27 Ağustos 2022 Cumartesi

İHSAN: ALLAH’I GÖRÜYORMUŞÇASINA YAŞAMAK


"“Allah (c.c.) her şeyde ihsanı farz kılmıştır…”

(Müslim, Sayd, 56.)

Hz. Peygamber (s.a.s.) bir gün ashabıyla oturmuş sohbet ederken üzerinde hiç yolculuk emaresi olmayan, bembeyaz giyimli, simsiyah saçlı, hiç kimsenin tanımadığı birisi çıkageldi. Peygamberimizin yanına oturdu, dizlerini dizlerine değdirdi, İslam nedir ve iman nedir diye sorular sormaya başladı. Hz. Peygamber (s.a.s.), her bir sorusuna cevap verdikçe bu yabancı adamın “Doğru söyledin.” demesi sahabenin iyice garibine gitti. Hz. Peygamber (s.a.s.) “O Cebrail’di; size dininizi öğretmeye geldi.” diyerek kimliğini deşifre ettiği bu yabancı adamın sorduğu sorulardan birisi de “İhsan nedir?” idi. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bu soruya verdiği cevap, bu zamana kadar ihsan kavramının en şümullü tanımı olup Müslümanların hayat felsefesini özetleyen bir mahiyet arz etmekteydi. Allah Resulü’nün bu soruya verdiği cevap şu şekildeydi: “İhsan, Allah’ı görüyormuşçasına O’na kulluk etmendir. Her ne kadar sen O’nu göremesen de O seni görmektedir.” (Buhari, İman, 36.)


Buradan öğreniyoruz ki ihsan, dinin mütemmimi olan hasletlerden bir tanesidir. Zira dini öğretmek için gelen Cebrail’in Hz. Peygamber’e sorduğu üç temel unsurdan biridir ihsan. İhsan, iman ve İslam’ın ideal seviyede yaşanmasının yegâne yolu olup bu kavramın hem Allah hem de kullar için bir anlam dünyası bulunmaktadır. Allah için kullanıldığında ihsan, O’nun bütün mahlûkata ikramda bulunması, rızık vermesi, dünya hayatında kâfir yahut mümin, insan yahut hayvan ayrımı yapmadan rahmetiyle muamele etmesi gibi anlamlara gelmektedir. Kullara bakan yönüyle ise ihsanın dört mertebesinden bahsedebiliriz:

Kişinin kendisine karşı ihsan

Hem yaratılış hem donanım hem de yetenek bakımından kişinin kendisini bilmeden ve tanımadan Yüce Allah’ı bilmesi ve mutlak doğruya ulaşması mümkün değildir. Nitekim bu hakikati ifade etmek üzere “Nefsini bilen rabbini de bilir.” sözü bir kelâm-ı kibar olarak söylenegelmiştir. Kendini bilip tanımanın en önemli yolu da kişinin kendisine karşı ihsan üzere olmasıdır. İnsanın yaratılış gayesini bilmesi ve yaptıklarının hesabını vereceğinin bilincinde olması, kendisine karşı en büyük ihsanıdır. Zira bu bilinç, kişinin dünyada huzuruna, ebedî âlemde de kurtuluşuna vesile olacaktır.

Yüce Allah’a karşı ihsan

Yukarıda zikredilen Cibril hadisinde de görüldüğü üzere ihsanın en temel anlamlarından biri, Allah’ı görüyormuşçasına yaşamaktır. Aynı şekilde ihsan, “Nerede olursanız olun O sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görmektedir.” (Hadid, 57/4.) ayetini düstur edinip ona göre davranmaktır. Bu yönüyle ihsan, kulluk bilincinin zirvesidir. Zira alıp verdiği her bir nefeste Allah’ı görüyormuş gibi davranan, attığı her bir adımda Rabbin huzurunda olduğunun bilincinde olan bir Müslüman’dan hem kendisine hem de başkalarına zarar verecek bir iş sadır olmayacaktır.

Diğer insanlara karşı ihsan

İhsan, karşılıksız iyilik yapmak, güzel davranışlar ortaya koymak gibi anlamlara da gelmektedir. Kişinin kendisi için sevip istediği şeyi Müslüman kardeşi için istemesi de ihsandır. Bu doğrultuda; insanlara iyilik ve ikramda bulunmak, dertlere derman, gönüllere şifa, yolunu kaybedenlere kılavuz olmak; kısaca insanlığın hayrına olacak her türlü güzel davranış ihsandır. İlim ve fende çığır açmış nice Müslüman ilim adamının yaptığı gibi yeni buluşlar ortaya koymak, bilişim ve teknoloji başta olmak üzere hayatın her alanında Müslümanların ve bütün insanların işlerini kolaylaştıracak icatlar yapmak, ihsanı hayatının merkezine yerleştiren müminlerle mümkün olacaktır. Hiç şüphe yok ki başkasına faydası olmadan çokça nafile ibadetle geçen bir ömürdense başkalarına faydalı olup sadece farz ibadetlerle meşgul olmak çok daha hayırlıdır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) bu hakikati şu sözüyle dile getirmiştir; “İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olanıdır.” (Taberânî, el-Mu‘cemu’l-Evsat, VI/58; Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, X/115.) 

Canlı cansız bütün varlığa karşı ihsan

Canlı cansız bütün varlığa karşı güzel muamelede bulunmak da ihsandır. Nitekim dergimizin bu ayki sayısı için belirlediğimiz hadiste Hz. Peygamber (s.a.s.), Yüce Allah’ın her işte ihsanı farz kıldığını bildirmektedir. Hadisin devamında Allah Resulü savaş hâlindeyken düşmana bile işkence edilmemesini, kurban edilirken hayvana eziyet edilmemesini ve onun rahatlatılmasını isteyerek ihsanın hangi alanlarda olabileceğinin örneklemesini yapmıştır. (Müslim, Sayd, 56.) 

Bunların yanı sıra ihsan, bir işi en güzel şekilde yapmak diye de tarif edilebilir. Bu manadan hareketle, mümin bir bireyin ibadetten ticarete, tarım ve hayvancılıktan sanayiye, kısaca hayatın her alanında ihsan üzere olması ve buna göre davranması gerekmektedir. Bilim insanının araştırmalarında insanlığa/canlılara faydayı hedeflemesi; gıda üreticisinin ürettiği gıdada helal ve zararsız içerik bulundurması; mühendisin yaptığı binayı sağlam ve estetiğe uygun inşa etmesi; müteahhidin dere kenarlarına bina yapmaması, zemini sağlam olmayan yerlerde yüksek binalar inşa etmemesi gibi hususların hepsi ihsan kavramının bir gereğidir. Ayrıca İslam’ın üzerinde titizlikle durduğu adaletle muamele, emaneti ehline verme, liyakati önceleme vb. ilkeler de ancak ihsan kavramıyla ayakta kalacaktır.

Özetle ihsan; Allah’ın gördüğünü bilerek her işi en iyi ve en güzel şekilde yerine getirmek ve her şeyin hakkını vererek yapmaktır. İhsan bilinci kaybolduğunda insandaki şuur, ibadetteki huşu da kaybolur gider. Bu yüzden mümine düşen ister toplum içindeyken ister yalnız başınayken olsun ibadetinde veya dünyalık bir meşgalesinde ihsan üzere yaşamaya ve bu hâl üzere ruhunu teslim etmeye gayret etmektir.

Hadisten öğrendiklerimiz

1. İhsan, Allah’ı görüyormuş gibi yaşamak, yapılan her bir işi/ameli en iyi, en güzel ve en sağlam şekilde yapmak demektir.

2. İhsan bilincinin yitirilmesi, adaletin yerini zulmün, huzurun yerini kaosun almasına zemin hazırlayacaktır.

Halil Kılıç

https://yayin.diyanet.gov.tr/Category/GetArticles?id=2661+&categoryId=59#

26 Ağustos 2022 Cuma

ANNE BABA RIZASI: CENNETE GÖTÜREN KESTİRME YOL

 

Mekkeli müşrikler, Hz. Peygamber’e ve Müslümanlara yönelik saldırılarını iyice arttırınca Allah Resulü (s.a.s.), şehrin ileri gelenlerini İslam’a davet etmek ve desteklerini almak amacıyla Taif’e gitmişti. Ne var ki Taif halkı, hidayet mesajına kulak tıkamışlar; Hz. Peygamber’i ve yanında bulunan Zeyd b. Harise’yi taşlamışlar, yollara attıkları dikenlerle ayaklarını kan revan içinde bırakmışlar, pek çok ağır söz söyleyip hakaretler etmişlerdi. Bu elim hadiseden sonra Mekke’ye dönüşte karşısına çıkan Cebrail’in, Taif’in başına dağları geçirip ahalisini helak etme talebini geri çevirmiş; bu halde bile onların hidayetini düşünmüş ve onlara beddua etmemişti. (İbni Hişâm, Sîre, II/60-63). Ama gelin görün ki âlemlere rahmet olarak gönderilen ve hayatı boyunca bedduayı ağzına almamaya çalışan Hz. Peygamber (s.a.s.), söz konusu anne baba hakkı olunca meselenin ehemmiyetine vurgu yapmak, bu konuda ihmalkârlık yapılmasını önlemek adına şu ağır sözleri sarf etmişti:

“Yazıklar olsun! Bir kez daha yazıklar olsun! Ve bir kez daha yazıklar olsun!” ‘Kime yazıklar olsun ey Allah’ın elçisi?’ diye sorulunca Hz. Peygamber (s.a.s.) şu cevabı vermişti:

“İhtiyarlık zamanlarında anne-babasından birine yahut her ikisine yetişip de (kendilerine gereken hürmeti göstermediği için) cennete giremeyen kimseye…” (Müslim, Birr, 9.)

Bu hadiste geçen ve “yazıklar olsun” diye çevirmeyi uygun gördüğümüz “ ” tabiri meşhur muhaddis ve Buhari şârihi İbn Hacer’e göre rezil rüsva olma anlamında bir nevi bedduadır. (İbn Hacer, Fethu’l-bârî, I/124.) Bu ifade, beddua anlamına geldiği gibi anne babaya iyilik ve ihsanda bulunulmadığı için cenneti kaçırmak suretiyle gerçek manada rezil rüsva olma anlamına da gelmektedir. Nitekim anne babaya hürmet gösterip onların rızasını kazanan, Yüce Allah’ın da rızasını kazanacak ve ebedi mutluluğa kavuşmuş olacaktır. Ancak anne babasının kadr ü kıymetini bilmeyip onların rızasını kazanamayan, Yüce Allah’ın rızasına da nail olamayacak ve cennetten mahrum olmak gibi büyük bir hüsrana duçar olacaktır. Bundan dolayıdır ki Hz. Peygamber (s.a.s.) “Allah’ın rızası, anne babanın rızasında, gazabı da anne babanın gazabındadır.” buyurmuştur.

Yüce Allah ise Kur’an-ı Kerim’de “Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi ve anne babanıza iyi davranmanızı emretti. Onlardan biri veya ikisi senin yanında yaşlanırsa onlara öf bile deme! Onları azarlama! İkisine de gönül alıcı güzel sözler söyle.” (İsrâ, 17/23.) buyurmak suretiyle hem anne babaya söylenecek en ufak incitici bir söze bile müsaade etmemiş hem de anne baba hakkını, kendisine kulluk edilmesinden hemen sonra zikrederek onlara hak ettikleri değeri vermiştir. Esasında insanın, kendisini yaratan Allah’ı inkâr etmesi, O’na başka varlıkları eş koşması (şirk) Allah nezdinde ne kadar kötü bir tutum ise dünyaya gelmesine vesile olan, büyütüp yetiştirilmesinde sayılamayacak kadar emekleri olan anne babasına hürmetsizlik ve itaatsizlik etmesi de aynı şekilde kötüdür ve her iki tutum da nankörlüktür. 

Dinimizde anne babaya verilen değer, ayetlerde ve hadislerde açıkça görülmekle birlikte Allah’a itaat her şeyden ve herkesten önce gelmektedir. Bundan dolayıdır ki Hâlik’a isyan konusunda -anne baba da dâhil- hiçbir mahlûka itaat olmaz. Bu ve benzeri hâller dışında imkân dâhilinde anne-babaları kıracak ve üzecek her türlü söz ve davranıştan uzak olunmalıdır. Zira biz Müslümanlar olarak inanmayan babasına bile “babacığım” diye hitap eden (Meryem, 19/42) nezaket timsali Hz. İbrahim’in (a.s.) milletindeniz; yaşlı anne babaya bakmayı Allah yolunda cihattan daha faziletli gören (Buhari, Cihad, 1; Müsned, XI/102) Hz. Muhammed’in (s.a.s.) ümmetindeniz. Bu itibarla herhangi bir konuda haksız olsalar bile evladın anne babasına küsmeye, onlarla irtibatını koparmaya hakkı yoktur. Ne var ki çoğu kez anne babayla evlatlar arasında incir çekirdeğini doldurmayacak meseleler yüzünden küslükler olabilmektedir. Evlatlar genelde “Bana az, kardeşime çok verildi.”, “Ona alındı, bana alınmadı.” gibi parayla ve malla ilgili dünyalık konularda böylesine tavırlar sergileyebilmektedirler. Fakat evlatların göz ardı ettikleri husus şudur: Sırf dünyaya gelmelerine vesile olmaları, anne babanın hukukunu gözetmeyi ve onlara hürmet göstermeyi zorunlu kılmaktadır. Şayet anne baba, çocukları arasında ayırım yapar veya onlara gerektiği gibi annelik babalık yapmazlarsa elbette bu davranışının hesabını Yüce Allah’a verecek ve ahirette evlatlarıyla hesaplaşmak zorunda kalacaklardır. Ancak onların bu yanlış tutumu evlatlara da yanlış yapma hakkı tanımamaktadır.

