23 Mayıs 2022 Pazartesi

SA’D BİN MUAZ ( radıyallahü anh )


Yaklaşık olarak (m. 590) senesinde Medine-i Münevvere’de doğdu. 627) senesinde Hendek Savaşında şehîd oldu. Müslüman olmadan önce, Medine’de bulunan Evs kabilesinin ve Benî Abd-ül-Eşheloğullarının reîsi idi. Evs kabilesi içinde Abd-ül-Eşheloğulları, çok zengin ve itibarlı olup, Sa’d bin Muaz’ın sözlerini derhal kabûl ederler ve O’na tâbi olurlardı. Bu bakımdan kabile içerisinde en ileri gelen bir kimse olarak kabûl edilirdi.

Sa’d bin Muaz’ın müslüman olması başlı başına mühim bir hâdisedir. Çünkü O müslüman olunca, O’na bağlı olan kabilesi de O’nun bu teklifi ile müslüman oldu. Böylece Medine’de İslâmiyet süratle yayıldı.

Muhammed aleyhisselâmın bi’setinin onuncu yılı başlarında Medine’den gelen 12 kişi, Peygamberimizle ( aleyhisselâm ) görüşüp müslüman oldular. Birinci Akabe bîati denilen bu görüşmeden sonra, Medinelilerin kendilerine Kur’ân-ı kerîmi ve İslâmiyeti öğretecek bir öğretmen istemeleri üzerine, Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) Mus’ab bin Umeyr’i bu iş için Mekke’den Medine’ye gönderdiler. Mus’ab bin Umeyr Medine’de fevkalâde bir gayretle çok kimsenin müslüman olmasını sağladı. Faaliyetlerini yürütmek üzere Sa’d bin Muaz’ın teyzesinin oğlu olan Es’ad bin Zürare’nin evinde yerleşmişti. Bu sebeple Sa’d bin Muaz, o zaman Arablar arasında akrabaya karşı hakaretten kaçınmak âdet olduğu için teyzesinin evine gidip bu işe mâni olma teşebbüsünde de bulunamadı. Kendisi bir kabile reîsi olarak bu işe el koymak istiyordu. Bu maksatla kabilesinin ileri gelenlerinden Üseyd bin Hudayr’a, “Sen git şu bizim hânemize gelen kişiyi gör ne yapacaksan yap. Es’ad benim teyzemin oğlu olmasaydı bu işi sana bırakmazdım.” dedi. Bunun üzerine Üseyd bin Hudayr, mızrağını alıp, Mus’ab bin Umeyr’in bulunduğu eve gitti. Ancak oraya varınca O’nun tatlı konuşması ile insanın kalbine işleyen sözlerini ve hoş sesiyle okuduğu Kur’ân-ı kerîm âyetlerini dinleyince, kendinden geçip, “Bu ne güzel şey!” dedi. Sonra da “bu dine girmek için ne yapmak lâzımdır,” dedi. Anlattılar ve Üseyd bin Hudayr, kelime-i şehâdet söyleyerek müslüman oldu. Büyük bir huzûr içerisinde olduğu halde Mus’ab bin Umeyre dönerek, “Arkamda bir âlim var. Ben hemen gidip onu size göndereyim. Eğer o müslüman olursa Medine’de O’nun kavminden îmân etmedik hiç kimse kalmaz...” diyerek kalkıp süratle gitti. Doğruca Sa’d bin Muaz’ın yanına vardı. Sa’d bin Muaz O’nu görünce, “Yemîn ederim ki Üseyd buradan gittiği yüzle gelmiyor” dedi. Sonra da, “Ne yaptın yâ Üseyd?” diye sordu. Üseyd bin Hudayr, Sa’d bin Muaz’ın müslüman olmasını çok arzu ettiği için, “O kişiyle (Mus’ab bin Umeyr ile) konuştum, onların bir fenâlığını görmedim. Yalnız duyduk ki, Benî Hâriseoğulları teyze oğlun Es’ad’ın böyle bir kimseyi evinde barındırmasından kuşkulanarak teyzenin oğlunu öldürmek için harekete geçmişler.” dedi. Bu sözler Sa’d bin Muaz’a çok dokundu. Çünkü bir kaç sene önce yapılan bir savaşta, Benî Hâriseoğullarını yenip, Hayber’e sığınmaya mecbûr etmişlerdi. Bir sene sonra da affedip, memleketlerine dönmelerine izin vermişlerdi. Buna rağmen onların böyle bir tavır takınmaları düşüncesi Sa’d bin Muaz’ı çok kızdırmıştı. Halbuki işin aslında böyle bir hareketleri yoktu. Üseyd bin Hudayr böyle bir hileye başvurarak, Sa’d bin Muaz’ın teyzesine ve teyzesinin oğlu Es’ad bin Zürare’ye dolayısıyla Mus’ab bin Umeyr’e zarar vermesini önlemek istedi. Böylece onların tarafına geçmesini ve nihâyet müslüman olmasını temin etmek gayretinde idi.

