken motivasyonumuzu oluşturmalıdır.

3. Namaza başlamadan önce ruhi bir ön hazırlık yapmak gerekir. Seccademizi serdiğimizde o an Rabbimizin huzuruna çıkmak için hareket ettiğimizi aklımıza getirmeliyiz.

4. Kılacağımız namazın belki son namazımız olabileceğini düşünmeliyiz.

5. Namaza durduğumuz vakit kimin manevi huzurunda olduğumuzu iyi idrak etmeliyiz. Dolayısıyla huzurunda durduğumuz Allah’ın yüce şanını ve azametini düşünmeliyiz.

6. Yüce Allah’ın huzuruna çıkabilmenin ne kadar mutluluk verici bir olay olduğunu hatırlamalıyız ve hissetmeliyiz.

7. Namazda okuduğumuz ayet ve duaların anlamlarını öğrenmeli ve onları düşünmeliyiz. fiayet ayet ve duaların anlamını bilmiyorsak, o esnada sanki hesap gününde Allah’ın huzurunda olduğumuzu düşünmeliyiz.

8. Dünyevi duygu ve düşüncelere geçit vermemeye hassasiyet göstermeliyiz.

9. Namazda kıyam, rükû, secde gibi hareketlerin bir takım sembolik anlamları vardır. Bu anlamları öğrenip bu hareketleri yaparken bunları düşünmeliyiz. Böylece bu duygu ve düşünceler, bizim namazı huzur ve huşu içerisinde kılmamıza yardımcı olacaktır.

Namaz müminin miracıdır. Namaz vasıtasıyla kul, direkt olarak Rabbiyle iletişime geçme fırsatını bulmaktadır. Namazın kulu ahlaken yükseltmesi ve onu her türlü münkerden ve fuhşiyattan alıkoyması için, huşu ve huzur içerisinde, tadil-i erkâna uyularak kılınması gerekir.

Prof. Dr. Mehmet Soysaldı/Fırat Üniv. İlahiyat Fak.

https://dergi.diyanet.gov.tr/makaledetay.php?ID=3843#:~:text=K%C4%B1l%C4%B1nan%20namazlar%C4%B1n%20Allah%20kat%C4%B1nda%20makbul,amel%20Allah%20kat%C4%B1nda%20makbul%20de%C4%9Fildir.

18 Ekim 2022 Salı

KÜÇÜK NOTLARIM (72)


Allahu Teala kuranda tehdit etmez bilgilendirir. Bu yolu seçerseniz bu yol cennete. şu yolu seçerseniz cehenneme çıkar der. Bu seni bilgilendirmesidir. Allah’ın cc tehdide ihtiyacı yoktur. Şunun gibi: doktor der ki; şuna riayet etmezsen böyle olur bunun geri dönüşü yok der . Dr beni tehdit etti mi diyeceğim . Dr bilgilendiriyor çünkü o bilgiye herkes ulaşamaz. Mesela cildine şu merhemi çok ince bir tabaka sür diyor. Çok sürersen tahriş olur diyor. Ama niye tehdit ediyorsun beni diyor muyum? Din de böyledir. 

Fatma bayram

17 Ekim 2022 Pazartesi

KÜÇÜK NOTLARIM (71)


Küfür, sözlükte nimeti örtmek manasına gelir. Tohumu toprağa gömene kafir denilmesi bu kabildendir. Aynı şekilde gece de karanlığı ile her şeyi örttüğü için “kafir” diye isimlendirilmiştir. Kafire de, nimeti inkar ettiği ve onu örttüğü için kafir denilir. (Safvetü’t Tefasir-Muhammed Ali Es- Sabuni)

16 Ekim 2022 Pazar

KÜÇÜK NOTLARIM (70)


İbni Kesir şöyle der: “Nifak, hayır gösterip arkasında bir şer gizlemektir. Nifak itikadi ve ameli olmak üzere iki nevidir. İtikaden münafık olan kimse ebedi Cehennemde kalır. Amelen münafıklık ise en büyük günahlardandır. Çünkü münafığın sözü fiiline, içi dışına uymaz.

15 Ekim 2022 Cumartesi

KÜÇÜK NOTLARIM (69)


Sana verilen nimetler arttıkça,  verilenlere sevgin artarken vereni unutuyorsan, dünyadan istifade ediyor ama onu sana, sevgisini gösteren bir nimet olarak sunan Rabbine karşı görevlerini aksatıyorsan bil ki; sende dünyevileşme (dünyayı ahirete tercih etme) alametleri vardır.(Veli Tahir Erdoğan-Kur’an Bana ne diyor?)

14 Ekim 2022 Cuma

KÜÇÜK NOTLARIM (68)- Prof. Dr. Halis AYDEMİR “Enbiya suresi tefsirinden”


Eğer bazı amellerimiz olduğu halde Rabbimiz bize ağır musibetler veriyorsa ve ardı arkası kesilmiyorsa o zaman daha güçlü bir şekilde bizi kendine çağırıyor demektir. İlim boyutunu ihmal etmişizdir. Önce bilmek sonra amel etmek. Ben bilmeyeyim amel edeyim olmaz. Doğru ve hak olduğuna tanık olmamız lazım. "eşhedu" demeden ibadetlerini yapsa olmaz; çünkü bunu hak bir din üzere yaptığının bilincinde değil bu kişi.

Halis Aydemir “Enbiya suresi tefsirinden”

13 Ekim 2022 Perşembe

KÜÇÜK NOTLARIM (67)

Eslem tarik en garantili yol

İmam Rabbani rahmetullahi aleyh :Zahirle batın arasında çatışma varsa batın bilgi atılır Zahir alınır. farklılık kıl kadar olsa bile. (Faruk Beşer’in bir yazısından)

12 Ekim 2022 Çarşamba

KÜÇÜK NOTLARIM (66)


Kur'an inananlara şifa olurken, inanmayanlara kapalıdır.

Fussilet / 44

Bir fiil vardır bir de fiile muhatap olan. Muma üflersin söndürür. Mangala üflersin ateşi canlandırır. Eline üflersin elin ısınır. Çaya üflersin çay soğur. Üfleme aynı üfleme. Kur'an da böyledir.

Şa'râvî

11 Ekim 2022 Salı

KÜÇÜK NOTLARIM (65)


-Olumsuz konuşma yapma  

-Başına gelen herşeye Hüsnü zan et

-Herşey yolunda yürekten inan  

-Hz Ömer ra üzgün birini görünce müslüman böyle salmış görünemez dik dur diyerek izin vermiyor 

-Duam kesin kabul olacak. Karamsar bakamazsın. Allah cc en hayırlısını verecek. Hüzün duyabilir ama karamsar olamaz mümin

-İnsan olay yaşanırken kolaylıkları farketmeli kolaylıklar orada ama karamsarlıktan göremez

-Allah cc hiç bir sorunu çözümsüz göndermemiştir 

-Peygamber efendimiz Sallallahu aleyhi ve sellem her işareti olumlu yorumlamıştır. En zor durumda dahi ileri bakmış, bir hayır görmüştür 

-Allah hiç bir şeyi zayi etmez. Her yaşananda bir hayır vardır 

-“İnsanlar bozuldu, düzenbaz oldu vs.” demek: aslında bu söylemler insanları helak ediyor. Olumsuz konuşma

10 Ekim 2022 Pazartesi

Sûre ne demek?


Sözlükte "yüksek rütbe, mevki, şeref, binanın kısım ve katları" anlamına gelen sûre (çoğulu süver) tefsir ilim dalında başı ve sonu belli, farklı sayıda âyetler içeren Kur'ân'ın bölümlerine denir.

Kur'ân'da 114 sûre vardır. En uzun sûresi 286 âyeti bulunan Bakara, en kısa sûresi de 3 âyeti olan Kevser sûresidir.

Sûrelerin bu günkü tertibinin Hz. Peygamber tarafından yapıldığı (tevkîfî) veya sahabenin içtihadı ile veya kısmen Hz. Peygamber tarafından, kısmen de sahabenin içtihadı ile meydana getirildiği şeklinde üç farklı görüş vardır. Her sûrenin bir ismi vardır. Bu gün dünyada mevcut bütün mushaflarda sûrelerin tertibi ve isimleri aynıdır.

9 Ekim 2022 Pazar

Secâvend


Tilâvet sırasında mâna açısından vakfetmenin gerekli veya isabetsiz olduğu yerleri belirtmek üzere konan işaretlere verilen isim.

8 Ekim 2022 Cumartesi

Sebeb-i Nüzûl ne demektir?


Sebeb-i nüzûl, iniş sebebi demektir. Kur'ân-ı Kerim'in bazı sure ve ayetlerinin, bir kısım olaylar sebebiyle inmesine bu isim verilmiştir. Her âyet için bir nüzul sebebi yoktur. Nüzul sebeplerini bilmenin yolu sahih hadislerdir. Bir olay bir çok âyetin inmesine sebep olabilir. Nüzul sebeplerinin bilinmesi, âyetlerin anlamının ve emredilen şeyin hikmetinin anlaşılmasını kolaylaştırmaktadır.

