4 Eylül 2022 Pazar

MUKADDES ŞEHİR KUDÜS VE MESCİD-İ AKSA


Ülkemizin güzide şairlerinden biri olan ve mukaddes beldeyi edebiyatımıza taşıyarak şiirimizi ümmetin derdiyle yoğuran Sezai Karakoç, Kudüs’ü “Gökte yapılıp yere indirilen şehir” olarak tanımlar. Bu söyleyiş, Kudüs hakkında yapılan tanımlamaları ve mülahazaları, bütün zamanları kapsayarak özetler gibidir. “Mukaddes Şehir”, “Barış Şehri”, “Doğruluk Şehri” gibi isimlerle de bilinen Kudüs, dünyanın en kadim şehirlerinden biridir. Pek çok peygamberin hayatından izler taşıyan bu kutlu şehir, insanlığın tarihî serüvenine tanıklık etmektedir.

Kudüs, ilahi vahyin ortak adı olan İslam’ı tebliğ vazifesiyle görevlendirilen nice peygamberin hatırasını barındıran ve İslam’ın çağlarüstü hakikatlerini ve insanlığın ortak değerlerini temsil eden bir merkezdir. Tarih, bu kutsal beldede pek çok elim hadisenin de şahididir. Zira Kudüs, tarih boyunca pek çok savaşa sahne olmuş; kuşatılmış, yağmalanmış, yakılıp yıkılmış ve yeniden inşa edilmiştir. Bu mukaddes toprakların insanları ise eziyet görmüş, sürülmüş, katliamlara maruz kalmıştır.

Yüce Allah’ın insanları doğru yola çağırmak üzere görevlendirdiği peygamberlerin birçoğu bu şehirde yaşamıştır. Hz. İbrahim, İsmail, İshak, Yakup, Yusuf, Musa, Davut, Süleyman, Zekeriyya, Yahya ve Hz. İsa, tevhit ve hukuk mücadelesini bu şehirde gerçekleştirmiştir. Peygamberler aracılığıyla ilahi vahyin tecelli ettiği bu topraklar, Hz. Peygamber’in Gece Yürüyüşü’nün (İsra) menzili ve göğe yükselişinin (Miraç) başlangıç mekânı olması sebebiyle, yeryüzünden âlemlerin Rabbine açılan yolun ve göklerden dünyaya inen engin rahmetin şahididir.

Kutsiyeti Kur’an ile tescil edilen Kudüs’ü (Maide, 5/21.) Yüce Allah (c.c.) “iyi ve güzel bir yer” (Yunus, 10/ 93.) olarak tanıtmaktadır. Kudüs, çevresinin mübarek kılındığını bizzat Kur’an’ın beyan ettiği (İsra, 17/1.), Müslümanlar nezdinde her türlü meşakkatin göze alınarak yolculuk yapılmaya değer görüldüğü üç mabetten biri olan (Buhari, Enbiya, 8; Müslim, Mesâcid, 2.) Mescid-i Aksa’yı bağrında muhafaza etmektedir. Ayetlerin yanı sıra pek çok hadis-i şerifte Mescid-i Aksa ve çevresinin faziletlerine temas edilmiştir. Dinlerin, dillerin, kültürlerin, medeniyetlerin merkezi olarak, tarihten günümüze temsil ettiği sembol ve değerlerle insanlığın ortak vicdanı olan Kudüs’e karşı Peygamber Efendimiz de (s.a.s.) büyük bir ilgi göstermiş, Filistin topraklarına yönelik diplomatik ve askerî girişimlerde bulunmuştur. Sahabe de bu mukaddes beldeye yoğun ilgi göstermiş, Hz. Peygamber (s.a.s.) döneminden itibaren ibadet ve ziyaret maksadıyla Mescid-i Aksa’ya yolculuk yapmış ve Kudüs’ün fethini değerli bir hedef olarak görmüştür. Çünkü Resulüllah (s.a.s.), vefatından hemen önce Beytülmakdis’in yakında fethedileceğini müjdelemiş hatta Şam/Filistin topraklarına gönderilmek üzere bir ordu hazırlatmıştır. Bu sebeple sahabe, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) vefatından hemen sonra Kudüs topraklarını fethe yönelmiştir. Müslümanların Kudüs’ü fethiyle farklı din ve inanç mensupları arasında asırlar boyu barışa, kardeşliğe ve karşılıklı güvene dayalı bir ilişkinin tesis edilmiş olması, yeni bir dönemin de kapılarını aralamıştır. Bu huzurlu ortam Müslümanların Kudüs’e hâkim oldukları sürece devam etmiştir.

Bugün azgın bir azınlığın elinde, insanlığı mahcup eden görüntülere sahne olan selam şehri Kudüs, Hz. Ömer (r.a.) tarafından Bizanslıların elinden alınıp İslam devletinin topraklarına dâhil edildiğinde, şehrin sakinlerine mutlak din hürriyeti ve güven içinde yaşayacaklarına dair yazılı eman verilmişti. Müslümanların fethinden itibaren beş yüzyıla yakın güvenli bir şehir olan Kudüs’ün halkı, Haçlıların işgaliyle korkunç bir katliama tabi tutulmuş, şehir tekrar büyük acılara bürünmüştür. Yaklaşık bir asır boyunca bölgeye emsalsiz acılar yaşatan Haçlılara karşı Selahaddin Eyyubi’nin destansı zaferi ve yeniden fethi sonrasında Kudüs, Müslümanların yönetiminde farklı din, dil, ırk ve mezheplerin bir arada yaşadığı, huzurun ve güvenin hâkim olduğu uzun yıllar geçirmiştir. Müslümanların idaresi altında tam bir altın çağ yaşayan barış ve huzur şehri Kudüs, I. Dünya Savaşı’ndan sonra İslam coğrafyasının işgaliyle bu özelliğini kaybederek yine acının, sıkıntının, gözyaşının merkezi hâline gelmiştir. Sömürgeleştirilen Filistin topraklarında, Kudüs’ün kadim değerlerle bağları kopartılmak istenircesine tarihî mekânları tarumar edilmiş, yerli halkın tüm imkânlarına el konulmuş, çeşitli baskı ve uygulamalarla Müslümanlar şehri terk etmeye zorlanmıştır.

Filistin’de işgale başlandığı günden bu yana Siyonist zihniyet tarafından sürekli izlenen genişleme politikasıyla, dünyanın değişik ülkelerinden -zaman zaman zorlama ve şantajlarla- Yahudiler, Filistin topraklarına taşınmaya başlanmıştır. Böylece küçük alanlarda kendini gösteren toprak istilası, her geçen gün Yahudi nüfusun arttığı planlı bir işgale dönüşmüştür. İsrail’in Yahudileri orada yaşayan tek kavim hâline getirme gayretiyle Müslümanlar; baskı, zulüm, işkence ve hatta katliamlara uğramış, her türlü hak ve özgürlükten mahrum bırakılmış, tüm varlıkları talan edilerek ellerinden alınmıştır. Neticede İslam coğrafyasının merkezinde bir avuç azınlık olarak ihdas edilen ve uluslararası hukuku, ahlakı, diğer inançların kutsallarını hiçe sayan İsrail, dünyanın egemen güçlerinin desteğini arkasına aldığından bu hukuksuz uygulamalarına yönelik ciddi bir uluslararası yaptırım ile de karşılaşmamıştır.

Kudüs, her ne zaman Müslümanların elinden çıksa acı ve ıstırabın odağı hâline gelmiştir. İşgal edildiği tarihten bu yana, bu topraklarda ve çevre coğrafyalarda huzur, gözyaşı ve kan hiçbir zaman eksik olmamıştır. Bugün yakılan, yıkılan, temelleri oyulan, çevresi boşaltılan ve sistematik saldırılar karşısında yok olma tehlikesini her geçen gün biraz daha derinden hisseden Mescid-i Aksa, emsali görülmemiş bir yıkım siyaseti ile baş başa bırakılmıştır.

Bu mübarek şehirde yaşayan Müslümanların acıları artarak devam etmekte, her geçen gün hayatlarına daha zor günler eklenmektedir. İsrail, Filistin topraklarında giderek artan bir şiddette insanlık suçu işlerken; insanlığı, vicdanı, ahlakı, uluslararası hukuku hiçe sayan gözü dönmüş bir anlayışla, Filistin halkına karşı tam bir vahşet uygulamaktadır. Dünyanın gözü önünde infazlar yapmakta, insanlık onurunu ayaklar altına alarak hak ihlallerinde bulunmaktadır. Civarında yaşayan Filistinli Müslümanların evleri yıkılmakta, iş yerleri kapatılmakta, tarım arazileri işgalciler tarafından yakılmaktadır.

Bunca zulmü ve işkenceyi yapan ve İslam coğrafyasını gözyaşı diyarı hâline getirenler, ümmetin parçalanmışlığından cesaret almaktadırlar. Müslümanların zayıf ve dağınık görünümleri sebebiyle savunmasız Filistin halkına yönelik uygulanan katliam, baskıcı politikalar ve ibadet özgürlüğünü engelleme girişimleri sürdürülmektedir. Ancak bilinmelidir ki vahşice gerçekleştirilen işgalin üzerinden yılların geçmiş olması, bu kutsal şehre işgalcilerin yerleştirilmesi ve yerleşenlerin sayısının her gün artması, hiçbir surette işgali meşrulaştırmayacaktır.

Ümmetin bir asra yakın zamandır, çiğnenen onurunu, viran olan yurdunu, dağılan vahdetini kurtarmak için bu zulme dur denilmelidir. İslam dünyası bir araya gelerek işgale engel olmalı, ümmetin kanayan yarasına merhem bulmalıdır. Kudüs, Müslümanlar olarak şahsiyetimizi, kimliğimizi sağlamlaştıran kadim bir köşe taşıdır. Müstesna zamanlarda yaşadıkları ve ihtiva ettiği mukaddesatı ile bizlere değerlerimizi anlatmaktadır. Şimdi bir hüzün yurdu olduğu kadar umut kıvılcımlarımızı güçlendiren diriliş mekânı olarak da bir amaca karşılık gelmektedir. İnanıyorum ki tevhid, adalet ve merhamet medeniyetinin temsilcileri olan müminler eliyle Kudüs yeniden “selam” yurdu olacaktır.

Prof. Dr. Ali Erbaş

https://yayin.diyanet.gov.tr/Category/GetArticles?id=4079&categoryId=142#

3 Eylül 2022 Cumartesi

MERHAMET RAHMETİ GEREKTİRİR


Yangınların her yeri yakıp kavurduğu o dehşetli günlerde bir itfaiye erinin sıcaktan bitap düşmüş kelebeğe elleriyle içirdiği su hepimizin kalbinde merhamet duygularını uyandırdı. Can taşıyan her varlığa şefkat ve muhabbet nazarıyla bakmak merhametin tezahürüdür. Kemal Sayar’ın deyimiyle merhamet, insanın içinde bir yerlerde sönmeye yüz tutan insanlık kandilini yeniden tutuşturan ve insanı en temel hâlde insanlığına geri çağıran bir duygudur. Yani insanı hakiki manada “insanlığı” ile buluşturur merhamet. Bir yudum suyla bile olsa başkasının acısını, ıstırabını dindirmek, bir yaraya merhem olmaktır merhamet.

Merhamet rahmeti gerektirir. Kişi sadece insanlara değil, böceğe börtüye, ağaca çiçeğe hatta taşa ve toprağa dahi merhamet gösterdiğinde gönlündeki merhamet nevş ü nema bulur. Peygamber Efendimizin (s.a.s.) ashabına anlattığı mesel kalbi merhametle dolu olanların rahmete erişecekleri müjdesini verir: Adamın biri yolda giderken susuzluktan âdeta kavrulur. Bir kuyu bulur ve basamaklarından inerek suya ulaşır. Kana kana içerek susuzluğunu dindirir ve yukarı çıkar. Bu arada önüne susuzluktan dili sarkmış bir köpek çıkar. Köpeğin tıpkı kendisi gibi şiddetli susuzluk çektiğini anlar. Tekrar kuyuya iner ve ayakkabısına doldurduğu suyu getirip köpeğe verir. Adam bu hareketiyle Hakk’ın hoşnutluğunu kazanır ve yaptığına karşılık olarak günahları bağışlanır. Peygamber Efendimizden bu meseli dinleyen sahabiler “Hayvanlardan dolayı da ecir kazanabilir miyiz?” diye sorarlar. O rahmet elçisi “Her canlıya yapılan iyilikte sevap vardır.” (Buharî, Müsâkât, 9.) buyurarak merhametin tüm varlığa teşmil edilmesi gerektiğini öğretir bizlere. Çünkü merhamet eden Cenab-ı Hakk’ın rahmetine mazhar olur.

