10 Eylül 2022 Cumartesi

NEFİS TEZKİYESİNDE BİR PEYGAMBER: HZ. İSA


Hz. İsa, Kur’an-ı Kerim’de kendisine İncil’in verildiği ve kendisinin Hz. Muhammed’i müjdelediği bildirilen, “Allah’tan bir ruh ve kelime” olarak tavsif edilen, ancak esas itibarıyla kul olduğu vurgulanan bir peygamberdir. Aslında Kur’an-ı Kerim’de İslam’ın Hristiyanlık inancına, Hz. Meryem ve Hz. İsa’ya bakışını, Hz. Meryem’in adıyla anılan 19. surenin baş kısmında açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Nitekim Habeşistan muhacirlerinin sözcüsü sıfatıyla Cafer b. Ebu Talip adı geçen surenin başlangıç kısmındaki ayetleri Necaşi huzurunda okumak suretiyle İslam’ın Hz. İsa’nın kimliği hakkındaki görüşünü açıklamış, Kral da onun ifadelerini tasdik etmişti.

Hristiyan inancına göre İsa Allah’ın bedenleşmiş kelamı kabul edilir. Buna göre Tanrı’nın yaratılmamış olan ezelî mesajı bedenleşmiş olup İsa olarak insanlar arasında yaşamaktadır. Hristiyanlar bu nedenle İsa’ya “Tanrı oğlu, Rab, Mesih” unvanlarını vermektedir. İncillerde Tanrı’nın ondan “oğlum”, onun da Tanrı’dan “babam” şeklinde bahsetmiş olması İsa’nın ulûhiyetine delil olarak gösterilmektedir.

Kur’an’da hem İsa hem İbn Meryem hem de Mesih olarak adlandırıldığı gibi başka isimlerle de anılmaktadır: “Melekler demişlerdi ki: Ey Meryem! Allah sana kendisinden bir kelimeyi müjdeliyor. Adı Meryem oğlu İsa’dır. Mesih’tir; dünyada da, ahirette de itibarlı ve Allah’ın kendisine yakın kıldıklarındandır.” (Âl-i İmran, 3/45.) “Meryem oğlu Mesih ancak bir resuldür. Ondan önce de (birçok) resuller gelip geçmiştir. Anası da çok doğru bir kadındır. Her ikisi de yemek yerlerdi. Bak, onlara delilleri nasıl açıklıyoruz, sonra bak nasıl (haktan) yüz çeviriyorlar.” (Maide, 5/75.)

Kur’an’daki mesih kelimesi esas olarak Hristiyanların bu kelimeye yüklediği anlamda değildir. Buna göre İsa Mesih diğer peygamberler gibi yaratılmıştır, bir kuldur. Dolayısıyla ona ulûhiyet nispet etmek, onu rab edinmek kesinlikle kabul edilemez. Kur’an’da Hz. İsa’nın annesi Meryem hakkında da bilgi bulunmaktadır. Buna göre Meryem, Allah’ın ruhunu (Cebrail) bir insan şeklinde karşısında görünce korkudan Allah’a sığınarak ondan kendisine dokunmamasını ister. Gelen melek ise ona tertemiz bir erkek çocuk bağışlamak üzere Allah tarafından gönderilmiş bir elçi olduğunu söyler.

“Meryem: Bana bir insan eli değmediği, iffetsiz de olmadığım hâlde benim nasıl çocuğum olabilir? dedi. Melek: Öyledir, dedi; (zira) Rabbin buyurdu ki: Bu bana kolaydır. Çünkü biz, onu insanlara bir delil ve kendimizden bir rahmet kılacağız. Bu, hüküm ve karara bağlanmış (ezelde olup bitmiş) bir iş idi. Meryem ona hamile kaldı. Bunun üzerine onunla (karnındaki çocukla) uzak bir yere çekildi.” (Meryem, 19/16-22.)

Hz. Meryem, Hz. İsa’yı dünyaya getirdikten sonra kavminin yanına döner. Kavmi, bakire Meryem’i kucağında çocukla görünce çocuğun gayrimeşru bir ilişkinin ürünü olduğunu sanarak kendisini suçlarlar: “Nihayet onu (kucağında) taşıyarak kavmine getirdi. Dediler ki: Ey Meryem! Hakikaten sen iğrenç bir şey yaptın! Ey Harun’un kız kardeşi! Senin baban kötü bir insan değildi; annen de iffetsiz değildi.” (Meryem, 19/27-28.)

Hz. Meryem onlara cevap vermek yerine beşikteki İsa’ya işaret eder: “Bunun üzerine Meryem çocuğu gösterdi. Biz, dediler, beşikteki bir sabi ile nasıl konuşuruz? Çocuk şöyle dedi: Ben, Allah’ın kuluyum. O, bana kitabı verdi ve beni peygamber yaptı. Nerede olursam olayım O beni mübarek kıldı; yaşadığım sürece bana namazı ve zekâtı emretti. Beni anneme saygılı kıldı; beni bedbaht bir zorba yapmadı. Doğduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak kabirden kaldırılacağım gün esenlik banadır. İşte, hakkında şüphe ettikleri Meryem oğlu İsa -hak söz olarak- budur.” (Meryem, 19/27-34.)

Kur’an’a göre Allah, İsa’ya kitap vermiş ve onu mübarek kılmıştır. Aynı zamanda o İsrailoğullarına peygamber olarak gönderilmiştir: “İsrailoğullarına bir elçi olacak (ve onlara şöyle diyecek:) Size Rabbinizden bir mucize getirdim. Size çamurdan bir kuş sureti yapar, ona üflerim ve Allah’ın izni ile o kuş oluverir. Yine Allah’ın izni ile körü ve alacalıyı iyileştirir, ölüleri diriltirim. Ayrıca evlerinizde ne yiyip ne biriktirdiğinizi size haber veririm. Eğer inanan kimseler iseniz bunda sizin için bir ibret vardır.” (Âl-i İmran, 3/49.)

Kur’an-ı Kerim’de Hz. İsa’nın doğduğundan, öleceğinden ve tekrar hayata döneceğinden söz edilir: “Doğduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak kabirden kaldırılacağım gün esenlik banadır.” (Meryem, 19/33.)

Bununla birlikte onun bahsedilen dirilişi, Hristiyanlıkta kabul edildiği gibi çarmıha gerildikten sonraki diriliş değil kıyamet sonrası diriliştir. Kaldı ki Kur’an-ı Kerim’e göre İsa çarmıha gerilmemiştir. Yahudiler, İsa’nın tebliğ ettiği mesajdan hoşlanmamışlar ve onu öldürmek için tuzak kurmuşlardır: “Allah buyurmuştu ki: Ey İsa! Seni vefat ettireceğim, seni nezdime yükselteceğim, seni inkâr edenlerden arındıracağım ve sana uyanları kıyamete kadar kâfirlerden üstün kılacağım. Sonra dönüşünüz bana olacak. İşte o zaman ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında aranızda ben hükmedeceğim.” (Âl-i İmran, 3/54.)

“Ve ‘Allah elçisi Meryem oğlu İsa’yı öldürdük’ demeleri yüzünden (onları lânetledik). Hâlbuki onu ne öldürdüler ne de astılar; fakat (öldürdükleri) onlara İsa gibi gösterildi. Onun hakkında ihtilâfa düşenler bundan dolayı tam bir kararsızlık içindedirler; bu hususta zanna uymak dışında hiçbir (sağlam) bilgileri yoktur ve kesin olarak onu öldürmediler. Bilâkis Allah onu (İsa’yı) kendi nezdine kaldırmıştır. Allah izzet ve hikmet sahibidir.” (Nisa, 4/157-158.) Binaenaleyh Hristiyanlıkta önemli bir dinî inanç olan, insanların günahına kefaret olmak üzere İsa’nın çarmıha gerilmesi hadisesinin İslam’da kabul edilmediği görülmektedir.

Diğer taraftan Kur’an’da Hz. İsa’nın öldürülmediğini ve çarmıha gerilmediğini bildiren ayette yer alan “şübbihe lehüm” ifadesi çeşitli şekillerde yorumlanmıştır. Buna göre çarmıh ve çarmıha gerilen bir kişi vardır, ancak bu kişi Hz. İsa değil Hz. İsa’nın yerini Yahudilere ve Roma makamlarına gösteren Yahuda isimli kişidir.

Hz. İsa’nın, Yahudiler tarafından öldürülmediği ve asılmadığı Kur’an’da açıkça belirtilmekle birlikte akıbeti, ölüp ölmediği ve semaya ref‘inin nasıl olduğu konusu hem Müslümanlarla Hristiyanlar arasında hem de Müslümanların kendi aralarında tartışmalıdır. Hz. İsa’nın dünyevi hayatının sonuyla ilgili ayetlerde yer alan iki kavram üzerinde durmak gerekir ki bunlar “teveffî” ve “ref” kavramlarıdır. Âl-i İmran suresinin 55. ayetinde Allah, “Ey İsa! Seni vefat ettireceğim (müteveffîke), seni nezdime yükselteceğim (râfiuke), seni inkâr edenlerden arındıracağım ve sana uyanları kıyamete kadar kâfirlerden üstün kılacağım.” demektedir. Maide suresinde ise Allah İsa’ya, “Beni ve annemi Allah’tan başka iki tanrı bilin diye sen mi dedin?” diye sorduğunda İsa, “Ben onlara ancak bana emrettiğini söyledim. Benim de rabbim, sizin de rabbiniz olan Allah’a kulluk edin dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onları kontrol ediyordum. Beni vefat ettirince artık onların üzerine gözetleyici yalnız sen oldun.” diye cevap vermektedir. (Maide, 5/116-117.) Bu ayetlerden, önce teveffînin ve ardından ref’ hadisesinin olacağı anlaşılmaktadır. Diğer taraftan Nisa suresinde de Yahudilerin İsa’yı öldüremedikleri, asamadıkları, bilâkis Allah’ın onu kendi nezdine aldığı belirtilmektedir.

Kur’an’a göre İsa bütün üstün özelliklerine rağmen bir insan ve bir kuldur. Onun tanrı olduğunu iddia edenler ise küfre sapmış olarak kabul edilmiştir:

“Ne Mesih ve ne de Allah’a yakın melekler, Allah’ın kulu olmaktan geri dururlar. O’na kulluktan geri durup büyüklenen kimselerin hepsini (Allah) yakında huzuruna toplayacaktır.” (Nisa, 4/172.)

“Şüphesiz Allah, Meryem oğlu Mesih’tir.” diyenler andolsun ki kâfir olmuşlardır. De ki: Öyleyse Allah, Meryem oğlu Mesih’i, anasını ve yeryüzündekilerin hepsini imha etmek isterse Allah’a kim bir şey yapabilecektir (O’na kim bir şeyle engel olabilecektir)! Göklerde, yerde ve ikisi arasında ne varsa hepsinin mülkiyeti Allah’a aittir. O dilediğini yaratır ve Allah her şeye tam manasıyla kadirdir.” (Maide, 5/17.)

Kaldı ki o hiçbir zaman kendisinin tanrı edinilmesini söylememiş ve yalnız Allah’a kulluğu öğütlemiştir: “Allah: Ey Meryem oğlu İsa! İnsanlara, beni ve anamı, Allah’tan başka iki tanrı bilin diye sen mi dedin? buyurduğu zaman o, ‘Hâşâ! Seni tenzih ederim; hakkım olmayan şeyi söylemek bana yakışmaz. Hem ben söyleseydim sen onu şüphesiz bilirdin. Sen benim içimdekini bilirsin, hâlbuki ben senin zatında olanı bilmem. Gizlilikleri eksiksiz bilen yalnızca sensin. Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim. Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin, dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine kontrolcü idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız sen oldun. Sen her şeyi hakkıyla görensin.’” (Maide, 5/116-117.)

Sonuç olarak ifade etmek gerekirse Kur’an-ı Kerim’de takdim edilen Hz. İsa, İncillerde ve Hristiyan teolojisindekinden farklıdır. Bu farklılıklar, daha ilk dönemlerden itibaren Müslümanlarla Hristiyanlar arasında tartışmaların başlamasına sebep olmuş, iki taraf da birbirini reddeden ve tenkitlere cevap veren eserler kaleme almış, böylece geniş bir reddiye literatürü oluşmuştur. Nitekim Âl-i İmran suresinin ilk seksen ayetinin Medine’de Peygamber’i ziyaret eden Necran heyetiyle yapılan görüşme ve Hz. İsa ile ilgili tartışma sebebiyle nazil olduğu rivayet edilmektedir. (Harman, Ömer Faruk, “İsa”, DİA, XXII, 465-472; Karadaş, Cağfer, Hidayet Rehberleri Peygamberler, Bursa 2013, s. 121-129.)

Prof. Dr. Adem Apak

https://yayin.diyanet.gov.tr/Category/GetArticles?id=4079&categoryId=142#

9 Eylül 2022 Cuma

İSLAM’IN DİRİLİŞ ÇAĞRISI


“Ey inananlar! Hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman Allah ve Resulü’ne uyun. Ve bilin ki Allah, kişi ile onun kalbi arasına girer ve siz mutlaka onun huzurunda toplanacaksınız.”

(Enfal, 8/24.)

Bedir Savaşı’nda Müslümanlar, müşriklere karşı büyük bir zafer kazandılar. Ancak savaş sonrasında henüz konulmuş bir kural bulunmadığından elde edilen ganimetin taksiminde ihtilaf ettiler. Bu münasebetle nazil olan ayetler müminlere Allah’tan korkmalarını, Allah’ın ve peygamberinin hükmüne itaat etmelerini emrediyordu. (Enfal, 8/1-2.) Nitekim Bedir Savaşı’ndan önce de düşmanla karşılaşmayı değil kervana ulaşmayı istemişler; ancak Allah Resulü’ne itaati seçip düşmanla savaştıklarında itaatin bereketine erişmişler, ilahi yardımlara mazhar olmuşlardır. Enfal suresinde çeşitli münasebetlerle Allah ve Resulü’ne itaatin önemi vurgulanmaktadır ki bunlardan biri de şu ayettir: “Ey inananlar! Hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah ve Resulü’ne uyun. Ve bilin ki Allah, kişi ile onun kalbi arasına girer ve siz mutlaka onun huzurunda toplanacaksınız.” (Enfal, 8/24.)

Ayet-i kerime her Müslümana, Allah ve Resulü’ne itaat için harekete geçme, kendisine dinî bir konu hakkında Allah’ın veya Resulü’nün sözü ulaştığında onunla süratle amel etme, ona muhalif olan görüşleri terk etme sorumluluğu yüklemektedir. Peygamberin davet ettiği şeye itaatin gerekliliği, “Peygamber sizi çağırdığı zaman Allah ve Resulü’nün çağrısına uyun.” diye ifade edilmiştir. (Yani davet fiili tekil olarak gelmiştir.) Çünkü daveti doğrudan icra eden, insanlara ulaştıran peygamberdir. Peygamberin çağrısına yapılan bu vurgu, aynı zamanda ona icabetin Allah’a icabet gibi olduğunu ifade etmektedir. (Nesefi, Medarikü’t-Tenzil, I, 639.) Peygamberin çağrısı, hayatta iken çağırdığında yanına gelmeyi de davetine icabet edip itaat etmeyi de içermektedir. (Buhari, Tefsir, 8.)

