31 Ocak 2022 Pazartesi

94- El-Hâdî ism-i şerifi:


Hidayet kavramını genelde dinî anlamda kullanırız. Oysa Rabbimizin kullarına her anlamda yol göstermesini ifade eden bu isim çok geniş kapsamlıdır. Mesela içgüdü dediğimiz şey haddizatında bir hidayettir. Gazali bu nevi hidayete yeni doğan yavrunun memeyi tutması, civcivlerin çıkar çıkmaz daneleri toplamaya başlaması, arıların yuvalarını yapması vb. gibi her canlının hayatını sürdürecek bilgilerin ona ilham edilişini örnek verir. Aciz ve zayıf bir canlı olarak dünyaya gelen insanoğluna yönelik ilahi lütuf ve rehberliğin boyutlarını anlatmak için Taha suresi 50. ayete bakmak yeter: “Rabbimiz her şeye yaratılış özelliğini vermiş, sonra da ona yol göstermiştir.”

Rabbimiz bize akıl ve muhakeme yeteneği vererek bu dünyadaki hayatımızı sürdürebilecek yolları gösterdiği gibi ebedî mutluluğa ulaştıracak manevi yolları da göstermiş; o yollara girip girmemeyi tamamen bize bırakmakla beraber bizi kendi hâlimize terk etmemiş, doğruyu arayana her daim rehberlik etmiştir. Elmalılı Hamdi Yazır’a göre herkes için eşit olmasa da ömründe en az bir defa hidayeti tercih etmeye bir imkân bahşedilmiştir. Bu dönemde iradelerini güzel bir şekilde kullanıp Hakk’a teslim olmayanlar için dalalet artık cebrî bir tabiat hâline gelir. Netice olarak hidayeti talep eden hidayet, dalaleti arayan da dalalet bulur.

Ragıb el-İsfehani Rabbimizin Hâdî ismini açıklarken bu rehberliğin lütuf ve ikram yolu ile olduğuna işaret eder. Buradan anlıyoruz ki Yüce Rabbimiz kendi yoluna, zor ve güç kullanılarak, burnumuz sürtülerek değil efendice, kendi özgür irademizle girmemizi istiyor. Bu nedenle de bize yolunu çok açık bir şekilde gösteriyor. Yol göstermek de değişik şekillerde gerçekleşebilir. Yolu sadece göstermek ve tarif etmeye irşat (rehberlik); yola götürüp amacına ulaştırıncaya kadar bırakmamaya da tevfik (başarı) denir. Hangi düzeyde olursa olsun hepsi hidayettir. Hidayetin zıddı dalalettir. Dalalet, doğru yoldan sapmak demektir. Hidayetin neticesi iman, dalâletin neticesi imansızlık ve küfürdür.

Kur’an’da Hâdî

Hidayet kavramı birçok ayette fiil sigalarıyla Allah’a nispet edilmiştir. Hâdî ismi, geçtiği on ayetin ikisinde Allah’a, ikisinde Hz. Peygamber’e izafe edilmiş, (Rad, 13/7; Şura, 42/52.) diğer yerlerde ise belli bir merci zikredilmemiştir. Hâdî’nin Allah’a izafe edildiği ayetlerin birinde O’nun iman edenleri dosdoğru bir yola yönelteceği ifade edilmiş, (Hac, 22/54.) diğerinde de hidayet edici olarak O’nun kâfi geleceği belirtilmiştir. (Furkan, 25/31.) Özellikle sure başlarında gelen sayısız ayet ise Kur’an’ı “hüden” sıfatı ile niteleyerek Allah kelamının bizzat hidayetin kendisi olduğunu söyler. (Bakara, 2/2; Yunus, 10/57; İbrahim, 14/1; Neml, 27/2.)

“Hidayete ermek, hak ve doğru olanı benimsemek” manalarına gelen ihtida kelimesi de Kur’an’da altmış yerde geçer. Bu ayetlerin muhtevasından anlaşılacağı üzere hidayetin benimsenmesine vesile olan amillerin başında kişinin iradesi ve kararlılığı gelmektedir. (Nisa, 4/175; Meryem, 19/76; Ankebut, 29/69; Tegabün, 64/11.) Ayetler, hidayetin zıddı olan dalalete düşmenin sebeplerine de işaret etmekte ve bunlar arasında ilahi lütuftan mahrum kalma, şahsi tutum, ataların dinine ve geleneklere körü körüne bağlılık, gaflet, nifak, şeytanın tahrikleri ve Allah’a kavuşma günü olan ahireti düşünmeme faktörlerine dikkat çekilmektedir. (İsra, 17/94; Kasas, 28/50; Zümer, 39/3.)

Ragıb el-İsfehani Kur’an terminolojisinde yer alan hidayeti dört gruba ayırarak ele alır:

a) Allah’ın her mükellefe verdiği akıl, zekâ ve zaruri bilgiler (A’la, 87/2-3; Taha, 20/50.)

b) Peygamberler ve kitaplar yoluyla hak yoluna çağırması (Enbiya, 21/73.)

c) Çağrısını benimseyene lütfettiği tevfik (Bakara, 2/213; Muhammed, 47/17.)

d) Ahirette sadık kullarını cennete koyması (Araf, 7/43.)

Bu hidayet türleri yukarıdaki tertibe göre birbirine bağlı olup önceki hidayet sonrakinin şartı, sonraki ise öncekinin bir neticesidir. Dördüncüyü elde eden ilk üçünü de elde etmiştir. İnsana nispet edilen hidayet, sadece ikinci merhalede yer alan çağrıda bulunmak ve tanıtmaktan ibaret olup hiç kimsenin diğer hidayet türlerini meydana getirmeye gücü yetmez. İnsan bir başkasını hidayete sevk edemez, ancak davet edip yollarını gösterebilir. (Bakara, 2/272; Enam, 6/35; Nahl, 16/37; Kasas, 28/56.)

Hâdî isminin insanın tekâmülü sürecindeki tezahürleri

İbn Kayyim’e göre hidayete ermenin gerçekleşmesi için biri Allah’a diğeri kula ait olan iki fiil gereklidir. Kulun, iradesini Allah’ın gösterdiği yola yönelmek için kullanması Allah’ın hidayetini celbettiği gibi kulun ilahi emirlere uymaya devam etmesi yeni hidayetleri çeker ve Allah da böyle kimselere her konuda çıkış yolunu gösterir.

Konevi’nin deyişi ile bu isim tecelli ettiğinde kalpler marifete, nefisler itaate, Allah’ın sevdikleri O’nun rızasına, âlimler hakikati müşahedeye yönlendirilmiş olur. Ona göre Hâdî ismi tam tecelli ettiğinde peygamberlerin rehberliği gönül hoşnutluğu içinde benimsenir, Hakk’ın yolunu anlama ve açıklama nazari aklın gayretiyle olmaktan çıkar kalbin keşfiyle olur.

Kendisine, insanların önüne düşme rolü takdir edilmiş olanlar Hâdî ismine mazhar olduklarında insanları güzel hedefler etrafında toplamaya muvaffak olurlar. Bu isimle ahlaklanmış kişiler çevreleri için bir kurtuluş vesilesidirler. Bulundukları toplum içinde âdeta Allah’a giden yolu gösteren bir işaret tabelası gibidirler. Hâdî isminin tecelli ettiği kişinin vesilesiyle bir insanın Allah’ın yoluna girmesi durumunda Efendimiz bunun büyük bir servete nail olmaktan daha kıymetli olacağını müjdelemiştir. (Müslim, İlim, 16; Ebu Davud, İlim, 10.)

Nefsinin kışkırtmalarını ve şeytanın vesveselerini kendine rehber edinen bu ismin tecellisinden giderek uzaklaşır. Bu nedenle hidayete ermek için gayret gerektiği gibi hidayette kalmak için de o nispette çaba gerekir. Hidayet bir kez geldi mi ömür boyu kalması garanti değildir. Bu tehlike karşısında en büyük yardımcımız da hiçbir zaman eksik olmamasını dilediğimiz hakkı ve sabrı hatırlatan dostlardır.

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram 

30 Ocak 2022 Pazar

93- En-Nûr ism-i şerifi:


Nûr deyince aklımıza ilk gelen aydınlık ve ışıktır. Oysa bildiğimiz manadaki aydınlık anlamına ilaveten, nûr kavramında nesnelerin ve olayların mahiyetini aydınlatmak anlamı da vardır. Elmalılı’nın ifadesi ile gerek hissî (görme duyusu ile algılanan) ve gerek akli her nevi zulmetin zıddı olarak vicdan ve basirette inkişaf eden, iç ve dış dünyamızı aydınlatan tecelliyatın umumuna da nûr denir. Rabbimizin ismi olduğunda O’nun bütün nûrların kaynağı olduğunu ifade eder. O nûr sayesinde eşya görünür olur; biz de onları ayırt edip görebiliriz. Eğer o nûr olmasaydı biz evreni ve içindekileri gözlemleyip algılayamaz, zihnimizde hiçbir şeyi yerli yerine oturtamazdık. Allah Teâlâ duyularla algılanan varlıkları görmemiz için bir ışık (güneş) yarattığı gibi, düşünce yoluyla algılanan varlıklar için de bir ışık (ilim ve irfan) yaratmıştır.

Ragıp el-İsfahani Allah’ın kendisini “Nûr” diye isimlendirmesini de gökleri ve yeri nurlandırma fiiliyle açıklar. Nurun da dünyevi ve uhrevi olmak üzere ikiye ayrıldığını belirtir. Dünyevi olanı, ay ve güneş gibi aydınlık saçan ve gözle algılanan nûr ile zihin ve kalp yoluyla idrak edilen nûrdur. İsfehani, aklın ve Kur’an’ın nûrunu bu ikinci tür nûra örnek olarak verir. Uhrevi nur ise ebedî âlemde müminlerin önlerinde ve sağ taraflarında bulunacak olan nurdur. (Hadid, 57/12; Tahrim, 66/8.)

Kur’an’da Nûr

Gözümüz görmek için ışığa muhtaç olduğu gibi aklımız da aydınlanmak için vahyin ışığına muhtaçtır. Bir adı da Nûr olan Kur’an’ın bir suresinin adı da Nûr’dur. Bu sureye Nûr adı verilmesinin sebebi 35. ayetinin, “Allah göklerin ve yerin Nûr’udur.” diye başlaması ve ayette nur kelimesinin iki defa daha Rabbimizin yüce zatına izafe edilmesidir. Kur’an’da onlarca yerde gelen nûr kelimesi sadece bu ayette Rabbimize izafe edilir.

Nûr kelimesinin yukarıda geçen anlam katmanlarına uygun olarak Elmalılı, ayetin ilk cümlesi olan “Allah göklerin ve yerin Nûr’udur.” ifadesini “Bütün âlemi meydana koyan, kâinatı gösteren, hakikati bildiren, gözleri gönülleri şenlendiren O‘dur. O olmasa idi hiçbir şey bulunmaz hiçbir hakikat sezilmez, hiçbir neşe duyulmazdı.” diye açıklar. Devamında da nûrun, ışık anlamındaki “ziya”dan farklı olduğunu ve daima övgü ifade ettiğini belirtir. Ayrıca Yüce Rabbimize hiçbir zaman ziya kavramı izafe edilmediği hâlde Nûr’un O’na isim olduğunu vurgular. Ziya genellikle maddi anlamda ve güçlü ışığı ifade ederken nûr, her şeyi görünür kılan tarif edilemez, latif bir aydınlanmadır.