Bu konuda birçok eser yazılmıştır. Şu eserleri örnek olarak zikredebiliriz: Celâlüddîn es-Süyûtî (ö.911/1505)’nin, Lübâbü’n-Nükûl fî Esbâbi’n-Nüzûl’ü, Ebu’l-Ferac Abdurrahman ibn el-Cevzî (ö.597/1251)’nin, Esbâbü’n-Nüzûl’ü, Tahsin Emiroğlu’nun, Esbâbü’n-Nüzûl’ü

7 Ekim 2022 Cuma

Müteşâbih


Sözlükte benzeyen anlamına gelen müteşâbih, terim olarak; manası kolaylıkla anlaşılmayan, bir çok manaya ihtimali olup bunlardan birini tayin edebilmek için haricî bir delile ihtiyaç duyulan, ne anlama geldiği, ne anlatmak istediği ilk bakışta anlaşılmayan, manası açık ve net olmayan, niteliği (seçikliği) belli olsa da içeriği (açıklığı) belli olmayan, şaban ayında değil de ramazan ayında oruç tutulması ve namazların sayısı gibi manası akılla kavranamayan lafızlara ve ayetlere denir.

https://kuran.diyanet.gov.tr/kuran-sozlugu/detay/47-mutesabih

6 Ekim 2022 Perşembe

Mushaf


Bir araya toplanıp bağlanmış sayfalar demektir. Bununla maksat, Kur'ân'ın bütün sûre ve âyetlerinin yazılıp bir araya toplanmış, ciltlenmiş ve iki kapak arasına alınmış halidir. Kur'ân, Hz. Peygamberin sağlığında çeşitli malzemelere yazılmış, ancak mushaf haline getirilmemişti.

Bununla birlikte inen bütün ayetler ve sureler yazılmıştı ve hafızların hafızalarında korunuyordu. Bu korumayı yüce Allah taahhüt etmektedir: “Şüphesiz o Zikri (Kur’ân’ı) biz indirdik. Onun koruyucusu da elbette biziz.” (Hıcr, 15/9) Yüce Allah, Kur’ân’ı her türlü tahriften, bir ayetinin bile zayi olmasından korumuştur. Kur’ân hem yazıyla satırlarda hem de ezber yoluyla kalplerde muhafaza edilmiştir.

“Ona (Kur’ân’a) ne önünden ne de ardından batıl gelemez. (Çünkü O,) hüküm ve hikmet sahibi, övülmeye layık olan Allah tarafından indirilmiştir.” (Fussılet, 41/41–42)

Kur’ân’ı Hz. Peygambere öğreten ve onun hükümlerini ve nasıl uygulanacağını açıklayan yüce Allah’tır: Rahman suresinde bu husus şöyle ifade edilmektedir:

“Rahman Kur’ân’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyanı öğretti.” (Rahman, 55/2–4)

Peygamberimizin sağlığında Kur’ân, bugün elimizde mevcut mushafın tertibi üzerine okunmuş ve aynı şekilde yazıyla kaydedilmiş, Allah’tan indiği şekliyle korunmuştur. Aynı şekilde vefatından sonra sahabe Kur’ân’ın yazılması, okunması, ezberlenmesi ve korunmasına gereken titizliği göstermiştir.Nitekim Kur'ân Hz. Ebû Bekr'in (r. a.) devlet başkanlığı zamanında mushaf haline getirilmiştir. İlk mushafa el-İmam (asıl) denilmiştir. Hz. Osman zamanında bu ilk nüshadan sekiz adet çoğaltılmıştır. Yer yüzündeki bütün mushaflar bu nüshalarla aynıdır.

https://kuran.diyanet.gov.tr/kuran-sozlugu/detay/46-mushaf

5 Ekim 2022 Çarşamba

muhkem

Sözlükte sağlam, esaslı ve dayanıklı anlamına gelen muhkem, terim olarak, manası kolaylıkla anlaşılan, haricî bir yoruma ihtiyaç göstermeyen ve tek anlamı olan, ne anlama geldiği, ne anlatmak istediği ilk bakışta anlaşılan, manası açık ve net olan, niteliği ve içeriği (seçikliği ve açıklı) belli olan Kur’ân’ın sarih lafızlarına ve ayetlerine denir.

https://kuran.diyanet.gov.tr/kuran-sozlugu/detay/45-muhkem

4 Ekim 2022 Salı

Mukabele


Bir başkasının Kur’ân-ı Kerîm’i okuyuşunu takip etmek ve bu suretle hatim indirme anlamında kıraat terimi.

Sözlükte “iki şeyi birbiriyle karşılaştırmak” anlamına gelen mukābele, Peygamberimizin Ramazan aylarında inen sure ve ayetleri vahiy meleği Cebrail'e okumasına dayanmaktadır ki buna "arza" denmiştir.

Mukabele,üç aylarda ve bilhassa ramazanlarda cami, mescid ve evlerde daha çok sabah, öğle, ikindi namazları öncesinde hâfızlar tarafından okunan Kur’an’ı takip etmek suretiyle hatim indirme geleneğine ad olmuş, zamanla hâfızların bu okuyuşları için de aynı terim kullanılmıştır.

https://kuran.diyanet.gov.tr/kuran-sozlugu/detay/44-mukabele

3 Ekim 2022 Pazartesi

Mufassal


Sözlükte tafsil edilmiş anlamına gelen mufassal, Kur'ân'ın sonundaki kısa sûrelere denir. Mufassal sureler 49'uncu sûreden başlar ve üç kısma ayrılır:(a) Tıval-ı mufassal: Hucûrât sûresinden 85'inci sûre olan Bürûc sûresine kadar 36 sûreye bu isim verilmiştir.(b) Evsat-ı mufassal: Bürûç'tan 92'inci sure olan Leyl sûresine kadar olan 7 sûreye bu isim verilmiştir.(c) Kısar- mufassal: Leyl sûresinden Nâs sûresine kadar olan 22 sûreye de bu isim verilmiştir.

https://kuran.diyanet.gov.tr/kuran-sozlugu/detay/42-mufassal

2 Ekim 2022 Pazar

Muavvizeteyn


İki koruyucu demektir. Bundan maksat, Kur'ân'ın Felak ve Nâs sûreleridir. Kur'ân'ın son üç suresi olan İhlas, Felak ve Nâs sûrelerine ise muavvizât (koruyucular) denir. İhlas sûresi, Allah'ı anlatmaktadır. Felak ve Nâs sûrelerinde ise; yaratıkların, karanlık gecelerin, büyücülerin, haset edenlerin, insanların göğüslerine kötü düşünceler fısıldayan cin ve insan vesvesecilerinin şerrinden insanların ilahı, meliki ve Rabbi olan Allah'a sığınılması tavsiye edilmektedir. Peygamberimiz (a.s.), sahabeden Abdullah ibn Hubeyb’e, "Akşam ve sabah olunca İhlas, Felak ve Nâs sûrelerini üçer kere oku, onlar her şeye karşı sana yeter." buyurmuş (Tirmizî, Deavat, 117) Sahabeden Ukbe b. Amir, Hz. Peygamber (s.a.s.), bana her namazın arkasından Felak ve Nâs surelerini okumamı emretti” demiştir. (Tirmizî, Fedâilü'l-Kur'ân, 12; Ebu Dâvûd, Salât, 361) Peygamberimizin eşi Hz. Ayşe (r.a.) diyor ki: “Hz. Peygamber (s.a.s), her gece yatağa girdiği zaman iki elinin avucunu bir araya getirir, sonra ellerinin içine üfler ve kul hü vallâhü ahad, kul eûzü bi rabb’il felakı ve kul eûzü bi rabbi’n-nasi surelerini okur, sonra elleriyle elini, yüzünü ve vücudunun ulaşabildiği yerlerini mesh eder ve bunu üç defa yapardı.” (Ebu Dâvûd, Edeb, 107) “Kul hüvellâhü ahad suresi, Kur’ân’ın üçte birine denktir.” (Tirmizî, Fedâilü'l-Kur'ân, 11)
Peygamberimiz (s.a.s), ashabına, “Sizden biriniz her gece Kur’ân’ın üçte birini okumaktan aciz olur mu? Buyurmuş, bu, onlara zor gelmiş ve ey Allah’ın Resûlü! Hangimizin buna gücü yeter? Demişlerdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s), Kul hu vallâhü ahad Allahü’s-samed, Kur’ân’ın üçte biridir” buyurmuştur.” (Buharî, Fedâilü’l-Kur’ân, 13)
Yine Peygamberimiz kendisi veya ailesinden biri hastalandığı zaman (Buhârî, Fedâilü'l-Kur'ân, 14; Müslim, Selâm, 50-51) ve göz değmesine (Nesâi, İstiaze, 37; Tirmizî, Tıb, 17) karşı muavvizeteyn'i okumuştur. Yatmadan önce üç kere muavvizâtı okumuş, eline üflemiş ve elleriyle bütün vücudunu meshetmiştir (Buhârî, Fedâilü'l-Kur'ân, 14).
Yukarıdaki hadislerden anlaşılan o ki; Peygamberimiz sözleri ve uygulaması ile üç surenin, üç vakitte akşam, sabah, yatmadan önce üçer defa, her namazdan sonra ve geceleyin okunmasını tavsiye etmektedir.
Kur’ân’ın konularını üç maddede toplamak mümkündür. Tevhîd yani tek Allah inancı, nübüvvet yani Allah’ın her topluma peygamber gönderdiği inancı, ahiret yani öldükten sonra cennet ve cehennem hayatı. İhlâs suresi tevhîd inancını anlattığı için bu açıdan Kur’ân’ın üçte birine denktir.Felak ve Nâs surelerinde varlıkların şerrinden Allah’a sığınılmaktadır. Bir Müslüman bu üç sureyi akşam, sabah ve uyumadan önce üçer defa, namazlardan sonra ve geceleri okursa hem imanını tazelemiş, hem de her türlü kötülükten Allah’a sığınmış, dua etmiş, Allah’ı anmış ve Kur’ân okumuş böylece ibadet etmiş olur. Hastalara ve nazar değenlere de bu sureler okunup Allah’tan şifa istenebilir.

