5 Haziran 2022 Pazar

Tesettür İle ilgili karar

Din İşleri Yüksek Kurulu Kararları
Karar Yılı: 1993 - Karar No: 6
Konusu: Tesettür İle ilgili karar
   
Nûr Sûresi'nin 30. ayetinde, mü’min erkeklerin harama bakmamaları, namus ve iffetlerini korumaları emredildikten sonra 31. âyetinde kadınlarla ilgili olarak meâlen: "Mü'min kadınlara da söyle, gözlerini (bakmaları haram olan şeylerden) çevirsinler,
edep yerlerini korusunlar -kendiliğinden görünen müstesna- zînetlerini açmasınlar, başörtülerini yakalarının üzerine salsınlar" buyrulmakta ve ayetin devamında kadınların kendiliğinden görünmeyen zînet yerlerini, kimlerin yanında açabilecekleri belirtilmektedir.
1- HARAMA BAKMAK VE ÎFFETİ KORUMAK
Görüldüğü gibi bu iki âyette hem erkeklerin hem de kadınların harama bakmamaları, edep yerlerini iyice örtülü tutup, iffet ve namuslarını zina, fuhuş ve onlara sebep olabilecek durumlardan korumaları emredilmektedir. Hz. Peygamber (S.A.V) de; "...Gözlerin zinası şehvetle bakmaktır..." buyurarak harama bakmayı, göz zinası olarak nitelemiştir.1
Ancak, gözün harama tesadüfen ilişmesinin kasıtlı bakmak hükmünde olmadığı da hadis-i şeriflerde belirtilmiştir.2
İslâm âlimleri, yukarıda mealleri yazılı âyetlere ve konuyla ilgili hadislere dayanarak, erkeklerin ve kadınların, nikâhlı eşleri dışında herhangi bir kimseye şehvetle bakmalarının haram olduğu üzerinde müttefiktirler. Tedavi, şahitlik ve evlenme maksadı gibi, zarûret veya ihtiyaç halindeki bakmalara, fıkıhta belirtilen şartlar ve ölçüler dâhilinde müsaade edilmiştir.
Fitne tehlikesi ve şehvet korkusu olmamak kaydı ile, gerek erkeklerin ve gerekse kadınların, kendi yakınlarından ve yabancılardan kimselere ve nerelerine bakıp bakamayacaklarına dair hükümler, delilleri ile birlikte fıkıh kitaplarında mevcuttur.3
2- ÖRTÜNME
Nur Sûresi'nin 31. âyetinde zikredilen bu emirlerden sonra kadınların örtünmesi ile ilgili olarak da, kendiliğinden görünenler müstesna zînetlerini, zinet yerlerini açmamaları ve başörtülerini yakalarının üzerine salmaları emredilmiştir.
Cahiliyet devrinde başını örten kadınlar, başörtülerini enselerine bağlar veya arkalarına salıverirlerdi. Allah Teâlâ, bu ayetle, İslam’dan önceki bu âdeti kesinlikle yasaklayarak mü'min kadınların -kendiliğinden görünen hariç zînetlerini, zînet yerlerini açmamalarını ve başörtülerini, saçlarını, başlarını, kulaklarını, boyun, gerdan ve göğüslerini iyice örtecek şekilde yakalarının üzerine salmalarını emretmiştir.
Hz. Aişe (R.A): "Allah ilk muhacir kadınlara rahmet eyleye, Yüce Allah: "Mü'min kadınlar başörtülerini yakalarının üzerine salsınlar" âyetini indirince, onlar eteklerinden bir parça keserek, onunla başlarını örttüler."4 der.
Yine Hz. Aişe (R.A) bir gün Ensar kadınlarından sitayişle bahsederken, buna benzer bir ifade ile başörtüsü emrine nasıl uyduklarını anlatır.5
ÖRTÜLMESİ GEREKLİ OLMAYAN KISIMLAR
Örtülmesi emredilen, zînetten istisna edilen ve mücmel olarak geçen "kendiliğinden görünen" ifadesi; Ashaptan Hz. Ali, İbn-i Abbas, İbn-i Ömer, Enes, Tabiilerden Said b. Cübeyr, Atâ, Mücâhid, Dahhâk, Müctehid İmamlardan Ebû Hanife, Malik ve Evzaî’nin de (Radiyallahu anhum) dâhil olduğu İslâm âlimlerinin çoğunluğu tarafından; "Yüz ve bileklere kadar eller" olarak tefsir edilmiştir.6
ÖRTÜLMESİ GEREKLİ OLAN KISIMLAR
Âyetteki "kendiliğinden görünen" mücmel ifadeyi -az da olsa- farklı tefsir eden âlimler, kadınların, istisna dışında kalan zînetlerini ve zînet yerleri olan saç, baş, boyun, kulak, gerdan, göğüs, kol ve bacakların örtülmesi olarak anlamışlar ve bunlardan herhangi birini açmalarının câiz olmadığı hükmünde ittifak etmişlerdir.7 Kadınların, bu zînet yerlerini kimlerin yanlarında açabilecekleri ise, âyetin devamında bildirilmektedir.
Bu âyet-i kerime nâzil olunca, yukarıda rivayet edilen hadislerle de sabit olduğu üzere, Ensar ve Muhâcir kadınların, eteklerinden bir parça keserek, onunla başlarını örtmeye acele etmeleri, Hz. Aişe’nin (r.a.) ablası Esma’nın (r.a.), ince bir elbise ile Hz. Peygamber’in (a.s.) huzuruna çıktığı zaman, Hz. Peygamber' in "Ergenlik çağına gelen bir kadının elleri ve yüzü dışında kalan yerlerini göstermesinin câiz olmadığını" bildirmesi, yine Hz. Peygamber'in, bileklerinin dört parmak yukarısını işaret ederek "Allah'a ve ahiret gününe iman eden bir kadına, ergenlik çağına gelince yüzü ve şuraya kadar elleri hariç, herhangi bir yerini açması câiz değildir," buyurması; söz konusu ayetteki emirlerin vücub için olduğuna, kadınların yukarıda sayılan zînet yerlerini örtmekle yükümlü olduklarına delâlet etmektedir.
ÖRTÜNMENİN GAYESİ
Dinimizin emrettiği örtünmeden maksat, kadının zînetini ve zînet yerlerini eşi veya mahremi olmayan erkeklere göstermemesi ve yabancı erkekler tarafından görülmesine meydan vermemesidir. Bu itibarla örtünün; saçın, ten renginin veya zînetlerin görülmesine engel olacak kalınlıkta, vücut hatlarını göstermeyecek nitelikte olması gerekir.8 Bu konuda, yukarıda meali zikredilen hadis-i şerifler dışında, daha pek çok hadis-i şerif bulunmaktadır.9
Ahzâb Sûresi'nin 59. âyetinde; de "Ey Peygamber eşlerine, kızlarına ve mü'minlerin kadınlarına söyle: (Evden çıkarlarken) üstlerine vücutlarını iyice örten dış elbiselerini giysinler. Bu, onların iffetli bilinmelerini ve bundan dolayı incitilmemelerini daha iyi sağlar." buyrulmaktadır.
Bu âyette müslüman hanımların evlerinden çıkarken, üstlerine vücut hatlarını belli etmeyecek bir dış elbise almaları, ev kıyafeti ile sokağa çıkmamaları emredilmektedir.
Nûr Sûresi'nin 60. ayetinde ise, yaşlanmış kadınların, 31. Ayette örtülmesi emredilen zînet ve zînet yerlerini örtmek kaydı ile (manto, pardesü, vs. gibi) dış elbiselerini üstlerine almadan dışarı çıkabilecekleri belirtilerek şöyle buyrulmaktadır: "Bir nikâh ümidi beslemeyen, çocuktan kesilmiş yaşlı kadınların zînetlerini, (yabancı erkeklere) göstermeksizin, dış elbiselerini çıkarmalarında, kendilerine bir vebal yoktur. Yine de dış elbiseli olmaları, kendileri için hayırlıdır. Allah işitendir, bilendir."
NETİCE:
1. Gerek erkeklerin ve gerekse kadınların gözlerini haramdan korumaları,
2. Kadınların, vücudun el, yüz ve ayakları dışında kalan kısımlarını, aralarında dinen evlilik câiz olan erkekler yanında, vücut hatlarını ve rengini göstermeyecek nitelikte bir elbise (örtü) ile örtmeleri.
3. Başörtülerini, saçlarını, başlarını, boyun ve gerdanlarını iyice örtecek şekilde yakalarının üzerine salmaları, Dinimizin, Kitap, Sünnet ve İslâm âlimlerinin ittifakı ile sabit olan kesin emridir. Müslümanların bu emirlere uymaları dini bir vecibedir.
----------------------------------------------

1 Buhârî, Kader, 9; VII, 214, (Çağrı Yay. İstanbul 1981); Müslim, Nikah, 44, Hadis No: 2152-2153; II, 612, (Çağrı Yay. İstanbul 1981); Beyhakî, VII, 89.
2 Müslim, Adab, 10 (II, 1699, Hadis No: 2159); Tirmizi, Edep, 28 (V, 101, Hadis No: 2777) Ebû Dâvûd, Nikah, 44, ( II, 609, 610, Hadis No: 2148, 2149); Müsned, IV, 358, 361; Dârimî, İsti’zân, 15, s. 674; Rikâk, 3, s. 694 (Çağrı Yay. İstanbul 1981); Beyhakî, VII, 90, (1. Baskı, Hind, 1353)
3 Serahsî, Mebsût, X, 145-165, (Beyrut, 1986); Nevevî, Minhâc, II, 206-215, (Celâleddin Mahallî’ye ait şerhle birlikte, II. Baskı, Mısır 1934); Kasânî, Bedâiu’s-Sanâi’, V, 118-125, (Mısır, 1328/1910); İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, V, 320-329, (Matb’a-i Âmire, İstanbul)
4 Buhârî, Tefsîr, Tefsîru Sûreti’n-Nûr, (V. 13); Ebû Dâvûd, Libâs, 33, (IV, 357), Beyhakî, VII, 88.
5 Ebû Dâvûd, Libâs, 32, (IV, 356),
6 Taberî, Câmiu’l-Beyân, X, 117-121, (Beyrut, 1405/1984)
7 Taberî, age., agy.; Fahreddin Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb, XXIII, 201, 210, (Matba’tü’l-Behiyye, Mısır); Kurtûbî, el-Câmi’ li-Ahkâmi’l-Kur’an, III, 315, 319, (Lübnan, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî); İbnü’l-Arabî, Ahkâmü’l-Kur’an, (Lübnan, Daru’l-Ma’rife) III, 1365-1376; Serahsî, Mebsût, X, 145-165; Celâlüddin Mahalli, Şerhu’l-Minhâc, III, 206-215; Kâsânî, age., c. ,118-125; İbn Âbidîn, age., V, 320-329; İbn Hazm, Merâtibü’l-İcma’, s. 29.
8 Serahsî, age., X, 155; İbn Âbidîn, age., V, 320-329.
9 Müslim, Libâs, 34, ( II, 1680, Hadis No: 2128), Cennet, 13 (II, 2192 Hadis No: 2128) Müsned, II, 356.