Sa’d bin Muaz, Üseyd bin Hudayr’ın bu sözleri üzerine hemen yerinden fırlayıp, Es’ad bin Zürare’nin yanına gitti. Oraya varınca baktı ki, Hazreti Es’ad ile Mus’ab bin Umeyr son derece huzûr ve sükûn içerisinde oturup, sohbet ediyorlar. Yanlarına yaklaşıp, “Ey Es’ad aramızda akrabalık olmasaydı sen bunları yapamazdın...” dedi. Bu sözlere Hazreti Mus’ab bin Umeyr cevap vererek, “Ey Sa’d, hele biraz dur, oturup bizi dinle, anla, sözlerimiz hoşuna giderse ne âlâ, eğer sözlerimizi beğenmezsen biz bunu sana teklifden vazgeçeriz. Bizi bırakır gidersin” dedi. Sa’d bin Muaz bu yumuşak ve tatlı sözler karşısında sakinleşip, bir kenara oturarak onları dinlemeye başladı.

Mus’ab bin Umeyr, Sa’d bin Muaz’a önce İslâmiyeti anlattı. İslâmiyetin esaslarını açıkladı. Sonra tatlı ve güzel sesiyle Kur’ân-ı kerîmden bir miktar okudu. O okudukça Sa’d bin Muaz’ın hâli değişiyor, kendinden geçiyordu. Kur’ân-ı kerîmin eşsiz belagatı karşısında kalbi yumuşadı ve büyük bir tesir altında kaldı. Kendini tutamayıp, “Siz bu dine girmek için ne yapıyorsunuz?” dedi. Mus’ab bin Umeyr hemen O’na kelime-i şehâdeti öğretti. O da, müslüman oldu. Sa’d bin Muaz müslüman olmaktan duyduğu huzûr ve sevinç içerisinde yerinde duramaz oldu. Hemen evine gidip öğrendiği gibi gusül abdesti aldı. Sonra da kavminin toplanmasını istedi. Üseyd bin Hudayr’ı yanına alıp, kavminin toplandığı yere gitti. Benî Eşheloğullarına hitaben, “Ey Benî Abd-ül-Eşhel, siz beni nasıl tanırsınız?” dedi. Onlar da hep bir ağızdan, “Sen bizim reîsimiz ve büyüğümüzsün, biz sana tâbiyiz.” dediler. Sa’d bin Muaz, onların bu sözleri üzerine, “O hâlde hepinize haber veriyorum. Ben müslüman olmakla şereflendim. Sizin de Allahü teâlâya ve O’nun Resûlüne îmân etmenizi istiyorum. Eğer îmân etmezseniz sizin hiçbirinizle konuşmayacağım, görüşmeyeceğim...” dedi.

Benî Abd-ül-Eşheloğulları, reîsleri Sa’d bin Muaz’ın müslüman olduğunu ve kendilerini de İslama davet ettiğini duyar duymaz hep birlikte müslüman oldular. Bu hâdiseden kısa bir müddet sonra bütün Medine halkı, Evs ve Hazrec kabileleri İslâmiyeti kabûl edip, îmân ettiler. Her ev İslâm nûruyla aydınlandı. Sa’d bin Muaz ve Üseyd bin Hudayr, kabilelerine âit bütün putları kırdılar. Bu durum sevgili Peygamberimize ( aleyhisselâm ) bildirildiğinde çok memnun oldu. Mekkeli müslümanlar da çok sevindiler. Bu sebeple O seneye (m. 621) sevinç yılı denildi. Resûlullah ( aleyhisselâm ) Medine’ye hicret ettikten sonra bu hâdiseye işâret ederek, “Ensâr hânedanından en hayırlısı Neccâroğullarının hânedanıdır. buyurdu.

Sa’d bin Muaz ( radıyallahü anh ), ikinci Akabe bîatında bulunup, Resûlullah’a ( aleyhisselâm ) bîat etti. Bu bîatte bulunanlar Resûlullah’ı ( aleyhisselâm ) canları gibi koruyacaklarına ve gerekirse bu husûsta mallarını ve canlarını feda edeceklerine söz verdiler.

Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) Medine-i Münevvere’ye hicret edince Sa’d bin Muaz’ı ( radıyallahü anh ), Sa’d İbn-i Ebî Vakkas ( radıyallahü anh ) ile kardeş yaptı. Hicretten sonra beş sene kadar yaşadı. Sa’d bin Muaz, Medine’nin ileri gelenlerinden ve reîslerinden olduğu için, Mekke’ye gidip, Kâ’be’yi tavaf ederdi. Müşrikler bu sebeple ona dokunamazlardı. Bu ziyâretlerinden birinde Ebû Cehil karşısına çıkıp, siz bizim dinimizden ayrılanları himâye ettiniz. Onlara her yardımda bulundunuz. Eğer burada seni himâyesine alanlar olmasaydı seni öldürürdüm. Dönüp çocuklarına kavuşamazdın demişti. Sa’d bin Muaz, Ebû Cehil’in bu tehditli sözleri karşısında Ona şöyle dedi: “Eğer böyle bir şeye kalkışırsan, Medine yakınından geçen ticâret yolunu keser, seni bir daha oralara ayak bastırmam” dedi. Bunları söylerken sesi öyle gürlüyordu ki yanında bulunan Ümeyye bin Halef, sesini biraz alçalt bu kişi bu vâdînin meşhûrudur, demişti. Bunun üzerine Sa’d bin Muaz daha gür bir sesle yemîn ederim ki Resûlullah ( aleyhisselâm ) bize senin katl olunacağını haber verdi, dedi. Ebû Cehil bu sözleri işitince şaşkına döndü. Mekke’de mi öldürüleceğim deyince orasını bilmem cevabını verdi. Ebû Cehil bunu bildiği için Bedir Savaşında her ne kadar Mekke’den çıkmamak istemişse de çevresinin ayıplaması üzerine Bedir’e gelmişti. Nihâyet Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) buyurduğu gerçekleşip, Ebû Cehil katledildi.

Sa’d bin Muaz Bedir Savaşı’na katılarak, Bedir Eshâbından olmakla da şereflendi.

Bedir Savaşı’ndan sonra Uhud Savaşı’na da katılan Sa’d bin Muaz ( radıyallahü anh ) gösterdiği cesâret ve kahramanlıkla Eshâb-ı kiram arasında çok sevildi. Bu savaşta oğlu Amr bin Sa’d şehîd oldu. Uhud Savaşı’nda Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) yaralanmıştı. Sa’d bin Muaz, Sa’d bin Ubade ile birlikte Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) yaralarını sarıp, tedâvi etti. Sa’d bin Muaz müşriklerle yapılan Hendek Savaşı’na da katıldı. Savaş sırasında İbni Araka adlı bir müşrikin attığı ok ile kolundan yaralandı. Ok atardamara isâbet edip, çok kan kaybına sebep oldu. Hazreti Sa’d yaralı bir halde etrâfındakilerin kanı durdurmak için uğraştıklarını görerek, durumunun ciddi olduğunu anladı ve “Yâ Rabbi, Kureyş harbe devam edecekse bana ömür ihsân eyle. Çünkü senin Resûlüne ( aleyhisselâm ) eziyet eden, O’nu yalanlayan bu müşriklerle savaşmaktan hoşlandığım kadar başka bir şeyden hoşlanmıyorum. Eğer aramızdaki harp sona eriyorsa beni şehîdlik mertebesine yükselt. Fakat, Benî Kureyza’nın akıbetini görmeden rûhumu kabzetme,” diyerek duâ etti. Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) mescidde bir çadır kurdurarak Sa’d bin Muaz’ı oraya yatırttı. Beni Eslem kabilesinden Refide’yi de O’nun tedâvisine memur etti. Orada yattığı sırada Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) sık sık yanına gelip, halini sorardı. Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) Hendek Savaşı sona erince, derhal Benî Kureyza yahudileri üzerine hareket emri verdi. Benî Kureyza yahudileri Peygamberimizle ( aleyhisselâm ) anlaşma yaptıkları halde Hendek Savaşı’nın en kritik anında, müşrikler tarafına geçmişler, müslümanları arkadan vurmaya kalkmışlardı. Sa’d bin Muaz ( radıyallahü anh ) böyle yapmamaları için onları ikâz etmişti. Fakat dinlememişlerdi. Bu sebeple Hendek Savaşı’ndan hemen sonra Benî Kureyza yahudileri muhasara altına alındı. Bu kuşatma bir ay sürdü. Sonunda teslim oldular. Haklarında verilecek hüküm için Sa’d bin Muaz’ı hakem olarak istediler. Onların bu isteği üzerine Peygamberimiz ( aleyhisselâm ), Sa’d bin Muaz’ı ( radıyallahü anh ) yattığı çadırından getirtti. O yahudilere “Ne hüküm verirsem râzı mısınız?” dedi. Evet râzıyız dediler. Bunun üzerine Sa’d bin Muaz, Benî Kureyza erkeklerinin boynunun vurulmasına hükmetti. Bu hüküm gereğince erkeklerin boynu vuruldu. Kadınlar ve çocuklar esîr alınıp, mallarına el konuldu. Benî Kureyza’dan bazı erkekler ise müslüman olup, kurtuldular. Sa’d bin Muaz bu hükmü verince Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) “Onlar hakkında Allahın ve Resûlünün hükmüyle hükmettin.” buyurdu.