Müminler, Allah ve Resulü’nün çağrısına icabet etmelidir; çünkü bu çağrı onlara hayat verecek bir çağrıdır. Hayatta olan insanı diriltmek söz konusu olamayacağından ayette geçen “hayat verme” ifadesinin gerçek anlamının dışında kullanıldığı anlaşılır (istiare). Hayat verecek şeylerin ne olduğuna dair çeşitli görüşler vardır. Ana hatları ile ifade etmek gerekirse bunlardan birincisi imandır. Çünkü iman kalbin hayatı, küfür ise ölümüdür. İnsanlar küfür ile ölü hükmünde iken Allah onları iman ile diriltir. İkinci yoruma göre hayat verecek olan şey, Kur’an’dır. Onun çağrısına icabet eden için kurtuluş, güven, ebedî hayat ve sermedî nimet vardır. Ayrıca o, ilmin kaynağıdır. İlim ise hayattır. Hayatın sebebi, hayat olarak isimlendirilmiştir. Üçüncü yoruma göre hayat verecek olan şey, hak ve hakikattir. Hayat verecek olan şeyin hak ve hakikat olarak yorumlanması başta iman ve Kur’an olmak üzere diğer görüşleri de kapsayan bir görüştür. (Razi, Mefatihu’l-Ğayb, XV, 472.)

Allah Resulü’nün çağrısına uymamanın sonuçları da vardır ki bunlar devamında şöyle ifade edilmiştir: “Ve bilin ki Allah, kişi ile onun kalbi arasına girer.” Allah’ın kişi ile kalbi arasına girmesi, O’nun sıfatları ile ilgili olarak yorumlanır. Zira Allah mekândan münezzehtir. O’nun (c.c.) ilim sıfatı kişinin gizlediğini bilmesine, kudret sıfatı ise kişiye azmettiği şeyi yapma izni vermesine veya o fiili yapmayı engellemesine taalluk eder. İki şey arasına bir engelin girmesi gibi Allah’ın bilgisi de kişi ile kalbi arasına girer. Çünkü O, kuluna şah damarından yakındır. (Kaf, 50/16.) Allah’ın, kişi ile onun kalbi arasına girdiği vurgulanarak onun aklına gelen düşüncelere dikkat çekilmekte; müminler peygamberin davetine gevşeklik göstermek, ona icabet sorumluluğundan kaçınmak, ona muhalefet edişini gizlemek gibi düşüncelere kapılmaktan sakındırılmaktadır. Kişi Allah Resulü’nün çağrısına uyduğu takdirde Allah onu nefsine galip kılacak; onunla nefsinin çağırdığı şey arasına engel koyacaktır. Ancak bu çağrıya uymaktan imtina ederse de nefsini kalbinin çağırdığı şeyle arasına engel kılacaktır. (Maturidi, Tevilatü Ehli’s-Sünne, V, 178; İbn Aşur, et-Tahrir ve’t-Tenvir, IX, 315.) Allah Resulü’nün çağrısına uymamanın sonucu, sonraki cümlede daha şiddetli bir üslupla şöyle ifade edilmektedir: “Ve siz mutlaka onun huzurunda toplanacaksınız.” Zira ecel, ansızın gelip bu çağrıya icabet etme düşüncesinin önüne engel olabilir. Bu yüzden emri süratle uygulamalı, başka vakte ertelememelidir.

Allah Resulü’nün çağrısına uymamanın dünyevi sonuçları da vardır ki sonraki ayette bundan bahsedilmektedir. (Enfal, 8/25.) Müslümanlar hep birlikte Allah Resulü’nün çağrısına uymadıkları takdirde pek çok konuda ihtilafa düşerler. Yaşadıkları ihtilaflar zamanla çatışmaya dönüşür. Toplumsal düzenleri bozulur, durumları kötüleşir. Toplumun önderi konumunda olanlar gidişatı durdurmak için çaba göstermezse fitne ateşi her yere yayılır ve iyi kötü demeden herkesi yakar.

İslam hak dindir; insanlık için bir diriliş çağrısıdır. Bu çağrıya icabet eden, gaflet ve cehalet karanlıklarını izale eder, tembellik ve miskinlik illetlerinden kurtulur. Dünyada, iman ve salih amelle güzelleşen mutlu bir hayata ulaşır; ahirette ise güzelliği tasavvur dahi edilemeyecek ebedî bir hayata kavuşur. Ancak İslam’ın bu diriliş çağrısı, yaşadığımız yüzyılın bağrında tam olarak yankılanamamaktadır. Müslümanların bazı yanlış uygulamaları, istismar çevrelerinin fırsatçılıkları, terör örgütlerinin sapkınlıkları, İslam’ın gerçek yüzünün görülmesine mani olabilmektedir. Oysa Müslümanlar, beşerî zaafların, dünyevi ihtirasların ağırlığından kurtulup hep birlikte İslam’ın çağrısına koştuklarında, olanca saflığı ile gönüllerini Allah ve Resulü’ne açtıklarında İslam’ın hakikati ortaya çıkacaktır. Ve böyle bir seferberlik sayesinde onlar, kendi dirilişlerini tecrübe ederken başkalarının dirilişlerine de vesile olabileceklerdir. İslam’ın çağrısına icabet ederek dirilen ve elindeki diriliş meşalesiyle etrafını aydınlatanlar ile kendini bundan mahrum kılanların aşağıdaki tasviri bu hakikatin veciz bir ifadesidir: “Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkamayacak durumdaki kimse gibi olur mu?” (Enam, 6/122.)

Dr. Abdülkadir Erkut

https://yayin.diyanet.gov.tr/Category/GetArticles?id=4079&categoryId=142#

8 Eylül 2022 Perşembe

ALLAH İÇİN TERK ETMEK: HİCRET


İnsanlar doğup büyüdükleri topraklardan neden ayrılırlar? Neden anılarının, acılarının, mutlu günlerinin, hüzünlü ve eğlenceli günlerinin geçtiği yurtlarını terk etme gereği duyarlar? Düşün ki her sokakta ayak izlerin var; her gölgede oturmuş, her dağda gezmiş, her mahalleyi karış karış dolaşmışsın. Çocukluğun orada geçmiş. Arkadaşların oralı, ahali seni tanıyor, sen ahaliyi tanıyorsun. Ama günün birinde burayı ister istemez terk etmek zorunda kalıyorsun. Kimi zaman makul nedenlerden dolayı kimi zaman istemeden çıkıp gidiyorsun. Kimi zaman, günün birinde yeniden dönme ümidiyle kimi zaman da bir daha dönmemek üzere ayrılıyorsun!

Terk-i diyar eyliyorsun. Her şeyi terk ediyorsun. Sokağını, büyüdüğün evini, sevdiklerini, anı ve acılarını geride bırakıp gidiyorsun! Bazen arkana bakarak bazen de bakmayarak gidiyorsun! Zor değil mi? Başını alıp gitmek... Yeni bir diyara gitmek, yeni bir yurda gelmek, yeni insanlar, yeni âdetler, yeni örfler ve yeni hayatlar...

Hicret, terk etmek ve ayrılmak demektir. Kimi zaman savaş ve baskı nedeniyle, kimi zaman zulümden kaçmak için kimi zaman da hicretlerin en güzeli olan dinini yaşamak için...

Hicret, pes etmek değildir. Teslim olmak değildir. Vazgeçmek değildir. Ümit kesmek değildir. Hicret, yeni bir davet sahası açmaktır. Yeni insanlara tebliği ulaştırmaktır. Yenilenmek ve yeniden başlamaktır. Eskiyi bazen kenara bırakıp bir daha bakmamak, bazen de eskiyi arzulamak ve yeniyi hedeflemektir.

Hicret, berekettir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Allah yolunda hicret eden kimse yeryüzünde gidecek birçok güzel yer ve bolluk (imkân) bulur. Kim Allah ve Resulü uğrunda hicret ederek evinden çıkar da sonra kendisine ölüm yetişirse artık onun mükâfatı Allah’a düşer. Allah da çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” (Nisa, 4/100.) Ameller niyetlere göredir. Allah, kullarından zafer değil sefer ister. Amaca ulaşmayı değil amaç için çalışmayı ister. Hicret eden kişi elinden geleni yapmıştır. Hicret ettiği diyara ulaşsa da ulaşmasa da ulaşmış gibi karşılığını görecektir.

Hicret, fedakârlık demektir. Allah için vermek ve feda etmek demektir. Dinini yaşamak için dünyasını bağışlamak ve ondan vazgeçmek demektir. Mala mülke bakmadan, kâr zarar hesabı yapmadan yola koyulmak demektir. Gerekirse bedel ödemek demektir. Tıpkı Suheyb er-Rumi’nin yaptığı gibi tüm kazancını hicret etmek için feda etmek demektir. Suheyb er-Rumi, Rabbinin rızası için tüm mülkünü Mekke’de bırakan ve onlardan vazgeçen bir tüccardı. Mekkeliler onun, malını da yanına alıp çıkmasına izin vermiyordu. Suheyb onlara bir teklif sundu: “Tüm malımı bırakırsam gitmeme izin verir misiniz?” Onlar da bu teklifi kabul etti ve Suheyb, Mekke’nin zenginliğini geride bırakıp Suffe ehlinden oldu. Varlığı bıraktı ve Mescid-i Nebevi’nin gölgesinde bir hayat sürdü. Yalıyı bıraktı, gölgeyi seçti. Evi ve bahçeyi bıraktı, mescidin duvarında gecelemeyi seçti. Maddi zenginliği bıraktı, fakir bir hayata geçti… (Maverdi Tefsiri, İbni Kesir, Bakara 207. ayetin tefsiri.)

Peki niçin? Bu fedakârlık niçindi? Allah’ın dinini yaşamak için bedel ödüyordu. Hem şehrini terk etti hem malını geride bıraktı. Ama gözü arkada değildi. Hicret onun için bir onurdu. Allah Teâlâ onun bu davranışını kabul etti. Onun hakkında şöyle buyurdu: “İnsanlardan öylesi de vardır ki Allah’ın rızasını kazanmak için kendini feda eder. Allah, kullarına çok şefkatlidir.” (Bakara, 2/207.)

Hicret kimi zaman özlemdir. Geldiğin diyarları özlemektir. Taşını toprağını özlemektir. Oradan gelen birini, geldiği yerin kokusunu taşıyor diye ayrıca sevmektir. Ona, terk ettiğin diyar hakkında sorular sormaktır. Gözyaşı akıtmaktır. Nitekim Resulüllah’ın (s.a.s.) Medine’yi sevmesi, Mekke’ye özlem duymasına engel olmamıştı. Mekke’den gelen Usayl, Mekke’den söz edince Resulüllah (s.a.s.) şöyle dedi: “Ey Usayl, yeter! Bırak kalpler sızlıyor!”

Efendimiz, elli yılını geçirdiği şehrini özlemişti. Son on yılı Mekke’de zor, hem de çok zor geçmişti. Ama yine de gönüldür bu. Doğduğu, büyüdüğü, evlendiği ve yaşadığı toprakları

özlüyordu.

Hz. Bilal ise Mekke’ye olan özlemini şöyle dile getiriyordu: “Acaba bir gün Mekke vadisinde etrafımı ızhır ve celil otları sarmış olduğu hâlde geceleyebilecek miyim? Bir gün Ukaz’daki Mecenne sularının başına varır mıyım? Şame ve Tafil sularını görebilecek miyim?” (Buhari, 1889.)

Düşünün ki Bilal’in Mekke’deki anıları, acılarından ibaretti. Defalarca ölümün kokusunu ensesinde hissetmişti. Öldü diye bırakıldığı olmuştu. Mekke’de bir köle olarak hayatını sürdürmüştü. Buna rağmen Mekke özlemi çekiyordu. Suyu olmayan Mekke’nin, merhameti olmayan Mekke’nin, kayalık ve dağlık Mekke’nin...

Vatan sevgisi, toprak sevgisi, şehir sevgisi, ilçe, köy ve mahalle sevgisi budur işte... Hicret budur işte. Gittiğin yerde güzelce ağırlansan bile, dinini kolayca yaşasan bile doğduğun toprakları özlemektir. Allah Teâlâ kimseyi sevdiği topraktan mahrum eylemesin! Muhacire her şeyi verebilirsiniz, ona ev verebilirsiniz, iş verebilirsiniz, toprak verebilirsiniz. Ama onun toprağının yerine hiçbir toprak veremezsiniz. Onu bereketli topraklara koysanız da o, çorak toprağını ve yamaçtaki evini arzular...

Hicret, Allah’ın iltifatına, övgüsüne, rızasına nail olmaktır. Hicretin belki de en güzel yönü budur. O’nu kazandıktan sonra kaybettiğin hiçbir şey için üzülmüyorsun. O’nun iltifatını aldıktan sonra hiçbir hakareti umursamıyorsun. O’nun rızasına nail olduktan sonra hiçbir yergiye aldırmıyorsun. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “İman edip hicret eden ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihat eden kimselerin dereceleri, Allah katında daha üstündür. İşte onlar, başarıya erenlerin ta kendileridir.” (Tevbe, 9/20.)

Hicret, terk etmek demektir. Kötüyü bırakıp iyiye sarılmaktır. Kötülükten iyiliğe kaçmaktır. Haramlardan helallere kaçmaktır. Gayrimeşru işlerden meşru işlere kaçmaktır. Allah’ın yasaklarından uzak durmaktır. Bunları başarabilen, hicret ehlidir. Bu nedenle olsa gerek Peygamber Efendimiz “muhaciri” şöyle tanımlamıştır: “Muhacir, Allah’ın kendisine yasakladığı şeyleri terk eden kimsedir.” (Buhari, 10.) Yine Peygamber Efendimiz hicret hakkında şöyle buyurmuştur: “Hicret iki çeşittir. Birincisi günahları terk etmendir. Diğeri ise Allah ve resulüne hicret etmendir. Tövbe kabul edildiği sürece hicret etmek kesintiye uğramayacaktır.” (Müsned, 1671.)

Murat Padak

https://yayin.diyanet.gov.tr/Category/GetArticles?id=4079&categoryId=142#

7 Eylül 2022 Çarşamba

TARİHİN AKIŞINA İLAHİ DOKUNUŞ


Yüce Allah (c.c.), insanı yaratmış ve belli bir zaman aralığında yaşamak üzere onu yeryüzüne göndermiştir. (Bakara, 2/36.) Dünyadaki bu serüveninde, onu başıboş bırakmamış, ona belli bir gaye ve amaç belirlemiştir. İnsan burada Allah’ı hakkıyla tanıyacak, sadece O’na kulluk edecek (Zariyat, 51/56.) ve salih/güzel ameller ortaya koyacaktır. (Mülk, 67/1-2.)