4 Haziran 2022 Cumartesi

Öşür

Din İşleri Yüksek Kurulu Kararları
Karar Yılı: 1994 - Karar No: 96
Konusu: Öşür
   
Din İşleri Yüksek Kurulu 13/10/1994 günü Kurul Başkanı İsmail ÖNER'in başkanlığında toplandı. Türkiye' de halen halkın elinde bulunan tapulu ziraat arazisinin şahsi mülk mü; yoksa mülkiyeti devlete, tasarrufu tapu sahibi şahıslara ait emiri arazi mi sayıldığı ve bu araziden elde edilen mahsulden, -müslümanların devlete ödemekte oldukları arazi vergisi dışında,- ayrıca öşür (toprak mahsulü zekatı) vermelerinin gerekip gerekmediği konusu, incelendi.
Yapılan müzakere sonunda:
İslam müctehid fakihleri, Asr-ı saadet ve Hülefa-i raşidin dönemlerindeki uygulamaları da dikkate alarak; mülkiyet veya tasarruf hakkı, topraktan veya mahsulden alınacak vergiler itibariyle bir ülkenin sınırları içindeki toprakları bazı sınıflara ayırmışlardır. Osmanlıların son döneminde, Hanefi mezhebi esas alınarak hazırlanmış olan 1274/1858 tarihli mülga Kanunname-i Arazi' de, ülke sınırları içindeki arazi: 
1- Araziy-i memluke (özel mülk olan ve mülkiyet hükümleri uygulanan arazi ),
2- Araziy-i emiriyye (rakabesi (çıplak mülkiyeti) devlete ait olup, devletce düzenlenen hükümlere göre tasarruf edilen arazi),
3- Araziy-i mevkufe (amme menfeatine ve cihet-i hayra vakfedilmiş arazi),
4- Araziy-i metruke (umumi yol, park, pazar ve harman yeri ve umumi mer'a gibi herkesin istifadesine bırakılmış yerler),
5- Araziy-i mevat (yerleşim bölgeleri dışında, hiçkimsenin mülkiyet ve tasarrufunda bulunmayan, imar edilmemiş arazi),
Olmak üzere beş kısma ayrılmıştır. Bunlardan son üçü (araziy-i mevukfe, arazi y-i metruke ve araziy-i mevat), konumuzun dışında kalmaktadır. 
Söz konusu kanunnamede özel mülkiyete konu olan araziy-i memluke:
a) Mikdarı ne olursa olsun, şehir, kasaba ve köy gibi yerleşim yerleri içindeki arsalar ile bu tür yerleşim yerlerinin bitişiğindeki tetimme-i sükna itibar edilen ve yarım dönümü geçmeyen yerler Araziy-i emiriyye' den ayrılarak,
b) ihtiyaç ve maslahata göre, devletçe şahıslara temlik edilen topraklar,
c) Araziy-i öşriyye ve
d) Araziy-i haraciyye
Olmak üzere dört nev' e ayrılmıştır. Ayrıca, -devletin izniyle, arazi y- i mevat ' tan ihya ve imar edilen yerler de, mülk araziden sayılmaktadır. Araziy-i öşriyye de : a. Fethedildiğinde, beşte biri Beytülmal için ayrıldıktan sonra, gazilere mülk olarak taksim edi len arazi,
b. Fethedildiğinde, veliyyülemr tarafından, gaziler dışında diğer müslümanlara temlik edilen arazi,
c. Halkının fetihten önce müslüman olmaları sebebiyle, el konulmayıp, eski sahiplerinde bırakılan arazi,
d. İhtiyaç ve maslahata göre, devletce araziy-i emiriyyeden ayrılarak, müslümanlara temlik edilmiş olan arazi,
e. Araziy-i mevat ' tan, mülkiyet izniyle müslümanlar tarafından ihya ve imar edilip, araziy-i öşriyye'ye yakın olan veya öşür arazisinden çıkan su ile sulanan arazi; olmak üzere beş nev'e ;
Araziy-i haraciyye ise : 
a. Fethedildiğinde, (arazinin verimliliğine göre, 1/10 dan 1/2 ye kadar ) haracı alınmak üzere, gayr-ı müslim yerli halkın elinde bırakılan arazi, 
b. Usulüne göre haracı alınmak üzere, yerli halk dışında diğer gayr-ı müslimlere verilen arazi, 
c. Haracı ödenmek üzere, anlaşma yolu ile (savaşsız) alınan memleketlerin arazisi, 
d. Araziy-i mevattan, gayr-ı müslimler tarafından, mülkiyet izniyle ihya ve imar edilen yerler ile müslümanlar tarafından imar edilen yerlerden araziy-i haraciyye'ye yakın olan veya harac arazisinden çıkan su ile sulan yerler olmak üzere dört nev'e ayrılır. 
Hanefilere göre, haraci arazide, -öşri arazi gibi,- mülk arazinin bir türü olduğu, bu itibarla, haracı ödenmek şartı ile, alım- satım, vakıf, rehin, hibe . . . gibi mülkiyetle ilgili bütün hükümler cereyan ettiği halde; diğer üç mezhebte (Maliki, Şafii ve Hanbelilerce) bu tür arazinin rakabesi (mülkiyeti), bütün müslümanlar için vakıf hükmünde sayıldığından, alım, satım, hibe... gibi temliki tasarruflarda bulunulamaz. Hanefllere göre de, haraci arazi alım, satım, hibe ve tevarüs gibi yollarla el değiştirse veya müslümanın mülkiyetine geçse bile, haracı düşmez; kimin mülkiyetine geçerse geçsin, haracı ile birlikte geçer. Ancak, çeşitli sebeplerle statüsü değişirse yani mülk araziye dönüşürse, haracı da düşer.
Bilindiği üzere, Hanefilere ve Hanbelilere göre, savaşla alınan bir ülkenin toprakları konusunda veliyyülemir, amme maslahatını dikkate alarak:
a. Beşte birini Beytülmal için ayırdıktan sonra, gazilere ve gaziler dışındaki diğer müslümanlara temlik;
b. Beytülmal hissesi bile ayırılmadan, usulüne göre haracı alınmak üzere, yerli veya diğer gayrı müslimlere (zimmilere) temlik;
c . Ne gazilere ve diğer müslümanlara, ne de yerli veya yabancı gayr-ı müslimlere temlik edilmeyip, bütün müslümanlar için vakf olmak üzere,
araziy-i emiriyye olarak, Hazineye maletmek, şıklarından birini uygulamakta muhayyerdir.
İmam Şafi, savaşla alınan toprakların, 4/5'inin gazilerin hakkı olduğu ve mutlaka dağıtılması gerektiği; İmam Malik ise, bu toprakların bütün müslümanlar için vakıf hükmünde olup dağıtılamayacağı, ancak veliyyül emr' dağıtmayı müslümanların maslahat ve menfeatine uygun görürse, dağıtabileceği görüşündedirler. İmam Şafii' ye göre fethedilen arazinin  dağıtılmayıp, haraca bağlanması, gazilerin izin ve rızaları sağlanarak yapılmıştır.  
Araziy-i mevat' tan, devletin mülkiyet izniyle ihya ve imar edilen topraklar, eğer gayr-ı müslim (zimmi) tarafından ihya edilmişse, haraciyye olur. Müslüman tarafından ihya edilmişse, İmam Ebû Yusuf'a göre, öşür arazisine yakınsa, yani çevresi öşür arazisi ise, araiziy-i öşriyye; harac arazisine yakınsa, araziyi-i haraciyye; İmam Muhammed'e göre ise, öşür arazisinden çıkan su ile sulanırsa, öşriyye; haraç arazisinden çıkan su ile sulanırsa haraciyye itibar edilir.  
Ancak, fıkhen caiz olmakla birlikte, araziy-i mevat'ı mülkiyet üzere ihya izni, 1274/1858 tarihli Kanunname-i Arazi 'nin 103 maddesiyle kaldırılmış; mülkiyeti devlete, tasarrufu ihya edene ait (yani miri arazi) olmak üzere ihya izni verilmesi hükme bağlanmıştır.
Araziy-i emiriyye'ye gelince:
Bilindiği üzere, araziy-i emiriyye, (ki buna araziy-i memleket, araziy-i milliyye, araziy-i miriyye, araziy-i havz da denilmektedir,) hiç kimseye temlik edilmeksizin, bütün müslümanlar adına devletin mülkiyetinde tutulan arazi olup:
a. Fethedildiğinde gazilere veya eski sahiplerine verilmeyip, bütün müslümanlara ait olmak üzere, Hazine'ye maledilen arazi,
b. Nasıl alındığı (savaşla ve ya savaşsız) veya alındıktan sonra kime verildiği bilinemeyen arazi,
c. Araziy-i memlûkeden (öşür veya harac arazisinden), iken, sahiplerinin mirasçısız, vasıyyetsiz ve borçsuz ölümleri, göçleri ve benzeri sebeplerle sahipsiz kalan arazi,
d. Zaman aşımı ile sahipleri yani kime ait olduğu bilinemeyen arazi,
e. Araziy-i mevat 'tan, mülkiyeti devlete ait olmak üzere ihya edilen arazi, Olmak üzere beş nev' e ayrılır.
Bu tür arazinin, mülkiyeti devlete ait olduğundan; tasarruf, intikal ve işletmesiyle ilgili her türlü düzenleme yetkisi de devlete aittir. Nitekim millî gelirin artması, devlet hizmetlerinin ekonomik ve etkin bir şekilde yürütülebilmesi ve kamu yararı (maslahat-ı amme) dikkate alınarak her dönemin kendi imkan ve şartları içinde, bu tür arazinin şahıslara tefvizi, ferağı, intikali, tasarruf ve işletilmesiyle ilgili olarak, çeşitli düzenleme uygulamalar yapılagelmiştir.
Osmanlılar döneminde araziy-i emiriyye, devletçe belirlenen usule göre, uygun görülen kişilere tefviz edilmiştir. Bilindiği üzere tefviz, mîrî arazinin rakabesi (çıplak mülkiyeti) devlette kalmak üzere, tasarruf (kullanma ve yararlanma) hakkının, belirli bir bedel karşılığında, müddetsiz olarak, uygun görülen yurttaşlara devredilmesi demektir. Tefviz ile mîrî arazinin tasarruf hakkını elde eden kişiler, bu arazinin sahibi değil, müste'ciri durumundadır. Çünkü tefviz, bir tür kira akdi sayılmaktadır. Devlet, mucir, mutasarrıf müste'cir, arazinin menfeati me'cur, tasarruf hakkı karşılığında devletçe alınan ve tapu (1) adı verilen muaccel (peşin) bedel ile, her yıl öşür, bedel-i öşür, icare-i zemin, mukataa, çift akçesi... gibi isimler altında alınmakta olan müeccel bedel ise, bedel-i icare olarak değerlendirilmiştir. 
Görüldüğü üzere, Osmanlılar döneminde, -icarateynli vakıflarda olduğu gibi,- miri arazinin tasarruf hakkı karşılığında, biri muaccel, diğeri mueccel, iki ayrı ücret alınmıştır. Bunlardan muaccel olan, tefviz esnasında ödenen peşin ücrettir. Müeccel olan ise, her yıl ekili arazinin mahsulünden öşür adıyle 1/10, 1/8 gibi belirli bir kısmı; üzerinde bina, ağaç vb. şeyler bulunması sebebiyle ekilemeyen yerlerden de, bedel-i öşür, icare-i zemin veya mukataa gibi isimlerle alınmış olan ücrettir. Söz konusu ücret, mutasarrıflara nazaran bedel-i icare; devlete nazaran harac olarak değerlendirilmiştir. 
Ancak kira akdinde müddetin belirli olması gerektiği halde, tefvizde süre sözkonusu olmadığından, bu muamele fasit  bir akit olduğu halde, uygulamada feshine imkan tanınmamıştır. Yani, müste'cir tapu bedelini geri alamadığı gibi, mucir (yani devlet) de mutasarrıfın elinden araziyi alamamıştır. Görüldüğü üzere Osmanlılardaki tefviz  muamelesi, meslahata göre yapılmış, nev-i şahsına munhasır bir akit şeklidir.
İslam hukukunda arazi, hem devlet, hem de ferdi (özel) mülkiyete konu olabilmektedir. Fethedilen toprakların, genellikle gazilere ganimet olarak dağıtılmayıp, harac statüsüne bağlanması veya bütün müslümanlar adına devlet mülkiyetinde bırakılması (Hazineye maledilmesi), ve Osmanlılarda  olduğu gibi, ziraat yapılan ülke topraklarının hemen tamamı denilebilecek büyük kısmının mîrî arazi sayılması kitap ve sünnetteki bağlayıcı hükümlere değil âmme maslahatına dayanmaktadır. Bu itibarla, sözgelimi öşriyye sayılan bir arazinin, hep aynı statüde kalması gerekli olmadığı gibi, emîriyye veya haraciyye statüsüne bağlanan arazilerin de, hiç değişmeden aynı statüde kalması gerekli değildir. Şartlara ve maslahata göre, bu arazilerin statüsü de değişebilir. Çünkü, ulü'l-emrin (devletin) fethedilen bir ülkenin topraklarının, maslahata göre hangi statüye bağlanacağını belirleme yetkisi bulunduğu gibi, maslahat gerektirdiğinde bu statüyü değiştirme ve yeniden düzenleme yetkisi de vardır. Nitekim, Osmanlılar döneminde rakabesi (mülkiyeti) devlette kalmak üzere, sadece tasarruf hakkı halka tefviz edilmiş olan miri arazi, cumhuriyet döneminde tasarruf sahiplerine mülk olarak bırakılmış; ayrıca bir kısım devlet arazisi de, çeşitli yollarla topraksız çiftçiye mülk olarak verilmiştir. 
Bazı özel durumlar ve geçici uygulamalar istisna edilirse, bugün ülkemizdeki bütün tapulu arazi, kimin adına tapulu ise, onun mülkü olmuştur; satar, bağışlar, vakfeder, kiraya verir, boş bırakır, ipotek eder, ölünce mirascıları arasında diğer malları gibi paylaşılır. Bu arazilerin, artık mülkiyeti devletin, tasarruf hakkı şahısların olan miri  arazi olarak değerlendirilmesi mümkün değildir. Çünkü ferdi (özel) mülkiyet hükümlerine tabidir. Hepsi öşri arazi olmuştur. 
Bilindiği üzere, müslümanların öşür arazisinden elde ettikleri mahsulden, (sulama için masraf yapılıp yapılmaması durumuna göre , 1/10 veya 1/20 nisbetinde) öşür vermeleri gerekir. Harac arazisinin ise, ister ekilsin , ister boş bırakılsın , devlete haracının ödenmesi gerekir. Şayet ödenen harac, araziden elde edilecek mahsulün (1/10 dan 1/2 ye kadar olmak üzere) belirli bir kısmı ise, buna "harac-ı mu kaseme"; elde edilecek mahsule bağlı olmayarak, kesim usulü ile yıllık belirli bir vergi ise, buna da "harac-ı muvazzafa" denir. Hanefiler dışındaki üç mezhebe (Maliki, Şafii ve Hanbelilere) göre, harac arazisi, şayet müslümanın mülkiyetine geçmişse, hem arazinin haracının, hem de elde edilen mahsulün öşürünün verilmesi gerekir . Hanefilere göre ise, harac arazisi ister müslümana ister gayr-ı müslime ait olsun' sadece haracı ödenir; müslümanlar için ayrıca mahsulünden öşür gerekmez. Çünkü Hanefilere göre, bir arazide haraç ile öşür birleşmez. 
Ancak, günümüzde tarihteki anlam ve uygulama şekliyle mîrî ve haracî arazi kalmamış, elindeki tapulu arazi, sahibinin tam mülkü, yani öşür arazisi olmuştur. Bu hâle göre, Hanefilere göre de, çiftçinin ekip biçtiği araziden elde ettiği mahsulün öşürünü vermesi gerekir. Arazi vergisi ödense bile, bu vergi öşürün yerini almaz. Çünkü bilindiği üzere, öşür topraktan elde edilen tarım ürünlerinin zekatıdır. Zekat ise bir ibadettir. Hangi mallardan, ne miktarda ve ne zaman gerekeceği, kezâ nereler ve ne şekilde sarfedileceği...gibi hususlar, kitap ve sünnetle belirlenmiştir. Zekatın vücûbu ve ödenmesi için, ihtiyac bulunup bulunmadığına bakılmaz. Başka ihtiyaçlar olsa bile, dinen belirlenen yerler dışında başka maksatlar için sarfedilmez . Ödenecek meblağ da , sarf yerleri de bellidir. Vergi böyle değildir. Zekat ile vergi teşri kaynağı, vücup şartları, nisbeti, mikdarı, sarf yerleri, hedef ve gayeleri bakımından birbirinden farklıdır. Bu itibarla günümüzde devlete ödenen vergiler zekat yerine geçmez. 
Kaldı ki günümüzde, çok büyük çiftlikler dışında, genel olarak araziden vergi alınmamakta, alınsa bile bu arazinin aslının öşrî ve haracî olduğuna bakılmaksızın, hepsinden aynı usulle vergi alınmaktadır. "Vergisi verilen araziden öşür gerekmez," denilmesi halinde, öşür arazi mahsülünden de öşür (zekat) gerekmeyecektir. Oysa , hiç bir fakih, öşri arazinin vergisi verilirse, mahsulünden zekat gerekmeyeceğini söylememiştir.  
 