https://kuran.diyanet.gov.tr/kuran-sozlugu/detay/41-muavvizeteyn

1 Ekim 2022 Cumartesi

DEĞİŞEN DEĞERLER VE MAHREMİYET

 

"“Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakının; çünkü bazı zanlar günahtır. Gizlilikleri araştırmayın, birbirinizin gıybetini yapmayın; herhangi biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? Bak bundan tiksindiniz! Allah’a itaatsizlikten de sakının. Allah tövbeleri çokça kabul etmektedir, rahmeti sonsuzdur.” (Hucurât, 49/12) 

Kur’an-ı Kerim’de kesin bilgi sahibi olmaksızın konuşmak (zan), başkalarının arkasından kırıcı ya da aşağılayıcı söz ve davranışlarda bulunmak (gıybet) yasaklanmıştır. Bu iki fiilin bir bakıma tamamlayıcısı olan ve Kur’an’da sadece bu ayette geçen tecessüs kelimesi “ayıp ve kusurları araştırmak” anlamındadır. Bu davranışların aynı ayet içinde zikredilmesi, birbirleriyle olan ilişkilerine dikkatimizi çekmekte, tümünün yasaklanması insanın şeref, onur ve mahremiyetini korumaya, aynı zamanda toplumun birlik ve beraberliğine zarar verecek hataları engellemeye yöneliktir. Sevgili Peygamberimizin (s.a.s.) konuyla ilgili hadisi, bu yasağa uymayanların akıbetini bildirir: “Ey diliyle iman edip kalbine iman girmemiş olan kimseler! Müslümanların gıybetini yapmayın ve onların gizli hâllerini araştırmayın. Çünkü her kim onların gizli hâllerini araştırırsa Allah da onun gizli hâlini araştırır.

Allah kimin gizli hâlini araştırırsa onu evinde (gizlice yaptıklarını ortaya çıkararak) bile rezil eder.”

(Ebû Dâvûd, Edeb, 35)

Allah’ın kulları için belirlediği dinin, ahlaki ve hukuki kuralları vardır. Kur’an-ı Kerim’de çerçevesi Allah tarafından belirlenmiş ve hudûdullah olarak adlandırılmış bu sınırları tecavüz insana yasaklanmış, sınırların içindeki hareket alanı ise serbest bırakılmıştır. Kur’an’da ilahi ya da beşerî yasakları ifade için kullanılan haram, muharram, tahrim, mahrum vb. kelimeler h-r-m kökünden türemiştir. Aynı kökten türeyen “yasaklanmış, korunmuş, dokunulmaz” anlamındaki harem kelimesi (Salim Öğüt, “Harem”, DİA, XVI, 127) Allah’ın zatına mahsus ibadet yerleri olarak ayırdığı ve buralara giriş için kurallar koyduğu kutsal toprak parçalarıdır. Bunun gibi yarattığı varlıkların en değerlisi olan ve kendisine bir şeref atfedilen insanın (İsrâ, 17/70) yaratılışına uygun hareket etmesini sağlayan değerler Allah tarafından belirlenmiş bunlardan bir kısmı zamanla aile ve toplum yapısına göre şekillenmiştir. Mahremiyet adı verilen ve insanın özel alanı, dokunulmazlığı, gizli kalmasını istediği durumları ifade eden bu kavram insana mahsus fıtratı, şahsiyeti ve şerefi korumayı hedefler. 

Ayetlerden yola çıkarak mahrem alanları; insanın bedeni (Nûr, 24/30-31), aile içi ilişkileri (Nûr, 24/58-59), gizlice konuştukları (Mücâdele, 58/12) ve başkalarına tevdi ettiği sırları (Tahrim, 66/3) şeklinde tasnif edebiliriz. İşlenen günahlar da insanın mahrem alanıdır. Bunları ne işleyenin ne de şahit olanın açığa çıkarması uygun değildir. Çünkü bu tür durumların ifşası sonucunda günahın hafife alınması, örnek teşkil etmesi ve yaygınlaşmasına fırsat verilmesi gibi olumsuz durumlar ortaya çıkar. Ancak kul hakkını ihlal eden bir hata, toplumsal suç sayılacağından bunun gizlenmesi uygun değildir.

Mahremiyet, sadece bizim dokunulmazlık alanımız değildir. Bu konuda en az kendimiz kadar diğer insanların da hak sahibi olduğunu dikkate almamız gerekir. Bu alanda yapılan bir anket, katılımcıların mahremiyeti “ben” boyutuyla tanımladıkları, olayı kendilerinin korunmaları gereken gizli alanları olarak vurguladıkları sonucuna ulaşmıştır (Saadet İder, “Yetişkinlerde Mahremiyet Algısının Kaynağına İlişkin Nitel Bir Araştırma”, Marife, 115). Oysa mahremiyet herkes için ortak bir haktır. Bizim özgürlüğümüz, başkasının hakkının başladığı noktada biter. O sınırı çiğnemek girilmesi yasak bir alana girmek demektir ve Hucurât suresi 12. ayette “Gizlilikleri araştırmayın.” şeklinde tercüme edilen yasaklama için İbn Abbas: “Kardeşinizin ayıbını araştırmayın, Allah’ın onun hakkında gizlediğini öğrenmeyi arzu etmeyin!” açıklamasını yapmaktadır (Firuzabadi, el-Mikbâs min tefsir-i İbn Abbas, 549).

Günümüz dünyası, Allah tarafından yasaklanmış tutum ve davranışların alenen işlendiği hatta bunun teknolojik araçlar vasıtasıyla geniş kitlelere ulaştırıldığı bir yapıya sahiptir. Olumlu ya da olumsuz her türlü bilginin yayılışı “dijital çağ” adı verilen XXI. yüzyılla birlikte hızlanmış, hatta kontrolden çıkmış görünmektedir. Normal şartlarda birbirlerinden haberdar olamayacak kitleler sosyal medya sayesinde birbirlerini tanımakta, bazen dünyanın öbür ucunda işlenmiş bir suça/günaha, bazen yenilen bir yemeğe ya da ziyaret edilen bir mekâna şahitlik etmektedirler. Üstelik bunların çoğu, olayın failleri

tarafından irade ortaya konarak paylaşılmaktadır. Bu da Müslüman bilinciyle yaklaştığımızda kaygı ve endişe verici bir ruh hâline bürünmemize sebebiyet vermektedir. Özellikle dünya gündemini meşgul eden ve hakkında bir kısmı spekülatif olarak tanımlanabilecek açıklamalarla pandemi süreci, kadın ya da erkek üzerinden cinsiyetsizliği teşvik eden oluşumlar, elektronik beyin/insan vs. gibi haberler “Dünya nereye gidiyor?” sorusunu sıkça sormamıza neden olmaktadır.

Bu durumda öncelikli olarak kabul etmemiz gereken, değişimin kaçınılmaz olduğudur. Yeni doğan bir bebeğin zamanla bir çocuğa evrilmesi, büyüyüp bir yetişkine dönüşmesi, ömrü uzadıkça bildiğini bilmez hâle gelmesi ya da kışın yapraklarını döken bir ağacın ilkbaharda yeniden yaprak vermesi nasıl doğal bir değişimse insanın bilinç yapısı, duyguları, talepleri ve sorumluluklarının zaman içinde değişim göstermesi kaçınılmazdır. Aslolan değişime karşı çıkmak değil, insana zarar veren, onun veya kâinatın yapısını bozan farklılaşmaya tavır almaktır. Gelişimle doğru orantılı değişime yaklaşımımızla, yaratılışa ve sünnetullaha (Allah’ın kâinata koyduğu yasalara) ters olan değişime yaklaşımımız elbette birbirine benzememelidir.

Öyleyse geldiğimiz noktada zihnimize takılan sorulara nasıl cevaplar bulacağız? Yeni dünya düzeni adıyla oluşturulan gündemlere, pek çoğu değerlerimizle örtüşmeyen ve bir kısmı korku ve kaygı oluşturan haberlere karşı durumumuz ne olmalı? Bize göre bu soruların cevabı Kur’an’ın “gücünüzün yettiği kadar kuvvetli olun.” (Enfal, 8/60) emriyle verilebilir. Yaşadığımız çağın ihtiyacı olan bilgilerle donanımımızı güçlendirir, algılarımızla oynanmasına izin vermez ve kişisel ayarımızı Kur’an ve sünnete uygun biçimde yaparsak karşılaştığımız sorunların büyük ölçüde üstesinden geleceğimize olan inancımızı asla kaybetmeyiz. Sonuçta hayrın ve şerrin yaratıcısı Allah’tır ve “Her bilenin üstünde bir bilen” olarak (Yusuf, 12/76) Allah kullarına kâfidir.

Dr. Öğretim Üyesi Sema Çelem

https://yayin.diyanet.gov.tr/Category/GetArticles?id=2109&categoryId=58#

30 Eylül 2022 Cuma

ŞEHİTLER ÖLMEZ!