Allah, dünya hayatı serüvenine başlayan insana lütufta bulunmuş, yaratılış gayesini nasıl gerçekleştireceğini, dünya ve ahiret mutluluğunu nasıl kazanacağını seçtiği peygamberler aracılığıyla ona göstermiştir. Bu lütfunun sonucu olarak Yüce Yaradan ilk insan Hz. Âdem’i (a.s.) yeryüzüne gönderdikten sonra onu ilk peygamber olarak görevlendirmiştir. (Âl-i İmran, 3/33.) Hz. Âdem’den (a.s.) sonra da bütün toplumlara peygamberler göndererek ilahi mesajlarını onlara iletmiş, neleri yapmaları ve nelerden kaçınmaları gerektiğini de tekrar tekrar hatırlatmıştır. Bu ilahi hatırlatmaların toplumdan topluma farklılık arz eden bazı yönleri bulunsa da ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem’e (a.s.) indirilen ilahi mesajdan, bütün insanlığa gönderilen son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.s.) indirilen Kur’an-ı Kerim’e kadar temel ilkeler hep aynı olagelmiştir. Bu ilkelerin veya yönlendirmelerin en başında ise “Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur ve kulluk sadece O’na yapılmalıdır.” esası gelmektedir.

Tevhide çağrı: Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur

İnsanı, arzı ve zamanı yaratıp bu üçünü dünyada buluşturan Yüce Rabbimiz, insanlara uymaları gereken emir ve yasakları da bildirmişti. Ancak insanlar ilahi vahyin inişinden zamansal olarak uzaklaşmaları, şeytanın vesveseleri, nefsin arzuları, cehaletin artması ve aklın kullanılmaması gibi sebeplerden ötürü putları veya başka şerikleri Allah’a ortak koşmaya başlamışlardır. Şirkin toplumlara hâkim olmaya başladığı tarihin bu dönemlerinde Yüce Allah peygamberler göndermiş ve onlar aracılığıyla tevhid ilkesini, emir ve yasaklarını toplumlara hatırlatmıştır. Bu durum Kur’an-ı Kerim’de şöyle ifade edilmektedir: “Andolsun biz, her ümmete, ‘Allah’a kulluk edin, tağuttan kaçının.’ diye peygamber gönderdik...” (Nahl, 16/36.), “Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberlere, ‘Şüphesiz, benden başka hiçbir ilah yoktur. Öyleyse bana ibadet edin.’ diye vahyetmişizdir.” (Enbiya, 21/25.)

Kur’an-ı Kerim’de, vahyin zamanın akışı içerisinde peygamberlerin diliyle toplumları nasıl tevhide çağırdığı pek çok yerde anlatılmaktadır. Rabbinden aldığı emirleri tebliğ eden Nuh (a.s.), kavmine Allah’tan başka hiçbir ilah olmadığını ve kulluğun sadece ona yapılması gerektiğini hatırlatmış ve onlara şöyle seslenmiştir: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, sizin ondan başka ilahınız yoktur…” (Araf, 7/59.) Aynı çağrıyı Âd kavmine gönderilen Hud (a.s.) ve Semud’a gönderilen Salih (a.s.) da tekrar etmiştir: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin; sizin ondan başka ilahınız yoktur.” (Araf, 7/65,73.)

Tarihin belli bir döneminde hüküm süren Hz. İbrahim’in kavmi ay, güneş ve yıldızlara onlar ortaya çıkmadığında bunların yerdeki sembolü olan putlara tapıyorlardı. (Cağfer Karadaş, Hidayet Rehberi Peygamberler, s. 66-67.) Hz. İbrahim (a.s.), kavminin putlara tapmasına karşı çıkmış hatta onların putlarını kırmıştır. (Enbiya, 21/57-67.) Allah’ı bırakıp da tapmış oldukları bütün tanrıların uydurma, onlara tapanların da yanlış yolda olduklarına işaret etmiş, bundan sonra da gerçek ve tapılmaya layık olan ilahın yaratan, hidayete erdiren, yediren, içiren, şifa veren, öldüren, hayat veren ve kıyamet gününde günahları bağışlayan Allah Teâlâ olduğuna dikkat çekmiştir. (Şuara, 26/70-82.)

Kulluğun sadece Allah’a yapılması gerektiği ilahi emrini, ilahlık iddiasında bulunan firavuna tebliğ eden Hz. Musa’nın tevhid mücadelesini de Kur’an-ı Kerim anlatır bizlere. Bu kendini beğenmiş insana Hz. Musa, pek çok mucize göstermesine rağmen o her şeyin yaratıcısı olan Yüce Allah’a teslim olmamış ve vahyin kendisini tevhide davetini kabul etmemiştir. Ancak Hz. Musa’nın (a.s.) asasıyla aldatmacalarını yok ettiği sihirbazlar ise tevhid çağrısını kabul edip Allah’a iman etmişlerdir. (Araf, 7/106-122; Şuara, 26/31-48.)

Yüce Rabbimiz, Hz. Muhammed’den (s.a.s.) önceki peygamberleri ve ilahi mesajları, insanları tevhide çağırmak amacıyla gönderdiği gibi (Enbiya, 21/25.) âlemlere rahmet olarak gönderdiği Hz. Peygamber (s.a.s.) Efendimizi de bu görevle memur kılmıştır. “De ki: O, Allah’tır, bir tektir. Allah Samed’dir. (Her şey O’na muhtaçtır, O hiçbir şeye muhtaç değildir.) O’ndan çocuk olmamıştır (kimsenin babası değildir.) Kendisi de doğmamıştır (kimsenin çocuğu değildir). Hiçbir şey O’na denk ve benzer değildir.” (İhlas, 112/1-4.) Ayrıca Efendimiz (s.a.s.) bütün peygamberlerin çağrısının tevhid olduğunu şu şekilde beyan buyurmuşlardır: “Ben ve benden önceki bütün peygamberlerin en önemli ikrar ve çağrısı, ‘Bir olan, eşi/ortağı bulunmayan Allah’tan başka ilah yoktur.’ sözüdür.” (Muvatta, Kur’an, 32, Hac, 246.)

Kıyamete kadar bütün insanlığa rehber olarak gönderilen Kur’an-ı Kerim, müşrik Arapları ve tevhid inancını bozmuş olan diğer bütün insanlığı, tevhid inancına ve Allah’a kulluğa çağırmış ve kıyamete kadar da çağırmaya devam edecektir. Bu çağrı aynı zamanda Allah’a kulluğun nişanesi olan ibadetlerin yapılmasına da bir çağrıdır.

Ahiret hayatına iman etmeye çağrı

Vahyin insanlık tarihinin akışı içerisinde pek çok kez hatırlattığı bir başka husus; kıyametin, yeniden dirilişin, hesabın, mükâfat ve cezanın kesin olarak gerçekleşeceğidir. Zamanın akışı içerisinde insanlar, çeşitli sebeplerden ötürü Allah’ı inkâr ettikleri veya ona ortak koştukları gibi kıyameti, yeniden dirilişi ve hesabı da inkâr etmişlerdir. Bazen inkârla yetinmemiş bu inancı eskilerin masalları olarak nitelendirmişlerdir. Böyle zamanlarda vahiy, peygamberlerin diliyle bu insanları uyarmış ve onları ahiret hayatına iman ederek inkârın karanlığından vahyin aydınlığına çıkmaya davet etmiştir.

Nuh (a.s.), kavmine yeniden diriliş gerçeğini hatırlatmış ve onlara ahiret akidesini telkin etmiştir. (Nuh, 71/17-18.) Yine Kur’an’ın bize haber verdiğine göre Âd kavmi bazı âlimlere göre ise Semud kavmi -ahiret hayatını inkâr etmelerinden dolayı- yeniden dirilişe iman etmeye çağrılmış, onlar ise bu çağrıya inkârla karşılık vermişler. Hayatın bu dünyadan ibaret olduğunu ve tekrar diriltilmeyeceklerini iddia etmişlerdir. (Müminun, 23/35-37.)

Hz. İbrahim (a.s.) Mekke şehri için Allah’a niyazda bulunurken Allah’a ve ahiret gününe inananların ürünlerle rızıklandırılmasını talep etmiş (Bakara, 2/ 126.), kavmine de yeniden dirilişi, cenneti ve cehennemi hatırlatmıştır. Hesap gününde malın değil sadece selim kalbin fayda vereceğini belirterek tapılan putların onlara hiçbir fayda vermeyeceğini beyan etmiştir. (Şuara, 26/85-90.)

Yüce Allah, insan aklının daha iyi kavrayabilmesi için yeniden dirilişin nasıl olacağını bazen bizzat yaşatarak göstermiştir. Öyle ki Kur’an-ı Kerim’in bize haber verdiğine göre Allah’ın ölen canlıları nasıl yaratacağını merak eden kişiyi, Allah (c.c.) öldürmüş ve yüzyıl sonra tekrar diriltmiştir. (Bakara, 2/259.) Bazen de Hz. İbrahim’in (a.s.) örneğinde olduğu gibi yeniden dirilişi bizzat gözler önünde ortaya koymuştur: “İbrahim ‘Rabbim! Ölüleri nasıl diriltiyorsun, bana göster!’ deyince Rabbi ‘Yoksa inanmıyor musun?’ demişti. O ‘Hayır inanıyorum fakat kalbim tam kanaat getirsin diye.’ cevabını verdi. Rabbi ‘Kuşlardan dört tane al, onları kendine alıştır, sonra (parçalayıp) her bir tepeye onlardan bir parça bırak, sonra onları çağır. Koşarak sana gelecekler ve şunu bil ki Allah hep galiptir ve hikmet sahibidir.’ buyurdu.” (Bakara, 2/260.)

Vahyin son halkası olan Kur’an-ı Kerim, tevhid ve ahirete iman gibi hususlarda önceki kitap ve şeriatların çağrısını yinelemiştir. Mekke müşriklerinin yeniden dirilişi inkâr edip hayatın sadece dünya hayatından ibaret olduğunu iddia etmeleri Kur’an’ın ifadesiyle şaşılacak bir şeydir. Onların kendi yaratılışlarını unutarak “Çürümüş kemikleri kim diriltecek?” diye sormalarına Kur’an-ı Kerim, “Onları ilk defa var eden diriltecektir.” cevabını vermiştir. (Yasin, 36/78-80.) Ayrıca Kur’an-ı Kerim, Mekke müşriklerine ve kıyamete kadar gelecek olan bütün insanlığa ahiret hayatının daha hayırlı ve sürekli olduğunu; bu gerçeğin ilk sayfalarda, İbrahim ve Musa’nın sayfalarında da var olduğunu beyan etmiştir. (Alâ, 87/17-19.)

Güzel ahlaka çağrı

İslam ahlakını ya da güzel ahlakı en temel manada vahyin güzel gördüğü şeyleri yapmak, kötü gördüğü şeylerden kaçınmak olarak tanımlayabiliriz. İşte vahiy, peygamberlerin diliyle tarihin her döneminde insanları güzele ve iyi olana davet etmiş, kötü olandan da onları uzaklaştırmıştır.

Vahiy, insanların birbirlerini haksız yere öldürmelerini Hz. Âdem’in (a.s.) iki oğluna (Maide, 5/27-30.) haram kıldığı gibi kıyamete kadar gelecek bütün nesillere de haram kılmıştır. (Enam, 6/151.) Toplumları ifsat eden zina gibi çirkin fiilleri Lut’un (a.s.) kavmine yasakladığı gibi (Araf, 7/80-81; Ankebut, 29/28.) Mekke müşriklerine ve onlardan sonra gelecek nesillere de yasaklamıştır. (İsra, 17/32.) Hz. Şuayb’ın (a.s.) diliyle Medyen halkını bozulan ticaret ahlakını düzeltmeye, ölçü ve tartıda adaletli olmaya, insanların haklarını eksiltmeden, zarar vermeden ödemeye çağırdığı gibi (Araf, 7/85-86; Hud, 11/84-87.) onlardan sonra gelenlere de alışveriş ve ticaretin karşılıklı rızaya dayalı olarak yapılmasını emretmiştir. (Nisa, 4/29.)

Kur’an’ın Müslümanda bulunmasını tavsiye ettiği dürüstlük, adalet, hoşgörü, tevazu ve merhamet gibi güzel erdemler, önceki peygamberlerin de toplumlarına hatırlattığı güzelliklerdir. Hz. Peygamber (s.a.s.) kendisinden önceki peygamberler zincirinin insanlığa öğrettiği güzel ahlakı tamamlamak için gönderilmiştir. Nitekim o, “Ben, (başka değil, sadece) (iyi), güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 381.) buyurarak toplumda var olan ancak zamanla küllenmiş, yok olmuş ya da bozulmuş değerlerin diriltilmesi veya yerine yenisinin getirilmesi görevini üstlendiğini ifade etmiştir.

Bu hususta Cafer b. Ebu Talib’in Habeş Kralı Necaşi’ye söyledikleri, ilahi vahyin Hz. Peygamber’in tebliğiyle ahlaki alanda topluma nasıl etki ettiğini ortaya koyan önemli örneklerdendir. Cafer şöyle diyordu: “Ey Hükümdar! Biz cahiliye zihniyetine sahip bir kavimdik; putlara tapar, ölü hayvan eti yer, fuhuş yapardık; akrabalık bağlarına riayet etmez, komşuluk haklarını tanımazdık. Güçlü olanlarımız zayıfları ezerdi. Uzun müddet bu hâlde yaşadık. Sonra Allah bize aramızdan soyunu, doğruluğunu, güvenilirliğini ve namusluluğunu bildiğimiz bir peygamber gönderdi. O bizi Yüce Allah’ın birliğini tanımaya ve ona ibadet etmeye çağırdı. Ağaç ve taştan yaptığımız putlara tapmaktan Allah’a ortak koşmaktan uzaklaştırdı. Bize doğru söylemeyi, emanete ve akrabalık bağına riayet etmeyi, komşularla güzel geçinmeyi, haramdan, kan dökmekten sakınmayı bildirdi; bizi fuhuştan, yalandan, yetim malı yemekten, namuslu kadına iftira etmekten menetti…” (İbn-i Hişam, es-siret, 1/336.)

Sonuç olarak zamanın akışı ve insanoğlunun yeryüzündeki serüveni bağlamında vahiy her daim insanların hayatını yönlendirmiştir. Onlar hataya düştükçe vahiy, peygamberlerin diliyle doğruyu ve hakikati göstermiştir. Vahyin, insanlara sunduğu bu hakikat mesajlarını tarihin akışı içerisinde kabul edip kurtuluşa erenler olduğu gibi reddedip helake uğrayanlar da olmuştur. Bu ilahi dokunuşlar, Allah’ın insanlığa hidayet rehberi olarak gönderdiği son vahiy Kur’an-ı Kerim’in anlaşılması ve hayata geçirilmesi ölçüsünde kıyamete kadar devam edecektir.

Mahmut Kayış

https://yayin.diyanet.gov.tr/Category/GetArticles?id=4079&categoryId=142#

6 Eylül 2022 Salı

VAHİY


Vahiy, Yüce Allah’ın, peygamberleri aracılığı ile insanlığa mesajıdır. Varoluşla başlayan ilahi bir beyandır. İlk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem (a.s.) ile başlamış ve Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s.) ile son bulmuştur. Allah, gönderdiği vahiyle insanın sağlam bir inanca sahip olmasını, güzel bir hayat yaşamasını ve neticede ahiretini kazanmasını murat etmiştir. Vahiy, insanın maddi ve manevi dünyası için bir rahmettir. Nitekim Rabbimiz, “Kendilerine okunan bu kitabı sana göndermiş olmamız onlara yetmiyor mu? Elbette inanan bir topluluk için onda rahmet ve ibret vardır.” buyurmaktadır. (Ankebut, 29/51.) İnsana düşen rahmet ve ibret yüklü uyarılara kulak vermek, duyarsızlık, ilgisizlik ve inkâr gibi davranış ve anlayışlardan uzak durmaktır. Bir başka ayette ise “Biz Nuh’a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. Ve İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakup’a, torunlara, İsa’ya, Eyyub’a, Yunus’a, Harun’a ve Süleyman’a vahyettik. Davud’a da Zebur’u verdik.” (Nisa, 4/163.) buyrulmaktadır. Bu ve benzeri ayetlerde Allah, vahyin kaynağının kendisi, muhatabının ise nebiler aracılığıyla insanlık olduğunu beyan etmektedir. Aynı zamanda Rabbimiz, ayetlerine muhatap kıldığı peygamberlerini vahiy merkezli hayatın örnek şahsiyetleri olarak bizlere tanıtmaktadır.