Enam suresi birinci ayette ise nûr Rabbimizin ismi olarak değil, O’nun var ettiği bir varlık olarak zikredilir. Bu durumda nûr bir taraftan Rabbimizin ismi iken diğer taraftan O’nun var ettiği bir eseridir. Bu noktada Elmalılı: “Binaenaleyh Allah‘a nûr ıtlak edilirken bu noktadan gaflet edilmemek ve müteşabih bir mana murat olunduğunu bilmek lazım gelir.” diyerek dikkatimizi çeker. Esasen Nûr suresindeki ayet de bütün âlimler tarafından zât-ı ilâhiyyenin nûr olduğu şeklinde anlaşılmamış, “göklerin ve yerin nurunu yaratan, oralardaki varlıklara yol gösteren” gibi anlamlara geldiği kabul edilmiştir. Zira “Allah’ın nûru” ifadesi, yaratılmış varlıklar için kavranılmaz olan ve dolayısıyla herhangi bir beşerî dille ifadesi imkânsız olan Allah’ın gerçek mahiyetini değil, Yüce Rabbimizin, hidayeti arzulayan kullarının bilinç, duygu ve davranışlarında gerçekleştirdiği aydınlanmayı ifade eder. Nûr ayetinin sonunda Rabbimizin dileyeni (veya dilediğini) nûruna yönelteceğini söylemesine gelince; bunun anlamı açıktır: Her kim şüphelerin karanlığından inancın aydınlığına çıkmayı samimi bir şekilde isterse Allah o kişinin kalbine nûru ile tecelli edip onu sırat-ı müstakime yönlendirir. Ayetin Rabbimizin “Alîm” ismi ile sonlanması da ilmin, insanın dünyasını ve ahretini aydınlatan rolüne vurgu yapması bakımından manidardır. Gazali de bu ayetin tefsirine dair kaleme aldığı “Mişkâtü’l-Envar” isimli eserinde “Göz nûru için güneş ne ise akıl nûru için de Kur’an odur.” der.

Nûr tecelli ederse

Yukarıda İsfehanî’nin Nûr isminin manevi tecellilerinin akıl ve vahiy olduğunu söylediğini belirtmiştik. Vahyin muhatabı olan peygamberler ve bu meyanda Efendimiz (s.a.s) bu nurun en öndeki tecelligâhıdırlar. (Ahzab 33/45-46.)

Tarih boyunca nice dehşetli zekâlar, vahiy nûrundan mahrum kalınca inanç ve yaşam düzeyinde envaiçeşit sapkınlıklar üretmişlerdir. Bu da bize aklımızın ve kalbimizin Allah’ın vahyinin nûru ile aydınlanmaya ne kadar muhtaç olduğunu kanıtlar. Bu durum Zümer suresi 22. ayette göğsü İslam’a açılmış, bu sayede nûr üzere olan kişi ile Allah’ı anmaktan uzaklaşarak kalbi daralmış ve kararmış kişi kıyaslanarak anlatılır. İlahi nûrların tecellisinden mahrum kalmak, bizim bu dünya karanlıkları ile kıyas edemeyeceğimiz tam bir zulumat (kat kat karanlık)tır. Öyle kesif bir yokluktur ki orada hiçbir ilerleme mümkün değildir. (Hadid 57/13.) Zira iman nûru söndüğünde ortaya çıkan kalp körlüğü, göz körlüğüne benzemez. Başındaki gözü âmâ olan bir şekilde yolunu bulur. Kalbi kör olanın ise yolunu bulması imkânsızdır.

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram 

29 Ocak 2022 Cumartesi

91- Ed-Dârr, 92- En-Nâfi ism-i şerifleri:


Yüceler Yücesi Rabbimiz hayrın da şerrin de menfaatlerin de mazarratların da yaratıcısıdır. O’nun onayı olmaksızın kâinatta hiçbir şey vuku bulmaz. Bu hakikati sindirmek her zaman kolay olmamış, kimi insanlar yeryüzündeki kötülüklerin yaratılmasını Allah Teâlâ’ya izafe etmekte zorlanmışlar ve bu yüzden kendi vehimlerine dayanarak iyilik ve kötülük ilahlarını ayırma ihtiyacı hissetmişler. Oysa zararı da faydayı da Rabbimizin yarattığını ifade eden Dârr ve Nâfi‘ isimleri Fahreddin er-Râzî’nin de belirttiği gibi övgü ifade eden isimlerdir. Zira bu isimlerin içerdiği kudrete sahip bulunmayan bir varlığın kâinatın yaratıcısı ve yöneticisi olması mümkün değildir. (Şuara, 26/72-73.) Mahlukat âleminde olayların meydana gelmesi sünnetullah gereği birtakım sebeplere bağlanmış olsa da sebepler ancak bir talep meydana getirir, sonucun ortaya çıkmasında hakiki müessir yine bizzat Allah Teâlâ’dır. Bunu böyle bilip inanınca sebepler zincirinin arkasındaki müsebbibi (sebeplerin sebebi olan asıl yaratıcıyı) görmek kolaylaşır. O zaman da olandaki hayra odaklanmak daha kolay olur.

Rabbimizin “Rahman-Rahim” gibi birbirine çok yakın anlamlı isimleriyle, “Kâbız-Bâsıt”, “Muhyî-Mümît” gibi karşıt anlamlı bazı isimleri Kur’an ve sünnette genellikle bir arada zikredilir. Zarar vermek anlamındaki d-r-r kökünden türeyen Dârr ismi ile fayda ve menfaat sağlayan anlamındaki n-f-a’ kökünden türeyen Nâfi’ ismi de böyledir. Özellikle zıt anlamlı isimlerin bu kullanım tarzı, birbirinin karşıtı veya alternatifi durumundaki varlık ve olaylardan teşekkül eden evrenin Allah tarafından nasıl bir düzen ve ahenk içinde yönetildiğini gösterir. Bu açıdan Allah’ın “Dârr” ismi sadece zarar veren şeklinde anlaşılmamalı, zarar verenler de dâhil olmak üzere her şeyi yaratan, evreni karşılıklı etki ve tepki ilişkisi içinde düzenleyip yöneten tarzında yorumlanmalıdır.

Kur’an’da Dârr ve Nafi’


Kur’an-ı Kerim’de zarar kavramının, her şeye gücü yeten Allah’ı bırakıp da fayda veya zarar vermekten âciz olan putlara tapmanın mantıksızlığını vurgulayan bir üslup içinde kullanılmış olması, ayrıca karşıtı olan nef‘ gibi kelimelerle birlikte zikredilmesi, bu kavramın mutlak manada Allah’a nispet edilmesinin amaçlanmadığını gösterir. Nitekim bu kavram Kur’an’da sıfat sîgasıyla (dâr) Allah’a izafe edilmemiştir.

Kur’an-ı Kerim’de elliden fazla ayette hayrın da şerrin de Allah’tan olduğu vurgulanır. Bu ayetlerde işlenen ana tema, Allah’tan başka tapınılan sözde tanrıların kendilerine de başkalarına da herhangi bir fayda veya zararlarının dokunamayacağı bu nedenle de tazim, dua ve sığınmaya layık olanın sadece Allah olduğu gerçeğidir. (Maide, 5/76; Feth, 48/11; Yunus, 10/18, 107; İsra, 17/56; Enbiya, 21/66; Hacc, 22/12; Yasin, 36/75; Fetih, 48/11.) Bazı ayetlerde kimsenin Allah’a zarar veremeyeceği vurgulanırken (Al-i İmran, 3/144, 176-177; Tevbe, 9/39; Hud, 11/57.) bazılarında da Allah dilemedikçe kişinin kendisine dahi fayda ya da zarar vermeye gücünün yetmeyeceği bildirilir. (Enam, 6/17; Araf, 7/188; Yunus, 10/49.)

Bu isimler tecelli ederse


İnsan davranışlarının motivasyonunu inceleyenler tüm girişimlerimizdeki en temel amacımızın zarardan korunmak ve fayda elde etmek olduğunu söylüyorlar. Bu noktada karşımıza çıkan, fayda ve zararın ne olduğunu nasıl bilebileceğimiz ve ahlaki açıdan bu konuda aklın söylediklerini nefsin kışkırtmalarından nasıl ayırabileceğimiz problemini bir tarafa bırakarak hayır ya da şer bir durumla karşılaşan, yani Rabbimizin Dârr ve Nâfi’ isimlerinden birinin tecellisi ile muhatap olan Müslümanın nasıl bir tavır alması gerektiğine bakalım. Allah’tan gelen menfaat de zarar da bizim yaptıklarımızın neticesi olan bir kazanım veya bir imtihandır. Her iki durumda da kula düşen Allah’tan af ve yardım istemek, hatalarını gözden geçirip kendini düzeltmeye çalışmak ve yaşanan sıkıntıdan kurtulmak için gayrimeşru yollara dalmadan hak üzere sebat demek olan sabra devam etmektir. Sufiler der ki eğer insan gereği gibi sabır gösterebilirse vakti gelip de şerlerin perdesi aralandığında onun dahi mahza hayır olduğu görülür. Bu iki hâle de razı olmak büyük bir kulluk mertebesidir. Allah’tan gelene rıza göstermeyip telaşa düşmek, kalben itirazda bulunmak onlar nazarında büyük bir noksanlıktır.

Rabbimiz insanları hakikatin ne olduğu konusunda imtihan eder. Ahirete hakkıyla iman eden bilir ki mümine asıl fayda sağlayan şey ahirette de faydalı olan şeydir. Bu da bazen şükretmekle bazen de sabretmekle olur. İslam’ın altı iman esasından bir tanesinin “hayrın ve şerrin Allah’tan geldiğine inanmak” olması Müslüman bilincini bu kuşatıcılığa yükselten, hayat olayları karşısında çökmesini engelleyen bir esastır. Varlıkta şımarmamak, yoklukta bozulmamak şeklinde tarif edilen asalet de şükür ve sabır bineklerini doğru yerlerde kullanmakla ulaşılan bir menzildir.

Bu iki ismin ahlakına bir kıvam içinde tecelli ettiği kişiler kime, ne zaman, hangi şartlar dâhilinde fayda sağlanıp sağlanmayacağını iyi bilirler. Yanlış kişiye yardım etmek, doğru kişiyi doğru yere getirmemek basiretsizliğini göstermezler. Bir de bilirler ki bir olayın ilgili olduğu tüm taraflar için anlamı farklı farklıdır. Mesela bize şer görünen bir hasar onu onarıp ekmeğini kazanacak kişi için hayırdır. Onlar sadece kendi başlarına gelenlere değil başkaları için hangi kapıları açtıklarına da odaklanır, hadiste geçtiği üzere şerre kilit hayra anahtar olmaya gayret ederler.

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram 


28 Ocak 2022 Cuma

90- El-Mâni ism-i şerifi:


Sözlükte “mahrum etmek, vermemek, engel olmak” manasındaki men’ kökünden türemiştir. Yüce Rabbimizin isimlerinden biri olarak “kötü şeylere engel olan, hikmeti gereği dilemediği şeylerin gerçekleşmesine izin vermeyen” demektir. Esma-i hüsna üzerine çalışan âlimler bu ismi “yaratıklardan dilediğine dilediği şeyi vermeyen, istediğine de istediğini veren” şeklinde geniş çerçevede açıklamışlardır. Allah’ın lütufta bulunmayışı cimrilik değil yerli yerince muamele etmektir. Ebu Süleyman Hattâbî ise bu isme “kendilerine zarar verecek şeylere mani olmak suretiyle dostlarına yardımda bulunan” anlamını verir. Bu, doktorun hastasını kendisine dokunacak yemeklerden menetmesi gibidir. Rabbimiz dilediği zaman dostlarını, kişinin kendi nefsi de dâhil olmak üzere tüm düşmanlarından koruyup onlara gelebilecek kötülüklere engel olur. Bilindiği gibi her türlü hayra ulaşmanın iki önemli sebebi vardır. Birisi “menfaati celp” diğeri ise “mazarratı def” etmektir. Zararlardan korunmak her zaman fayda elde etmekten önce gelir. İşte Rabbimiz bu ismi ile bizleri bildiğimiz ve bilemeyeceğimiz tüm zararlardan korur. Allah Teâlâ, muhtemel zararlara mani olmamış olsa idi hiçbirimizin bugüne kadar yaşayamayacağı çok açıktır. Bu manada Gazali de Yüce Rabbimizin bu isminin, insanların dinlerinde ve bedenlerinde ortaya çıkabilecek eksiklik ve helakten korunma sebeplerini yaratarak kullarını maddi manevi her türlü tehlikeden koruduğunu söyler.

