20 Şubat 2025 Perşembe

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 258


Akledilmemiş bir iman henüz kalbe inmemişse  

Sahabe-i Kiram İslam'a yol alırken nasıl bir süreç yaşadılar, nereden nereye ve nasıl araçlarla geldiler, ne tür engellerle karşılaştılar ve bu engelleri nasıl aştıklar?

Allah'ın Resulü sallallahu aleyhi ve sellemin doğduğu yer olan Mekke fazla kalabalık olmayan bir yerleşke ama yarımadanın merkezinde yer alıyor ve önemli bir merkez. Çünkü Kabe var, etrafında tavaf ederek ibadet ediyorlar ve orada putlar da var, bu putları da kutsal belliyorlar. 

Kaideler var, Allah azze ve cellenin haşa kızlarının yani meleklerin gelip bu kaidelere yerleştiklerine inanıyorlar. Yani “Biz yer açıyoruz, herhangi bir taşı oyuyoruz, bir kaide gibi koyuyoruz ve diyoruz ki Allah'ın kızları geldikleri zaman nerede buluşacağız onlarla nerede kontak kuracağız yerleri belli olsun gelsin bunun içerisine nüfuz etsinler ve onlar buna nüfuz ettikleri zaman biz de onlara bu kulluklarımızı sergileyelim”

Onlar Allah'ın kızları olmaları bakımından dönüp bunu Allah'a ulaştırsınlar; desinler ki “senin kulların sana tazimde bulunuyorlar bizi kızların olarak çok yüceltiler talepleri var kimisi evlat istiyor, kimisi savaştan muzafferiyet istiyor, kimisi develerinin korunmasını istiyor.

Böyle bir teoloji, bir inanç sistematiği var ve bunun içerisinde doğuyor sahabiler. Cahiliye dönemindeki çocuklar böyle doğuyor. Resûlullah 
sallallahu aleyhi ve sellem bir peygamber olarak Cenâb-ı Hâk tarafından gönderiliyor. Tabi bu bir oturmuş sistem, kuşaktan kuşağa devretmiş. 

Yani bir çocuk yukarı baktığı zaman atalarını, büyüklerini bu esas üzere görüyor. Bunun ne zararı var derseniz; bu bir bariyer teşkil ediyor. Ne kadar çok köklü bir inanışınız varsa, ne kadar soyunuzda bu böyle devam etmişse onlara ve babanıza duyduğunuz saygı eşliğinde size intikal etmiş bir inanç var. Dolayısıyla duygusallıkla karışık bir durum var.

 Eğer burada bir aykırı düşünce geliştirecekseniz, bu inanç sistemi ile alakalı olarak “bu bana yanlış geliyor”diyecekseniz karşınızda koca bir statiko var; atalar var, paşalar, cengaverler var, kahramanlar var, aykırı olabilmenin getirdiği korkunç bir müeyyide var, tehdit var doğası gereği! 

Dolayısıyla Allah azze ve cellenin Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemi gönderdiğinde bunca ağırlığın altından hangi güçle sıyrılıp kalkacaklar? İnsanda öyle bir güç olmalı ki önceki nesillerden birike birike üzerine binen bu batılı, bunun yanlış olduğunu söyleyecek. 

Akletmek böyle serinkanlı, nötr ortamda olan bir şey olmuyor çoğunlukla. Allah azze ve celle ortamda bir de karşı rüzgar oluşturuyor. Diyor ki bu karşı rüzgara rağmen doğru gördüğünü, doğru kavradığını sahiplenebilmelisin ve onu sahiplenip, kalkıp batıla batıl diyebilmelisin. Uğruna gerekirse canını vermelisin, malını vermelisin, yerinden yurdundan olmayı göze almalısın.

Sahabe Hz Cafer Necaşi’ye sesleniyor: “Ey Kral! Biz cahiliye kavmiydik. Biz putlara, taşlara tapardık şekillere suretlere resimlere tapardık. Böyle bir kimse idik. Allah bize bir peygamber gönderdi, kendisini tanıyoruz, mezhebini biliyoruz karakterini biliyoruz.”

Sahabe-i Kiram Allah azze ve celleyi biliyorlar; göklerin ve yerin yaratıcısının yüce arşın sahibinin Allah azze ve celle olduğunu biliyorlar. Biliyorlar ama Cenâb-ı Hâkk’a şirk koşuyorlar. 

Şeytan kişiye iki türlü yanaşır ya yok saydırmaya, Allah yoktur demeye çalıştırır ya da bakar ki kişi Cenâb-ı Hâkk’ı inkar etmeye yanaşmıyor o zaman ona Allah çoktur demeye çalıştırır.

Allah'ın Resulü onlara gelip Allah'tan gayrı bir ilah olmadığı gerçeğini hatırlattı, akletmelerini istedi. 

Peki nasıl akdedecekler? 

İnsan nasıl akledip; Var Eden İlahın tek bir ilah olması gerektiği sonucuna ulaşır? Ekstra ilave ilahların batıl olduklarını nasıl deşifre eder? Üstelik ortamda bu inanış yerleşik olduğu halde kabul görmüş olduğu halde.. Çünkü karşı bir direnç var; üstelik duygusal bir direnç.. Atalar dedeler var, tam içinde doğmuşsun.

Sahabe-i Kiram dediğimizde ağırlıklı olarak gençleri tasavvur etmeliyiz. O gözü kara gençler Mekke ortamındaki statükoya baş kaldırdılar “hayır”dediler.

İlk başlarda karşı cephe nasıl yaklaştı; “Biz babalarımızı nasıl bulduksa onların peşine gideriz. Bizim için önemli olan odur. Yani biz onların zürriyetinden geliyoruz, babalarımıza güvenmeyeceğiz de kime güveneceğiz? Onlar bize kötüsünü bırakır mı, bırakmaz.” İşte bu güven duygusu temeliyle yaklaştılar. Bu bir model. Cenâb-ı Hâk bunu reddetti. Bu yanlış modelle yol alamazsınız.

“Kesinlikle doğru olan atalarımın yoludur. Ben başka bir doğru aramam, onların dediğiyle karşı karşıya gelmem.” Buna “kişiye dayalı bir yaklaşım” diyoruz yani doğrularınızı yanlışlarınızı kişiye dayalı seçiyorsunuz. Bazı kimseleri beğenmişsiniz ya atanız, babanız olduğu için ya hocanız olduğu için ama onlar bir “kişi” sonuçta ve o ne derse ben onun dediğini doğruluyorum diyorsunuz. Denileni kritik etmeyi, ele almayı, belki yanlıştır demeyi, asla bunu aklınızdan geçirmiyorsunuz.

“O ne derse doğrudur, kabulümdür” diyorsan bunun adı sınırsız, kayıtsız, mutlak teslimiyet olur.

Peki bu yanlış modelin yerine neyi öğretti Allah'ın Resulü onlara? 

Hakkı batıldan, doğruyu yanlıştan ayırıp, doğru düşünceyi nasıl sahiplenebilir, ona taraf olabilir ve ona artık varlığımızı adayabiliriz? Cenâb-ı Hâk dedi ki “De ki onlara kanıtınızı getirin” Bu yaklaşımın adı da “kanıta dayalılık” Cenâb-ı Hâk buna davet etti. Tüm Nebevi süreçlerde, hatta önceki peygamberler de dahil, insanlarda açmak istedikleri fırsat aralığı; kendi değerlendirmelerine, kendi akletmelerine, dolayısıyla bireysel sorumluluklarına onları yaklaştırabilmek, tabiri caizse kendileriyle yüzleştirebilmek.

Bunun en çarpıcı örneği Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin Medine'ye muallim olarak gönderdiği Musab bin Ümeyr radıyallahu anh. Hz Musab Medine'ye gitmiş, tabi çoğu kişi kendisinden haz etmiyor. Düşünsenize Irak'tan birisi gelmiş bir şeyler anlatıyor, milletin aklını çeliyor karıştırıyor. Memleketi birbirine katacak karıştıracak diye tehlike algılıyorlar. Sa’d b. Muaz radıyallahu anh da orada, Medine’nin tanınmış, ağırlığı olan şahsiyetlerinden. Hz Musab’a tabi kötü kötü bakıyor. Hz Musab, Sa’d’ın yanına gitti “Hele bir otursan, beni bir dinlesen, söylediklerim hoşuna giderse kabul edersin, beğenmezsen ben zaten senden uzaklaşırım, hiç rahatsız etmem, ikna etme gibi bir derdim yok.” dedi. Bunun üzerine Sa’d dedi ki; “Sen insaflı bir şey söyledin. Madem ki benim değerlendirmeme bırakıyorsun, sadece paylaşmak istiyorsun, buyur paylaş.” İşte bu yöntem, kişinin kendine olan güveni kadar, iradesinin saygınlığı ve onun bunu değerlendirmesine açtığınız fırsat alanı. Ama farkettirmeden de onu önyargılarından sıyırıyorsunuz, kendisine duyduğu güven üzerinden sıyırıyorsunuz.

Batı’da yaşayanlar bilirler, Hristiyanlarla biraz yakınlaşıp Teslis inançlarını sorduğunuzda, çok masumca yaklaşsanız bile “orada dur” derler, “o işe biz girmeyiz.” Çünkü öğüdü Yuhanna’dan almışlardır. Çünkü kilisede Yuhanna der ki “Teslis çok gizemli bir şeydir, çok sırlıdır. Tanrı’nın insanlığa öğrettiği en büyük sır! Kurtuluşun anahtarı. Bu kadar gizemli olduğu için öyle herkesin aklı ermez, öyle üstün bir sır ki; akıl sır ermez!” Yani demek istiyor ki bu inancı kapsülünü bile açmadan löp diye yutuyorsun, o sana iyi geliyor. "Bir dünya başka kapsüller de var, onları değil de niye bunu alıyorum, bana yararı mı zarar mı verir içine bir bakayım", demek yok, hayır!

"O yüzden kiliseden çıktığınızda biri sizinle Teslis’i konuşalım derse konuşmayın. Çok zorda kalırsanız onu alın buraya getirin", diye öğütlüyor papaz. Böyle bir bariyer oluşturarak kendilerini korumaya alıyorlar. Paylaşıma kapalılar.

Usül şu, paylaşıma açık olup karşı taraf ile nötr duruma ineceksin; yukarıda oturarak olmaz. Yani diyeceksin ki “Belki ben yanlışım, belki sen doğrusun. Sen seninkileri bana anlat, ben de benimkileri sana anlatayım. Ben hazırım yani doğruyu görürsem ben öyle babamı atamı vs dikkate almam!"

Yeter ki kişi doğruyu öğrenmenin önündeki bariyerleri kaldırsın, gerçeği öğrenmeye adım atsın. Akletmedeki en önemli engelimiz bu çünkü. Düşman akletmenin önünü tıkayarak ancak sonuç alabiliyor.

Çocuklarının gün be gün Müslüman olduğunu gören Mekke uluları “Bu Kur’an’ı dinlemeyin, yanlış!” dedi. Cenâb-ı Hâk ise onların iman esaslarını bize anlatmaktan hiçbir imtina etmiyor. Çünkü batılın hak üzerinde hiçbir olumsuz etkisi yoktur. Hak nur; batıllar ise çoktur, karanlıktır, zulümat gibidir. Karanlıklar çok gelse bile aydınlığı hiç bastırabilir mi? Zifiri karanlık bir odada bile olsan ufacık bir mum yaktığınızda karanlık sağa sola kaçışır. Aydınlığa karşı mukavemeti yoktur. İlke bu; HAK GELİNCE BATIL KAYBOLUR.

Kafirler, müşrikler anladılar ki bütün geçiş noktası bilginin akışından kaynaklanıyor, bilgi akarsa önünü alamıyoruz, hemen Müslüman oluyorlar. Dolayısıyla “dinlemeyin, dinlerseniz kendinizden geçiyorsunuz ve atalarınızı inkar ediyorsunuz, başkalaşıyorsunuz. Tedbir alın, Mekke’ye gelmeyin, gelirseniz de kulaklarınızı tıkayın.” 

Bu kişilerden bazılarının kulaklarındaki tıkacı çıkarıp akletmeye fırsat açmaları Cenâb-ı Hâkk’ın hidayet etmesine yetiyor. “Gerçek ise eğer; elbette ki kabul ederim!” diyebilmek. Bunu kendinizde deneyin, kolay bir şey değil bu.

İman eden sahabilerin attığı önemli adım bu; batıl tarafta sırf ailem, atam var diye kalamam!

Hz Mus’ab ı dinleyince Hz Sa’d dedi ki “Vallahi hakkı söylüyorsun, ben buna daha ne diyeyim ki, doğru söyledin” İşte bu imanın parıltısının yüreğe düşmesi!

“Ya biz, ya siz dalalet üzereyiz. İki zıt şeyin ikisinin de doğru olması mümkün mü? Eğer hakkın arayışı içerisindeysek konuşalım, paylaşalım, atalarımızdan kalan yanlışa esir olmayalım.” Bu akletmenin önünü açmak demek.