Diğer yandan Allah’ın insanı vahye muhatap kılması, insana verdiği değerin ve onun mahlûkat içerisindeki özel konumunun bir ifadesidir. Dolayısıyla insanın vahiy ile buluşması gerçekte yaratılış gayesi, fıtratı ve vicdanı ile buluşması, âlemle ve rabbi ile barışık olması demektir. Böylece Allah, vahiy ile insana kim olduğunu, yeryüzünde bulunuş amacını, ölümden sonraki hayatı öğreterek insanın vahyin değerini idrak ederek tefekkür, tezekkür ve şükür ile tevhid, adalet ve güzel ahlak merkezli bir hayat yaşamasını murat etmektedir. Allah’ın, peygamberleri vasıtası ile insanlığa gönderdiği kitaplar bir hidayet ve istikamet rehberidir. İnsan vahyi rehber edindiği oranda doğru yol üzeredir. İnsana düşen, kendisini inşa etmek için gönderilmiş vahye gönül vermektir. Ancak o zaman emrine amade kılınan tüm varlığa karşı sorumluluklarını hakkı ile yerine getirebilir ve rabbine hakkı ile kul olabilir.

Yüce Rabbimiz âlemde var olan her şeyi bir anlam ve amaçla yaratmıştır. Bu gerçek, Kur’an’da “Onlar ayakta dururken, otururken, yatarken hep Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler (ve şöyle derler:) “Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın, seni tenzih ve takdis ederiz. Bizi cehennem azabından koru!” (Âl-i İmran, 3/191.) ifadesi ile zikredilir. Dolayısıyla insanın en büyük vazifesi vahyi anlamak ve onu yaşamaktır. Bu bağlamda vahyin son ve kıyamete kadar varlığını devam ettirecek olan kitabı Kur’an-ı Kerim, tevhidden adalete, nübüvvetten ahirete, ibadetten ahlaka, âlemin yaratılışından insanın varoluş gerekçesine varıncaya kadar hayatın tüm alanlarını kuşatan ilkeleri ve mesajlarıyla insanlığın yolunu ve ufkunu aydınlatmaktadır. Kur’an-ı Kerim’e iman eden müminlerden beklenen ise evinden işine, mabedinden mektebine, ticaretinden sanatına, sokağından şehrine varıncaya kadar, dünya ve ahiret huzuru için gönderilmiş Allah kelamını hayatın her alanında rehber kılmasıdır.

Bütün bu gerçeklikle birlikte tarihin birçok döneminde vahye muhatap olan insan bu muradı anlamayı öteleyerek birçok yanlış düşünce ve inanca saplanmıştır. Rabbimiz ilahi hitabın son halkası olan Kuran’ı Kerim’de, hiç kimsenin ya da hiçbir topluluğun vahyin bir benzerini getiremeyeceğini ilan ederek inkârcılara meydan okumuş, vahyin amacını beyan ederek ona uygun bir hayat yaşamanın gerekliliğini hatırlatmıştır.

Vahiy, tebliğ ve temsil edilmesi gereken bir nimettir. Müminlerin vahyin tebliğinde ve temsilinde özensiz ya da ihmalkâr davranması büyük bir vebaldir. Kuran’ı Kerim’de Allah, peygamberlerin tebliğ ve temsil mücadelesini açıkça anlatmak suretiyle onları müminlere örnek göstermektedir. Dolayısıyla bugün krizler ve bunalımlarla kuşatılan insanlığı, İslam’ın kurtuluş ve esenlik mesajları ile buluşturma ve çağın sorunlarına Kur’an’ın ilkeleriyle çözümler üretme noktasında öncelikle Müslümanların tebliğ bilincine ve temsil duyarlılığına sahip olması hayati öneme sahiptir. Müslümanlar olarak geçmişte olduğu gibi bugün de tarihin öznesi olmanın yolu, bu şuur ve samimiyete sahip olmaktan geçmektedir. Zira Müslümanlar tebliğ ve temsili hakkıyla yerine getirdikleri tarihin her döneminde iyiliğin, hayrın ve güzel ahlakın temsilcileri olarak hayata ve tarihe yön vermiş, kurdukları medeniyetlerle tüm insanlığın huzur ve güvenini temin etmiştir.

Elbette vahyin son kitabı Kur’an-Kerim’i anlama ve yaşama noktasında en büyük imkân ve vazgeçilmez değer Resul-i Ekrem Efendimizin sünnet-i seniyyesidir. Dolayısıyla Kur’an ve sünnet İslam’ın en temel iki kaynağıdır. Sünnetin dindeki yerini hafife almak, gerçekte Allah’ın peygamberlerine yüklediği misyonu hafife almaktır. Zira Allah Resulü vahyi sadece tebliğ etmemiş aynı zamanda tebyin de etmiştir. O, vahyi sadece insanlara ulaştırmakla kalmamış vahyin bizzat ilk uygulayıcısı olmuş ve onu yaşanan bir hayata dönüştürmüştür. Birçok ayette Allah’a itaatten sonra peygambere itaat zikredilirken Allah’ı sevmenin yolunun da Resulüllah’ı takip etmekten geçtiği belirtilmiştir. Ayrıca Allah Resulü’nün Veda Hutbesi’nde beyan ettiği; “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu şaşırmayacaksınız: Allah’ın Kitabı ve Peygamberinin sünneti.” (Muvatta, Kader, 3.) hadisi de Kur’an ile sünnetin dindeki bağını ve bütünlüğünü dikkatlerimize sunan nebevi bir uyarıdır.

Bugün müminler olarak Peygamber Efendimizin örnekliğiyle, Kur’an’ın hakikatlerini güzel bir üslup, doğru bir metot, bilgi ve hikmet yüklü bir anlayışla günümüz insanına ulaştırmak en büyük sorumluluğumuzdur. Nitekim Yüce Allah “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et.” (Nahl, 16/125.) buyurmak sureti ile bu gerçeği hatırlatmaktadır. Şüphe yok ki vahyin aydınlık ilkeleriyle buluşan insanlık varlığını ve gayesini idrak edecek ve bu sorumlulukla dünyasını ve ahiretini mamur edecektir.

Prof. Dr. Ali Erbaş

https://yayin.diyanet.gov.tr/Category/GetArticles?id=4079&categoryId=142#

4 Eylül 2022 Pazar

MUKADDES ŞEHİR KUDÜS VE MESCİD-İ AKSA


Ülkemizin güzide şairlerinden biri olan ve mukaddes beldeyi edebiyatımıza taşıyarak şiirimizi ümmetin derdiyle yoğuran Sezai Karakoç, Kudüs’ü “Gökte yapılıp yere indirilen şehir” olarak tanımlar. Bu söyleyiş, Kudüs hakkında yapılan tanımlamaları ve mülahazaları, bütün zamanları kapsayarak özetler gibidir. “Mukaddes Şehir”, “Barış Şehri”, “Doğruluk Şehri” gibi isimlerle de bilinen Kudüs, dünyanın en kadim şehirlerinden biridir. Pek çok peygamberin hayatından izler taşıyan bu kutlu şehir, insanlığın tarihî serüvenine tanıklık etmektedir.

Kudüs, ilahi vahyin ortak adı olan İslam’ı tebliğ vazifesiyle görevlendirilen nice peygamberin hatırasını barındıran ve İslam’ın çağlarüstü hakikatlerini ve insanlığın ortak değerlerini temsil eden bir merkezdir. Tarih, bu kutsal beldede pek çok elim hadisenin de şahididir. Zira Kudüs, tarih boyunca pek çok savaşa sahne olmuş; kuşatılmış, yağmalanmış, yakılıp yıkılmış ve yeniden inşa edilmiştir. Bu mukaddes toprakların insanları ise eziyet görmüş, sürülmüş, katliamlara maruz kalmıştır.

Yüce Allah’ın insanları doğru yola çağırmak üzere görevlendirdiği peygamberlerin birçoğu bu şehirde yaşamıştır. Hz. İbrahim, İsmail, İshak, Yakup, Yusuf, Musa, Davut, Süleyman, Zekeriyya, Yahya ve Hz. İsa, tevhit ve hukuk mücadelesini bu şehirde gerçekleştirmiştir. Peygamberler aracılığıyla ilahi vahyin tecelli ettiği bu topraklar, Hz. Peygamber’in Gece Yürüyüşü’nün (İsra) menzili ve göğe yükselişinin (Miraç) başlangıç mekânı olması sebebiyle, yeryüzünden âlemlerin Rabbine açılan yolun ve göklerden dünyaya inen engin rahmetin şahididir.

Kutsiyeti Kur’an ile tescil edilen Kudüs’ü (Maide, 5/21.) Yüce Allah (c.c.) “iyi ve güzel bir yer” (Yunus, 10/ 93.) olarak tanıtmaktadır. Kudüs, çevresinin mübarek kılındığını bizzat Kur’an’ın beyan ettiği (İsra, 17/1.), Müslümanlar nezdinde her türlü meşakkatin göze alınarak yolculuk yapılmaya değer görüldüğü üç mabetten biri olan (Buhari, Enbiya, 8; Müslim, Mesâcid, 2.) Mescid-i Aksa’yı bağrında muhafaza etmektedir. Ayetlerin yanı sıra pek çok hadis-i şerifte Mescid-i Aksa ve çevresinin faziletlerine temas edilmiştir. Dinlerin, dillerin, kültürlerin, medeniyetlerin merkezi olarak, tarihten günümüze temsil ettiği sembol ve değerlerle insanlığın ortak vicdanı olan Kudüs’e karşı Peygamber Efendimiz de (s.a.s.) büyük bir ilgi göstermiş, Filistin topraklarına yönelik diplomatik ve askerî girişimlerde bulunmuştur. Sahabe de bu mukaddes beldeye yoğun ilgi göstermiş, Hz. Peygamber (s.a.s.) döneminden itibaren ibadet ve ziyaret maksadıyla Mescid-i Aksa’ya yolculuk yapmış ve Kudüs’ün fethini değerli bir hedef olarak görmüştür. Çünkü Resulüllah (s.a.s.), vefatından hemen önce Beytülmakdis’in yakında fethedileceğini müjdelemiş hatta Şam/Filistin topraklarına gönderilmek üzere bir ordu hazırlatmıştır. Bu sebeple sahabe, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) vefatından hemen sonra Kudüs topraklarını fethe yönelmiştir. Müslümanların Kudüs’ü fethiyle farklı din ve inanç mensupları arasında asırlar boyu barışa, kardeşliğe ve karşılıklı güvene dayalı bir ilişkinin tesis edilmiş olması, yeni bir dönemin de kapılarını aralamıştır. Bu huzurlu ortam Müslümanların Kudüs’e hâkim oldukları sürece devam etmiştir.

Bugün azgın bir azınlığın elinde, insanlığı mahcup eden görüntülere sahne olan selam şehri Kudüs, Hz. Ömer (r.a.) tarafından Bizanslıların elinden alınıp İslam devletinin topraklarına dâhil edildiğinde, şehrin sakinlerine mutlak din hürriyeti ve güven içinde yaşayacaklarına dair yazılı eman verilmişti. Müslümanların fethinden itibaren beş yüzyıla yakın güvenli bir şehir olan Kudüs’ün halkı, Haçlıların işgaliyle korkunç bir katliama tabi tutulmuş, şehir tekrar büyük acılara bürünmüştür. Yaklaşık bir asır boyunca bölgeye emsalsiz acılar yaşatan Haçlılara karşı Selahaddin Eyyubi’nin destansı zaferi ve yeniden fethi sonrasında Kudüs, Müslümanların yönetiminde farklı din, dil, ırk ve mezheplerin bir arada yaşadığı, huzurun ve güvenin hâkim olduğu uzun yıllar geçirmiştir. Müslümanların idaresi altında tam bir altın çağ yaşayan barış ve huzur şehri Kudüs, I. Dünya Savaşı’ndan sonra İslam coğrafyasının işgaliyle bu özelliğini kaybederek yine acının, sıkıntının, gözyaşının merkezi hâline gelmiştir. Sömürgeleştirilen Filistin topraklarında, Kudüs’ün kadim değerlerle bağları kopartılmak istenircesine tarihî mekânları tarumar edilmiş, yerli halkın tüm imkânlarına el konulmuş, çeşitli baskı ve uygulamalarla Müslümanlar şehri terk etmeye zorlanmıştır.

Filistin’de işgale başlandığı günden bu yana Siyonist zihniyet tarafından sürekli izlenen genişleme politikasıyla, dünyanın değişik ülkelerinden -zaman zaman zorlama ve şantajlarla- Yahudiler, Filistin topraklarına taşınmaya başlanmıştır. Böylece küçük alanlarda kendini gösteren toprak istilası, her geçen gün Yahudi nüfusun arttığı planlı bir işgale dönüşmüştür. İsrail’in Yahudileri orada yaşayan tek kavim hâline getirme gayretiyle Müslümanlar; baskı, zulüm, işkence ve hatta katliamlara uğramış, her türlü hak ve özgürlükten mahrum bırakılmış, tüm varlıkları talan edilerek ellerinden alınmıştır. Neticede İslam coğrafyasının merkezinde bir avuç azınlık olarak ihdas edilen ve uluslararası hukuku, ahlakı, diğer inançların kutsallarını hiçe sayan İsrail, dünyanın egemen güçlerinin desteğini arkasına aldığından bu hukuksuz uygulamalarına yönelik ciddi bir uluslararası yaptırım ile de karşılaşmamıştır.

Kudüs, her ne zaman Müslümanların elinden çıksa acı ve ıstırabın odağı hâline gelmiştir. İşgal edildiği tarihten bu yana, bu topraklarda ve çevre coğrafyalarda huzur, gözyaşı ve kan hiçbir zaman eksik olmamıştır. Bugün yakılan, yıkılan, temelleri oyulan, çevresi boşaltılan ve sistematik saldırılar karşısında yok olma tehlikesini her geçen gün biraz daha derinden hisseden Mescid-i Aksa, emsali görülmemiş bir yıkım siyaseti ile baş başa bırakılmıştır.

Bu mübarek şehirde yaşayan Müslümanların acıları artarak devam etmekte, her geçen gün hayatlarına daha zor günler eklenmektedir. İsrail, Filistin topraklarında giderek artan bir şiddette insanlık suçu işlerken; insanlığı, vicdanı, ahlakı, uluslararası hukuku hiçe sayan gözü dönmüş bir anlayışla, Filistin halkına karşı tam bir vahşet uygulamaktadır. Dünyanın gözü önünde infazlar yapmakta, insanlık onurunu ayaklar altına alarak hak ihlallerinde bulunmaktadır. Civarında yaşayan Filistinli Müslümanların evleri yıkılmakta, iş yerleri kapatılmakta, tarım arazileri işgalciler tarafından yakılmaktadır.