Âlimler, genellikle Mâni’ ismini karşıtı olan (ve meşhur esma-i hüsna listesinde bulunmayan) Mutî ismi ile (lutfedip veren) birlikte yorumlamışlar ve belli bir dengeyi sağlamaya yönelik dâr-nâfi‘, kâbız-bâsıt vb. isimlerde olduğu gibi birlikte ele alınmasının gereği üzerinde durmuşlardır.

Kur’an ve sünnette Mâni’ ismi

Mâni’ ismi bu kalıpta Kur’an-ı Kerim’de geçmez. Bu kökten türeyen çeşitli fiil kalıpları on altı ayette geçse de hiçbiri Rabbimizin Mâni’ ismi ile alakadar değildir. Bununla birlikte Kur’an’da Rabbimizin Mâni’ ismi ile anlam yakınlığı içinde bulunan ve O’nun dilediği zaman bir işin vukuuna engel olacağını ve O’nun rızası olmadan hiç kimsenin bu engeli kaldıramayacağını ifade eden pek çok ayet vardır. (Yunus, 10/107; İsra, 17/59; Fatır, 35/2.)

Mâni’ ismi hem İbn Mace hem de Tirmizi’nin esma-i hüsna rivayetinde yer almış (İbn Mace, Dua, 10; Tirmizi, Da‘âvât, 82.), ayrıca men’ çeşitli hadislerde isim ve fiil sîgalarıyla Allah’a nispet edilmiştir.

Mâni’ tecelli ederse

Gazali’ye göre Rabbimizin Mu’tî ismi O’nun esmasının her birinin kullarında tecelli etmesi demektir. Ona göre bize ulaşan her ne nimet varsa bu tecelli neticesindedir. Buradan yola çıkarak Mâni’ ismini de Rabbimizin, hikmeti gereği bu tecellilere engel olması olarak düşünebiliriz. Böyle bir durumla karşılaşan kula düşen, isyan etmek yerine, öncelikle duaya ve tövbeye sığınmak sonra da buradaki hikmete odaklanarak isteklerini ve planlarını yeniden gözden geçirmektir. Efendimizin (s.a.s.) buyurduğu üzere mümin her durumdan hayır kazanmasını bilerek çıkan kişidir. Bir isteğimizi elde edemediğimiz zaman bilmeliyiz ki sebebi bizce malum olmasa da olan, bizim için en hayırlısıdır. Çünkü insan çoğu zaman ısrarla istediği bir şeyin kendi lehine olup olmayacağını veya zamanının uygun olup olmadığını bilemez. Her ikram lütuf olmadığı gibi her men de kahır değildir. “Olanda hayır vardır.” sözü Rabbimizin bu ve benzeri isimlerinin kültürümüze sindirilmiş özlü bir ifadesidir.

Bu ismin tecellisi insanın kendisine zarar verecek olan şeylerden Allah tarafından korunmasıdır. Buna mukabil o da etrafında bulunan insanları, kendilerine cazip gelen zararlı şeylerden elinden geldiği kadar korumaya gayret sarf etmelidir. Bu açıdan bakınca iyiliği yaymak, kötülüğü engellemek diyebileceğimiz emri bil maruf nehyi anil münker çabaları bu ismin tecelli ettiği insanlarda daha bariz olarak ortaya çıkar. İdaremiz altında bulunan bütün insanları her türlü zarar ve yanlıştan koruma çabasında tek dikkat etmemiz gereken şey Rabbimizin bütün isimleri nasıl birbiri ile ilişki hâlinde ise bizim de kötülüğe engel olma işinde şefkat, merhamet, adalet, kerem, lütuf gibi diğer isimleri dışarıda bırakmayacak bir kemal içinde hareket etmemizdir.

Kuşeyrî’ye göre Mâni’ isminin nihai manası Cenab-ı Hakk’ın dostlarından belayı defetmesi veya dilediği kimselere nimet vermemesidir. Allah’ın, dostlarından belayı defetmesi güzel bir lütuf, dünya malı vermemesi ise ileri derecede bir iyilik sayılır. Allah dünyayı sevdiğine de sevmediğine de verir fakat dostu olmayan bir kulun kalbini aykırı davranışlardan korumaz. Korumayınca da o verilen dünya nimetleri onun için azap sebebi olur. Sufilere göre Rabbimiz dünyaya küsmeyene dünyayı küstürür ki sevdiği kulunun bütün himmet ve ilgisi kendisine olsun. Bu durumda kişinin gerçek veren ve mani olanın Allah olduğunu bilmesi, kalbini insanlarla meşgul etmemesi, onlara güvenip dayanmaması, kanaatkâr ve hoşnut bir kalple Rabbine yönelmesi gerekir. Rıza mertebesi dediğimiz bu mertebedeki insanlar işler ters gittiğinde gerçek mani olanın Allah olduğuna inanır ve bu durumu düzeltmek için çabalarken Allah’ın izin vermediği yollara sapmaz.

Aşırı korumacılık ve her isteği yerine getirip hayatta hiçbir engelle savaşmasına izin vermeden çocuk yetiştirmek ne kadar yanlışsa engellemelerin kişinin katlanabileceğinden daha ağır olup onu ezmesinin de travmatik biçimde tehlikeli olacağına dikkat çekmemiz gerekir. Esmanın tamamının tecellisi ile ortaya çıkan kemal ahlakı her türlü aşırılıktan korunmanın biricik yoludur.

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram  

27 Ocak 2022 Perşembe

88- El-Ganiyy, 89- El-Mugnî ism-i şerifleri:


Ganî kelimesi “gınâ” kökünden sıfat olup “zengin, kendi varlığıyla yetinip başkasına muhtaç olmayan, müstağni” anlamına gelir. Zıddı “fakr”dır. Gına ve istiğna malın çokluğu ile değil, yeterliliği ile gerçekleşen, tam ve eksiksiz olma durumudur. Mugnî ise Ganî olan Allah’ın dilediği kişiyi bu güçten istifade ettirerek her türlü ihtiyaçtan kurtarması demektir.

Allah, varlığı açısından başkasına muhtaç olmadığı gibi ilahlığını ve kâinatı yaratıp idare edişini dile getiren sıfatlara sahip olması ve bunları fonksiyonel kılması bakımından da bütün yaratıklardan müstağnidir. Ganiyy-i mutlak sadece O’dur. O’ndan başkasına izafe edilen bütün zenginlikler nispi ve mecazi bir nitelik taşır. Nitekim “Zenginlik fazla servete sahip olmak değildir; asıl zenginlik gönlün ihtiyaç duygusundan uzak kalabilmesidir.” (Buhari, Rikak, 15; Müslim, Zekât, 120.) mealindeki hadis de buna işaret etmektedir.

Kur’an’da Ganî ve Mugnî

Gınâ kökü Kur’an-ı Kerim’de fiil ve isim kalıplarıyla çok sayıda ayette geçer. On sekiz ayette Ganî ismi Allah için kullanılmıştır. Mugnî ise bu kalıpla Kur’an’da geçmemekle beraber Rabbimizin dilediği kuluna zenginlik ihsan ettiğini gösteren, dolayısıyla da Allah Teâlâ’nın “el-Mugnî” olduğuna delalet eden ayet-i kerimeler bulunmaktadır. (Tevbe, 9/27,74; Nur, 24/32-33; Duha, 93/8.)

Kur’an’da Ganî ismi öncelikle Rabbimizin tartışmasız mutlak zenginliğini, buna mukabil insanların her daim O’na muhtaç birer fakir olduklarını ifade eder. (Yunus, 10/68; Lokman, 31/26; Fatır, 35/15; Muhammed, 47/38.) Allah’ın bizden yapmamızı istediği mali ibadetler O’nun buna ihtiyacı olduğu için değil tam tersine bizim sağlıklı bir toplum olarak yaşayabilmemiz içindir. (Bakara, 2/263,267.) Bu ismin zikredildiği bazı ayetlerde de kullarının küfür ve isyanlarından Allah’ın asla zarar görmeyeceği gibi ibadet ve taatlarının da Allah’ın yücelik ve yetkinliğine asla yeni bir şey katmayacağı hatırlatılmıştır. (Âl-i İmran, 3/97; Nisa, 4/131; Enam, 6/133; İbrahim, 14/8; Neml, 27/40; Ankebut, 29/6; Lokman, 31/12; Zümer, 39/7; Mümtehine, 60/6; Tegabün, 64/6.) Bu nedenle cimrilik eden sadece kendine zarar vermiş olur. (Hadid, 57/24.) Son olarak Kur’an’ın bizlere, neye sahip olursa olsun kendini her şeye yeterli gören müstağnilerin mutlaka azacağını ve onların iflah olmaz bir durumda olduklarını haber verdiğini de hatırlatalım. (Alak, 96/6-8; Abese, 80/5-7; Tebbet, 111/1-2.)

Kur’an’da Ganî isminin birlikte geldiği diğer üç ismin “Hamîd”, “Halîm” ve “Kerîm” olması da gına sahibi olanların edinmesi tavsiye edilen vasıfları işaret etmesi bakımından manidardır.

Ganî ve Mugnî tecelli ederse

İnsan zenginliğin son raddesine ulaşmış olsa da muhtaç olma durumu devam ettiği için Rabbinin Ganî ve Mugnî isimlerine muhtaçtır. Zira bu yaratılışın yasasıdır. Kendini kendine yeterli gören, kendi dışında kimseden yararlanma ihtiyacı duymayan fertler, aileler, kuruluşlar, topluluklar er ya da geç geride kalıp çökmeye mahkûmdur. Ganî ismine imanın edebi, neye sahip olursa olsun insanın Allah’a muhtaç olduğunu, asla kendi kendine yetmeyeceğini ve sahip olduğu her şeyin emanet olduğunu bilmesidir. Bu bilinç insanı şımarıp küstahlaşmaktan korur. Rabbimizin güzel isimlerini şerh eden merhum Ali Osman Tatlısu bu iki ismin tecellilerinde ortaya çıkan çeşitli görünümleri şöyle yorumlar: Allah kullarının canları ve malları üzerinde dilediği gibi tasarruf etme yetkisine sahiptir. Bu tasarruflarda bazen bize acı gelen şeyler varsa da Rabbinin hikmet ve kudret sahibi bir Rabb-i Raûf olduğunu bilenler bu icraatlara gönül hoşluğu ile rıza gösterirler. Alırken bir edeple aldıkları gibi verirken de edebe riayet ederek verirler. Rabbimizin bu icraatları her kulun ayarını gösteren bir mihenktir. Kiminde teslimiyet ve sadakat, kiminde de itiraz ve şikâyet görülür. Herkes bu vesile ile boyunun ölçüsünü ve mahiyetinin aslını gösterip geçer gider. Maksat zenginlik fakirlik değil, maksat imtihanı geçmektir. Bu da Allah Teâlâ’nın münasip gördüğünü canla başla kabul etmekle olur. Maddi varlık Allah katındaki makbuliyete işaret etmediği gibi fakirlik de O’nun katında mahrumiyeti göstermez. Kur’an’dan öğrendiğimiz üzere nice güçlü ve zenginler perişan olmuş, nice kimsenin umursamadığı insan cennetin yüce mertebelerini kazanmıştır. (Sad, 38/62-63.)