Bütün varlığı sonsuz merhametiyle kuşatan Rabbü’l-Âlemin, (Araf, 7/156.) bizden de mahlûkatına şefkat ve merhamet göstermemizi ister. Merhametli olmak başkasının acısını, ıstırabını hissedebilmektir. Bu duygular eyleme dönüştüğünde merhamet gerçek manasına kavuşur. Dolayısıyla merhamet yaşanan acılara oturup üzülmek ve kahretmek şeklinde anlaşılmamalıdır. Kendimizi ıstırap çekenlerin yerine koyabildiğimizde yardım için el uzatmaya gönüllü oluruz. Merhametle tutuşan bir kalp, acıların sadece seyircisi olmaz, kardeşinin derdiyle hem dem olup deva olmaya çalışır. Allah’ın övgüsüne mazhar olanlar da işte bu kullarıdır. (Fetih, 48/29.) Âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz daha peygamber olmadan önce zayıfların ve güçsüzlerin yaşadığı acıyı kalbinde duymuştu. Yapılan haksızlıkların önüne geçebilmek için merhamet ve insaf sahibi insanlar bir araya gelerek “Hilfü’l-Fudul/Erdemliler Anlaşması” adı altında bir oluşum meydana getirdiklerinde o rahmet peygamberi çağrıldığı bu anlaşmaya katılmıştı. Efendimiz, bi’setten sonra da bu ittifaktan övgüyle bahsetmiş ve tekrar çağrıldığı takdirde tereddüt göstermeden böyle bir anlaşmaya icabet edeceğini söylemişti. (Müsned, I, 190, 317.)

Rabbimizin rahmeti gazabını geçmiştir. (Buhari, Tevhid, 15.) O’nun bu rahmetinden tüm mahlûkat nasibini alır. Çünkü O, merhametlilerin en merhametlisidir. O’nun Rahman ve Rahim isimleri sınırsız ve sonsuz rahmet ve merhamet sahibi olduğunu ifade eder. Bu öyle engin bir rahmettir ki yarattıkları arasında bir ayrım yapmadan lütuf ve ikramda bulunur. Biz kullarını af ve mağfiret eylemesi de O’nun rahmetinin tecellisidir. Yine bizlere olan merhametinin bir diğer tezahürü de âlemlere rahmet olarak gönderdiği peygamberi Hz. Muhammed Mustafa’dır. Çünkü insan için en büyük nimet imandır. Bizleri imana ve doğru yola hidayet etmek üzere gönderdiği rahmet elçisi O’nun rahmetinin en büyük tecellisidir.

Rahmet ve merhamet Rabbimizin sıfatları olup tüm canlılardaki merhamet duygusu da O’nun rahmetinin sonucudur. Çünkü Rabbimiz rahmeti kendisine ilke edinmiştir. (Enam, 6/54.) Peygamber Efendimizin hadis-i şerifinde buyurduğu üzere rahmetin kaynağı ve sahibi Hak Teâlâ’dır. Annenin yavrusuna olan şefkati de yine O’nun rahmetindendir: “Cenab-ı Hak rahmetini yüz parçaya ayırdı; bunun doksan dokuzunu kendi katında tuttu, bir cüzünü de yeryüzüne indirdi. İşte bu bir cüz rahmet sebebiyle bütün yaratılmışlar birbirlerine merhamet ederler. Hatta ana atın, (süt emzirirken) yavrusuna zarar vermemek için ayağını yukarı kaldırması bile, bu yüzde birlik rahmetin eseridir.” (Buhari, Edeb, 19.) Rabbimiz mahlûkatına lütfeylediği bu rahmetin neticesi olarak inananların da birbirlerine karşı şefkat ve merhametle muamele etmesinden hoşnut olur. Hepimiz Rabbimizin yarattığı bütünün bir parçası mesabesindeyiz. İnsan kendini kardeşinden ayrı göremez ve birbirine muamelede de bunu düstur edinmelidir. Zira müminler birbirilerini sevmede, acımada ve korumada bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğunda diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar. (Buhari, Edeb 27.) Bu kardeşlik ahlakıdır ki bir tek olan Rabbimize iman etmekten kaynaklanır. Bu tevhid inancının gereği olarak müminler yekvücut olurlar. Birbirlerinin derdiyle, sıkıntısıyla hemhâl olup şefkat ve merhamet hisleriyle yardıma koşarlar.

Merhamet insanı hassas ve diğerkâm kılar. İmam Gazali, “Sırf nefsini esirgeyen kimse merhametli değildir, merhametli kimse hem kendini hem de başkalarını esirgeyendir.” sözünü açıklarken “insanın kendisine karşı merhametli olması; kendisini Allah’ın azabından esirgemesi, yasaklarını işlemekten, emirlerini yapmamaktan sakınmasıdır” der ve bunun da günahtan vazgeçmekle, günahtan tövbeyle, Allah rızasını gözeterek ibadet etmekle mümkün olacağını ifade eder. Başkalarına karşı merhametli olmak ise kul hakkına dikkat etmek, canlılara hürmet etmek ve başkalarına zarar vermemektir. (İmam-ı Gazali, Kalplerin Keşfi; Çelik Yayınevi, İstanbul tarihsiz, s. 113.)

İnsanoğlu, insanı insanın kurdu olarak gördüğü müddetçe merhametsizlik ve kötülüğün pençesinde dünyamız can çekişmeye devam edecek. Ancak kalplerindeki merhamet kandilini tutuşturanlar dünyayı bir huzur adasına dönüştürebilir. “Senden umut kesmem kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır” derken şair, her insanın kalbinde olan merhamet kandiline işaret ediyor. O kandili ancak başkalarının acısını kalbimizde hissederek tutuştururuz. Hz. Mevlana ile hitam edelim o vakit: “Ağlamak istersen gözyaşı dökenlere acı. Merhamete nail olmak istersen zayıflara merhamet et.”

Dr. Lamia Levent Abul

https://yayin.diyanet.gov.tr/Category/GetArticles?id=4079&categoryId=142#

2 Eylül 2022 Cuma

KÖTÜLÜKLERDEN ALIKOYAN NAMAZ HANGİ NAMAZDIR?


“Sana vahyedilen kitabı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir.”(Ankebut, 29/45.)

Yüce Allah kendisinden başka varlıklara tapan müşriklerin durumunu örümceğin yaptığı eve benzetmiştir. Örümceğin başını soktuğu ev, onu hiçbir tehlikeye karşı koruyacak durumda değildir. Müşriklerin sığındıkları ilahlar da onlardan herhangi bir eziyeti savamaz. Müminler ise verilen misallerden ders alır, hidayete ermek için Allah’ın mahlûkata koyduğu işaretleri tefekkür ederler. Cenab-ı Hak, imana erişen kullarının gözlerini kevni ayetlere çevirdikten sonra aşağıdaki ayetle akıllarını Kur’an ayetlerine yönlendirmiş, kendilerini rableri ile buluşturacak namaza davet etmiştir. Bahis konusu ayet şöyledir: “Sana vahyedilen kitabı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir.” (Ankebut, 29/45.)


Rabbimizin ayette emrettiği iki emirden birincisi olan Kur’an’ı okumak, onu okumakta devamlı olmayı ifade etmektedir. İlk okuduğunda inkişaf etmeyen mana tekrar okuduğunda inkişaf edebilir. O hâlde mümin, Kur’an ile bağını kesintisiz sürdürür. Onun ayetlerini tedebbür, manalarını tefekkür eder. Bu sayede manalarına ulaşır, ondaki hükümlerle amel eder, güzel ahlakla ahlaklanır.

Cenab-ı Hakk’ın ayette emrettiği iki emirden ikincisi olan namaza gelince bu emir, namazı sürekli ve düzenli kılmayı, kılarken onun sınırlarına riayet etmeyi içermektedir. Ayet-i kerimede namaz kılma emrinin gerekçesi “Namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar.” diye açıklanmıştır. Namazın hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyması; kulun bunları işleme iradesini elinden alması, yanlış davranışlarda bulunmasına imkân vermemesi anlamına gelmez. Dolayısıyla “alıkoymak” (nehiy) kelimesi mecazi anlamda kullanılmıştır. Maksat, namazın hayâsızlığı ve kötülüğü terk etmeyi kolaylaştırmasıdır. (İbn Aşur, et-Tahrir ve’t-Tenvir, XX, 258.) O hâlde kötülüklerden (fahşa ve münker) alıkoyan namaz hangi namazdır?

Kötülüklerden alıkoyan namaz, tam bir huşu ile okunanları tedebbür ederek; farzları, vacipleri, sünnetleri ile en güzel şekilde kılınan namazdır. Bu takdirde namaz mümine Allah’ı, O’nun azamet ve celalini, huzurunda durduğunu, gözetimi ve denetimi altında olduğunu hatırlatır. Bu bilinç onun âleminde haşyet duygusunu uyandırır, sözlerine ve davranışlarına yansır, hâlini ıslah eder. Nitekim namazın kötülüklerden alıkoymasının gerekçesi şöyle ifade edilmiştir: “Allah’ı zikretmek elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür.” (İbn Aşur, a.g.e. XX, 260.) Tercih edilen yoruma göre zikirden murat namazdır. Zira namaz, Kur’an’da zikir olarak da isimlendirilmiştir. (Cuma, 62/9.) Buna göre namaz ibadetlerin en büyüğüdür. Çünkü onda Allah’ı zikir vardır. İçerisinde zikir olduğu için namaz diğer ibadetlerden üstün tutulmuştur. Onun zikir ile isimlendirilmesi, iyilikleri tercih etme, kötülüklerden uzaklaşma noktasında zikrin temel bir esas olmasından dolayıdır. (Beydavi, Envaru’t-Tenzil, IV, 196.) Nitekim Yüce Allah, “Beni zikretmek için namaz kıl!” buyurmuştur. (Taha, 20/14.)


Kötülüklerden alıkoyan namaz; müminin tekbir, kıraat, rükû ve nihayet tazimin son sınırı olan secde ile Allah’a yöneldiği, kulluk makamına eriştiği namazdır. Bir kişi dünyada makam sahibi olduğunda bu makam onu belli bir şekilde davranmaya yönlendirir. O, toplum içinde temsil ettiği makamın kendisine yüklediği sorumluluklara uygun hareket eder. Davranışları herhangi bir insan gibi olmaz. Allah karşısında kulun durumu da böyledir: Kul namaz ve secde ile rabbine yaklaşır. Onun katında bir makam kazanır. (Alak, 96/19.) Artık sahip olduğu bu makam, onun yasaklanan şeyleri yapmasına mani olur. Namazın tekerrürü ile sahip olduğu makama olan bağlılığı da kötülükten uzaklaşma duygusu da artar. (Razi, Mefatihu’l-Ğayb, XV, 61.)

Kötülüklerden alıkoyan namaz, mümine nasihatte bulunur; onun vicdanına hitap eder: “Yüce Allah’ın azamet ve kibriyasına delalet eden söz ve fiilleri içeren bu ibadeti yaptıktan sonra kötülükleri işler, rabbine isyan edersen çelişkiye düşmüş olursun!” der. Zira namaz kıldığı hâlde kötülükleri işleyen kişinin durumu, giydiği temiz ve güzel bir elbise ile çöplüklerde dolaşıp çöpleri karıştıran kimseye benzer. Zira böyle bir elbiseyi giymiş olmak, onun anılan mekânlarda bulunmasına müsaade etmez. Namaz kılan mümin de Allah’ın huzurunda durmaktadır; o artık “takva elbisesini” giymiştir. Böyle bir elbiseyi giydiği hâlde kötülükleri işlemesi çöplükleri karıştırmak gibi olur.

Kötülüklerden alıkoyan namaz, düzenli ve devamlı olarak kılınan namazdır. Yüce Allah’ın namazı farklı vakitlerde kılmayı emretmiş olmasının hikmetleri vardır. Farklı vakitlerde namaz kılınca, namazın yaptığı hatırlatmalar, verdiği öğütler yenilenir. Hatırlatma ve öğütler tekrar edince nefiste takva düşüncesi yerleşir, nihayet takva bir meleke hâline gelir.

Mümini kötülüklerden alıkoymayan namaza gelince; onda ne Allah’ı hatırlama ne de haşyet duygusu vardır. Çünkü namaz kılan; aklıyla, kalbiyle ve ruhuyla değil bedeniyle namaz kılmaktadır. Bu namaz kalbe huzur vermez, kulu Allah’a yaklaştırmaz. Böyle bir namazın kötülüklerden alıkoyma özelliği zayıf olur, hatta bu namaz kötülükleri önlemez hâle gelir. Kişiyi kötülükleriyle baş başa bırakır.

Namaz müminin önünde büyük bir imkândır. Hayata yön veren öncü bir ibadettir. Namaz kötülüklerden alıkoyduğunda tesiri insandan başlayarak topluma doğru yayılır. İşlediği kötülükler insanın zihin ve ruh dünyasına tesir etmektedir. Aldırmadan işlemeye devam ederse bu kötülükler yerleşip karakterinin parçası hâline gelmektedir. Namaz ise kötülüklerden alıkoyarak müminin zihin ve ruh dünyasını arındırmaktadır. Kalbini dinlendirmekte, manevi yorgunluklardan kurtarmaktadır. Stresten, ruhi problemlerden muztarip modern insanın manevi yaralarını sağaltan bir ibadettir namaz. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) Hz. Bilal’e “Kalk, namaza (çağır da) bizi namazla rahatlat!” (Ebu Davud, Edeb, 78.) demişti. Namaza duyduğu büyük sevgiyi, hiçbir şeyin namaz kadar kendisine sevinç ve mutluluk vermediğini “Namaz gözümün nuru kılındı.” (Nesai, Işratü’n-nisa, 1.) diyerek ifade etmişti Allah’ın Resulü.