"“Allah yolunda öldürülenlere ‘ölüler’ demeyin. Hayır, onlar diridirler. Ancak siz bunu bilemezsiniz.”
(Bakara, 2/154.)

Yüce Allah müminleri kendi yolunda mücadele etmeye, bu yolda ilerlerken sabır ve namaz ile yardım istemeye davet etmektedir. Bu mücadele sırasında onların canlarından bile olmaları mümkündür; fakat o takdirde bu onların zayi oldukları anlamına gelmez. Nitekim Bedir Savaşı’nda müminlerden 14 kişi hayatını kaybetmişti. İnsanlar aralarında “Falan öldü, filan öldü.” diye konuşurlarken Kur’an böyle bir nitelemede bulunmaktan sakındırmış, onların diri olduklarını ifade etmişti. (Razi, Mefatihu’l-Ğayb, IV, 125.) Söz konusu ayet şöyledir: “Allah yolunda öldürülenlere ‘ölüler’ demeyin. Hayır, onlar diridirler. Ancak siz bunu bilemezsiniz.” (Bakara, 2/154.)

Şehitlerin kabirdeki hayatı ile ilgili ana hatlarıyla dört görüş bulunmaktadır. Bunlardan birincisine göre şehitler hem bedenen hem ruhen diridirler. Zira Allah Teâlâ mükâfatlarını kendilerine ulaştırmak için onları diriltir. Dirilişten önce daha kabir hayatında onları cennet yiyecekleriyle rızıklandırır. Onlara ruhen olduğu gibi bedenen de nimetler lütfeder. Diğer insanların cennete girdiklerinde istifade edecekleri nimetlerden, şehitler kabir hayatında istifade ederler. Allah dirilişten önce berzahta onlardan başka hiç kimseye bu nimetleri ikram etmemektedir; bu, şehitlere has kıldığı bir özelliktir. Ancak bizler onların hayatını duyularımızla idrak edememekteyiz. Çünkü onların hâli, kimsenin muttali olmadığı, bilmek için vahiyden başka bir bilgi yolunun bulunmadığı bir hâldir. Hayatları sadece ruhi bir hayat olarak kabul edildiğinde, onların diğer müminlere karşı bir imtiyazı söz konusu olamaz. Ancak onlara nispet edilen beden farklı şekillerde yorumlanabilmektedir. Allah, hayat alameti kalmamış dünyevi bedenlerinde his ve idrak sebebi olacak bir hayat meydana getirebilir. Ya da dünyevi bedenden farklı, mahiyetini bilemeyeceğimiz bir beden yaratabilir.

İkinci görüşe göre onlar bedenen değil ruhen diridirler. Çünkü bedenlerinin bozulduğunu ve yok olduğunu görüyoruz. O yüzden şehitler Rableri katında canlıdır, rızıkları ruhlarına arz edilir, onlara hayat ve sevinç ulaşır. Nitekim Firavun ailesine sabah akşam ateş arz edilmekte, onlara da elem ve acı ulaşmaktadır. (Mümin, 40/46.) Şehitleri, şehit olmayan müminlerden ayıran şey, Allah’a yakınlığa ve bu yakınlığın verdiği sevinç ve itibara ziyadesiyle nail olmaları, diğer müminlerden daha üst seviyede cennet nimetleri ile ruhen rızıklandırılmalarıdır.

Üçüncü görüşe göre ayette kastedilen onların diriltilmeyeceklerini iddia etmekten sakındırmaktır. Onlar dirilişle canlanacaklar, şehitliklerinin sevabı ile mükâfatlandırılacaklardır. Ayet, Müslümanların bir hiç uğruna hayatlarını kaybettiği, faydasız bir şekilde ömürlerini zayi ettiklerini söyleyen müşriklere cevap sadedinde gelmiştir.
Dördüncü görüşü savunanlar ise ayeti mecazi manada yorumlamış ve ölüm ile hayattan muradın, dalalet ve hidayet olduğunu iddia etmişlerdir. Onlar dalaletle ölmüş değil, hidayetle diridirler. Kur’an dalaleti ölüm, hidayeti hayat anlamında kullanmıştır. (Enam, 6/122.)

Zikredilen bu görüşler içinde son iki görüşün oldukça zayıf olduğu anlaşılmaktadır. Zira ayette kastedilen, şehitlerin kıyamet gününde diriltilecekleri veya onların dalalette değil hidayet üzere olduklarını bildirmek olsaydı, ayetin sonunda “Ancak siz bunu bilemezsiniz.” denmezdi. Çünkü ayetin muhatabı müminlerdir. Müminler onların diriltileceklerini de hidayet üzere olduklarını da bilmektedirler. Bu görüşler içinde meşhur olan ise birinci görüş, yani şehitlerin hem bedenen hem de ruhen diri oldukları görüşüdür. Selef âlimlerinden çoğu bu kanaate sahip olmuştur. Bu görüş başta sahabe ve tabiun müfessirleri olmak üzere birçok müfessire nispet edilmiştir. (Razi, a.g.e. IV, 125; Alusi, Ruhu’l-Meani, I, 418.)


Şehitlerin kabirde diri olarak hayatlarını sürdürdüklerini ifade eden ayet ve bu konuda zikredilen hadislerden bazıları şöyledir: “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar diridirler, Rableri katında Allah’ın, lütfundan kendilerine verdiği nimetlerin sevincini yaşayarak rızıklandırılmaktadırlar. Arkalarından kendilerine ulaşamayan (henüz şehit olmamış) kimselere de hiçbir korku olmayacağına ve onların üzülmeyeceklerine sevinirler.” (Âl-i İmran, 3/169-170.), “Şehitlerin ruhları yeşil kuşların içindedir. Bu kuşların arşa asılı kandilleri vardır. Onlar cennette istedikleri yerde dolaşır sonra arşa asılı kandillere inerler. Allah onlara şöyle seslenir: ‘Herhangi bir şey arzu ediyor musunuz?’ Onlar da ‘Cennette dilediğimiz gibi dolaşabilirken başka ne arzu edebiliriz ki?’ Yüce Allah onlara bunu üç defa sorar. Onlar Rablerinden bir şey dilemedikçe bırakılmayacaklarını anlayınca şöyle derler: ‘Ya Rab! Ruhlarımızı bedenlerimize geri döndürmeni ve senin yolunda bir defa daha şehit olmayı diliyoruz.” (Müslim, İmare, 121.), “Şehitlerin ruhları yeşil kuşların içindedirler. Cennet meyvelerinden veya ağaçlarından yerler.” (Tirmizi, Fedailü’l-Cihad, 13.), “Şehitler cennet kapısındaki bir nehrin üzerinde yeşil bir kubbe içindedirler. Onlara rızıkları sabah akşam cennetten çıkar.” (Ahmed, el-Müsned, I, 266.)

Şehit, din ve dinin bekası için gerekli olan değerler uğruna savaşırken hayatını kaybeden mümine denir. Üzerinde ezan-ı Muhammedinin yankılandığı vatan toprağını korumak için can verenler de şehittir. Yukarıdaki ayet-i kerime, şehitlerin diri olduklarını bildirmekte, onların ölü olduğuna inanmaktan müminleri sakındırmaktadır. (İbn Aşur, et-Tahrir ve’t-Tenvir, II, 53.) Anlaşılan o ki şehitler; berzahta mahiyetini idrak edemeyeceğimiz bir hayat yaşamaktadırlar. Her şehadet olayı ile bizler bu Kur’ani hakikati bir kez daha idrak ederiz. Cihat meydanında kahpe bir kurşunla vurulan cengâverin, yere düşünce hayatı sona erer. Sona erer ama bu sırada Kur’an’ın müjdesi kulaklarımıza çarpar. Gayb âlemine dair bu haberi âlemlerin Rabbinden başka kim verebilir? Yaşadığımız tarifsiz ıstırabın acısını başka hangi haber hafifletebilir? Kur’an’ın bu müjdesiyle, istikbale dair ümidimiz canlanır; şehide minnetimiz, vatana sadakatimiz, Allah’a imanımız daha da artar. Bu Kur’ani müjde ile teselli bulur, şehidi omuzlayıp onu eşsiz yeni hayatına uğurlamaya koyuluruz. Gönüllerimizde yer etmiş bu hakikat dillerimizle dalga dalga yayılır, her yer bu hakikati haykıran seslerle dolar, yerler ve gökler bu hakikatle yankılanır: “Şehitler ölmez! Şehitler ölmez!”

Dr. Abdülkadir Erkut

29 Eylül 2022 Perşembe

DİNÎ HAYATIN ÜÇ BOYUTU: DAVRANIŞ, DUYGU VE BİLGİ


"“Yoksa geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibadet eden, ahiretten çekinen ve Rabbinin rahmetini dileyen kimse (o inkârcı gibi) midir?...”

(Zümer, 39/9.)