Allah’ın gücü bütün insanları zengin, güçlü ve müreffeh kılmaya elbette yeter. Fakat Allah öyle dilememiş; aksine insanın ihtiyaçlarını karşılamak için mücadele etmesini, her daim bir şeylerin eksikliğini hissederek kul oluşunun idrakinden gafil olmamasını dilemiştir. Ayrıca ihtiyaç kavramı üzerinde düşünüp ihtiyaçların sonsuzluğu ve kaynakların kıtlığı yaklaşımı yerine ihtiyaçların gerçek ve üretilmiş ihtiyaçlar diye temelde ikiye ayrıldığını ve Allah’ın yeryüzünde yarattığı imkânların aslında tüm kullarına yetecek kadar zengin ve çeşitli olduğunu gördüğümüzde bu iki isim bizde tecelli etmiş demektir. İnsan kendi saygınlığını da ancak bu durumda koruyabilir. Bu mertebede olan kişi gerçek ihtiyaçlarının farkında ama onları elde etmek için gözlerini başkalarının elinde olana dikmeyen, gözü tok, gönlü zengin, verileni reddetmeyen ama kimseden de bir şey beklemeyen insandır.

Esmayıhüsna şarihleri, Muğnî isminin tecellisi olarak Allah’ın insanların maddi ve manevi ihtiyaçlarını karşıladığına vurgu yaparlar. Maddi açıdan tatmin, yoksulluğunu giderecek kadar servet sahibi yaparak onu başkasına yardım edebilir hâle getirmek suretiyle olabileceği gibi kanaat duygusu lütfetmesi sayesinde gönül zenginliğiyle de gerçekleşebilir. Manevi tatmin ise kişiyi güzel davranışlara sevk edip onu Hakk’ın rızasına yöneltmekle olur. Kuşeyrî de asıl zenginliğin bundan ibaret olduğunu söyler. Zira insanların hâl sahibinin himmetine olan ihtiyacı mal sahibinin lokmasına olan ihtiyacından fazladır.

Sufilere göre sıradan insanın zenginliği ihtiyaçlarını karşılayacak mala sahip olup onunla kanaat etmesi, insan-ı kâmilin zenginliği ise Hakk’ın rızasına erdiği ve mahlûkattan beklentisini kestiği zamandır. Zira Hak ile zengin olan zenginler zenginidir.

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram  

26 Ocak 2022 Çarşamba

87- El-Câmi ism-i şerifi:


Cem’ kökünden türeyen Câmi’ sözlükte “toplayan, bir araya getiren, buluşturup birleştiren” anlamlarına gelir. Birbirinden farklı unsurları bir araya getirerek varlıkları yaratan Yüce Rabbimiz günü gelince dağılıp gidecek olan insan bedenini ahirette bir araya getirmek suretiyle yeniden canlandırarak hesaba çekecek, aralarındaki davaları çözmek için bir araya getirecek ve sonunda da iyileri cennette, kötüleri cehennemde cemedecektir. Buna ilaveten âlimlerimiz bu ismin Allah Teâlâ’nın bütün erdem ve övgüleri en mükemmel düzeyde kendi zatında bir araya topladığını ifade ettiğini de söylemişlerdir. (Fatır, 35/10.)

Bu isim dağınıklık, parçalanmışlık ve düzensizliğin zıddıdır. Bir amaç etrafında buluşturan, ilişkilendiren, kavuşturan, bütünlüğü koruyan, kaosa müsaade etmeyen demektir. Allah Teâlâ birbirine benzeyen şeyleri bir araya getirip topladığı gibi birbirinden ayrı unsurları da bir araya getirmekte, onların iç içe birlikte yaşayacakları düzeni kurmaktadır. Bu ilahi terkibin nasıl gerçekleştiğini anlayabilmek için kâinattaki bütün birleşimleri ve etkileşimleri bilmek gerekir. Bütün bunları yapanın varlıkları en ince noktalarına kadar bildiğinde, yaptığı her işi bilinçli bir hikmetle yaptığında ve tasarladığını hayata geçirecek kudrete malik olduğunda zerre kadar kuşku yoktur. Şüphe yok ki tabiat bilimleri alanında kaydedilen ilerlemeler evrenin tanınmasına, dolayısıyla Câmi’ isminin sırlarının peyderpey açılmasına yardımcı olacaktır.

Müminlerin bir araya toplandığı gün olan cuma gününün de aynı kökten gelmesi ve “toplanma günü” anlamında olması bu açıdan manidardır. Cemaat kelimesinde de cuma kelimesinde de dikkatimizi çeken belli bir amaç uğruna bir araya gelmektir. Bu açıdan baktığımızda gönülleri ve yolları birleştiren niyetlerin birliğidir.

Kur’an’da Câmi’

Kur’an-ı Kerim’de yirmiyi aşkın ayette yer alan cem’ kavramı daha çok Rabbimizin kıyamet günündeki cem’ fiilini ifade etmektedir. (Âl-i İmran, 3/9; Enam, 6/22; Yunus, 10/28; Kehf, 18/99; Yasin, 36/53.) Bu sebeple Kur’an-ı Kerim’de ahiretten “toplanma günü” (yevmü’l-cem’) diye de söz edilmiştir. (Şura, 42/7; Tegabün, 64/9.) Bazı ayet ve hadislerde ise bu ismin O’nun dünya hayatıyla ilgili toplama ve düzenleme fiillerine işaret edilir.

Rabbimiz Kur’an’da yüce kitabını Allah’tan kullarına uzatılan bir ipe benzetmiş ve bu ipe topluca yapışmamızı emretmiş (Âl-i İmran, 3/103.), bizlere içinde bulunduğumuz topluluğun nelerle meşgul olduğuna dikkat etmemizi ve haddini aşarak Allah’a karşı kasti hata yapanlarla beraber bulunmamamızı emretmiştir. Zira O’nun bildirdiğine göre bu işleri yapanlar ahirette bir araya getirilecektir ve o günde, o işleri yapanlarla bir arada olmak istemeyenler bugünden ayrılmalıdır. (Nisa, 4/140.) Herkesin bir istikameti vardır. Mümin olan kendine hedef olarak hayırları seçer. Çünkü hangi işle meşgul isek o işle meşgul olanlarla bir arada diriltileceğiz. (Bakara, 2/148.) Yine müminler, bir iş için bir araya geldiklerinde gerçek bir mazeretleri olmadan orayı terk edip birliği bozmazlar. (Nur, 24/62.) İnsan bu dünyada günah yolunda kimlerin peşinden gittiyse ahirette onlarla bir araya gelecek ve karşılıklı lanetleşecektir. (Araf, 7/38; İbrahim, 14/21.)

Câmi’ tecelli ederse

Rabbimizin bu ismi inançlarımızda, düşüncelerimizde, iç dünyamızda ve günlük hayatımızda, oradan da tüm toplumla ilişkilerimize kadar çok kapsamlı bir alanda tecelli eder. Öncelikle Allah’ın isimlerinin tamamına iman etmek bu ismin tecelli etmesi için şart olduğu gibi Allah ile peygamberlerinin arasını ayırmamak, Yaratan’a nasıl iman ediyorsa O’nun gönderdiği elçilere ve onların getirdiği mesajlara da aynı şekilde inanç ve bağlılık göstermek Câmi’ isminin inanç boyutundaki tecellisidir. Bu ismin tecelli ettiği kişinin düşünce ve duygularında dağınıklık ve tutarsızlık olmaz. İç dünyası böyle olduğu gibi davranışlarında ve işlerinde de tutarsızlık ve dağınıklık görünmez. Bütün işlerini hedefine yönelik bir biçimde birbirini destekleyecek şekilde organize etmeye dikkat eder.

Gazali’ye göre bu ismin tecelli ettiği kişiler basiret ve sabrı kişiliklerinde cem etmiş, hem görüşleri isabetli hem de o görüş doğrultusunda kararlılıkla yürüyen kişilerdir. Çok yönlüdürler. Şahsiyetlerindeki bu zenginlik insanların onda kendilerinden bir şeyler görme ihtimalini artırarak mihver kişilik olmalarını sağlar.

Nerede bir düzen ve sistem varsa orada bu ismin tecellisi vardır. Hatta insanlar arası ilişkilerde görülen sevgi, bağlılık ve beraberlikler dahi bu ismin tecellisi iledir. (Enfal, 8/63.) İnsan türünün fertleri arasında eş, ebeveyn, evlat, kardeş, meslektaş, arkadaş gibi bağlılıklar ihsan etmek suretiyle aralarında mevcut olan kalbî bağlılık, Câmi’ isminin tecellileriyle gerçekleşen ilahi lütuftan başka bir şey değildir. Allah Teâlâ farklı farklı kimliklerde yaratmış olmasına rağmen iç dünyalarına bir arada yaşama becerisi ve isteği koyduğu insanları, tanışmaya, kaynaşmaya, birbirlerini sevmeye ve ortak hareket etmeye teşvik etmektedir. Bu ismin tecelli ettiği kişiler insanları toplayıcı, ilişkileri koruyucu ve bağları onarıcı özelliklere sahiptirler. İnsanları bir hedef etrafında toplayabilme ve aralarında çıkan sorunları büyümeden çözme kabiliyetleri yüksektir.

Bu ismin bizi davet ettiği bütünleşme ve cemaat olma çağrısına karşın insan nefsi ayrışma, bölünme ve biricik olma temayülündedir. Aslında birey olmadan cemaat olunmaz ise de bireysellikte takılıp kalmak da nefsin azgınlığının neticesidir. Her daim kendi çıkarını öncelemek, bu uğurda aile/millet vesaire topluluğun bölünüp parçalanmasına aldırmamak bu azgın nefsin son mertebesidir.

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram 

 

25 Ocak 2022 Salı

86- El-Muksit ism-i şerifi:


Sözlükte “hisse, ölçü, insaflı olma, adalet, adaletli pay” gibi anlamlar ifade eden kıst kökünden türemiş bir sıfat olan el-Muksıt “adaletli, herkese payını adil bir şekilde veren” demektir. Türkçede aynı kökten gelen “kıstas” kelimesi ölçü ve kriter anlamında kullanılır. el-Muksıt ismi, Rabbimizin hiçbir işinin rastgele olmadığını; olup biten her şeyin bir ölçüt ve hakkaniyet çerçevesinde sürdürüldüğünü ifade eder.

Baştan beri okuduğumuz bütün ilahi isimlerden biliyoruz ki Yüce Rabbimizin isimlerinin her biri diğerini destekleyen bir bütündür. O, her işini ölçülü bir denge içinde ve liyakate göre yapar. Zerre kadar haksızlık etmez, zerre kadar da olsa hiçbir iyiliği karşılıksız bırakmaz. İnce ayarın, hassas ölçünün adı olan el-Muksıt ismi, O’nun mazluma acıyıp onu zalimin elinden kurtarırken ölçüyü aşarak zalime de haksızlık etmediğini, bu düğümü iki tarafın hayrına olacak şekilde çözdüğünü ifade eder. Bu durum adalet ve ihsanın en üst derecesidir. Bunu ancak ölçü ve insafa uyma konusunda ayarı hiç şaşmayan, etki altında kalmayan, her şeye muktedir, yüceler yücesi Rabbimiz yapabilir.

Kur’an’da El-Muksıt

El-Muksıt ismi -bu kalıpla- Kur’an’da Allah’a nisbet edilmemekle birlikte “kıst” kavramı Rabbimizi anlatan onbeş kadar ayette çeşitli kalıplarda kullanılmıştır. Kıst, bu ayetlerin tamamında “adalet” manasına gelmekte veya ona yakın anlamlar ifade etmektedir. Bu ayetlerin bir kısmında ahirette Allah’ın insanlara adaletle (bi’l-kıst) muamele edeceği bildirilir. (Yunus, 10/4, 47; Enbiya, 21/47.) Kâinatı yaratan ve yöneten mutlak kudret ve hikmet sahibi varlığın birliğine bizzat Allah’ın, meleklerin ve ilim erbabının şehadet ettiğini ifade eden ayette yer alan “adaleti ayakta tutan” (kâimen bi’l-kıst) nitelemesinin (Âl-i İmran, 3/18.) Allah’a raci olduğu müfessirlerin büyük çoğunluğu tarafından kabul edilmektedir. Maide suresinde (Maide, 5/8.) İslam’ın temel ahlak ve hukuk ilkelerinden biri şöylece beyan edilmektedir: “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin sizi adaletsiz davranmaya itmesin. Adaletli olun; bu takvaya daha uygundur. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” Benzer bir ilkeyi ortaya koyan Nisa suresinin 135. ayetinde yine müminlere hitap edilerek kendilerinin veya ana babalarıyla akrabalarının aleyhine bile olsa adaletten asla sapmamaları, Allah için şahitlik etmeleri, bu konuda zengin fakir ayrımı yapmamaları, duygularına uyup adaletten ayrılmamaları emredilmektedir. Bu ayette kıst kelimesiyle adl kökünden bir fiilin aynı bağlamda kullanılması iki kelime arasındaki anlam birliğini göstermektedir.