Bunca zulmü ve işkenceyi yapan ve İslam coğrafyasını gözyaşı diyarı hâline getirenler, ümmetin parçalanmışlığından cesaret almaktadırlar. Müslümanların zayıf ve dağınık görünümleri sebebiyle savunmasız Filistin halkına yönelik uygulanan katliam, baskıcı politikalar ve ibadet özgürlüğünü engelleme girişimleri sürdürülmektedir. Ancak bilinmelidir ki vahşice gerçekleştirilen işgalin üzerinden yılların geçmiş olması, bu kutsal şehre işgalcilerin yerleştirilmesi ve yerleşenlerin sayısının her gün artması, hiçbir surette işgali meşrulaştırmayacaktır.

Ümmetin bir asra yakın zamandır, çiğnenen onurunu, viran olan yurdunu, dağılan vahdetini kurtarmak için bu zulme dur denilmelidir. İslam dünyası bir araya gelerek işgale engel olmalı, ümmetin kanayan yarasına merhem bulmalıdır. Kudüs, Müslümanlar olarak şahsiyetimizi, kimliğimizi sağlamlaştıran kadim bir köşe taşıdır. Müstesna zamanlarda yaşadıkları ve ihtiva ettiği mukaddesatı ile bizlere değerlerimizi anlatmaktadır. Şimdi bir hüzün yurdu olduğu kadar umut kıvılcımlarımızı güçlendiren diriliş mekânı olarak da bir amaca karşılık gelmektedir. İnanıyorum ki tevhid, adalet ve merhamet medeniyetinin temsilcileri olan müminler eliyle Kudüs yeniden “selam” yurdu olacaktır.

Prof. Dr. Ali Erbaş

https://yayin.diyanet.gov.tr/Category/GetArticles?id=4079&categoryId=142#

3 Eylül 2022 Cumartesi

MERHAMET RAHMETİ GEREKTİRİR


Yangınların her yeri yakıp kavurduğu o dehşetli günlerde bir itfaiye erinin sıcaktan bitap düşmüş kelebeğe elleriyle içirdiği su hepimizin kalbinde merhamet duygularını uyandırdı. Can taşıyan her varlığa şefkat ve muhabbet nazarıyla bakmak merhametin tezahürüdür. Kemal Sayar’ın deyimiyle merhamet, insanın içinde bir yerlerde sönmeye yüz tutan insanlık kandilini yeniden tutuşturan ve insanı en temel hâlde insanlığına geri çağıran bir duygudur. Yani insanı hakiki manada “insanlığı” ile buluşturur merhamet. Bir yudum suyla bile olsa başkasının acısını, ıstırabını dindirmek, bir yaraya merhem olmaktır merhamet.

Merhamet rahmeti gerektirir. Kişi sadece insanlara değil, böceğe börtüye, ağaca çiçeğe hatta taşa ve toprağa dahi merhamet gösterdiğinde gönlündeki merhamet nevş ü nema bulur. Peygamber Efendimizin (s.a.s.) ashabına anlattığı mesel kalbi merhametle dolu olanların rahmete erişecekleri müjdesini verir: Adamın biri yolda giderken susuzluktan âdeta kavrulur. Bir kuyu bulur ve basamaklarından inerek suya ulaşır. Kana kana içerek susuzluğunu dindirir ve yukarı çıkar. Bu arada önüne susuzluktan dili sarkmış bir köpek çıkar. Köpeğin tıpkı kendisi gibi şiddetli susuzluk çektiğini anlar. Tekrar kuyuya iner ve ayakkabısına doldurduğu suyu getirip köpeğe verir. Adam bu hareketiyle Hakk’ın hoşnutluğunu kazanır ve yaptığına karşılık olarak günahları bağışlanır. Peygamber Efendimizden bu meseli dinleyen sahabiler “Hayvanlardan dolayı da ecir kazanabilir miyiz?” diye sorarlar. O rahmet elçisi “Her canlıya yapılan iyilikte sevap vardır.” (Buharî, Müsâkât, 9.) buyurarak merhametin tüm varlığa teşmil edilmesi gerektiğini öğretir bizlere. Çünkü merhamet eden Cenab-ı Hakk’ın rahmetine mazhar olur.

Bütün varlığı sonsuz merhametiyle kuşatan Rabbü’l-Âlemin, (Araf, 7/156.) bizden de mahlûkatına şefkat ve merhamet göstermemizi ister. Merhametli olmak başkasının acısını, ıstırabını hissedebilmektir. Bu duygular eyleme dönüştüğünde merhamet gerçek manasına kavuşur. Dolayısıyla merhamet yaşanan acılara oturup üzülmek ve kahretmek şeklinde anlaşılmamalıdır. Kendimizi ıstırap çekenlerin yerine koyabildiğimizde yardım için el uzatmaya gönüllü oluruz. Merhametle tutuşan bir kalp, acıların sadece seyircisi olmaz, kardeşinin derdiyle hem dem olup deva olmaya çalışır. Allah’ın övgüsüne mazhar olanlar da işte bu kullarıdır. (Fetih, 48/29.) Âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz daha peygamber olmadan önce zayıfların ve güçsüzlerin yaşadığı acıyı kalbinde duymuştu. Yapılan haksızlıkların önüne geçebilmek için merhamet ve insaf sahibi insanlar bir araya gelerek “Hilfü’l-Fudul/Erdemliler Anlaşması” adı altında bir oluşum meydana getirdiklerinde o rahmet peygamberi çağrıldığı bu anlaşmaya katılmıştı. Efendimiz, bi’setten sonra da bu ittifaktan övgüyle bahsetmiş ve tekrar çağrıldığı takdirde tereddüt göstermeden böyle bir anlaşmaya icabet edeceğini söylemişti. (Müsned, I, 190, 317.)

Rabbimizin rahmeti gazabını geçmiştir. (Buhari, Tevhid, 15.) O’nun bu rahmetinden tüm mahlûkat nasibini alır. Çünkü O, merhametlilerin en merhametlisidir. O’nun Rahman ve Rahim isimleri sınırsız ve sonsuz rahmet ve merhamet sahibi olduğunu ifade eder. Bu öyle engin bir rahmettir ki yarattıkları arasında bir ayrım yapmadan lütuf ve ikramda bulunur. Biz kullarını af ve mağfiret eylemesi de O’nun rahmetinin tecellisidir. Yine bizlere olan merhametinin bir diğer tezahürü de âlemlere rahmet olarak gönderdiği peygamberi Hz. Muhammed Mustafa’dır. Çünkü insan için en büyük nimet imandır. Bizleri imana ve doğru yola hidayet etmek üzere gönderdiği rahmet elçisi O’nun rahmetinin en büyük tecellisidir.

Rahmet ve merhamet Rabbimizin sıfatları olup tüm canlılardaki merhamet duygusu da O’nun rahmetinin sonucudur. Çünkü Rabbimiz rahmeti kendisine ilke edinmiştir. (Enam, 6/54.) Peygamber Efendimizin hadis-i şerifinde buyurduğu üzere rahmetin kaynağı ve sahibi Hak Teâlâ’dır. Annenin yavrusuna olan şefkati de yine O’nun rahmetindendir: “Cenab-ı Hak rahmetini yüz parçaya ayırdı; bunun doksan dokuzunu kendi katında tuttu, bir cüzünü de yeryüzüne indirdi. İşte bu bir cüz rahmet sebebiyle bütün yaratılmışlar birbirlerine merhamet ederler. Hatta ana atın, (süt emzirirken) yavrusuna zarar vermemek için ayağını yukarı kaldırması bile, bu yüzde birlik rahmetin eseridir.” (Buhari, Edeb, 19.) Rabbimiz mahlûkatına lütfeylediği bu rahmetin neticesi olarak inananların da birbirlerine karşı şefkat ve merhametle muamele etmesinden hoşnut olur. Hepimiz Rabbimizin yarattığı bütünün bir parçası mesabesindeyiz. İnsan kendini kardeşinden ayrı göremez ve birbirine muamelede de bunu düstur edinmelidir. Zira müminler birbirilerini sevmede, acımada ve korumada bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğunda diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar. (Buhari, Edeb 27.) Bu kardeşlik ahlakıdır ki bir tek olan Rabbimize iman etmekten kaynaklanır. Bu tevhid inancının gereği olarak müminler yekvücut olurlar. Birbirlerinin derdiyle, sıkıntısıyla hemhâl olup şefkat ve merhamet hisleriyle yardıma koşarlar.

Merhamet insanı hassas ve diğerkâm kılar. İmam Gazali, “Sırf nefsini esirgeyen kimse merhametli değildir, merhametli kimse hem kendini hem de başkalarını esirgeyendir.” sözünü açıklarken “insanın kendisine karşı merhametli olması; kendisini Allah’ın azabından esirgemesi, yasaklarını işlemekten, emirlerini yapmamaktan sakınmasıdır” der ve bunun da günahtan vazgeçmekle, günahtan tövbeyle, Allah rızasını gözeterek ibadet etmekle mümkün olacağını ifade eder. Başkalarına karşı merhametli olmak ise kul hakkına dikkat etmek, canlılara hürmet etmek ve başkalarına zarar vermemektir. (İmam-ı Gazali, Kalplerin Keşfi; Çelik Yayınevi, İstanbul tarihsiz, s. 113.)

İnsanoğlu, insanı insanın kurdu olarak gördüğü müddetçe merhametsizlik ve kötülüğün pençesinde dünyamız can çekişmeye devam edecek. Ancak kalplerindeki merhamet kandilini tutuşturanlar dünyayı bir huzur adasına dönüştürebilir. “Senden umut kesmem kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır” derken şair, her insanın kalbinde olan merhamet kandiline işaret ediyor. O kandili ancak başkalarının acısını kalbimizde hissederek tutuştururuz. Hz. Mevlana ile hitam edelim o vakit: “Ağlamak istersen gözyaşı dökenlere acı. Merhamete nail olmak istersen zayıflara merhamet et.”

Dr. Lamia Levent Abul

https://yayin.diyanet.gov.tr/Category/GetArticles?id=4079&categoryId=142#

2 Eylül 2022 Cuma

KÖTÜLÜKLERDEN ALIKOYAN NAMAZ HANGİ NAMAZDIR?


“Sana vahyedilen kitabı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir.”(Ankebut, 29/45.)

Yüce Allah kendisinden başka varlıklara tapan müşriklerin durumunu örümceğin yaptığı eve benzetmiştir. Örümceğin başını soktuğu ev, onu hiçbir tehlikeye karşı koruyacak durumda değildir. Müşriklerin sığındıkları ilahlar da onlardan herhangi bir eziyeti savamaz. Müminler ise verilen misallerden ders alır, hidayete ermek için Allah’ın mahlûkata koyduğu işaretleri tefekkür ederler. Cenab-ı Hak, imana erişen kullarının gözlerini kevni ayetlere çevirdikten sonra aşağıdaki ayetle akıllarını Kur’an ayetlerine yönlendirmiş, kendilerini rableri ile buluşturacak namaza davet etmiştir. Bahis konusu ayet şöyledir: “Sana vahyedilen kitabı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir.” (Ankebut, 29/45.)


Rabbimizin ayette emrettiği iki emirden birincisi olan Kur’an’ı okumak, onu okumakta devamlı olmayı ifade etmektedir. İlk okuduğunda inkişaf etmeyen mana tekrar okuduğunda inkişaf edebilir. O hâlde mümin, Kur’an ile bağını kesintisiz sürdürür. Onun ayetlerini tedebbür, manalarını tefekkür eder. Bu sayede manalarına ulaşır, ondaki hükümlerle amel eder, güzel ahlakla ahlaklanır.

Cenab-ı Hakk’ın ayette emrettiği iki emirden ikincisi olan namaza gelince bu emir, namazı sürekli ve düzenli kılmayı, kılarken onun sınırlarına riayet etmeyi içermektedir. Ayet-i kerimede namaz kılma emrinin gerekçesi “Namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar.” diye açıklanmıştır. Namazın hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyması; kulun bunları işleme iradesini elinden alması, yanlış davranışlarda bulunmasına imkân vermemesi anlamına gelmez. Dolayısıyla “alıkoymak” (nehiy) kelimesi mecazi anlamda kullanılmıştır. Maksat, namazın hayâsızlığı ve kötülüğü terk etmeyi kolaylaştırmasıdır. (İbn Aşur, et-Tahrir ve’t-Tenvir, XX, 258.) O hâlde kötülüklerden (fahşa ve münker) alıkoyan namaz hangi namazdır?

Kötülüklerden alıkoyan namaz, tam bir huşu ile okunanları tedebbür ederek; farzları, vacipleri, sünnetleri ile en güzel şekilde kılınan namazdır. Bu takdirde namaz mümine Allah’ı, O’nun azamet ve celalini, huzurunda durduğunu, gözetimi ve denetimi altında olduğunu hatırlatır. Bu bilinç onun âleminde haşyet duygusunu uyandırır, sözlerine ve davranışlarına yansır, hâlini ıslah eder. Nitekim namazın kötülüklerden alıkoymasının gerekçesi şöyle ifade edilmiştir: “Allah’ı zikretmek elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür.” (İbn Aşur, a.g.e. XX, 260.) Tercih edilen yoruma göre zikirden murat namazdır. Zira namaz, Kur’an’da zikir olarak da isimlendirilmiştir. (Cuma, 62/9.) Buna göre namaz ibadetlerin en büyüğüdür. Çünkü onda Allah’ı zikir vardır. İçerisinde zikir olduğu için namaz diğer ibadetlerden üstün tutulmuştur. Onun zikir ile isimlendirilmesi, iyilikleri tercih etme, kötülüklerden uzaklaşma noktasında zikrin temel bir esas olmasından dolayıdır. (Beydavi, Envaru’t-Tenzil, IV, 196.) Nitekim Yüce Allah, “Beni zikretmek için namaz kıl!” buyurmuştur. (Taha, 20/14.)


Kötülüklerden alıkoyan namaz; müminin tekbir, kıraat, rükû ve nihayet tazimin son sınırı olan secde ile Allah’a yöneldiği, kulluk makamına eriştiği namazdır. Bir kişi dünyada makam sahibi olduğunda bu makam onu belli bir şekilde davranmaya yönlendirir. O, toplum içinde temsil ettiği makamın kendisine yüklediği sorumluluklara uygun hareket eder. Davranışları herhangi bir insan gibi olmaz. Allah karşısında kulun durumu da böyledir: Kul namaz ve secde ile rabbine yaklaşır. Onun katında bir makam kazanır. (Alak, 96/19.) Artık sahip olduğu bu makam, onun yasaklanan şeyleri yapmasına mani olur. Namazın tekerrürü ile sahip olduğu makama olan bağlılığı da kötülükten uzaklaşma duygusu da artar. (Razi, Mefatihu’l-Ğayb, XV, 61.)