Sonuç olarak, halen halkımızın elinde bulunan tapulu arazi: Hanefilere göre, öşri araziye dönüştüğü için, Maliki, Şafii ve Hanbelilere göre, vergisi (haracı) verilmiş olsa ayrıca öşür de verilmesi gerektiği için, Tarım ürünlerinin zekatı demek olan öşürün -usûlüna göre- verilmesi gerektiğine karar verildi. 

3 Haziran 2022 Cuma

Göz Damlasının Orucu Bozup Bozmayacağı

Din İşleri Yüksek Kurulu Kararları
Karar Yılı: 1994 - Karar No: 114
Konusu: Göz Damlasının Orucu Bozup Bozmayacağı
   
Din İşleri Yüksek Kurulu 28/12/1994 günü Kurul Başkanı İsmail ÖNER 'in başkanlığında toplandı. Göz damlasının ve astımlı hastaların nefes alabilmek İçin kullanmak zorunda oldukları, ağıza küçük zerrecikler halinde püskürtülerek (sprey olarak; aldıkları ilaçların orucu bozup bozmayacağı hususlar», Kurulumuzca incelendi. Yapılan müzakere sonunda:
1) Mütehassıs göz tabiplerinden alınan bilgilere göre, göze damlatılan ilacın  miktar olarak çok az (1 mililitrenin 1/20 si olan 50 milcrolitre) oluşu ve bunun bir kısmının gözün kırpılmasıyla dışarıya atıldığı, bir kısmının gözde, göz ile burun boşluğunu birleştiren kanallarda ve burun mukozasında mesamat yolu ile emilerek vucuda alındığı ancak yok denilebilecek kadar çok az bir kısmının sindirim kanalına ulaşabilme ihtimalinin bulunduğu dikkate alınarak, İslam fakihlerinin de belirttiği gibi göz damlasının orucu bozmayacağına;
2) Bir kısmı ağız cidarında emilerek yok olacak kadar az olması ve esasen yutulmadıkça ağıza alman suyun orucu bozmadığı ve orucun teşri hikmeti dikkate alınarak, astımlı hastaların ağıza püskürtülerek aldıkları ilacın da orucu bozmayacağına;
Karar verildi. 

2 Haziran 2022 Perşembe

Cuma Namazı Kadınlara Farz Mıdır?

Din İşleri Yüksek Kurulu Kararları
Karar Yılı: 1997 - Karar No: 26
Konusu: Cuma Namazı Kadınlara Farz Mıdır?
   
Din İşleri Yüksek Kurulu 26.03.1997 günü Kurul Başkanı İsmail ÖNER’in başkanlığında toplandı. Son günlerde gerek bazı kimseler tarafından yazılmış olan kitaplarda ve gerekse basında çıkan yazılarda cuma namazının kadınlara da farz olduğu ifade edilmekte ve bu yüzden bilgi almak üzere Başkanlığa çok sayıda şifahi ve yazılı başvuruda bulunulmakta olduğundan, konu görüşüldü:
Kadınların, dini konularda aydınlanmak ve yapılan va'zlardan yararlanmak üzere camilere gelmeleri yararlı olduğu gibi cuma namazını kılmaları halinde de ayrıca o günün öğle namazını kılmalarına gerek olmadığı bilinmektedir.
Kadınlara cuma namazının farz olduğunu söyleyenler, Kur'an-ı Kerim'de aksinin yer almamış olmasını ve kadınlara cuma namazının farz olmadığı hakkmdaki hadis-i şeriflerin, bazı alimlerce sened yönünden sıhhatinde tereddüt edilmiş bulunmasını, gerekçe göstermekte iseler de; İslâm müctehidleri arasında kadınlara cuma namazının farz olmadığı konusunda bir görüş ayrılığı bulunmamaktadır. Kaldı ki, Peygamberimizden günümüze kadar da uygulama ameli tevatür halinde böyle olmuştur. Bu konudaki en önemli dayanak da budur.
Bu itibarla, konunun bu çerçevede anlaşılması gerektiği hususunun kamuoyuna duyurulmak üzere keyfiyetin Başkanlık Makamına arzına karar verildi.

1 Haziran 2022 Çarşamba

Sen hangisindesin?


İki ayrı şahsiyet var içimizde hangisini istediğimizi hangisiyle yol tuttuğunuza bakmamız gerekiyor; iki akıbet var.

Allah Teala içimizde bir fisk u fücur yarattı, bir kötü ben var bizde, bir de hakkı ilham ettiği salih bir taraf. Sen hangisindesin?
Her insanın içinde bir Firavun vardır. Her insanın içinde bir Karun vardır. Her insanın içinde ilimle böbürlenmek isteyen bir Bel’am; Eğer hortlar ise hakkı ateşte yakmaya namzet bir Nemrut vardır. 
İçimizdeki bu şerre meyil olgusunu karantinaya almak zorundayız. Burada, kalptedir asıl mücadele, budur asıl kavga, asıl cihat da budur. Buna eskiler cihad-ı ekber demişlerdir. En büyük cihat budur. Ve eğer insan şerle mücadeleyi kalpte kaybederse, cephede bir başarı elde etmesinin imkan ve ihtimali yoktur. Bu yüksek bir manevi ruh halidir, bu bir karar kılış makamıdır .

Yasin Pişgin

30 Mayıs 2022 Pazartesi

Salâ Verilmesi

Din İşleri Yüksek Kurulu Kararları
Karar Yılı: 2001 - Karar No: 21
Konusu: ‎ Salâ Verilmesi
   Din İşleri Yüksek Kurulu, 17.05.2001 tarihinde Kurul Başkanı Doç.Dr.Şamil DAĞCI’nın başkanlığında toplandı.
İlgi onay ekinde incelenmek üzere Kurulumuza gönderilen, Din Hizmetleri Dairesi Başkanlığı’nın hazırlamış olduğu “Sala Verilmesi” konusundaki taslak metin incelendi.
Yapılan inceleme sonunda söz konusu metnin, aşağıdaki şekilde düzenlenmesine karar verildi.
Dinimize göre, cenaze namazının kılınması için belirli bir vakit yoktur. Kerahet vakitleri dışında, günün her saatinde cenaze namazı kılınabilir. Bunun için, hazırlanmış olan bir cenazenin bekletilmeden namazı kılınıp defnedilmesi daha uygundur.
Bununla beraber, cenaze namazına daha çok cemaatin katılması, ölen kişinin akraba, eş, dost ve komşuları gibi hukuku bulunan insanlara ölüm haberini duyurup son görevlerini yapmaküzere cenaze merasiminde bulunabilmelerinin sağlanması amacıyla vakit namazlarından sonra cenaze namazının kılınması teâmül haline gelmiştir.
Belirtilen amacın gerçekleşmesi için, ölen kişinin ikamet ettiği mahalle camiinin minaresinden cenaze salası okunması da bu teâmülün bir devamıdır.
Ölüm haberinin çeşitli yollarla duyurulması sünnettir. Bu bakımdan, minareden cenaze salası okunması ve arkasından da ölen kişinin adının ve memleketinin söylenmesinde dinen birsakınca bulunmadığına, ancak, ölen kişi için övücü sözler söylenmesinin uygun olmadığına
karar verildi.

29 Mayıs 2022 Pazar

Günümüz Şartlarına Göre Öşür Oranları ‎ve Yapılan Masrafların Ziraî Mahsulden Düşürülmesi‎

Din İşleri Yüksek Kurulu Kararları
Karar Yılı: 2001 - Karar No: 95
Konusu: Günümüz Şartlarına Göre Öşür Oranları ‎ve Yapılan Masrafların Ziraî Mahsulden Düşürülmesi‎
   
Din İşleri Yüksek Kurulu, 07/08/2001 tarihinde, Kurul Başkanı Doç. Dr. Şamil DAĞCI’nın başkanlığında toplanmış ve “Günümüz Şartlarına Göre Öşür Oranları ve Yapılan Masrafların Ziraî Mahsulden Düşürülmesi” konusu görüşülmüştür. 
Yapılan müzakereler sonucunda; 
1) Türkiye topraklarının mülk arazi olduğu, bu nedenle elde edilen ziraî mahsulden öşür verilmesinin gerektiği, 
2) Tarımsal ürünlerin zekatında, elde edilen hasılattan (gayr-i safî),  ürün için yapılan günümüz tarım şartlarının getirmiş olduğu ekstra masraflar çıkarıldıktan sonra, geriye kalan ürünün nisap mektarına ulaşması halinde, tabii yollarla sulanan arazide 1/10, masraf veya emekle sulanan arazide 1/20 oranında zekat verilmesi gerektiği, 
Karara bağlanmıştır. 

28 Mayıs 2022 Cumartesi

Cuma Namazı ve Zuhr-i Ahir

Din İşleri Yüksek Kurulu Kararları
Karar Yılı: 2002 - Karar No: 50
Konusu: Cuma Namazı ve Zuhr-i Ahir
   