Kişi 
yeter ki “Hakkı bilmek istiyorum. Bilir, öğrenirsem sahiplenirim, karşı rüzgarların hepsini göze alırım.” derse Allah o kişideki hayrı görür ve ona hidayet eder. Bir kimsede bu hayır var ise, Allah ona hakkı ulaştırır, duyurur.

Hollanda’da bir partinin başkan yardımcısı, İslam’a karşı çok şedit. “Bu yabancıları sürgün edip gönderelim, bu Müslümanlardan kurtulalım” diye o günkü Mekke’nin bugünkü halini yaşıyorlar. Gün be gün çocukların Müslüman olması onları çıldırtıyor. Başkan yardımcısı olan bu şahsiyet, bu iş böyle olmayacak diyerek kolları sıvıyor ve Kur’an’ı okuyup incelemeye kalkışıyor. Amacı “Bir kitap yazalım, gençliğin eline verelim, gençlerimiz bu kitabı okusun, İslam’ın nasıl yanlış olduğunu görsün de bu dertten kurtulalım.” Bunun üzerine kendisi yaz mevsiminde bir yere kapanıyor. İslam aleyhinde kitap yazacak., böylece Hollanda gençliğini böylesi bir karanlıktan kurtaracak, bu tehlikeyi izale edecek. 

Kapandığı yerden –kaç ay durduysa- tekrar kapılarını açıp dış dünyadaki kameralara merhaba dediğinde bu zatı muhterem eşhedü en la ilahe illallah diyerek Müslüman oluşunu ilan etti. Henüz genç yaşında ve şuan İslam tarihçisi olarak devam ediyor.

Kişi temelli yaklaşımdaysanız kişileri esas alırsınız, böylelerinin hep bir kişileri vardır.“Benim hocam falanca, doğrusuyla yanlışıyla benim kişim filanca” derler. Kişi temelli yaklaşımlar yanlış ihtiva etmeye müsaittir. Çünkü hiçbir kimse hatadan masum değildir.

“De ki: İşte bu benim yolumdur. Ben, ne yaptığımı bilerek Allah’a çağırıyorum; ben ve bana uyanlar (bunu yapıyoruz). Allah’ı ortaklardan tenzih ederim! Ve ben ortak koşanlardan değilim.” (Yusuf-108)

Yaratan ve yaşatan O. Her şeye gücü yeten, yüce arşın sahibi O. Hiçbir şey O’nun bilgisi dışında olmuyor. Bu yüzden O ancak BİR olabilir. Çünkü her şeye egemen. Hep yedirip, hiç yedirilmeyen. Her şeye tanık olan O.

Sümeyye radıyallahu anha bunu anladığında gözünde Ebu Cehilleri küçülttü, Mahzumileri, Haşimoğullarını, Mekke ulularını, atalarının gücünü küçülttü, Mekke oligarşisini, statikosunu gözünde miniminnacık kıldı. Hepimiz Allah’ın kullarıymışız diye, Allah azze ve celleyi tanımanın getirdiği kudret ile İslam’da bu uğurda ilk kanını veren insan oldu, bir kadın olarak hem de! Demek ki akledince bir insan köle de olsa fark etmiyor aynı güce geliyor, erkek olsa da kadın olsa da fark etmiyor aynı güce kavuşuyor.

“Sen ancak zikrin ardına düşen kimseyi uyarabilirsin.” (Yâ’sin-11)

Akletmedeki en temel prensip; sorumluluk sahibi bireyin kendisinde! “Benim yerime başkaları mı akledecek, ben onlara mı uyacağım? Niye? Benim fıtratımda akletmek yok mu, benim iradem yok mu?” diyebilmek..

Her birey gelirken nasıl tek başına emaneti yüklenip geldiyse; Allah’ın huzuruna da yine tek başına hesabını vermek üzere dönecek.

Allah beni yaratırken anneme babama sormadı ki; ben Rabbime şehadet ederken gidip anama babama danışayım! Sorumluluk kişinin kendisindedir; ben öğreneceğim, ben içselleştireceğim, Hakk’ı ben sahipleneceğim. Annem babam dediği için değil, burada doğduğum için değil..

Eğer sahabedeki akletmenin bir benzerini biz de yaşamak istiyorsak, gözümüzü yumduğumuzda şu soruya nasıl cevap verebildiğimizi düşünmeliyiz:

—Ben şu tarihte, Türkiye’de şu anneden Müslüman bir çocuk olarak doğmasaydım aynı tarihte Avrupa'da şu Hristiyan ortamda Hristiyan bir anne babadan da olsaydım, gelmişim 30 yaşıma veya gelmişim 25-40 yaşıma.. Ne durumda olurdum? Şu mühtediler gibi Hakkı aramış bulmuş, kendi dinini araştırıp batıl olduğunu görmüş, sonra öteye uzanmış İslam'ı araştırıp hidayete yol almış olur muydun yoksa ben şimdi orada teslis yapıyor, bir papaz efendimiz var böyle güzel kıyafetleri var cübbesi var, giyimi kuşamı güzel çok hümanist tavır içerisinde gülücükler dağıtıyor etrafa, zaten çocukken de o beni vaftiz yapmış kilisede büyümüşüm.. Bütün duygusal bağlantılar tamam. Onun haftalık sohbetine gidiyor, O ne derse onu dinliyor, iyi ki varsın, sen olmasan ben hidayeti bulamazdım, başkalarına kanardım.. Bu mu olurdu? Bu sorunun cevabını bugüne kadar yaşadıklarımız üzerinden verebiliriz ezbere değil..

“Ben oralarda 3 güne kalmaz o dinden çıkardım” diyorsanız bu güzel bir durum. Ama kendisi hiç araştırmamış, daha ben benimkini araştırmadım ki muhtemelen orayı da araştırmazdım öylece kalakalırdım çok talihsiz bir durum olurdu diyorsak eğer, o zaman biz Sahabe-i Kiramın içinde doğdukları topluma karşı Hakkı tanıma sürecinde Resûlullah’a kulak verirken yaptıkları şeyi henüz yapmaya başlamamış gibi oluruz. Körü körüne bir mukallid gibi kalırız. Eğer kişi dininin hak olduğuna dair, onun batıldan ayrımlarına dair hiçbir şey bilmiyorsa durumu son derece tehlikeli demektir. Akledilmemiş bir iman henüz kalbe inmemişse çok büyük bir tehlike.

Aklı Kullanmada Sahabe Efendilerimizin Usulü |
Hendek Müftülüğü-Akasya Dergah | 14.06.2023

19 Şubat 2025 Çarşamba

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 257

Farkındalığa varmışken onu sürdürebilmek, işin esas sırrı

Farkındalığımızı nasıl sağlayabiliriz? Sağlayınca nasıl sürdürebiliriz?


Allah Azze ve Celle bu süreci ve her şeyi de buna göre ayarlayıp tasarımı da buna göre yaptı ki bu süreçte bunu isteyen kimseler başarabilsinler diye.

Namazı, vakitli bir ibadet olarak aralıklara yerleştirmiş. Çünkü biz dışarı çıktıkça sürekli anestezik bir etkiye maruz kalıyoruz. Namaza geldikçe toparlanıyoruz. Namaz, Cenâb- ı Hakk’ın huzuruna çıkıp, ayetleri okuyup, tekrar bir ‘refresh’ olma hâli. Ama tabi bu, belli bir bilinçle ve namazın özüne uygun bir farkındalıkla ikame edildiği takdirde.. 

Farkındalığa varmışken onu sürdürebilmek, işin esas sırrı. O yüzden Cenâb-ı Hak: “Sonuç ancak sabredenlerin, sonuç ancak sebat edenlerin’’ diyor. 

Orada da bize yardımcı etkenler var. Cenâb-ı Hak süreci bile ona göre tasarlamış.

Cenâb-ı Hâk “Dünya hayatıyla yetinenler, dünya ile mutmain olanlar, onlar ayetlerimizden yana gaflet içerisindeler.” diyor. (Yunus Sûresi 7. Ayeti Kerîmeden alıntı)

Bizim farkındalık dediğimiz bu kelime aslında dinimizdeki en temel kavram: Gaflet! 

Farkında olmak isteyenler ile farkında olmak istemeyenler, diye insanlar ikiye ayrılır. Farkında olmak isteyenlerin yolu başkadır; o kalbi ile birlikte yol alır, artık onun gözü Hakk’ı görmeye, kulağı Hakk’ı duymaya yönelik bir seçiciliktedir.

Ama kalbiyle mesafeyi açanlar, kalbine sırtını dönenler, Kur’anın ifadesiyle hevâlarının ardına düşenler, özellikle de biri gelip kalbini harekete geçirirse ondan rahatsız olur. Siz onun içerisinde, onun istemediği bir organı harekete geçiriyorsunuz. Sürekli susturmaya çalıştığı bir organı harekete geçiriyorsunuz. Bu organ doğal bir ölümle harekete geçse canın sıkılır ve o zaman dersin ki;

-Bir an önce bu durumdan çıkmalıyız.

-Ölenle ölünmez. Hadi unutalım bu konuyu yoksa hayatımızın zevki ve tadı kaçacak!

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

18 Şubat 2025 Salı

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 256

Yalana değil gerçeğe odaklanalım

İrade ve gerçeğin kendisi, acı da olsa belli zorlukları da olsa güzel olan bir yalandan daha iyidir. İnsan hakikatin arayışı içerisinde olur. Hakikatin kendisi maalesef dünya hayatının sınırlı olduğudur. 


Yalana değil gerçeğe odaklanalım, biz yalanı tüketelim. Çünkü gerçeğin tükenmez cazibesi göz alıcı bir parıltıda, fark edebilirsen! 

Atın ölümü arpadan olsun, diye bir ifade var. Bunu vakti zamanında birisinden duyduğumda, anladım ki şeytanın da sloganları var. Ölümünün ve akibetinin vahim olmasını, kötü gerçekleşmesini önden satın almış. Bu çok kötü. Bu önden satın almalar kendini özellikle suda boğulmaya bırakmak gibidir. Bu önden satın almalar kişide farkındalığı baştan kaybettiriyor. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

17 Şubat 2025 Pazartesi

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 255

Cenâb-ı Hâkk “Farkına Varın!!!” der 

Cenâb-ı Hâkk’ı tanıyıp, takdir edip ve sevip, hayatı O’nun adına yaşayacakken; insanların çoğu zaman nankörlük edip, farkındalığını öldürüp, elinde olmayanlar üzerinden belki de suçlayarak anıyor O’nu:


—Ya işte biz gariban ailede doğduk. 

—Her şeyi kendimiz yaptık da bugünlere bile ancak gelebildik. 

—Ne ailelerde doğanlar var ama baksan onlara yine de “şuyum yok buyum yok” derler. 

Cenâb-ı Hâkk’ı suçlar bir durumdayız. Nimetleri yok saymak, bizi Cenâb-ı Hâkk’a karşı nankör kılıyor. 

-Kur’an-ı Kerîm’de nice ayette Cenâb-ı Hâkk “Farkına Varın!!!” der. 

Süreçte, Cenâb-ı Hâkk’ın bize olan nimetlerini hep azımsar bir KÖRLÜK İÇERİSİNDEYİZ. Bu, bizim farkındalığımız dediğimiz meselede, yanlış bir yolda olduğumuzun çok açık bir göstergesidir. Böyle bir körlüğü evlatlarımız bize karşı yapsa tepki koyarız, kızarız, harçlık da vermeyiz. Belki çalıştırırız. “Bir yerde çalışsın ki farkında varsın!” dediğimiz olur. 

Cenâb-ı Hâkk bize onu da yapıyor. Artık iyice körelmiş, böyle yaparsa bu körlük ile kapanıp gidecek olan farkındalığımızı açmak için yeri geliyor Allah azze ve celle de bizi uyarıyor. 

Allah azze ve celle kulundan kolay vazgeçmez. 

Dolayısıyla kuluna farkındalığını tekrardan kazandırmak için gerekirse bir tane tokat vurur. 

Bu da O’nun rahmetinin tezahürüdür. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

16 Şubat 2025 Pazar

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 254

Tanımadan, farkına varmadan bir kulluk bilincinden söz etmek

Cenâb-ı Hâkk’ın Kur’an-ı Kerîm’deki ve etrafımızdaki ayetlerini fark ederek ilmini, kudretini, esirgeyişini ve rahmetini görebildikçe Cenâb-ı Hâkk’ı tanırız. Tanıdıkça kudreti ve büyüklüğü karşısında sevgiye ve saygıya bürünürüz. Dolayısıyla tanımadan, farkına varmadan bir kulluk bilincinden söz etmek; hiç bilmediği, tanımadığı birine aşık olmasından bahsetmesi gibi bir şeydir. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

15 Şubat 2025 Cumartesi

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 253

Öğüt almak isteyenler için

Cenâb-ı Hâk Furkan Sûresi 62. Ayeti Kerîmede “Düşünüp öğüt almak ve şükretmek isteyenler için gece ile gündüzü birbiri ardına getiren de O’dur” buyuruyor. Bakınız ifade çok özenle kurulmuş; öğüt almak isteyenler için.. 


Yani almak isteyenler alabiliyorlar! Peki almak istemeyenler? Etrafa yağmur gibi öğüt yağsa bile.., Ayet ayet öğütler yapsa bile, istemeyenlerin, ilgi duymayanların önüne kapanan bir dünya bu. 