Kötülüklerden alıkoyan namaz, mümine nasihatte bulunur; onun vicdanına hitap eder: “Yüce Allah’ın azamet ve kibriyasına delalet eden söz ve fiilleri içeren bu ibadeti yaptıktan sonra kötülükleri işler, rabbine isyan edersen çelişkiye düşmüş olursun!” der. Zira namaz kıldığı hâlde kötülükleri işleyen kişinin durumu, giydiği temiz ve güzel bir elbise ile çöplüklerde dolaşıp çöpleri karıştıran kimseye benzer. Zira böyle bir elbiseyi giymiş olmak, onun anılan mekânlarda bulunmasına müsaade etmez. Namaz kılan mümin de Allah’ın huzurunda durmaktadır; o artık “takva elbisesini” giymiştir. Böyle bir elbiseyi giydiği hâlde kötülükleri işlemesi çöplükleri karıştırmak gibi olur.

Kötülüklerden alıkoyan namaz, düzenli ve devamlı olarak kılınan namazdır. Yüce Allah’ın namazı farklı vakitlerde kılmayı emretmiş olmasının hikmetleri vardır. Farklı vakitlerde namaz kılınca, namazın yaptığı hatırlatmalar, verdiği öğütler yenilenir. Hatırlatma ve öğütler tekrar edince nefiste takva düşüncesi yerleşir, nihayet takva bir meleke hâline gelir.

Mümini kötülüklerden alıkoymayan namaza gelince; onda ne Allah’ı hatırlama ne de haşyet duygusu vardır. Çünkü namaz kılan; aklıyla, kalbiyle ve ruhuyla değil bedeniyle namaz kılmaktadır. Bu namaz kalbe huzur vermez, kulu Allah’a yaklaştırmaz. Böyle bir namazın kötülüklerden alıkoyma özelliği zayıf olur, hatta bu namaz kötülükleri önlemez hâle gelir. Kişiyi kötülükleriyle baş başa bırakır.

Namaz müminin önünde büyük bir imkândır. Hayata yön veren öncü bir ibadettir. Namaz kötülüklerden alıkoyduğunda tesiri insandan başlayarak topluma doğru yayılır. İşlediği kötülükler insanın zihin ve ruh dünyasına tesir etmektedir. Aldırmadan işlemeye devam ederse bu kötülükler yerleşip karakterinin parçası hâline gelmektedir. Namaz ise kötülüklerden alıkoyarak müminin zihin ve ruh dünyasını arındırmaktadır. Kalbini dinlendirmekte, manevi yorgunluklardan kurtarmaktadır. Stresten, ruhi problemlerden muztarip modern insanın manevi yaralarını sağaltan bir ibadettir namaz. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) Hz. Bilal’e “Kalk, namaza (çağır da) bizi namazla rahatlat!” (Ebu Davud, Edeb, 78.) demişti. Namaza duyduğu büyük sevgiyi, hiçbir şeyin namaz kadar kendisine sevinç ve mutluluk vermediğini “Namaz gözümün nuru kılındı.” (Nesai, Işratü’n-nisa, 1.) diyerek ifade etmişti Allah’ın Resulü.

Dr. Abdülkadir Erkut

https://yayin.diyanet.gov.tr/Category/GetArticles?id=4079&categoryId=142#

1 Eylül 2022 Perşembe

SADAKAT: AİLENİN GÜVENCESİ


“Sadakatten/doğruluktan ayrılmayın.

Çünkü sadakat/doğruluk (insanı) iyiliğe, iyilik de cennete götürür…”

(Müslim, Birr, 105.)

Mutlu bir aile için “5-S” formülünden bahsedilir. Bunlar; sevgi, saygı, sabır, sorumluluk ve sadakat. Aile fertlerinin huzuru ve mutluluğu açısından bu sayılanlardan her birinin önemi olmakla birlikte sadakatin daha mühim bir konumu bulunmaktadır. Zira sadakat olmadığı zaman diğerlerinin de çok bir ehemmiyetinin kalmadığı görülmektedir. Örneğin eşler birbirini ne kadar severse sevsin günün birinde bir ihanet/aldatma durumunda aileyi ayakta tutmak için sevgi kâfi gelmeyebileceği gibi taraflar arasında saygı da kalmayacaktır. Dolayısıyla mutlu bir aile için olmazsa olmazların başında şüphesiz ki sadakat gelmektedir.

Sadakat nedir?

Sadakat kelimesi, sözlükte “kizb”in (yalan) zıddı olan “sıdk” (doğruluk, dürüstlük) kökünden türemiş olup hem kendimize hem Rabbimize hem de sevdiklerimize içten bağlılığımızı ifade etmektedir. Evlilik özelinde söylenecek olursa; tarafların nikâh anında birbirlerine verdikleri söze ve evlilik sözleşmesine sadık kalmasıdır. Zira nikâh, bir akit olduğu gibi aynı zamanda bir ahittir. İşte sadakat, bu ahde zarar verecek her türlü davranıştan uzak durmaktır. Bu itibarla sadakat, evli birinin bir başkasıyla gönül ilişkisinin olmaması değildir sadece; sadakat, eşin rahatsız olacağı her türlü davranıştan yüz çevirmek ve kişinin kendisine yapılmasını istemeyeceği şeylerden kendisinin de uzak durmasıdır.

Esasında sadakat, sadece evlilik süreciyle sınırlı olmayıp hayatın tüm aşamalarında olması gereken bir yaşam biçimidir. Sadakat, “Birileri görür ve duyarsa mahcup olurum; ayıp olur.” diye takınılacak bir tavır değildir; sadakat, “Rabbime karşı mahcup olurum.” diye düşünerek her türlü yanlış tutum ve davranıştan uzak durmaktır. Bu yönüyle sadakat, ihsan mertebelerinden bir mertebedir.

Sadakatin önemi

Ailenin ve toplumun güvencesi olarak niteleyebileceğimiz sadakatin ne gibi kazanımları olduğuna maddeler hâlinde değinmek istiyoruz.

1. Sadakat, imanın sigortasıdır. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Bir kişinin kalbinde iman ile küfür, doğruluk ile yalancılık, hıyanet ile emanet bir arada bulunmaz.” (İbn Hanbel, Müsned, XIV/251.)

Bu hadis açıkça göstermektedir ki iman ile küfür nasıl bir arada bulunmuyorsa sıdk/sadakat ile yalan, emanet ile hıyanet/ihanet de bir arada bulunmaz. Buna göre; bir kişide yalan veya ihanetin bulunması doğal olarak imana da zarar verecektir. İşte bu yönüyle sadakat, âdeta imanın bir sigortasıdır.


2. Sadakat, imanın zorunlu bir gereğidir. Çünkü iman en temelde Kur’an’da beyan edildiği üzere emrolunduğumuz gibi dosdoğru olmaktır. (Hud, 11/112.) Dolayısıyla bir Müslümanın iman ettikten sonra kendisine emredildiği üzere, yani istikamet üzere yaşaması ve sadakatten ayrılmaması, olmazsa olmaz bir husustur.

3. Sadakat, kâmil bir mümin ve hakiki bir muhacir olmayı sağlayan bir haslettir. Zira mümin; güvenen, güven veren ve günahın her türlüsünden uzaklaşan kimsedir. Bu hususta Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Müslüman, dilinden ve elinden diğer Müslümanların güvende olduğu kimsedir. Muhacir ise Allah’ın yasakladığı şeylerden kaçıp hicret eden kimsedir.” (Buhari, İman, 3.) Buna göre, nasıl ki Müslümanın elinden ve dilinden başkaları emin ve güvende oluyorsa aynı şekilde eşler de birbirinin elinden ve dilinden emin olmalı, başta sadakatsizlik olmak üzere her türlü günah ve yanlış davranıştan uzaklaşmalıdırlar.

4. Sadakat, nifakın/münafıklığın panzehridir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.s.) münafıklığın alametini şu şekilde bildirmiştir: “Münafığın alameti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, söz verdiği zaman sözünde durmaz, kendisine itimat edilip bir şey emanet edildiğinde emanete hıyanet eder.” (Buhari, İman, 23.)

Bu üç alamete dikkat edilecek olursa hepsinin temelinde sıdk/sadakat ihlalinin olduğu görülecektir. Konuştuğunda yalan söyleyen ve söz verdiği zaman sözünü tutmayan sözde sadakatsiz; emanete ihanet ettiğinde ise hâlde sadakatsiz davranmıştır. Kutlu Elçi’nin (s.a.s.) bildirdiğine göre ise bu vasıflar, nifak hastalığının alametleridir. Öyleyse nifak zehrine karşı en kuvvetli panzehir hiç şüphesiz sadakat üzere yaşamaktır. Dolayısıyla nifak hastalığına düçar olmamak için “sadakat ilacı”nın hiçbir zaman unutulmaması gerekmektedir.

5. Sadakat, dünyada selamet ve ahirette cennettir. Zira sadakat öyle bir gemidir ki okyanus ne kadar uçsuz bucaksız ve derin olursa olsun, fırtınalar ne kadar kuvvetli olursa olsun içerisinde bulunanları sahil-i selamete ulaştıracaktır. Aynı şekilde yalan da öyle bir gemidir ki gemi ne kadar lüks ve güvenli olursa olsun, deniz de ne kadar sığ ve sakin olursa olsun bu gemi batmaya, içindekiler de boğulmaya mahkûmdur. İşte bu noktada Hz. Peygamber (s.a.s.) sadakatten ayrılmamak gerektiği hakikatini bizlere veciz bir şekilde şöyle bildirmektedir: “Sadakatten/doğruluktan ayrılmayın. Çünkü sadakat/doğruluk (insanı) iyiliğe, iyilik de cennete götürür. Kişi devamlı doğru söyler ve doğruluktan ayrılmazsa Allah katında ‘doğru/sıddık’ olarak tescillenir. Yalandan sakının! Çünkü yalan (insanı) kötülüğe, kötülük de cehenneme götürür. Kişi devamlı yalan söyler yalan peşinde koşarsa Allah katında ‘yalancı/kezzab’ olarak tescillenir.” (Müslim, Birr, 105.)

Bu hadisten de anlaşılacağı üzere sadakat, insanın hem dünyada hem de ahirette yüzünün ak olmasını sağlayacak ve kişiyi cennete ulaştıracak önemli bir haslettir. Rabbim bizleri ve sevdiklerimizi hem kendimize hem Rabbimize hem eşlerimize hem de bütün insanlara karşı sadakatten ayırmasın. Âmin!

Hadisten öğrendiklerimiz

1. Sadakat; imanın sigortası olan, kişiyi nifaka karşı koruyan ve mümini cennete ulaştıran bir haslettir.

2. Mümin bir birey, hayatın tüm aşamalarında kendisine, Rabbine ve başta eşi olmak üzere bütün insanlara karşı sadakat üzere yaşamaya gayret etmelidir.

Halil Kılıç

https://yayin.diyanet.gov.tr/Category/GetArticles?id=2661+&categoryId=59#

31 Ağustos 2022 Çarşamba

FITRAT HADİSİ


“Her doğan fıtrat üzere doğar. Sonra anne babası onu Yahudi, Hristiyan veya Mecusi yapar.”

(Buhâri, Cenâiz, 92)

Ebu Hureyre’den rivayet edildiğine göre, Resulüllah (s.a.s) şöyle buyurmaktadır: “Her çocuk ancak fıtrat üzere dünyaya getirilir. Bundan sonra annesi babası (Yahudi ise) onu Yahudi yapar, (Hristiyan ise) onu Hristiyan yapar, (Mecusi ise) Mecusi yapar. Nitekim kusursuz doğan bir hayvan yavrusunda siz kulağı, burnu, ayağı kesik olanını hiç görüyor musunuz? Bundan sonra Ebu Hureyre şu ayeti okudu: “Sen yüzünü, Allah’ı birleyici olarak doğruca dine çevir; Allah’ın yaratma yasasına (uygun olan dine dön) ki, insanları ona göre yaratmıştır. Allah’ın yaratması değiştirilemez. İşte doğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rûm, 30/30; Mâlik b. Enes, I, 241; Ahmed b. Hanbel, II, 275; el-Buhârî, I, 456; IV, 1792; Müslim, IV, 2047; İbn Hibbân, I. 336- 337, 339–341)

Hilkat halk kökünden geldiği gibi, fıtrat da fatr kökünden hâl ismidir. Sonra hak dini kabul etme istidadını ifade etmek için, “Her çocuğu annesi fıtrat üzere dünyaya getirir.” meşhur hadisinde geldiği üzere özel isim yapılmıştır.

“Yaratılış, belli yeteneklere ve yatkınlığa sahip olma” manasına gelen fıtrat, insanın özündeki cevheri ve insanın kendisi için gerekli bütün vasıflarla mükemmel bir şekilde donatılmasını, Allah’ın insan tabiatına bahşettiği yaratanını tanıma eğilimini, ruh temizliği gibi olumlu yetenek ve yatkınlığını ifade eder. Buna göre fıtratla “Hakkı benimseme istidadı, Allah’ı tanımayı (marifetullah) insanların gönüllerine yerleştirme” kastedilmektedir.

İnsanın fıtrat üzere doğması, her çocuğun mükemmel bir yaratılışla dünyaya gelmesi, yaratılış özelliği itibariyle ve isteyerek hakkı kabul etmeye hazır hâlde yaratılmış olmasıdır. Bu bağlamda her çocuk günahsız, tertemiz doğar ve iyiliğe yönelme eğilimindedir. Kendisine aksi bir yönlendirme bulunmadığı takdirde tevhide, eşi ve benzeri bulunmayan yüce yaratıcısına inanmaya her daim hazırdır.

İnsan temiz ve selim yaratılmıştır. Fıtrat, insanların yaratılıştan getirdikleri safiyettir. İslam bu safiyeti maddi ve manevi temizlikle korumaya çalışır. Kendisine emanet olarak verilen görüntüsünün güzelleşmesi veya vücudunun temizlenmesi için yapacağı her türlü temizliğin karşılığında aynı zamanda manevi bir karşılık da söz konusudur İslam’da. Bunlar aynı zamanda ahlakın da güzelleşmesine vesile olan maddi ve manevi temizlik kaideleridir.

Allah’ın güzel surette yarattığı insanoğlu, bu hasletlere riayet ettiği ölçüde kendisine lütfedilen yaratılışının güzelliğini koruyabilir.

Fıtrat bir tohumdur. Fıtrat tohumunu küfür toprağına ektiğinizde onun karanlığında gömülü ve örtülü kalır; filizlenip meyve vermek istediğinde gerekli ısı, ışık ve yağmuru alamaz. Burada şunu belirtelim ki bu fıtrat bozulmadığı, tahrip edilmediği ve yanlış bir yönlendirme olmadığı takdirde, kişiyi hakka ulaştıracak bir cevherdir. İşte bu nezih fıtrat, doğru bir eğitim, iyi bir terbiye ve güzel bir çevre ile insanı rıza ufkuna doğru terakki ettirecektir.

İnsan belirli bir çevrede doğar, bütün tavır ve hareketleri, inancı ve yaşantısı bu çevre içinde şekillenir. Bu bağlamda Hz. Peygamber (s.a.s) “Sonra anne babası onu Yahudi, Hristiyan ve Mecusi yapar.” buyurarak çocuğun, içinde doğduğu ailenin inancıyla ve yönlendirmesiyle yetişeceğini belirtmektedir. Ayrıca hadiste anne ve babanın dinî yaşantısındaki etkin rolüne işaret edilmekte, din eğitimi ve öğretimi konusunda anne babaya büyük görevler düştüğünün de altı çizilmektedir.