Din İşleri Yüksek Kurulu, 26.03.2002 tarihinde Kurul Başkanı Doç.Dr.Şamil DAĞCI’nın başkanlığında toplandı.
Dinî Sorulara Cevap Komisyonunca “Cuma Namazı ve Zuhr-i Ahir” konusunda hazırlanan metin Kurula takdim edildi. Konu ile ilgili Kurul üyeleri görüşlerini belirttiler. Görüşmeler sonucunda;
I. CUMA NAMAZI
A. Cuma Namazının Hükmü
Cuma namazı, farziyyeti Kitap, sünnet ve icma ile sabit olan ve hutbeyi de ihtiva eden iki rekatlı, cemaatle kılınan bir namazdır. Yüce Allah, “Ey inananlar! Cuma günü namaz için çağrı yapıldığında, alışverişi bırakıp hemen Allah’ı anmaya koşun. Eğer bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır. Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın ve Allâh’ın lütfundan nasibinizi arayın. Allâh’ı çok zikredin ki kurtuluşa eresiniz.” buyurmaktadır (Cumu’a 62/9-10). Hz. Peygamber, “Cuma namazına gitmek, ergenlik çağına ulaşmış her Müslüman’a farzdır.” (Nesâî, Cumu’a, 2; Ebû Dâvûd, Taharet, 129), “Cuma namazını kılmayan birtakım kişiler, ya bundan vazgeçerler ya da Allâh kalplerini mühürler de gafillerden olurlar.” (Müslim, Cumu’a, 12; Nesâî, Cumu’a, 2), “Allâh, önemsemeyerek üç Cuma’yı terk eden kişinin kalbini mühürler” (Ebû Dâvûd, Salât, 210; Nesâî, Cumu’a, 2) buyurmaktadır. Cuma namazı, Hz. Peygamber döneminden günümüze kadar bütün Müslümanlarca kılınmış ve bunun farz olduğu konusunda herhangi bir ihtilafa düşülmemiştir. Cuma namazının hicretten önce farz kılındığına dair rivayetler bulunmakla birlikte, Hz. Peygamber ilk Cuma namazını hicret esnasında Medine yakınındaki Rânûna denilen bir vadide kıldırmıştır.
B. Cuma Namazı ile Yükümlü Olmanın Şartları
Cuma namazı, akıllı, buluğ çağına erişmiş, sağlıklı, hür ve mukim Müslüman erkeklere farz kılınmıştır. Kadınlar, hürriyeti kısıtlı olanlar, yolcular ve cemaata gelemeyecek kadar mazereti olanlar Cuma namazı kılmakla yükümlü değildirler. Zira Hz. Peygamber, köle, kadın, çocuk, hasta ve yolcu dışında Cuma namazının her Müslüman’a farz olduğunu belirtmiştir (Ebû Dâvûd, Salât, 215; Beyhakî, Sünen, III/183-184, H.No: 5422, 5425, 5426; Darakutnî, Sünen, II/2, H.No: 2; İbn Ebî Şeybe, Musannef, I/446, H.No: 5148; Ebû Muhammed el-Bağavî, Mesabihu’s-Sünne, I/470). Ancak Cuma namazını kılmaları halinde bu kimselerin namazları geçerli olup ayrıca öğle namazı kılmaları gerekmez.
C. Kadınların Cuma namazı kılmaları
Cuma namazı kılmak kadınlara farz değildir. Konuyla ilgili hadisleri ve uygulamaları göz ardı ederek, sadece Cuma namazını farz kılan ayetteki “ey iman edenler” ifadesinden hareketle
kadınların Cuma ile mükellef olduklarını söylemek doğru değildir. Aksi halde, hükümlü, hasta ve diğer mazeret sahiplerinin de Cuma ile mükellef olmaları gerekir. Zira Hz. Peygamber, kadın, hasta, yolcu ve hürriyeti kısıtlı olanların Cuma namazı ile yükümlü olmadıklarını belirtmek suretiyle ayetin hükmünü tahsis etmiştir (Ebû Dâvûd, Salât, 215; Beyhakî, Sünen, III/183-184, H.No: 5422, 5425, 5426; Darakutnî, Sünen, II/2, H.No: 2; İbn Ebî Şeybe Musannef, I/446, H.No: 5148; Ebû Muhammed el-Bağavî, Mesabihu’s-Sünne, I/470).
Ayrıca, hadis ve siyer kaynaklarında, Hz. Peygamber döneminde bazı hanımların münferiden Cuma namazına katıldıklarını bildiren rivayetler bulunmakla birlikte, onların erkekler gibi yoğun bir şekilde Cuma’ya iştirak ettiklerini gösteren bir bilgi bulunmamaktadır. Asr-ı saadetten günümüze kadar da, müçtehit imamlar ve daha sonraki bilginler, bunlara dayanarak Cuma namazının kadınlara farz olmadığı konusunda ittifak etmişlerdir (Bk. İbn Rüşd, Bidayetü’l-Müctehid, I/157; İbn Kudâme, Muğnî, II/193; İbn Hazm, Muhallâ, III/259; İbn Hümam, Fethu’l-Kadîr, II/62; eş-Şirbînî, Muğni’l-Muhtâc, I/276; Yusuf el-Hûlî, Nihayetü’lİhkâm, II/42; Sa’dî Ebû Ceyb, Mevsûatü’l-İcmâ’, II/633).
Cuma namazının kadınlara farz kılınmamış olması, onlar hakkında bir mahrumiyet değil bir muafiyettir. Diledikleri takdirde, camiye gidip cemaatle Cuma namazı kılmalarında dinen bir engel yoktur.
D. Cumanın Sıhhat (Geçerlilik) Şartları
Fıkıh bilginleri, Cuma namazının geçerli olması için bazı şartlar ileri sürmüşlerdir. Bu şartlardan hutbe, şehir ve cemaat şartlarının Kurulumuzca değerlendirilmesine ihtiyaç duyulmuştur.
1. Hutbe
Hutbe, Cuma ve bayram namazlarında, genel olarak, Allâh’a hamd, Rasûlüne salât ve Müslüman’lara nasihatten oluşan konuşmayı ifade eder.
Hutbe Cuma namazının geçerlilik şartlarındandır. Cuma suresinin 9. ayetindeki “Allâh’ı anma” ifadesini, Hz. Peygamber’in hutbe ile ilgili hadislerini ve uygulamalarını göz önünde bulunduran müçtehitler, hutbenin cumanın sıhhatinin şartı olduğunu ittifakla kabul etmişlerdir (İbn Hümâm, Fethu’l-Kadîr, II/28; İbn Kudâme, el-Muğnî, III/170-171; Şirbînî, Muğni’l- Muhtâc, I/549; Kâsânî, Bedâi’u’s-Sanâ’î, II/195-198; Nevevî, Mecmû’, IV/382383). 
Hutbenin, Cuma vaktinde ve namazdan önce okunması gerekir. Zira Hz. Peygamber, hutbeyi Cuma namazından önce okumuştur (Ebû Dâvûd, Salât, 240; Abdürrazzâk San’anî, el-Musannef, III/222, H. No: 5413). Bu yüzden bütün fıkıh bilginleri hutbenin namazdan önce okunması gerektiği konusunda görüş birliği içindedirler. Günümüze kadar uygulama da bu şekilde olmuştur (İbn Hümâm, Fethu’l-Kadîr, II/28; İbn Kudâme, el-Muğnî, III/170-171; Şirbînî, Muğni’l-Muhtâc, I/549; Kâsânî, Bedâi’u’s-Sanâ’î, II/195-198; Nevevî, Mecmû’,IV/382383).
2. Şehir
İslâm bilginleri Cuma namazının sahih olması için, Cuma namazının şehir veya şehir hükmünde bir yerleşim biriminde kılınması gerektiğini ileri sürmüşler, ancak şehrin tanımı konusunda ihtilaf etmişlerdir.
Hz. Peygamber, ilk Cuma namazını, Mekke’den Medine’ye hicreti esnasında Salim b. Avf oğullarının ikamet ettiği Rânûnâ adı verilen bir vadide kıldırmıştır (İbn Hişam, es-Sîretü’n-Nebeviyye, III/22).
Buna göre, farzı eda edecek sayıda cemaatin bulunduğu mezra, köy, belde, şehir gibi büyük veya küçük tüm yerleşim birimlerinde kılınan Cuma namazı sahihtir. Nitekim Diyanet İşleri Reisliği Müşavere Heyetinin (Din İşleri Yüksek Kurulunun) 16/04/1933 tarih ve 190 sayılı kararında da bu husus vurgulanmıştır.
3. Cemaat
Cuma namazının sıhhat şartları arasında ileri sürülen cemaat şartı; cemaati oluşturan en az kişi sayısı ve bir yerleşim biriminde birden fazla yerde Cuma namazının kılınıp kılınamayacağı şeklinde iki yönden ele alınmıştır.
Cemaati oluşturan en az kişi sayısı
Cuma namazının sahih olması için cemaatin şart olduğu konusunda bütün bilginler ittifak etmekle birlikte, gerekli asgari sayının kaç olduğu hususunda farklı görüşler belirtmişlerdir. Hanefi Mezhebinde, Cuma namazının kılınabilmesi için, Ebu Hanife ve Muhammed b. Hasen eş-Şeybânî’ye göre, imamın dışında en az üç, Ebû Yusuf’a göre ise, iki kişinin bulunması gerekir (İbn Hümâm, Fethu’l-Kadîr, II/31; İbn Abidin, Reddu’l-Muhtâr, I/545). Şafiî ve Hanbelîlere göre, en az kırk (Şafiî, Ümm, I/328; Nevevî, el-Mecmû’, IV/353; Şirbinî, Muğni’l-Muhtâc, I/545; İbn Kudâme, el-Muğnî, III/204); Malikîlere göre de on iki kişinin bulunması şarttır (Huraşî, Şerhu Muhtasari Halîl, II/76-77).
Şafiîler ve Hanbeliler görüşlerini, Hz. Peygamber’in Medine’ye gelmesinden önce Es’ad b.Zürâre tarafından Medine’de kıldırılan ilk Cuma namazında kırk kişinin hazır bulunduğunu bildiren rivayetlere dayandırmaktadırlar (Ebû Dâvûd, Salât, 216; İbn Mâce, Salât, 78). Bu mezheplere göre, bundan sonra Rasulullah zamanında kılınan Cuma namazlarında sayı kırk kişinin altına düşmemiştir. Ayrıca bunlar, Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe’den rivayet edilen “kırk kişi bulunan her yerleşim biriminde, Cuma namazı kılmak farzdır” haberi ile Ömer b.Abdilaziz’in, Şam ile Mekke arasında bulunan “miyah” halkına gönderdiği mektuptaki, “kırk kişiye ulaşınca Cuma namazını kılın” ifadesini delil olarak ortaya koymuşlardır (Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, III/177-178, H.No: 5398, 5399).
İleri sürülen bu deliller, Cuma namazının farz olması için kırk kişinin bulunması gerektiğini ispata yeterli değildir. Zira, Hz. Peygamber’in Medine’ye gelmesinden önce, Medine’de kılınan Cuma namazında kırk kişinin hazır bulunması, bundan aşağı sayıda kişiyle Cuma namazı kılınamayacağını göstermez. Nitekim Mus’ab b. Umeyr’in, Hz. Peygamber’in emri ile Medine’de 12 kişiye Cuma namazı kıldırdığı rivayet edilmektedir (Beyhakî, es-Sünenü’l- Kübrâ, III/179, H.No: 5407). Ayrıca Rasulullah’ın kıldırdığı bir Cuma namazında, ticaret kervanının geldiğini haber alan cemaatten on iki kişi haricindekilerin dışarı çıktığı rivayeti sahih hadis kaynaklarında yer almaktadır (Buhârî, Cumua, 38).
Öte yandan Hz. Peygamber’in, “Bir yerleşim biriminde, sadece dört kişi bulunsa bile, Cuma namazı kılmak farzdır.” buyurduğu rivayet edilmektedir (Beyhakî, Sünen, III/179 H.No: 5406, 5407; Darakutnî, Sünen, II/8-9 H.No: 1-3; Azim Âbâdî, Avnü’l-Ma’bûd, III/283). Cuma cemaatinin asgari sayısı hakkında varit olan haberler genelde zayıf kabul edilmekle beraber, fiilî uygulama ile Cuma namazının farziyyetini mutlak olarak ifade eden ayet ve hadisler dikkate alınınca, bir sayı şartı olmadığı anlaşılmaktadır. Ayrıca, Cuma namazının kılınabilmesi için 40 kişinin bulunması gerektiği konusunda Hz. Peygamber’den menkul bir rivayet bulunmamaktadır.
Kur’an-ı Kerim’de Cuma namazı mutlak olarak bütün mü’minlere farz kılınmıştır (Cumua 62/9). Hz. Peygamber bunlardan kimlerin muaf tutulduğunu hadislerinde belirterek ayetin genel hükmünü tahsis etmiştir (Ebû Dâvûd, Salât, 215; Beyhakî, Sünen, III/183-184, H.No: 5422, 5425, 5426; Darakutnî, Sünen, II/2, H.No: 2; İbn Ebî Şeybe, Musannef, I/446, H.No: 5148; ) ve O’nun dışında kimsenin, ayetlerin hükmünü tahsis etme yetkisi de yoktur.
Bu itibarla, bir yerleşim biriminde İmamla birlikte en az dört kişinin bulunması halinde Cuma namazı kılınması gerekir.
Bir yerleşim biriminde birden fazla yerde Cuma namazı