Bütün mesele niyete bağlı. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

14 Şubat 2025 Cuma

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 252

Yüce Yaradan muazzam bir öç almış

Cenâb-ı Hâk Haşr Sûresi 19. Ayette diyor ki; “Onlar Allah’ı unuttu, Allah da onlara kendilerini unutturdu.”

Bu nasıl bir şey, kişinin kendisini unutması!!!

İman üzere olmayan, hayatı Yaratıcı’nın adına yaşamak gibi bir şuur üzere bulunmayan kimseler, Cenâb-ı Hâkk’ı unutmuş durumdalar. Bunlar aslında aynı anda da kendilerini unutmuş, unutmak üzere veya unutma sürecinde olan kimselerdir. Bir kişinin kendisini unutması, kendi yolculuğunu unutması kadar dramatik bir şey yok!

Yüce Yaradan muazzam bir öç almış.

“Allah aşkın, yüce, aziz olan ve intikam sahibidir!” (İbrahim Sûresi-47)

Kendisine değer vermeyen, O’nu göz ardı eden, umursamayan, böyle bir farkındalıktan uzaklaşmış kimselere kendilerini de unutturuyor.

https://www.youtube.com/live/_J05ca2WKoM?feature=share

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

13 Şubat 2025 Perşembe

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 251

Belli ki siz sevdiği kuluymuşsunuz

Bir insana hasta ziyaretinde bulununca ona “sen demek ki kötü bir şeyler yapmışsındır da başına bunlar geldi” gibi ifadeler değil de; “Allah azze ve cellenin sizi daha yüksek mertebelere çıkarmayı dilediği, günahlarınıza kefaret kılmayı dilediği, Allah Teala sevdiğiyle alışveriş yaparmış, belli ki siz sevdiği kuluymuşsunuz” biçiminde hüsnüzannımızı en üst mertebeden dile getirelim ki Allah azze ve celle olur ki bizim bu hüsnüzannımız üzere “Bak benim kullarım benim merhametimi bu kadar çok ümit ediyor” diye yanlışlarımızdan sarfınazar etsin. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR 

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

Şaban ayı ve Berat gecesi hakkında


Şaban ayı

Üsâme b. Zeyd (r.a) şöyle demiştir: “Resulullah 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem), Şaban ayında tuttuğu orucu hiçbir ayda tutmadı. Kendisine, “Ya Resulallah! Senin, Şaban ayında tuttuğun orucu başka bir ayda tutmadığını gördüm” dedim. Şöyle buyurdu: “Şaban, Receb ile Ramazan arasında insanların gafil bulunduğu ve amellerin, alemlerin Rabbi olan Allah azze ve celle’ye yükseldiği aydır. Ben de amelimin (Allah Teala’ya) oruçlu olduğum halde yükselmesini seviyorum.”[23]

Şaban ayının özelliği hakkındaki bu hadis, bu aya –tıpkı Efendimiz 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’in yaptığı gibi– özel bir önem atfetmemiz için yeterlidir. Dolayısıyla bu ayı da ihya etmeye gayret göstermeli ve hadiste işaret edilen gaflete düşmemeliyiz. Peki bu ayı nasıl ihya etmeliyiz?

***Şaban ayına mahsus ibadetler

Hz. Aişe (r.anha) validemiz, -tıpkı yukarıdaki rivayette geçtiği gibi- Hz. Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’in, Şaban ayında tuttuğu orucu Ramazan ayı hariç başka bir ayda tutmadığını söylemiştir.[24]

Bu ayın 15. gecesi olan Berat gecesi hakkında da rivayetler bulunmaktadır. Bunlardan birisinde Hz. Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’in şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “Muhakkak ki Allah Teala Şaban ayının ortası gecesi dünya semasına iner ve Benû Kelb kabilesinin koyunlarının tüyleri adedinden daha fazla sayıda insanı(n günahlarını) bağışlar.”[25]

İbn Mâce’nin Ebû Mûsâ el-Eş’arî (r.a)’den rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)şöyle buyurmuştur: “Şaban ayının ortası gecesi olunca gece namaza kalkın, o gecenin gündüzünde de oruç tutun. Zira Allah Teala o gece güneş batınca dünya semasına iner ve ta ki güneş doğana kadar “Bağışlanma dileyen yok mu, mağfiret edeyim? Rızık isteyen yok mu, rızık vereyim? (Bir derde) mübtela olan yok mu, afiyet vereyim?…” buyurur.”[26]


*** Ancak eserlerinde bu hadislere yer veren Tirmizî ve İbn Mâce, bunların sened yönünden zayıf olduğuna da işaret etmektedirler.

Bir kısım âlimlerin ise, kıblenin Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’dan Mekke’deki Kâbe istikametine çevrilmesinin hicretin ikinci yılında Berat gecesinde vuku bulduğunu kabul etmeleri de geceye ayrı bir önem kazandırmaktadır.

Bu rivayetlerle, Hz. Peygamber’in şâban ayına ve özellikle bu ayın on beşinci gecesine ayrı bir önem vererek onu ihya ettiğine dair diğer rivayetleri göz önüne alan bazı âlimler bu geceyi namaz kılarak, Kur’an okuyarak ve dua ederek geçirmenin sevaba vesile olacağını, bu geceye mahsus olmak üzere belli bazı ibadet ve kutlama şekilleri ihdas edip âdet haline getirmenin ise dinde yeri bulunmadığını söylemişlerdir.

Kaynakların belirttiğine göre Berat gecesine ait özel bir namaz yoktur. Gazzâlî, bu gece her rek‘atında Fâtiha sûresinden sonra on bir İhlâs sûresi okunmak suretiyle kılınacak yüz rek‘at veya her rek‘atında Fâtiha’dan sonra yüz İhlâs okunan on rek‘at namazın çok sevap olduğuna dair bir rivayet naklettiği halde
(İḥyâʾ, I, 203), İḥyâʾü ʿulûmi’d-dîn’deki hadisleri tenkide tâbi tutan Zeynüddin el-Irâkī (a.g.e., I, 203, dipnot 1) ile Nevevî bunun aslının olmadığını söylemişlerdir. 

Bu namazın bir bid‘at olduğunu kaydeden Nevevî, bu konuda Ḳūtü’l-ḳulûb ve İḥyâʾü ʿulûmi’d-dîn’de geçen rivayete aldanılmaması gerektiğini söylemekte (el-Mecmûʿ, IV, 56), Ali el-Kārî de bu rivayetin uydurma olduğunu belirterek Berat gecesi namazının 400 (1010) yılından sonra Kudüs’te ortaya çıktığını kaydetmektedir (el-Esrârü’l-merfûʿa, s. 462). 

Bu namazın ilk defa 448 (1056) yılında Kudüs’te Mescid-i Aksâ’da kılındığına ve zamanla yaygınlık kazanarak sünnet gibi telakki edildiğine dair bir rivayet de nakledilmektedir (Ali Mahfûz, s. 288). 

Ancak Fâkihî’nin (ö. 272/885’ten sonra) Mekkeliler’in bu geceyi Mescid-i Harâm’da ihya ettiklerine ve bazılarının 100 rek‘atlı bir namaz kıldığına dair rivayeti (bk. Aḫbâru Mekke, III, 84) dikkate alınırsa bu namazın daha önceden de kılındığını söylemek mümkündür.

Duhân sûresinde (44/3) Kur’an’ın “mübarek bir gecede” nâzil olduğu ifade edilmektedir. İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre burada işaret edilen gece Kadir gecesidir. Çünkü diğer âyetlerde Kur’an’ın ramazan ayında (el-Bakara 2/185) ve Kadir gecesinde (el-Kadr 97/1) indirildiği belirtilmektedir.

Tâbiîn âlimlerinden İkrime’nin de dahil olduğu bir grup âlim ise Duhân sûresindeki âyetle Berat gecesine işaret edildiği kanaatindedirler. Bu takdirde Kur’an’ın tamamının Berat gecesi levh-i mahfûzdan dünya semasına indiği, Kadir gecesinde de âyetlerin peyderpey inmeye başladığı şeklinde bir yorum ortaya çıkmaktadır. Nitekim bazı müfessirler bu görüşü benimsemişlerdir (bk. Elmalılı, V, 4293-4295).
 https://islamansiklopedisi.org.tr/berat-gecesi

Ayrıca bu konuda Hz. Ebû Bekir, Hz. Ali, İbn Ömer, Ebû Sa’lebe, Osman b. Ebi’l-Âs ve Mu’âz b. Cebel (Allah hepsinden razı olsun) gibi sahabîlerden gelen rivayetler de mevcuttur. Her ne kadar bu rivayetlerin bazılarının senedlerinde birtakım kusurlar bulunsa da, tümü bir arada değerlendirildiğinde bu mecmuadan sıhhat hasıl olur.[27] Kaldı ki, bunlar arasında sened itibariyle herhangi bir kusur taşımayanlar, yani sahih olanlar da mevcuttur.[28]

Şaban ayının 15. gecesi hakkında şöyle bir sahih hadis vardır:

Ebu Musa el-Eşari (Radiyallahu Anh) şöyle dedi:

“Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):

‘Şüphesiz Allah-u Teâlâ Şaban ayının 15. gecesi (kullarına) bakar ve yarattıklarından hepsini mağfiret eder. Yalnız kendisine şirk koşanı ve düşmanlık eden, kin ve husumet besleyene mağfiret etmez’ buyurdu.”
İbni Mace 1390

***Bu gecenin fazileti sebebiyle Tabiun’dan Hâlid b.
Ma’dân, Mekhûl ve Lokmân b. Âmir gibi büyük zevat bu geceyi ihya etmeye büyük ehemmiyet verirlerdi.[29] 

***Ancak bu konuda onların davranışını onaylamayıp, bu gecenin ihyasının bid’at olduğunu söyleyenler de vardır. Atâ, İbn Ebî Müleyke ve Hicaz ulemasının ekseriyetinin tutumu böyledir.[30]

İbn Receb şöyle der: “Şu halde mü’minin, bu gece Allah Teala’yı zikretmesi, günahlarının bağışlanması, kusurlarının örtülmesi ve sıkıntılarının giderilmesi için dua ile iştigal etmesi ve bunları yapmadan önce tevbe etmesi uygun olur.”[31]

el-Leknevî de, yukarıda işaret ettiğimiz hadislerin sıhhat-zaaf durumu hakkında ulemanın ihtilaf ettiğini belirttikten sonra şöyle der: “Bu konuda, İbn Hacer el-Mekkî’nin “el-Îzâh ve’l-Beyân”da ayrıntılarıyla zikrettiği üzere el-Beyhakî ve daha başkaları tarafından nakledilmiş başka rivayetler de mevcuttur. Bu hadisler Hz. Peygamber
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’in bu gece ibadet ve duayı artırdığını, kabirleri ziyaret ederek ölüler için dua ettiğini göstermektedir. 

Bu konudaki kavlî ve fiilî hadislerin toplamından, bu gece çokça ibadet etmenin müstehap olduğu anlaşılır.”[32]

***Berat gecesine mahsus ibadetler

Konunun iyice anlaşılması için tekrar edelim: 

Berat gecesi muhtelif rek’atlarda ve muhtelif sureler okunmak suretiyle kılınacak bazı namazlar olduğu, “İhyâu Ulûmi’d-Dîn”, “Gunyetu’t-Tâlibîn” ve “Kûtu’l-Kulûb” gibi eserlerde zikredilmiş ise de, hadis otoriteleri bu namazların Sünnet’ten bir esasa dayanmadığını belirtmişlerdir.

el-Leknevî bu konuda şöyle der: “Kişi bu gece isterse namaz kılar, isterse diğer ibadetlerle meşgul olur. Ne miktarda ve nasıl namaz kılacağı kişiye bırakılmıştır; yeter ki Hz. Peygamber
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’in sarahaten veya işareten men etmediği şekilde olsun.

Daha sonra “İhyâu Ulûmi’d-Dîn”den, bu gece kılınacak namazın keyfiyeti konusunda bir nakilde bulunur ve şunları söyler: “Daha önce de birkaç kere belirttiğimiz gibi, bu türlü namazların “İhyâu Ulûmi’d-Dîn”, “Kûtu’l-Kulûb” ve “Gunyetu’t-Tâlibîn” gibi Sufiyye’ye ait kitaplarda zikredilmiş olmasına itibar edilmezel-
Irâkî, “Tahrîcu Ahâdisi’l-İhyâ”da, “Şabanın ortası gecesi namazı hakkındaki rivayet batıldır”demiştir.”[33]

el-Leknevî daha sonra da bu geceye mahsus olduğu söylenen muhtelif namazlardan bahseden bir kısım rivayetler zikreder ve bunların aslının olmadığını söyler.

***O halde "Her ne kadar bu rivayetlerin bazılarının senedlerinde birtakım kusurlar bulunsa da, tümü bir arada değerlendirildiğinde bu mecmuadan sıhhat hasıl olur." düsturuna göre bazı âlimler bu geceyi namaz kılarak, Kur’an okuyarak ve dua ederek geçirmenin sevaba vesile olacağını, bu geceye mahsus olmak üzere belli bazı ibadet ve kutlama şekilleri ihdas edip âdet haline getirmenin ise dinde yeri bulunmadığını söylemişlerdir. 