Dr. Abdülkadir Erkut

https://yayin.diyanet.gov.tr/Category/GetArticles?id=4079&categoryId=142#

1 Eylül 2022 Perşembe

SADAKAT: AİLENİN GÜVENCESİ


“Sadakatten/doğruluktan ayrılmayın.

Çünkü sadakat/doğruluk (insanı) iyiliğe, iyilik de cennete götürür…”

(Müslim, Birr, 105.)

Mutlu bir aile için “5-S” formülünden bahsedilir. Bunlar; sevgi, saygı, sabır, sorumluluk ve sadakat. Aile fertlerinin huzuru ve mutluluğu açısından bu sayılanlardan her birinin önemi olmakla birlikte sadakatin daha mühim bir konumu bulunmaktadır. Zira sadakat olmadığı zaman diğerlerinin de çok bir ehemmiyetinin kalmadığı görülmektedir. Örneğin eşler birbirini ne kadar severse sevsin günün birinde bir ihanet/aldatma durumunda aileyi ayakta tutmak için sevgi kâfi gelmeyebileceği gibi taraflar arasında saygı da kalmayacaktır. Dolayısıyla mutlu bir aile için olmazsa olmazların başında şüphesiz ki sadakat gelmektedir.

Sadakat nedir?

Sadakat kelimesi, sözlükte “kizb”in (yalan) zıddı olan “sıdk” (doğruluk, dürüstlük) kökünden türemiş olup hem kendimize hem Rabbimize hem de sevdiklerimize içten bağlılığımızı ifade etmektedir. Evlilik özelinde söylenecek olursa; tarafların nikâh anında birbirlerine verdikleri söze ve evlilik sözleşmesine sadık kalmasıdır. Zira nikâh, bir akit olduğu gibi aynı zamanda bir ahittir. İşte sadakat, bu ahde zarar verecek her türlü davranıştan uzak durmaktır. Bu itibarla sadakat, evli birinin bir başkasıyla gönül ilişkisinin olmaması değildir sadece; sadakat, eşin rahatsız olacağı her türlü davranıştan yüz çevirmek ve kişinin kendisine yapılmasını istemeyeceği şeylerden kendisinin de uzak durmasıdır.

Esasında sadakat, sadece evlilik süreciyle sınırlı olmayıp hayatın tüm aşamalarında olması gereken bir yaşam biçimidir. Sadakat, “Birileri görür ve duyarsa mahcup olurum; ayıp olur.” diye takınılacak bir tavır değildir; sadakat, “Rabbime karşı mahcup olurum.” diye düşünerek her türlü yanlış tutum ve davranıştan uzak durmaktır. Bu yönüyle sadakat, ihsan mertebelerinden bir mertebedir.

Sadakatin önemi

Ailenin ve toplumun güvencesi olarak niteleyebileceğimiz sadakatin ne gibi kazanımları olduğuna maddeler hâlinde değinmek istiyoruz.

1. Sadakat, imanın sigortasıdır. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Bir kişinin kalbinde iman ile küfür, doğruluk ile yalancılık, hıyanet ile emanet bir arada bulunmaz.” (İbn Hanbel, Müsned, XIV/251.)

Bu hadis açıkça göstermektedir ki iman ile küfür nasıl bir arada bulunmuyorsa sıdk/sadakat ile yalan, emanet ile hıyanet/ihanet de bir arada bulunmaz. Buna göre; bir kişide yalan veya ihanetin bulunması doğal olarak imana da zarar verecektir. İşte bu yönüyle sadakat, âdeta imanın bir sigortasıdır.


2. Sadakat, imanın zorunlu bir gereğidir. Çünkü iman en temelde Kur’an’da beyan edildiği üzere emrolunduğumuz gibi dosdoğru olmaktır. (Hud, 11/112.) Dolayısıyla bir Müslümanın iman ettikten sonra kendisine emredildiği üzere, yani istikamet üzere yaşaması ve sadakatten ayrılmaması, olmazsa olmaz bir husustur.

3. Sadakat, kâmil bir mümin ve hakiki bir muhacir olmayı sağlayan bir haslettir. Zira mümin; güvenen, güven veren ve günahın her türlüsünden uzaklaşan kimsedir. Bu hususta Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Müslüman, dilinden ve elinden diğer Müslümanların güvende olduğu kimsedir. Muhacir ise Allah’ın yasakladığı şeylerden kaçıp hicret eden kimsedir.” (Buhari, İman, 3.) Buna göre, nasıl ki Müslümanın elinden ve dilinden başkaları emin ve güvende oluyorsa aynı şekilde eşler de birbirinin elinden ve dilinden emin olmalı, başta sadakatsizlik olmak üzere her türlü günah ve yanlış davranıştan uzaklaşmalıdırlar.

4. Sadakat, nifakın/münafıklığın panzehridir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.s.) münafıklığın alametini şu şekilde bildirmiştir: “Münafığın alameti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, söz verdiği zaman sözünde durmaz, kendisine itimat edilip bir şey emanet edildiğinde emanete hıyanet eder.” (Buhari, İman, 23.)

Bu üç alamete dikkat edilecek olursa hepsinin temelinde sıdk/sadakat ihlalinin olduğu görülecektir. Konuştuğunda yalan söyleyen ve söz verdiği zaman sözünü tutmayan sözde sadakatsiz; emanete ihanet ettiğinde ise hâlde sadakatsiz davranmıştır. Kutlu Elçi’nin (s.a.s.) bildirdiğine göre ise bu vasıflar, nifak hastalığının alametleridir. Öyleyse nifak zehrine karşı en kuvvetli panzehir hiç şüphesiz sadakat üzere yaşamaktır. Dolayısıyla nifak hastalığına düçar olmamak için “sadakat ilacı”nın hiçbir zaman unutulmaması gerekmektedir.

5. Sadakat, dünyada selamet ve ahirette cennettir. Zira sadakat öyle bir gemidir ki okyanus ne kadar uçsuz bucaksız ve derin olursa olsun, fırtınalar ne kadar kuvvetli olursa olsun içerisinde bulunanları sahil-i selamete ulaştıracaktır. Aynı şekilde yalan da öyle bir gemidir ki gemi ne kadar lüks ve güvenli olursa olsun, deniz de ne kadar sığ ve sakin olursa olsun bu gemi batmaya, içindekiler de boğulmaya mahkûmdur. İşte bu noktada Hz. Peygamber (s.a.s.) sadakatten ayrılmamak gerektiği hakikatini bizlere veciz bir şekilde şöyle bildirmektedir: “Sadakatten/doğruluktan ayrılmayın. Çünkü sadakat/doğruluk (insanı) iyiliğe, iyilik de cennete götürür. Kişi devamlı doğru söyler ve doğruluktan ayrılmazsa Allah katında ‘doğru/sıddık’ olarak tescillenir. Yalandan sakının! Çünkü yalan (insanı) kötülüğe, kötülük de cehenneme götürür. Kişi devamlı yalan söyler yalan peşinde koşarsa Allah katında ‘yalancı/kezzab’ olarak tescillenir.” (Müslim, Birr, 105.)

Bu hadisten de anlaşılacağı üzere sadakat, insanın hem dünyada hem de ahirette yüzünün ak olmasını sağlayacak ve kişiyi cennete ulaştıracak önemli bir haslettir. Rabbim bizleri ve sevdiklerimizi hem kendimize hem Rabbimize hem eşlerimize hem de bütün insanlara karşı sadakatten ayırmasın. Âmin!

Hadisten öğrendiklerimiz

1. Sadakat; imanın sigortası olan, kişiyi nifaka karşı koruyan ve mümini cennete ulaştıran bir haslettir.

2. Mümin bir birey, hayatın tüm aşamalarında kendisine, Rabbine ve başta eşi olmak üzere bütün insanlara karşı sadakat üzere yaşamaya gayret etmelidir.

Halil Kılıç

https://yayin.diyanet.gov.tr/Category/GetArticles?id=2661+&categoryId=59#

31 Ağustos 2022 Çarşamba

FITRAT HADİSİ


“Her doğan fıtrat üzere doğar. Sonra anne babası onu Yahudi, Hristiyan veya Mecusi yapar.”

(Buhâri, Cenâiz, 92)

Ebu Hureyre’den rivayet edildiğine göre, Resulüllah (s.a.s) şöyle buyurmaktadır: “Her çocuk ancak fıtrat üzere dünyaya getirilir. Bundan sonra annesi babası (Yahudi ise) onu Yahudi yapar, (Hristiyan ise) onu Hristiyan yapar, (Mecusi ise) Mecusi yapar. Nitekim kusursuz doğan bir hayvan yavrusunda siz kulağı, burnu, ayağı kesik olanını hiç görüyor musunuz? Bundan sonra Ebu Hureyre şu ayeti okudu: “Sen yüzünü, Allah’ı birleyici olarak doğruca dine çevir; Allah’ın yaratma yasasına (uygun olan dine dön) ki, insanları ona göre yaratmıştır. Allah’ın yaratması değiştirilemez. İşte doğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rûm, 30/30; Mâlik b. Enes, I, 241; Ahmed b. Hanbel, II, 275; el-Buhârî, I, 456; IV, 1792; Müslim, IV, 2047; İbn Hibbân, I. 336- 337, 339–341)

Hilkat halk kökünden geldiği gibi, fıtrat da fatr kökünden hâl ismidir. Sonra hak dini kabul etme istidadını ifade etmek için, “Her çocuğu annesi fıtrat üzere dünyaya getirir.” meşhur hadisinde geldiği üzere özel isim yapılmıştır.

“Yaratılış, belli yeteneklere ve yatkınlığa sahip olma” manasına gelen fıtrat, insanın özündeki cevheri ve insanın kendisi için gerekli bütün vasıflarla mükemmel bir şekilde donatılmasını, Allah’ın insan tabiatına bahşettiği yaratanını tanıma eğilimini, ruh temizliği gibi olumlu yetenek ve yatkınlığını ifade eder. Buna göre fıtratla “Hakkı benimseme istidadı, Allah’ı tanımayı (marifetullah) insanların gönüllerine yerleştirme” kastedilmektedir.

İnsanın fıtrat üzere doğması, her çocuğun mükemmel bir yaratılışla dünyaya gelmesi, yaratılış özelliği itibariyle ve isteyerek hakkı kabul etmeye hazır hâlde yaratılmış olmasıdır. Bu bağlamda her çocuk günahsız, tertemiz doğar ve iyiliğe yönelme eğilimindedir. Kendisine aksi bir yönlendirme bulunmadığı takdirde tevhide, eşi ve benzeri bulunmayan yüce yaratıcısına inanmaya her daim hazırdır.

İnsan temiz ve selim yaratılmıştır. Fıtrat, insanların yaratılıştan getirdikleri safiyettir. İslam bu safiyeti maddi ve manevi temizlikle korumaya çalışır. Kendisine emanet olarak verilen görüntüsünün güzelleşmesi veya vücudunun temizlenmesi için yapacağı her türlü temizliğin karşılığında aynı zamanda manevi bir karşılık da söz konusudur İslam’da. Bunlar aynı zamanda ahlakın da güzelleşmesine vesile olan maddi ve manevi temizlik kaideleridir.

Allah’ın güzel surette yarattığı insanoğlu, bu hasletlere riayet ettiği ölçüde kendisine lütfedilen yaratılışının güzelliğini koruyabilir.

Fıtrat bir tohumdur. Fıtrat tohumunu küfür toprağına ektiğinizde onun karanlığında gömülü ve örtülü kalır; filizlenip meyve vermek istediğinde gerekli ısı, ışık ve yağmuru alamaz. Burada şunu belirtelim ki bu fıtrat bozulmadığı, tahrip edilmediği ve yanlış bir yönlendirme olmadığı takdirde, kişiyi hakka ulaştıracak bir cevherdir. İşte bu nezih fıtrat, doğru bir eğitim, iyi bir terbiye ve güzel bir çevre ile insanı rıza ufkuna doğru terakki ettirecektir.

İnsan belirli bir çevrede doğar, bütün tavır ve hareketleri, inancı ve yaşantısı bu çevre içinde şekillenir. Bu bağlamda Hz. Peygamber (s.a.s) “Sonra anne babası onu Yahudi, Hristiyan ve Mecusi yapar.” buyurarak çocuğun, içinde doğduğu ailenin inancıyla ve yönlendirmesiyle yetişeceğini belirtmektedir. Ayrıca hadiste anne ve babanın dinî yaşantısındaki etkin rolüne işaret edilmekte, din eğitimi ve öğretimi konusunda anne babaya büyük görevler düştüğünün de altı çizilmektedir.

Hadisteki “Yahudi, Hristiyan ve Mecusi yapar.” ifadesinin geniş anlamı ise, bunlardan her birinin çocuklarını kendi eğitim sistemiyle gelenek, görenek ve inanışlarına uygun bir biçimde yetiştirmeleri ve kişiliklerini kazandırmalarıdır. Bu hususta Hz. Peygamber (s.a.s), çocukların fıtratlarının çevreleri ile bütünleşmeye müsait ve kabiliyetlerinin, kendilerini etkileyen kültüre göre şekillenebilecek esneklikte olduğunu vurgulamaktadır. Bu ifade, çocuklardaki temiz yaratılışın ve iman yatkınlığının çocukluk yıllarında çeşitli etkilere göre değişmeye elverişli olduğunu göstermektedir.