Üzülerek belirtmemiz gerekir ki günümüzde yaygınlaşmaya başlayan uygulamalardan biri de anne babaların, evlatlarına en çok ihtiyaç duydukları düşkünlük çağlarında evlatların, “Meğer vefa İstanbul’da bir semt adıymış!” ifadesini haklı çıkaracak mahiyette bir vefasızlık yaparak onları kendi başlarına bırakmaları veya huzur (!) adı verilen evlere terk etmeleridir. Hazine dolu bir sandığın üstünde oturup da o sandığı açmadığı için yoksulluk çeken kişi nasıl içler acısı bir hâldeyse yaşlanmış anne babasını yüzüstü bırakıp Allah’ın rızasından mahrum olan kişinin hâli de aynıdır. Bu kişiler, dünyalık geçici hazları önceleyip anne babalarını kendi hâllerine bırakmakla, kendilerine altın tepside sunulan cennet anahtarını reddettiklerinin ne yazık ki farkında değillerdir.

İşte bu hakikati unutmayalım diye günde beş defa kıldığımız namazda “Rabbenâ” dualarını okuyarak “Rabbim, beni, anne babamı ve bütün müminleri bağışla.” diye onlar için niyazda bulunuyoruz. Namazında bu niyaza yer vermesine rağmen anne babasını yalnız ve kimsesiz bırakarak cennet yoluna bariyer koyan bir müminin, hiç şüphesiz önce imanını sonra ahlakını daha sonra da namazını gözden geçirmesi isabetli olacaktır.

Hadisten Öğrendiklerimiz

1. Anne babanın rızasını almak, Rabbin rızasını ve cennete giden yolu kolaylaştıracaktır.

2. Anne babadan yüz çevirmek ve onları kendi hallerinde çaresiz bir şekilde bırakmak tıpkı kendisini yaratanı inkâr etmek gibi büyük bir nankörlüktür.

Halil Kılıç

https://yayin.diyanet.gov.tr/Category/GetArticles?id=2661+&categoryId=59#

25 Ağustos 2022 Perşembe

GÜZEL AHLAK: İMANI KEMALE ERDİREN VASIF


“Mümin; tan edip ayıplayan, lanet eden, çirkin söz söyleyen ve hayâsız bir kimse değildir.” (Tirmizi, Birr ve Sıla, 48; Müsned-i Ahmed, VI, 390.)

Din, dünya hayatında insanın kendisiyle, Rabbiyle ve bütün mahlûkatla olan iletişimini düzenleyen ilahi kurallar bütünüdür. İnsanın hem dünyada hem de ahirette mutlu ve huzurlu bir yaşam sürmesini amaçlamayan bu ilahi kuralları üç başlık altında toplamak mümkündür: iman, ibadet ve ahlak. Aralarında kopmaz bir bağ bulunan bu üç başlığa dair dinin pek çok emir, yasak ve tavsiyeleri bulunmaktadır. Özellikle de iman ve ibadetin pratik bir sonucu olan ahlak, dinin özünü teşkil etmektedir. Nitekim “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” (Muvattâ, Husnü’l Huluk, 8; Müsned, XIV/513) hadisinde, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) gönderiliş gayesi olarak ahlaka vurgu yapılmaktadır.

İşte yukarıdaki hadis, İslam ahlakıyla imanlarını süslemeleri ve kemale erdirmeleri noktasında Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Müslümanlara verdiği pek çok eşsiz mesajdan sadece bir tanesidir. Hadiste insanlar arasında kin ve nefret tohumları ekecek olan özellikle de dilden kaynaklı olumsuz tutumların Müslümanda bulunamayacağı etkili bir biçimde ortaya koyulmuş ve müminde bulunmaması gereken dört hususa yer verilmiştir. Buna göre mümin:

Tan edici değildir
Hadiste zikri geçen “tan edici” ifadesinden maksadın insanları sürekli ayıplayan kişi olduğu ifade edilmiştir. Ayrıca tan etmek, başkalarının onur ve haysiyetine dil uzatmak, onları karalamak veya kınamak anlamlarına da gelmektedir. Oysa akıllı mümin, eksik ve kusurlarından dolayı başkalarını ayıplamak, karalamak veya kınamak yerine kendi eksiklerine bakmalı; Hz. Peygamber’in (s.a.s.) “Akıllı kişi kendini hesaba çeken ve ölümden sonrası için çalışandır.” (Tirmizi, Sıfatu’l-Kıyâme, 25.) buyruğundan hareketle kendi ayıp ve kusurlarıyla ilgilenmelidir. Bu noktada mümince duruş, Mevlâna’nın “Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol.” düsturuna sarılmakla olacaktır.

Lanet edici değildir
Allah’ın bağış ve merhametinden uzak bırakılmayı ifade eden lanet kavramı, bir önceki maddede yer alan tan etmekten daha kötü bir davranıştır. Zira bir kimsenin, mümin kardeşine lanet etmesi, onun Allah’ın rahmetinden uzak olmasını istemesi anlamına gelmektedir. Oysaki müminlerin, kendileri için sevip istedikleri şeyleri mümin kardeşleri için de istemeleri icap ederdi. Yine müminlerin, bir bedenin uzuvları mesabesinde olup birini rahatsız eden şeyin diğerlerini de huzursuz etmesi gerekirdi. Bu duyguları taşımak bir yana, ilahi rahmeti bile mümin kardeşine çok görmek, onu diri diri ateşe atmaktan pek de farklı değildir. Tam bu noktada Peygamberimizin “Mümine lanet etmek onu öldürmek gibidir.” (Müslim, İman, 110.) sözü çok daha anlaşılır hâle gelmektedir. Çünkü bir kişiyi öldürmek onun dünyevi nimetlerden nasıl mahrum olmasına neden oluyorsa lanet okumak da müminin uhrevi nimetlerden mahrum olmasını temenni etmek olduğundan onu öldürmekle eş tutulmuştur.

Lanetin müminlere yönelik olması yanlış olduğu gibi diğer insanlara hatta tüm canlılara yönelik olması da aynı şekilde yanlıştır. İstisnai bazı hâlleri bir tarafa koyacak olursak gayrimüslim biri için lanet yerine hidayet ve istikamet talebinde bulunarak ebedî âlemde onun da sonsuz rahmetten nasibdâr olmasını arzulamak, yüce gönüllü müminlere daha çok yaraşır bir davranış olacaktır.

Dili hayâsız değildir
Hadiste zikri geçen “fâhiş” kelimesinden maksadın yalan, alay, sövme, hakaret etme gibi dilden sadır olan her türlü çirkin sözler olduğu ifade edilmiştir. Üç günden fazla küs durmaları helal olmayan müminlerin kırgınlığa ve küskünlüğe yol açacak ve aralarındaki gönül köprülerini yok edecek her türlü yalandan, alaydan, kaba ve çirkin sözden uzak durmaları İslam ahlakının olmazsa olmazlarındandır. Müminler, “Sağında ve solunda, onunla beraber oturan iki alıcı melek, yanında hazır birer gözcü olarak söylediği her sözü zapt ederler.” (Kaf, 50/17-18.) ayetini kendilerine rehber edinip ağızlarından çıkan her bir sözün huzur-i divanda hesabı olduğu bilinciyle yaşarlar ve bilerek veya bilmeyerek ağızlarından Hakk’ın razı olmayacağı hiçbir şey çıkmaması için gayret sarf ederler.

Davranışları hayâsız değildir
Bundan önceki üç madde, müminin sözlü davranışlarında dikkat etmesi gereken hususlarla alakalı iken bu son madde (el-bezî’), söz ve eylemlerinin tamamını kapsayan ve “hayâ” olarak çevrilmesi daha uygun olan bir kavramdır. İmanın en güzel tezahürü olan hayâ, insana insan olduğunu hatırlatan, onu irade sahibi olmayan diğer canlılardan ayıran en önemli haslettir. Bu hasleti kaybeden toplumlarda ahlaksızlık kasırgaları bütün sınırları yok etmekte; hayâ duygusunu yitiren insan da yaratılış gayesine aykırı pek çok eylem ve söylemde bulunabilmektedir. Bundan dolayıdır ki Hz. Peygamber (s.a.s), “İnsanların tâ ilk nübüvvet (peygamberlik) mesajından öğrenegeldikleri bir şey de şudur: Eğer utanmazsan dilediğini yap!” (Buhari, Edeb, 78.) buyurmuş ve hayânın kötülükler/ahlaksızlar karşısında en önemli perde olduğuna işaret etmiştir.

Öyleyse iman ve ibadetlerle kuşanan mümin bir bireye düşen en temel vazife, hem dinde kardeşi olan kişilerle hem de hilkatte (yaratılışta) dengi olan bütün insanlarla iletişiminde ve etkileşiminde İslam’ın özü olan güzel ahlaktan ve ahlaki değerlerden uzak olmamaktır. Bu noktada mümin, muhatabı her kim olursa olsun diline ve bütün bedenine hayâyı egemen kılarak hayatının her alanında İslam ahlakını ve güzelliğini yansıtmaya çalışmalıdır.

Hadisten öğrendiklerimiz
1. Gerçek mümin, iman ve ibadetlerin yanı sıra güzel ahlak ve övgüye layık vasıflarla donanmış kişidir.
2. Ayıplama, kınama, lanet etme, yalan söyleme, sövme, alay gibi her türlü çirkin söz ve davranışlardan müminler uzaktır.
3. Mümin, her türlü davranışını Yüce Allah’ın gördüğünü, sağ ve sol taraftaki meleklerin kayıt yaptığını bilip hayâ zırhıyla imanını korumaya alan kişidir.

Halil Kılıç

24 Ağustos 2022 Çarşamba

Türkçe İbadet meselesi

Din İşleri Yüksek Kurulu Kararları
Karar Yılı: 1997 - Karar No: 103
Konusu: Türkçe İbadet meselesi
   