Bir yerleşim biriminde birden fazla yerde Cuma namazı kılınıp kılınmayacağı konusunda farklı görüşler bulunmaktadır. Hanefi mezhebinde ağırlıklı görüşe göre, birden fazla yerde Cuma namazı kılınabilir (Kâsânî, Bedâi’u’s-Sanâî, II/191-192; İbn Hümâm, Fethu’l-Kadîr, II/14-15; İbn Abidîn, Reddü’l-Muhtâr, I/541). Diğer üç mezhebe göre ise, zorunluluk bulunmadıkça, bir yerleşim yerinde sadece bir yerde Cuma namazı kılınır; bir ihtiyaç bulunması halinde ise, birden fazla yerde Cuma namazı kılınabilir. İhtiyaç yokken, birden fazla yerde kılınması halinde, namaza ilk başlayanların Cuma namazları sahih olur, diğerlerininki sahih olmaz. Bu durumda diğerlerinin öğle namazını kılmaları gerekir (Şirbînî, Muğnî’l Muhtâc, I/544; Nevevî, el-Mecmû’, IV/451-452; Sahnûn, el-Müdevvene, I/277-278; İbn Kudâme, el-Muğnî, III/212;
Hurâşî, Şerhu Muhtasari Halîl, II/74-75).
Zuhr-i ahir namazı veya o günkü öğle namazının iade edilmesi konusu, bir yerleşim biriminde birden fazla yerde Cuma namazının kılınmasından kaynaklanmaktadır.
E. Cuma Namazının Rekat Sayısı
Cuma namazının farzı iki rekattir. Bu konuda herhangi bir ihtilaf yoktur.
Hz. Peygamber’in Cumanın farzından önce, nafile olarak bir namaz kılıp kılmadığı konusunda fıkıh bilginleri, konuyla ilgili muhtelif rivayetlerden hareketle farklı görüşler ortaya koymuşlardır:
Cuma’nın farzından önce nafile bir namaz olmadığını ileri süren fakihler bulunmaktadır. Onlara göre Hz. Peygamber, Cuma namazı için mescide gelince, namaz kılmadan doğrudan minbere çıkmıştır. Sahabenin kıldığı rivayet edilen namaz ise, sünnetle ilişkisi olmayan nafile bir namazdır (İbn Kayyım, Zâdü’l-Meâd, I/118-119). Buna karşılık Hanefî, Mâlikî ve Şâfiî bilginlerine göre, Hz. Peygamber, Cuma namazının farzından önce tahiyyetü’l-mescid dışında, nafile olarak namaz kılmıştır. Hanefîler bu namazın dört rekat olduğunu, diğerleri ise belli bir rekat sayısıyla sınırlı olmadığını belirtmişlerdir (İbn Humam, Fethu’l-Kadîr, II/39; İbn Kudâme, Muğnî, II/250; İbn Abidin, Reddü’l-Muhtar, I/452). Sahih hadis kaynaklarında Hz. Peygamber’in Cuma namazından önce nafile olarak namaz kıldığına dair bir çok rivayet bulunmaktadır (İbn Mâce, Salat, 94; Buhârî, Cumu’a, 33, 39; Ebû Dâvûd, Salât, 244).
Hz. Peygamber’in Cuma namazından sonra nafile olarak namaz kıldığı konusunda ihtilaf olmamakla birlikte, bu namazın kaç rekat olduğu konusunda görüş farklılığı bulunmaktadır. Bu namaz, Ebu Hanife’ye göre bir selamla dört, Şâfiî’ye göre iki selamla dört, Ebû Yûsuf’a göre ise dört rekatta bir selam ve iki rekatta bir selam vermek üzere toplam altı rekattır (İbn Hümâm, Fethu’l-Kadîr, II/39; Şirbînî, Muğni’l-Muhtâc, I/451). Sahih hadis kaynaklarında yer alan bazı rivayetlerde, Hz. Peygamber’in Cuma namazından sonra dört, bazı rivayetlerde ise iki rekat nafile namaz kıldığı bildirilmektedir (Ebû Dâvûd, Salât, 244; İbn Mâce, İkâmetu’s-Salât, 95; Buhârî, Cumu’a, 39). İbn Teymiyye, İbn Kayyım gibi bazı alimler, konuyla ilgili çeşitli rivayetleri birlikte değerlendirerek, camide kılınırsa dört, evde kılınırsa iki rekat kılınabileceği görüşüne varmışlardır.
Zikredilen bu rivayetler, Hz. Peygamber’in Cuma namazından önce ve sonra, ismi ne olursa olsun evde ya da camide nafile namaz kıldığını göstermektedir. Bu itibarla, Cumadan önce ve sonra kılınan namazlar, Cuma namazına daha sonra yapılan bir ilave olmayıp, Hz. Peygamber’in uygulamasına dayanmaktadır.
II. ZUHR-İ AHİR (Son Öğle) NAMAZI
Son öğle namazı anlamına gelen Zuhr-i âhir namazı, bir kısım İslâm bilginleri tarafından, Cuma namazının sahih olmaması ihtimaline binaen, ihtiyaten kılınması öngörülen o günkü öğle namazıdır.
Sıhhat şartlarındaki ihtilaf sebebiyle Cuma namazının geçerli olmaması ihtimalinden hareketle zuhr-i ahir namazının kılınmasının gerektiğini ileri sürenler olduğu gibi, buna karşı çıkanlar da olmuştur.
A. Zuhr-i Ahir Namazının Gerekliliğini İleri Sürenlerin Delilleri
Zuhr-i ahir namazının gerekliliğini ileri sürenlerin hareket noktası, bir yerleşim biriminde birden fazla camide Cuma namazının sahih olmaması ihtimalidir. Bunlara göre, bir zorunluluk bulunmadıkça, bir yerleşim yerinde sadece bir yerde Cuma namazı kılınır. İhtiyaç yokken, birden fazla yerde kılınması halinde, namaza ilk başlayanların Cuma namazları sahih olur, diğerlerininki olmaz. Bu durumda diğerlerinin öğle namazını kılmaları gerekir. Cuma namazını hangisinin önce kılındığının tespit edilememesi durumunda ise, ihtiyaten hepsinin öğle namazını kılmaları bir çözüm olarak öngörülmüştür. Bu görüşlerini de, Cuma namazının toplanmak ve hutbe irat etmek için meşru kılındığı gerekçesine ve Hz. Peygamber ve hulefa-i raşidîn döneminde tek bir yerde Cuma kılındığına dayandırmaktadırlar (Şirbînî, Muğnî’l- Muhtâc, I/544; Nevevî, el-Mecmû’, IV/451-452; Sahnûn, el-Müdevvene, I/277-278; İbn Kudâme, el-Muğnî, III/212; Hurâşî, Şerhu Muhtasari Halîl, II/74-75).
B. Zuhr-i Ahirin Kılınmaması Gerektiğini İleri Sürenlerin Delilleri
Zuhr-i ahir namazının kılınmasına karşı çıkanlar, şüpheyle yapılan ibadetin geçerli olmayacağı düşüncesinden hareketle, bu namazın kılınmaması gerektiğini söylemişlerdir. Bunlara göre, şüpheyle ibadet makbul değildir. Bu itibarla, “belki Cuma namazı sahih olmamıştır” diye zuhri ahir kılmak doğru olmaz. Ayrıca zuhr-i ahir kılınması gerektiğini ileri sürmek, halkın gözünde, Cuma namazının farz olmayıp, öğle namazının farz olduğu ya da bir vakitte ikisinin de farz olduğu zannını uyandırır. İbn Nüceym, Alaü’d-din Haskefî, Cemaleddin el-Kasimî, Mehmet Zihni Efendi gibi bilginler bu görüştedirler (İbn Nüceym, el-Bahru’r-Râik, II/154-155; İbn Abidîn, Reddü’l-Muhtâr, I/536; Cemalettin el-Kasımî, Islahu’l-Mesâcid, s.50; Mehmet Zihni Efendi, Nimet-i İslâm, 439-440).
Bir kısım alimler ise, Hz. Peygamber, sahabe ve tabiîn döneminde böyle bir namaz bulunmadığından hareketle, zuhr-i ahir kılmayı bidat kabul etmişlerdir (Azim Abâdî, Avnü’l- Ma’bûd, III/397,406; Reşid Rıza, Fetâvâ, I/199-200,301-305; III/941; IV/1551, 1591; VI/2521).
C. Delillerin Değerlendirilmesi
Zuhr-i ahirle ilgili olarak tarafların ileri sürdükleri görüşlerin delilleri göz önünde bulundurulduğunda, bu namazı kılmanın gerekli olmadığı anlaşılmaktadır. Şöyle ki, Hz. Peygamber zamanında Cuma namazının sadece bir yerde kılınmış olması, bir yerleşim biriminde birden fazla yerde Cuma namazı kılınamayacağı anlamına gelmez. Zira o dönemde böyle bir ihtiyaç söz konusu değildi. Ayrıca yeni inen ayetleri Hz. Peygamber’in ağzından işitme iştiyakı içinde bulunan sahabenin, başka bir yerde Cuma namazı kılmalarını düşünmek mümkün değildir.
Bir yerleşim biriminde bir yerde Cuma namazı kılınmaması sebebiyle Cumanın sahih olmayacağını söyleyen müçtehitlerin tamamı, ihtiyaç halinde birden fazla yerde cumanın kılınabileceğini kabul etmişlerdir. Nitekim, İmam Şafiî Bağdat’a gittiğinde birden fazla yerde Cuma namazı kılındığını gördüğü halde, buna karşı çıkmamıştır (Nevevî, Mecmû, IV/452; Şirbînî, Muğni’l-Muhtâc, I/544). Günümüzde ise, çoğunlukla bir yerleşim biriminde tek camide Cuma namazı kılınması mümkün olmadığından birden fazla yerde Cuma namazı kılınması kaçınılmaz olmuştur.
İbadetlerde aslolan, kabul edilmesidir. Hz. Peygamber Yüce Allâh’ın, “Ben kulumun benim hakkımdaki zannına göre muamele ederim.” buyurduğunu bildirmektedir (Müslim, Zikir, 1; Tirmizî, Zühd, 51). Başka bir hadislerinde de, “Ameller niyetlere göredir.” buyurmuşlardır (Buharî, Bed’ü’l-vahy, 1). Bu itibarla Cuma namazının kabul olunacağına inanarak kılınması ve bunda şüpheye düşülmemesi gerekir.
Diğer taraftan zuhr-i ahir namazının ihtiyat sebebiyle kılındığını ileri sürmek, sağlam bir temele dayanmamaktadır. Zira, ihtiyat iki delilden kuvvetli olanı tercih etmektir. Halbuki, Cuma namazının farz olduğunu ifade eden ayet ve hadislere karşı, birden fazla yerde kılınmasının caiz olmayacağı konusunda bir delil bulunmamaktadır. Bir yerde kılınması şartını ileri sürenlerin, ihtiyaç bulunduğunda kılınabileceğini belirtmeleri de bunu göstermektedir. Kaldı ki Kur’an-ı Kerim’de, “Allâh bir kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü kılar” (Bakara 2/286); “Allâh dinde üzerinize hiçbir güçlük yüklemedi.” (Hac 22/78) buyrulmaktadır. 
Diğer taraftan ihtiyat, bir faydaya dayalı olmalıdır. Oysa, zuhr-i ahirin kılınması gerektiğini söylemek, insanların Cuma’dan sonra kılınacak sünneti terk etmelerine sebep olmaktadır. Farzdan sonra sünnet namazdan başka bir namaz olmadığı anlatılır ve uygulama da buna göre olursa, bu sünneti yerine getirenlerin sayısı artacaktır. Asıl ihtiyat, Allâh ve Rasulü Müslüman’ları ne ile sorumlu kılmış ise onları yerine getirmek, buna bir şeyi ilave etmemektir.
III. SONUÇ
Yukarıda yapılan açıklamalar ışığında;
1. İki rekat olan Cuma namazının farziyetinin Kitap, sünnet ve icma ile sabit olduğuna, sıhhat şartlarından olan hutbenin Cuma namazının farzından önce okunması gerektiğine,
2. Cuma namazının farzından önce ve sonra, Hz. Peygamber’in nafile olarak namaz kıldığı sabit olduğundan, Cuma’dan önce ve sonra nafile namaz kılmanın sünnet olduğuna, bu nafile namazların dördü farzdan önce, dördü de sonra olmak üzere toplam sekiz rekat kılınmasının uygun olacağına,
3. Cuma namazının kadın, hasta, yolcu, hürriyeti kısıtlı ve cemaate katılamayacak derecede mazereti olanlara farz olmadığına, bununla birlikte kılmaları halinde namazlarının geçerli olup, ayrıca öğle namazı kılmaları gerekmediğine,
4. İmamla birlikte en az dört kişinin bulunduğu mezra, köy, belde, şehir gibi büyük veya küçük tüm yerleşim birimlerinde Cuma namazının kılınması gerektiğine,
5. Bir yerleşim biriminde birden fazla yerde Cuma namazı kılınabileceğine, bu sebeple zuhr-i ahir namazının kılınmasına gerek olmadığına,
6. Zuhr-i ahir namazını kılmak isteyenlere ise mani olunmasının uygun olmayacağına,
Karar verildi.