Kur’an’da hastalık, geçim darlığı gibi bir zorlukla karşılaşan, Rabbinden başına gelen bu zorluğu kaldırmasını isteyen bir insan karakterinden söz edilir. Rabbi kendisine afiyet verdiği, zorluğunu kolaylıkla değiştirdiğinde, bu kişi daha önce ettiği duayı terk etmekte; şeytana itaat, Allah’a isyan etmeye başlamaktadır. Ahireti umursamayan, bütün ilgi ve ihtimamını şu fani dünyaya yönelten ancak zorda kaldığı vakit kul olduğunu hatırlayan, bu yüzden de ilahi tehdide muhatap olan bu kişi ile (Zümer, 39/8.) samimi bir mümin arasında şöyle bir karşılaştırma yapılmaktadır: “Yoksa geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibadet eden, ahiretten çekinen ve Rabbinin rahmetini dileyen kimse (o inkârcı gibi) midir? (Resulüm!) De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür.” (Zümer, 39/9.)

Ayeti kerimede müminin dinî hayatının üç boyutu üzerinde durulmaktadır ki bunlardan birincisi davranış boyutudur. Davranış boyutuyla mümin, namazlarını huşu ile kılan, Allah’a dua ile yönelen, O’na her hâlinde itaat eden, kulluğunda daim olan kişidir. Gece ibadetinin onun hayatında özel bir yeri vardır; çünkü gece vakti nefse ibadetin en ağır geldiği vakit; rahatı talep etmek için en uygun zamandır. Gece ibadetini tercih eden kişi Allah’a ibadeti nefsin rahatına tercih etmiş demektir. Bu kişinin kalbi, Allah’a yakınlığın nuru ile aydınlanır, ettiği ibadet riyadan en uzak, kabule en yakın ibadet olur. Şüphesiz zikrin geceye tahsis edilmesi müminin gündüz vakitlerinde kıyam ve secdeden uzak olduğu anlamına gelmez. Dinî hayatın davranış boyutunda mümin, sadece meşakkatli zamanlarda değil rahat zamanlarda da kulluğunun bilincinde olur. İlahî emir ve yasakları ifa etme konusunda sebatkârdır. Şahsi rahatından fedakârlık yapabilecek derecede değerlerine samimiyetle bağlıdır. Onun dinî hayatındaki sebat ve samimiyetinin arkasında duygusal bir boyut da söz konusudur.

Dinî hayatın ikinci boyutunu, duygu boyutu teşkil etmektedir. Duygular içinde korku ve ümit duygusu, insanın hayatını sürdürmesini sağlayan temel duygulardandır. Mümin, hayatını korku ve ümit arasında sürdürür. Esas olan, bu iki duyguyu bir araya getirmektir. Kur’an’da bu ikisini bir araya getiren kullar övülmüştür. (Secde, 32/16; Enbiya, 21/90.) Korku duygusu, Allah’ın razı olmayacağı amelleri işlemeye engel olur. Umut ise Allah’ın razı olacağı amellere teşvik eder. Diğer taraftan umudun da korkunun da bir sınırı bulunmaktadır ki her iki duygu da kendi sınırını aşmamalıdır. Umut, sınırını aştığında insan temelsiz bir güven hissine kapılır. (Araf, 7/99.) Korku, sınırını aştığında ise ümitsizlik duygusu kalbi işgal eder. (Yusuf, 12/87.) Müminin dinî hayatı, aşırılıklardan korunmak için dengeli bir duygusal tutuma dayanır. Duygu boyutundaki yoğunluk, kulluğunu şevk ve gayretle idame ettirmesini sağlar, dinî hayatını olumlu anlamda yönlendirir. Ancak duygu, bilginin rehberliğine ihtiyaç duyar. 

Dinî hayatın üçüncü boyutu da bilgi boyutudur. Ayeti kerimede buyurulan, “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” cümlesi, öncesindeki cümle ile ilişkili olarak yorumlanmaktadır. Buna göre Rabbini hakkıyla bilen ile Rabbinden bihaber, cehalet ve dalalet içinde hayat sürenler bir değildir. Allah’ın insanlara olan nimetlerini, bu nimetlerin şükrü gerektirdiğini bilenler ile bu bilgilere sahip olmayanlar bir değildir. Allah’ın vadettiği dirilişin, sevabın ve cezanın hak olduğunu, itaat edenlerin mükâfatlandırılacağını, isyan edenlerin cezalandırılacağını bilenlerle bunları bilmeyenler bir değildir. Yani dinî hayatın temelini, sahih bilgi teşkil etmektedir. Bu nitelikteki bir bilgi, müminin dinî hayatını hem duygu hem davranış açısından olumlu bir şekilde yönlendirir. Zira yukarıdaki hakikatleri özümsemiş bir müminin davranış ve duygularının bu bilgilerden etkilenmemesi düşünülemez. Bu itibarla sözü edilen bilgi, kuru bir bilgi olarak değerlendirilmemelidir. Nitekim âlimler bu cümlede, bildiği ile amel edenlerle bildiği ile amel etmeyenlerin mukayese edildiğini ifade etmişlerdir. Zira cümle, ilmin gereğinin kulluk olduğuna, kendisine amel terettüp etmeyen ilmin Allah katında ilim olmadığına delalet etmektedir. Çünkü bilenler ilimlerinden faydalanır ve ilimlerinin gereğine göre amel ederler. Dolayısıyla ayette, ilmiyle amel etmeyen, âlim sayılmamaktadır. İlmi elde eden ancak kullukta ilerleyemeyen, dünya fitnesine düşenler için büyük bir istihfaf söz konusudur. (Zemahşeri, el-Keşşaf, IV, 117.) “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” cümlesi, genel anlamda bilginin öneminin bir ifadesi olarak da yorumlanmıştır. Söz konusu cümle, bilenlerin bütün yönlerden bilmeyenlerden üstün olduğuna işaret etmektedir. (İbn Aşur, et-Tahrir ve’t-Tenvir, XXIII, 349.) 

Dinî hayat, mezkûr üç boyutuyla oldukça önemlidir. Zira davranış, duygu ve bilgi boyutları birbiri ile sıkı ilişki içindedir. Hayata rehberlik etmesi için gönderilmiş olan din, davranışlarda tezahür eder. Davranışların temelinde ise duygu ve bilgi yer almaktadır. Bilgiden yoksun duygu, bazı aşırı davranışlara yol açabileceği gibi, duygudan yoksun malumat yığını da davranışları yönlendirmede etkisiz kalır. Diğer taraftan, ayetin genel olarak bilginin önemine ettiği işaret dikkat çekicidir. Nitekim bilenlerle bilmeyenlerin bir olmadığı, son birkaç yüzyılda dünyada gerçekleşen olaylarla daha iyi anlaşılmaktadır. Bilenler bilgiyi sanayi ve teknolojiye çevirerek büyük bir güç elde etmişler; maddi bakımdan bilmeyenlerden üstün konuma gelmişlerdir. Oysa İslam dininde bilgi sadece dinî konulara hasredilmemiş, insanlığın faydasına olan bütün ilimler teşvik edilmiştir. Bu sayede Müslümanlar geçmişte parlak bir medeniyet inşa etmeyi başarmışlardır. Bu yüzden Müslümanların, günümüzde de bilgiyi arama ve onu elde edip Allah’ın razı olduğu şekilde değerlendirme yükümlülükleri devam etmektedir. Çünkü “Hikmetli söz müminin yitiğidir. Onu nerede bulursa, almaya en çok onun hakkı vardır.” (Tirmizi, İlim, 19.)

Dr. Abdülkadir Erkut

https://yayin.diyanet.gov.tr/Category/GetArticles?id=2109&categoryId=58#

28 Eylül 2022 Çarşamba

İMANİ BİR EYLEM OLARAK CAMİLERİN İMARI


“Allah’ın mescitlerini ancak Allah’a ve ahiret gününe iman eden, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimseler imar eder.” 

(Tevbe, 9/18.) 

Mekke müşrikleri Kâbe’yi ziyaret için gelenlerin su ve yemek ihtiyaçlarını karşılamaya, Kâbe’nin korunmasına, bakım ve onarım işlerini yerine getirmeye büyük önem veriyor ve bu işleri yürütmekle iftihar ediyorlardı. Ancak Kur’an bir taraftan Mescid-i Haram’ı imar ederken diğer taraftan putları ilah kabul edip onlara tapan müşriklerin imarının doğru ve geçerli bir imar olmadığını, onların yapıp ettikleri ile Mescid-i Haram’ın imarının gerçekleşmediğini ifade etmiştir. (9/17; Ebu’s- Suud, İrşadu Akli’s-Selim, IV, 51.) Zira camileri imar, maddi ve manevi olmak üzere iki türlüdür. Maddi imar, camileri bina etmek, onarmak, temizlik, tezyin, aydınlatma ve diğer ihtiyaçlarını gidermektir. Manevi imar ise camide ortağı olmayan Allah’a ibadet etmek suretiyle dinin şeairini ikame etmek, camiye bağlı olmak, oraya çokça gelmek ve caminin, fonksiyonlarını yerine getirmesini sağlamaktır. Bu yüzden başta Mescid-i Haram olmak üzere camilerin makbul olan imarını, ancak aşağıdaki özelliklere sahip olanların yerine getirebileceği şöyle ifade edilmiştir: “Allah’ın mescitlerini ancak Allah’a ve ahiret gününe iman eden, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimseler imar eder. İşte doğru yola ermişlerden olmaları umulanlar bunlardır.” (Tevbe, 9/18.)