 Din İşleri Yüksek Kurulu, Kurul Başkanı İsmail ÖNER'in başkanlığında toplandı. Son günlerde medyada Türkçe ibadet ve özellikle Kur'an-ı Kerim'in namazda Türkçe tercemesinin okunmasına dair tartışmaların yoğunluk kazanması üzerine konu Kurulumuzda görüşüldü. Yapılan inceleme ve müzakere sonunda:
       1- Bütün ilahi kitaplar, onları insanlığa tebliğ ile görevlendirilen Peygamberlerin konuştukları dille indirilmişlerdir. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.) Arabistan da araplar arasında yetiştiği ve Arapça konuştuğu için, O'nun tebliğ ettiği Kur'an-ı Kerim de Arapça olarak indirilmiştir.
       Ancak Yüce Rabbimizin bütün insanlığa son kitabı ve ebedi hitabı olan Kur'an-ı Kerim, sadece araplar ve Arapça'yı bilenler için değil, bütün insanları sapıklıklardan korumak, onlara Hakkı ve hakikati öğretmek, hidayet ve gerçek saadet yolunu göstermek için indirilmiştir. Bunun gerçekleşebilmesi için de, Kur'an-ı Kerim'in bildirdiği ilahi gerçek ve öğütlerin herkese, bütün insanlığa tebliğ edilmesi, herkes tarafından öğrenilmesi, anlaşılması, üzerinde düşünülmesi, kavranması ve kalplere yerleşmesi gerekir. Nitekim Kur'an- Kerim'de:
       "Bu Kur'an, bütün insanlara bir açıklama, sakınanlara yol gösterme ve bir öğüttür." (Al-i İmran, 3/138)
       "Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçiliğini yapmamış olursun..." (Maide 5/67)
       "Kendilerine indirileni insanlara açıklayasın diye sana Kur'an'ı indirdik…" (Nahl, 16/44)
      "Bu Kur'an, ayetlerini iyiden iyiye düşünsünler, tam akıl sahipleri ibret alsınlar diye sana indirdiğimiz feyz kaynağı bir kitaptır.” (Sad 38/29)
buyurulmuştur.
      İfade edildiği üzere Kur'an-ı Kerim Arapçadır. Cenab-ı Hakk'ın yüce kelâmı kutsal kitabımızın dilinin her Müslüman tarafından bilinmesi ve anlaşılması, arzu edilen bir durum ise de âdeten mümkün değildir. 0 halde Kur’an-ı Kerim'in Arapça bilmeyenlere tebliğ edilebilmesi ve onların yüce Kitapta bildirilen ilahi gerçek ve öğütleri anlayıp üzerinde düşünebilmeleri ve O’nun hidayetinden yararlanabilmeleri için, başka dillere tercüme edilmesine, kısa ve uzun açıklamalarının yapılmasına kesin ihtiyaç, hatta zaruret vardır. Nitekim, İslam’ın ilk dönemlerinden itibaren buna ihtiyaç duyulmuştur. Ashabın ileri gelenlerinden Selmân-ı Fârisi'nin İran'lı hemşehrilerinin isteği üzerine Fatiha Sûresini Farsçaya çevirip onlara gönderdiği bazı kaynaklarda (bk.Serahsi, el-Mebsut, I, 37, Beyrut, 1398/1978) yer almıştır. Günümüzde Kur'an-ı Kerim, dünyadaki belli başlı hemen bütün dillere çevrilmiş durumdadır. Dilimizde de yüzün üzerinde meâl, terceme ve tefsiri bulunmaktadır.
       2- Kur'an-ı Kerim'in namazda Türkçe tercemesinin okunmasına gelince:
       Kur'an-ı Kerim'de "Kur'an'dan kolayınıza geleni okuyun" (Müzzemmil, 73/20) buyurulduğu gibi, Hz. Peygamber (s.a.) de bütün namazlarda Kur'an-ı Kerim okumuş ve namaz kılmayı iyi bilmeyen bir sahâbiye namaz kılmayı tarif ederken "....sonra Kur'an'dan hafızanda bulunanlardan kolayına geleni oku." (Müslim, Salat, 45) buyurmuştur. Bu itibarla namazda kıraat yani Kur’an okumak, kitap, sünnet ve icma ile sabit bir farzdır.
      Bilindiği üzere Kur'an, Cenab-ı Hakk'ın Hz. Muhammed’e (s.a.) Cebrail aracılığı ile indirdiği manaya delalet eden elfazın (nazm-ı münzel'in) ismidir. Sadece mana olarak değil, Rasulüllah (s.a.)'in kalbine elfazı ile indirilmiştir. Bu itibarla bu elfazdan anlaşılan ve başka lafızlarla (sözlerle) ifade edilen mana Kur'an değildir. Çünkü indirildiği elfazın dışında, hatta Arapça bile olsa, başka sözlerle ifade edilen mana Cenab-ı Hakk'ın kelâmı değil, mütercimin ondan anladığı yorumdur. Oysa Kur'an kavramının içeriğinde, sadece mana değil, Bir rüknü olarak onun elfazı da vardır. Nitekim:
        "Şüphesiz o, âlemlerin Rabbı tarafından indirilmiştir. Onu Ruhu'l-emin (Cebrail), uyarıcılardan olasın diye, senin kalbine apaçık Arap diliyle indirdi." (Şuara 26/192-195)
        "Böylece biz onu Arapça bir Kur'an olarak indirdik." (Tâhâ, 20/113)
        "Korunsunlar diye dosdoğru Arapça bir Kur'an indirdik." (Zümer, 39/28)
        "Bu bilen bir toplum için, âyetleri Arapça bir Kur'an olmak üzere ayrıntılı olarak açıklanmış bir kitaptır." (Fussilet, 41/3) gibi tam on ayrı yerde (Yusuf, 12/2; Ra'd, 13/37; Nahl, 16/103; Şûra, 42/7; Zuhruf, 43/3; Ahkâf, 46/12) nazm-ı münzel’in Arapça ifade eden âyetlerden, sadece mananın değil, elfazının da Kur'an kavramının içeriğine dahil olduğu açık ve kesin bir şekilde anlaşılmaktadır. Bu sebepledir ki, tercemesine Kur'an denilemeyeceği ve Tercemesinin Kur'an hükmünde olmadığı konusunda İslâm bilginleri görüş birliği içindedir.
      Bilindiği üzere tercüme, bir sözün anlamını başka bir dilde dengi bir sözle aynen ifade etmek demektir. Oysa her dilin, başka dillerde bulunmayan (kendine ait) ifade, uslup ve anlatım özellikleri vardır. Bu yüzden, edebi ve hissi yönü bulunmayan bazı kuru ifadeler dışında, hiç bir terceme aslının yerini tutamaz ve hiçbir tercemede, her bakımdan aslına tam bir uygunluk sağlanamaz. 0 halde Kur'an-ı Kerim gibi, ilahi belâğat ve i'cazı hâiz bir kitabın aslı ile tercemesi arasındaki fark, yaratan ile yaratılan arasındaki fark kadar büyüktür. Çünkü biri Yaratan Yüce Allah'ın kelamı; diğeri ise yaratılan kulun âciz beyanı. Hiç böylesi bir tercemenin, Allah kelâmının yerine konulması ve aynı hükümde tutulması mümkün olur mu?
       Kaldı ki, İslâm dini evrensel bir dindir. Değişik dilleri konuşan bütün Müslümanların ibadette ortak bir dili kullanmaları onun evrensel oluşunun bir gereğidir.
       Herkesin kendi konuştuğu dil ile ibadet yapmaya kalkışması, Peygamberimizin öğrettiği ve bugüne kadar uygulanagelen şekle ters düşeceği gibi içinden çıkılmaz birtakım tartışmalara da yol açacağı muhakkaktır. Konuya ülkemiz açısından baktığımızda ise, böyle bir uygulamanın dışarda Türkiye aleyhinde, içerde ise Devlet aleyhinde bir malzeme olarak kullanılacağı, vatandaşların birlik ve beraberliğini zedeleyeceği, sonuç olarak birtakım huzursuzluklara sebebiyet vereceği dikkatten uzak tutulmamalıdır.
       Diğer taraftan, yüzleri aşan tercüme ve meal arasından din ve vicdan hürriyetini zedelemeden, üzerinde birlik sağlanacak birisinin namazda okunmak üzere seçilmesi ve bunu herkesin benimsemesi mümkün görülmemektedir.
       Türkçe namaz ile Türkçe dua birbirine karıştırılmamalıdır. Çünkü dua kulun Allah'tan istekte bulunmasıdır. Bunun ise herkesin konuştuğu dil ile yapılmasından daha tabii bir şey olamaz ve zaten genelde de ülkemizde Türkçe dua yapılmaktadır.
         Diğer taraftan, Kur'an-ı Kerim'in en önemli özelliklerinden biri de i’cazdır. Bir benzerinin ortaya konulması konusunda, Kur an bütün insanlığa meydan okumuştur. Bu i'câzın sadece anlamda olduğu söylenemez. Aksine, onun Allah katından indirildiğinde şüpheniz varsa, haydi bir benzerini ortaya koyun" anlamındaki tehaddî (meydan okuma) âyetlerinden (Bakara 2/23-24; Yunus, 10/37- 38; Hud, 11/13; İsra, 17/88; Tûr, 52/33-34) bu özelliğin daha çok lafızla ilgili olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca bir benzerini ortaya koymak için, insanlar ve cinler bir araya toplanıp birbirlerine destek olsalar bile bunu başaramayacaklarını ifade eden âyet-i kerime (İsra, 17/88) den de, Kur'an'ın bir benzerinin yapılamayacağı ve bu itibarla tercemesinin kelâmullah sayılamayacağı, o hükümde tutulamayacağı ve dolayısıyla namazda tercemesinin okunamayacağı açıkça anlaşılmaktadır. Nitekim, 1926 yılında İstanbul Göztepe Camii İmam-Hatibi Cemal Efendi'nin cuma namazında Kur'an-ı Kerim'in Türkçe tercemesini okumasıyla ilgili olarak İstanbul Müftülüğü'nün 20 Mart 1926 tarih ve 92-93 sayılı yazısı üzerine, altında Atatürk tarafından göreve getirilen ilk Diyanet İşleri Reisi Rifat Börekçi'nin imzası bulunan 9 Ramazan 1324/23 Mart 1926 tarih ve 743 numaralı Müşavere Hey'eti kararında:
         "Namazda kırâet-i Kur'ân bi'l-icma farz, ve Kur'ân'ın hangi bir lügat ile tercemesine Kur'ân itlakı kezalik bi'l-icmâ gayr-ı câiz ve namazda kırâat-i Kur'ân mahallinde terceme-i Kur'ân'ın adem-i cevâzı da bi'l-umum mezâhib fukahasnın icmâı ile sâbit olduğundan, hilâfına mücâseret, namazı vaz'-ı şer'îsinden tağyîr ve emr-i dini istihfaf ve mel'âbe şekline vaz'ı mutazammın olduğu gibi, beyne'l-müslimîn iftirak ve ihtilâfa ve memlekette fitne hudûsuna bâis olacağından, fiil-i mezbûre mücâsereti sâbit olan merkum Cemal Efendinin uhdesindeki vezâif-i ilmiye ve diniyenin ref'i, emr-i zaruri halini almış olmakla ol veçhile tebligat icrâsı..." denilmiştir. 
          Şüphesiz bir Müslümanın en azından namazda okuduğu Kur an-ı Kerim metinlerinin anlamlarını bilmesi ve namazda bunları anlayarak ve duyarak okuması son derece önemlidir ve bu zor da değildir. Ancak manasını anlamak, onun hidayetinden faydalanmak ve Yüce Rabbimizin emir, yasak ve öğütlerinin neler olduğunu öğrenmek için Kur'an-ı Kerim'i terceme etmenin ve bu maksatla meal, terceme ve tefsirlerini okumanın hükmü başka; bu tercemeleri Kur'ân yerine koymanın ve Kur'ân hükmünde tutmanın hükmü yine başkadır.
        Namazda ve ibadet olarak Kur'an-ı Kerim aslî lafızları ile okunur, Yüce Rabbimizin bize olan öğüt, buyruk ve yasaklarını öğrenmek, onun irşadından yararlanmak maksadıyla ise terceme, meal ve açıklamaları okunur. Bu maksatla Kur'an-ı Kerim'in tercüme, meal ve açıklamalarını okumak da çok sevaptır ve genel anlamı ile ibadettir.
           Keyfiyetin, kamuoyuna duyurulmak üzere, Başkanlık Makamına arzına karar verildi.

https://kurul.diyanet.gov.tr/Karar-Mutalaa-Cevap/2610/turkce-ibadet-meselesi

23 Ağustos 2022 Salı

Medyada Tartışması Yapılan Bazı Konular

Din İşleri Yüksek Kurulu Kararları
Karar Yılı: 1998 - Karar No: 4
Konusu: Medyada Tartışması Yapılan Bazı Konular
   