27 Mayıs 2022 Cuma

Kadınların Başı Açık Namaz Kılmaları

Din İşleri Yüksek Kurulu Kararları
Karar Yılı: 2002 - Karar No: 204
Konusu: Kadınların Başı Açık Namaz Kılmaları
   
Din İşleri Yüksek Kurulu, 07.11.2002 tarihinde Kurul Başkanı Doç.Dr.Şamil DAĞCI’nın başkanlığında toplandı.
Dini Soruları Cevaplandırma Komisyonunca hazırlanan “Kadınların Başı Açık Namaz Kılmaları” konusundaki rapor görüşüldü. Yapılan müzakereler sonunda:
Son zamanlarda, başın abdest organlarından olduğu, bu organların ise örtülmesinin farz olmadığı ileri sürülerek, kadınların baş açık olarak namaz kılabilecekleri iddia edilmektedir.
Namazda örtülmesi gereken yerler dinî kaynaklarda setr-i avret başlığı altında incelenmiştir. Setr-i avret, namazın şartlarından biri olup, namazda avret yerlerinin örtülmesi anlamına gelmektedir. Avret kavramı ise, bir zaruret bulunmaksızın insan vücudunda açılması helal olmayan, namazda ve namaz dışında örtülmesi farz ve başkalarınca bakılması haram olan yerleri ifade etmektedir.
Avret mahallinin kapsamı, erkeğe ve kadına göre farklılık arz eder. Erkeğin avret yeri, Hanefî, Malikî, Şafiî ve Hanbelîlerin oluşturduğu cumhuru fukahaya göre göbekle diz kapağı arasıdır. Hanefîler diz kapağını da avret mahalline dahil etmişlerdir. Hz. Peygamber bir hadisinde, “Müslüman erkeğin uyluğu avrettir.” buyurmuştur (Ahmed, III/478). Diğer bir hadiste de, erkeğin örtülmesi farz, bakılması haram olan yerlerinin “göbeği ile diz kapağı arası” olduğu belirtilmiştir (Ebû Davûd, “Libas”, 37; Dârekutni, I, 230,231).
Hanefî, Malikî ve Şafiîlerle, Hanbelîlerdeki hakim görüşe göre, kadının el ve yüz dışında kalan bütün bedeni örtmesi gerekir. Hanefî mezhebindeki bir görüşe göre ayaklar da avret kapsamı dışında tutulmuştur. Şafiî ve Hanbelî mezheplerinde kadının namazda örtmesi gereken yerlere ayak da dahil edilirken Hanefî mezhebinde kadının çıplak ayaklı olarak namaz kılması caiz görülmüştür. Bu görüş ayrılıklarının sebebi “Onlar (kadınlar), kendiliğinden görünenler hariç, zinetlerini göstermesinler” (Nûr, 24/31) ayetindeki “kendiliğinden görünenler hariç” ifadesiyle ilgili farklı yorumlardır.
Bütün mezheplere göre, kadınların namazda başlarını örtmeleri gerekir. Hz. Aişe’nin rivayetine göre Ebû Bekir'in kızı Esma, üzerinde ince bir elbise olduğu halde Rasûlullah’ın huzuruna girmiş, Hz. Peygamber de ondan yüzünü çevirerek, “Ey Esma! Kadın ergenlik çağına ulaşınca, -el ve yüzünü işaret ederek- şurası ve şurası müstesna artık onun –yabancılar tarafındangörülmesi doğru olmaz.” buyurmuştur (Ebû Davûd, “Libas”, 34). Başka bir hadiste de, “Allah ergenlik çağına ulaşan kadının başörtüsüz olarak kıldığı namazını kabul etmez.” buyurmuştur (Hakim en-Neysabûrî, Müstedrek, I, 251; Ebu Dâvûd, Salat, 85, No: 641, I, 422; Tirmizî, Salat, 277, No: 377, II, 215; İbn Mâce, Tahâre, 132, No: 655, I, 214; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI,150, 218, 259. İbn Huzeyme, hadisin sahih; Tirmizî, Hasen; Hakem ise Müslim’in şartlarına göre sahih olduğunu söylemiştir). Bu hadisler buluğ çağına ermiş Müslüman bir hanımın namaz kılarken saçlarını ve diğer avret mahallini örtmesi gerektiğini ortaya koymaktadır.
Ayrıca hadis kaynaklarında Peygamber eşlerinin evlerinde baş örtüsü ile namaz kıldıklarını (Malik, Salat, 10. No: 35-36), Hz. Peygamber'in başı açık namaz kılan genç kızlara müdahale ettiğini ve buluğa eren kadınların başlarını örterek namazlarını kılmaları gerektiğini bildiren hadisler yer almaktadır (Ahmed, VI, 96, 236, 238; Tirmizî, Salat, 84, No: 640, I, 420; Ebu Davud, Salat, 85, No: 642, I, 422). Hz. Peygamber zamanından günümüze kadar uygulama böyle olduğu gibi, İslam toplumunun ortak görüşü de bu yöndedir.
Yukarıda zikredilen açıklamalar ışığında;
Namazda ve namaz dışında örtülmesi gereken avret mahallinin erkeklerde diz kapağı ile göbek arası, kadınlarda ise, el, yüz ve ayaklar dışındaki bütün beden olduğu ve namaz kılarken, bu uzuvların vücut hatlarını belli etmeyecek ve rengini göstermeyecek nitelikte bir elbise (örtü) ile örtülmesi gerektiği anlaşıldığından, kadınların baş açık olarak namaz kılmalarının caiz olmadığına,
 
Karar verildi.

26 Mayıs 2022 Perşembe

Estetik Ameliyatın Dini Hükmü

Din İşleri Yüksek Kurulu Kararları
Karar Yılı: 2002 - Karar No: 221
Konusu: Estetik Ameliyatın Dini Hükmü
   
Din İşleri Yüksek Kurulu, 28.11.2002 tarihinde Kurul Başkanı Doç. Dr. Şamil DAĞCI’nın başkanlığında toplandı. Dini Soruları Cevaplandırma Komisyonunca hazırlanan “Estetik Ameliyat” konusundaki rapor görüşüldü. Yapılan müzakereler sonunda:
İslâm dini, insana özel bir yer vermiş, yaratılış gayesinden başlayarak insanın, dünya hayatından ölüm ve ötesine, bireysel yaşayışından sosyal etkinliklerine, ruh ve duygu aleminden beden ve şekline kadar hayatının her safhasıyla ilgilenmiştir. Kur'an-ı Kerim'de insanın yeryüzünde halife olmak üzere (Bakara 2/30) en güzel bir biçimde, ölçülü ve dengeli bir şekilde yaratıldığı (Tîn 95/4), çeşitli nimetler, imkanlar ve güzelliklerle donatıldığı (Beled 90/4,8-10; Mülk 67/23; Nahl 16/8, 12; Hac 22/65; Lokman 31/20) bildirilmiştir.
İnsanı en güzel bir şekilde yaratan Yüce Allah, onun makul ve mutedil ölçüler içerisinde süslenmesine, güzel görünmesine ve güzelliklerini korumasına izin vermiştir. Kur'an-ı Kerim'de, iyi ve güzel şeylerin helal, kötü ve çirkin şeylerin ise haram olduğu bildirilmektedir (Mâide 5/4-5). Bir ayette, "De ki: 'Allah’ın, kulları için yarattığı zîyneti ve temiz rızkı kim haram kılmış?' De ki: 'Bunlar, dünya hayatında mü’minler içindir. Kıyamet gününde ise yalnız onlara özgüdür. İşte bilen bir topluluk için âyetleri, ayrı ayrı açıklıyoruz.'" buyurulmaktadır (A'râf 7/32). Hz. Peygamber, güzel giyinme hakkında kendisine yöneltilen bir soruya "Allâh güzeldir, güzelliği sever" şeklinde cevap vermiş (Müslim, İman, 41), kendisi de hayatında daima temiz ve düzenli olmuş, sade ve güzel giyinmeyi, güzel koku sürünmeyi teşvik etmiştir.
Buna karşılık İslâm'da, insanın doğuştan getirdiği özellik ve şeklinin değiştirilmesi ve bu amaçla yapılacak her türlü estetik ve tıbbî müdahale hoş karşılanmamış; fıtratı bozmayı hedef alan müdahaleler olarak kabul edilmiştir. Fıtratı bozmayı, yaratılışı değiştirmeyi hedef alan tasarruf ve müdahaleler ise, yasaklanmıştır (Nisa 4/119).
Estetik ameliyatlar genel olarak, ya dikkat çekmek, daha güzel görünmek ya da tedavî amacına yönelik olmaktadır.
Dikkat çekmek, daha güzel görünmek amacıyla, yaratılıştan verilmiş olan özellik ve şekillerin değiştirilmesi İslâm dininde, fıtratı bozma kabul edilerek yasaklanmıştır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.), süslenmek maksadıyla vücuda dövme yapmak, dişleri yontarak seyrekleştirmek gibi ameliyeleri, yaratılışı değiştirmek, fıtratı bozmak kapsamında değerlendirmiş ve bunu yapanları ve yaptıranları kınamıştır (Buhârî, Libâs, 83-87; Müslim, Libas, 33).
Buna karşılık vücudun herhangi bir organında, diğer insanlar tarafından yadırganan, insanın psikolojik olarak etkilenmesine sebep olabilecek, bir anormallik veya fazlalık bulunursa, bunun ameliyatla düzeltilmesi, fıtratı bozmak değil, bir tedavi işlemidir. Tedavi amaçlı olarak yapılan estetik müdahalelere ise dinimizde izin verilmiştir. Nitekim Arfece adlı sahabî, bir savaşta burnu kopunca, gümüşten bir burun yaptırmış, bunun koku yapması üzerine, altından bir burun yaptırılmasına Hz. Peygamber müsaade etmiştir (Ebû Dâvûd, Hatem, 7; Tirmizî, Libâs, 31). Buna göre hastalık sebebiyle saçları dökülenler, kaza sonucu burun, kulak, göz gibi organlarını kaybedenler veya vücudunda doğuştan yada sonradan meydana gelen şekil bozuklukları bulunanların estetik ameliyat yaptırmaları bir tür tedavi olup, fıtratı bozmak kapsamında değerlendirilemez.
Yukarıda zikredilen açıklamalar ışığında;
Estetik ameliyatın;
a) salim fıtratı bozmak kastı olmamak,
b) yapılmasında bir yarar veya yapılmamasında mevcut bir zarar bulunmak,
c) hile, aldatma veya karşı cinse benzeme kastı bulunmamak,
d) hukukî karışıklığa ve yanlış anlamaya yol açmamak,

kaydıyla bir tür tedavî olarak yaptırılmasında sakınca olmadığına karar verildi.

25 Mayıs 2022 Çarşamba

Sigortanın Dini Hükmü

Din İşleri Yüksek Kurulu Kararları
Karar Yılı: 2005 - Karar No: 64
Konusu: Sigortanın Dini Hükmü
   