Kıst kelimesi bir ayette, iman edip faydalı işler yapanların adaletle mükâfatlandırılacağının bildirilmesi bağlamında zat-ı ilahiyyeye nispet edilmiş (Yunus, 10/4.), iki ayette de ahirette insanlar arasında hakkaniyetle hükmedileceği beyan edilirken kıst kavramı dolaylı olarak Allah’a izafe edilmiştir. (Yunus, 10/47, 54.)

Aynı muhteva diğer bir ayette, “Biz kıyamet gününde doğru ve hassas teraziler kurarız, artık kimse en küçük bir haksızlığa uğratılmaz.” şeklinde ifade edilmiştir. (Enbiya, 21/47.) Bazı ayetlerde kıst kelimesi mizanla birlikte “tartıyı adaletle yapmak” anlamında geçmektedir. (Enam, 6/152; Hud, 11/85; Rahman, 55/9.) Bunlardan başka borçlanmalarda küçük büyük her şeyin kayıt altına alınmasının gerektiğini (Bakara, 2/282.) ve Allah’ın adaleti emrettiğini bildiren ayetlerde de (Araf, 7/29.) O’na yönelik bir muhteva taşımaktadır.


Ebu Mansur el-Maturidi, ahiret hayatının mevcudiyetinin hikmetlerinden birinin Allah’ın iman ve salih amel sahiplerine adl ile karşılık vermesinden ibaret olduğunu beyan eden ayetin tefsirinde (Yunus, 10/4.) kıst kavramını şöyle açıklar: Allah dünyada ayrım yapmadan dostunu da düşmanını da rızıklandırmış, buna karşılık hiç kimsenin fizik yapısında dost veya düşman olduğunu gösteren bir alamet yaratmamıştır. Ahirette ise dost ile düşman ayrı muamelelere tabi tutulacak, el-Muksıt isminin tecellisi olarak dostlar hak ettiklerinin fazlasıyla mükâfatlandırılırken düşmanlar sadece yaptıklarının karşılığında cezaya çarptırılacaktır; ayrıca Allah’ın dostları ve düşmanları bu durumlarını gösteren alametler taşıyacaklardır.

El-Muksıt tecelli ettiğinde

Ebu Abdullah el-Halîmî, el-Muksıt ismine “kullarına kendi zatından adalet duygusu lütfeden” veya “kullarından her birine kendi fazlından pay ayıran” anlamını vermiştir. Esmayıhüsnayı mistik yaklaşımlarla da yorumlayan Gazzali muksıta “mazlumun hakkını zalimden alan” manasını vermiş, bunun en mükemmel şeklinin ise mazlumun yanında zalimin rızasını elde etmek suretiyle gerçekleştiğini söylemiş ancak böyle bir şeye sadece Allah’ın muktedir olduğunu belirtmiştir. Gazzâlî kulun muksıt isminden edinebileceği nasibi de şöyle açıklamıştır: “Önce mazlumun kendisinde bulunan hakkını vermek, ardından başkasında olan hakkını alıp ona teslim etmek ve nefsi için başkasından intikam almamak.”

Rabbimizin her yaptığının bir ölçü ve nizam dahilinde olduğunu bilmek bize müthiş bir güven duygusu verir. Buradan da teslimiyet ve rıza doğar ki içsel barışın olmazsa olmaz şartıdır.

İnsanları idare etme mevkiinde olanların bu isimden çıkaracağı ilke bir nizam içinde herkesten istifade edebilmeyi başarmaktır. Yanlış yapanı küstürmeden hatasını düzeltmesini sağlamak, böylece hiç kimseyi kaybetmemek; birini bir mevkiye getireceği zaman da bunu bir ölçütle ve hakkaniyetle yapmaktır. Bu da ancak el-Muksıt isminin tecelli ettiği yüksek vicdan ve hassas ölçüt sahiplerinin başarabileceği bir seviyedir.

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram   

24 Ocak 2022 Pazartesi

85- Zül-Celâli vel ikrâm ism-i şerifi:


Celal, sözlükte “azamet sahibi ve yüce olmak” anlamındadır. İkram ise “cömert, merhametli, asil ve şerefli olmak” manasına gelir. Yüce Rabbimiz bu iki is­min başına “sahip” anlamında­ki “zû” ekini getirerek bir terkip yapmış ve bu terkiple kendisini “azamet ve kerem sahibi” ola­rak nitelemiştir.

Ragıb el-İsfahani “celal” keli­mesinin yüceliğin doruk nok­tasını teşkil ettiğini, bu sebeple Allah’tan başkası için kullanıl­madığını söyler. Bu sıfat, bü­yüklük alameti olan ne kadar kemalat varsa hepsinin Allah’a mahsus olduğunu gösterir. O’na ait olmayan bir kemal düşünü­lemeyeceği gibi hiçbir nimet ve şeref de O’ndan gayrisinden gelemez. Mahlûkattaki gözlem­lediğimiz ne kadar mükemmel­lik varsa hepsi O’nun kemâlinin zayıf bir gölgesi ve işaretidir.

Allah Teâlâ aynı zamanda bü­yük bir fazl-ı kerem sahibidir de. Rabbimizin nimetlerinin ulaş­madığı hiçbir varlık düşünüle­mez. Yalnız dilciler, in’am (nimet verme) ile ikram arasında fark olduğunu söylerler. Onlara göre Yüce Allah’ın in’amı tüm var­lıklara ulaşan her anlamdaki nimetleri ifade ettiği hâlde ik­ramın sadece değer verilen, saygı ve sevgi duyulan kişiler için söz konusu olduğunu söy­lemişlerdir. Çünkü ikramda kerim kılma ve onurlandırma anlamı vardır.

Sonuçta “zül celâli ve’l ikrâm” ismi Rabbimizin celal ve cemal yönlerini aynı anda ifade et­mesiyle, bizlere O’ndan sırf şer olan bir şeyin sadır olmayacağı­nı öğrettiği gibi her daim korku ile ümit arasında bir denge üze­rinde yaşamaya da işaret eder.

Kur’an’da zü’l-celâli ve’l-ikrâm

Bu isim Kur’an’da sadece Rah­man suresinde iki yerde (27 ve 78. ayetler) geçer. Rahman suresi baştan sona Rabbimizin nimetlerinin sayıldığı ve yara­tılıştaki muhteşem gücün an­latıldığı bir suredir. Baştan 25. ayetin sonuna kadar kâinatın ve insanın yaratılışı çok etki­leyici bir üslupla anlatıldıktan sonra 26. ayette bütün bu ya­ratılmışların fani olup bir gün yok olacakları söylenir. Akabin­de gelen 27. ayette ise her şey yok olduktan sonra baki olacak olanın sadece ve sadece “zül celâli ve’l ikrâm” olan yüceler yücesi Rabbimizin zatı olacağı hatırlatılır. Bu ayetlerin akışın­da ve sözün buraya gelişinde Yüce Allah’ın hem azameti hem lütufları iliklerimize kadar his­sedilir. Ardından Yüce Allah’ın zatı hakkında birkaç noktaya temas edilip kıyamet safahatı­na geçilir. Diriliş ve hesap gü­nünün zorlukları, günahkârla­rın yaşayacağı sıkıntılar, takva sahiplerinin ulaşacağı nimetler anlatıldıktan sonra sure bütün bunları gerçekleştirecek ola­nın hatırlatılmasıyla son bulur: “Büyüklük ve ikram sahibi Rab­binin adı yücelerden yücedir.” Bu ismin sadece yaratılış, kıya­met ve dirilişten bahseden bu surede geçmiş olması celalin ifade ettiği azametin bütün bu sayılanlara güç yetirmeyi ve ik­ramın ifade ettiği nimetlerin de bunları lütfedeni işaret etmesi sebebiyle olsa gerektir.

Celal ve kerem sahibi Rabbin kullarına düşen

İbn Arabi’ye göre bütün varlık­lar ilahi isimlerin çeşitli terkip ve düzeydeki tecellileri ile varlık meydanındaki yerlerini almış­lardır. Ona göre varlıkların ilahi ilimdeki taslakları diyebilece­ğimiz a’yanı sabitelerine feyzi mukaddes denilen bir tecelli ile akseden ilahi isimler onlara hayat vermiş, böylece her bir mahlûk tasarım aşamasından yaratım aşamasına geçmiştir. Bu süreçte bahsi geçen “tecel­li” nitelemesi celal ile aynı kök­ten gelir ve bizlere yaratmanın büyük bir azamet gerektiren bir iş olduğunu gösterir. Bu ismin ikram ile bir terkibe sokularak Kur’an’da sadece varlığın tüm aşamalarını konu edinen bir surede geçmesi ise yokluktan varlığa geçişle varlık sürecinde yaşananların bir sonuca bağ­lanmasının ikramı esas alan bir kudretle mümkün oluşuna işaret eder. Bu açıdan baktığı­mızda Kur’an’da kimlerin ikra­ma mazhar (mükerrem) olduğu söyleniyorsa onlar bu ilahi te­celliye mazhar oldukları tescillenmiş kimselerdir.

Bir taraftan Rabbimizin son­suz azametini, diğer taraftan da sınırsız ikram ve cömertliği­ni ifade eden bu terkip O’ndan başkasını gereğinden çok bü­yütmemek, yalnızca O’na kulluk etmek ve ne bekliyorsa O’ndan beklemek hususlarında açık uyarılar taşır. Bu tevhit makamı­dır ve bunu başarmak büyük bir mertebedir. İnsanlardan hiçbir şey beklemeyen, her ihtiyacı için Allah’tan başka bir merci bilmeyen bir kalbin ne kimse­den bir pervası olur, ne de bir umduğu... Sufilerin deyişiyle bu adamın ayağına altın dökmek­le başına kılıç tutmak birdir. Bu düzeye erişmiş kişiler ger­çek manada hür ve asildirler. İnsanlarla ilişkilerinde çeşitli hesaplar güdenlerin bu asalet ve şerefe ulaşmaları mümkün değildir.

Son olarak bu iki vasfın bir ter­kip içinde gelmesi bizlere, aza­met ve heybet sahibi, saygınlık uyandıran birinden gelmeyen ikramların nasıl değerini kay­bedeceğini ve o kişinin sıradan bir vazifesi gibi algılanacağını; ikram ve lütuf içermeyen, mu­hatabını ezen bir azamet ve heybetin ise saygınlık uyandır­mayacağını hatırlatalım. Hey­betli bir makamdan gelen ik­ramlar bize onur kazandırırken, heybet ve saygınlık içermeyen bir mevkiden gelen ikramlar muhatabının gözünde lütuf ve iyilik olmaktan çıkıp vazifeye dönüşür.