[23] en-Nesâî, “Sıyâm”, 70.
[24] el-Buhârî, “Savm”, 39, 53; “Libâs”, 43; “Rikâk”, 18; Müslim, “Müsâfirûn”, 215, 220, 221; “Sıyâm”, 58, 177; et-Tirmizî, “Kuble”, 13; İbn Mâce, “Zühd”, 28; Ahmed b. Hanbel, “el-Müsned”, II, 231, 350, 496…
[25] et-Tirmizî, “Savm”, 38; İbn Mâce, “İkâme”, 191; Ahmed b. Hanbel, “el-Müsned”, VI, 238.
[26] İbn Mâce, “İkâme”, 191.
Bu rivayetlerde zikredilen “Allah Teala’nın dünya semasına inmesi” konusu, yukarıdan aşağıya inmek olarak anlaşılmamalıdır. Burada ya Allah Teala’nın, rivayette geçtiği gibi nida eden bir melek göndermesi mecazen anlatılmakta veya Allah Teala’nın, rahmet ve rızık kapılarını sonuna kadar açtığı ifade edilmektedir.
[27] İbn Ebî Asım, “Kitâbu’s-Sünne”, 222-4.
Bu gecenin fazileti konusunda el-Kevserî merhum da “Makâlât”ında (60-4) müstakil bir makale kaleme almıştır.
[28] Bu rivayetlerin topluca zikri için bkz. es-Sehâvî, “el-Ecvibetu’l-Mardıyye”, I, 325 vd.
[29] İbn Receb, a.g.e., 152.
[30] İbn Receb, a.g.e., 152-3.
[31] İbn Receb, a.g.e., 154.
[32] el-Leknevî, a.g.e., 81.
[33] el-Leknevî, a.g.e., 82.

***KANDİL GECELERİ


İslam’ın hayatımızda iki noktaya indirgenmesi, karşı karşıya bulunduğumuz iki handikapı işaret ediyor.

Bunlardan ilki, “ideolojileştirme” yanlışı. Sanki İslam bize, kılımızı kıpırdatmaya gerek olmadan dünyamızı mamur etme garantisi veriyormuş gibi, yahut yaşadığımız dünyaya hakim olan çarpıklıklara itirazdan ibaretmiş gibi algılanıyor bir kesim tarafından. Soğuk savaş döneminin getirdiği “ideolojiler çarpışması” vakıasından kalma bir algı tarzı bu.

Bu algı tarzında İslam’ın toplumsal hayat, gelenek, kültür ve nihayet medeniyet oluşturucu yanı tamamen devre dışıdır. O, toplumun ekonomisini düzelten, siyasetine şekil veren ve uluslar arası düzeni Müslümanlar lehine yeniden dizayn etmeyi hedefleyen bir “ideoloji”dir. Tıpkı diğer ideolojiler gibi!..

İkinci handikap ise İslam’ı vulgarize etme yahut “popülerleştirme” tarzında kendisini gösteriyor. Bu algı tarzında da İslam, geleneklerde yaşanandan ibaret olup sokaktaki hayata, siyasete, ekonomiye, ulusal ve uluslar arası meselelerle alakası bulunmayan “kültürel” bir unsur olarak öne çıkıyor.

Bu anlayışların kandiller meselesiyle alakasına gelince; ilk algı tarzına göre kandiller, dinî bir anlam ve mahiyet taşımayan, herhangi bir meşruiyeti de olmayan zaman dilimleridir. Bu zaman dilimlerinde yapılan işlerin İslam’ın “esas meseleleri”yle hiçbir bağlantısı yoktur. Tam tersine kandiller ve benzeri uygulama ve anlayışlar birtakım gerçeklerin üstünü örtücü bir fonksiyona sahip olup, halkı uyuşturmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, yılda birkaç kere elde edilen birer “günah çıkarma fırsatı” olarak kandiller, aslında insanımızı dinin özünden uzaklaştırıcı bir mahiyete de sahiptir. Yılın büyük çoğunluğunda dinle-diyanetle ilişki kurma, dinî hassasiyetleri gözetme ve yaşama ihtiyacı hissetmeyen kesimlerin, işledikleri her türlü mel’anetten arınması için tanınmış birer fırsat olarak iş gören ve bu haliyle tümüyle zararlı birer bid’at olan bu ve benzeri uygulamalardan bir an önce vaz geçilmelidir!

İkinci anlayışa göre ise kandiller bu milletin özünü, kendisini, kültürünü yansıtmaktadır. İnsanların bu zaman dilimlerinde camileri doldurması, mevlitler dinleyip eve kandil simitleri götürmesi önemli bir şeydir. İnsanın bu gece dinlediği mevlit, dinî görevlerin yerine getirilmesi adına yeterlidir. Hiç başını örtmeyenlerin yarım yamalak da olsa başlarına birer örtü alıp türbelere koşması, iyi bir eş, iyi bir iş, para, şifa… dilemesinin dine aykırı bir yanı olmamalıdır!

Kandiller meselesini genellikle bu iki gerilim noktası arasında ya birinin veya öbürünün çekim alanına kapılarak konuşuyoruz genellikle. İtidali ve soğukkanlılığı elden bırakıp, genellemeler yapmak hoşumuza gidiyor belki. Ama heyecanla ve genellemeler yaparak ele aldığımız her meselede yanlışa düşmemiz kaçınılmazdır.

Meseleye itidal çerçevesinde baktığımızda şunları söylemek mümkün:

Bu zaman dilimleri insanlara modern hayatın getirdiği koşturmaca içinde bir an olsun durma, dinlenme, soluk alma ve her ne surette olursa olsun bir muhasebe yapma imkânı sunuyor; bu bir gerçek. Bir insanın hangi vesileyle olursa olsun Kur’an’la irtibat kurması, Allah’ı hatırlaması, günahlarını itiraf edip tevbeye yönelmesi elbette önemlidir ve önemsenmesi gereken bir durumdur.

Bir insanın cumadan cumaya camiye gitmesi, yahut Ramazan’dan Ramazan’a oruç tutup hayatına İslamî ölçüler çerçevesinde -ne kadar yapabiliyorsa o kadar- çeki düzen vermesi yanlış mıdır? Evet, elbette aslolan bu değildir. Ama bu kadarının da hiçbir önem taşımadığını söylemek herhalde abartı olacaktır!

Bu nasıl bir gerçekse, şu da öyle bir gerçek: İslam, kandillerle ya da benzeri zaman dilimleriyle sınırlı olarak yaşanabilen bir din değildir. Aslolan onu bir bütün olarak öğrenmek ve yaşamaktır. İçine birtakım bid’at uygulama ve anlayışların karıştığı kandiller ve benzeri hususları da İslam’ın birer “aslî unsuru” saymak doğru değildir.

Yorum:

İslamı belirli gecelere hapsederek insanları islamın mesajından uzaklaştırma yönündeki en önemli organizasyonlardan olan kandiller hakkındaki alıntının faydalı olacağı kanaatindeyim.

KANDİL GECELERİ

Ülkemizde kandil geceleri diye bilinen geceler; Rabiulevvel ayının on ikinci gecesi olan Mevlid, Recep ayının ilk cuma gecesi olan Regaib, yine Recep ayının yirmiyedinci gecesi olan Mirac, Şaban ayının on beşinci gecesi olan Beraat ve Ramazan ayının yirmi yedinci gecesi olan Kadir Gecesidir.

Bu geceler Osmanlılar döneminde II. Selim zamanından başlayarak, minarelerde kandiller yakılarak duyurulup kutlandığı için “Kandil” olarak anılmaya başlamıştır.[1] Bu çalışmada kandillerin tarihi ile ilgili bilgi verilip dinimizin bunlara bakışı ortaya konulmaya çalışılacaktır.

1. Kadir Gecesi

Bu gecelerden Kadir gecesi ile ilgili olarak Kur’an-ı Kerim’de müstakil bir sûre bulunmaktadır. Kur’an-ı Kerim’in doksan yedinci sûresi olan bu sûrede Allah-u Teala, Kadir gecesinin bin aydan daha hayırlı olduğunu bildirmiştir. Fakat bunun da Ramazanın yirmiyedinci gecesi olduğuna dair kesin bir delil yoktur. Kadir gecesi ile ilgili hadislere bakıldığında Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellemin mü’minlere tavsiyesi, Kadir gecesini Ramazanın son on gününün tek gecelerinde aramaları şeklinde olmuştur. Buna göre Kadir gecesi Ramazanın yirmi bir, yirmi üç, yirmi beş, yirmi yedi ve yirmi dokuzuncu gecelerinden herhangi biri olabilir. Yani Kadir gecesi, zamanımızda Müslümanlarca ihya edilmeye çalışıldığı gibi herkesçe bilinen bir gece olmayıp, aksine gizlenmiştir. Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem bile Kadir gecesinin Ramazanın kaçıncı gecesi olduğunu bilmiyordu.

Kadir gecesinin ihyası ile ilgili olarak Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemden bir dua haricinde herhangi ibadet tavsiye edilmemiştir. Fakat Âişe validemizin bildirdiğine göre Peygamberimiz Ramazan ayında, diğer aylarda görülmeyen bir gayrete girerdi. Ramazanın son on gününde ise çok daha şiddetli bir gayrete geçerdi. Son on günde geceleri ihya eder, ailesini de (gecenin ihyası için) uyandırır ve itikâfa girerdi.[2]

Bir gün Âişe validemiz, Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve selleme: “Ey Allah’ın elçisi! Kadir gecesinin hangi gece olduğunu anlarsam o gece nasıl dua edeyim?” diye sormuş, Peygamberimiz de ona: “Şu duayı oku” buyurmuştur:

“Allahım! Sen affedicisin, cömertsin. Affetmeyi seversin. Beni de affet.”[3]

2. Beraat Gecesi / Kandili


Beraat gecesinin fazileti ile ilgili olarak da Peygamberimizden nakledilen birkaç hadis bulunmaktadır. Bunlardan bir tanesinde bu gecede Allah’ın dünya semasına tecelli edeceği, Kelb kabilesinin koyunlarının kılları adedince (çokluk belirtmek için kullanılmış bir ifade) insanı bağışlayacağı ve kendisine edilen tüm duaları kabul edeceği anlatılmaktadır.[4] Bu hadise kitabında yer veren İmam Tirmizi ve onun hocası İmam Buhari başta olmak üzere birçok âlim, bu hadislerin isnadlarında problem bulunduğunu, dolayısıyla hadislerin zayıf olduğunu ve bunlarla amel edilmeyeceğini belirtmişlerdir.[5] Müfessirlerden Ebu Bekir İbnu’l-Arabî, Beraat gecesinin fazileti hakkında bir tek sağlam hadisin bile gelmediğini, dolayısı ile bu konu ile ilgili olarak hadis diye dolaşan sözlere itibar edilmemesi gerektiğini söylemektedir.[6] Gerçekten de Peygamberimizin ve sahabe-i kiramın mescidlerde bu geceyi ihya etmek için toplandığı, özel dualar ettikleri, bugün özellikle ülkemizde olduğu gibi bu geceye has namaz kıldıkları şeklinde tek bir rivayet dahi gelmemiştir.