Din İşleri Yüksek Kurulu, 07/04/2005 tarihinde Kurul Başkanı Dr. Muzaffer ŞAHİN’in başkanlığında toplandı. Günümüz hayat şartlarının getirdiği riskler ve sosyal problemler ile halkımızdan gelen yoğun müracaatlar göz önünde bulundurularak “sigorta” konusu görüşüldü:
Sigorta; sigortacının, bir prim karşılığında diğer bir kimsenin para ile ölçülebilir bir menfaatini halele uğratan bir tehlikenin (rizikonun) meydana gelmesi halinde tazminat vermeyi yahut bir veya birkaç kimsenin hayat müddetleri sebebiyle veya hayatlarında meydana gelen belli bir takım hadiseler dolayısıyla bir para ödemeyi veya sair edalarda bulunmayı üstlendiği bir akittir (Türk Ticaret Kanunu Madde 1263).
Sigorta, İslâm’ın ilk dönemlerinde bilinmeyen, yakın zamanlarda ortaya çıkmış bir akittir. Bu nedenle sigorta konusunda fıkıh kaynaklarımızda bir açıklama bulunmamaktadır. Bu konuda ilk defa görüş beyan eden, İbn Âbidîn'dir. Adı geçen müellif sigorta konusunu, Raddü'l-Muhtâr adlı haşiyesinin Kitabu'l-Cihâd bölümünün Müste'men alt başlığı altında ele almıştır.
Çağdaş araştırmacılar sigorta konusunu incelemiş ve dinî hükmünü açıklamaya çalışmışlardır. Sosyal sigortalar ve karşılıklı sigortanın caiz olduğu konusunda bu bilginler ittifak etmekle birlikte, ticarî sigortanın hükmü konusunda görüş ayrılığı içerisindedirler. Ticarî sigortanın hükmü konusunda üç ayrı görüş bulunmaktadır:
1. Birinci görüşe göre, ticarî sigortaların hiçbir çeşidi caiz değildir. Zîra ticarî sigortada bilinmeyen unsurlar bulunmakta, bu işlem kumar veya müşterek bahse benzemekte, faiz içermektedir. Ayrıca sigorta haksız tazmindir. Sigorta akdi, güvence gibi objektif olmayan bir şeyin satışıdır. Sigorta ve özellikle hayat sigortasında takdir-i ilâhîye meydan okuma vardır. İslâm'ın yasakladığı bu unsurları taşıyan sigortanın da haram olması gerekir. Buna göre, sigortacının prim, sigortalının da tazminat alması caiz değildir.
2. İkinci görüşe göre, hayat sigortası caiz değildir; mal ve eşya sigortası ise esas itibariyle caiz olmakla birlikte, dinen hoş değildir. Ayrıca faiz esasına dayanan sigortalar caiz değildir.
3. Üçüncü görüşe göre, sigortayı yasaklayan kesin bir nass bulunmadığından, faiz karışmaması ve genel ahlâka aykırı olmaması şartıyla sigortanın bütün çeşitleri caizdir. Zira akitlerde asıl olan, yasaklayıcı bir nass bulunmadığında helal olmasıdır.
İslâm dini, yeni gelişmeler karşısında ortaya çıkan durum ve şartlara cevap verebilecek özelliğe sahiptir. Hz. Peygamber döneminde bulunmayıp daha sonra ortaya çıkan akitler için de durum böyledir. Bu akitler, İslâm hukukunun esaslarına muhalif bir unsur ihtiva etmiyor; akdin mevzuu, irade beyanı, karşılıklı rıza gibi dinen aranan bütün unsur ve şartları taşıyorsa sahihtir.
Sigorta da, Hz. Peygamber döneminde olmayan ve klasik fıkıh kaynaklarında yer almayan, yeniçağda ortaya çıkmış bir akittir. Bu itibarla sigorta, dinin maksatları doğrultusunda ve nassların genel ilkeleri ışığında değerlendirilerek hükmü ortaya konabilir. Bu amaçla öncelikle sigorta konusunda yapılan tenkitler ele alınacak, daha sonra da genel bir değerlendirme yapılacaktır.
a) Sigorta ve Garar/Cehalet İlişkisi
Bazı bilginler, sigorta akdi yapılırken, rizikonun gerçekleşip gerçekleşmeyeceği, gerçekleşmesi halinde ne kadar tazminat ödeneceği bilinmediği için garar unsuru taşıması sebebiyle caiz olmadığını söylemişlerdir.
Garar, akdin haksız kazanca yol açacak ölçüde kapalılık taşıması demektir. Hukukî işlemlerde ve özellikle de iki tarafa borç yükleyen sözleşmelerde, akdin konusunun bilinir ve belirli olması gerekir. Kur’ân ve sünnette, sözleşmelerde açıklık, dürüstlük ve güven ilkeleri üzerinde ısrarla durulmuştur (bk. Bakara 2/188; Nisâ 4/29).
Alışverişlerde gararı yasaklayan hadislerden (Buhârî, Buyû’, 75; Müslim, Buyû’, 4) hareketle İslâm hukukçuları, akitlerde önemli ölçüde kapalılık ve risk içeren, taraflar arasında anlaşmazlığa yol açan gararın yasak olduğu konusunda ittifak etmişlerdir. Ancak hangi derecedeki gararın, hangi tür akitlerde etkili olacağı konusunda ihtilaf etmişlerdir. Genel olarak garar, önem ve derecelerine göre; akdi iptal edici, akdi ifsat edici ve kaçınılması mümkün olmayan garar şeklinde üçe ayrılabilir. Kaçınılması mümkün olmayan gararın akde herhangi bir tesiri yoktur. Buna karşılık, önemli ölçüde kapalılık ve risk içeren, ana karnındaki yavru, kaçmış hayvanın satımı gibi akitler batıldır. Kapalılık ve risk, eğer akdin konusunun vasfı, miktarı ve vade gibi hususlarda olup, daha sonra giderilebilir ölçüde ise, bu tür garar, akdi ifsat eder. Bu belirsizlikler ortadan kalktığında, sahih bir akde dönüşür.
Cehaletle ilgili olarak; taraflar arasında çekişmeye yol açması kuvvetle muhtemel olan akdin konusundaki cehaletin, akdin sıhhatine engel olduğu; çekişmeye yol açmayacağı kuvvetle muhtemel olan durumlarda ise, akdin sıhhatine engel teşkil etmeyeceği konusunda alimler ittifak etmişlerdir.
Buna karşılık çekişmeye neden olması muhtemel durumlarda, akdin sıhhatine mani teşkil edip etmeyeceği hususunda ihtilaf etmişlerdir.
Garar ve cehaletle ilgili düzenlemelerin amacı, hukukî işlemlerde karşılıklı rızayı, açıklık ve dürüstlüğü sağlamak, tarafların beklenmedik bir zarar ve risk altına girmesine, aldatılmasına engel olmaktır. Hz. Peygamber'in yasakladığı tasarruflara bakıldığında, yasak olan gararın, karşılıksız olarak bir tarafın kazancını diğer tarafın da zararını şansa bağlaması bakımından, akdi kumar haline getirecek derecede aşırı belirsizlikler olduğu görülür. Buna göre akdi bozacak gararın derecesi, günün şartlarına göre belirlenebilir; ortaya çıkan yeni hukuki işlemler de bu doğrultuda hükme bağlanabilir.
Diğer taraftan garar, bizzat kendisi haram olduğu için değil, tartışmaya ve insanların birbirlerini aldatıp haksız kazanç sağlamalarına yol açtığı için haram kılınmıştır. Bu bağlamda sigorta değerlendirildiğinde sigortada, tartışmaya yol açacak belirsizlik ve bilinmezliğin bulunmadığı görülür. Çünkü sigorta, detaylı bir şekilde hukukta düzenlenmiş olup, kendine mahsus çok ince hesaplarla işlemektedir.
Sigortada ihtimal unsuru yalnızca sigortacı için bahis mevzuudur; sigorta edilen, kaza meydana gelirse sigortalıya tazminatı öder, gelmezse hiçbir şey ödemez. Bunun yanında mezkur ihtimal ancak teker teker sigortaya bağlı akitler ele alındığı zaman vardır, sigortacının yürüttüğü akitlerin hepsi göz önünde bulundurulduğunda, sigorta sistemi için akde mani bir belirsizlik yoktur. Çünkü sistem, sigortacı için dahi ihtimal unsurunu kaldıran istatistik bir esas içinde bulunmaktadır.
Hz. Ömer, İbn Mes'ûd, İbn Abbâs, İbn Ömer gibi büyük sahabe fakihlerinin ve Hanefîlerin kabul etmiş oldukları muvâlât akdi, sigortada bulunan belirsizliğin akdin sıhhatine mani olmadığını göstermektedir.
Bir çeşit yardımlaşma sözleşmesi olan muvâlât akdi, miras bırakacak hiçbir akrabası ve yakını bulunmayan bir kişinin, diğer bir şahısla, ihtiyaç olursa kendinin diyet borcunu ödemesi, buna karşılık kendisine mirasçı olması üzerine yaptığı bir anlaşmadır. Bu akitle akraba çevresi bulunmayan bir kimse, Müslüman toplumda kendine yardımcı ve çevre edinmiş olur.
Diğer tarafın akdi kabul etmesi üzerine, muvalât akdi yapan kişinin diyet ödemesi gerektiğinde, anlaşma yaptığı mevlâsı diyetini öder; öldüğünde de geride mirasçısı bulunmaz ise mirası himayeyi kabul eden kişi alır (bk. Mebsût, VIII/91 vd.).
Kaldı ki sigortadaki bilinmezlik tek taraflı iken, muvâlât akdinde iki yönlü bilinmezlik mevcuttur. Şöyle ki, akdin kurulması esnasında, kimsesiz olan kişinin kaza ile ölüme sebebiyet verip vermeyeceği bilinmediği gibi, ne kadar miras bırakacağı ve mirasçı bırakıp bırakmayacağı da bilinmemektedir.
Diğer taraftan sigorta sistemi, bütün dünyada umumi iktisadi hayata bağlı diğer sistemlere nispetle en büyük ve sağlam bir teâmül ve tedbir haline gelerek, hukuken düzenlenmiştir. Bundan sonra, tartışmaya yol açacak belirsizlik olduğu söylenemez.
b) Sigorta – Kumar İlişkisi
Sigortayı değerlendiren günümüz bilginlerinden bazıları, sigortanın konusu olan riskin olup olmayacağı belirsiz olduğundan kumar anlamı taşıdığını ileri sürerek sigortanın caiz olmadığını söylemişlerdir.
Kumar, ortaya para koyarak oynanan talih oyunudur. Sigortanın kumara benzetilmesi doğru değildir. Zira sigorta sözleşmeleri kumar ve bahis gibi şansa bağlı sözleşmelerden değildir. Kumar ve bahiste taraflar, kararlaştırmış oldukları parayı kaybetmeyi başta göze alıp, bir ihtiyacı karşılamayı değil, oyun aracılığı ile emeksiz bir zenginleşmeyi amaçlamaktadırlar. Sigorta sözleşmesinde ise sigortalının tesadüfe bağlı bir olaydan zenginleşmesi söz konusu değildir. Çünkü sigortacı, risk gerçekleşince, üzerine aldığı riskin meydana getirdiği zararı, sigorta sözleşmesine dayalı olarak öder. Sigorta sözleşmesinde öngörülen riskin gerçekleşmesi halinde sigortalının uğradığı zarar giderilmekte olup sigortalıya bir zenginleşme sağlamamaktadır.
Kumarda hiçbir surette dayanışma ve yardımlaşma özelliği ve niyeti yoktur. Aksine, karşı tarafı mağlup etme ve malını alma niyeti vardır. Bu da dayanışmayı değil, kin ve nefreti doğurur. Sigorta sözleşmelerinde ise, riskin gerçekleşmesi, kumar ve bahiste olduğu gibi taraflarca istenilen bir durum değildir. Ayrıca kumar ve bahiste tehlikenin (kaybetmenin) önlenebilme ihtimali bulunmakla birlikte, sigorta sözleşmelerinde rizikonun önlenebilmesi söz konusu değildir.
Kumarda alınan meblağın hiçbir sınırı yoktur. Kumarda insan bütün maddi ve ahlâkî değerlerini yok edebilir. Sigortada ise belli bir kayıp (risk) karşılığında, onun kadar alma söz konusudur.
Öncelikle kumarın haram olmasının birinci amili, daha önce de belirtildiği gibi, ahlâkî ve içtimâîdir. Bu itibarla en büyük içtimâî ve ahlâkî dertlerden biri olan kumar ile, faaliyet sahasında insanın malına ve canına dokunan kazaların-felaketlerin zararını ve acısını azaltmak için bir tür yardımlaşma olan sigorta sisteminin birbirine kıyaslanması uygun olmaz.
c) Sigortanın Konusu
Sigorta sözleşmesinde, sigortalının ödemiş olduğu prime karşılık, güven verme gibi mücerret/sübjektif bir şey satıldığı ifade edilerek sigortanın caiz olmadığı ileri sürülmektedir. Ayrıca güven vermek bir hayır işi olduğundan bunun karşılığında para alınamayacağı iddia edilmektedir.
Sigortada gerçek karşılık, sigortalının ödediği primle elde ettiği teminattır. Bu teminat ve taahhüt ise, risk meydana gelmeden, akdin yapılmasıyla hasıl olmaktadır. Zira sigortalıya güvenlik veren bu taahhüt ve teminat sayesinde, riskin meydana gelmesi ile gelmemesi, sigortalı açısından farksız hale gelmektedir. Şöyle ki, risk meydana gelmezse mallarının, haklarının ve menfaatlerinin zarar görmesi söz konusu değildir; risk meydana gelirse alacağı tazminat sayesinde kaybı telâfi edilebilir.
Güvenin bir hayır işi olduğunu söyleyerek satışının caiz olmadığını söylemenin de hiçbir delili yoktur. Kaldı ki bilginler, Kur’an öğretimi, imamlık, müezzinlik gibi sırf ibadet ve hayır işinde dahi ücret alınmasının caiz olduğunu söylemişlerdir.
d) Sigorta ve Haksız Tazmin İlişkisi
Sigorta konusunu araştıran bazı bilginler, sigortada haksız tazmin bulunduğunu söylemektedirler. Onlara göre, sigortacı bu akitle, sigortalının zararını ödemeyi üstlenmekte, böylece yükümlü olmadığı bir borcu yüklenmektedir. Meselâ, emanet akdinde, emanet alanın, kusuru olmaksızın emanet olarak bırakılan malın helak olması halinde, akitte şart koşulmuş olsa bile, tazmin edilmesi gerekmez.
Sigortada haksız tazmin söz konusu değildir. Zira sigortacı ödemeleri bilerek, hesaplayarak ve isteyerek yapmaktadır. Kaldı ki bunun benzeri, kefalet, muvalât gibi meşru akitlerde de bulunmaktadır. Hanefî, Malikî ve Hanbelîlere göre meçhul bir borca kefil olmak sahihtir ve gerektiğinde kefilin bu borcu ödemesi gerekir. Mesela bir kişi, diğerine "şu yolu tutup git; çünkü emin bir yoldur, eğer başına bir şey gelirse ben ödeyeceğim" dese, o da söz konusu yoldan giderken soyulsa, teminat veren zararı öder (bk. İbn Âbidîn, Raddu'l-Muhtâr, V/332).
İslâm dininde benimsenen âkile sistemi de, sigortanın haksız tazminat olduğu gerekçesiyle reddedilmesinin uygun olmadığını göstermektedir. Kaza ile bir insanın ölümüne sebep olan kişinin ödemesi gereken tazminat, âkilesine, yani erkek tarafından akrabalarına veya divan, meslek ve benzeri mensubu bulunduğu gruba taksim edilir. Âkile sisteminin meşru olduğu konusunda sahih hadisler bulunmaktadır (bk. Buhârî, Diyât, 24; Müslim, Kasâme, 11; Tirmizî, Diyât, 18).
Âkile sisteminde, tazmînatın taksim edilmesi iki hikmete yöneliktir: a) hata ile diyeti gerektiren bir eylemi işleyen kimsenin ağır malî yükünü hafifletmek, b) kazâya uğrayanların heder olmasını önlemek. İbn Âbidîn, Reddu'l-Muhtâr adlı eserinde, "… İslâm'dan önce iyilik olsun diye ve asalet icabı tazminatı yükleniyorlardı; İslâm da bunu kabul etti; yani gerekli ve mecbur kıldı. Bu adete insanlar arasında rastlanır; hırsızlık, yangın gibi bir zarara maruz kalan kimse için -aynı sebeple- yardım toplarlar." demektedir (bk. İbn Âbidîn, Raddu'l-Muhtâr, VI/640 vd.).
Malikîlerin kabul ettiği borçlu kılan vaat de, sigortacının riski üstlenmesinin aykırı olmadığını göstermektedir: Bir şahıs diğerine -aslında mecbur olmadığı halde- ödünç veya iğreti vereceğini yahut da bir zararı karşılayacağını vaat etse bu vaat ile borçlu hale gelir. Söz verilen şahıs zikredilen sebebi yapmaya teşebbüs etmedikçe söz veren cayabilir, teşebbüsten sonra ise cayamaz. Meselâ bir şeyi satın almak isteyen kimseye almak istediği şeyin bedelini vaat etmesi, onun da satın alması; evlenmede mehir meblağını ödünç vereceğini söyleyip berikinin buna güvenerek evlenmesi gibi durumlarda söz borçlu kılar. İbn Rüşd bunu "çünkü bu, satışa bağlanmış bir vaattir; vaat bir sebebe bağlandığı zaman, sebep gerçekleşince yerine getirilmesi gerekir. Görüşler içinde en yaygın olanı budur" şeklinde izah etmektedir (Uleyş, Fethu'l-Aliyyi'l-Malik fi'l-Fetâ Alâ Mezhebi'l-İmâmi'l-Mâlik, I/241 vd.). Buna göre, “sigorta akdi, sigortacının, borçlandıran vaat yoluyla, meydana gelmesi muhtemel bir olayın zararını, vaat edilen şahıs adına yüklenmesinden ibarettir” denilebilir.
e) Sigorta ve Faiz – Haksız Kazanç İlişkisi
Sigortanın caiz olmadığını ileri süren bilginler, sigortada üstlenilen risk meydana geldiğinde ödenen tazminatın fazla olması durumunda alınan ile ödenen arasında fark bulunduğundan faiz olduğunu, denk olması halinde de adeli olarak nakdin satılması nedeniyle faiz gerçekleştiğini söylemektedirler. Ayrıca sigorta şirketlerinin primleri faize yatırarak değerlendirdikleri de öne sürülmektedir. Sigortada üstlenilen riskin meydana gelmemesi veya tazminatın az olması durumunda ise, sigortacının karşılığı olmayan, haksız bir kazanç elde ettiği ifade edilmektedir.
Faiz, akitte şart koşulmuş bulunan karşılıksız fazlalık veya ribevî mallardan aynı sınıfa dahil olanların birbirleriyle veresiye olarak satılması anlamına gelmektedir (Mebsût, XII/109; Muğnî, IV/3). Faizi diğer muamelelerden ayıran en önemli özellik, fazlalığın lafzen veya hükmen akitte şart koşulmuş olmasıdır. Meselâ borcun iadesinde, bir hediye verilmesi halinde, bu fazlalık şart koşulmadığı için faiz değildir.
Genel olarak sigortada, mutlak anlamda faizin tanımında yer alan “şart koşulmuş karşılıksız fazlalık” bulunmamaktadır. Sigorta, prim karşılığında tazminatın satışı olmayıp, güven ve teminat verme karşılığında prim almaktır.
Sigortacının prim almasına rağmen kaza meydana gelmediği takdirde bu primin karşılıksız olduğu söylenemez; zira sigortacının sigorta sözleşmesinden doğan borcu sadece riziko gerçekleşince sigorta tazminatını ödemek değil bunun yanında sigorta süresi içinde muhtemel rizikoyu da üzerinde taşımaktır. Bu çerçevede sigortacının rizikoyu üzerinde taşıma borcunun karşılığını, sigortalının prim borcu oluşturmaktadır. 
Diğer taraftan sigorta sistemi, sigortalının, faizde olduğu gibi daha çok kazanması amacına yönelik olmayıp, kaybının telafisi esası üzerine çalışır. Kaza sigortalarında sigortacı, sigortalının gerçekten uğradığı zararı, tehlikenin oluşması ile sigorta ettirdiği malda meydana gelen azalmayı telafi etmektedir. Bu sebeple sigortacının vereceği tazminat miktarı, sigortalının maruz kaldığı zararı ve sigorta sözleşmesinde belirlenen sigorta bedelini hiçbir şekilde aşmamaktadır. Bu suretle, sigortalının sebepsiz yere mal kazanmış olmasına imkan verilmemektedir.
Sigortacının, birikimli hayat sigortası ile bireysel emeklilik tasarruf ve yatırım sistemi primleri dışındaki paraları hangi alanda değerlendirdiği, sigortacı ile sigortalı arasındaki ilişkide ve sigortanın hükmü üzerinde etkili değildir. Bu konuda sorumluluk sigortacıya aittir.
Ancak ticarî sigorta çeşitlerinden birikimli hayat sigortası ile bireysel emeklilik tasarruf ve yatırım sisteminde, genel olarak primler şirketler tarafından nemalandırılarak iştirakçilere kâr payı dağıtılmaktadır. Bu da bir nevi ortaklık olduğundan, yatırılan primlerin değerlendirilme alanları dînî hüküm bakımından önem kazanmaktadır. Buna göre yatırılan primlerin, dinen helâl olan alanlarda değerlendirilmesi durumunda, bu tür birikimli hayat sigortası yaptırmak ve bireysel emeklilik tasarruf ve yatırım sistemine dahil olmak ve bunların verdiği kar paylarını almak caiz;
Helâl olmayan alanlarda nemalandırılması halinde ise caiz değildir. Diğer taraftan, belli bir süre prim ödendikten sonra, sigorta şirketinin maktu bir meblağ ödemesi veya aylık bağlaması şeklinde yapılacak hayat sigortası; paranın vadeli olarak satışı olacağından faiz kapsamında değerlendirilir.
f) Sigorta ve Kader İlişkisi
Sigorta akdinde, özellikle hayat sigortasında Allah'ın kudretine meydan okuma manasının mevcut olduğu ileri sürülmektedir. Halbuki sigorta, sigortalanan riskin vuku bulmayacağının değil, vuku bulduğu takdirde riskin meydana getireceği zararları tazmin edilmesi veya hafifletilmesinin taahhüdüdür. Sigorta, kişinin yalnız başına taşıyamayacağı bir zararı, diğer sigortalıların katkılarıyla sigortacının üstlenmesidir.
Özet olarak;
Akitlerde asıl olan caiz olmaktır; İslâm'ın öngördüğü temel prensiplere aykırı bir husus içermeyen ve akdin dinen aranan bütün unsur ve şartlarını taşıyan her akit sahihtir. Bu itibarla, Asr-ı saadette ve müçtehit imamlar döneminde bilinmeyen ve yakın zamanda ortaya çıkan sigorta da, söz konusu unsur ve şartları taşıması halinde caizdir.
Bu bağlamda sigortanın caiz olmadığını ileri süren bilginlerin gerekçeleri değerlendirilmiş ve bu gerekçeler sigortanın caiz olmadığını ortaya koyacak nitelikte görülmemiştir.
Diğer taraftan ticarî sigortaların, sadece hedefinin kazanç olduğu gerekçesiyle reddedilmesi de doğru değildir. Bu gerekçeyle caiz olmadığını söyleyen fıkıhçıların hemen tamamı, sosyal sigortaları ve karşılıklı sigortaları, hedefi yardımlaşmadır diye caiz görmektedirler. Oysa öz itibariyle sosyal sigorta kurumları ile özel sigortalar arasında, hüküm değişikliğine götürecek temel bir fark yoktur. Sosyal sigortalarla özel sigortalar arasındaki farklar; sosyal sigortaların kanunla kurulmuş kurumlar tarafından yapılıyor olması, zorunlu olması, sigortalı olabilmek için kişilerin belli bir statüde olmaları, ödenecek prim ve bu sigorta ile sağlanacak menfaatlerin her sigortalının özel durumuna göre düzenleniyor ve sosyal sigortaların öngördüğü risklerin daha ziyade sosyal sınıfları tehdit ediyor olmasıdır.
Sigorta, meydana gelen zararın yalnızca riske maruz kalanın üzerinde kalması yerine, sigortalıların ödedikleri primlerden ödenen tazminat yoluyla bütün sigortalılara dağıtılmasını ve böylece felaket ve kazaların zararının hafifletilmesini gaye edinmiş karşılıklı taahhüt ve yardımlaşmaya dayanan bir sistemdir. İslâm'ın, sosyal ve iktisadî hayata dair bütün düzenlemelerinin hedefi, hak ve görevlerde, mutlak manada karşılıklı yardımlaşma ve kefâlet esasına dayanan bir toplum meydana getirmektir. Buna göre sigorta İslâm dinindeki bu yüce hedefe aykırı değildir.
Başta ticaret olmak üzere pek çok ilişkinin globalleştiği günümüz dünyasında ticarî sigortanın bulunmaması başlı başına bir risk teşkil eder ve Müslümanların ekonomik açıdan mağlubiyetini sonuç verir.