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram    

23 Ocak 2022 Pazar

84- Mâlik-ül Mülk:


Sözlükte “güç yetirmek, hâkimiyet kurmak, sahip olmak, tasarrufta bulunmak” manasındaki mülk (melk, milk) mastarı Kur’an’da isim olarak “duyular âlemindeki bütün cisimleri kuşatan varlık alanı ve bunlar üzerindeki hükümranlık” anlamında kullanılır. Sözlükte “mâlik ve sahip olmak, elinin altında bulundurup tek başına tasarruf etmek” manasındaki mülk (melk, milk) kökünden türemiş bir sıfat olan melik “görünen ve görünmeyen âlemlerin sahibi” demektir. Râgıb el-İsfahani, melik isminde akıl sahibi canlılara emir ve yasaklarıyla hükmetme manası bulunduğuna dikkat çeker ve “insanların meliki” (Nas, 114/2.) denmesine karşılık “nesnelerin meliki” vb. bir ifadenin kullanılamayacağını söyler (Müfredat, “mlk” md.). Esmayıhüsna listesi içindeki mâlik Âl-i İmran suresinde (3/26.) “mâlikü’l-mülk” terkibiyle yer almakta ve daha çok dünya hayatıyla ilgili hükümranlığın zat-ı ilahiyyeye has olduğunu ifade etmektedir. Fatiha suresinde geçen “mâliki yevmi’d-dîn” terkibindeki mâlik ise ebedî hayatın hükümranlığını Allah’a izafe etmektedir.

Esma-i hüsna müellifleriyle kelâm ve tefsir âlimleri melik ve mâlik isimlerinin manalarını “görünen ve görünmeyen âlemlere, dünya ve ahiret hayatındaki her şeye gerçek anlamda ve hiçbir şartla mukayyet olmayarak hâkim ve kâdir olup dilediği gibi tasarrufta bulunma” noktasında yoğunlaştırmışlardır. Matürîdî mutlak manada mâlik kavramının sadece Allah’a nispet edilebileceğini, insanlar için “falan şeyin mâliki” şeklinde kayıt koymanın gerektiğini kaydeder.

Allah Teâlâ mülkün hem sahibi, hem hükümdarıdır. Mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Hiçbir kimsenin O’nun bu tasarrufuna itiraz ve tenkide hakkı yoktur... Dilediğine verir, dilediğinden alır. Mülkünde hiçbir ortağa ve yardımcıya ihtiyacı yoktur. Hac ibadetinin ifası sırasında tekrarlanan, “Hamd sanadır, nimet senin, mülk senindir.” mealindeki cümleyi de içeren “lebbeyk” niyazı bir şeyin sahibi, o şeyin tamamı üzerinde söz söyleme ve tasarrufta bulunma hak ve gücüne sahiptir. Bir mülkün sahibinin mevcudiyeti o mülkün hayatiyetinin temel şartıdır. Aksi takdirde mülk kapanın elinde kalır.

Kur’an’da Mülk

Kur’an; sıfat, mastar ve fiil şekilleriyle hükümranlığı Allah’a tahsis etmeye büyük önem vermiştir. Başından sonuna kadar, O’nun bu vasfını hatırlatmıştır. 67. suresi Mülk suresi diye anılan Kur’an’da mülk kelimesi otuz iki yerde Allah’a nispet edilir. Birçok ayette göklerin ve yerin ve onların arasında bulunan her şeyin yani bütünüyle tabiat mülkünün Allah’a ait olduğu vurgulanır. (Bakara, 2/107; Âl-i İmran, 3/189; Maide, 5/17-18, 40, 120; Hadid, 57/2, 5; Büruc, 85/9.) Ayrıca mülkte Allah’a ortaklığın söz konusu olmadığı (İsra, 17/111; Furkan, 25/2.), Cenab-ı Hakk’ın bütün mülkün sahibi bulunduğu ve onu dilediğine verip dilediğinden aldığı (Âl-i İmran, 3/26.) belirtilir.

Öte yandan Kur’an’da önceki peygamberlere ve bazı şahsiyetlere “hükümranlık ve saltanat” anlamında mülk verildiği açıklanmıştır. Hz. İbrahim’in soyuna (Nisa, 4/54.), Hz. Yusuf’a (Yusuf, 12/101.), Davud’a (Bakara, 2/251; Sad, 38/20.), Süleyman’a (Bakara, 2/102; Sad, 38/35.), Nemrut’a (Bakara, 2/258.), Firavun’a (Zuhruf, 43/51.) ve Calut’la savaşmak üzere İsrailoğulları’ndan Talut’a (Bakara, 2/247.) mülk verildiği belirtilmektedir. Bazı ayetlerde sonsuz mülkü elde edeceklerini söyleyerek şeytanın Âdem ve Havva’yı yasak ağaçtan yemeleri için kandırdığı zikredilir. (Taha, 20/120-121.)

Ayrıca ahiret hayatındaki cennet tasvirleri yapılırken orada hangi taraftan bakılırsa bakılsın çok sayıda nimet ve büyük bir mülkün (ihtişam) görüleceği belirtilir. (İnsan, 76/20.)

Müfessirler ayetlerde geçen “göklerin ve yerin mülkü” sözünün Allah’ın varlıklar üzerindeki hâkimiyetinin kuşatıcılığına ve bunun bütün kâinatı içine aldığına işaret ettiği konusunda müttefiktir. Mülkün yerle ve göklerle bağlantılı kılınması daha çok insan bilgisinin onlarla sınırlı olması sebebiyledir. Aslında Cenab-ı Hakk’ın varlık âlemi üzerindeki hâkimiyet ve tasarrufu sonsuz olup her şeyi kapsamaktadır. (Âl-i İmran, 26-27.) Kur’an-ı Kerim’de Allah’a nispet edilen mülk, melekût, melik, melîk ve mâlik kelimeleri çeşitli hadis rivayetlerinde de görülmektedir.

Malik tecelli ederse

Allah gerek hükümranlık gerekse servet şeklinde mülkünden insanlara da vermiştir ancak onların mülk üzerindeki hâkimiyetleri asli olmayıp dolaylı, sınırlı ve geçicidir. Kur’an bu gerçeğin kıyametin koptuğu gün ortaya çıkacağını haber vermektedir: “Bugün mülk (hükümranlık) kimindir? Tek olan, her şeyi kudret ve hâkimiyeti altında tutan Allah’ındır.” (Mümin, 40/16.) Kulun ülkesi, mülkü ise her şeyden önce bedenidir. O, gerek kalbine gerekse diğer azalarına söz geçirebilirse, kendisine verilen kudret nispetinde, kendi ülkesinin sahibi olur. Kuşeyrî, Allah’ın yegâne mâlik olduğu bilincine ulaşan kimsenin herhangi bir mahlûka boyun eğmeyeceğini söyler; çünkü O’nun kudret ve malikiyetinin mahiyetine vâkıf olmak kişiyi başkasına değil sadece O’na yönelip yaklaşmaya sevk eder. Gazali de melikle ganî ismi arasında bağlantı kurar ve ganîyi “hiçbir şeye muhtaç olmayan”, meliki ise ayrıca “her şey kendisine muhtaç olan” diye manalandırır.

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram 

22 Ocak 2022 Cumartesi

83- Er-Raûf ism-i şerifi

Sözlükte “şefkat ve merhamet etmek” manasındaki re’fet kökünden türeyen raûf kelimesi Yüce Rabbimizin ismi olarak “ileri derecede şefkatli ve merhametli” manasına gelir. Bu ismin bir tecellisi olarak, Rabbimizin bizleri güç yetiremeyeceğimiz şeylerden muaf tuttuğu ve örnek olarak da yolcu ve hastalara tanınan bazı ruhsatları gösterilir. Kullarına karşı hadsiz bir şefkat duyan Yüce Allah, kullarının kapasitesini dikkate alır, onlara kaldıramayacakları ibadetler ve sorumluluklar yüklemez. Yaşlılık, hastalık ve zayıflık gibi hâllerde onları birçok mükellefiyetten muaf tutar. Hata ettikleri zaman hemen cezalandırmaz, tövbe edip hâllerini düzeltmeleri için fırsat tanır. İnsanların sınırlı ve az miktardaki ibadetlerine karşın onlara sınırsız mükâfatlar verir.

Kur’an-ı Kerim’de Raûf

Kur’an-ı Kerim’de iki ayette re’fet, on bir ayette raûf kelimesi geçmektedir. Bu ayetlerden biri olan Tevbe suresi 128. ayette bu isim Rahîm ismi ile birlikte Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sıfatı olarak kullanılmıştır: “Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, müminlere karşı da çok şefkatli ve merhametlidir.”

Elmalılı bu ayetin tefsirinde şöyle der: “Sizin sıkılmanız ona ağır gelir, gücüne gider. Yani, azap görmeniz şöyle dursun, bir takım zahmete, sıkıntıya uğramanız bile onu üzer, son derece rahatsız eder. Üzerinize toz kondurmak istemediği gibi sizi mutluluğun zirvesine eriştirmek, selamete çıkarmak, cennete ve rıdvana kavuşturmak için bütün hırsıyla ve var gücüyle uğraşır. Üstelik onun merhameti yalnızca Kureyş’e, Arap’a, şu veya bu kavme değil, hangi kavimden olursa olsun bütün müminleredir ki o raûftur. Re’feti çok fazladır, yani gayet ince bir şefkati ve derin bir merhameti vardır. Rahîmdir. Fıtraten, doğuştan, yaratılıştan, Allah tarafından pek ziyade merhametlidir. Günahkârlara bile acır. İşte bütün bunlardan dolayı ey insanlar, Kur’an’da söz konusu olan mükellefiyetler, emirler, yasaklar, ikazlar ve itaplar, ağırınıza gitmemeli, gönlünüzü incitmemelidir. Bütün bunlar küfür ve nifakın zararlarına ve uğursuzluklarına karşı genellikle müminlere gayet büyük bir sevgi ve şefkatin tecellileridir.”

Geriye kalan on ayetin ikisinde Raûf ismi tek başına kullanılmakta (Bakara, 2/207; Âl-i İmran, 3/30), diğerlerinde ise Rahîm ismi ile birlikte gelmektedir. (Bakara, 2/143; Tevbe, 9/117, 128; Nahl, 16/7, 47; Hac, 22/65; Nur, 24/20; Hadid, 57/9; Haşr, 59/10.) Bu ayetlerin bir kısmında Rabbimizin yaratılışta bizler için hazırladığı nimetlerin sayılmış olması O’nun şefkatinin nimetleri ile tecelli ettiğini gösterir. Hatta O’nun biz kullarını bu nimetler vasıtası ile yaptığı imtihan dahi iyiliklere kat kat mükâfat, kötülüğe ise

affedilmediği takdirde sadece misliyle mukabele suretiyle şefkat içermektedir.

Raûf tecelli ederse

Yüce Allah’ın insanlara duyduğu şefkatin en büyük tecellisi bir hayat kılavuzu olmak üzere kitap indirmiş olmasıdır. (Hadid, 57/9.) Bu manada Kur’an Rabbimizin bizlere duyduğu şefkat neticesi bizi kendi hâlimize terk etmediğinin göstergesidir. Bu ilahi rehberliğe rağmen doğru yoldan sapan insan eğer hatasının farkına varır ve ciddi bir pişmanlıkla tekrar geri dönerse Raûf olan Allah onun bu yönelişini de kabul etmeye hazırdır. (Tevbe, 9/117.) Bu anlamda tövbe etmenin ilham edilmesi ve tövbelerin kabulü de ilahi şefkatin tezahürüdür.