Bazıları Duhan sûresinde geçen: “O gecede her hikmetli buyruk ayrılır ve katımızdan bir emirle ilgilisine yollanır.” (Duhân, 44/4-5) ayetlerine bakarak o gecenin Şaban ayının on beşinci gecesi olan Beraat gecesi olduğunu söylemişlerdir. Buna dayanarak da Allah’ın o gecede kulların rızıklarını taksim ettiğini, ecellerini tayin ettiğini, bir sonraki Şaban ayının on beşine kadar olacak tüm olayları takdir ettiğini, dolayısıyla bu gece yapılacak olan dua ve ibadetlerin mutlaka kabul edileceğini iddia etmişlerdir. Böylece peygamberimiz ve ashabının yapmadığı, bu geceye has bir takım ibadetler ortaya çıkmıştır. Hâlbuki Allah-u Teâlâ o sûrede şöyle buyurmaktadır:

“Hâ Mîm. Andolsun o apaçık kitaba ki, biz onu mübarek bir gecede indirdik. Çünkü biz uyarıcıyız. O gecede her hikmetli buyruk ayrılır ve katımızdan bir emirle ilgilisine yollanır.” (Duhân, 44/1–5)

Görüldüğü gibi Allah-u Teala, işlerin taksim edildiği gecenin Kur’an-ı Kerim’in indirildiği gece olduğunu bildirmektedir. Kur’an’ın da Şaban ayının on beşinde değil; Ramazan ayında ve Kadir gecesinde nazil olduğunu diğer ayetlerden öğrenmekteyiz:

“Ramazan ayı ki o ayda insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur’an indirilmiştir.” (Bakara, 2/185)

“ Muhakkak ki biz Kur’an’ı Kadir gecesinde indirdik.”
(Kadir, 97/1)

Âlimlerin büyük bir çoğunluğu Duhân suresinde geçen “mübarek gece”nin kadir gecesi olduğunu söylemişlerdir. Müfessir Ebu Bekir İbnu’l-Arabî bu konuda şöyle demektedir: “Bu ayette geçen mübarek gecenin kadir gecesi değil de başka bir gece olduğunu iddia edenler, Allah’a büyük bir iftirada bulunmuş olurlar.”[7]

Bir de Beraat gecesi ile alakalı olarak halk arasında “Beraat gecesi namaz”ı veya “Salâtu’l-Hayr” olarak bilinen bir namaz vardır. 100 rekât olan bu namazın her rekâtında Fatiha ve on defa İhlâs suresinin okunması gerektiği söylenmektedir.[8] “Kaynakların be­lirttiğine göre Berat gecesine ait özel bir namaz yoktur. Gazzâlî, bu gece her rekâtında Fatiha’dan sonra on bir İhlâs okunmak suretiyle kılınacak yüz rekât veya her rekâtında Fatiha’dan sonra yüz İhlâs okunan on rekât namazın çok se­vap olduğuna dair bir rivayet nakletti­ği halde (İhyâ, 1/203), İhyâ-u Ulûmi’d-dîn’deki hadisleri tenkide tâbi tutan Zeynüddin el-Irâkî ile Nevevî bunun aslının olmadığını söyle­mişlerdir. Bu namazın bir bid’at oldu­ğunu kaydeden Nevevî, bu konuda Kûtü’l-Kulûb ve İhyâ-u Ulûmi’d-dîn’de geçen rivayete aldanılmaması gerektiği­ni söylemekte (el-Mecmû’, 4/56), Ali el-Kârî de bu rivayetin uydurma olduğunu belirterek Berat gecesi namazının h. 400 (m. 1010) yılından sonra Kudüs’te ortaya çıktığını kaydetmektedir. Bu namazın ilk defa h. 448 (m. 1056) yılında Kudüs’te Mescid-i Aksâ’da kılındığına ve zamanla yaygınlık ka­zanarak sünnet gibi telakki edildiğine dair bir rivayet de nakledilmektedir.”[9]

3. Regaib ve Mirac Kandilleri

Recep ayında bulunan Regaib ve Mirac kandilleri ve faziletleri hakkında da herhangi bir delil bulunmamaktadır. Özellikle tasavvufi eserlerde yer alan, Hz. Peygamberin Regaip gecesinde ana rahmine düştüğü, Recep ayının ilk Perşembe günü oruç tutup gecesinde Regaip namazı adıyla bir namaz kılmanın sevap olduğu ve bu gecenin birçok faziletinin bulunduğu yönündeki rivayetlerin “asılsız” olduğu hadis âlimlerince belirtilmiştir.[10]

Bir de halk arasında “üç aylar” olarak bilinen Recep, Şa’ban ve Ramazan ayları hakkında rivayet edilen: “Recep Allah’ın ayıdır, Şa’ban benim ayım, Ramazan da ümmetimin ayıdır.” Sözü hakkında âlimlerin çoğu “bu uydurmadır” demiştir. Ayrıca yine Recep ayının fazileti hakkında: “Kim o ayda şu kadar namaz kılarsa ona şu kadar sevap verilir, kim o ayda istiğfar ederse ona şu kadar ecir verilir.” Şeklinde hadis diye rivayet edilen sözlerin hepsi mübalağadır, hepsi âlimler tarafından tekzib edilmiştir.[11] Özellikle Regaip gecesi ile ilgili olarak halk arasında meşhur olan Regaip namazıyla ilgili rivayeti, 1023 (h. 414) yılında vefat eden Ali b. Abdullah b. Cehdâm isimli Mekkeli sûfî bir zatın ihdas ettiği / ortaya çıkardığı kaynaklarda belirtilmektedir.[12] Yine kaynaklarda Regaip gecesiyle ilgili özel ibadet ve kutlamaların hicri 4. yüzyılda (miladi 10. yy) ortaya çıktığına ve bu gecenin ilk defa “kandil” olarak kutlanmasına hicri 448 (m. 1056) yılında Kudüs’te, 480 (m. 1087) yılında da Bağdat’ta kutlanmaya başladığına dikkat çekilmektedir.[13]

“İslam âlimlerinin büyük bir kısmı Hz. Peygamber, sahâbe ve tâbiîn dönemlerinde Regaib kandilinin bilinmediğini, kandil geceleri kutlanmasının diğer dinlerin tesiriyle ortaya çıktığını, dolayısıyla bu gecede özel bir ibadet yapmanın dinde yeni ibadet ihdası anlamına geleceğini, Resul-i Ekrem tarafından genel olarak bidatlerin yasaklanmasının yanı sıra Cuma günü ve gecesi özel bir ibadet yapılmasının da yasaklandığını[14], bu sebeple Regaib günü ve gecesinde muayyen ibadetler yapmanın dinen sakıncalı olduğunu belirtmişlerdir.”[15]

Yalnız Recep ve Şa’bân ayları hakkında bir kaç söz söylenmesi gerekmektedir: Recep ayı “dört haram ay”dan bir tanesidir. Diğerleri Zilkade, Zilhicce ve Muharrem aylarıdır. Bu aylarda savaşmak haram kılınmıştır. Dolayısıyla bu ayların diğer aylara göre bir fazileti bulunmaktadır. Âlimler bu aylarda oruç tutmanın müstehab olduğunu söylemişlerdir. Fakat Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemden ve ashab-ı kiram’dan “özellikle” bu ayda oruç tutmanın faziletine dair herhangi bir sahih rivayet nakledilmemiştir.

Şa’bân ayına gelince: Sahih rivayetlere göre Peygamberimizin Ramazan ayından sonra en çok oruç tuttuğu ay Şa’bân ayıdır.[16] Üsâme b. Zeyd (r.a) şöyle bir hadis rivayet etmiştir: “Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem, Şa’bân ayında tuttuğu orucu hiçbir ayda tutmamıştır. Kendisine: “Ey Allah’ın Resulü! Senin, Şa’bân ayında tuttuğun orucu başka bir ayda tuttuğunu görmedim” dedim. O da şöyle buyurdu: “Şaban, Receb ile Ramazan arasında insanların gafil bulunduğu ve amellerin, âlemlerin Rabbi olan Allah’a yükseldiği aydır. Ben de amelimin (Allah Teala’ya) oruçlu olduğum halde yükselmesini seviyorum.”[17] O halde bu ayda oruç tutmanın Peygamber (sav)’in güzel bir sünneti olduğu rahatlıkla söylenebilir.

4. Mevlid Kandili
Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem, Ashab-ı Kiram, Emevîler ve Abbâsîler dönemlerinde herhangi bir kutlama örneğine rastlanmayan Rebiulevvel ayının on ikinci gecesi olan Mevlid kandili, ilk defa hicretten yaklaşık üç yüz elli yıl kadar sonra Mısır’da, Şii Fâtimî Devleti döneminde kutlanmaya başlamıştır.[18] Eyyûbîler döneminde birçok tören ve bayram kaldırılmış olduğundan Mevlid kutlamaları Erbil Atabegi Begteginli Muzafferuddin Kökböri (ö. 629/1232) tarafından büyük törenlerle yeniden kutlanmaya başlamıştır.[19] Muzafferuddin Kökböri’nin bu kutlamaları yeniden başlatmasının ardında, Musullu sûfi Ömer b. Muhammed el-Mellâ’nın bulunduğu belirtilmektedir.[20] Peygamber Efendimizin doğum günü olan bu günün / gecenin faziletine dair de herhangi bir delil mevcut değildir.

Ebû Şâme el-Makdisî, Şehâbeddin el-Kastallânî, İbn Hacer el-Askalânî, Celâleddin es-Suyûti gibi bazı âlimler Peygamberimizin dünyaya gelmesi sebebi ile sevinmenin, bu gün münasebetiyle muhtaçlara yardım etmenin, Peygamberimize şiirler (mevlid gibi) okumanın güzel birer amel olduğu söyleyerek, bu gibi Mevlid kutlamalarının “bid’at-ı hasene” sayılması gerektiğini söylemişlerdir. Mâlikî fakihi İbnu’l-Hâc el-Abderî, Ömer b. Ali el-Lahmî el-Fâkihânî, İbn Teymiyye, Muhammed Abduh, Abdulaziz İbn Bâz ve Hammûd b. Abdillah et-Tuveycîrî gibi âlimler ise mevlid kutlamalarına “bid’at-i seyyie” gözüyle bakmış ve buna şiddetle karşı çıkmışlardır.[21]

Değerlendirme

Dinde sonradan ortaya çıkan ve hakkında herhangi bir delil bulunmayan bu gibi durumlar hakkında Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“İşlerin en kötüsü sonradan ihdas edilenler / ortaya çıkarılanlardır.”[22]

“Sonradan ihdas edilen her şey bid’attir”[23]

“Her bidat dalalettir, her dalalet de ateştedir.”[24]

İmam Malik’in konuyla ilgili şu sözünü hatırlamakta da büyük fayda vardır:

“Kim, bu ümmet içerisinde (din adına) geçmişte olmayan bir şey ihdas ederse (ortaya çıkarırsa) bu kişi, Hz. Peygamber’in Allah tarafından kendisine verilen risalet (elçilik) görevine ihanet ettiğini iddia etmiş olur. Çünkü Allah Teala “…Bugün dininizi olgunlaştırdım; size olan nimetimi tamamladım. Size din olarak İslâm’ı uygun gördüm…” (Mâide, 5/3) buyurmuştur. Bu yüzden, o gün din olmayan (dine dâhil olmayan) şey bugün de din olamaz!”[25]

Sonuç olarak şu söylenebilir ki; ne Kur’an’da ve ne de sünnette bugün geniş halk kitleleri tarafından kutlanan kandil gecelerine işaret vardır. Mübarek kabul edilen bu geceler, Peygamber Efendimiz ve ashabından çok sonra Mısır ve Kudüs’te kutlanmaya başlamış, daha sonra İslam dünyasının çeşitli bölgelerine yayılmıştır. Bu kutlamalar kesinlikle İslam’ın bir emri veya bir tavsiyesi değildir. Müslüman toplumlar tarafından ortaya çıkarılmış ve gelenek haline gelmiştir. Osmanlı padişahlarından II. Selim döneminden itibaren ‘kandil’ adını alan bu geceler miraciye, regaibiye, mevlüt gibi çeşitli etkinliklerle ihya edilmiştir. Kandil gecelerini kutlayan her toplum kendi kültüründen bir şeyler eklemiş ve böylece bu geceler gelenekselleşmiştir. Günümüzde de kandil geceleri halk camilere akın etmekte, kandil simidi ve tebrikleşmelerle son derece yoğun bir şekilde kutlanmaya devam etmektedir.

Ebubekir Sifil

1 Nebi Bozkurt, “Kandil”, Diyanet İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul, 2001, c. 24, s. 300.

2 Buharî, Fadlu Leyleti’l-Kadr 5, Müslim, Îtikâf 8, (1175); Ebu Dâvud, Salât

3 18; Tirmizî, Savm 73; Nesâî, Kıyâmu’ l-Leyl 17.

3 Tirmizi, Daavât, 84.

4 Tirmizi, Sıyam, 39; İbn Mace, İkamet, 191

5 Bkz: Tirmizi’nin Sıyam, 39’da bu hadisten sonra yer alan açıklaması ile Muhammed Fuad Abdulbaki’nin İbn Mace, İkamet 191’de yer alan açıklamaları.

6 Bkz: Ebu Bekir İbnu’l-Arabî, Ahkâmu’l-Kur’ân, 2. Bs., y.y., 1968, c. 4, s. 1678 (Duhân Sûresi, 2. ayetin tefsiri)

7 Ebu Bekir İbnu’l-Arabî, a.g.e., c. 4, s. 1678.

8 Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslam İlmihali, İstanbul, 1986, s. 188.

9 İhyâ, el-Mecmû ve el-Esrâru’l-Merfûa gibi kaynaklardan naklen; Halit Ünal, “Berat Gecesi”, DİA, c. 5, s. 475.

10 Hamdi Tekeli, “Regâip Gecesi”, DİA, İstanbul, 2007, c: 34, s: 535.

11 Bkz: Yusuf el-Kardâvî’nin Recep ayı ile ilgili bir fetvası: http://www.islamonline.net/servlet/Satellite?cid=1122528600570&pagename=IslamOnline-Arabic-Ask_Scholar%2FFatwaA%2FFatwaAAskTheScholar

12 İsmail b. Ömer İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye, Beyrut, trs., c. 12, s. 16; Nebi Bozkurt, “Kandil”, DİA, c. 24, s. 301; Hamdi Tekeli, “Regâip Gecesi”, DİA, İstanbul, 2007, c: 34, s: 535.

13 Hamdi Tekeli, “Regâip Gecesi”, DİA, c: 34, s: 535.

14 Müslim, Sıyâm, 146 (1143).

15 Hamdi Tekeli, “Regâip Gecesi”, DİA, c: 34, s: 535.

16 Buhari, Savm, 52; Müslim, Sıyâm, 176; Tirmizi, Savm, 36; İbn Mâce, Sıyâm,

17 Nesâî, Sıyâm, 70.

18 Ahmet Özel, “Mevlid”, DİA, c. 29, s. 475.

19 Ahmet Özel, a.g.e., aynı yer.

20 A.g.e. s. 476.

21 Ahmet Özel, a.g.e., s. 477-478; Ahmet Özel, “Mevlid: Tarihi ve Dini Hükmü”, Dîvân İlmî Araştırmalar Dergisi, Bilim ve Sanat Vakfı, İstanbul, 2002/1, sayı: 12, s. 243-246.