Yukarıda zikredilen açıklamalar ışığında;
a) Genel olarak, sosyal sigortalar, karşılıklı sigortalar ve ticarî sigortaların caiz
olduğuna,
b) Kâr payı esasına dayalı çalışan birikimli hayat sigortası ile bireysel emeklilik tasarruf
ve yatırım sisteminin ise, yatırılan primlerin, dinen helâl olan alanlarda değerlendirilmesi
durumunda caiz olduğuna,
c) Konusu din tarafından yasaklanmış olan sigortanın caiz olmadığına,
 
Karar verildi.

24 Mayıs 2022 Salı

Selâm Müminin Parolasıdır


Cenâb-ı Hak buyuruyor:

Bismillahirrahmanirrahim 

“Bir selâm ile selâmlandığınız zaman siz de ondan daha güzeli ile selâmlayın; yahut aynı ile karşılık verin. Şüphesiz Allah, her şeyin hesabını arayandır.” (Nisâ, 86)

Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:

“Sizden biriniz din kardeşine rastladığında ona selâm versin. Eğer ikisinin arasına ağaç, duvar ve taş girer de tekrar karşılaşırlarsa, tekrar selâm versin.” (Ebû Dâvûd, Edeb 135)

Es-Selâmu aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtuhû

(Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketleri üzerinize olsun)

Selâm Cennet Kelamı

Selâm, cennet kelamıdır. Cennetin görevli melekleri müminlere selâm verecek, müminler birbirlerine selâm verecek ve bunlardan daha da önemlisi, bir adı da “es-Selâm” olan Yüce Allah, müminlere selâm verecektir. Demek ki selâm hem dünyada hem âhirette müminlere sunulan çok önemli ikramlardan biridir.

Selâm nasıl verilir?

Selâmın bir çok veriliş tarzı vardır. Mesela “selâmün aleyküm”, “es-Selâmü aleyküm” ve en başta yazdığımız gibi “es-Selâmu aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtuhû” şeklinde verilebilir. Bunlardan en sonuncusu daha makbüldür. Hepsinin manası da müminin esenlik, barış ve güven içinde olmasını dilemektir. Selâm alınırken de “ve aleyküm selâm” denir. Dileyen buna “ve rahmetullahi ve berekâtühû” ifadesini de ekler ki böylesi daha makbûldür.

Başka İfadeler Selâm Yerine Geçer mi?

Bugün toplumumuzda selâm verilmeyip onun yerine bazen farklı ifadeler kullanılabiliyor. Mesela “günaydın”, “iyi günler”, “tünaydın”, “iyi akşamlar”, “iyi geceler”, veya bu cümlelerdeki iyi kelimelerinin yerine “hayırlı” kelimesi konularak buna benzer ifadeler kullanılıyor. Daha da ilginci baş hafifçe öne eğilerek veya sallanarak sembolik bir selâmlama yapılıyor. Bunlar, bir yönüyle güzel ifadeler olarak kabul edilse bile selâmın yerine geçebileceklerini iddia etmek mümkün değildir. Çünkü selâmın ihtiva ettiği mana ile bu ifadelerin taşıdığı anlam birbirin yerini tutmamaktadır. Selâmda mümin kardeşimiz için Yüce Allah’tan esenlik, mutluluk, hayır, barış ve güven istemiş oluyoruz. Yukarıda geçen ifadelerde ise gerek lisânen gerekse kalben Yüce Allah’tan böyle bir temennide bulunmuş olmuyoruz. Belki de kuru bir ifade ile sathi bir iyilik dileğinde bulunmuş oluyoruz. Ayrıca Allah Rasûlü (sav) nasıl selâm verileceğini göstermiş ve ümmetine öğretmiştir. İşte tarih boyunca Müslümanlar birbirlerine Allah Rasûlünün öğrettiği şekliyle selâm alıp vermişlerdir. (Erdoğan Baş, Altınoluk Dergisi Ocak-2003)

https://www.2g1d.com/