Hadisteki “Yahudi, Hristiyan ve Mecusi yapar.” ifadesinin geniş anlamı ise, bunlardan her birinin çocuklarını kendi eğitim sistemiyle gelenek, görenek ve inanışlarına uygun bir biçimde yetiştirmeleri ve kişiliklerini kazandırmalarıdır. Bu hususta Hz. Peygamber (s.a.s), çocukların fıtratlarının çevreleri ile bütünleşmeye müsait ve kabiliyetlerinin, kendilerini etkileyen kültüre göre şekillenebilecek esneklikte olduğunu vurgulamaktadır. Bu ifade, çocuklardaki temiz yaratılışın ve iman yatkınlığının çocukluk yıllarında çeşitli etkilere göre değişmeye elverişli olduğunu göstermektedir.

Son olarak İslâm dininde tertemiz ve hakka yönelmeye meyyal bu fıtratın korunmasının ehemmiyetine işaret edilmektedir. Allah Resulü de fıtratın korunması gerekliliğini vurgulamış, yatmadan önce şu duanın yapılmasını tavsiye etmiştir: “Allah’ım! Kendimi sana teslim ettim. İşimi sana havale ettim. Azabından korkup, sevabını umup sırtımı sana dayadım. Senin azabından korunmanın ve güvende olmanın tek yolu, ancak sana, rahmetine sığınmaktır. İndirdiğin kitabına ve gönderdiğin Nebi’ye inandım. Beni öldürürsen (bozulmamış) fıtrat üzere öldür. Bu kelimeleri son sözlerim eyle.” (Buhârî, Deavât, 6).

Dr. Emine Demil

https://yayin.diyanet.gov.tr/Category/GetArticles?id=2661+&categoryId=59#

30 Ağustos 2022 Salı

ADALET: TAKVAYA EN UYGUN HASLET


“…Allah’tan korkun ve çocuklarınız arasında adaletli olun.”

(Müslim, Hibe, 13.)

Genç sahabilerden biri olan Numan b. Beşir şöyle anlatmaktadır: “Babam malının bir kısmını bana bağışladı. Fakat annem, ‘Bu bağışına Allah Resulü’nü şahit tutmadıkça ben razı olmam.’ dedi. Bunun üzerine babam bu bağışa tanıklık etmesi için benimle birlikte Hz. Peygamberin yanına gitti. Hz. Peygamber (s.a.s.), ‘Bundan başka çocuğun var mı?’ dedi. Babam ‘Evet.’ diye cevap verdi. Bu sefer Allah Resulü ‘Hepsine buna yaptığın kadar bağışta bulundun mu?’ diye sordu. Babam ‘Hayır.’ cevabını verince Allah Resulü (s.a.s) şöyle buyurdu: ‘Allah’tan korkun ve çocuklarınız arasında adaletli olun.’ (Başka rivayete göre: ‘O hâlde beni şahit tutma! Zira ben adaletsiz bir şeye tanıklık yapmam.’ Bir başka rivayette ise: ‘Zulmüne beni şahit tutma!’ diye buyurmuştur.) Bunun üzerine babam yaptığı bağıştan vazgeçti.” (Müslim, Hibe, 13-16.)

Adalet; dinî, hukuki ve ahlaki bir kavram olup her şeyi yerli yerine (layık olduğu yere) koymak demektir. Zulmün ve haksızlığın panzehri olan adalet, insanların birbirleriyle olan ilişkisini düzenleyen ve toplumları ayakta tutan, olmazsa olmaz bir niteliktir. Böylesine önemli bir vasıf olduğu için olsa gerek Allah’ın “Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder…” (Nahl, 16/90.) şeklindeki ilahi fermanı her hafta cuma günleri minberlerden zihinlerimize ve gönüllerimize adaleti nakşetmektedir. Her hafta yapılan bu bilinç tazelemesi bizi bir sonraki cumaya kadar diri tutmakta ve adaletten sapmaya karşı kulaklarımızda âdeta bir küpe gibi durmaktadır. Bunun yanı sıra Kur’an-ı Kerim’de pek çok kez adalete vurgu yapılmış; iman edenlerin adaleti titizlikle ayakta tutmaları istenmiş (Nisa, 4/135.) ve adaletin takvaya en uygun davranış olduğu şu şekilde ifade edilmiştir: “Ey iman edenler! Allah için hakkı titizlikle ayakta tutan, adalet ile şahitlik eden kimseler olun. Bir topluma olan kininiz sizi adaletsizliğe itmesin. Adil olun. Bu, Allah’a karşı gelmekten sakınmaya daha yakındır. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Maide, 5/8.)

Yaşayan Kur’an olan Hz. Peygamber (s.a.s.) de hayatı boyunca adaletten şaşmamış; “Hırsızlık yapan kızım Fatıma bile olsa cezasını vermekten geri durmazdım.” (Buhari, Hudud, 11.) diyecek kadar adalet timsali olmuştur. Çocuklar arasında adaletli olmayı emreden yukarıdaki hadis-i şerif de Hz. Peygamberin (s.a.s.) bu adalet duygusundan neşet etmiş ifadelerdir. O, bu hadisiyle adaletin ilk önce ailede olması gerektiğini göstermiştir. Zira aile toplumun temelidir. Ailedeki adaletsizlik, adalet duygusundan yoksun bireylerin yetişmesine ve zamanla toplumda adaletsizliğin yaygınlaşmasına sebep olacaktır. Diğer taraftan ailede adaletsizliğin olması, Allah hakkından hemen sonra gelen ana baba hakkının ihlal edilmesine de zemin hazırlayacaktır. Dolayısıyla her alanda adalete riayet önemli olmakla birlikte aile bireyleri arasında adalet, özellikle de anne babanın çocukları arasında ayrım yapmaması, her konuda onlara karşı adaletli olması ailenin, adaletin öğrenileceği ve içselleştirileceği ilk basamak oluşu bakımından son derece önem taşımaktadır. Bu hususta Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır: “Allah, bir öpücüğe varıncaya kadar çocuklarınız arasında adaletli olmanızı sever.” (Tirmizi, Ahkâm, 30.)

Çocuklar arasında adaletin sağlanmaması, birinin daha az diğerinin daha çok sevilmesi, mal paylaşımında bir tarafın kayırılması gibi adalet duygusunu zedeleyen durumlar, çocukların hem ebeveynine hem de birbirlerine karşı nefret duygularının oluşmasına zemin hazırlayacaktır. Hatta bu nefret duygusu bazen çok daha ileri boyutlara taşınabilmekte; en yakın akrabaların birbirlerine sırt çevirmelerinden tutun cinayete kadar varan vahim durumlar ortaya çıkabilmektedir. Bu itibarla çocukların anne babalarına hürmetlerinin daim olması, kardeşler arasında sevgi ve saygı bağlarının sürekli diri kalması adına adalet ilkesinden zerre kadar taviz verilmemelidir.

Ne yazık ki günümüzde gerek sevme gerekse mal paylaşımı açısından erkek ve kız çocuklarına bakış açısında cahiliye kalıntısı birtakım davranışlar görülmektedir. Ülkemizin pek çok kesiminde hâlen kız çocuklarının mirastan payları tam olarak verilmemekte; anne baba hayattayken malları taksim ederek erkek çocuklara fazla pay vermekte ya da onların ölümünden sonra erkek çocuklar, kız kardeşlerinin paylarını verme hususunda gereken hassasiyeti göstermemektedirler. Bu tutumlar, Peygamberimizin ifadesiyle “zulüm” olup hem anne babaya hem de kardeşlere karşı olumsuz duygu ve düşüncelerin ortaya çıkmasına, kırgınlık ve dargınlıkların artmasına neden olmaktadır. Anne baba hayatta iken mal paylaşımı yapacaklarsa -konu hakkında fıkhi ihtilaflar bulunmakla birlikte- eşit paylaşım yapılması daha hakkaniyetli olacaktır. Normal şartlarda adalete uygun paylaşım, her bir bireye eşit pay vermekle olabilirken bazı olağandışı durumlarda adalet daha farklı bir paylaşım yapmayı da gerektirebilmektedir. Örneğin yoksulluk, hastalık, işsizlik gibi önemli bir mazeret dolayısıyla çocuklardan birine fazla pay vermek gibi bir durum söz konusu olabilir. Ancak bu durumda bile sıla-i rahme zarar verilmemesi ve gönül köprülerinin yıkılmaması adına gerekli önlemler alınmalıdır. Böylesine özel durumlarda anne baba bu hususu diğer çocuklarına uygun bir şekilde izah ederek onların da gönüllerini almayı unutmamalıdır.

Sonuç olarak, aile bireyleri arasındaki ilişkilerin sağlam temeller üzerine inşa edilebilmesinin en temel yolu adalettir. Çocuklardan birini diğerine tercih etmek veya aralarında ayrım yapmak, ailedeki sıcak ve samimi ortamın yerini haset ve kıskançlığın, kardeşliğin yerini de düşmanlığın almasına neden olacaktır. Bu tarz tutum ve davranışlar, Müslümanların ancak ve ancak birbirlerinin kardeşleri olabileceklerini bildiren ilahi buyruğun (Hucurat, 49/10.) ihlal edilmesine ve kardeşliğin -bırakın toplumu- daha ailede bile gerçekleşmemesine zemin hazırlayacaktır. Öyleyse hakkı titizlikle ayakta tutmakla vazifeli olan Müslümanlar, inançlarının bir gereği olarak, öncelikle çocuklarına sonra da bütün insanlara karşı adaletli olmalıdırlar.

Hadisten öğrendiklerimiz

1. Adaletin ilk uygulanması gereken yer ailedir. Zira adaletin ihlal edilmesi, sıla-i rahmin de ihlal edilmesine neden olacaktır.

2. Çocuklar arasındaki her türlü adaletsiz paylaşım zulümdür; caiz değildir.

Halil Kılıç

https://yayin.diyanet.gov.tr/Category/GetArticles?id=2661+&categoryId=59#

29 Ağustos 2022 Pazartesi

DUA: EN KIYMETLİ AMEL



"“Allah Teâlâ katında duadan daha kıymetli bir şey yoktur.” 
(Tirmizi, Deavât, 1; İbn Mâce, Dua, 1)

Allah Resulü (s.a.s.), ashabını eğitmek ve bilgilendirmek için her fırsatı değerlendirir; hem dünyada hem de ahirette mutlu ve huzurlu olmanın yollarını onlara aktarmaya çalışırdı. Dikkatleri toplamak, meselenin ciddiyetine işaret etmek, konunun anlaşılmasını sağlamak gibi amaçlarla bazen onlara sorular sorar ve cevabını yine kendisi verirdi. 
O (s.a.s.), bir gün ashabıyla oturmuş sohbet ederken “Amellerinizin en hayırlısını, Allah katında en değerlisini altın ve gümüş dağıtmaktan daha hayırlı ve derecelerinizi daha yükselten, düşmanla karşılaşıp savaşmaktan daha hayırlı bir şeyi size haber vereyim mi?” diye sordu. Orada bulunan sahabe: “Evet, haber ver ey Allah’ın elçisi!” deyince Hz. Peygamber (s.a.s.): “Her zaman ve her zeminde Allah’ı devamlı hatırlayıp gündemde tutmaktır.” dedi. (Tirmizi, Deavât, 7.)

Attığı her adımı Allah rızası için atmak, alıp verdiği her nefeste Allah’ın hakkını gözetmek, sevmeyi de kızmayı da Allah için yapmak; kısaca Allah’ı her zaman ve zeminde hatırlamak, kulluk vazifesini hakkıyla yerine getirmek olacağından son derece önemlidir. Bunun içindir ki her gün düzenli kıldığımız farz namazlar, tek seferde değil beş ayrı zaman diliminde kılınmaktadır. Bu da dünyalık koşuşturmalarımız esnasında esas vazifemiz olan kulluğun unutulmaması amacına matuftur. İşte dua da kulun her zaman ve zeminde Yüce Allah ile bağ kurmasını sağlayan ve O’nu hatırlatan bir ibadet olduğundan -yukarıdaki hadiste ifade edildiği üzere- Allah katındaki en kıymetli amel olarak nitelenmiştir.

Dua, kulun âlemlerin rabbiyle iletişiminin en aktif ve sürekli hâlidir. Bu aktif ve sürekli iletişim hâlinde kul, acizliğinin ve zayıflığının farkında olup güvenli bir limana sığınmanın huzur ve mutluluğunu yaşar. Ellerini her şeyi yapmaya gücü yeten (el-Kadîr) ve hiçbir şeye ihtiyacı olmayan (es-Samed) Yüce Allah’a açar; gönlünden kopup gelen arzu ve isteklerini diline döker; yalvarır, yakarır; af, mağfiret ve yardım diler; dünyada da ahirette de iyilik ve güzellik ister… 

Dua, kulun haddini ve mesuliyetini bildiğinin bir ilanıdır. Dua, boyun eğilecek ve istenilecek yegâne makamın Yüce Allah olduğunu bildirmesi boyutuyla tevhidin sancağı, zaman ve mekânla kayıtlı olmadan Allah’a bir yöneliş hâlinin olması boyutuyla da -Peygamber Efendimizin nitelemesiyle- ibadetlerin özüdür (Tirmizi, Deavât, 1.) Dua, kimsesiz ve sahipsiz olmadığımızın, âlemlerin rabbi olan Allah’ın hemen yanı başımızda olduğunun, bizi duyduğunun ve dualarımıza icabet ettiğinin bilincinde olmaktır. Bu hakikat, Kur’an-ı Kerim’de şu şekilde ifade edilmektedir:
“Kullarım sana beni sorduklarında bilsinler ki şüphesiz ben (onlara çok) yakınım, bana dua ettiğinde dua edenin duasına icabet ederim. O hâlde, doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar ve bana iman etsinler.” (Bakara, 2/186.)
Ayette ifade edilen “duanın icabeti”, çoğu zaman eksik veya yanlış anlaşılmaktadır. Yukarıdaki ayete atıf yaparak “Dua ettim ama duam kabul olmadı.” diyen pek çok kişi duanın icabetini, duasının olduğu gibi gerçekleşmesi olarak anlamaktadır. Hâlbuki duanın icabeti, farklı şekillerde olabilmektedir. Duanın icabeti, istenilen şeyin bizatihi verilmesiyle olabileceği gibi istenilen şeyin yerine (daha hayırlı) başka bir şeyin verilmesiyle de olabilir. Hatta yapılan duaya karşılık dünyada hiçbir şey bile verilmeyebilir. Peki, bu durumda icabetten bahsedilebilir mi? Cevabımız kesinlikle “evet” olacaktır. Zira duaların icabeti sadece dünya ile sınırlı olmayıp ahirete de bırakılabilir. Örneğin yapılan dua hürmetine kulun günahlarının silinmesi ve cennette derecesinin yükseltilmesi duanın icabet şekillerindendir. Ayrıca kul, dua etmekle Allah’ı andığı ve zikrettiği için “Beni anın ki ben de sizi anayım.” (Bakara, 2/152.) ayetinde ifade edildiği üzere Allah katında anılma şerefini elde etmiş olacaktır. Bu şeref ise dünyalık pek çok payeden katbekat daha değerlidir. Yine duanın icabeti, başa gelecek muhtemel kaza ve belaların def edilmesi veya hafifletilmesi şeklinde olabilir. Bu hususta Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Dua, başa gelen ve gelmeyen belaya karşı fayda sağlar. Ey Allah’ın kulları, duaya sarılınız!” (Tirmizi, Deavât, 101.) Dolayısıyla duanın hangi şekilde icabet olunduğunu tam olarak bilme imkânımız olmadığından “Dua ettim ama duam kabul olmadı.” demek doğru değildir. Nitekim bununla alakalı Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Sizden biriniz, ‘Ben (Rabbime) dua ettim de duam karşılık görmedi.’ deyip acele etmediği müddetçe, duası karşılık bulur.” (Müslim, Zikir ve Dua, 91.)