22 Müslim, Cuma, 43.

23 Nesâi, Îdeyn, 22; İbn Mâce, Mukaddime, 7.

24 Müslim, Cuma, 43; Ebu Davud, Sünnet, 6.

25 Ebu Muhammed İbn Hazm, el-İhkâm, fî Usûli’l-Ahkâm, Dâru’l-hadîs, Kahire, 1984, c: 6, s: 225.


https://www.akevler.org/AdilDuzenDergisi/38/814/Kandil-Uydurmacasi

***BERAT KANDİLİ ve DİĞER KANDİLLER


http://www.dailymotion.com/video/x8v687_kandiller-beraat-kadir-gecesi_people

İman Yoksa Beraat da Yoktur



Kur’an-ı Kerim’de Cenab-ı Hak ayların 12 ay olduğunu söylüyor. Bu 12 aydan 3 tanesi, Efendimiz Hz. Muhammed’in sallallahu aleyhi ve sellem   beyanlarıyla da bizim dünyamızda farklı bir yeri ihtiva ediyor. Üç aylardan bir tanesi Recep Ayı, bir diğeri Şaban Ayı ve en son da içerisinde bin aydan daha hayırlı bir geceyi barındıran, Kur’an’ın da nazil olduğu Ramazan Ayıdır. Efendimiz Hz. Muhammed  sallallahu aleyhi ve sellem   çeşitli beyanlarıyla, bir rahmet mevsimi olduğunu söyler bugünlerin. Biz, Recep ayını hemen ilk Cumasında Regaip Gecesi diye isimlendirdiğimiz o güzel geceyle ihya etmeye başlıyoruz. Aslında Regaip Gecesi, bir yönüyle bu güzel mevsimin, tabiri caiz ise besmelesi oluyor. Yine Recep ayı içerisinde 27. gece İslam tarihinin çok önemli bir hadisesi olan ve Efendimize verilmiş en büyük mucizelerden biri olan, Miraç ve İsra’nın yaşandığı bir zaman dilimidir. Onun arkasından gelen Şaban ayının ortası Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, Nısf-ı Şaban dediği, Şaban ayının 15. gecesi ise Efendimizin sallallahu aleyhi ve sellem yine beyanları çerçevesinde, Berat Gecesi olarak isimlendirilen gecedir. Berat; bir mahkemede elde edilen af kararı, o mahkûmiyetten kurtulma adına müjdeyi ihtiva eder. Aslında Efendimizin bazı hadislerine binaen bu geceye Beraat demesi, eğer gerçek manada tevbe ve istiğfar yapılırsa, gerçek manada Allah’ın rahmetini ve mağfiretini celp edecek bazı adımlar atılırsa, kulun beraatını kazanacağı bir gece, bir gündür aslında bu. Onun için bu şekliyle isimlendirilmiştir. Biz Beraat Gecesi dediğimiz zaman, aslında umumi bir af gecesi demiş oluruz. Efendimizin sallallahu aleyhi ve sellem beyanları çerçevesinde biz, o affa mazhar olma adına, aslında gayretlerimizin, bir yönüyle ibadetlerimizin, bir yönüyle muhasebe adına ortaya konulması gereken şeylerin, artırılması gereken bir gece demiş oluruz.

Beraat Gecesi’nin Müslümanlar İçin Önemi

Efendimizin bir hadisi şeriflerinde şöyle beyan buyuruluyor: ‘Şaban ayının 15’inci gecesi oldu mu, Cenab-ı Hak dünya semalarına rahmetini indirir. ‘Bugün af olmak isteyen yok mu onu affedeyim, benden bir şey isteyen yok mu, onun isteklerine cevap vereyim’ diye nida ettirir melekleriyle. Rabbimiz 
Celle Celaluhu aslında bir yönüyle kullarını affetmek için çeşitli vesileleri onların önlerine seriyor. Bir yönüyle tabiri caizse bahaneler arıyor ki O rahmetini kullarına bir şekliyle duyurmuş olsun. Aslında Beraat Gecesi de o rahmetin, bizlere ulaşmasının en büyük vesilelerinden bir tanesidir. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem yine biz anlayalım diye, bir yönüyle dünyamızda bir yankı oluşsun diye, şöyle bir hadisi de beyan buyurur: “Öyle affedecek ki Cenab-ı Hak, bu gece Kelp kabilesinin koyunlarının kılları adedince, insanları cehennemden azat edecek” yani beratlarını ellerine verecek. Özelikle Kelb kabilesi demesi, o günün dünyasında, koyunlarının çokluklarıyla bilinen bir kabile. Öyle olduğu için de Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem böyle bir mazhariyete sahip olduğunu beyan etmek için bunu söylüyor.

Efendimizin 
sallallahu aleyhi ve sellem bizden yapmamızı istediği şey, o umumi affın bir şekliyle içine girebilmek. Eğer gerçekten samimi bir biçimde tevbe ve istiğfarda bulunursak ki burada tevbe ve istiğfar kavramları üzerinde de bir cümle söylemek lazım. Tevbe; aslında fiilî bir istiğfardır. İstiğfar ise sözlü bir tevbedir. Dolayısıyla biz istiğfar dediğimiz zaman, sözle Cenab-ı Hakk’a karşı günahlarımızı itiraf edip af dilemiş oluyoruz. Tevbe ise o günahtan yüz çevirerek sevaba yöneliyoruz. Dolayısıyla fiili bir karşılık ortaya koymuş oluyoruz. Bunları artırarak, bir yönüyle bu güzel geceden, istifade etme adına, bazı gayretler ortaya koymamız gerekir. Bazı âlimlerimize göre Efendimizden sallallahu aleyhi ve sellem bu manada açıkça bir beyan yok ama bazı âlimlerimize göre Kur’an’ın 44’üncü suresi olan Duhan Suresinde geçen ‘leylet-ül mübareke’ bu gecedir. Bu leylet-ül mübareke ile Leylet-ül Kadir arasında da bir münasebet vardır. O münasebeti ulema şöyle ortaya koyar; Kur’an-ı Kerim olan aziz kitabımız Levh-i Mahfuz’dan dünya semasına Beraat Gecesi’nde indirildi. İşte onun için o gece leylet-ül mübareke ‘büyük bir mübarek gece’ olduğu, ama daha sonra oradan da dünyaya Efendimize sallallahu aleyhi ve sellem, başta Hira’daki o süreç olmak üzere inmeye başladı. O da Kadir Gecesi’nde oldu. İşte böylelikle de Beraat Gecesi’nin Kur’an’ın nüzulüyle bir ilişkisi olduğunu görüyoruz. Bütün bunları dikkate aldığımız zaman bu gecenin değerini, kıymetini, büyüklüğünü biraz daha olsun anlayabilmiş oluyoruz.

Hayatımızda İman Yoksa, Beraat Yoktur

Tabi böyle büyük bir af, büyük bir umumi beraatın olduğu bir gecede, bunu elde edebilmenin en önemli yolu güçlü bir muhasebe yapmaktır. Beraat Gecesi inşallah beraatlarımıza vesile olacak. Beraatı bize kazandıracak olan ameller de bellidir. Eğer hayatımızda iman yoksa orada beraat yoktur. Eğer imanın bize yüklediği sorumluluklar ki bunların başında gelen sorumluluk imandan sonra en büyük hakikat olan, imanın ikiz kardeşi namazdır. Eğer namaz hayatımızda yoksa orada beraat yoktur. ‘Emri bil maruf, nehy-i anil münker’ dediğimiz sosyal sorumluluğumuz ki bu bir cihattır, cihat adına bir şey yoksa hayatımızda, orada beraat yoktur.

Kur’an’ımız beraatı nasıl kazanacağımıza dair bize ipuçlarını veriyor. Efendimiz 
sallallahu aleyhi ve sellem de bu manada bize ipuçlarını veriyor. Biz bunları iyice anlayıp gerçekten beraat nasıl kazanılır, Allah’ın o affına, rahmetine, mağfiretine nasıl erişilir? Bazı şeyleri elde ederek bu gece ciddi bir muhasebe yapmalı, şimdiye kadar geçen geçmiş ama Allah’ın bize açtığı bu ömür sermayesini, bu ömür kredisini, bundan sonraki ömrümüzde, zamanımızda, daha iyi geçirmek için o yapılan yanlışları tespit edip eksikleri ortaya koyup bunları giderme konusunda bir azim ve gayret göstermemiz lazım. Belki de Beraat Gecesi’nin en önemli amellerinden bir tanesi budur. İkinci bir şey daha var. Elbette ki bu gece Rabbimize yakarış adına, dua adına bazı şeyleri ortaya koymak, Aişe (r.a) annemizin; “Kadir Gecesine erişirsem bu gece nasıl dua edeyim ya Resulullah?” sorusuna Efendimizin verdiği bir cevap var ki, bazı âlimlerimiz o cevabın beraat Gecesi için de Nısf-ı Şaban için de geçerli olduğunu söyler. Ve o günde o duanın yapılmasını ister. O dua da şudur; “Allah’ım sen affedensin, kerimsin, halimsin, affetmeyi seversin bizi de affet beni de affet.” Burada affa, mağfirete mazhar olma adına bir yakarış görüyoruz....

...Belki bu geceyi dua ile muhasebe ile nafile ibadetlerle elimizden geldiğince Cenab-ı Hakk’a yaklaşma adına, vesileleri zorlamalı. Gündüzünde de oruç tutmalı ki, Efendimizin tavsiyesi gecesinin kıyamla, ibadetle, gündüzünün ise siyam(oruç)la geçirilmesi yönündedir...


Muhammed Emin Yıldırım

https://www.siyervakfi.org/iman-yoksa-beraat-da-yoktur/

***ŞABAN AYINDA NASIL İBADET EDEBİLİRİZ?ve tesbih namazı

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Resulullah efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), Şaban ayına da çok değer verir ve "Ya Rabbi, Receb ve Şabanı bizler için mübarek kıl ve bizi Ramazana eriştir" diye dua ederdi.

Âişe validemiz buyuruyor ki:
(Resulullahın, hiçbir ayda, Şaban ayından daha çok oruç tuttuğunu görmedim. Bazen Şabanın tamamını oruçla geçirirdi.) [Buhari]

Şaban ayında niçin çok oruç tuttuğu sorulduğu zaman Resulullah efendimiz 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki:
(Şaban, öyle faziletli bir aydır ki, insanlar bundan gâfil olurlar. Bu ayda ameller, âlemlerin Rabbine arz edilir. Ben de amelimin oruçluyken arz edilmesini isterim.)[Nesai]

(Ramazandan sonra en faziletli oruç, Şaban ayında tutulan oruçtur.) [Tirmizi]


Hadis âlimleri, Peygamberimizin (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bazı seneler Şâban'ın tamamını, bazı zamanlarda da çok günlerini oruçlu geçirdiği kanaatine varmışlardır. 


Biz de Şaban ayında tutabildiğimiz kadar oruç tutmaya çalışalım inşallah.

 Berat gecesi, Şaban ayının on beşinci gecesidir. Yani 14 Şabanın bittiği günün gecesidir.

Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Şabanın 15. gecesini ibadetle, gündüzünü de oruçla geçirin! O gece Allahü teâlâ buyurur ki: “Af isteyen yok mu, affedeyim. Rızk isteyen yok mu, rızk vereyim. Dertli yok mu, sıhhat, afiyet vereyim. Ne isteyen varsa, istesin vereyim” Bu hâl, sabaha kadar devam eder.) [İbni Mace]

Bu geceyi, tevbe istiğfar etmek, kaza namazı kılmak, Kur'an-ı kerim okumak, salavat getirmek, bilhassa ilim öğrenmekle geçirebiliriz


Berat gecesi nafile namaz kılmak isteyenler için sünnete uygun bir namaz olan tesbih namazı kılınabilir.

Tesbih Namazı

Günahların afvına vesîle olan tesbih namazı 4 rek’atlı bir namazdır. Bu namazı kılabilmek için şu tesbihi bilmek gerekir.

"Sübhânallâhi vel-hamdü lillâhi ve lâ ilâhe illallâhü vallâhü ekber."


Tesbih namazının kılınışı:

 Tesbih namazı kılmaya niyet edilir. "Allâhü Ekber“ diyerek namaza başlanır.

Yukarıdaki tesbih:

„Sübhâneke…“’den sonra 15 kere,

1 fatiha ,bir zammı sure sonra 10 kere,

Rükûda 10 kere,

Rükûdan doğrulunca 10 kere,

Secdede 10 kere,

Secdeden doğrulunca 10 kere,

İkinci secde de 10 kere,

okunur.