Din İşleri Yüksek Kurulu, 22.01.1998 tarihinde Kurul Başkanı İsmail Öner’in başkanlığında toplandı. 
Son günlerde medyada çoğu yetkisiz ve yeterli bulunmayan kişiler tarafından tartışmaya açılan; 
a) Kadınların Cuma, Bayram ve Cenaze Namazı Kılıp Kılamayacağı ve Bunların Saftaki Durumları,
b) Kur’an’da Beş Vakit Namaz Olup Olmadığı,
c) Kadınların İmameti,
d) Hayızlı ve Lohusa Kadınların Namaz Kılıp Kılamayacağı, Oruç Tutup Tutamayacağı, Kur’anı Kerim’e El Sürüm Süremeyeceği, Tavaf Yapıp Yapamayacağı ve Camiye Girip Giremeyeceği,
e) Teravih Namazının Rek’at Sayısı,
konularında, kamuoyunu aydınlatmak üzere başkanlık görüşünün kurul kararı olarak belirlenmesine dair ilgili yazı incelenmiş ve bu konularla ilgili olarak hazırlanana ilişik yazıların (11 sh.) Diyanet aylık Dergisi’nde neşrine ve uygun görüldüğü takdirde acilen basımı sağlanarak yurtiçi ve yurtdışı teşkilatımız ile halkımıza dağıtımının uygun olacağına karar verildi. 
Kadınların Cuma, Bayram ve Cenaze Namazı Kılıp Kılamayacağı ve Bunların Saflardaki Durumu 
Cuma namazı farz-ı ayın, bayram namazları vacip, cenaze namazı ise farz-ı kifayedir. Bunlardan cuma ve bayram namazları, ancak cemaatle kılınır. Cenaze namazının cemaatle kılınması şart olmadığı gibi; ister erkek, ister kadın olsun tek bir müslümanın kılmasıyla kifai farz yerine gelmiş olur. Görüldüğü üzere, gerek mükellefiyet gerek hüküm bakımından cenaze namazında kadın ile erkek arasında hiç bir fark yoktur.  
Cuma namazının farziyyetiyle ilgili ayetin (Cum'a, 62/9) kadın ve erkekleri içeren umumi hükmü sünnetle tahsis edildiği için, cuma namazı ile sadece hür, mukim ve (cuma namazına katılmaya engel olacak derecede hasta ve yaşlı olmayan) sağlıklı erkek Müslümanlar mükelleftir. Nitekim ayetin umumi hükmünden hür, mukim ve sağlıklı olmayanlara da cuma namazının farz olduğu anlaşılmakta ise de, ayetin hükmü bu yönden de tahsis edilmiştir. Nitekim bir hadis-i şerifte, "Hürriyetine sahip olmayan köle, kadın, çocuk ve hasta .müstesna olmak üzere, cemaatle cuma namazı kılmak, her müslüman üzerinde vacip bir haktır." (Ebu Davad, Salat, 168, Hadis No:1O67; Beyhekı, III, 172) buyurulmuştur. Bu itibarla kadınlar cuma namazı ile yükümlü değildir. Cuma namazının kadınlara farz olmadığı konusunda icma vardır. Asr-ı saadetten beri hiçbir İslam müçtehit ve alimi bunun aksini söylememiş, bütün İslam ülkelerinde, her dönemde uygulama da böylece devam ede gelmiştir.  
Vakıa, cuma ve bayram namazları ile yükümlü olmadıkları halde kadınlar isterlerse bu namazlara katılabilirler. Bu takdirde, kendisine cuma namazı farz olmayan (mesela dinen misafir sayılan) bir kişinin cuma namazını kıldığında o günkü öğle namazını kılmasına gerek olmadığı gibi, cuma namazına katılan kadınların da ayrıca öğle namazını kılmaları gerekmez. Nitekim günümüzde beş vakit namazda ve özellikle teravihte olduğu gibi, gerek asr-ı saadette, gerek sonraki dönelerde kadınlardan çok sayıda cuma ve bayram namazlarına katılanlar olmuştur. Ancak ne Hz. Peygamber (s.a.) döneminde ne de müteakip asırlarda beş vakit namazla mükellef kadınların tamamının cuma ve bayram namazlarına katıldığı sabit değildir. Günümüzde de isteyen hanımların cami adabına uyarak camilerin kendilerine ayrılan bölümlerinde,cuma ve bayram namazı kılmalarında hiçbir sakınca yoktur.  
Safların düzenlenmesine gelince:  
İslami hükümlere göre, sadece namaz kılarken değil, ihtiyaç ve zaruret bulunmadıkça kadınların erkekler arasına karışmayıp, uygun olan ayrı bir yerde bulunmaları uygun olur. Bu itibarla ister cuma, ister bayram, ister cenaze, hangi namaz olursa olsun, kadınlar erkeklerle birlikte namaz kıldıkları takdirde, erkeklerden ayrı, uygun bir yerde namaza durmaları gerekir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.) namaz saflarını önce erkekler, sonra erkek çocuklar en arkada da kadınlar olmak üzere düzenlemiş; "namazda erkek saflarının en faziletlisi en önde olanı, fazileti en az olanı ise en arkada bulunanıdır. Kadın safların en faziletlisi ise en arkada kalanı, en az faziletlisi ise en önde olanıdır." (Müslim, Salat , 132;Ebu Daud, Salat, 97. Tirmiz.i, Mevakıt, 52; Nesai, İmame, 32; İbn Mace, İkame, 52) buyurmuştur. Sünnet olan safların böyle olmasıdır. Sünnete uymayarak, kadınlar erkek safları arasına karışarak imama uyarlarsa, Hanefi mezhebine göre rüku ve secdeli namazlarda kadınların arkasında ve hizasında kalan erkeklerin namazları fasit olmuş sayılır. bu duruma sebep olan kadınlar da günah işlemiş olurlar. Bu durum, rüku, ve secdesi bulunmayan cenaze namazında meydana gelirse, erkeklerin namazı fasit olmazsa da, sünnete (yani Hz. Peygamber (s.a.) 'in düzenlemesine) aykırı hareket edildiği için mekruh olur. 
 