Ayette camileri gerçek anlamda imar edenlerin özellikleri belirtilmiştir ki bu özelliklerin izahı şöyledir:

Birincisi, onlar Allah’a iman eden, O’nun öldükten sonra kıyamet gününde ölüleri dirilteceğini tasdik edenlerdir. İman edenler, Allah’a ibadet etmeyi ve O’na ibadet edebilecekleri bir yer bina etmeyi isterler. Orada yapılan ibadet ve oranın ihya edilmesine yönelik gösterilen çaba, asıl faydasını kıyamet günü verir. Böylece Allah’a ve ahirete iman, onları her iki anlamıyla camileri imara sevk eder. Çünkü bu iki esas, dinin temelini teşkil eden, Müslüman’ın hayatını yönlendiren asli ilkelerdir. İnsanın bütün yapıp etmeleri iman sayesinde Allah katında bir değer kazanır. Camileri imar adına yapılan faaliyetler, herhangi bir karşılık beklemeden Allah için yapılır ve bu faaliyetler anlamını iman sayesinde bulur. O yüzden iman, camileri imar edenlerin birinci özelliğidir. İman konusunda Allah’a ve ahiret gününe iman ile yetinilmiştir; zira bu ikisi diğer iman esaslarını da içermektedir. 

İkincisi, onlar namazı devamlı ve şartlarına uyarak eda edenlerdir. Çünkü camilerin bina edilmesinin en büyük maksadı namazdır. Namazın farziyetini kabul edenler, camiler bina etmeyi ve orada namazlarını kılmayı isterler. Namazın önemini ve cemaatle namazın ehemmiyetini idrak etmiş olduklarından, rahatlarını terk ederek namaz gibi nefse meşakkatli gelen bir ibadeti eda etmeye koşarlar. Bu idrak onları her iki anlamıyla camileri imara sevk eder.

Üçüncüsü, onlar yerine getirmekle yükümlü oldukları zekât ibadetini eda edenlerdir. Zekâtı vermek için Müslümanlardan gerçek ihtiyaç sahiplerini bilmeleri gerektiğinden, onların bir araya geldikleri camide bulunmak bunun en iyi yoludur. Böylece zekât ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını gidermelerine vesile olurken camilerin manevi imarına da vesile olur. Camilerin maddi imarı ile alakasına gelince; zekât farz iken maddi anlamda mescitleri imar etmek nafile bir ibadettir. İnsan farzı tamamlamadan nafile ile meşgul olmaz. Bu yüzden zekât ile infak etmenin huzuruna erişenler, sonrasında bu huzuru camilerin maddi imarı için infak etmekte ararlar. 

Dördüncüsü, onlar Allah’tan başkasından korkmayan kimselerdir. Korku duygusu fıtri olduğundan bu, onların hiçbir şeyden korkmadıkları anlamına gelmez. Allah ile diğer varlıklardan korkma arasında kaldıklarında Allah korkusunu diğer korkulara takdim ederler. Allah’ın emir ve nehyine göre hareket eden, bu konuda kınayanın kınamasına aldırmayan, zalimin korkusu kendisine mani olmayan kimselerdirler. Mesela Hz. Ebubekir, Mekke Dönemi’nde Mescid-i Haram’da ibadet etmesine izin verilmeyince pes etmeyip evinin girişinde bir mescit edinmişti. Kendisi onların eziyetlerine itibar etmeksizin, korkmadan orada ibadet etmeye ve Kur’an okumaya devam ederdi. Buna ilaveten Allah’tan başkasından korkmayanlar, asıl O’nun rızasını kaybetmekten korkarlar. Bu yüzden de camileri imar ederken gösteriş ve şöhret için değil Allah’ın rızasını talep, dinini takviye için imar ederler.

Yukarıda zikredilen sıfatlarla bezenenler, hidayet sebeplerini yerine getirdikten, bu sıfatlar artık kendilerinde huy hâline geldikten sonra hidayet ehlinden olmayı kuvvetle ümit edebilirler. Müşrikler Mescid-i Haram için yaptıkları ile övünmekte, onları gözlerinde büyütüp kendilerinin kesin hidayete erdiklerini iddia etmektedirler. Oysa müminler hak yoldaki bütün çaba ve gayretlerine rağmen amellerine güvenmekten sakınmakta, Allah’tan hidayete erdirmesini ummaktadırlar. 

Yukarıdaki ayet-i kerimeden anlaşıldığına göre iyi bir davranışın temelinde iman olduğu takdirde o davranış Allah katında değer kazanır. O davranışın atalardan tevarüs etmiş olması, toplum nezdinde yerine getirene nam ve şöhret kazandırması iyilik için yeterli ölçü değildir. Camilerin imarı için de aynı şey geçerlidir. Nitekim Kur’an küfür ve kötü niyet saikıyla cami bina edenleri yermiş, iman ve iyi niyet ile cami bina edenleri ise övmüştür. (Tevbe, 9/107, 110.) Dolayısıyla camileri imar etmek imani bir eylemdir. Yüce Allah ayet-i kerime ile camileri imar edenlerin imanına şehadet etmiştir. (İbn Kesir, Tefsir, IV, 119.) Peygamber Efendimiz de camileri bina etme, ihtiyaçlarını karşılama, cemaatle namaz kılma gibi camilerle ilgili hususlara yer verdiği pek çok hadisinde (Buhari, Salat, 65; Ezan, 30.) camilerin imarının önemini ifade etmiştir. Neticede camilere olan bağlılığımızdır bizi manen imar edecek olan. Allah Teâlâ kalbi camilere bağlı olan kimseleri kıyamet günü arşın gölgesinde gölgelendirmeyi vadetmiştir. (Müslim, Zekât, 91.)"

Dr. Abdülkadir Erkut

https://yayin.diyanet.gov.tr/Category/GetArticles?id=2109&categoryId=58#

27 Eylül 2022 Salı

AİLE HUZURU VE MUTLULUĞU İÇİN DUA

"“Onlar, ‘Ey Rabbimiz! Eşlerimizi ve çocuklarımızı bize göz aydınlığı kıl ve bizi Allah’a karşı gelmekten sakınanlara önder eyle.’ diyenlerdir.”
(Furkan, 25/74.)

Kur’an’ın bazı ayetlerinde müminlerin doğru inanç ve davranışları örnek verilirken onların inkârcılarla karşılaştırılması istenmektedir. Bir tarafta kibir ve zorbalıkları, saldırgan tutumları öne çıkan kâfirler, diğer tarafta vakar ve tevazuları, barışçıl yaklaşımları ile öne çıkan müminler… İmanları, onları iffetli ve ahlaklı olmaya, başta hayat hakkı olmak üzere kul hakkına sebep olacak davranışlardan uzak durmaya sevk etmektedir. Mal ile olan ilişkileri inkâr ehlinin hilafına israf ve cimrilik arasında makul bir dengede seyretmektedir. Allah ile olan bağları samimi ve süreklidir. O’nun (c.c.) ayetleri kendilerine okunduğunda gönüllerini ilahi kelama açıp onu canla başla dinlemektedirler. (Furkan 25/63-73.) Allah’ın rahmet ve sevgisini kazanan bu kullar, sahip oldukları değerlerin tam olarak hayat bulması ve kendilerinden sonra da varlığının devamının aile kurumu ile mümkün olduğunu bildiklerinden, dillerinden şu duayı eksik etmemektedirler: “Onlar, ‘Ey Rabbimiz! Eşlerimizi ve çocuklarımızı bize göz aydınlığı kıl ve bizi Allah’a karşı gelmekten sakınanlara önder eyle’ diyenlerdir.” (Furkan, 25/74.)

Allah’ın sevgili kullarının aileleri için ettikleri dua, iki cümleden meydana gelmektedir. Bunların ilkinde onlar Rablerine, varlıkları ile sevinç veren eşler ve çocuklar lütfetmesi için dua etmektedirler. Onları sevindiren, aile efradının Allah’a itaat eden, ibadetlerini ihsan üzere yapan, salih, muttaki ve fazilet sahibi insanlar olmalarıdır. Çünkü ailesinin Allah’a itaat ettiğini gördüğünde bundan dolayı müminin kalbi sevinçle dolar. Eskiler; “Müslümanın, eşini, çocuğunu, torununu, kardeşini veya sevdiğini Allah’a itaat eder görmekten daha çok gözünü aydın edecek bir şey yoktur.” demişlerdir. Rivayetlerde ifade edildiği üzere İslam’ın ilk döneminde bir kişi Müslüman olur; ama onun bazen eşi, bazen çocuğu, bazen başka bir yakını küfürde ısrar ederdi. O kişi, sevdiği bir insanın İslam ile müşerref olamayıp imandan mahrum olarak ebedî hüsrana düşeceğini bilmekten ıstırap duyar; ayette geçtiği şekilde ona dua ederdi. (Taberi, Camiu’l-Beyan, XVII, 531.) Dolayısıyla müminlerin bu dua ile duymayı istedikleri sevincin sebebi, aile efradının maddi özellikleri, dünyevi kazanımları değil Allah’a itaat bilinci içinde olmalarıdır.