Son olarak İslâm dininde tertemiz ve hakka yönelmeye meyyal bu fıtratın korunmasının ehemmiyetine işaret edilmektedir. Allah Resulü de fıtratın korunması gerekliliğini vurgulamış, yatmadan önce şu duanın yapılmasını tavsiye etmiştir: “Allah’ım! Kendimi sana teslim ettim. İşimi sana havale ettim. Azabından korkup, sevabını umup sırtımı sana dayadım. Senin azabından korunmanın ve güvende olmanın tek yolu, ancak sana, rahmetine sığınmaktır. İndirdiğin kitabına ve gönderdiğin Nebi’ye inandım. Beni öldürürsen (bozulmamış) fıtrat üzere öldür. Bu kelimeleri son sözlerim eyle.” (Buhârî, Deavât, 6).

Dr. Emine Demil

https://yayin.diyanet.gov.tr/Category/GetArticles?id=2661+&categoryId=59#

30 Ağustos 2022 Salı

ADALET: TAKVAYA EN UYGUN HASLET


“…Allah’tan korkun ve çocuklarınız arasında adaletli olun.”

(Müslim, Hibe, 13.)

Genç sahabilerden biri olan Numan b. Beşir şöyle anlatmaktadır: “Babam malının bir kısmını bana bağışladı. Fakat annem, ‘Bu bağışına Allah Resulü’nü şahit tutmadıkça ben razı olmam.’ dedi. Bunun üzerine babam bu bağışa tanıklık etmesi için benimle birlikte Hz. Peygamberin yanına gitti. Hz. Peygamber (s.a.s.), ‘Bundan başka çocuğun var mı?’ dedi. Babam ‘Evet.’ diye cevap verdi. Bu sefer Allah Resulü ‘Hepsine buna yaptığın kadar bağışta bulundun mu?’ diye sordu. Babam ‘Hayır.’ cevabını verince Allah Resulü (s.a.s) şöyle buyurdu: ‘Allah’tan korkun ve çocuklarınız arasında adaletli olun.’ (Başka rivayete göre: ‘O hâlde beni şahit tutma! Zira ben adaletsiz bir şeye tanıklık yapmam.’ Bir başka rivayette ise: ‘Zulmüne beni şahit tutma!’ diye buyurmuştur.) Bunun üzerine babam yaptığı bağıştan vazgeçti.” (Müslim, Hibe, 13-16.)

Adalet; dinî, hukuki ve ahlaki bir kavram olup her şeyi yerli yerine (layık olduğu yere) koymak demektir. Zulmün ve haksızlığın panzehri olan adalet, insanların birbirleriyle olan ilişkisini düzenleyen ve toplumları ayakta tutan, olmazsa olmaz bir niteliktir. Böylesine önemli bir vasıf olduğu için olsa gerek Allah’ın “Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder…” (Nahl, 16/90.) şeklindeki ilahi fermanı her hafta cuma günleri minberlerden zihinlerimize ve gönüllerimize adaleti nakşetmektedir. Her hafta yapılan bu bilinç tazelemesi bizi bir sonraki cumaya kadar diri tutmakta ve adaletten sapmaya karşı kulaklarımızda âdeta bir küpe gibi durmaktadır. Bunun yanı sıra Kur’an-ı Kerim’de pek çok kez adalete vurgu yapılmış; iman edenlerin adaleti titizlikle ayakta tutmaları istenmiş (Nisa, 4/135.) ve adaletin takvaya en uygun davranış olduğu şu şekilde ifade edilmiştir: “Ey iman edenler! Allah için hakkı titizlikle ayakta tutan, adalet ile şahitlik eden kimseler olun. Bir topluma olan kininiz sizi adaletsizliğe itmesin. Adil olun. Bu, Allah’a karşı gelmekten sakınmaya daha yakındır. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Maide, 5/8.)

Yaşayan Kur’an olan Hz. Peygamber (s.a.s.) de hayatı boyunca adaletten şaşmamış; “Hırsızlık yapan kızım Fatıma bile olsa cezasını vermekten geri durmazdım.” (Buhari, Hudud, 11.) diyecek kadar adalet timsali olmuştur. Çocuklar arasında adaletli olmayı emreden yukarıdaki hadis-i şerif de Hz. Peygamberin (s.a.s.) bu adalet duygusundan neşet etmiş ifadelerdir. O, bu hadisiyle adaletin ilk önce ailede olması gerektiğini göstermiştir. Zira aile toplumun temelidir. Ailedeki adaletsizlik, adalet duygusundan yoksun bireylerin yetişmesine ve zamanla toplumda adaletsizliğin yaygınlaşmasına sebep olacaktır. Diğer taraftan ailede adaletsizliğin olması, Allah hakkından hemen sonra gelen ana baba hakkının ihlal edilmesine de zemin hazırlayacaktır. Dolayısıyla her alanda adalete riayet önemli olmakla birlikte aile bireyleri arasında adalet, özellikle de anne babanın çocukları arasında ayrım yapmaması, her konuda onlara karşı adaletli olması ailenin, adaletin öğrenileceği ve içselleştirileceği ilk basamak oluşu bakımından son derece önem taşımaktadır. Bu hususta Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır: “Allah, bir öpücüğe varıncaya kadar çocuklarınız arasında adaletli olmanızı sever.” (Tirmizi, Ahkâm, 30.)

Çocuklar arasında adaletin sağlanmaması, birinin daha az diğerinin daha çok sevilmesi, mal paylaşımında bir tarafın kayırılması gibi adalet duygusunu zedeleyen durumlar, çocukların hem ebeveynine hem de birbirlerine karşı nefret duygularının oluşmasına zemin hazırlayacaktır. Hatta bu nefret duygusu bazen çok daha ileri boyutlara taşınabilmekte; en yakın akrabaların birbirlerine sırt çevirmelerinden tutun cinayete kadar varan vahim durumlar ortaya çıkabilmektedir. Bu itibarla çocukların anne babalarına hürmetlerinin daim olması, kardeşler arasında sevgi ve saygı bağlarının sürekli diri kalması adına adalet ilkesinden zerre kadar taviz verilmemelidir.

Ne yazık ki günümüzde gerek sevme gerekse mal paylaşımı açısından erkek ve kız çocuklarına bakış açısında cahiliye kalıntısı birtakım davranışlar görülmektedir. Ülkemizin pek çok kesiminde hâlen kız çocuklarının mirastan payları tam olarak verilmemekte; anne baba hayattayken malları taksim ederek erkek çocuklara fazla pay vermekte ya da onların ölümünden sonra erkek çocuklar, kız kardeşlerinin paylarını verme hususunda gereken hassasiyeti göstermemektedirler. Bu tutumlar, Peygamberimizin ifadesiyle “zulüm” olup hem anne babaya hem de kardeşlere karşı olumsuz duygu ve düşüncelerin ortaya çıkmasına, kırgınlık ve dargınlıkların artmasına neden olmaktadır. Anne baba hayatta iken mal paylaşımı yapacaklarsa -konu hakkında fıkhi ihtilaflar bulunmakla birlikte- eşit paylaşım yapılması daha hakkaniyetli olacaktır. Normal şartlarda adalete uygun paylaşım, her bir bireye eşit pay vermekle olabilirken bazı olağandışı durumlarda adalet daha farklı bir paylaşım yapmayı da gerektirebilmektedir. Örneğin yoksulluk, hastalık, işsizlik gibi önemli bir mazeret dolayısıyla çocuklardan birine fazla pay vermek gibi bir durum söz konusu olabilir. Ancak bu durumda bile sıla-i rahme zarar verilmemesi ve gönül köprülerinin yıkılmaması adına gerekli önlemler alınmalıdır. Böylesine özel durumlarda anne baba bu hususu diğer çocuklarına uygun bir şekilde izah ederek onların da gönüllerini almayı unutmamalıdır.

Sonuç olarak, aile bireyleri arasındaki ilişkilerin sağlam temeller üzerine inşa edilebilmesinin en temel yolu adalettir. Çocuklardan birini diğerine tercih etmek veya aralarında ayrım yapmak, ailedeki sıcak ve samimi ortamın yerini haset ve kıskançlığın, kardeşliğin yerini de düşmanlığın almasına neden olacaktır. Bu tarz tutum ve davranışlar, Müslümanların ancak ve ancak birbirlerinin kardeşleri olabileceklerini bildiren ilahi buyruğun (Hucurat, 49/10.) ihlal edilmesine ve kardeşliğin -bırakın toplumu- daha ailede bile gerçekleşmemesine zemin hazırlayacaktır. Öyleyse hakkı titizlikle ayakta tutmakla vazifeli olan Müslümanlar, inançlarının bir gereği olarak, öncelikle çocuklarına sonra da bütün insanlara karşı adaletli olmalıdırlar.

Hadisten öğrendiklerimiz

1. Adaletin ilk uygulanması gereken yer ailedir. Zira adaletin ihlal edilmesi, sıla-i rahmin de ihlal edilmesine neden olacaktır.

2. Çocuklar arasındaki her türlü adaletsiz paylaşım zulümdür; caiz değildir.

Halil Kılıç

https://yayin.diyanet.gov.tr/Category/GetArticles?id=2661+&categoryId=59#

29 Ağustos 2022 Pazartesi

DUA: EN KIYMETLİ AMEL



"“Allah Teâlâ katında duadan daha kıymetli bir şey yoktur.” 
(Tirmizi, Deavât, 1; İbn Mâce, Dua, 1)

Allah Resulü (s.a.s.), ashabını eğitmek ve bilgilendirmek için her fırsatı değerlendirir; hem dünyada hem de ahirette mutlu ve huzurlu olmanın yollarını onlara aktarmaya çalışırdı. Dikkatleri toplamak, meselenin ciddiyetine işaret etmek, konunun anlaşılmasını sağlamak gibi amaçlarla bazen onlara sorular sorar ve cevabını yine kendisi verirdi. 
O (s.a.s.), bir gün ashabıyla oturmuş sohbet ederken “Amellerinizin en hayırlısını, Allah katında en değerlisini altın ve gümüş dağıtmaktan daha hayırlı ve derecelerinizi daha yükselten, düşmanla karşılaşıp savaşmaktan daha hayırlı bir şeyi size haber vereyim mi?” diye sordu. Orada bulunan sahabe: “Evet, haber ver ey Allah’ın elçisi!” deyince Hz. Peygamber (s.a.s.): “Her zaman ve her zeminde Allah’ı devamlı hatırlayıp gündemde tutmaktır.” dedi. (Tirmizi, Deavât, 7.)

Attığı her adımı Allah rızası için atmak, alıp verdiği her nefeste Allah’ın hakkını gözetmek, sevmeyi de kızmayı da Allah için yapmak; kısaca Allah’ı her zaman ve zeminde hatırlamak, kulluk vazifesini hakkıyla yerine getirmek olacağından son derece önemlidir. Bunun içindir ki her gün düzenli kıldığımız farz namazlar, tek seferde değil beş ayrı zaman diliminde kılınmaktadır. Bu da dünyalık koşuşturmalarımız esnasında esas vazifemiz olan kulluğun unutulmaması amacına matuftur. İşte dua da kulun her zaman ve zeminde Yüce Allah ile bağ kurmasını sağlayan ve O’nu hatırlatan bir ibadet olduğundan -yukarıdaki hadiste ifade edildiği üzere- Allah katındaki en kıymetli amel olarak nitelenmiştir.