***Her 15 ve 10 kez tekrarın sonunda "Vela havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim"denir.

Böylece birinci rek’at kılınmış olur. İkinci rek’ate kalkılınca yine 15 kere, Fâtiha-i şerîfeden sonra ,bir zammı sure , sonra 10 kere aynı tespih okunur;

diğer yerlerde de, tarif edildiği gibi 10′ar kere okunarak 4 rek’at tamamlanır.

Tesbih namazının diğer tarafları aynen diğer namazlarda olduğu gibidir. Fark sadece okunan tesbihlerdir.


** 4 rekatı ikindinin ilk sünneti gibi yani İkinci rek’atte oturulduğunda, „Ettehiyyâtü…“’den sonra, „Allâhümme salli…“ ve „Allâhümme bârik…“, üçüncü rek’at için ayağa kalkıldığında da „Sübhâneke…“ okunarak yada 2x2 olarak sabah namazının sünneti gibi kılınabilir.

Tesbih namazında beher rek’atte okunan tesbih adedi 75′dir. Dört rek’atte 300 tesbih okunmuş olur.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

BERAT GECESİ-Şâban ayının on beşinci gecesi.


Berat Arapça berâe/berâet (البرائة) kelimesinin Türkçeleşmiş şeklidir. Berâet, “iki şey arasında ilişki olmaması; kişinin bir yükümlülükten kurtulması veya yükümlülüğünün bulunmaması” anlamına gelir. Şâbanın on beşinci gecesinde müslümanların Allah’ın affı ve bağışlaması ile günah yükünden kurtulacağı umularak bu geceye Berat gecesi denmiştir. Berat gecesi için Arapça eserlerde “şâbanın ortasındaki gece”, “mübarek gece”, “rahmet gecesi” ve “sak (الصك = belge) gecesi” mânalarına gelen terkipler kullanılmaktadır.

Berat gecesi müslümanlarca kutsal sayılmış, bu gecenin diğer gecelerden farklı bir şekilde geçirilmesi, bu gecede daha fazla ibadet edilmesi âdet halini almıştır. Hz. Peygamber’in, “Allah Teâlâ -rahmetiyle- şâbanın on beşinci gecesi dünya semasında tecelli eder ve Kelb kabilesi koyunlarının kılları sayısından daha fazla kişiyi bağışlar” buyurduğu rivayet edilmiştir (Tirmizî, “Ṣavm”, 39; İbn Mâce, “İḳāmetü’ṣ-ṣalât”, 191). Diğer bir rivayete göre de Hz. Peygamber, “Şâbanın ortasında gece ibadet ediniz, gündüz oruç tutunuz. Allah o gece güneşin batmasıyla dünya semasında tecelli eder ve fecir doğana kadar, ‘Yok mu benden af isteyen onu affedeyim, yok mu benden rızık isteyen ona rızık vereyim, yok mu bir musibete uğrayan ona âfiyet vereyim, yok mu şöyle, yok mu böyle!’ der” buyurmuştur (İbn Mâce, “İḳāmetü’ṣ-ṣalât”, 191). Ancak eserlerinde bu hadislere yer veren Tirmizî ve İbn Mâce, bunların sened yönünden zayıf olduğuna da işaret etmektedirler. Bir kısım âlimlerin, kıblenin Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’dan Mekke’deki Kâbe istikametine çevrilmesinin hicretin ikinci yılında Berat gecesinde vuku bulduğunu kabul etmeleri de geceye ayrı bir önem kazandırmaktadır.

Bu rivayetlerle, Hz. Peygamber’in şâban ayına ve özellikle bu ayın on beşinci gecesine ayrı bir önem vererek onu ihya ettiğine dair diğer rivayetleri göz önüne alan bazı âlimler bu geceyi namaz kılarak, Kur’an okuyarak ve dua ederek geçirmenin sevaba vesile olacağını, bu geceye mahsus olmak üzere belli bazı ibadet ve kutlama şekilleri ihdas edip âdet haline getirmenin ise dinde yeri bulunmadığını söylemişlerdir. Kaynakların belirttiğine göre Berat gecesine ait özel bir namaz yoktur. 

Gazzâlî, bu gece her rek‘atında Fâtiha sûresinden sonra on bir İhlâs sûresi okunmak suretiyle kılınacak yüz rek‘at veya her rek‘atında Fâtiha’dan sonra yüz İhlâs okunan on rek‘at namazın çok sevap olduğuna dair bir rivayet naklettiği halde (İḥyâʾ, I, 203), İḥyâʾü ʿulûmi’d-dîn’deki hadisleri tenkide tâbi tutan Zeynüddin el-Irâkī (a.g.e., I, 203, dipnot 1) ile Nevevî bunun aslının olmadığını söylemişlerdir.

Bu namazın bir bid‘at olduğunu kaydeden Nevevî, bu konuda Ḳūtü’l-ḳulûb ve İḥyâʾü ʿulûmi’d-dîn’de geçen rivayete aldanılmaması gerektiğini söylemekte (el-Mecmûʿ, IV, 56), Ali el-Kārî de bu rivayetin uydurma olduğunu belirterek Berat gecesi namazının 400 (1010) yılından sonra Kudüs’te ortaya çıktığını kaydetmektedir (el-Esrârü’l-merfûʿa, s. 462). Bu namazın ilk defa 448 (1056) yılında Kudüs’te Mescid-i Aksâ’da kılındığına ve zamanla yaygınlık kazanarak sünnet gibi telakki edildiğine dair bir rivayet de nakledilmektedir (Ali Mahfûz, s. 288). Ancak Fâkihî’nin (ö. 272/885’ten sonra) Mekkeliler’in bu geceyi Mescid-i Harâm’da ihya ettiklerine ve bazılarının 100 rek‘atlı bir namaz kıldığına dair rivayeti (bk. Aḫbâru Mekke, III, 84) dikkate alınırsa bu namazın daha önceden de kılındığını söylemek mümkündür.

Duhân sûresinde (44/3) Kur’an’ın “mübarek bir gecede” nâzil olduğu ifade edilmektedir. İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre burada işaret edilen gece Kadir gecesidir. Çünkü diğer âyetlerde Kur’an’ın ramazan ayında (el-Bakara 2/185) ve Kadir gecesinde (el-Kadr 97/1) indirildiği belirtilmektedir. Tâbiîn âlimlerinden İkrime’nin de dahil olduğu bir grup âlim ise Duhân sûresindeki âyetle Berat gecesine işaret edildiği kanaatindedirler. Bu takdirde Kur’an’ın tamamının Berat gecesi levh-i mahfûzdan dünya semasına indiği, Kadir gecesinde de âyetlerin peyderpey inmeye başladığı şeklinde bir yorum ortaya çıkmaktadır. Nitekim bazı müfessirler bu görüşü benimsemişlerdir (bk. Elmalılı, V, 4293-4295).

Berat gecesinin fazileti ve ihyası ile ilgili müstakil risâleler yazılmıştır (meselâ bk. Keşfü’ẓ-ẓunûn, II, 1591-1592; Îżâḥu’l-meknûn, I, 108; İslâm dünyasında Berat gecesinin kutlanışıyla ilgili olarak bk. KANDİL).



BİBLİYOGRAFYA
İbn Mâce, “İḳāmetü’ṣ-ṣalât”, 191.
Tirmizî, “Ṣavm”, 39.
Fâkihî, Aḫbâru Mekke (nşr. Abdülmelik b. Abdullah), Mekke 1407/1986-87, III, 84-87.
İbn Vaddâh, el-Bidaʿ ve’n-nehy ʿanhâ (nşr. M. Ahmed Dehmân), Dımaşk 1400/1980, s. 46.
Gazzâlî, İḥyâʾ, I, 203.
Zeynüddin el-Irâkī, el-Muġnî (Gazzâlî, İḥyâʾ kenarında), I, 203, dipnot 1.
Zemahşerî, el-Keşşâf, III, 499-500.
Fahreddin er-Râzî, Mefâtîḥu’l-ġayb, XXVIII, 237-238.
Nevevî, el-Mecmûʿ, IV, 56.
Kurtubî, el-Câmiʿ, XVI, 126.
İbn Kesîr, Tefsîrü’l-Ḳurʾân, VII, 232.
İbnü’l-Hâc, el-Medḫal, [baskı yeri yok] 1401/1981 (Dârü’l-Hayret), I, 299-313.
Aynî, ʿUmdetü’l-ḳārî, Kahire 1392/1972, IX, 150.
Keşfü’ẓ-ẓunûn, II, 1591-1592.
Îżâḥu’l-meknûn, I, 108.
Ali el-Kārî, el-Esrârü’l-merfûʿa fi’l-aḫbâri’l-mevżûʿa (nşr. Ali es-Sebbâğ), Beyrut 1391/1971, s. 461-462.
a.mlf., “et-Tibyân fîmâ yeteʿallaḳ bi-leyleti’l-ḳadr ve leyleti’n-nıṣf min şaʿbân” (nşr. M. Seyyid Nidâ), Eḍvâʾü’ş-şerîʿa, IX, Riyad 1398, s. 372-378.
Ali Mahfûz, el-İbdâʿ, Kahire, ts. (Dârü’l-kitâbi’l-Arabî), s. 286-288.
Elmalılı, Hak Dini, VI, 4293-4295.
Hasan Hüsnü Erdem, Berat Gecesi Hakkında Bir Tedkik, Ankara 1959, s. 3-11.
M. Zâhid el-Kevserî, Maḳālât, Humus 1388, s. 60-64.
Abdurrahman el-Cezîrî, “es-Sünne: leyletü’n-nıṣf min şaʿbân”, Mecelletü’l-Ezher, I/1, Kahire 1940, s. 586-591.

12 Şubat 2025 Çarşamba

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 250

Sıkıntının kimlere isabet ettiğine bakarak yorum yapmayı öğrenmeliyiz

Resulullah Sallallahu Aleyhi Ve Sellem dedi ki; aynı azap kafirlere gelince helak edici, onları cezalandırıcı iken, Mü’minlere gelince Allah Teala bunu rahmet kıldı. 

Adı deprem, sel vs ne olursa olsun, öldürücü ya da hasta edici ne türden olursa olsun, iki yol var, ya Cenâb-ı Hâkk’a sırtını dönmüşlerin yolu (yanlış yoldan dönsünler diye) ya da Cenâb-ı Hâkk’ı tanımış ve O’na saygılı yaşamaya çalışanların yolu (onları aklamak paklamak için) 

Dolayısıyla azabın, sıkıntının kendisine bakarak değil; azabın, sıkıntının kimlere isabet ettiğine bakarak yorum yapmayı öğrenmeliyiz.  

Mü’mine isabet ettiğinde hüsnüzan ile hayırlı bir yorum yapmalıyız. Kafire isabet ettiğinde bir ceza olarak, helak edici olarak yorum yapmalıyız. Arada kalan münafık ve fasıkları bilmiyoruz, o da Allah’ın katında belli olur. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

11 Şubat 2025 Salı

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 249

Amansız düşman

Şeytan peygamberlerde bile ümidini kesmemiş, amansız bir düşman, o zaman bizleri bırakır mı? En ufak bir boşlukta bizi amansız yakalayacağını aklımızdan çıkarmamak gerek.  

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

10 Şubat 2025 Pazartesi

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 248

“Ya Rabbi gözüm batıyor”

Hz Eyyüb aleyhisselâm Cenâb-ı Hâkk’a çok ufak bir şekilde, hafifçene şekvasını iletiyor. Haya üzere  olduğunu anlıyoruz. Bizim buradan ders almamız lazım. Kulun en ufak bir göz batmasında bile “Ya Rabbi gözüm batıyor” diyerek Cenâb-ı Hâkk’a yönelmesi dua etmesi çok değerlidir. Hiç bir hastalığı O’ndan gayrı giderecek kudret yoktur. 

KUR’AN-I KERÎM’DE HZ EYYUB (a.s.)

(Dost Tv- Ramazan Geceleri Programı Ankara 5 Nisan 2023)

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

9 Şubat 2025 Pazar

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 247

Cenâb-ı Hâk çocukla elemin arasına girer

Çocukların ne günahı, ne kusuru olabilirdi ki çocuklara da musibetler geliyor, bir takım kazalara  uğrayabiliyorlar? sorusuna cevap vermek gerekir:

Allah Teala hakkındaki hüsnüzanımızı koruyarak, çocuk bu acıya maruz kalmıyor, çocuk bunu hiç hissetmiyor dememiz icap eder. 

Allah azze ve cellenin masum ve günahsız bu yavruya bu musibetteki acıyı asla yansıtmayacağını, bunu tamamen ebeveynin sınavı olduğunu düşünmeliyiz. 

Kim acı acı elem duyuyorsa dönüp kendine bakıp “ne yaptım ki?” diye soracak durumdadır. Henüz iradesi açılmamış bu yavrucağın elem duymasını beklemiyoruz. 

Cenâb-ı Hâk çocukla elemin arasına girer. Bunu doktorlar bile yapıyor, bir anestezi ile. 

Demekki acılar ile yaşadığımız elem doğrusal ve ayrılmaz bir ilişki içerisinde değiller, ayrılabiliyorlar. “Yok arkadaş, burada adil bir sistem işlemiyor, masum yavrular bile perişan oluyorlar, o zaman alemlerin Rabbi yok mu ki bu kadar adaletsiz bir süreç işliyor.” demeye hızlıca meyletmek, Allah azze ve celle hakkındaki hüsnüzannımızdan kolayca vazgeçmek anlamına gelir. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

8 Şubat 2025 Cumartesi

Uykuluyken namaz kılınmaz mı?