Duada geçen “göz aydınlığı”, (kurratü’l-a’yün) sevinçten kinaye olarak kullanılan bir tabirdir. “Gözlerin serin olması” anlamına gelen bu tabirin sevinç ifadesi olarak kullanılması, sevinç gözyaşlarının serin, üzüntü gözyaşlarının ise sıcak olmasından dolayıdır. Sevinç ve mutluluk en çok gözlerde tezahür ettiğinden, insanın duyduğu sevinç göze atfedilmiştir. Bu tabir ayrıca “gözlerin sabit olması” manasına gelmektedir. İnsan sevdiği ile bir araya geldiğinde sevincinden dolayı ona bakmaktan kendini alamaz, gözlerini ondan ayıramaz ve bakışlarını âdeta onda sabitler. (Alusi, Ruhu’l-Meani, XIV, 149.) Nitekim müminlerin eşleri için ettikleri bu dua, onlarda sekinet bulmayı, gözlerinin güzel ahlak ile muttasıf eşlerinden başkasını görmemesini, böylece Allah’ın haram kıldığı yollara tenezzül etmemelerini ifade etmektedir. Çocuklarına gelince; onlarda takvanın ve ahlakın güzelliğini gördüklerinden gözleri daha fazlasında değildir. Çünkü salih bir evlat, anne babasına dünyada iyi davranır. Onun iyiliği anne babasının ölümü ile sona ermez. Ölümlerinden sonra da dua ederek, salih ameller işleyerek onlara iyilik yapmaya devam eder. Çünkü insan öldüğü zaman kendisine dua eden salih evladı sayesinde amel defteri açık kalmaya devam edecektir. (Müslim, Vasiyyet, 14.)

Allah’ın sevgili kullarının aileleri için ettikleri duanın ikinci cümlesinde, önceki cümlenin devamı olarak onlar, Allah’tan, eşlerinin ve nesillerinin din konusunda kendilerine tabi olmasını istemektedirler. (Beydavi, Envaru’t-Tenzil, IV, 132.) İbadetlerinin onların ibadetleri ile birleşmesini, hidayetlerinin kendilerini aşıp onlara da fayda vermesini arzu etmektedirler. Eşleri ve çocukları kendilerine tabi olunca sahip oldukları kulluk bilincinde sebat ederek hayatlarını sürdüreceklerdir. Allah’a itaatte onların kendilerine tabi olmasını arzu etmeleri, onlarla cennette beraber olmayı istemelerindendir. Dünyada iken cennette beraber olma ümidinin verdiği sevince ahirette bu ümitlerinin tahakkuk etmesinin verdiği sevinç katılacak, sevinçleri böylece kemale erecektir. Onlar ayrıca bu dua ile Allah’tan kendilerini takva konusunda yüce mertebelere ulaştırmasını niyaz etmektedirler. Zira “Bizi Allah’a karşı gelmekten sakınanlara önder eyle.” cümlesi, Allah’tan, muttakilerin kendilerine tabi olacağı bir mertebeye ulaştırmasını istemeleri anlamına da gelmektedir. Çünkü kişinin kendisine tabi olanlara örnek ve önder olabilmesi için onların ulaşmayı istediği en ileri makama ulaşmış olması gerekir.

Allah’ın sevgi ve rahmetine nail olmuş kulların ettikleri bu dua, aile huzur ve mutluluğu için edilebilecek örnek bir duadır. Bu duadan anlaşıldığına göre Rabbimizin övgüsüne mazhar olmuş bu insanlar, fertleri iman, itaat, takva ve ahlak gibi manevi değerlerle yoğrulmuş bir aile kurmak istemektedirler. Şu kadar var ki; bir duanın kabulü bu duaya fiili duaların eşlik etmesine bağlıdır. O hâlde onlar dua ve niyaz ehli oldukları gibi çaba ve gayret sahibidirler; aile hayatlarında meveddet ve merhamet, sevgi ve saygı, sabır ve anlayış, diğerkâmlık ve fedakârlık gibi ilkeleri kendilerine rehber edinmişlerdir. Değerler ve ilkeler üzerine kurulmuş aile fertleri, karşılaşılabilecekleri günlük sorunları çözecek, zorlukları aşabilecek bir bakış açısına ulaşacaktır. Nihayetinde bu aile dünyada âdeta cennet hayatı gibi huzurlu ve mutlu bir hayat yaşamalarına; ahirette ise ebedî huzur ve mutluluk yurdu olan cennette buluşmalarına vesile olacaktır. Hak Teâlâ bunu şöyle ifade buyurmuştur: “İman eden, soylarından gelenlerin de aynı iman ile kendilerini izledikleri kimselerin yanlarına bu zürriyetlerini katacağız; bununla birlikte kendi amellerinden de bir şey eksiltmeyeceğiz. Herkes kendi yapıp ettiğinin hesabından kendisi sorumlu olacaktır.” (Tur, 52/21.)

Dr. Abdülkadir Erkut

26 Eylül 2022 Pazartesi

Kureyş Suresi,Nuzülü,Konusu

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 4 âyettir. Kureyş, Hz. Peygamberin mensup olduğukabilenin adıdır.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada yüz altıncı, iniş sırasına göre yirmi dokuzuncu sûredir. Tîn sûresinden sonra, Kāria sûresinden önce Mekke’de inmiştir.

Konusu

Sûrede Kureyş’e Câhiliye döneminde sağlanan ticarî kolaylıklardan, güvenlik, zenginlik vb. imkânlardan bahsedilmekte, bunlardan dolayı yüce Allah’a minnettar olup kulluk etmek gerektiğine dikkat çekilmektedir.

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/106-kureys-suresi

25 Eylül 2022 Pazar

Fîl Suresi,Nuzülü,Konusu

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 5 âyettir. Sûre, fillerle donanmış ordusuylaKâ’be’yi yıkmaya gelen Ebrehe’nin helâk edilişinden bahsettiği için bu adı almıştır

Nuzül

Mushaftaki sıralamada yüz beşinci, iniş sırasına göre on dokuzuncu sûredir. Kâfirûn sûresinden sonra, Felak sûresinden önce Mekke’de inmiştir.

Konusu

Sûrede fil ordusu ile ilgili kıssa anlatılmaktadır. Kâbe’yi yıkmak isteyen Yemen’in genel valisi Ebrehe’nin fillerle Mekke’ye hücumunu, sonuçta yok olup gitmelerini (aş. bk.) konu edinmiştir.

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/105-fil-suresi

24 Eylül 2022 Cumartesi

Hümeze Suresi,Nuzülü,Konusu

Hümeze Suresi

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 9 âyettir. Hümeze, insanları arkadan çekiştiren,ayıplayan kimse demektir

Nuzül

Mushaftaki sıralamada yüz dördüncü, iniş sırasına göre otuz ikinci sûredir. Kıyâmet sûresinden sonra, Mürselât sûresinden önce Mekke’de inmiştir.

Konusu

Sûrede insanları küçümseme, kusur arama gibi davranışlar eleştirilmekte; servete güvenme ve onu yanlış yolda kullanmanın kişiye ne büyük zararlar getireceği anlatılmaktadır.

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/104-humeze-suresi

23 Eylül 2022 Cuma

EYYÜB SABRI


Hz. Eyyüb mal mülk sahibi, varlıklı, ailesi ve çocukları ile birlikte sağlık sıhhat içinde hayatını sürdürmektedir. Zamanla o, önce sahibi olduğu malları, sonra çocuklarını sonra da sağlığını kaybetmekle imtihan edilir. Karşılaştığı zorluklara karşı gösterdiği tavır, sabırlı bir insan örneği olarak tarihe geçmesini sağlar. Müfessirler Hz Eyyüb’ün başına gelenlerle ilgili güvenilir olmayan pek çok rivayet nakletmişlerdir. (Kasımi, Mehasinü’t-Tevil, VII, 214.) Ancak Kur’an onun durumunu mücmel olarak ifade etmiştir. İlgili ayetler, onun başına gelenleri nasıl anlamlandırdığına dair mesajlar içermektedir. Bunlardan birinde Allah’a teslimiyetinin, hastalık ve musibetlere sabrının ifadesi olarak dilinden şu dua dökülmüştür: “Şüphesiz ki ben derde uğradım. Sen, merhametlilerin en merhametlisisin.” (Enbiya, 21/83.)

Hz. Eyyüb’ün başına büyük dertlerin geldiği anlaşılmaktadır. Ayette geçen dert kelimesi (ed-durr), vücuduna, ailesine ve malına gelebilecek bütün musibetleri kapsayacak şekilde genellik ifade etmektedir. (Ebu Hayyan, el-Bahru’l-Muhit, VIII, 193.) Hz Eyyüb’ün duasının yer aldığı şu ayet, onun başına gelen derde farklı bir boyut daha kazandırmaktadır: “Şeytan bana bir yorgunluk ve azap dokundurdu.” (Sad, 38/41.) Müfessirler bu ayette yer alan şeytanın rolü ile ilgili onlarca görüş zikretmişlerdir. Bu görüşlerden bir kısmı peygamber için düşünülmesi uygun olmayan görüşlerdir. Ancak söz konusu cümle “Şeytan yorgunluk ve azap sebebiyle bana dokundu.” şeklinde de anlaşılmaya müsaittir. (İbn Aşur, et-Tahrir ve’t-Tenvir, XXIII, 270.) Nitekim Kur’an’da şeytanın insan üzerinde bir gücünün olmadığı, onun rolünün sadece vesvese vermekten ibaret olduğu ifade edilmektedir. (İbrahim, 14/22; Nahl, 16/99.) Bu yoruma göre şeytan, ona, sahibi olduğu nimetleri kaybettiğini hatırlatmaktadır. Başına gelenleri gözünde büyütmekte, böyle bir azabı hak etmediğini söylemektedir. Onu hoşnutsuzluğa ve şikâyetçi olmaya teşvik etmekte, Allah hakkında su-i zanna veya öfkeye düşürmek istemektedir. Anlaşılan o ki Hz. Eyyüb, başına gelenlerden duyduğu acı ve ıstırap bir tarafa, şeytanın aklına düşürdüğü şüphe ve vesveselerle de mücadele içindedir.