Dua, kulun âlemlerin rabbiyle iletişiminin en aktif ve sürekli hâlidir. Bu aktif ve sürekli iletişim hâlinde kul, acizliğinin ve zayıflığının farkında olup güvenli bir limana sığınmanın huzur ve mutluluğunu yaşar. Ellerini her şeyi yapmaya gücü yeten (el-Kadîr) ve hiçbir şeye ihtiyacı olmayan (es-Samed) Yüce Allah’a açar; gönlünden kopup gelen arzu ve isteklerini diline döker; yalvarır, yakarır; af, mağfiret ve yardım diler; dünyada da ahirette de iyilik ve güzellik ister… 

Dua, kulun haddini ve mesuliyetini bildiğinin bir ilanıdır. Dua, boyun eğilecek ve istenilecek yegâne makamın Yüce Allah olduğunu bildirmesi boyutuyla tevhidin sancağı, zaman ve mekânla kayıtlı olmadan Allah’a bir yöneliş hâlinin olması boyutuyla da -Peygamber Efendimizin nitelemesiyle- ibadetlerin özüdür (Tirmizi, Deavât, 1.) Dua, kimsesiz ve sahipsiz olmadığımızın, âlemlerin rabbi olan Allah’ın hemen yanı başımızda olduğunun, bizi duyduğunun ve dualarımıza icabet ettiğinin bilincinde olmaktır. Bu hakikat, Kur’an-ı Kerim’de şu şekilde ifade edilmektedir:
“Kullarım sana beni sorduklarında bilsinler ki şüphesiz ben (onlara çok) yakınım, bana dua ettiğinde dua edenin duasına icabet ederim. O hâlde, doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar ve bana iman etsinler.” (Bakara, 2/186.)
Ayette ifade edilen “duanın icabeti”, çoğu zaman eksik veya yanlış anlaşılmaktadır. Yukarıdaki ayete atıf yaparak “Dua ettim ama duam kabul olmadı.” diyen pek çok kişi duanın icabetini, duasının olduğu gibi gerçekleşmesi olarak anlamaktadır. Hâlbuki duanın icabeti, farklı şekillerde olabilmektedir. Duanın icabeti, istenilen şeyin bizatihi verilmesiyle olabileceği gibi istenilen şeyin yerine (daha hayırlı) başka bir şeyin verilmesiyle de olabilir. Hatta yapılan duaya karşılık dünyada hiçbir şey bile verilmeyebilir. Peki, bu durumda icabetten bahsedilebilir mi? Cevabımız kesinlikle “evet” olacaktır. Zira duaların icabeti sadece dünya ile sınırlı olmayıp ahirete de bırakılabilir. Örneğin yapılan dua hürmetine kulun günahlarının silinmesi ve cennette derecesinin yükseltilmesi duanın icabet şekillerindendir. Ayrıca kul, dua etmekle Allah’ı andığı ve zikrettiği için “Beni anın ki ben de sizi anayım.” (Bakara, 2/152.) ayetinde ifade edildiği üzere Allah katında anılma şerefini elde etmiş olacaktır. Bu şeref ise dünyalık pek çok payeden katbekat daha değerlidir. Yine duanın icabeti, başa gelecek muhtemel kaza ve belaların def edilmesi veya hafifletilmesi şeklinde olabilir. Bu hususta Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Dua, başa gelen ve gelmeyen belaya karşı fayda sağlar. Ey Allah’ın kulları, duaya sarılınız!” (Tirmizi, Deavât, 101.) Dolayısıyla duanın hangi şekilde icabet olunduğunu tam olarak bilme imkânımız olmadığından “Dua ettim ama duam kabul olmadı.” demek doğru değildir. Nitekim bununla alakalı Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Sizden biriniz, ‘Ben (Rabbime) dua ettim de duam karşılık görmedi.’ deyip acele etmediği müddetçe, duası karşılık bulur.” (Müslim, Zikir ve Dua, 91.)

Duanın icabet olunması için riayet edilmesi gereken ve duanın adabı olarak nitelenen bazı hususların da göz önünde bulundurulması gerekmektedir. Örneğin yapılan duaların icabet olunacağına inanarak içten bir şekilde dua edilmelidir. Bu hakikat, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) lisanıyla şu şekilde ifade edilmiştir:
“Allah’a, kabul edileceğine gerçekten inanarak dua ediniz. Biliniz ki Allah, ciddiyetten uzak ve umursamaz bir kalp ile yapılan duaları kabul etmez.” (Tirmizi, Deavât, 65.)
İşte bu bilinçle; varlıkta ve darlıkta, hastalıkta ve sağlıkta, akşam yatarken ve sabah kalkarken, yayayken ve araçtayken, işe giderken ve eve dönerken, nimete kavuşunca ve bir musibetle karşılaşınca; kısaca her zaman ve şartta yapılacak dualar ile Yüce Allah’a yönelmek ve O’nu her daim hatırda tutmak, hem Allah katındaki değerimizi arttıracak hem de en temel vazifemiz olan kulluğun canlı kalmasını sağlayacaktır. 

Hadisten öğrendiklerimiz
1. Dua, her zaman ve zeminde Allah’ın hatırda ve en temel gündemimiz olmasını sağlayan bir ameldir. 
2. Dua ile kul, hem Allah katındaki değerini arttırmış hem de en temel vazifesi olan kulluğun canlı kalmasını sağlamış olacaktır."

Halil Kılıç

28 Ağustos 2022 Pazar

SİRET: BİR GÜZEL AHLAK YÜRÜYÜŞÜ


"Güzel ahlakın en özlü tariflerinden birisidir: Kötü huylardan arınmak, iyi huylarla bezenmek. Aslında bu tarif başlı başına “iki adımda ahlak” olarak ifade edilebilecek bir ahlak felsefesi özetidir. Ahlaki olgunlaşma süreci insanın önce kötü davranış ve alışkanlıkları bırakmasını, ardından hayatın her alanına dair değerleri edinip benimsemesini öngörür. Bu sıralama, birey için olduğu gibi toplum için de aşağı yukarı böyledir.

Peygamber Efendimizin (s.a.s.) siretinde gözlemlenen durum da aslında pek farklı değildi. Kötülüğün âdeta standart olduğu ve ahlaksızlığın ahlak, kanunsuzluğun da kanun hâline geldiği bir ortamda çirkinliklerden uzak durmakla ve güzel ahlakı aramakla başlamıştı her şey. Erdemi aramak için toplumdan kopan, toplumun oldukça uzağında kutsalla buluşan, elinde bir fazilet meşalesiyle topluma dönen ve toplumu bir bütün olarak ahlakın aydınlığına çağıran bir insanın hikâyesiydi siret.

Elbette kilit kavram vahiydir. Ve elbette nübüvvettir. Allah Resulü’nün (s.a.s.) hayatındaki ahlak örgüsü ve her keskin dönemeçteki güçlü ahlak vurgusu, kesinlikle rastlantısal olmayıp ilahi bir rahmetin tecellileri niteliğindedir. Tıpkı Hz. Musa’nın ilk bakışta sıradan gibi algılanabilecek bir vakanın ardından toplumun dışına çıkarılması ve erdem arayışına koyulması gibi. Yine tıpkı Hz. Meryem’in Hz. Cebrail ile yüz yüze gelip elinde mucizevi bir fazilet timsali ile topluma dönmesi gibi. Ve tıpkı Hz. İbrahim’in, Âzer’den Nemrut’a kadar bütün bir toplumu en büyük ahlaki kabul olan tevhide davet etmesi gibi.

Hira: Toplumun uzağında ahlak arayışı
Ahlak, fıtratla özdeştir. Var oluşundan itibaren insanın anlam arayışını karşılayan, eksildiğinde ikmali için manevi unsurların (melek, kitap, peygamber) seferber edildiği temel bir yaşam desteğidir. Bi’setin hemen öncesinde oluşan tabloya bu açıdan bakıldığında, inanç temelleri ortadan kaldırılmış bir toplumda yaşamaktan bunalan insanın, kendisini şehrin dışına taşıyan anlam arayışında ulaştığı veya mazhar olduğu ilahi öğreti, tam da ahlaka tekabül edecektir. Bunun içindir ki yüklendiği misyonu tek cümleyle özetleyen Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurur: “Ben, ahlaki güzellikleri tamamlamak üzere gönderildim.” (Mâlik b. Enes, el-Muvatta, I-II, Kâhire 1993, Husnü’l-Huluk, 1/8.)
Güzelliklerin tamamlanması, çirkinliklerin elenmesiyle başlayan bir süreçti. Alak ve Müddessir surelerinin ilk ayetlerinden itibaren vahiy insanı adım adım yönlendirecek, cehalet ve tanrıtanımazlıktan kirli elbiselerle dolaşmaya ve pis işlerle uğraşmaya kadar bir dizi maddi/manevi kirden toplumu sistematik biçimde arındıracaktı.

İlk vahiy: Topluma erdemle dönüş
Toplumun uzağında ve tek başına erdemi edinmek zordu. Ama daha da zor olanı, o erdemi sırtlayıp şehre getirmek ve ahlaki değerlerle ilişkisini neredeyse bitirmiş olan bir topluluğa takdim etmekti. Diğer taraftan, taşradaki erdem, şehirde tek başına sonuç vermemekteydi ve sonuç vermesi için bizzat bir erdemlinin üstünde temsili ve tecellisi gerekmekteydi.
Bu temsilin hangi ölçüde gerçekleştiği Hz. Hatice’nin ilk vahiy olayında söylediklerinden anlaşılabilir. Henüz risaletin ilk gününde, belki de imanını ilk açıklayan kişi olarak Hz. Hatice, üzerini örttüğü eşine teselli sadedinde şu hakikatleri ifade etmişti:
“Hiç korkma; gözün aydın olsun! Sen akraba ilişkisine önem veren, yalan söylemeyen, aile geçindirme yükünü üstlenen, misafir ağırlayan, darda kalanların yardımına koşan bir insansın; Allah seni hiç yolda bırakır mı?” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, XXXXIII/112-114 / 25959.)

Açık tebliğ: Toplumu erdeme çağırış
Allah Resulü (s.a.s.) güzel ahlakın temsil edilmesi gibi son derece ağır bir vazifeyi sünnetiyle ve bizzat gerçekleştirmiştir. Hadis metinleri, erdemin topluma hatırlatılışına ve yeri geldiğinde bu uğurda haykırılışına dair sayısız örnekle doludur. Nitekim Allah Resulü’nün (s.a.s.) peygamberliğini ilan ettiğini haber alan Ebu Zerr el-Ğıfârî’nin kardeşini Mekke’ye durumu araştırmaya gönderdiği ve dönüşte kardeşinin kendisine durumu şu cümleyle özetlediği bilinmektedir: “Onun, ahlaki güzellikleri emrettiğini gördüm.” (Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 28/6362.) Bu cümle, tebliğe şahitlik etmek bağlamında “gördüm; bunu yapıyordu” vurgusuyla da anlaşılabilir; “önceliğinin ahlak olduğu kanaatine vardım” tarzında bir izlenim özeti olarak da okunabilir. (Nevevi, Yahyâ b. Şeref, Şerhu Sahihi Müslim, Dârü’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrut 1995, XVI/28-29.) İkisi birlikte düşünüldüğünde ise şu ortak sonuç ortaya çıkacaktır: Güzel ahlak şehre getirilmiş ve toplumla açıkça paylaşılmaya başlanmıştır.

Abdullah b. Selâm’ın, hicrette Medine’ye giriş sırasında yaşananları anlatışı da bu bakımdan kayda değerdir. O, şehrin yetişmiş bir insanı ve ehlikitabın bir âlimi olarak kalabalığa karıştığını anlatmakta, âdeta “kurak toprağın suya kavuşması” gibi şehrin erdeme kavuştuğu o anda Peygamber Efendimizin (s.a.s.) ağzından duyduğu “ahlakı ısrarla önceleyip vurgulayan” ilk cümleleri aktarmaktadır:
“Ey insanlar! Selamı yayın! Akrabalarınızı ziyaret edin! Yemek yedirin! İnsanlar uyurken geceleyin namaz kılın! Selametle cennete girin!” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, XXXIX/201-202 (23784); Tirmizi, Sıfatü’l-Kıyâme, 42/2485.)

Hicret: Ahlak üzerine bir toplum inşa ediş

Yeni bir toplumda “olmayan” bir ahlaki düzeni sıfırdan kurmanın elbette birden fazla boyutu söz konusuydu. Siyasi, ekonomik, tarihî ve kültürel boyutların detaylı tetkiki İslam tarihi kaynaklarında mevcuttur. (Hamidullah, Muhammed, İslam Peygamberi, (çev. Salih Tuğ), Ankara 2003, I/175-213.) Ama genel olarak ahlakın temellendirilmesine odaklanıldığında hicrete zemin hazırlayan Akabe görüşmelerindeki maddeleri hatırlamamak mümkün değildir. “Toplumun temsilcisi” olan nakiplerle “Ahlakın temsilcisi” Hz. Peygamber’in (s.a.s.) üzerinde anlaşmaya varıp el sıkıştıkları konular şunlardı: Şirk koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, yalan söylememek, meşru emre karşı gelmemek.
İtikadi, ekonomik, cinsel, ailevi, iletişime veya yönetime dair temel ahlaksızlıkları dışlayan böylesine kapsamlı bir sözleşmenin oturtulduğu temel ise elbette iman olmaktadır. Hadiseyi aktaran Ubade ibnü’s-Samit (r.a.), biat şartlarının nasıl uygulanacağıyla ilgili olarak Allah Resulü’nün (s.a.s.) yaptığı şu açıklamaları da nakleder: “İçinizden kim sözünü tutarsa, karşılığını Allah verecektir. Kim bu suçlardan birisini işler de o suçtan dolayı kendisine ceza uygulanırsa, bu ceza onun günahını siler. Kim de bu suçlardan birisini işlediği hâlde Allah onun yaptığını örtüp gizlerse, onun durumu Allah’a kalmıştır. Allah isterse onu bağışlar, isterse ona azap eder.” (Buhari, Tefsir, (Mümtehine) 3 (4894); Müslim, Hudûd, 41/4461.)
Öyleyse meselenin bir eğitim hamlesi olduğunun, henüz hicret gerçekleşmeden Kur’an öğreticisi Mus’ab b. Umeyr ve diğer sahabilerin elinde şekillendiğinin altı yeniden çizilmelidir. Mekke döneminde on üç yıl boyunca atılan kalbî temelin ve verilen zihinsel eğitimin ardından kısa sürede kurulan hukuki yapı, ibadetler de dâhil olmak üzere dini ve ahlakı topluma sağlıklı bir zeminde sunmuştur. Bunun hiç de şaşırtıcı olmayan sonucu erdem üzerine kurulan bu şehirde zina yapan bir bireyin bile gelip itirafçı olması, “Ben bu suçu işledim, bana cezamı uygulayın da temizleneyim, ahirete kalmasın!” diye yalvarmasıdır. Bu, her türlü hukuki düzenlemeye rağmen şiddetten tutun da hak ihlaline giren birçok suç işlemeye devam eden bireylerin, güzel ahlakı önceleyen bir eğitim modeline duydukları ihtiyacı göstermektedir.