b. Kur'an-ı Kerim'de Beş Vakit Namazın Bulunup Bulunmadığı  
 
Belirli şartları taşıyan Müslümanlara günde beş vakit namazın farziyeti Kitap, sünnet ve icma ile sabittir. Beş vakit namazın eda edileceği vakitlere ve ne şekilde eda edileceğineKur'an-ı Kerim'in bir kısım ayetlerinde mücmel olarak işaret olunmuş, bu işaretler Rasalül1ah (s.a.)'in kavli ve fiili sünnetiyle açıklık kazanmıştır. Bilindiği üzere Kur ' an-ı Kerim ' deki mücmel emir ve hükümleri açıklama yetkisi, Onu insanlara tebliğle görevli olan Peygamber (s.a.) Efendimize aittir. O namazı bizzat kılarak ve Müslümanlara imam olup kıldırarak nasıl kılınacağını öğrettiği gibi bunların vakitlerini de göstermiştir. Gerek kılınış şekli, gerek vakitleri ile ilgili bu uygulama ameli tevatür o1arak, günümüze kadar devam etmiştir.  Kur'an-ı Kerim' de beş vakit namaza mücmel olarak işaret eden ayetlerden Taha Süresinin 130 uncu ayetinde: "...Güneşin doğmasından önce de, batmasın dan önce de Rabbını övgü ile tesbih et. Gecenin bazı saatlerinde ve gündüzün etrafında (iki ucunda) da tesbih et ki, rızaya ulaşasın." buyurulmuş; güneşin doğmasından ve batmasından önce, gece saatlerinde ve gündüzün iki ucunda olmak üzere beş ayrı vakitte Cenab-ı hakk' ı tesbih yani namaz kılmak emredilmiştir.  
Bakara Süresinin 238 inci "namazlara ve ayrıca orta namaza devam edin" mealindeki Ayet-i kerimede "namazlar" anlamındaki "salâvat" kelimesi çoğuldur. Arapça da çoğul üçten başlar. "İki'' ye tesniye denir ve ''iki namaz'' sözü "salateyn'' şeklinde söylenir. Demek oluyor ki, ayetteki ''salavat'' sözünden en az üç namaz anlaşılır. Ayrıca bir de "orta namaz" var. Çünkü matuf, matuf aleyhten (üzerine atıf yapılandan) ayrıdır. Bu sebeple "orta namaz", "namazlar'' ifadesine dahil olmadığı gibi, her iki yanında eşit sayı bulunmadığı için, üç namazın arasında yer alacak bir namaza ''orta namaz'' denilmesi de mümkün değildir. O halde, ayetteki "salavat" kelimesi, en az dört namazı ifade eder. Orta namaz buna eklendiğinde beş vakit namaz ortaya çıkar. Orta namazın ikindi namazı olduğu bazı hadislerde açıklanmıştır.  
Hud süresinin 114'üncü ayetinde ise, "Gündüzün iki ucunda ve gecenin (gündüze) yakın saatlerinde namaz kıl..." buyurulmaktadır. 
Ayet-i celilede ''gündüze yakın saatler" anlamındaki "zülef" kelimesi, "zülfe" nin çoğuludur. Yukarıda belirtildiği üzere en az üç adedi ifade eder. demek oluyor ki, bu ayete göre gecenin gündüze yakın saatlerinde, (akşam, yatsı ve sabah namazı olmak üzere) en az üç namaz var. Ayrıca gündüzün iki ucunda da iki vakit var. Böylece bu ayet-i kerimeden de namazın beş vakit olduğu anlaşılmaktadır.  
Bunlardan başka Nisa, 4/103. Hud, 11/114; İsra, 17/78; Rum, 30/17-18; Nur, 24/36; Kaf, 50/3940; Dehr (İns8n) , 76/25-26 ayet.-i kerimelerinde de beş vakit namaza veya vakitlerine mücmel o1arak işaret eden ifadeler bulunmaktadır. Bu mücmel ifade ve işaretler, Rasulüllah ( s.8. ) , in söz ve uygulamalar ile açıklanmış, onun açıkladığı ve uyguladığı şekilde bütün Müslümanlar tarafından ameli uygulama olarak günümüze kadar devam ettirilmiştir. Asr-ı Saadetten beri her asırda Müslümanlar beş vakit namaz kılmış hiç kimse bunun aksini söylememiştir. Bu itibarla "Kur'an' da beş vakit namazın bulunmadığı iddiasının ilmi hiç bir değeri yoktur. 
c. Kadının İmameti 
Kadınların namazda imamlık yapması , bir kadının hemcinsleri olan diğer kadınlara imamlığı ve kadın-erkek karışık cemaate veya sadece erkeklere imamlığı olarak iki kısma ayrılır. 
Kadının hemcinsleri olan diğer kadınlara imamlığı konusunda, Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarından Ümmî Seleme ve Hz. Aişe' nin kadınlara imam olarak namaz kıldırdıklarına, bu durumda öne geçmeyip ilk safın ortasında durduklarına ait ilk devir hadis kaynaklarında bilgiler vardır. Kadınların günlük beş vakit namazda olduğu gibi, teravih namazında da diğer kadınlara imamlık yapmaları ls1am fakihleri tarafından caiz görülmüştür . 
Bir kadının, erkeklere veya kadın-erkek karışık cemaate imamlık yapması ise, ilk hadis kaynaklarından Ahmed b. Hanbel' in Müsned' inde, Ebu Davud'un Sünen' in de, İbn Huzeyme' nin Sahih ' inde, Beyhaki ' nin Sünen-i Kebir ' inde , Hakim ' in Müstedrek ' inde ve muahhar pek çok kaynakta yer alan bir habere göre Hz. Peygamber (s.a.v.) istisnai olarak Ümmî Varaka isimli hafız-ı Kur'an bir sahabiyye hanımın kendi ev halkına imamlık yapmasına izin vermiştir. Ümmî Varaka' nın ev halkı ise, ölümünden sonra azad olmaları kaydıyla hür kıldığı biri erkek diğeri hanım iki köleden ibaretti. 
Bu rivayete dayanarak İmam Ahmed, Ebu Sevr, Müzeni, Taberi, 1bn Teymiyye gibi alimler, kadının zaruret halinde erkeklere de imamlık yapabileceğini söylemişlerdir. 
İmam-ı Azam Ebu Hanife, Şafii gibi müctehidler ile Cumhur-ı fukaha ise, kadının erkeklere imamlığını caiz görmemişlerdir. 
d. Kadınların Özel Hallerinde Yapamayacakları ibadetler 
Dinimiz müslümanları ibadet etmekle yükümlü kılmıştır. Hemen her konuda olduğu gibi bu konuda da kadın ile erkek arasında bir ayırım yapmamıştır. Çünkü erkeğin olduğu kadar kadının da ibadete ihtiyacı vardır. Erkek, yapmakla yükümlü olduğu ibadet görevini yapmadığı zaman Allah'a karşı sorumlu olduğu gibi kadın da aynı şekilde sorumludur. 
Ancak kadınlarda, ayhali (hayz), lohusalık (nifas) ve istihaza (özür akıntısı) denilen, kendilerine özel bazı haller vardır. 
Kadınların ayhali dönemlerinde, -temizleninceye kadar,- cinsî ilişkide bulunmaları Kur'an-ı Kerim'de (Bakara, 2/222) yasaklanmış; namaz, oruç ve Kabe'yi tavaf da, sünnetle bu yasak kapsamına alınmıştır. Nitekim, Fatma binti Ebî Hubeyş'in: 
-Ben istihazalı bir kadınım; hiç akıntım durmuyor. Namazı bırakayım mı? şeklindeki sorusuna Hz.Peygamber (s.a.): 
-"Hayır, o hayız akıntısı değil; damardan gelen hastalık kanıdır. Adet gördüğün günler sayısınca namazı bırak. (Bu sayı dolunca) yıkan ve namaz kıl" (Müslim, Hayz, 14; Ebû Davûd, Taharet, 109; Tirmizi, Taharet, 96; Nesaî, Hayz, 2) buyurmuştur. Bu istihazalı durumda olan kadınlar, 
taharet yönünden özürlü kimseler gibi, her vakitte abdest alarak namazlarını kılarlar. Nitekim Tirmizi'nin rivayetinde: "vakit gelince her namaz için abdest al" ziyadesi de yer almıştır. 
Kadınların ayhali dönemlerinde namaz kılamayacakları, oruç tutamayacakları ve Kabe'yi tavaf edemeyecekleri ayrıca bu günlerde kılamadıkları namazlarını kaza etmeleri de gerekmediği konusunda İslâm müctehid ve fakihleri arasında icma vardır. Sözüne itibar edilen hiçbir İslâm bilgini bunun aksini söylememiştir. Nitekim: 
- Neden, âdet gören bir kadın (temizlendikten sonra âdet günlerinde kılmadığı namazları kaza etmiyor da tutmadığı oruçları kaza ediyor? diye soru soran Muaze adlı hanıma Hz.Aişe: 
- Sen (hanımların ay halinden kılamadıkları namazların da kazası gerekeceğini söyliyen) Haruriye'den misin? demiş; 
- Hayır, Haruriye değilim, ama (öğrenmek için) soruyorum, cevabı üzerine: Hz.Aişe: 
- "Vaktiyle bu iş bizim başımıza geldiğinde, orucu kaza etmekle emrolunduk, namazın kazasıyle emrolunmadık, (Müslim, Hayz, 15) demiştir. 
Ayhalinde iken kadınların Kâbe'yi tavaf edemeyecekleri konusunda da Hz.Aişe; veda haccı esnasında yolda Serif denilen yerde âdet görmeye başlaması üzerine, Rasûlüllah (s.a.)'in: 
- "Bu Allah Teâlâ'nın, Hz.Adem'in kızları üzerine yazdığı bir şeydir. (senin elinde olan bir şey değildir). Hacıların, hacla ilgili yaptıklarını sen de yap. Ancak âdet gördüğün sürece Kâbeyi tavaf etme, buyurduğunu" (Buharî, Hayz, 1) nakletmiştir. 
Nifas (lohusalık) hali de hayız gibidir. Hayız ile ilgili hükümler aynen nifas için de geçerlidir. Nitekim bazı hadis-i şeriflerde "nifas" kelimesi "hayız" anlamında da kullanılmıştır. İbn Hazm diyor ki, Peygamberimizin "nifas" kelimesini "hayız" anlamında da kullanmasından, bunların hükümlerinin aynı olduğu anlaşılır.(El-Muhalla, I, 273) İslam âlimleri, nifasın hükmünün, hayız gibi olduğu hususunda ittifak halindedir.(Neylü'l-evtar, I, 333) 
Âdet gören veya lohusa olan kadınların Kur'an-ı Kerim'i okumalarına gelince; bu konuda İslâm âlimlerinin farklı görüşleri vardır. 
İmam Mâlik ve Ahmed İbn Hanbel'e göre hayızlı veya lohusa olan kadınların el sürmeyerek ezbere veya yüzünden Kur'an-ı Kerim'i okuyabilirler.(Fethu Babi'l-İnaye, I,217) İmam Mâlik bu durumdaki Kur'an öğretici ve öğrencilerinin Kur'an-ı Kerim'i tutmalarını da öğretme ve öğrenme zaruretine binaen câiz görmüştür. (Fethu Babi'l-İnaye, I, 217-218) 
Zahiri mezhebi fakihlerinden İbn Hazm ise hayız ve lohusa olan kadınlarla cünüp olan kimselerin hem Kur'an-ı Kerim'i tutmaları ve hem de okumalarının câiz olduğunu söylemiştir.(el-Muhallâ, I, 94) 
Hanefi ve Şafiîler ise Tirmizî, ile İbn Mâce'nin İbn Ömer (r.a.)den rivâyet ettikleri: 
"Ayhali olan kadın ve cünüp olan kimse Kur'an'dan hiçbir şey okuyamaz."(Tirmizi, Tahare, 98; İbn Mâce, Tahare, 105) anlamındaki hadis-i şerifini esas alarak, hayız veya lohusa olan kadınların Kur'an-ı Kerim'i okumalarının caiz olmadığını söylemişlerdir. 
Görüldüğü üzere, Kur'an-ı Kerim'de yasaklanmadığı için, kadınların âdet günlerinde namazlarını kılıp oruçlarını tutabilecekleri sözü isabetli değildir. Bu iddia, bu konudaki hadisi şeriflere ve peygamberimizden günümüze kadar ki icma haline gelmiş uygulamaya aykırıdır. Yukarda belirtildiği üzere, sözüne itibar edilen hiç bir İslâm âlimi böyle görüş ileri sürmemiştir. Konuya kadın erkek eşitliği açısından bakmak da yanlıştır. Bunun kadın erkek eşitliğiyle bir ilgisi yoktur. Peygamberimiz hanımların bu halleri devam ettiği sürece namaz kılamıyacaklarını, oruç tutamıyacaklarını ve Kâbeyi tavaf edemiyeceklerini bildirmiştir. Şüphesiz her konu Kur'an-ı Kerim'de detaylı olarak yer almamıştır. Kur'an-ı Kerim'den sonra İslâmî hükümlerin ikinci kaynağı da sünnettir. Kur'an-ı Kerîm'de: 
"Kim Peygambere itaat ederse, gerçekte Allah'a itaat etmiştir. (Nisa, 4/80); "Peygamber size ne verdi ise onu alın ve size neyi yasakladı ise ondan sakının."(Haşr,59/7) buyurulmuş; peygamberimizin emir ve tavsiyelerine uyulması emredilmiştir. 
Sünnette yer alan ve tarih boyunca da sünnete uygun olarak uygulanan bir konu hakkında aykırı bir görüşte bulunmanın bir değer taşımıyacağı açıktır. 
e.Teravih Namazının Kaç Rekat Olduğu 
Teravih ramazan ayına mahsus bir gece namazıdır. Yatsı namazından sonra kılınır. Kadın erkek her müslüman için sünnet-i müekkede bir namazdır. Kılınmadığı takdirde kazası gerekmez. tek başına kılınabildiği gibi cemaatla kılınması kifai sünnettir. peygamberimiz cemaatla namaz kılmaya olan iştiyakına rağmen farz namazları dışında sadece teravih namazını cemaatla kılmışlardır. (1) 
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) bu namazın kılınmasını ümmetine tavsiye ve teşvik etmişlerdir: "Kim inanarak ve sevabını umarak Ramazan namazını kılarsa geçmiş günahlarından bir kısmı bağışlanır." (2) buyurmuşlardır. 
Buhari teravihin önemine binaen bu hadisi "nafile olan Ramazan Namazını kılmak imandandır" başlığı ile açtığı bir babda zikretmiştir.(3) 
Toplumumuzda her kesimin ilgisini çeken bu çok sevimli ve ruhlara ferahlık veren neşeli ibadetimiz ülkemizde büyük bir huşu ve huzur içerisinde yerine getirilmekte toplumumuzda birlik beraberliği ve uzlaşıyı da beraberinde getirmektedir. 
Teravih namazını ilk olarak Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) bir ramazan gecesi ashabı ile birlikte kılmışlardır. Ertesi gün duyulunca cemaat artmış yine teravih namazı beraber kılınmıştı. Üçüncü gece cemaat daha da çoğalmış yine Rasullüllah hanesinden çıkıp teravih namazını ashabıyle kılmışlar ancak dördüncü gece cemaat mescide sığmayacak derecede çoğalınca Peygamberimiz yalnız yatsı namazını kıldırarak hanesine çekilmiş teravih namazı için çıkmamış ve sabah namazına kadar bekleyen cemaata namazdan sonra "teravih için beklediğinizi biliyordum fakat üzerinize farz olur da edasından aciz kalırsınız diye korktum." (4) buyurmuştur. O günden sonra herkes teravih namazını evinde veya mescidde kendi kendine kılmaya devam etmiştir. Hz.Ömer devlet başkanlığı sırasında teravih namazı kılmadaki dağınıklığı görmüş bunu önlemek için cemaati bir imam arkasında toplayıp tekrar cemaatla kılmanın daha hoş olacağını arkadaşlarına söylemiş ve ashabın ileri gelen hafızlarından U'bey İbn-i Kâ'bı imam tayin ederek teravih namazının cemaatla kılınmasını başlatmıştır. Hz.Ömer halkın dini bir vecd ile namaz kıldıklarını görünce "bu ne güzel bir adet oldu" diye sevincini belirtmiştir. Gerçi teravih namazı zamanı saadette vardı. Birkaç gece de olsa bizzat Rasulüllah'ın beraberinde cemaatla kılınmıştı. Dinde olmayan birşey dine sokulmamıştı. Bu bakımdan Hz.Ömer'in "şu ne güzel bir bid'at oldu" sözündeki bid'at ifadesi dinde olmayanı dine sokma anlamında değildir. Belki cemaatla kılınmasının yeniden ihdas edilmiş olması anlamındadır. Bunun da bir sakıncası yoktu. Çünkü Hz.Peygamber farz sayılacağı endişesiyle teravihin cemaatla kılınmasını bırakmıştı. Onun irtihalinden sonra artık böyle bir endişe de kalmamıştı. Teravihin tekrar cemaatla kılınması şariin maksadına aykırı değildi. 