Re’fetin tecelli ettiği insana yakışan da kendisine yönelik hatalarda aynı yolu izlemesidir. Şefkat, büyüklerden beklenen bir davranıştır; küçüğün büyüğe şefkatinden söz edilmez. Dolayısıyla bu isimle ahlaklanması beklenen kişiler güçlü, varlıklı, makam sahibi insanlardır. Bir liderin başarısı insan biriktirmesine, o da etrafındakilere müşfik davranmasına bağlıdır. (Âl-i İmran, 3/159.) Dünyada kendisine böyle bir güç verilmiş insanlar, Rablerinin şefkatine duydukları ihtiyacı hiç unutmadan ve istismar edilmek, ciddiye alınmamak gibi vesveselere kapılmadan, herkese müşfik davranmakla mükelleftirler. Bu vesveseler Raûf isminin tecellilerinin unutulduğu bir çağda yaşıyor olmamızdandır. Kur’an’da öğütlendiği şekilde öfkeyi yutmak (Âl-i İmran, 3/134-135.), affedici olmak (Nur, 24/22.) ve kötülüğe iyilikle karşılık vermek (Fussilet, 41/34.) gibi davranışların önemsenmediği bir dünyada koşulsuz şefkatin bize nasıl döneceğinin örneklerini bile bulmakta zorluk çekiyoruz. Oysa kötülük yaptığı birinden tamamen bilinçli bir şekilde şefkat ve merhamet görmenin insanı nasıl dönüştüreceği Fussilet suresi 34. ayette açıkça ifade edilmiştir.

Rabbimizin bu ismine iman eden bir Müslüman Allah’tan gelen hiç bir şeyin O’nun şefkatinden hali olmadığını da bilir. İşte bu nedenle bazen bir musibet, bizi içinde bulunduğumuz gafletten uyandırır; gittiğimiz yolda tökezleterek doğru yola girmemizi sağlar. Bütün bunlar Rabbimizin sonsuz şefkat ve merhametinin bir eseri olarak bizi terk etmediğini gösterir. Gerçi kişinin kendisine rağmen ona iyilik yapmak mümkün değilse de kalbimizdeki şefkat onu kendi hâline terk etmeye elvermez. Bu ismin üç ayette Rab isminin sıfatı olarak gelmesi de eğitim ve terbiyenin şefkati içkin olması gerektiğini veciz bir şekilde ifade eder. (Nahl, 16/7,47; Haşr, 59/10.)

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram  

20 Ocak 2022 Perşembe

Kul Hakkı


Cenâb-ı Hak buyuruyor:
Bismillahirrahmanirrahim

"Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin. Kendiniz bilip dururken, insanların mallarından bir kısmını haram yollardan yemeniz için o malları hakimlere (idarecilere veya mahkeme hakimlerine) vermeyin." (Bakara, 188)

Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:

“Ey insanlar! Kimin üzerine geçmiş bir hak varsa onu hemen ödesin, dünyada rezil rüsvâ olurum diye düşünmesin! İyi biliniz ki, dünya rüsvâlığı, âhirettekinin yanında pek hafif kalır.” (İbn-i Esîr, el-Kâmil, II, 319)

Kul hakkı irtikâbı insanın mâneviyâtı üzerinde menfî bir tesir icrâ eder ve çok ağır bir haramdır.

İnsanların hâlis ve sâlih ameller işlemeye muvaffak olamamalarının başlıca sebebi; harama, şüpheli şeylere ve kul hakkına yeterince dikkat etmemeleridir. İbâdetlerde huzur ve huşû hâlinde bulunabilmek, zevkle ve gözyaşı dökerek Allâh’ın emirlerini îfâ edebilmek; ancak kul hakkından sakınarak titiz bir takvâ hayâtı yaşamaya bağlıdır.

Rasûlullah (sav) Efendimiz’in, bizim kul hakkı husûsundaki hassâsiyetimizi artırmamız için buyurmuş olduğu şu sözler, ne kadar ibretli bir tâlimattır:

“Nihâyet ben de bir insanım! Aranızdan bazı kimselerin hakları bana geçmiş olabilir. Kimin malından sehven (bilmeyerek) bir şey almışsam, işte malım gelsin alsın! İyi biliniz ki, benim katımda en sevimli olanınız, varsa hakkını benden alan veya hakkını bana helâl eden kişidir. Zira Rabbime, ancak bu sâyede helâlleşmiş olarak ve gönül rahatlığı ile kavuşmam mümkün olacaktır…”

Bu sözleri dinleyen bir adam ayağa kalkarak:

“–Bir kişi, Siz’den istekte bulununca, ona üç dirhem vermemi emretmiştiniz, ben de vermiştim.” dedi. Peygamber Efendimiz (sav):

“–Doğru söylüyorsundur. Ey Fadl bin Abbâs, buna üç dirhem ver!” buyurdu. Sonra şöyle duâ etti:

“Allâh’ım! Ben, ancak bir insanım. Müslümanlardan kime ağır bir söz söylemiş veya onu incitecek şekilde vurmuşsam, Sen bunu onun hakkında temizliğe, ecre ve rahmete vesîle kıl!” (Ahmed, III, 400)

Kısa Günün Kârı

Kul hakkının oluştuğu en mühim nokta; yâni yapılan ihlâlin kul hakkı olarak görülüp görülmemesidir. Dolayısıyla bu mevzuda en önemli hususlardan biri de, kul hakkına nelerin girip girmeyeceğinin bilinmesidir. Günlük hâdiseler çerçevesinde pek çoklarına normal gibi gelen o kadar mes’eleler var ki, aslında hepsi de birer kul hakkı mes’elesi içindedir. En basitinden yoğun trafik akışının olduğu yerlerde uyanıklık adına pek çok sürücüyü gerek zor durumda bırakmak, gerek birtakım ihlâllerle sırf kendini düşünmek, zaman zaman nice facialara yol açmaktadır ki, bunlar da hesabı verilemeyecek en çetin kul haklarındandır. Aynı şekilde yemek kokusu ile komşuya eziyet etmek de böyledir. Dolayısıyla kul hakkını, sadece müşahhas bir şekilde bir başkasının malını çalmak veya gasp etmek olarak anlamamalı, davranış ve muâmelelerimizde birtakım bencillikler yapmak sûretiyle başkalarının hakkını çiğnemenin de kul hakkına girdiğini bilmelidir. Yâni maddî olarak zâhiren kul hakkına girmekle, mânevî olarak kul hakkına girmek arasında pek fark yoktur. Bilâkis mânevî kul haklarının hesâbı daha ağırdır. Meselâ talebesini yetiştirmek husûsunda ihmalkâr davranan bir hocaefendi veya öğretmen, talebesinin enerjisini ve zamanını zayi edip bir insan israfına sebep olduğu için üzerine kul hakkı almıştır.

19 Ocak 2022 Çarşamba

Cuma Suresi,Nuzülü,Konusu

Hakkında

Medine döneminde inmiştir. 11 âyettir. Sûre, adını 9. âyette geçen “elCumu’a”kelimesinden almıştır. Sûrede başlıca, Hz. Muhammed’in peygamberolarak gönderilişi, Yahudilerin Allah’ın dininden yan çizmeleri ve Cumanamazı ile ilgili bazı hükümler konu edilmektedir.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada altmış ikinci, iniş sırasına göre yüz onuncu sûredir. Muhtemelen hicretin 1. yılında nâzil olmuştur (bk. Emin Işık, “Cum‘a Sûresi”, DİA, VIII, 92). Derveze, sûrede yahudilerden bahsedildiği, Hendek Savaşı’ndan sonra ise Medine’de yahudi kalmadığı noktasından hareketle en azından bu savaştan söz eden Ahzâb sûresinden önce inmiş olması gerektiğini ifade eder (VIII, 227). Aynı kanaati paylaşan Süleyman Ateş, Ebû Hüreyre’den yapılan –sûrenin kendisinin müslüman olmasından sonraki bir tarihte indiği bilgisini içeren– rivayetin sahih olamayacağını, çünkü onun Hayber’in fethi sırasında Hz. Peygamber’e gelip müslüman olduğunu ifade eder ve bu rivayeti ona yapılmış bir iftira olarak niteler (IX, 429, 431). Fakat İbn Âşûr’a göre, Hendek Savaşı’ndan sonra da bazı müslümanların Hayber yahudileriyle ortak ziraî faaliyetlerinin devam ettiği ve aralarında sıkı bir iletişimin bulunduğu dikkate alındığında (XXVIII, 169), sûrede onlardan söz edilmesini yadırgamamak gerekir ve Ebû Hüreyre’nin rivayeti esas alınarak bu sûrenin Hayber’in fethedildiği yıl nâzil olduğu düşünülebilir (XXVIII, 204, 205).

Konusu

Esmâ-i hüsnâdan dört ismin yer aldığı bir tesbih ifadesiyle başlayan sûrede Hz. Peygamber’in gönderilmesinin hikmetlerine değinilmekte, kendilerine Tevrat verilenlerin bu ilâhî emanetin sorumluluğunu taşıyamadıkları belirtilip yahudilerin bazı bencilce iddiaları eleştirilmekte, cuma namazının müslümanlar açısından taşıdığı önem ve bu ibadetin anlamı üzerinde durulmaktadır.

Bazı müfessirlere göre bu sûrede yahudilerin kendileri için övünç konusu yaptıkları şu üç iddia çürütülmüştür: a) Yalnız kendilerinin kutsal kitap sahibi oldukları ve başka bir toplumun içinden peygamber çıkamayacağı, b) Kendilerinin Allah’ın has ve imtiyazlı kulları oldukları, c) Allah’ın kendileri için kutsal bir gün (cumartesi) belirlediği ve müslümanların kutsal kitaplarında ise böyle bir belirleme bulunmadığı (bk. Zemahşerî, IV, 97).


https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/62-cuma-suresi

18 Ocak 2022 Salı

Saff Suresi,Nuzülü,Konusu

Hakkında

Medine döneminde inmiştir. 14 âyettir. Sûre, adını 4. âyette geçen “saff ” kelimesinden almıştır. Saff, sıra, dizi demektir. Sûrede başlıca, Allah yolunda cihadın fazileti konu edilmektedir.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada altmış birinci, iniş sırasına göre yüz dokuzuncu sûredir. Tegābün sûresinden sonra, Cum‘a sûresinden önce Medine’de nâzil olmuştur.

Konusu

Kişinin yaptıklarıyla bağdaşmayan iddialarda bulunmasının Allah katında çok çirkin sayıldığı belirtilerek öz ve söz arasındaki uyumun önemine vurgu yapılmakta; Allah yolunda çarpışanların O’nun hoşnutluğunu kazanabilmeleri için tek bir yürek ve tek bir vücut gibi olmaları gerektiğine dikkat çekilmekte; İsrâiloğulları’nın verdikleri sözü tutmamaları, Hz. Mûsâ’yı üzmeleri ve Hz. Îsâ’nın kendisinden sonra gelecek peygamberi isim de vererek müjdelemesine rağmen ona vefasızlık etmeleri eleştirilmekte; gerçek kurtuluşun Allah’a ve resulüne iman edip malıyla canıyla Allah’ın gösterdiği yolda çaba harcamaktan geçtiği bildirilmektedir.


https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/61-saff-suresi

17 Ocak 2022 Pazartesi

Mümtehine Suresi,Nuzülü,Konusu

Hakkında

Medine döneminde inmiştir. 13 âyettir. Onuncu âyette, Hudeybiye antlaşmasından sonra müşrikler arasından çıkıp Medine’ye gelen ve müslüman olduklarını söyleyen kadınların imtihan edilmeleri emredildiği için sûreye mecazen,“imtihan eden” anlamında “mümtehine” denmiştir. Sûrede başlıca, Allah için sevmek, Allah için buğz etmek ve müslümanlarla kâfirler arasındaki ilişkilere dair bazı uyarılar konu edilmektedir

Nuzül

Mushaftaki sıralamada altmışıncı, iniş sırasına göre doksan birinci sûredir. Ahzâb sûresinden sonra, Nisâ sûresinden önce Medine’de nâzil olmuştur.