Veda haccı: Güzel ahlakı topluma emanet ediş
Her denemenin bir sonu, her örnekliğin bir hitamı vardır. İnsanlara toplu hâlde ve kurallı bir biçimde nasıl yaşayabileceklerini öğreten Allah Resulü’nün (s.a.s.) veda haccında söyledikleri de sürecin o günü ve geleceğine dair yaklaşımlar açısından dikkat çekicidir. Ahlakla toplumu bütünleştiren, insana her yaşta ve şartta mükerrem olduğunu hatırlatan nebevi üslubun bu nihai hitaptaki görünümü evi toplayıp düzenleyen, giderken de bozmamaları ve dağıtmamaları için evlatlarını uyaran bir annenin içten seslenişini andırmaktadır:
“Benden sonra birbirinin boynunu vuran kâfirlere dönmeyin!” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, XXXI/504-505, (19167); Buhari, Meğâzî, 78/4405.)
Kadınların “Allah’ın emaneti” olarak değerlendirilmesi, insana ırkından dolayı değil sırf insan olma niteliğinden ötürü saygı duyulması ve benzeri yönlerdeki nebevi çağrılar “Bütün bunları size ilettim mi?” sorusuyla bitmekte, yıllarca türlü emeklerle sağlanan büyük bir ahlaki değerler birikimi de topluma böylece emanet edilmektedir.
Vefat-ı Nebi’den (s.a.s.) kısa süre sonra yaşanan tarihî gelişmeler, bu uyarıların önemi kadar insan-toplum-ahlak üçgeninde dengenin muhafazasının zorluğunu da belgelemektedir. O günlerdeki kargaşayı tartışıp durmanın ötesinde, benzer bir sorumluluğun, içinde bulunulan çağda nasıl ifa edilebileceği üzerinde düşünmek daha mantıklı olacaktır.
Bugün: Emaneti/ahlakı koruyabilmek
Sünnet-i seniyyenin bizlere bıraktığı miras; takva, sabır, hayâ, dürüstlük, şükür gibi onlarca ahlaki değerden örülmüş paha biçilemez güzellikte bir elbiseydi. Ve bu elbise, bünyesinde sadece belirli renk ve desenleri değil kendine özgü apayrı bir manevi ruhu da barındırıyordu. Temel mesele, ibadetlerin de teşekkülüne birinci dereceden katkı sağladığı bu büyük manevi ruhu özümseyebilmekti.

Dinin en az davranış boyutu kadar önemli ve derinlikli bir düşünce/zihniyet boyutu olduğunu hatırlayarak… İnsanın insana değer vermediği herhangi bir ahlaki modelin kalıcı olamayacağını öngörerek… Yaşanan bireysel ve sosyal imtihanlardan gerçek ibretler çıkarıp geleceği onlardan hareketle tasarlayarak… Ve bütün bunların ancak, Kur’an-ı Kerim’e imanın hemen yanında Resul-i Ekrem’e (s.a.s.)koşulsuz tabi olmayı da nefsine kabul ettirebilenlere nasip olacağını unutmayarak.

Doç. Dr. Ahmed Ürkmez

27 Ağustos 2022 Cumartesi

İHSAN: ALLAH’I GÖRÜYORMUŞÇASINA YAŞAMAK


"“Allah (c.c.) her şeyde ihsanı farz kılmıştır…”

(Müslim, Sayd, 56.)

Hz. Peygamber (s.a.s.) bir gün ashabıyla oturmuş sohbet ederken üzerinde hiç yolculuk emaresi olmayan, bembeyaz giyimli, simsiyah saçlı, hiç kimsenin tanımadığı birisi çıkageldi. Peygamberimizin yanına oturdu, dizlerini dizlerine değdirdi, İslam nedir ve iman nedir diye sorular sormaya başladı. Hz. Peygamber (s.a.s.), her bir sorusuna cevap verdikçe bu yabancı adamın “Doğru söyledin.” demesi sahabenin iyice garibine gitti. Hz. Peygamber (s.a.s.) “O Cebrail’di; size dininizi öğretmeye geldi.” diyerek kimliğini deşifre ettiği bu yabancı adamın sorduğu sorulardan birisi de “İhsan nedir?” idi. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bu soruya verdiği cevap, bu zamana kadar ihsan kavramının en şümullü tanımı olup Müslümanların hayat felsefesini özetleyen bir mahiyet arz etmekteydi. Allah Resulü’nün bu soruya verdiği cevap şu şekildeydi: “İhsan, Allah’ı görüyormuşçasına O’na kulluk etmendir. Her ne kadar sen O’nu göremesen de O seni görmektedir.” (Buhari, İman, 36.)


Buradan öğreniyoruz ki ihsan, dinin mütemmimi olan hasletlerden bir tanesidir. Zira dini öğretmek için gelen Cebrail’in Hz. Peygamber’e sorduğu üç temel unsurdan biridir ihsan. İhsan, iman ve İslam’ın ideal seviyede yaşanmasının yegâne yolu olup bu kavramın hem Allah hem de kullar için bir anlam dünyası bulunmaktadır. Allah için kullanıldığında ihsan, O’nun bütün mahlûkata ikramda bulunması, rızık vermesi, dünya hayatında kâfir yahut mümin, insan yahut hayvan ayrımı yapmadan rahmetiyle muamele etmesi gibi anlamlara gelmektedir. Kullara bakan yönüyle ise ihsanın dört mertebesinden bahsedebiliriz:

Kişinin kendisine karşı ihsan

Hem yaratılış hem donanım hem de yetenek bakımından kişinin kendisini bilmeden ve tanımadan Yüce Allah’ı bilmesi ve mutlak doğruya ulaşması mümkün değildir. Nitekim bu hakikati ifade etmek üzere “Nefsini bilen rabbini de bilir.” sözü bir kelâm-ı kibar olarak söylenegelmiştir. Kendini bilip tanımanın en önemli yolu da kişinin kendisine karşı ihsan üzere olmasıdır. İnsanın yaratılış gayesini bilmesi ve yaptıklarının hesabını vereceğinin bilincinde olması, kendisine karşı en büyük ihsanıdır. Zira bu bilinç, kişinin dünyada huzuruna, ebedî âlemde de kurtuluşuna vesile olacaktır.

Yüce Allah’a karşı ihsan

Yukarıda zikredilen Cibril hadisinde de görüldüğü üzere ihsanın en temel anlamlarından biri, Allah’ı görüyormuşçasına yaşamaktır. Aynı şekilde ihsan, “Nerede olursanız olun O sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görmektedir.” (Hadid, 57/4.) ayetini düstur edinip ona göre davranmaktır. Bu yönüyle ihsan, kulluk bilincinin zirvesidir. Zira alıp verdiği her bir nefeste Allah’ı görüyormuş gibi davranan, attığı her bir adımda Rabbin huzurunda olduğunun bilincinde olan bir Müslüman’dan hem kendisine hem de başkalarına zarar verecek bir iş sadır olmayacaktır.

Diğer insanlara karşı ihsan

İhsan, karşılıksız iyilik yapmak, güzel davranışlar ortaya koymak gibi anlamlara da gelmektedir. Kişinin kendisi için sevip istediği şeyi Müslüman kardeşi için istemesi de ihsandır. Bu doğrultuda; insanlara iyilik ve ikramda bulunmak, dertlere derman, gönüllere şifa, yolunu kaybedenlere kılavuz olmak; kısaca insanlığın hayrına olacak her türlü güzel davranış ihsandır. İlim ve fende çığır açmış nice Müslüman ilim adamının yaptığı gibi yeni buluşlar ortaya koymak, bilişim ve teknoloji başta olmak üzere hayatın her alanında Müslümanların ve bütün insanların işlerini kolaylaştıracak icatlar yapmak, ihsanı hayatının merkezine yerleştiren müminlerle mümkün olacaktır. Hiç şüphe yok ki başkasına faydası olmadan çokça nafile ibadetle geçen bir ömürdense başkalarına faydalı olup sadece farz ibadetlerle meşgul olmak çok daha hayırlıdır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) bu hakikati şu sözüyle dile getirmiştir; “İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olanıdır.” (Taberânî, el-Mu‘cemu’l-Evsat, VI/58; Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, X/115.) 

Canlı cansız bütün varlığa karşı ihsan

Canlı cansız bütün varlığa karşı güzel muamelede bulunmak da ihsandır. Nitekim dergimizin bu ayki sayısı için belirlediğimiz hadiste Hz. Peygamber (s.a.s.), Yüce Allah’ın her işte ihsanı farz kıldığını bildirmektedir. Hadisin devamında Allah Resulü savaş hâlindeyken düşmana bile işkence edilmemesini, kurban edilirken hayvana eziyet edilmemesini ve onun rahatlatılmasını isteyerek ihsanın hangi alanlarda olabileceğinin örneklemesini yapmıştır. (Müslim, Sayd, 56.) 

Bunların yanı sıra ihsan, bir işi en güzel şekilde yapmak diye de tarif edilebilir. Bu manadan hareketle, mümin bir bireyin ibadetten ticarete, tarım ve hayvancılıktan sanayiye, kısaca hayatın her alanında ihsan üzere olması ve buna göre davranması gerekmektedir. Bilim insanının araştırmalarında insanlığa/canlılara faydayı hedeflemesi; gıda üreticisinin ürettiği gıdada helal ve zararsız içerik bulundurması; mühendisin yaptığı binayı sağlam ve estetiğe uygun inşa etmesi; müteahhidin dere kenarlarına bina yapmaması, zemini sağlam olmayan yerlerde yüksek binalar inşa etmemesi gibi hususların hepsi ihsan kavramının bir gereğidir. Ayrıca İslam’ın üzerinde titizlikle durduğu adaletle muamele, emaneti ehline verme, liyakati önceleme vb. ilkeler de ancak ihsan kavramıyla ayakta kalacaktır.

Özetle ihsan; Allah’ın gördüğünü bilerek her işi en iyi ve en güzel şekilde yerine getirmek ve her şeyin hakkını vererek yapmaktır. İhsan bilinci kaybolduğunda insandaki şuur, ibadetteki huşu da kaybolur gider. Bu yüzden mümine düşen ister toplum içindeyken ister yalnız başınayken olsun ibadetinde veya dünyalık bir meşgalesinde ihsan üzere yaşamaya ve bu hâl üzere ruhunu teslim etmeye gayret etmektir.

Hadisten öğrendiklerimiz

1. İhsan, Allah’ı görüyormuş gibi yaşamak, yapılan her bir işi/ameli en iyi, en güzel ve en sağlam şekilde yapmak demektir.

2. İhsan bilincinin yitirilmesi, adaletin yerini zulmün, huzurun yerini kaosun almasına zemin hazırlayacaktır.

Halil Kılıç

https://yayin.diyanet.gov.tr/Category/GetArticles?id=2661+&categoryId=59#

26 Ağustos 2022 Cuma

ANNE BABA RIZASI: CENNETE GÖTÜREN KESTİRME YOL

 

Mekkeli müşrikler, Hz. Peygamber’e ve Müslümanlara yönelik saldırılarını iyice arttırınca Allah Resulü (s.a.s.), şehrin ileri gelenlerini İslam’a davet etmek ve desteklerini almak amacıyla Taif’e gitmişti. Ne var ki Taif halkı, hidayet mesajına kulak tıkamışlar; Hz. Peygamber’i ve yanında bulunan Zeyd b. Harise’yi taşlamışlar, yollara attıkları dikenlerle ayaklarını kan revan içinde bırakmışlar, pek çok ağır söz söyleyip hakaretler etmişlerdi. Bu elim hadiseden sonra Mekke’ye dönüşte karşısına çıkan Cebrail’in, Taif’in başına dağları geçirip ahalisini helak etme talebini geri çevirmiş; bu halde bile onların hidayetini düşünmüş ve onlara beddua etmemişti. (İbni Hişâm, Sîre, II/60-63). Ama gelin görün ki âlemlere rahmet olarak gönderilen ve hayatı boyunca bedduayı ağzına almamaya çalışan Hz. Peygamber (s.a.s.), söz konusu anne baba hakkı olunca meselenin ehemmiyetine vurgu yapmak, bu konuda ihmalkârlık yapılmasını önlemek adına şu ağır sözleri sarf etmişti:

“Yazıklar olsun! Bir kez daha yazıklar olsun! Ve bir kez daha yazıklar olsun!” ‘Kime yazıklar olsun ey Allah’ın elçisi?’ diye sorulunca Hz. Peygamber (s.a.s.) şu cevabı vermişti:

“İhtiyarlık zamanlarında anne-babasından birine yahut her ikisine yetişip de (kendilerine gereken hürmeti göstermediği için) cennete giremeyen kimseye…” (Müslim, Birr, 9.)