Nitekim bilahire Hz.Ali (r.a.) da bu namazı teşvik etmiş ve "Ömer mescidlerimizi teravihin feyziyle nurlandırdığı gibi Allah'da Ömer'in kabrini öyle nurlandırsın" diye memnuniyetini belirtmiştir. 
Hz.Ömer zamanındaki cemaatla kılınan teravihin kaç rek'at olduğu hakkında iki rivayet vardır: Vekî'ın malik İbn Enes'den onun da yahya İbn Sa'd'dan rivayetine göre Hz.Ömer görevli birisine cemaatına yirmi rek'at kıldırmasını emretmişti.(5) 
Hz.Aişe'den Hz.Peygamber'in ramazanda ve sair gecelerde, bir rivayette onbir, diğer rivayette onüç rek'attan fazla namaz kılmadığı hakkındaki sahih rivayete ilaveten Hz.Ömer'in de Muvatta'daki rivayete göre onbir rek'at kıldırması için U'bey İbn Kâ'b'a emir verdiği hakkındaki rivayetleri karşısında Beyhakî'nin Said İbn Yezid'den Hz.Ömer döneminde teravihi yirmi rek'at kıldıklarına dair rivayetini İmam Nevevî te'lif etmiş ve Hz.Ömer'in onbir rek'at emri, döneminde ilk kılınan teravih gecelerine aitti. Sonra teravih yirmi rek'at olarak yerleşmişti. Şimdiye kadar devamedegelen de budur. "(6) demiştir. 
Teravih namazının asrı saadette ve ondan sonraki dönemde rek'atlarının adedi hususunda daha geniş malumat edinebilmek ve sağlıklı bir sonuca kavuşmak için Allame Bedreddin Aynî'nin Umdetü'l-kârî isimli eserindeki malumata kısaca bir göz atma ihtiyacını duymaktayız. 
Bu İslâm aliminin verdiği bilgiye göre Resûuli Ekrem'in gece namazının gerek kemiyet ve gerek keyfiyeti hakkındaki haberleri Hz.Aişe ile İbn-i Abbas'tan başka daha birçok sahabiden gelmektedir. Bu husustaki rivayetlerin özeti şunlardır: 
Tirmizi `nin Medine'lilerin uyguladıklarını söylediği teravih namazı vitirle birlikte kırkbir rek'attır. 
İmam Mâlik'den meşhur olan otuzaltı rek'at teravih, üç de vitir'dir.... 
Tirmizi ekseri ilim ehline göre teravih yirmi rek'attır, zira Hz.Ömer, Hz.Ali (r.a.) ve daha başka sahabilerden rivayet edilen de budur. Bizim Hanefi ekolünün görüşleri ve sözleri de budur.......demiştir. 
Saib İbn Yezid'den Ömer İbn-i Hattab'ın U'bey İbn-i Kâ'b ile temimi Dari'ye ramazan imamlığı verirken yirmi bir rek'at kıldırmalarını söylediği yüzer âyet okunarak kılınan bu namazdan cemaat dağılırken nerdeyse tan yeri ağaracağı rivayet edilmiştir. 
İbn-i Abdilberr demiştir ki Haris İbn-i Abdirrahman İbn-i Ebî Zübab'ın Saib İbn-i Yezid'den rivayetine göre de teravih namazı Hz.Ömer zamanında yirmiüç rek'attı. Bunun üçü vitir namazıydı. 
Hz.Ali'den gelen bu husustaki rivayete gelince Vekî'in, Hasan İbn-i Salih kanalıyla Ebu'l Hasna'dan, gelen rivayetine göre de Hz.Ali görevli bir adama teravih namazını yirmi rek'at kıldırması için emir vermişti..... 
A'meş, Abdullah İbn-i Mes'ud'un da ramazan ayında yirmi rek'at teravih üç de vitir kıldığını söylemiştir. 
Bedreddin Ayni Tabiinden bu görüşte olanların isimlerini de verdikten sonra diyor ki İbn-i Abdilberr de demiştir ki cumhur-i Ulema'nın kavli de budur. Kufe uleması, İmam-ı Şafii'yi ve birçok fukaha da bu görüştedirler. Sahabe'den bu hususta bir ihtilaf da sözkonusu olmamıştır. U'bey İbn-i Kâ'b'dan sahih nakledilen de budur. 
Allame Aynî teravih namazının rek'atlarıyle ilgili başka rivayetlere de şöyle temas etmektedir: 
Ebu Mucliz'den gelen rivayete göre bu zat cemaata onaltı rek'at kıldırır her gece kur'an'ın yedide birini okurdu..... 
Teravihin onüç rek'at olduğunu Saib İbn-i Yezid söylemiştir ve demiştir ki: Biz Hz.Ömer zamanında onüç rek'at kılardık. Ama yeminle söyliyeyim ki mescidden ancak sahaba karşı çıkabilirdik. Her rak'atında elli-altmış âyet okunurdu. İbn-i İshak diyor ki, bu hususta duyduklarımın en sağlamı ve uygunu budur. 
Bedreddin Aynî bu onüç rek'at Hz.Ömer'in döneminde işleme koyduğu ilk gecelere ait teravih namazıydı. Sonra bunu yirmi üç'e çevirmişti, diyor. (7) 
Bu hususta İbn-i Ebî Şeybe'nin el-kitab-ül Musannefinde: Hz.Ömer yirmi rek'at teravih kılınmasını emrettiği tasrih edilmiş, Abdülaziz bin Refîin U'bey bin Kâ'b'ın ramazanda Medinede yirmi rek'at teravih, üç rek'at da vitir kıldırdığını söylemiştir.(8) 
Saib bin Yezid diyor ki biz Hz.Ömer zamanında yirmi rek'at teravih ve ayrıca vitir kılardık. Nevevi Hûlâsada bunun isnadı sahihtir. diyor. Muvattadaki onbir rek'at rivayeti başlangıca aitdi, sonradan yirmi üzerinde istikrar etmiştir, tevarûs eden de budur...(9) 
Mezhep İmamlarının görüşüne gelince: 
İmam Malik'den otuz altı rivayetine karşılık öteki üç mezhep imamı da teravih için yirmiden noksan bir sayıyı benimsememişlerdir. Bu hususta Tahavî Cessas'ın telhîs ettiği "İhtilâf'ü Ulema" isimli eserinde bu hususda sadece şu bilgiyi vermiştir. 
Hanefiler ve İmam Şafiî vitirden başka yirmi kılınır. demişlerdir. 
İmam Malik vitirle beraber otuz dokuz kılınır, otuz altısı teravih üçü vitirdir demiş. Ve insanların kadimden uygulayageldikleri budur. diye de ilave etmiştir. 
Saib İbn-i Yezid Hz.Ömer zamanında biz ramazanda yirmi kılardık. Fakat yorulur değneklere dayanma ihtiyacı duyardık demiştir. 
Hasan İbn-i Hayy, Amr İbn-i Kays'dan, o da Ebul Hasna'dan rivayet etmiştir ki: Hz.Ali (r.a.) bir kişiye ramazan da cemaata yirmi rek'at kıldırmasını emretmiştir.(10) 
İbn-i Rüşd bu hususta şu bilgiyi veriyor: Ramazanda kılınan namazın rek'atları sayısında Alimler ihtilaf etmişlerdir. İmam-ı Malik iki görüşünün birinde, Ebu Hanife, İmam Şafii ve İmam Ahmed ve Davud bu namazın vitir namazından başka yirmi rek'at olduğunu söylemişlerdir. İmam Malik'den İbn-i Kasım'ın anlattığına göre İmam Malik, teravihin otuz altı, vitir namazının da üç olduğunu ve bunu güzel gördüğünü nakletmiştir. 
Rek'atların adedindeki ihtilaf bu husustaki naklin ihtilafına bağlıdır. Şöyleki Malik, Yezid İbni Ruman'dan Hz.Ömer zamanında insanlarımız yirmi üç rek'at kılırlardı diyor. 
İbn-i Ebi Şeybe Davud İbn-i kays'dan tahricine göre davud İbn-i kays demiştir ki insanlarımız Ömer İbn-i Abdülaziz ve Eban İbn-i Osman zamanında Ramazanda Medine'de üç rek'at vitir namazı olmak üzere otuz altı rek'at namaz kılarlardı. 
İbn-ül Kasım'ın İmam Malik'den anlattığına göre ötedenberi uygulanagelen bu idi. Yani ramazan namazı otuzaltı rek'attı.(11) 
İLK TERAVİH 
Peygamberimizin ashabına kıldırdığı ilk teravih namazından bahseden muteber hadis kaynaklarının verdikleri hadislerde teravih namazının rek'atları ile ilgili bir sayı yoktur. Bu sayı, Hz.Aişe'den rivayet edilen, Peygamberimizin gece namazları hakkındaki varid olan soruya Hz.Aişe'nin verdiği cevapla tesbit edilmeye çalışılmıştır. Hz.Aişe'den Rasulüllah'ın ramazandaki gece namazından sorulduğunda Hz.Aişe "Rasulüllah (s.a.v.) ne ramazanda ne de ramazandan başka gecelerde onbir rek'at üzerine ziyade etmiş değildir." (12) karşılığını vermiştir. Başka bir rivayette bu sayı onüç rek'at olarak hadiste yer almıştır. (13) 
Ancak Hz.Aişe'nin Hz.Peygamberin gece namazları ile ilgili belirttiği bu sayının kesin olarak teravihle ilgili olduğu şüphelidir. Zira Hadisin Sûret-i Sevkinden de anlaşılıyor ki Rasulüllah'ın devamlı kıldığı bir gece namazı vardı. Acaba ramazan münasebetiyle her ibadetinde olduğu gibi Peygamberimizin bu namazında da bir değişme, bir artış olur muydu? şeklinde bir yaklaşımla sorulmuş olabileceği variddir. Hz.Aişe'nin, Rasulüllah'ın gece namazını övmesinden de anlaşılıyor ki soru sadece ramazandaki bu gece namazı hakkında idi. Hz.Aişe soranın bir şüphesi kalmasın diye Rasulüllah'ın hem ramazandaki hem de ramazandan başka gecelerdeki namazını kapsayacak şekilde cevap vermiştir.(14) Hz.Aişe'nin bu cevabî cümlelerinde teravih namazını veya kıyam-ı Ramazanı iş'ar eden bir tasrih ve tabir de yoktur. Ayrıca Hz.Aişe'ye bu soru ne zaman sorulmuştur? sorunun sorulduğu günlerde teravih namazı biliniyor muydu? Hz.Ebu Zerr-i ElGıfari diyor ki Rasulüllah'ın ilk olarak ashabıyla kıldığı teravih namazı o yılın ramazanının yirmiüçüncü, yirmidördüncü, yirmibeşinci, gecelerinde idi. Demek ki o güne kadar böyle bir namazı henüz kimse bilmiyordu. Rasulüllah'ın gece namazları hakkında sorulan bir soruya Hz.Aişe'nin cevabı ilk teravih namazından önce miydi, sonramıydı? Bu sorunun cevabını tam olarak verebilmemiz için, Buhari'nin bu hadisi teravih hakkında açtığı babda zikretmesinden başka elimizde natık bir delil yok gibidir. 
Nasslardaki şumûllülük, konusunda kesin hüküm ifade edemiyeceğine bakılırsa sadr-ı İslâmda teravih namazı sekiz rek'attı. diye kesip atmanın isabetli olmayacağı anlaşılır. 
Fakat şu bir gerçektir ki: Hz.Ömer döneminde başlayıp, Hz.Ali ve Hz.Osman dönemlerinden beri İslâm aleminde teravihin yüzyıllarca yirmi rek'at olarak kılanagelmesi onu, böylece bütün İslâm toplumunun üzerinde ittifak ettiği bir üne ve özelliğe kavuşturmuştur ki Rasulüllah, ümmetinin yanlış bir iş üzerinde toplanmıyacağını bildirmiştir.(15) 
İmam Ebu Yusuf, üstadı Ebu Hanife'den, teravih namazının hükmünü ve Hz.Ömer tarafından ne gibi bir delile istinad edilerek bu namazın yirmi rek'at olmak ve cemaatle eda edilmek suretiyle ortaya konulduğu sormuştu. İmam A'zam, cevaben demişti ki: Teravih namazı hiç şüphesiz bir sünnet-i müekkededir. Hz.Ömer bu namazın cemaatla yirmi rek'at kılınması ne kendi ictihadıyle ne de sırf kendi düşüncesinden çıkartmıştır. O, Asr-ı Saadette carî olmayan bir din meselesini ihdas edip ortaya koyan bir bid'atçı değildir. Elbette Hz.Ömer bunu kendisine malum olan dinin bir asıl kaynağına ve Rasullüllah'ın bir tavsiyesine dayandırmıştır.(16) 
Hakkı batıldan, sünneti bid'atdan ayırmak hususunda müstesna kudreti ve din hususunda üstün deredeki dikkati, isabetli görüş ve ictihadı, müsellem olan Hz.Ömeru'l-Faruk şer'i bir konuda kaynak olmaya değer bir kabiliyettir. Bu bakımdan gerek Hanefi fukahası, gerek Şafii fukahasının büyükbir kısmı teravih namazının yirmi rek'at olarak sünnet kılındığını söylemişlerdir.(17) 
Görüldüğü üzere Hz.Ömer, Hz.Ali ve Hz.Osman dönemlerinden başlıyarak günümüze kadar uygulandığı biçimiyle teravih namazı yirmi rek'attır. Bütün fıkıh kaynaklarımızda da teravih yirmi rek'at olarak ele alınmış ve işlenmiştir. Şu anda başta ülkemiz olmak üzere bütün İslâm ülkelerinin camilerinde cemaatla teravih namazı yirmi rek'at olarak kılınmaktadır. Bu mübarek rahmet ayında büyük bir zevk ve iştiyakla, kadını-erkeği, genci-yaşlısı, hatta çoluk-çocuğu ile tam bir kaynaşma, sevgi, saygı, huzur ve sükun içerisinde dolup taşan mabetlerimizde eda edilen bir ibadetimizin rek'at sayısını tartışma konusu yaparak toplumumuzda dine karşı şüphe uyandırmak ve toplumumuzu sebepsiz yere bir fikir kargaşasına sürüklemek iyi niyetli hiç kimseye bir şey kazandırmaz. Aksine yokyere toplumumuzda tedirginlik, huzursuzluk ve sitresin artmasına sebep olur ki, bu ibadetlerin ruhuna da aykırıdır. 
-------------------------------------------------------------------------------- 
(  1) İmam-ı Muhammed'in Ziyâdâtı 
(  2) Muvatta C.1, Sh.113; Buhari, C.1, Sh.251; Müslim C.1 Sh.523 
(  3) Buhari, İman 25,27 C.1, Sh.14 
(  4) Buhari 2/252; müslim 1/524 
(  5) El-Kitabu'l Musannef Li İbn-ı Ebi Şeybe 2/163-164 
(  6) İbn-ü'l-Hümam Fethu'l-Kadir C.1 Sh.334 
(  7) Aynî C.5, Sh.357 Neylü'l-Evtar C.3, Sh.61 
(  8) El-Kitab-ül Masannef 2/163-164 
(  9) Feth-ûl Kadir (İbn-i Hümam) 1/336 
(10) İhtilafü'l-Ulema, C.1, Sh.312 Madde:271 
(11) İbn-i Rüşd, Ö.595 H. Bidayetü'l Müctehid ve Nihayetü'l Muttasıd.Darûl Hılafeti'l-Aliyye 1333H.bkz.Neylü'l-Evtar metni münteka C.3, Sh.60, rakam.5 
(12) Muvatta 1/120 
(13) Muvatta, 1/121, Müslim, 1/508-510 
(14) Bkz.Tecrid Tercemesi, C.4, S.119 
(15) Tirmizi, 4/466 No:2167. Mekasıdü'l-Hasene rakam 1288, Pezdevî 3/439, Keşfü'l-Hafa: rakam 1179. İbn-i Hanbel 6/396 
(16) Bahr-ı Raik, İhtiyar 1/68 
(17) Bkz.Tecrid tercemesi, 4/85-86