Konusu

Allah’a ve müminlere düşmanlığını açıkça ortaya koyan ve bu tavırlarını eyleme dönüştürmüş olanlarla dostluk kurulamayacağı, aralarında bazı duygusal bağlar bulunsa bile müslümanların onlarla ilişkilerinde çok dikkatli olmaları gerektiği, ancak müslümanlara karşı fiilî bir husumet içinde olmayan gayri müslimlerle iyi ilişkiler içinde olmaya bir engel bulunmadığı bildirilmekte; tevhid mücadelesinde Hz. İbrâhim ve onun yolundan gidenlerin iyi bir örneklik teşkil ettiği hatırlatılmakta; Hudeybiye Barış Antlaşması sonrasında meydana gelen bazı gelişmeler ışığında inkârcı taraftan kaçıp gelen kadınların hukukunun korunmasıyla ilgili hükümlere, bu arada Kur’an nazarında kadının statüsüne ışık tutan bir biat uygulamasına yer verilmektedir.


https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/60-mumtehine-suresi

16 Ocak 2022 Pazar

Haşr Suresi,Nuzülü,Konusu,Fazileti

Hakkında

Medine döneminde inmiştir. 24 âyettir. Sûre, adını ikinci ayette geçen “elHaşr” kelimesinden almıştır. Haşr, toplamak demektir. Sûrede başlıca,Medine’de yaşamakta olan ve Hz.Peygamberle yaptıkları antlaşmaya ihanet ederek İslâm toplumunu ortadan kaldırmak üzere Mekkeli müşriklerle ittifak yapan Nadîroğulları’nın Medine’den topluca sürülmesi hadisesi ile Yahudilerle antlaşma yapan münafıklar konu edilmektedir.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada elli dokuzuncu, iniş sırasına göre yüz birinci sûredir. Beyyine sûresinden sonra, Nûr sûresinden önce Medine’de nâzil olmuştur. Derveze, sûrenin iniş sırası hakkında şöyle bir tesbit yapmaktadır: Tefsir ve siyer müelliflerinin bu sûrede sözü edilen yahudi kabilesinin Benî Nadîr olduğu ve bu topluluğun 1-4. âyetlerde değinilen Medine’den çıkarılması olayının Uhud Savaşı’ndan beş ay kadar sonra meydana geldiği hususunda görüş birliği içinde oldukları dikkate alınırsa, bunu Uhud Savaşı’ndan söz eden Âl-i İmrân sûresinden sonraki sıraya yerleştirmek uygun olur. Sûrelerin iniş sırasına dair rivayetlerde, Hudeybiye Antlaşması’yla ilgili bazı olaylara işaret eden Mümtehine sûresi ile bu sûrenin adının karıştırılmış olması muhtemeldir, dolayısıyla belirtilen sıralamada bu iki sûrenin yer değiştirmesi gerekir (VIII, 207-208).

Konusu

Özellikle sûrenin ilk âyeti ile son üç âyetinde, bütün varlıkların Allah’ı eksikliklerden tenzih ettiği, O’nun birliği, yüceliği, ilminin sınırsızlığı, rahmet ve şefkatinin enginliği, irade ve gücünün mutlaklığı, eşsiz yaratıcı olduğu belirtilerek kalplere tevhid inancının, Allah sevgisi ve saygısının yerleştirilmesi hedeflenmektedir. 2-10. âyetlerde antlaşmalarını bozan bir yahudi kabilesinin başına gelen sürgün felâketi örnek gösterilip bundan ibret alınması istenmekte ve müslümanlara toplum olarak elde edilen imkânların paylaştırılması konusunda yol gösterilip ideal mümin tipiyle ilgili tasvirler yapılmaktadır. 11-17. âyetlerde müslüman göründükleri halde ahitlerini bozan Ehl-i kitap’la gizli ilişkiler kurarak türlü entrikalar çeviren münafıkların ve yandaşlarının bazı zaaflarına değinilerek müslümanlar hem bu tür davranışlardan sakındırılmakta hem de kendilerine moral verilmektedir. Müteakip âyetlerde her insanın yapması gereken nefis muhasebesinin ve ebedî hayat için hazırlıklı olunmasının önemine ve sonuçlarına dikkat çekilmekte; Kur’an’a muhatap olmanın ne büyük şeref olduğunu ama aynı zamanda ne büyük sorumluluk getirdiğini hatırlatan bir örnek verilmektedir (İngiliz şarkiyatçısı Richard Bell’in Haşr sûresiyle ilgili bir makalesinde sûredeki âyetlerin tertibiyle ilgili olarak ileri sürdüğü görüşün eleştirisi için bk. Emin Işık, “Haşr Sûresi”, DİA, XVI, 426).

Fazileti

Sabah ve akşam üç defa (besmeleden önce) “Eûzü billâhi’s-semîi’l-alîmi mine’ş-şeytâni’r-racîm” dedikten sonra Haşr sûresinin son üç âyetini okuyanlar için büyük müjdeler içeren hadisin sıhhat derecesiyle ilgili eleştiriler bulunmakla beraber özellikle sabah namazlarından sonra bu üç âyetin okunması gelenek haline gelmiştir (bk. Tirmizî, “Sevâbü’l-Kur’ân”, 22; Müsned, V, 26; Dârimî, “Fezâilü’l-Kur’ân”, 22; Emin Işık, “a.g.m.”, XVI, 426).


https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/59-hasr-suresi

15 Ocak 2022 Cumartesi

Mücâdele Suresi,Nuzülü,Konusu

Hakkında

Medine döneminde inmiştir. 22 âyettir. Sûre, adını ilk âyette sözü edilen olaydan almıştır. “Mücâdele”, münakaşa etmek, tartışmak demektir. Bir adamın “zıhâr” yaptığı kar ısı, Hz. Peygambere gelerek onu şikâyet etmiş ve Hz. Peygamberle de tartışmıştı. Sûrede başlıca, zıhar, zıhar keffareti gibi bazı dînî hükümler ile birtakım görgü kuralları ve mü’minlerin inanmayanlara karşı takınmaları gereken tavır konu edilmektedir.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada elli sekizinci, iniş sırasına göre yüz beşinci sûredir. Münâfikûn sûresinden sonra, Hucurât sûresinden önce Medine’de nâzil olmuştur. Sadece 7. âyetinin Mekke’de indiğine dair bir rivayet vardır (İbn Atıyye, V, 272).

Konusu

Câhiliye döneminde kadın açısından büyük haksızlıklara yol açan bir boşama türü olan “zıhâr”ın yanlış bir telakkiye dayandığı ortaya konmakta; gizli görüşme ve topluluk içinde birkaç kişinin baş başa verip fısıltıyla konuşması, selâmlama, toplantılarda uyulması gereken nezaket kuralları ve Resûlullah’la özel görüşmelerin belirli âdâb çerçevesinde yürütülmesi konularında uyarılar yapılmakta; münafıkların bazı karakteristik özelliklerine değinilmekte, müminlerin –en yakınları bile olsalar– Allah ve resulüne düşmanlık edenlerle ilişkilerinde daha dikkatli davranmaları istenmektedir.


https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/58-mucadele-suresi

14 Ocak 2022 Cuma

Hadîd Suresi,Nuzülü,Konusu,Fazileti

Hakkında

Medine döneminde inmiştir. 29 âyettir. Sûre, adını 25. âyette geçen “elHadîd” kelimesinden almıştır. Hadîd, demir demektir. Sûrede başlıca, tüm kâinatın Allah’a ait olduğu ve kâinatta dilediği gibi tasarruf edeceği, Allah’ın dinini yüceltmek için can ve mal ile mücadelenin gerekliliği, dünya hayatının geçiciliği ve aldatıcılığı konu edilmektedir.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada elli yedinci, iniş sırasına göre doksan dördüncü sûredir. Zilzâl sûresinden sonra, Muhammed sûresinden önce nâzil olmuş ve genellikle Medine’de inen sûreler arasına yerleştirilmiştir. İbn Âşûr bunun, Mekkî mi Medenî mi olduğu hususu en tartışmalı sûre olduğunu ifade eder. Fakat hemen bütün âlimler hem Mekkî hem Medenî âyetler ihtiva ettiğini kabul ederler (bk. İbn Atıyye, V, 256; İbn Âşûr, XXVII, 353-354).

Konusu

Allah Teâlâ’nın bazı sıfatlarına, evrendeki mutlak egemenliğine dikkat çekilerek başlayan sûrede, iman ve infakın önemi üzerinde durulmakta, âhirette müminler münafıklardan ve kâfirlerden ayrılıp kurtuluşa ererlerken diğerlerinin içine düşeceği acı durum tasvir edilmekte, dünya hayatının âhiret inancından bağımsız olması halinde anlamını yitireceği, buna karşılık insanın iyi bir kul olabilmek için hıristiyan rahiplerinin yaptığı gibi dünyayı tamamen terketmesinin gerekmediği hususu işlenmektedir.

Fazileti

Tesbih ifadesiyle başladıkları için “müsebbihât” diye anılan beş sûrenin ilkidir (diğerleri Haşr, Saf, Cum‘a ve Tegābün sûreleridir). Bu ve devamındaki dört sûrenin faziletiyle ilgili olarak şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: Hz. Peygamber yatmadan önce “müsebbihât”ı okur ve bunlarda bin âyetten faziletli bir âyetin bulunduğunu söylerdi (Tirmizî, “Fezâilü’l-Kur’ân”, 21, “Da‘avât”, 22).


https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/57-hadid-suresi

13 Ocak 2022 Perşembe

Vâkıa Suresi,Nuzülü,Konusu

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 96 âyettir. Sûre, adını birinci âyette geçen “elvâkı’a” kelimesinden almıştır. Vâkı’a, gerçekleşen, meydana gelen olay demektir. Burada kıyameti ifade etmektedir. Sûrede başlıca, kıyametin kopmasından önceki ve sonraki dehşetli hâller ve insanların amellerine göre içinde yer alacağı gruplar konu edilmektedir.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada elli altıncı, iniş sırasına göre kırk altıncı sûredir. Tâhâ sûresinden sonra, Şuarâ sûresinden önce Mekke’de nâzil olmuştur. Sadece 81-82. âyetlerinin Medine’de indiği rivayet edilmiştir; fakat bunların önceki ve sonraki âyetlerle konu ve üslûp açısından bir bütün oluşturması bu rivayetin gerçekliğinde tereddüt uyandırmaktadır (Derveze, III, 100). İbn Atıyye de bu sûredeki bazı âyetlerin Medine’de veya bir sefer sırasında indiğine dair rivayetlerin sağlam olmadığını belirtir (V, 238).

Konusu

Kıyamet gününün gerçekliğinde asla kuşku duyulmaması gerektiği uyarısıyla başlayan sûrede geniş biçimde cennet ve cehennem tasvirleri yapılmakta; Allah Teâlâ’nın kudretinin kanıtlarından örnekler verilmekte, Kur’an’ın Allah katından indirilmiş bulunduğuna ve bunun insanlar için büyük bir nimet olduğuna dikkat çekilmektedir.

Mushaf sırasına göre bundan önce yer alan rahmân sûresiyle bu sûre arasında konu birliği açısından şöyle bağlar kurulmuştur: a) Önceki sûre Allah Teâlâ’nın celâl ve ikram (azamet ve kerem) sahibi olduğu belirtilerek sona ermiş, bu sûrede onun bu sıfatlarının tecellileri açıklanmıştır. b) Önceki sûrede Allah’ın nimetleri hatırlatılıp bunları yalan sayma tavrı ısrarla kınanmış, bu sûrede de kıyametin kopmasıyla artık bu gerçeğin inkâr edilemeyeceği bildirilip orada verilecek karşılıklardan söz edilmiş ve iş işten geçmeden bu gerçeğe uygun davranılması uyarısı yapılmıştır.

c) Önceki sûrede yükümlüler inkârcılar ve müminler şeklinde iki ana gruba ayrıldıktan sonra müminlere de derecelerine göre farklı nimetler (cennetler) verileceği bildirilmiş, bu sûrede de buna paralel üçlü bir tasnif yapılmıştır. d) Önceki sûrede göğün yarılmasından söz edilerek kıyamet tasvirine başlanmış, bu sûrede yerin sarsılması ve dağların toz duman olması haline değinilerek bu anlatım sürdürülmüştür (Râzî, XXIX, 139; Elmalılı, VII, 4699).


https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/56-vakia-suresi