Duanın icabet olunması için riayet edilmesi gereken ve duanın adabı olarak nitelenen bazı hususların da göz önünde bulundurulması gerekmektedir. Örneğin yapılan duaların icabet olunacağına inanarak içten bir şekilde dua edilmelidir. Bu hakikat, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) lisanıyla şu şekilde ifade edilmiştir:
“Allah’a, kabul edileceğine gerçekten inanarak dua ediniz. Biliniz ki Allah, ciddiyetten uzak ve umursamaz bir kalp ile yapılan duaları kabul etmez.” (Tirmizi, Deavât, 65.)
İşte bu bilinçle; varlıkta ve darlıkta, hastalıkta ve sağlıkta, akşam yatarken ve sabah kalkarken, yayayken ve araçtayken, işe giderken ve eve dönerken, nimete kavuşunca ve bir musibetle karşılaşınca; kısaca her zaman ve şartta yapılacak dualar ile Yüce Allah’a yönelmek ve O’nu her daim hatırda tutmak, hem Allah katındaki değerimizi arttıracak hem de en temel vazifemiz olan kulluğun canlı kalmasını sağlayacaktır. 

Hadisten öğrendiklerimiz
1. Dua, her zaman ve zeminde Allah’ın hatırda ve en temel gündemimiz olmasını sağlayan bir ameldir. 
2. Dua ile kul, hem Allah katındaki değerini arttırmış hem de en temel vazifesi olan kulluğun canlı kalmasını sağlamış olacaktır."

Halil Kılıç

28 Ağustos 2022 Pazar

SİRET: BİR GÜZEL AHLAK YÜRÜYÜŞÜ


"Güzel ahlakın en özlü tariflerinden birisidir: Kötü huylardan arınmak, iyi huylarla bezenmek. Aslında bu tarif başlı başına “iki adımda ahlak” olarak ifade edilebilecek bir ahlak felsefesi özetidir. Ahlaki olgunlaşma süreci insanın önce kötü davranış ve alışkanlıkları bırakmasını, ardından hayatın her alanına dair değerleri edinip benimsemesini öngörür. Bu sıralama, birey için olduğu gibi toplum için de aşağı yukarı böyledir.

Peygamber Efendimizin (s.a.s.) siretinde gözlemlenen durum da aslında pek farklı değildi. Kötülüğün âdeta standart olduğu ve ahlaksızlığın ahlak, kanunsuzluğun da kanun hâline geldiği bir ortamda çirkinliklerden uzak durmakla ve güzel ahlakı aramakla başlamıştı her şey. Erdemi aramak için toplumdan kopan, toplumun oldukça uzağında kutsalla buluşan, elinde bir fazilet meşalesiyle topluma dönen ve toplumu bir bütün olarak ahlakın aydınlığına çağıran bir insanın hikâyesiydi siret.

Elbette kilit kavram vahiydir. Ve elbette nübüvvettir. Allah Resulü’nün (s.a.s.) hayatındaki ahlak örgüsü ve her keskin dönemeçteki güçlü ahlak vurgusu, kesinlikle rastlantısal olmayıp ilahi bir rahmetin tecellileri niteliğindedir. Tıpkı Hz. Musa’nın ilk bakışta sıradan gibi algılanabilecek bir vakanın ardından toplumun dışına çıkarılması ve erdem arayışına koyulması gibi. Yine tıpkı Hz. Meryem’in Hz. Cebrail ile yüz yüze gelip elinde mucizevi bir fazilet timsali ile topluma dönmesi gibi. Ve tıpkı Hz. İbrahim’in, Âzer’den Nemrut’a kadar bütün bir toplumu en büyük ahlaki kabul olan tevhide davet etmesi gibi.

Hira: Toplumun uzağında ahlak arayışı
Ahlak, fıtratla özdeştir. Var oluşundan itibaren insanın anlam arayışını karşılayan, eksildiğinde ikmali için manevi unsurların (melek, kitap, peygamber) seferber edildiği temel bir yaşam desteğidir. Bi’setin hemen öncesinde oluşan tabloya bu açıdan bakıldığında, inanç temelleri ortadan kaldırılmış bir toplumda yaşamaktan bunalan insanın, kendisini şehrin dışına taşıyan anlam arayışında ulaştığı veya mazhar olduğu ilahi öğreti, tam da ahlaka tekabül edecektir. Bunun içindir ki yüklendiği misyonu tek cümleyle özetleyen Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurur: “Ben, ahlaki güzellikleri tamamlamak üzere gönderildim.” (Mâlik b. Enes, el-Muvatta, I-II, Kâhire 1993, Husnü’l-Huluk, 1/8.)
Güzelliklerin tamamlanması, çirkinliklerin elenmesiyle başlayan bir süreçti. Alak ve Müddessir surelerinin ilk ayetlerinden itibaren vahiy insanı adım adım yönlendirecek, cehalet ve tanrıtanımazlıktan kirli elbiselerle dolaşmaya ve pis işlerle uğraşmaya kadar bir dizi maddi/manevi kirden toplumu sistematik biçimde arındıracaktı.

İlk vahiy: Topluma erdemle dönüş
Toplumun uzağında ve tek başına erdemi edinmek zordu. Ama daha da zor olanı, o erdemi sırtlayıp şehre getirmek ve ahlaki değerlerle ilişkisini neredeyse bitirmiş olan bir topluluğa takdim etmekti. Diğer taraftan, taşradaki erdem, şehirde tek başına sonuç vermemekteydi ve sonuç vermesi için bizzat bir erdemlinin üstünde temsili ve tecellisi gerekmekteydi.
Bu temsilin hangi ölçüde gerçekleştiği Hz. Hatice’nin ilk vahiy olayında söylediklerinden anlaşılabilir. Henüz risaletin ilk gününde, belki de imanını ilk açıklayan kişi olarak Hz. Hatice, üzerini örttüğü eşine teselli sadedinde şu hakikatleri ifade etmişti:
“Hiç korkma; gözün aydın olsun! Sen akraba ilişkisine önem veren, yalan söylemeyen, aile geçindirme yükünü üstlenen, misafir ağırlayan, darda kalanların yardımına koşan bir insansın; Allah seni hiç yolda bırakır mı?” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, XXXXIII/112-114 / 25959.)

Açık tebliğ: Toplumu erdeme çağırış
Allah Resulü (s.a.s.) güzel ahlakın temsil edilmesi gibi son derece ağır bir vazifeyi sünnetiyle ve bizzat gerçekleştirmiştir. Hadis metinleri, erdemin topluma hatırlatılışına ve yeri geldiğinde bu uğurda haykırılışına dair sayısız örnekle doludur. Nitekim Allah Resulü’nün (s.a.s.) peygamberliğini ilan ettiğini haber alan Ebu Zerr el-Ğıfârî’nin kardeşini Mekke’ye durumu araştırmaya gönderdiği ve dönüşte kardeşinin kendisine durumu şu cümleyle özetlediği bilinmektedir: “Onun, ahlaki güzellikleri emrettiğini gördüm.” (Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 28/6362.) Bu cümle, tebliğe şahitlik etmek bağlamında “gördüm; bunu yapıyordu” vurgusuyla da anlaşılabilir; “önceliğinin ahlak olduğu kanaatine vardım” tarzında bir izlenim özeti olarak da okunabilir. (Nevevi, Yahyâ b. Şeref, Şerhu Sahihi Müslim, Dârü’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrut 1995, XVI/28-29.) İkisi birlikte düşünüldüğünde ise şu ortak sonuç ortaya çıkacaktır: Güzel ahlak şehre getirilmiş ve toplumla açıkça paylaşılmaya başlanmıştır.

Abdullah b. Selâm’ın, hicrette Medine’ye giriş sırasında yaşananları anlatışı da bu bakımdan kayda değerdir. O, şehrin yetişmiş bir insanı ve ehlikitabın bir âlimi olarak kalabalığa karıştığını anlatmakta, âdeta “kurak toprağın suya kavuşması” gibi şehrin erdeme kavuştuğu o anda Peygamber Efendimizin (s.a.s.) ağzından duyduğu “ahlakı ısrarla önceleyip vurgulayan” ilk cümleleri aktarmaktadır:
“Ey insanlar! Selamı yayın! Akrabalarınızı ziyaret edin! Yemek yedirin! İnsanlar uyurken geceleyin namaz kılın! Selametle cennete girin!” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, XXXIX/201-202 (23784); Tirmizi, Sıfatü’l-Kıyâme, 42/2485.)

Hicret: Ahlak üzerine bir toplum inşa ediş

Yeni bir toplumda “olmayan” bir ahlaki düzeni sıfırdan kurmanın elbette birden fazla boyutu söz konusuydu. Siyasi, ekonomik, tarihî ve kültürel boyutların detaylı tetkiki İslam tarihi kaynaklarında mevcuttur. (Hamidullah, Muhammed, İslam Peygamberi, (çev. Salih Tuğ), Ankara 2003, I/175-213.) Ama genel olarak ahlakın temellendirilmesine odaklanıldığında hicrete zemin hazırlayan Akabe görüşmelerindeki maddeleri hatırlamamak mümkün değildir. “Toplumun temsilcisi” olan nakiplerle “Ahlakın temsilcisi” Hz. Peygamber’in (s.a.s.) üzerinde anlaşmaya varıp el sıkıştıkları konular şunlardı: Şirk koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, yalan söylememek, meşru emre karşı gelmemek.
İtikadi, ekonomik, cinsel, ailevi, iletişime veya yönetime dair temel ahlaksızlıkları dışlayan böylesine kapsamlı bir sözleşmenin oturtulduğu temel ise elbette iman olmaktadır. Hadiseyi aktaran Ubade ibnü’s-Samit (r.a.), biat şartlarının nasıl uygulanacağıyla ilgili olarak Allah Resulü’nün (s.a.s.) yaptığı şu açıklamaları da nakleder: “İçinizden kim sözünü tutarsa, karşılığını Allah verecektir. Kim bu suçlardan birisini işler de o suçtan dolayı kendisine ceza uygulanırsa, bu ceza onun günahını siler. Kim de bu suçlardan birisini işlediği hâlde Allah onun yaptığını örtüp gizlerse, onun durumu Allah’a kalmıştır. Allah isterse onu bağışlar, isterse ona azap eder.” (Buhari, Tefsir, (Mümtehine) 3 (4894); Müslim, Hudûd, 41/4461.)
Öyleyse meselenin bir eğitim hamlesi olduğunun, henüz hicret gerçekleşmeden Kur’an öğreticisi Mus’ab b. Umeyr ve diğer sahabilerin elinde şekillendiğinin altı yeniden çizilmelidir. Mekke döneminde on üç yıl boyunca atılan kalbî temelin ve verilen zihinsel eğitimin ardından kısa sürede kurulan hukuki yapı, ibadetler de dâhil olmak üzere dini ve ahlakı topluma sağlıklı bir zeminde sunmuştur. Bunun hiç de şaşırtıcı olmayan sonucu erdem üzerine kurulan bu şehirde zina yapan bir bireyin bile gelip itirafçı olması, “Ben bu suçu işledim, bana cezamı uygulayın da temizleneyim, ahirete kalmasın!” diye yalvarmasıdır. Bu, her türlü hukuki düzenlemeye rağmen şiddetten tutun da hak ihlaline giren birçok suç işlemeye devam eden bireylerin, güzel ahlakı önceleyen bir eğitim modeline duydukları ihtiyacı göstermektedir.

Veda haccı: Güzel ahlakı topluma emanet ediş
Her denemenin bir sonu, her örnekliğin bir hitamı vardır. İnsanlara toplu hâlde ve kurallı bir biçimde nasıl yaşayabileceklerini öğreten Allah Resulü’nün (s.a.s.) veda haccında söyledikleri de sürecin o günü ve geleceğine dair yaklaşımlar açısından dikkat çekicidir. Ahlakla toplumu bütünleştiren, insana her yaşta ve şartta mükerrem olduğunu hatırlatan nebevi üslubun bu nihai hitaptaki görünümü evi toplayıp düzenleyen, giderken de bozmamaları ve dağıtmamaları için evlatlarını uyaran bir annenin içten seslenişini andırmaktadır:
“Benden sonra birbirinin boynunu vuran kâfirlere dönmeyin!” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, XXXI/504-505, (19167); Buhari, Meğâzî, 78/4405.)
Kadınların “Allah’ın emaneti” olarak değerlendirilmesi, insana ırkından dolayı değil sırf insan olma niteliğinden ötürü saygı duyulması ve benzeri yönlerdeki nebevi çağrılar “Bütün bunları size ilettim mi?” sorusuyla bitmekte, yıllarca türlü emeklerle sağlanan büyük bir ahlaki değerler birikimi de topluma böylece emanet edilmektedir.
Vefat-ı Nebi’den (s.a.s.) kısa süre sonra yaşanan tarihî gelişmeler, bu uyarıların önemi kadar insan-toplum-ahlak üçgeninde dengenin muhafazasının zorluğunu da belgelemektedir. O günlerdeki kargaşayı tartışıp durmanın ötesinde, benzer bir sorumluluğun, içinde bulunulan çağda nasıl ifa edilebileceği üzerinde düşünmek daha mantıklı olacaktır.
Bugün: Emaneti/ahlakı koruyabilmek
Sünnet-i seniyyenin bizlere bıraktığı miras; takva, sabır, hayâ, dürüstlük, şükür gibi onlarca ahlaki değerden örülmüş paha biçilemez güzellikte bir elbiseydi. Ve bu elbise, bünyesinde sadece belirli renk ve desenleri değil kendine özgü apayrı bir manevi ruhu da barındırıyordu. Temel mesele, ibadetlerin de teşekkülüne birinci dereceden katkı sağladığı bu büyük manevi ruhu özümseyebilmekti.

Dinin en az davranış boyutu kadar önemli ve derinlikli bir düşünce/zihniyet boyutu olduğunu hatırlayarak… İnsanın insana değer vermediği herhangi bir ahlaki modelin kalıcı olamayacağını öngörerek… Yaşanan bireysel ve sosyal imtihanlardan gerçek ibretler çıkarıp geleceği onlardan hareketle tasarlayarak… Ve bütün bunların ancak, Kur’an-ı Kerim’e imanın hemen yanında Resul-i Ekrem’e (s.a.s.)koşulsuz tabi olmayı da nefsine kabul ettirebilenlere nasip olacağını unutmayarak.

Doç. Dr. Ahmed Ürkmez