22 Ağustos 2022 Pazartesi

Kul hakkı yiyen kişi tövbe etse ve hakkını yediği kişiden helallik dilese, fakat o kişi hakkını helal etmezse, kul hakkı yiyenin durumu nasıl olur?

Kul hakkını ancak kul affeder. Buna göre, daha dünyada iken bu hakkı telafi etmenin yolunu bulmak gerekir. Şayet bulamaz isek, ahirete kalmış olur ki, bu durum daha tehlikelidir.

Bu dünyada bize hakkını helal etmeyen kişi, ahirette bu hakkını bizden talep edecektir. Bununla beraber kişi samimi olarak tövbe etmiş ise, Allah Teala hak isteyen kuluna kendi fazlından ihsanda bulunarak o kulun hakkından vazgeçmesini sağlayacağı ümit edilir.

İnsan şerefli bir mahluktur. Onun hürriyet, haysiyet, namus ve şeref gibi manevî hukukuna yönelik bir haksızlık kadar, canına ve malına yapılan bir tecavüz de o nisbette ağır bir mesuliyeti gerektirir.

İnsan bilerek veya bilmeyerek, farkında olarak veya olmayarak birisine haksız bir davranışta bulunmuş olabilir. Hattâ onu mağdur bir duruma düşürüp bazı haklarının elinden çıkmasına sebep olacak bir muamelede de bulunabilir. Bir fert olarak kendimizi her ne kadar çekip çevirsek, hakpereset olarak kalmaya azmetsek de, birtakım hata ve kusurlara kapılmaktan tamamiyle kurtulamıyoruz.

- İnsanlık hali olan böyle bir durum karşısında ne yapmalıyız?

"Bir defa oldu, bir daha yapmayız, keşke yapmasaydım." diyerek, iç dünyamızda hesaplaşmamız kâfi gelir mi?

- Yoksa meselenin telâfisine gidip de hatamızı düzelterek helallik dileyerek pişmanlığımızı mı bildiririz?

İslâmda esas itibariyle bir Allah hakkı, bir de kul hakkı vardır. Allah hakkı, her insanın Rabbine karşı yapması gereken kulluk vazifeleridir. Bu hususta yaptığı bir kusur, günah ve eksiklikten dolayı Allah'a yalvarır, tövbe istiğfar ederek affını diler.

Fakat kul hakkı öyle değildir. Onun bir tek telâfisi vardır, o da haksızlığa uğrayan, hukuku zayi olan kişiyle bizzat görüşüp özür beyan etmek, helâllik dilemekle birlikte , maddi bir kaybı varsa telâfisine gitmektir.

Bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyururlar:

"Bir kimse kardeşinin haysiyetine yahut malına haksız olarak taarruz etmişse, iltimas olarak verilebilecek altın ve gümüşün bulunmadığı günden (kıyamet) önce helâlleşsin. Aksi halde, yaptığı haksızlık nisbetinde onun iyi amellerinden alınıp hak sahibine verilir. İyiliği yoksa, hak sahibinin günahından alınıp haksızlık eden adama verilir."1

Evet, Peygamberimizin (asm) de tavsiyesine göre, bu durumda helâlleşmekten başka çıkar yol yoktur. O kadar ki, insan şehit bile olsa, üzerinde kul hakları varsa, Allah diğer günahlarını bağışladığı halde kul hakkını bağışlamamaktadır. Bunun için mesele, hak sahibinin gönlünü almada, rızasını kazanmada kalıyor. Siz, zarara uğramasına sebep olduğunuz kimseye gider, önce bir hata yaptığınızı itiraf ederek özür beyan eder, sizi affetmesini, hakkını helâl etmesini rica edersiniz. Maddi bir kaybı varsa, imkânınız nisbetinde onun razı olabileceği nisbette hakkını verirsiniz.

Böylece elinizden geleni yapmış olursunuz. Muhatabınız da sizi hoş karşılar, müsamaha ve anlayış gösterirse, mes'uliyetiniz kalkmış, hadis-i şerifte açıklandığı gibi, dünyada iken helâlleşerek âhiretteki hesaplaşma ve azaptan kurtulmuş olursunuz.

Bununla birlikte vicdan azabı çekiyorsanız, ayrıca tövbe isitğfar edersiniz.

"Pişmanlık tövbenin kendisidir.",

"Günahından tövbe eden hiç günah işlememiş gibi olur."2

mealindeki hadis-i şeriflerin sırrıyla Allah katında da rahata kavuşmuş olursunuz.

Bir insan tövbesinin kabul olduğunu, günahtan kurtulduğunu nasıl anlar, nasıl fark eder, bu hal nasıl bilinir?

Cevabını Peygamber Efendimizden (a.s.m.) öğrenelim:

"Bir günah işledikten sonra tövbe edip iyilik işleyen kimse, üzerine çok dar bir zırh giyinen bir adama benzer. Günahtan sonra bir iyilik yaparsa, zırhın halkalarından biri çözülür. Bir iyilik daha işlerse öbür halka da çözülür. Yapılan iyiliklerin sonunda zırh yere düşer."3

Gerek Rabbine karşı bir günah işleyen, gerekse bir insana haksız bir davranışta bulunan bir kimse, o günah ve hatanın akabinde pişmanlık duyarak sevaplı ameller işler, Kur'ân ve imana yönelik hizmetlerini ve çalışmalarını arttırırsa günah zırhının düğmeleri teker teker çözülür, kısa zamanda o günahlardan kurtulur. Artık bundan sonra bir vicdan azabı çekmesine, huzursuz olup üzüntüye kapılmasına gerek kalmaz. Çünkü o bir kul olarak hâlis bir niyet ve ihlâsla elinden geleni yapmış sayılır.

Bu arada şu mealdeki âyet-i kerimeyi de unutmayalım:

"Ey kendi nefislerine karşı haddi aşan, günahlarla kendi nefsine kötülük eden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Muhakkak Allah günahları affeder. O Gafur ve Rahimdir."4

Kaynaklar:

1. Buhari, Mezalim, 10.
2. et-Tergîb ve't-Terhîb, IV/97.
3. a. g. e., IV/106.
4. Zümer, 39/53.

21 Ağustos 2022 Pazar

Peygamberimizin Hayatı-Prof. Dr. Halis AYDEMİR -Mutlaka İzleyin


Prof.Halis Aydemir çok önemli bilgiler veriyor, önemli noktalara değiniyor. İzlemenizi tavsiye ederim.

20 Ağustos 2022 Cumartesi

MÜBAH OLAN GIYBET


Bilesin ki gıybet ancak, kendisine başka yolla ulaşmak mümkün olmayan sahih, şer'î bir sebeple mübah olur. Gıybeti mübah kılan sebepler altıdır:

1. Tezallüm. Zulme uğramış bir kimsenin, hükümdar veya hâkim gibi, zâlime karşı kendisine yardımcı olabilecek yetki ve kudrete sahip birine gidip "Falan bana şöyle şöyle haksızlık etti" demesi câizdir.

2. Bir kötülüğün önlenmesi veya bir asînin yola getirilmesini temin için yardım istemek.

Kişinin, güçlü olduğunu sandığı bir kimseye gidip sırf bir kötülüğü ortadan kaldırmak niyetiyle, "Falanca şu kötü işleri yapıyor, onu bundan alıkoy" demesi câizdir. Böyle bir niyet taşımazsa, bu yaptığı haramdır.

3. Fetvâ almak. Bir kişinin müfti'ye gidip "Babam, kardeşim, kocam veya falan adam bana zulmetti. Bunları yapmaya hakları var mıdır? Bundan kurtulmamın, hakkımı almamın ve haksızlığı önlememin yolu nedir?" gibi sözler söylemesi, ihtiyaçtan dolayı câizdir. Ancak, "Şöyle şöyle yapan bir kimse veya bir eş hakkında ne dersiniz?" diye üstü kapalı olarak durumu arzetmesi ihtiyata daha uygun ve fazilete daha muvafık olur. Nitekim böyle bir üslubla da maksad hasıl olur. Bununla beraber, inşallah aşağıda zikredeceğimiz Hind'in rivayet ettiği hadiste olduğu gibi haksızlık eden şahsın açıkça söylenmesi de câizdir.

4. Müslümanları şerden sakındırmak ve iyiliklerini istemek (nasihat). Bunun çok çeşitli uygulaması vardır:

a) Hadis râvilerinden ve şâhidlerden kusurlu olanları cerhetmek. Bu, müslümanların icmâı ile câizdir. Hatta yerine göre vâcip bile olur.

b) Bir kimse ile dünürlük, ortaklık, komşuluk, alış-veriş vs. yapılmak, emânet bırakmak istenildiği zaman ve benzeri durumlarda kendisine danışılan kişinin bildiğini gizlememesi, aksine, büyük bir hayırhahlıkla bildiklerini olduğu gibi söylemesi gerekir.

c) Dini ve din bilimlerini öğrenmek isteyen birinin, bid'atçı veya günahkâr (fâsık) bir hocadan ders aldığına şâhid olup zarar göreceği endişesine kapılan kimsenin, o öğrenciye öğüt verip hocasının halini açıklaması gerekir. Bu da yine sırf öğüt vermek maksadına yönelik olmalıdır. Bu iş tehlikeli ve yanılgıya açıktır. Çünkü uyarıda bulunan kişi çekememezlik duygusuna kapılmış olabilir. Şeytan onu yanıltabilir. Bu noktada çok uyanık ve dikkatli olmak gerekir.

d) İster ehli olmadığı için, ister günahkâr olduğu için isterse başkaları tarafından yanıltıldığı için yahut daha başka bir sebepten dolayı üstlendiği görevi gerektiği şekilde yapmayan bir yetkilinin durumunu daha üst bir yetkiliye bildirmek suretiyle o görevlinin dürüst hareket etmesini sağlamasını veya onu görevden uzaklaştırarak lâyık olan bir başka kişiyi görevlendirmesini sağlamaya çalışmak, onu buna teşvik etmek câiz ve gereklidir.

5. Fıskı ve bid'atçılığı âşikar olan kimsenin, meselâ açıkta şarap içmek, insanların malına el koymak, haksız öşür almak, haraç kesmek, zorla baş olmaya, başa geçmeye çalışmak, kötü ve gayri meşrû işlere yönelmek gibi tavırlar gösteren kimsenin hakkında konuşmak câizdir. Çünkü kendisi kötülüğünü açığa vurmuştur. Ancak onun açığa vurduklarının dışındaki başka ayıplarının anılması -onların da söylenmesini gerektiren daha başka sebep veya sebepler yoksa- haramdır.

6. Tarif etmek. Bir insan şaşı, topal, sağır, kör ve buna benzer başka lakaplarla biliniyorsa, onu sırf tarif edebilmek için bu lakapları kullanmak caizdir. Ancak bu lakapların, kişinin değerini düşürme amacıyla takılması haramdır. Böyle lakaplarla bilinen kişilerin bu lakaplar söylenmeden tarif ve tanıtımı mümkün olduğu sürece bunları kullanmamak daha doğrudur.

Gıybetin câiz olduğu yerler konusunda bu altı sebebi âlimler ortaya koymuşlardır.

Bunların çoğunda da ulemanın görüş birliği vardır. Bu husustaki deliller, sahih ve meşhur hadislerdir. 

Riyasüz Salihin

19 Ağustos 2022 Cuma

Namaz kılınan yerin sertlik yumşaklık derecesi ne kadar olmalıdır; sünger üzerine secde yapılır mı?


Pamuk, Kar ve Benzeri Yumuşak Cisimler Üzerine Secde Et­mek:

Bu gibi yumuşak cisimler üzerine secde edildiğinde, alın ve burun bu cisimlere batmayıp kendine göre bir sertlik hissederek durabiliyorsa, caizdir. Aksi halde caiz değildir.

Burnunu yere koyan kimsenin, secde ettiği cismin burnundan daha sert olmasına dikkat etmesi gerekir. Aksi halde caiz olmaz. Çuval içine iyice doldurulmuş buğday, pirinç, arpa ve benzeri şeyler üzerine secde etmek caizdir. (Fetâva-yi Hindiyye.) (Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 1/243.)

Secdede alnın konulacağı yer çok yumuşak olmamalıdır. Hafif bir yumuşaklık olduğu halde, alın, yerin katılığını hissederse bu secde caiz olur; ancak yün, pamuk, saman, kar gibi şeylerin üzerine yapılan bir secdede yüzün tamamen gömülmesine rağmen, alın yerin katılığını hissetmezse bu secde olmaz. Temel şart, yüzün gömülmemesi ve alnın yerin katılığını hissetmesidir. (Şamil İslam Ansiklopedisi)

18 Ağustos 2022 Perşembe

Fetvalar arasında


Hocam hayırlı günler. Sevgi, saygı ve hürmetlerimi sunarım.

Uzun zamandır cevabını öğrenmek istediğim bir sorum hakkında size yazıyorum. Bu konuda dinimizin uygulamasını bizlere, tavsiyesini bana anlatabilirseniz çok mutlu olurum. Günümüzde karşılaştığımız problemlerle ilgili sıradan Müslümanlar olarak sizin gibi din konusunda bilgili hocalarımıza soruyorum. Fetva sorduğum hocamız da o konunun hükmü hakkında caiz / caiz değildir diye belirttikten sonra helâl olanı, dinen uygun olanı yapmaya çalışıyorum. Şimdi örnekler vererek aşağıda sorularımı sormak istiyorum. Bu örneklerle sorumu daha iyi açıklayacağımı düşündüğüm için bu şekilde soracağım. Sizin fetvalarınızdan çok yararlandığım için vereceğim örnekte sizi ve karşısında da isim vermeyeceğim (hayali). İslâm hukuku alanında bir hocamız veya Din İşleri Yüksek Kurulunda bir hocamız veya fıkıh alanında bilgili bir hoca ya da müftü vb. bir X hocamız olsun.