Peygamber Efendimiz (asm) uykulu iken namaz kılmamamızı; bu hâlde namaz kılan kişinin yanlışlık yapabileceğini, hatta Allah’tan bağışlanma dileyim derken belki de kendine beddua edebileceğini buyurmuştur.

Hz. Aişe R.anha)’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah (asm) şöyle buyurdu:

« إِذَا نَعَسَ أَحدُكُمْ وَهُوَ يُصَلِّي ، فَلْيَرْقُدْ حَتَّى يَذْهَبَ عَنْهُ النَّوْمُ ، فإِن أَحدَكم إِذَا صلَّى وهُو نَاعَسٌ لا يَدْرِي لعلَّهُ يذهَبُ يسْتَغْفِرُ فيَسُبُّ نَفْسَهُ »

“Sizden biriniz namaz kılarken uyku hali bastırırsa, kendisinden bu hal gidinceye kadar yatsın. Çünkü uykulu vaziyette namaz kılan kimse, belki de bilmeyerek, istiğfar edip Allah’tan bağışlanma dileyeceğim derken kendine söver, beddua eder.” (Buhârî, Vüdû 53; Müslim, Müsâfirîn 222.)

Geceleyin herkes derin uykudayken tatlı uykusunu bırakıp Allah’a ibadet etmek, nefsine söz dinletebilen yiğitlerin harcıdır. Zira uyku bir ihtiyaç olduğu kadar insanın en fazla haz duyduğu zaaflarından biridir. Bu lezzeti bırakıp Rabbinin rızasını kazanmak için onun huzuruna durma başarısını, ancak Allah’ın rızâsının her şeyin üstünde olduğunu bilen şuurlu insanlar gösterebilir.

Uyku, vücuttaki bazı faaliyetlerin durması halidir. Uykulu iken, düşünme, konuşma, hareket etme gibi faaliyetler durur; şuur hali kaybolur. Bu sebeple, insan uykulu halde yaptığı işlerden sorumlu tutulmaz. Allah’a karşı yapılan ibadetlerde tam bir uyanıklık ve şuurluluk aranır. Namaz bir dua, bir niyâz, bir yakarış, bir huzura varış ve nihayet Allah ile yüzyüze geliş ve onunla konuşmadır. Bütün bu üstün nitelikleri taşıdığı için, gönül ve kalp uyanıklığına olduğu kadar, vücudun zindeliğine, canlılık ve diriliğine de ihtiyaç vardır. Oysa uyku hali, -bir atasözümüzün çok güzel ifade ettiği gibi- küçük ölümdür. Ölüden, dirinin yapması gereken şeyleri beklemek söz konusu olamaz.

Uyuklama halindeki insan, ne söylediğinin farkında olmaz. Uykulu vaziyetteki konuşmalar da sayıklama kabul edilir. İnsan uyuklarken hayır yerine şer, iyi yerine kötü, güzel yerine çirkin şeyler söyleyebilir. Şayet namaz veya ibadet halinde ise, iyilik yerine kötülük, hayır yerine şer, dua yerine beddua temennisinde bulunabilir. İşte bu sebeple Peygamber Efendimiz, uykulu halde namaz kılmayı, dua etmeyi uygun bulmamış, bilakis uyku hali geçecek kadar uyuduktan sonra ibadete devam edilmesini öğütlemiştir.

Özet olarak;

- Yorgun ve bitkin düşünceye kadar ibadet etmek, dinde hoş karşılanmamış, takvadan sayılmamıştır.

- Uykulu halde iken ibadet yapmak, özellikle namaz kılmak, dua etmek tavsiye edilmemiştir.

- İnsan gece veya gündüz, uykulu iken ibadet etmemeli, yatıp dinlendikten sonra ibadetine devam etmelidir.

- Uykulu iken insan ne söylediğini bilemez; dua edeceğim derken kendine beddua edebilir.

- İbadetler, gönül ve kalb uyanıklığı içinde ve vücudun zindelik ve dirilik halinde yapılmalıdır.

- İslâmiyet kolaylık dinidir. Her konuda olduğu gibi, ibadetler konusunda da orta yolu tutup haddi aşmamak, ölçülü olmak en güzel dindarlıktır. (bk. Riyazü’s-Sâlihîn Tercüme ve Şerhi, Peygamberimizden Hayat Ölçüleri, Erkam Yay., Hadis No: 149, 1188)

7 Şubat 2025 Cuma

Müslümanım diyen ama ömrü boyunca hiç dua etmeyen hayatını istediği gibi yaşayanın durumu nedir?

Bir insan "Müslümanım" dediği hâlde ömrü boyunca hiç dua etmiyor ve hayatını tamamen kendi isteklerine göre yaşıyorsa, bu durum onun dinle olan bağının zayıf olduğunu gösterir. Dua, kul ile Allah arasındaki en önemli bağlantılardan biridir ve İslam’da büyük bir yere sahiptir.

Duasız Bir Müslüman Ne Durumdadır?

İmanın Zayıflığı: Dua, Allah’a olan bağlılığın bir göstergesidir. Hiç dua etmeyen bir kişi, Allah’a olan ihtiyacını ve kulluğunu yeterince hissetmiyor olabilir.

Tevazu Eksikliği: Dua, insanın Rabbine muhtaç olduğunu kabul etmesidir. Dua etmeyen kişi, kendini yeterli görerek Allah’a yönelmiyorsa, bu bir kibir belirtisi olabilir.

Gaflet İçinde Olmak: Hiç dua etmemek, kişinin dini değerlerden uzaklaşmış ve dünyaya fazlasıyla dalmış olduğunu gösterir. Allah’ı anmayan bir kalp, zamanla katılaşabilir.

İbadetleri Terk Etme Riski: Dua, ibadet şuurunu artıran bir etkendir. Dua etmeyen kişi, zamanla diğer ibadetleri de terk edebilir.

Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, “Dua, ibadetin özüdür.” (Tirmizî, Deavât 1) buyurmuştur.

Bir başka hadisinde de "Dua, ibadettir." (Tirmizî, Tefsîr 40) diyerek, dua etmemenin bir ibadetten uzak kalmak anlamına geldiğini belirtmiştir.

Allah Teala, Kur’an’da şöyle buyurur:

“Bana dua edin, size icabet edeyim.” (Mü’min, 60)

Bu ayetten de anlaşılacağı gibi, dua etmeyen bir kişi, Allah’ın açıkça davet ettiği bir ibadeti terk etmiş olmaktadır.

Peki, Böyle Bir Müslümanın Ahiretteki Durumu Ne Olur?

İslam inancına göre, kişinin cennete veya cehenneme girmesi Allah’ın rahmetine, kişinin imanına ve amellerine bağlıdır. Hiç dua etmeyen ve hayatını tamamen kendi keyfine göre yaşayan biri:

Eğer İslam’ın temel şartlarını yerine getirmiyorsa (örneğin namaz, oruç, zekât, haram ve helal hassasiyeti yoksa), günahkâr olur.

Ama imanını koruyarak ölürse, günahlarına rağmen Allah dilerse onu affedebilir ya da bir süre cehennemde azap çektikten sonra cennete koyabilir.

Eğer bu kişi, zamanla Allah’ı inkâr eder ya da İslam’a tamamen sırt çevirirse, bu küfre düşmesine neden olabilir.

Sonuç

Müslüman olduğunu söyleyen bir kişi, Rabbine yönelmeli, dua etmeli ve Allah Teala’ya olan ihtiyacını hissetmelidir. Dua, insanın Rabbine yakınlaşmasını sağlayan büyük bir nimettir. Duasız bir hayat, susuz bir toprağa benzer; zamanla kuruyup çoraklaşabilir. Bu yüzden dua etmeyen birinin kendini gözden geçirmesi, Allah’la olan bağını güçlendirmesi gerekir.

👉 "Hiç dua etmedim, artık geç mi?" diye düşünen biri için cevap çok net: Hayır, asla geç değil! Allah’ın rahmeti sonsuzdur, yeter ki samimi bir şekilde O’na yönelin.

6 Şubat 2025 Perşembe

Resmi nikâh kıydıran kimse ayrıca dinî nikâh kıydırmalı mıdır?

İslam’a göre nikâh, evlenme ehliyetine sahip ve aralarında evlenmelerine dinî açıdan bir engel bulunmayan kadın ile erkeğin (veya vekillerinin) şahitler huzurunda “seni nikâhladım, seninle nikâhlandım, seni eş olarak kabul ettim, seninle evlendim.” gibi yoruma ve inkara imkan vermeyecek sözlerle, birbirleriyle evlenmeleri konusunda karşılıklı rızalarını ifade etmelerinden (îcap ve kabul) ibarettir (İbn Nüceym, el-Bahr, III, 82-83). Bu nikâh akdinin gizli değil, evlenecek olanların kendi aileleri ve yakın çevrelerinin bilgisi dâhilinde icra edilmesi gerekir. Bütün şartların yerine getirilmesi neticesinde icra edilen bu şekildeki bir resmi nikâh, dinen de muteberdir. Nikâh dairelerinde kıyılan resmi nikâhlarda nikâh memurunun “evlenmeyi kabul ediyor musun?” şeklindeki sözün tarafların “evet” veya “kabul ediyorum” şeklinde verdikleri cevaplar bu akdin dinen geçersiz olmasını gerektirmez. Çünkü yapılan nikâh akdinin kesin olduğu hem resmi tescille hem de ortam karinesi ile sabittir. Evlenecek kişiler resmi nikâhtan sonra, isterlerse evlerinde veya münasip bir yerde istedikleri kişilere Kur’an-ı Kerim’den bir bölüm okutup dua ettirip nikâh kıydırabilirler. Kurulan yuvanın mutluluklar getirmesi, salih ve sağlıklı nesillere vesile olması için dua edilmesi elbette iyidir. Bu aynı zamanda örfümüze de uygundur. Ancak günümüzde resmi nikâh olmadan dinî nikâh yapılması kadının ve çocukların haklarının korunması açısından uygun değildir. Nitekim Osmanlı Aile Hukuku kararnamesinde de şehrin kadısına kayıt yaptırılması şart koşulmuş ve nikâhın tescili üzerinde ısrarla durulmuştur.




4 Şubat 2025 Salı

Kabir azabı var mıdır?

Duyular ve akıl yürütme vasıtasıyla bilinemeyip vahiy yoluyla sabit olan gaybî konulardan biri de kabir azabıdır. Bu husus bazı ayetlerin işareti (Tevbe, 9/101; Mü’min, 40/46), çeşitli hadislerin de açık beyanlarıyla (Buhari, Cenâiz, 86) bilinmektedir. Bir hadis-i şerifte “Kabir, ahiret duraklarının ilkidir. Bir kimse eğer o duraktan kurtulursa sonraki durakları daha kolay geçer. Kurtulamazsa, sonrakileri geçmek daha zor olacaktır.” (Tirmizî, Zühd, 5) buyrularak ölümle ahiret hayatının başladığı ifade edilmiştir. İnsan öldükten sonra kabre konulunca, Münker ve Nekir adında iki melek kendisine gelerek soru soracaklar, iman ve güzel amel sahipleri bu sorulara doğru cevaplar verecekler ve kendilerine cennet kapıları açılarak cennet gösterilecektir. Kâfir ve münafıklar ise bu sorulara doğru cevap veremeyecek, onlara da cehennem kapıları açılacak ve cehennem gösterilecektir. Kâfirler ve münafıklar kabirde acı ve sıkıntı içinde azap görürlerken müminler nimetler içerisinde mutlu ve sıkıntısız bir hayat süreceklerdir (Tirmizî, Cenâiz, 71). Bu sebepledir ki Resûl-i Ekrem (s.a.s.) pek çok kez kabir azabından koruması için Allah’a niyazda bulunmuştur (Buhârî, Ezan, 149; Müslim, Küsûf, 8, Cenâiz, 85; Ebû Dâvûd, Salât, 155).

https://goruntulufetva.diyanet.gov.tr/cenaze-ve-kabir-ile-ilgili-diger-konular/kabir-azabi-var-midir

2 Şubat 2025 Pazar

Cuma günleri oruç tutmanın hükmü nedir?

Sadece Cuma günleri nafile oruç tutmak, tenzîhen mekruh görülmüştür. Resul-i Ekrem (s.a.s.), “Sizden hiç kimse Cuma günü oruç tutmasın. Ancak bir gün önceden veya sonradan oruç tutuyorsa, bu takdirde Cuma günü de oruç tutabilir.” (Ebû Dâvûd, Savm, 50) buyurmuştur. Cuma günü kazaya kalan farz veya adak gibi vacip bir oruç tutmakta sakınca bulunmamaktadır. Cuma günü nafile oruç tutmak isteyenlerin, bir gün önce veya sonrasında da oruç tutması uygun olur. Oruç tutmak için özellikle Cuma gününü seçmenin mekruh oluşu bu günün müslümanların haftalık bayram günü kabul edilmesindendir.