Bu hadiste geçen ve “yazıklar olsun” diye çevirmeyi uygun gördüğümüz “ ” tabiri meşhur muhaddis ve Buhari şârihi İbn Hacer’e göre rezil rüsva olma anlamında bir nevi bedduadır. (İbn Hacer, Fethu’l-bârî, I/124.) Bu ifade, beddua anlamına geldiği gibi anne babaya iyilik ve ihsanda bulunulmadığı için cenneti kaçırmak suretiyle gerçek manada rezil rüsva olma anlamına da gelmektedir. Nitekim anne babaya hürmet gösterip onların rızasını kazanan, Yüce Allah’ın da rızasını kazanacak ve ebedi mutluluğa kavuşmuş olacaktır. Ancak anne babasının kadr ü kıymetini bilmeyip onların rızasını kazanamayan, Yüce Allah’ın rızasına da nail olamayacak ve cennetten mahrum olmak gibi büyük bir hüsrana duçar olacaktır. Bundan dolayıdır ki Hz. Peygamber (s.a.s.) “Allah’ın rızası, anne babanın rızasında, gazabı da anne babanın gazabındadır.” buyurmuştur.

Yüce Allah ise Kur’an-ı Kerim’de “Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi ve anne babanıza iyi davranmanızı emretti. Onlardan biri veya ikisi senin yanında yaşlanırsa onlara öf bile deme! Onları azarlama! İkisine de gönül alıcı güzel sözler söyle.” (İsrâ, 17/23.) buyurmak suretiyle hem anne babaya söylenecek en ufak incitici bir söze bile müsaade etmemiş hem de anne baba hakkını, kendisine kulluk edilmesinden hemen sonra zikrederek onlara hak ettikleri değeri vermiştir. Esasında insanın, kendisini yaratan Allah’ı inkâr etmesi, O’na başka varlıkları eş koşması (şirk) Allah nezdinde ne kadar kötü bir tutum ise dünyaya gelmesine vesile olan, büyütüp yetiştirilmesinde sayılamayacak kadar emekleri olan anne babasına hürmetsizlik ve itaatsizlik etmesi de aynı şekilde kötüdür ve her iki tutum da nankörlüktür. 

Dinimizde anne babaya verilen değer, ayetlerde ve hadislerde açıkça görülmekle birlikte Allah’a itaat her şeyden ve herkesten önce gelmektedir. Bundan dolayıdır ki Hâlik’a isyan konusunda -anne baba da dâhil- hiçbir mahlûka itaat olmaz. Bu ve benzeri hâller dışında imkân dâhilinde anne-babaları kıracak ve üzecek her türlü söz ve davranıştan uzak olunmalıdır. Zira biz Müslümanlar olarak inanmayan babasına bile “babacığım” diye hitap eden (Meryem, 19/42) nezaket timsali Hz. İbrahim’in (a.s.) milletindeniz; yaşlı anne babaya bakmayı Allah yolunda cihattan daha faziletli gören (Buhari, Cihad, 1; Müsned, XI/102) Hz. Muhammed’in (s.a.s.) ümmetindeniz. Bu itibarla herhangi bir konuda haksız olsalar bile evladın anne babasına küsmeye, onlarla irtibatını koparmaya hakkı yoktur. Ne var ki çoğu kez anne babayla evlatlar arasında incir çekirdeğini doldurmayacak meseleler yüzünden küslükler olabilmektedir. Evlatlar genelde “Bana az, kardeşime çok verildi.”, “Ona alındı, bana alınmadı.” gibi parayla ve malla ilgili dünyalık konularda böylesine tavırlar sergileyebilmektedirler. Fakat evlatların göz ardı ettikleri husus şudur: Sırf dünyaya gelmelerine vesile olmaları, anne babanın hukukunu gözetmeyi ve onlara hürmet göstermeyi zorunlu kılmaktadır. Şayet anne baba, çocukları arasında ayırım yapar veya onlara gerektiği gibi annelik babalık yapmazlarsa elbette bu davranışının hesabını Yüce Allah’a verecek ve ahirette evlatlarıyla hesaplaşmak zorunda kalacaklardır. Ancak onların bu yanlış tutumu evlatlara da yanlış yapma hakkı tanımamaktadır.

Üzülerek belirtmemiz gerekir ki günümüzde yaygınlaşmaya başlayan uygulamalardan biri de anne babaların, evlatlarına en çok ihtiyaç duydukları düşkünlük çağlarında evlatların, “Meğer vefa İstanbul’da bir semt adıymış!” ifadesini haklı çıkaracak mahiyette bir vefasızlık yaparak onları kendi başlarına bırakmaları veya huzur (!) adı verilen evlere terk etmeleridir. Hazine dolu bir sandığın üstünde oturup da o sandığı açmadığı için yoksulluk çeken kişi nasıl içler acısı bir hâldeyse yaşlanmış anne babasını yüzüstü bırakıp Allah’ın rızasından mahrum olan kişinin hâli de aynıdır. Bu kişiler, dünyalık geçici hazları önceleyip anne babalarını kendi hâllerine bırakmakla, kendilerine altın tepside sunulan cennet anahtarını reddettiklerinin ne yazık ki farkında değillerdir.

İşte bu hakikati unutmayalım diye günde beş defa kıldığımız namazda “Rabbenâ” dualarını okuyarak “Rabbim, beni, anne babamı ve bütün müminleri bağışla.” diye onlar için niyazda bulunuyoruz. Namazında bu niyaza yer vermesine rağmen anne babasını yalnız ve kimsesiz bırakarak cennet yoluna bariyer koyan bir müminin, hiç şüphesiz önce imanını sonra ahlakını daha sonra da namazını gözden geçirmesi isabetli olacaktır.

Hadisten Öğrendiklerimiz

1. Anne babanın rızasını almak, Rabbin rızasını ve cennete giden yolu kolaylaştıracaktır.

2. Anne babadan yüz çevirmek ve onları kendi hallerinde çaresiz bir şekilde bırakmak tıpkı kendisini yaratanı inkâr etmek gibi büyük bir nankörlüktür.

Halil Kılıç

https://yayin.diyanet.gov.tr/Category/GetArticles?id=2661+&categoryId=59#

25 Ağustos 2022 Perşembe

GÜZEL AHLAK: İMANI KEMALE ERDİREN VASIF


“Mümin; tan edip ayıplayan, lanet eden, çirkin söz söyleyen ve hayâsız bir kimse değildir.” (Tirmizi, Birr ve Sıla, 48; Müsned-i Ahmed, VI, 390.)

Din, dünya hayatında insanın kendisiyle, Rabbiyle ve bütün mahlûkatla olan iletişimini düzenleyen ilahi kurallar bütünüdür. İnsanın hem dünyada hem de ahirette mutlu ve huzurlu bir yaşam sürmesini amaçlamayan bu ilahi kuralları üç başlık altında toplamak mümkündür: iman, ibadet ve ahlak. Aralarında kopmaz bir bağ bulunan bu üç başlığa dair dinin pek çok emir, yasak ve tavsiyeleri bulunmaktadır. Özellikle de iman ve ibadetin pratik bir sonucu olan ahlak, dinin özünü teşkil etmektedir. Nitekim “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” (Muvattâ, Husnü’l Huluk, 8; Müsned, XIV/513) hadisinde, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) gönderiliş gayesi olarak ahlaka vurgu yapılmaktadır.

İşte yukarıdaki hadis, İslam ahlakıyla imanlarını süslemeleri ve kemale erdirmeleri noktasında Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Müslümanlara verdiği pek çok eşsiz mesajdan sadece bir tanesidir. Hadiste insanlar arasında kin ve nefret tohumları ekecek olan özellikle de dilden kaynaklı olumsuz tutumların Müslümanda bulunamayacağı etkili bir biçimde ortaya koyulmuş ve müminde bulunmaması gereken dört hususa yer verilmiştir. Buna göre mümin:

Tan edici değildir
Hadiste zikri geçen “tan edici” ifadesinden maksadın insanları sürekli ayıplayan kişi olduğu ifade edilmiştir. Ayrıca tan etmek, başkalarının onur ve haysiyetine dil uzatmak, onları karalamak veya kınamak anlamlarına da gelmektedir. Oysa akıllı mümin, eksik ve kusurlarından dolayı başkalarını ayıplamak, karalamak veya kınamak yerine kendi eksiklerine bakmalı; Hz. Peygamber’in (s.a.s.) “Akıllı kişi kendini hesaba çeken ve ölümden sonrası için çalışandır.” (Tirmizi, Sıfatu’l-Kıyâme, 25.) buyruğundan hareketle kendi ayıp ve kusurlarıyla ilgilenmelidir. Bu noktada mümince duruş, Mevlâna’nın “Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol.” düsturuna sarılmakla olacaktır.

Lanet edici değildir
Allah’ın bağış ve merhametinden uzak bırakılmayı ifade eden lanet kavramı, bir önceki maddede yer alan tan etmekten daha kötü bir davranıştır. Zira bir kimsenin, mümin kardeşine lanet etmesi, onun Allah’ın rahmetinden uzak olmasını istemesi anlamına gelmektedir. Oysaki müminlerin, kendileri için sevip istedikleri şeyleri mümin kardeşleri için de istemeleri icap ederdi. Yine müminlerin, bir bedenin uzuvları mesabesinde olup birini rahatsız eden şeyin diğerlerini de huzursuz etmesi gerekirdi. Bu duyguları taşımak bir yana, ilahi rahmeti bile mümin kardeşine çok görmek, onu diri diri ateşe atmaktan pek de farklı değildir. Tam bu noktada Peygamberimizin “Mümine lanet etmek onu öldürmek gibidir.” (Müslim, İman, 110.) sözü çok daha anlaşılır hâle gelmektedir. Çünkü bir kişiyi öldürmek onun dünyevi nimetlerden nasıl mahrum olmasına neden oluyorsa lanet okumak da müminin uhrevi nimetlerden mahrum olmasını temenni etmek olduğundan onu öldürmekle eş tutulmuştur.

Lanetin müminlere yönelik olması yanlış olduğu gibi diğer insanlara hatta tüm canlılara yönelik olması da aynı şekilde yanlıştır. İstisnai bazı hâlleri bir tarafa koyacak olursak gayrimüslim biri için lanet yerine hidayet ve istikamet talebinde bulunarak ebedî âlemde onun da sonsuz rahmetten nasibdâr olmasını arzulamak, yüce gönüllü müminlere daha çok yaraşır bir davranış olacaktır.

Dili hayâsız değildir
Hadiste zikri geçen “fâhiş” kelimesinden maksadın yalan, alay, sövme, hakaret etme gibi dilden sadır olan her türlü çirkin sözler olduğu ifade edilmiştir. Üç günden fazla küs durmaları helal olmayan müminlerin kırgınlığa ve küskünlüğe yol açacak ve aralarındaki gönül köprülerini yok edecek her türlü yalandan, alaydan, kaba ve çirkin sözden uzak durmaları İslam ahlakının olmazsa olmazlarındandır. Müminler, “Sağında ve solunda, onunla beraber oturan iki alıcı melek, yanında hazır birer gözcü olarak söylediği her sözü zapt ederler.” (Kaf, 50/17-18.) ayetini kendilerine rehber edinip ağızlarından çıkan her bir sözün huzur-i divanda hesabı olduğu bilinciyle yaşarlar ve bilerek veya bilmeyerek ağızlarından Hakk’ın razı olmayacağı hiçbir şey çıkmaması için gayret sarf ederler.

Davranışları hayâsız değildir
Bundan önceki üç madde, müminin sözlü davranışlarında dikkat etmesi gereken hususlarla alakalı iken bu son madde (el-bezî’), söz ve eylemlerinin tamamını kapsayan ve “hayâ” olarak çevrilmesi daha uygun olan bir kavramdır. İmanın en güzel tezahürü olan hayâ, insana insan olduğunu hatırlatan, onu irade sahibi olmayan diğer canlılardan ayıran en önemli haslettir. Bu hasleti kaybeden toplumlarda ahlaksızlık kasırgaları bütün sınırları yok etmekte; hayâ duygusunu yitiren insan da yaratılış gayesine aykırı pek çok eylem ve söylemde bulunabilmektedir. Bundan dolayıdır ki Hz. Peygamber (s.a.s), “İnsanların tâ ilk nübüvvet (peygamberlik) mesajından öğrenegeldikleri bir şey de şudur: Eğer utanmazsan dilediğini yap!” (Buhari, Edeb, 78.) buyurmuş ve hayânın kötülükler/ahlaksızlar karşısında en önemli perde olduğuna işaret etmiştir.

Öyleyse iman ve ibadetlerle kuşanan mümin bir bireye düşen en temel vazife, hem dinde kardeşi olan kişilerle hem de hilkatte (yaratılışta) dengi olan bütün insanlarla iletişiminde ve etkileşiminde İslam’ın özü olan güzel ahlaktan ve ahlaki değerlerden uzak olmamaktır. Bu noktada mümin, muhatabı her kim olursa olsun diline ve bütün bedenine hayâyı egemen kılarak hayatının her alanında İslam ahlakını ve güzelliğini yansıtmaya çalışmalıdır.