Eyyüb peygamber bir taraftan maddi ve manevi zorluklarla mücadelesini sabırla sürdürürken diğer taraftan da dua ile Allah’a yönelmeyi terk etmemiştir. Duasında “Başıma bu dert geldi.” diyerek İlahi rahmeti celp edecek şekilde durumunu zikretmiş, son derece nezaketli bir üslupla halini arz etmekle yetinmiştir. Talebini açıkça belirtmesi caiz ise de o talebini belirtmemiştir. Onun bu duasında bir şikâyet, bir serzeniş söz konusu değildir. Çünkü Allah Teâlâ onu “sabırlı bir kul” olarak nitelemiştir. (Sa’d 38/44.) Onun bu sözlerinin şikâyet değil dua olduğunun delili, sonrasındaki ayette “Bunun üzerine biz onun duasını kabul ettik.” denmesidir. Çünkü icabet şikâyetten sonra gelmez, duadan sonra gelir. Bazı âlimler ise Eyyüb’ün bu duasında Allah’a şikâyet ettiğini ifade etmişlerdir. Ancak bu, Allah’tan şikâyet anlamına gelmemektedir. Zira Allah’tan şikâyet kulu O’ndan uzaklaştırırken Allah’a şikâyet kulu O’na yaklaştırır.

Hz. Eyyüb “Sen, merhametlilerin en merhametlisisin” niyazıyla Rabbini, rahmetini gerektirecek şekilde niteleyerek isteğine işaret etmiştir. Zira Allah onun hâlini bilmektedir. Rahmetini zikretmiş olması, onun Allah’a talebini bildirmesi demektir. Dertlerin devası “merhametlilerin en merhametlisi” olan Allah’tandır. Çünkü âlemde O’nun merhametine yaklaşacak başka bir varlık yoktur. Allah’ın merhameti karşısında insanların merhameti denizden bir katre gibidir. Bu yüzden “Merhametlilerin en merhametlisi” ifadesi bir mukayese değil, Allah’ın merhametinin, merhametin en yüce derecesinde olması anlamına gelmektedir. Diğer taraftan Allah kulun kalbinde merhameti irade etme imkânını var edendir. Başkasına merhamet eden kişi bunu ancak Allah’ın yardımı ile yapar. Çünkü bir başkasının ihtiyacını gideren veya onun başından bir belayı def eden kişi, Allah ihtiyacı karşılayacak maddeyi veya belayı defedecek gücü yaratmasaydı merhamet etmeye asla muktedir olamazdı. Allah bu davranışı rahatlama sebebi yapmasaydı ona muhatap olan da bundan bir fayda göremezdi. O hâlde kulların merhametinden önce de kulların merhametinden sonra da Allah’ın merhameti vardır. Ayrıca başkasına merhamet eden herkes ya dünyada övgü ya ahirette sevap ister ya da içinde hissettiği rikkati gidermek için merhamet eder. Dolayısıyla göstermiş olduğu merhametle, kendisine bir faydanın erişmesi söz konusudur. Ancak O’nun (cc), kullarına merhameti ile bir fayda elde etmesi söz konusu değildir. Ve bu merhamet O’nun kemal sıfatlarında fazlalık da noksanlık da meydana getirmemektedir. (Razi, Mefatihu’l-Ğayb, XXII, 175.) İşte bu hakikatlerden dolayı Hz. Eyyüb “merhametlilerin en merhametlisi” olan Rabbine sığınmış, O da Eyyüb’ün duasını kabul ederek merhametini göstermiştir. (Enbiya, 21/84.)

Kur’an’da insanın sabırsızlık, acelecilik, tahammülsüzlük, yılgınlık ve sızlanma gibi olumsuz özelliklere sahip olduğu belirtilmektedir. (Mearic, 70/19-20.) Ancak Hz. Eyyüb bu tür insani zaaflardan uzak bir tavır sergilemiş, hastalık ve musibetlere sabır ve dua ile karşı koymuştur. O hâlde müminlere düşen, zamanının en faziletlisi olan bir peygamberin başına ne kadar büyük dertlerin geldiğini düşünmek, başına gelenlerin Allah’ın kulunu hakir görmesinden kaynaklanmadığını bilmektir. Konunun diğer boyutu da hastalık ve musibetin insanı itikadi açıdan bir çıkmaza sürükleyebileceğidir. Hz. Eyyüb’ün duası, konunun önemine işaret etmekte; sağlık ve sıhhati kaybetmekten daha büyük musibetin, inancını kaybetmek olduğuna işaret etmektedir. İnsan hastalık ve musibetle karşı karşıya olduğunda “Niçin ben?” diye sorarken, sağlık ve nimet içinde yaşarken kendisine bu soruyu sormaz. O hâlde doğru olan, hastalık ve musibet zamanında da böyle cevapsız bir sorunun peşinde koşmamaktır. Hz. Eyyüb gibi sağlığı verenin de hastalığı verenin de O olduğunun bilinci içinde olmak; O’nun, zorlukların arkasına gizlediği kolaylıkları, musibetlerin arkasına gizlediği nimetleri düşünmektir. “Allah, hüküm verenlerin en üstünü değil midir? (Tin, 95/8.)

Dr. Abdülkadir Erkut

22 Eylül 2022 Perşembe

Asr Suresi,Nuzülü,Konusu,Fazileti

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 3 âyettir. Asr, çağ, ikindi vakti, uzun zaman demektir.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada yüz üçüncü, iniş sırasına göre on üçüncü sûredir. İnşirah sûresinden sonra, Âdiyât sûresinden önce Mekke’de inmiştir. Medine’de indiğine dair rivayet de vardır (bk. Şevkânî, V, 579).

Konusu

Sûrede insanı ebedî hüsrandan kurtaracak yollar gösteril­mektedir.

Fazileti

Ashâb-ı kirâmdan iki kişinin karşılaştıkları zaman biri diğerine Asr sûresini okumadan ve ardından selâm vermeden ayrılmadıkları rivayet edilir (Beyhakî, Şu‘abü’l-îmân, XI, 348).

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/103-asr-suresi

21 Eylül 2022 Çarşamba

Tekâsür Suresi,Nuzülü,Konusu

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 8 âyettir. Tekâsür, mal, mülk ve çoluk çocuğunçokluğuyla övünmek demektir

Nuzül

Mushaftaki sıralamada yüz ikinci, iniş sırasına göre on altıncı sûredir. Kevser sûresinden sonra, Mâ‘ûn sûresinden önce Mekke’de inmiştir. Medine’de indiğine dair rivayet de vardır (bk. Buhârî, “Rikāk” 10; Şevkânî, V, 575).

Konusu

Sûrede insanların, hayatın aldatıcı yönleriyle meşgul olmala­rından, dünya malını biriktirmeye olan düşkünlüklerinden ve âhiret hallerinden söz edilmektedir.

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/102-tekasur-suresi

20 Eylül 2022 Salı

Kâria Suresi,Nuzülü,Konusu

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 11 âyettir. “Kâri’a”, vuran, çarpan, kapıyı çalan,yürekleri hoplatan şey demektir. Burada, kıyamet gününü ifade etmektedir.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada yüz birinci, iniş sırasına göre otuzuncu sûredir. Kureyş sûresinden sonra, Kıyâmet sûresinden önce Mekke’de inmiştir.

Konusu

Sûrede bazı kıyamet tasvirlerine yer verilmekte, âhiret sorumluluğu bilinci aşılayan uyarılarda bulunulmaktadır.

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/101-karia-suresi

19 Eylül 2022 Pazartesi

Âdiyât Suresi,Nuzülü,Konusu

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 11 âyettir. Âdiyât, hızlı koşan atlar demektir.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada yüzüncü, iniş sırasına göre on dördüncü sûredir. Asr sûresinden sonra, Kevser sûresinden önce Mekke’de inmiştir. Medine’de indiğine dair rivayetler de vardır (bk. Şevkânî, V, 566).

Konusu

İnsanoğlunun nankörlüğü ve mala düşkünlüğü, ahiret hayatı için harcama yapmaması ve bu yüzden onu kötü bir sonucun beklediği söz konusu edilmektedir.

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/100-adiyat-suresi

18 Eylül 2022 Pazar

Zilzâl Suresi,Nuzülü,Konusu

Hakkında

Medine döneminde inmiştir. 8 âyettir. Zilzâl, sarsıntı, deprem demektir.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada doksan dokuzuncu, iniş sırasına göre doksan üçüncü sûredir. Nisâ sûresinden sonra, Hadîd sûresinden önce Medine’de inmiştir. Mekke’de indiğine dair rivayetler de vardır (bk. Şevkânî, V, 562).

Konusu

Sûrede kıyamet kopması sırasındaki şiddetli yer sarsıntısının ardından kıyamet gününde yaşanacak olan sıkıntı ve dehşet verici haller anlatılmaktadır; ayrıca dünyada işlenen hayır veya şerrin karşılığının âhirette ödül veya ceza olarak alınacağı bildirilmektedir.

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/99-zilzal-suresi