Hayreddin hocam size örneğin; ekonomi alanında katılım bankası işlemleri, sigorta, kasko, borsa vb gibi herhangi bir soru sormuş olduğumda o konunun dini hükmüyle ilgili bana cevabınız “caiz değildir” olursa:

1) Ben bu fetvayı ilk olarak size sorduğum için dinen bunu uygulamak zorunda mıyım? Yoksa bu konuda caiz diyen X hocalarımız var mı diye araştırma yapma, aldığım bu fetva sonrası başka birine danışma hakkım var mıdır? Yoksa artık bu konuda bu aldığımız fetvaya uymayarak “Caiz diyen var mı?” diye başkasına danışmak nefsine uymak- şeytanı sevindirecek bir iş midir?

Cevap

Bir başkasına daha sormaktan maksat; kolay olanı uygulamak, karşılaşılan problemi çözmek, sıkıntılı durumu aşmak, İslâmî-ictihâdî hükmün bir konudaki genişliğini ve ümmete rahmet oluşunu idrak etmek gibi meşru maksat olduğu sürece elbette yetkili olan birden fazla âlime sorma hakkınız vardır.

2) Birinci sorumun devamı olarak danışma hakkım varsa danıştığım X hoca caiz derse, bu durumda ilk fetva benim işimi çözmediği, nefsime zor geldiği için ikinci aldığım X hocamızın caiz fetvasına göre (benim işimi gören / işimi halleden / bana uygun / maddi olarak beni zarara sokmayacak vb. gibi işime yarayan fetva ile) olan hareket etmemde dinen bir mahzur var mıdır? Fetva konusunda caiz/caiz değildir diyen iki farklı görüş olursa caiz/dinen uygun diyenlerde var diye o işi yaparsak bundan dolayı ahirette mesul olur muyuz?

Cevap

“Benim işimi gören/işimi halleden/bana uygun/maddi olarak beni zarara sokmayacak vb. gibi işime yarayan” dediğiniz fetva ile amel etmeniz, onu uygulamanız caizdir. Hz. Aişe’nin rivayet ettiği bir sahih hadise göre, “Peygamberimiz (s.a.) dine ve dünyaya ait bir işin iki çözümü arasında muhayyer bırakıldığında -biri günah olmadıkça- kolay olanı seçerdi…”.

Müctehidlerin ve yetkili âlimlerin bir konuda verdiği farklı fetvaların hiçbiri günah değildir.

3) Okuduğum bazı yazılarda farklı fetvaların olduğu durumda şüpheli durumlardan kaçınılması tavsiye edilmiş. Fetva konusunda caiz/caiz değildir diyen iki farklı görüş olursa bu konuda iki görüş olup, iki farklı hocamızdan fetva aldığımız için ayrıca caiz değil diyenler de olduğundan bu işi yapmaktan vazgeçmek dinen gerekli midir? Bu, takvalı olmak mıdır?

Cevap

Takvâlı olmak, yetkili âlimin verdiği fetva ile amel ederek şeriatı uygulamaktır. Yetkili âlimlerin verdiği farklı fetvaların tamamı şeriattır.

4)Sorduğum soruda siz caiz değildir, X hocamız caizdir dediği konuyu üçüncü bir hocaya taşımak, ona mı sormak gerekir?

Cevap

Böyle bir şer’î gereklilik yok. Soranın, meşru sebeplerle gerekli görmesi yeterlidir.

5) Caiz/caiz değildir konusunda örneğin caizdir diyen iki hocamız, caiz değildir diyen sekiz hocamız olursa bu konuda niceliğe bakılması yani sayının fazla olduğu tarafın fetvası ile amel etmek dinen gerekli midir? Yoksa az sayıda buna fetva veren X hocasının görüşü ile amel edilebilir mi? Bu dinen bizi ahirette neden çoğunluk görüşle amel etmediğimiz konusunda mesul yapar mı?

Cevap

Mesela dört mezhebin birini taklit eden ve onun fetvaları ile amel eden her Müslüman, birçok defa çoğunluğun (mesela diğer üç mezhebin) fetvasına uymuyor. Caiz olmasaydı daima çoğunluğun fetvasını taklit etmek gerekirdi ve böyle bir gereklilik yoktur.

6) Beşinci sorumda bahsettiğim durumun devamı olarak bir kesim insan caiz değildir diyen sizin diğer kesim insanlar da X hocamızın fetvası ile amel ettiğinde bu işi caiz değildir fetvasına göre yapmayan kişiler, X hocamızın caizdir fetvasına göre o işi yapan insanlara günahkâr gözüyle bakması dinen uygun mudur? Caiz fetvasını uygulayanlara Müslümanca bir bakış açısıyla nasıl bakmalıdır?

Cevap

“…X hocanın caizdir fetvasına göre o işi yapan insanlara günahkâr gözüyle bakmak” günahtır, bölücülüktür, fitneciliktir.

7) Hocam eskiyi bilgim olmadığı için bilmiyorum ama günümüzde bir konu hakkında özellikle de bankacılık, katılım bankası işlemleri sigorta, kasko, borsa gibi ekonomi alanında bunların uygunluğu, içeriklerindeki işlemlerin uygunluğu gibi konularda fetvalara baktığımızda görüş birliği olmaması dinimiz açısından birlik olamayışımızın getirdiği bir sorun mudur? Yoksa bu farklılıklar benim gibi sıradan bilgisi az Müslümanların o konuda tercih sebebi oluşturup rahmet midir?

Çok uzun zamandır aklımı kurcalayan bu sorularımı anlayıp-bundan sonraki yaşamımda uygulamak için cevaplandırırsanız sizin değerli bilgilerinizden istifade etmiş ve dinimizin fetva konusunda bizden nasıl davranmamızı istediğini öğrenmiş olurum. Saygılarımla…

Cevap

Kaynaklarda Peygamberimizin “Ümmetimin ihtilafı (farklı ictihadları) rahmettir” buyurduğu naklediliyor. Hadis ve fıkıh âlimleri böyle bir hadisin mevcut olmadığını, ama manasının İslâm’a uygun olduğunu söylemişlerdir. Yetkili âlimler fetvayı, vahiy kaynağından (Kur’an ve Hadislerden) çıkarırlar; bu çıkarma işi ictihad ve tefsir ile olur. İctihad ve tefsiri yapanlar beşerdirler, hata da isabette de edebilirler. İslam’ın bütün çağlara hitabını sağlayan özelliği işte bu ictiadlardır. Efendimiz (s.a.) ictihad eden -elbette yetkili olup yerinde yaparsa- hata etse bile Allah Teâlâ ona sevap verir” buyurmuştur. Böylece ümmet, “hangi müctehid isabet ettiğini arayıp bulmak?” gibi içinden çıkılamaz bir araştırma ile mükellef olmaktan kurtulmuştur. İctihad eden, fetva veren, söylediğinin doğru olduğuna inanmaktadır, ondan farklı fetva veren de kendi fetvasının doğru, diğerinin hatalı olduğuna inanmaktadır; ancak fetva verenin karşı taraf hakkındaki bu hükmü, onu geçersiz kılmaz. “İctihad ictihadı geçersiz kılmaz”. İhtilafın sebebi, vahye dayalı sözü anlama ve yerinde uygulama konusunun farklı düşünme ve anlamaya müsait olmasıdır; bu da normaldir. Taassup olmadığı sürece farklı ictihadların ve mezheblerin ümmetin birliğine olumsuz tesiri olmamıştır.

Asıl kaynaklarından hükmü çıkarma (anlama) ilmî donanımı olmayan Müslümanların, fetva verenin dayandığı delili öğrenmesinin -mümkün ise- iyi olacağı söylenmiştir ki, bu da her kulun, itaatle yükümlü olduğu Allah ve Resulünün buyruklarını öğrenmesini sağlayacağı için uygundur, doğrudur.

17 Ağustos 2022 Çarşamba

Farklı fetvalar karşısında Müslüman ne yapmalı?


Hocam benim din alanında bilgim çok yok. Günlük namaz gibi ibadetlerimi yapıyorum. Ramazan ayı gelince orucumu tutuyorum. Elimden geldiğince haramlardan sakınıyorum.

Bir işi yapmadan önce onun dini hükmünü öğrenerek yapıp yapmamaya karar veriyorum. Fakat bu noktada; çeşitli kitaplarda ya da internette fetvaları okuduğumda farklı fetvaların olduğunu, bir görüş birliğinin hâkim olmadığını görüyorum.

Bu da beni o işi yapıp yapmama hususunda şüpheye sevk ediyor.

a) Bugün internete herhangi bir konunun dini hükmü hakkında yazdığımızda; Diyanet’in, çeşitli cemaatlerin-hocalarının, tarikatlara bağlı fıkıh heyetlerinin gibi çok geniş bir yelpazede o konu hakkında fetva verildiğini hatta bazı konularda 15-20 dakika fıkhen açıklayıcı video çekildiğini görüyorum. Ama örneğin; Diyanet o konuya caiz derken, A tarikatı fıkıh heyeti 15-20 dakika açıklamalı video çekerek ve bu videoda mezhep imamlarının, âlimlerin görüşleri ile destekleyerek caiz değil diyor.

Şimdi soruyorum:

SORU 1. Böyle durumlarda benim de aklıma şu geliyor: Ben bir işin dini hükmünü öğrenirken bilgisi az bir Müslüman olarak kimin doğru fetva verdiğini anlayıp, farklılıkların bu kadar fazla olduğu bir ortamda doğru yoldan sapmadan, nasıl Müslümanca yaşayıp öleceğim.

CEVAP

İslâm âlimlerinin ittifak edemediği konularda farklı içtihatlar, yorumlar ve tefsirler var demektir. Bunların hangisinin “Allah katında doğru” olduğunu ancak Allah bilir. İçtihadı, yorumu, tefsiri bu konularda yetkili olan âlimler yapmış ise, fetvayı bunlar vermişlerse, herkesinki kendine göre doğrudur. İşte bu herkesten birine, olmadı birden fazlasına sormak da bilmeyenlerin vazifesidir. Soran aldığı cevabı uygular, Allah katında isabetli de olsa hatalı da olsa (içtihat hatası da olsa) Allah Teâlâ bu açıklamalarla yapılan kulluk uygulamalarını kabul buyuruyor. Bilgisi az olan Müslüman, hangi şahsın, grubun, heyetin fetvasının isabetli olduğunu bilemez; onun yapacağı şey, genel olarak âlimlerin, fukahanın ehliyetli gördüğü, ilmini ve ahlâkını takdir ettiği kişi ve heyetlere danışmaktır.

 SORU 2. Ben fetva verenlerin olmasına dayanarak o işi yaptığımda, karşı tarafta fetva vermeyenler olduğu için günahkâr mı oluyoruz? Bir tarafın görüşünü seçtiğimde o fetva yanlışsa haram iş yapmış gibi ahirette mesul mü olarak mı hesap vereceğim?

CEVAP

Yukarıdaki cevaptan anlamış olacaksınız ki, günahkâr olmuyorsunuz, farklılık içinde usul ve kaynaklar bakımından bir çeşit birlik gerçekleşiyor.

 SORU 3. Biz bir hocamıza fetva sorduğumuzda verdiği fetva o işi yapmamızın dinen uygun olmayacağı şeklinde olabiliyor. Bu durumda başka bir hocamıza aynı konuda fetva sormak ve onun verdiği cevap dinen uygun, yapılabilir, şeklinde olursa bizim buna cevaz veren hocamızın fetvası ile amel etme hakkımız var mıdır? Burada bir Müslüman, aldığı ilk fetvadan sonra onunla amel etmek zorunda mıdır?

Alınan fetvadan sonra aynı konuyu başka bir hocaya sormak dinen uygun olmayan bir davranış mıdır?

CEVAP

Bir âlimden alınan fetva veya soruya cevap kişiyi tatmin etmezse, onun problemini çözmezse, “acaba dinin kesin ve tek hükmü bu mudur?” şeklinde bir tereddüt olursa elbette bir başka âlime ve âlimlere de sorma hakkı vardır. Caiz değil diyenin de caiz diyenin de fetvası ile amel eden, şeriatla amel etmiştir.

 SORU 4. Fetva noktasında basılmış kitaplar mevcut. Din İşleri Yüksek Kurulu ya da diğer hocalarımızın çeşitli dini sorulara cevap verdiği birçok kitaplar var. Bu kitaplardan fetva anlamında yararlanmak doğru mudur? Orada yazılmış fetvalar ile hareket edilebilir mi?

Yoksa biz kendimizi ilgilendiren, hükmünü öğrenmek istediğimiz konular için hocalarımıza bireysel olarak mı fetva sormalıyız?

CEVAP

Okuduğunuz bilginin ehliyetli bir âlime veya ulema heyetine ait olduğundan emin olursanız ve okuduğunuzu doğru anlarsanız, sizin soru ve sorununuzu içeriyorsa onunla amel edersiniz. Bu hususlarda tereddüt veya şüphe varsa ve mümkün ise yüz yüze veya doğrudan temas kurarak bilgi alma yoluna gidersiniz.