Hadisten öğrendiklerimiz
1. Gerçek mümin, iman ve ibadetlerin yanı sıra güzel ahlak ve övgüye layık vasıflarla donanmış kişidir.
2. Ayıplama, kınama, lanet etme, yalan söyleme, sövme, alay gibi her türlü çirkin söz ve davranışlardan müminler uzaktır.
3. Mümin, her türlü davranışını Yüce Allah’ın gördüğünü, sağ ve sol taraftaki meleklerin kayıt yaptığını bilip hayâ zırhıyla imanını korumaya alan kişidir.

Halil Kılıç

24 Ağustos 2022 Çarşamba

Türkçe İbadet meselesi

Din İşleri Yüksek Kurulu Kararları
Karar Yılı: 1997 - Karar No: 103
Konusu: Türkçe İbadet meselesi
   

 Din İşleri Yüksek Kurulu, Kurul Başkanı İsmail ÖNER'in başkanlığında toplandı. Son günlerde medyada Türkçe ibadet ve özellikle Kur'an-ı Kerim'in namazda Türkçe tercemesinin okunmasına dair tartışmaların yoğunluk kazanması üzerine konu Kurulumuzda görüşüldü. Yapılan inceleme ve müzakere sonunda:
       1- Bütün ilahi kitaplar, onları insanlığa tebliğ ile görevlendirilen Peygamberlerin konuştukları dille indirilmişlerdir. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.) Arabistan da araplar arasında yetiştiği ve Arapça konuştuğu için, O'nun tebliğ ettiği Kur'an-ı Kerim de Arapça olarak indirilmiştir.
       Ancak Yüce Rabbimizin bütün insanlığa son kitabı ve ebedi hitabı olan Kur'an-ı Kerim, sadece araplar ve Arapça'yı bilenler için değil, bütün insanları sapıklıklardan korumak, onlara Hakkı ve hakikati öğretmek, hidayet ve gerçek saadet yolunu göstermek için indirilmiştir. Bunun gerçekleşebilmesi için de, Kur'an-ı Kerim'in bildirdiği ilahi gerçek ve öğütlerin herkese, bütün insanlığa tebliğ edilmesi, herkes tarafından öğrenilmesi, anlaşılması, üzerinde düşünülmesi, kavranması ve kalplere yerleşmesi gerekir. Nitekim Kur'an- Kerim'de:
       "Bu Kur'an, bütün insanlara bir açıklama, sakınanlara yol gösterme ve bir öğüttür." (Al-i İmran, 3/138)
       "Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçiliğini yapmamış olursun..." (Maide 5/67)
       "Kendilerine indirileni insanlara açıklayasın diye sana Kur'an'ı indirdik…" (Nahl, 16/44)
      "Bu Kur'an, ayetlerini iyiden iyiye düşünsünler, tam akıl sahipleri ibret alsınlar diye sana indirdiğimiz feyz kaynağı bir kitaptır.” (Sad 38/29)
buyurulmuştur.
      İfade edildiği üzere Kur'an-ı Kerim Arapçadır. Cenab-ı Hakk'ın yüce kelâmı kutsal kitabımızın dilinin her Müslüman tarafından bilinmesi ve anlaşılması, arzu edilen bir durum ise de âdeten mümkün değildir. 0 halde Kur’an-ı Kerim'in Arapça bilmeyenlere tebliğ edilebilmesi ve onların yüce Kitapta bildirilen ilahi gerçek ve öğütleri anlayıp üzerinde düşünebilmeleri ve O’nun hidayetinden yararlanabilmeleri için, başka dillere tercüme edilmesine, kısa ve uzun açıklamalarının yapılmasına kesin ihtiyaç, hatta zaruret vardır. Nitekim, İslam’ın ilk dönemlerinden itibaren buna ihtiyaç duyulmuştur. Ashabın ileri gelenlerinden Selmân-ı Fârisi'nin İran'lı hemşehrilerinin isteği üzerine Fatiha Sûresini Farsçaya çevirip onlara gönderdiği bazı kaynaklarda (bk.Serahsi, el-Mebsut, I, 37, Beyrut, 1398/1978) yer almıştır. Günümüzde Kur'an-ı Kerim, dünyadaki belli başlı hemen bütün dillere çevrilmiş durumdadır. Dilimizde de yüzün üzerinde meâl, terceme ve tefsiri bulunmaktadır.
       2- Kur'an-ı Kerim'in namazda Türkçe tercemesinin okunmasına gelince:
       Kur'an-ı Kerim'de "Kur'an'dan kolayınıza geleni okuyun" (Müzzemmil, 73/20) buyurulduğu gibi, Hz. Peygamber (s.a.) de bütün namazlarda Kur'an-ı Kerim okumuş ve namaz kılmayı iyi bilmeyen bir sahâbiye namaz kılmayı tarif ederken "....sonra Kur'an'dan hafızanda bulunanlardan kolayına geleni oku." (Müslim, Salat, 45) buyurmuştur. Bu itibarla namazda kıraat yani Kur’an okumak, kitap, sünnet ve icma ile sabit bir farzdır.
      Bilindiği üzere Kur'an, Cenab-ı Hakk'ın Hz. Muhammed’e (s.a.) Cebrail aracılığı ile indirdiği manaya delalet eden elfazın (nazm-ı münzel'in) ismidir. Sadece mana olarak değil, Rasulüllah (s.a.)'in kalbine elfazı ile indirilmiştir. Bu itibarla bu elfazdan anlaşılan ve başka lafızlarla (sözlerle) ifade edilen mana Kur'an değildir. Çünkü indirildiği elfazın dışında, hatta Arapça bile olsa, başka sözlerle ifade edilen mana Cenab-ı Hakk'ın kelâmı değil, mütercimin ondan anladığı yorumdur. Oysa Kur'an kavramının içeriğinde, sadece mana değil, Bir rüknü olarak onun elfazı da vardır. Nitekim:
        "Şüphesiz o, âlemlerin Rabbı tarafından indirilmiştir. Onu Ruhu'l-emin (Cebrail), uyarıcılardan olasın diye, senin kalbine apaçık Arap diliyle indirdi." (Şuara 26/192-195)
        "Böylece biz onu Arapça bir Kur'an olarak indirdik." (Tâhâ, 20/113)
        "Korunsunlar diye dosdoğru Arapça bir Kur'an indirdik." (Zümer, 39/28)
        "Bu bilen bir toplum için, âyetleri Arapça bir Kur'an olmak üzere ayrıntılı olarak açıklanmış bir kitaptır." (Fussilet, 41/3) gibi tam on ayrı yerde (Yusuf, 12/2; Ra'd, 13/37; Nahl, 16/103; Şûra, 42/7; Zuhruf, 43/3; Ahkâf, 46/12) nazm-ı münzel’in Arapça ifade eden âyetlerden, sadece mananın değil, elfazının da Kur'an kavramının içeriğine dahil olduğu açık ve kesin bir şekilde anlaşılmaktadır. Bu sebepledir ki, tercemesine Kur'an denilemeyeceği ve Tercemesinin Kur'an hükmünde olmadığı konusunda İslâm bilginleri görüş birliği içindedir.
      Bilindiği üzere tercüme, bir sözün anlamını başka bir dilde dengi bir sözle aynen ifade etmek demektir. Oysa her dilin, başka dillerde bulunmayan (kendine ait) ifade, uslup ve anlatım özellikleri vardır. Bu yüzden, edebi ve hissi yönü bulunmayan bazı kuru ifadeler dışında, hiç bir terceme aslının yerini tutamaz ve hiçbir tercemede, her bakımdan aslına tam bir uygunluk sağlanamaz. 0 halde Kur'an-ı Kerim gibi, ilahi belâğat ve i'cazı hâiz bir kitabın aslı ile tercemesi arasındaki fark, yaratan ile yaratılan arasındaki fark kadar büyüktür. Çünkü biri Yaratan Yüce Allah'ın kelamı; diğeri ise yaratılan kulun âciz beyanı. Hiç böylesi bir tercemenin, Allah kelâmının yerine konulması ve aynı hükümde tutulması mümkün olur mu?
       Kaldı ki, İslâm dini evrensel bir dindir. Değişik dilleri konuşan bütün Müslümanların ibadette ortak bir dili kullanmaları onun evrensel oluşunun bir gereğidir.
       Herkesin kendi konuştuğu dil ile ibadet yapmaya kalkışması, Peygamberimizin öğrettiği ve bugüne kadar uygulanagelen şekle ters düşeceği gibi içinden çıkılmaz birtakım tartışmalara da yol açacağı muhakkaktır. Konuya ülkemiz açısından baktığımızda ise, böyle bir uygulamanın dışarda Türkiye aleyhinde, içerde ise Devlet aleyhinde bir malzeme olarak kullanılacağı, vatandaşların birlik ve beraberliğini zedeleyeceği, sonuç olarak birtakım huzursuzluklara sebebiyet vereceği dikkatten uzak tutulmamalıdır.
       Diğer taraftan, yüzleri aşan tercüme ve meal arasından din ve vicdan hürriyetini zedelemeden, üzerinde birlik sağlanacak birisinin namazda okunmak üzere seçilmesi ve bunu herkesin benimsemesi mümkün görülmemektedir.
       Türkçe namaz ile Türkçe dua birbirine karıştırılmamalıdır. Çünkü dua kulun Allah'tan istekte bulunmasıdır. Bunun ise herkesin konuştuğu dil ile yapılmasından daha tabii bir şey olamaz ve zaten genelde de ülkemizde Türkçe dua yapılmaktadır.
         Diğer taraftan, Kur'an-ı Kerim'in en önemli özelliklerinden biri de i’cazdır. Bir benzerinin ortaya konulması konusunda, Kur an bütün insanlığa meydan okumuştur. Bu i'câzın sadece anlamda olduğu söylenemez. Aksine, onun Allah katından indirildiğinde şüpheniz varsa, haydi bir benzerini ortaya koyun" anlamındaki tehaddî (meydan okuma) âyetlerinden (Bakara 2/23-24; Yunus, 10/37- 38; Hud, 11/13; İsra, 17/88; Tûr, 52/33-34) bu özelliğin daha çok lafızla ilgili olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca bir benzerini ortaya koymak için, insanlar ve cinler bir araya toplanıp birbirlerine destek olsalar bile bunu başaramayacaklarını ifade eden âyet-i kerime (İsra, 17/88) den de, Kur'an'ın bir benzerinin yapılamayacağı ve bu itibarla tercemesinin kelâmullah sayılamayacağı, o hükümde tutulamayacağı ve dolayısıyla namazda tercemesinin okunamayacağı açıkça anlaşılmaktadır. Nitekim, 1926 yılında İstanbul Göztepe Camii İmam-Hatibi Cemal Efendi'nin cuma namazında Kur'an-ı Kerim'in Türkçe tercemesini okumasıyla ilgili olarak İstanbul Müftülüğü'nün 20 Mart 1926 tarih ve 92-93 sayılı yazısı üzerine, altında Atatürk tarafından göreve getirilen ilk Diyanet İşleri Reisi Rifat Börekçi'nin imzası bulunan 9 Ramazan 1324/23 Mart 1926 tarih ve 743 numaralı Müşavere Hey'eti kararında:
         "Namazda kırâet-i Kur'ân bi'l-icma farz, ve Kur'ân'ın hangi bir lügat ile tercemesine Kur'ân itlakı kezalik bi'l-icmâ gayr-ı câiz ve namazda kırâat-i Kur'ân mahallinde terceme-i Kur'ân'ın adem-i cevâzı da bi'l-umum mezâhib fukahasnın icmâı ile sâbit olduğundan, hilâfına mücâseret, namazı vaz'-ı şer'îsinden tağyîr ve emr-i dini istihfaf ve mel'âbe şekline vaz'ı mutazammın olduğu gibi, beyne'l-müslimîn iftirak ve ihtilâfa ve memlekette fitne hudûsuna bâis olacağından, fiil-i mezbûre mücâsereti sâbit olan merkum Cemal Efendinin uhdesindeki vezâif-i ilmiye ve diniyenin ref'i, emr-i zaruri halini almış olmakla ol veçhile tebligat icrâsı..." denilmiştir. 
          Şüphesiz bir Müslümanın en azından namazda okuduğu Kur an-ı Kerim metinlerinin anlamlarını bilmesi ve namazda bunları anlayarak ve duyarak okuması son derece önemlidir ve bu zor da değildir. Ancak manasını anlamak, onun hidayetinden faydalanmak ve Yüce Rabbimizin emir, yasak ve öğütlerinin neler olduğunu öğrenmek için Kur'an-ı Kerim'i terceme etmenin ve bu maksatla meal, terceme ve tefsirlerini okumanın hükmü başka; bu tercemeleri Kur'ân yerine koymanın ve Kur'ân hükmünde tutmanın hükmü yine başkadır.
        Namazda ve ibadet olarak Kur'an-ı Kerim aslî lafızları ile okunur, Yüce Rabbimizin bize olan öğüt, buyruk ve yasaklarını öğrenmek, onun irşadından yararlanmak maksadıyla ise terceme, meal ve açıklamaları okunur. Bu maksatla Kur'an-ı Kerim'in tercüme, meal ve açıklamalarını okumak da çok sevaptır ve genel anlamı ile ibadettir.
           Keyfiyetin, kamuoyuna duyurulmak üzere, Başkanlık Makamına arzına karar verildi.

https://kurul.diyanet.gov.tr/Karar-Mutalaa-Cevap/2610/turkce-ibadet-meselesi