Sa’d bin Muaz, Benî Kureyza yahudileri hakkındaki hükmü verdikten sonra tekrar çadırına götürüldü. Yarası ağırlaşıp, durumu şiddetlenmişti. Bundan sonra Sa’d bin Muaz’ın yakınları onu kaldığı çadırdan Abd’ül-Eşheloğullarının evine götürdüler. O gece durumu çok ağırlaşmıştı. Cebrâil aleyhisselâm Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ) gelip “Yâ Resûlallah! Bu gece senin ümmetinden vefât edip de vefâtı melekler arasında müjdelenen kimdir?” dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) hemen Sa’d bin Muaz’ın halini sordu. Evine götürüldüğünü söylediler. Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) yanında Eshâb-ı kirâm’dan birileriyle süratle Sa’d bin Muaz’ın yanına gitti. Yolda süratli gitmeleri sebebiyle Eshâb-ı kiram yorulduk Yâ Resûlallah dediler. Melekler Hanzala’nın cenâzesinde bizden önce bulundukları gibi Sa’d’ın da cenâzesinde bizden önce bulunacaklar biz önce yetişemeyeceğiz, buyurarak hızlı gitmelerinin sebebini açıkladı. Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) Sa’d bin Muaz’ın yanına gelince Onu vefât etmiş olarak buldu. Baş ucuna durup; Sa’d bin Muaz’ın künyesini söyleyerek “Ey Ebû Amr sen reîslerin en iyisi idin. Allah sana se’âdet, bereket ve en hayırlı mükâfatı versin. Allaha verdiğin sözü yerine getirdin. Allah da sana va’d ettiğini verecektir.” buyurdu.

Eslem bin Haris şöyle anlatmıştır: Resûlullah ( aleyhisselâm ) Sa’d bin Muaz’ın evine geldi. Biz kapıda bekliyorduk. Resûl-i Ekrem ( aleyhisselâm ) içeri girdi. Biz de peşinden yürüdük. İçerde Sa’d bin Muaz’ın cenâzesi vardı. Başka kimse yoktu. Resûlullah ( aleyhisselâm ) adımlarını gayet geniş açarak yürüyordu. Bu durumu görünce yavaşladım. Durmamı işâret edince de durdum. Sonra da geriye döndüm. Resûlullah ( aleyhisselâm ) içerde bir müddet durdu. Sonra dışarı çıktı. Çıkınca Yâ Resûlallah niçin adımlarınız geniş yürüdünüz dedim. “Böylesine kalabalık bir mecliste bulunmadım, (Melekler dolmuştu) Meleğin biri beni kanadı üzerine aldı da ancak öyle oturabildim.” buyurdu. Sonra: Sa’d bin Muaz’ın lakabını söyleyerek, “Sana afiyet olsun Yâ Ebâ Amr! Sana afiyet olsun Yâ Ebâ Amr! Sana afiyet olsun Yâ Ebâ Amr.” buyurdu.

Onun vefâtı Resûlullah ( aleyhisselâm ) ve Eshâb-ı kirâm’ı çok üzdü. Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) cenâze namazını kıldırdı, cenâzesini taşıdı. Eshâb-ı kiram Sa’d bin Muaz’ın ( radıyallahü anh ) cenâzesini taşırken Yâ Resûlallah ( aleyhisselâm ) biz böyle kolay taşınan cenâze görmedik dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) melekler indi onu taşıyorlar buyurdu. Cenâzesi giderken münâfıklar da kötülemek için ne kadar da hafif dediklerinde, Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) Sa’d’ın cenâzesine yetmişbin melek indi. Şimdiye kadar yeryüzüne bu kadar kalabalık halde inmemişlerdi, buyurdu. Ebû Sa’îd’il Hudrî dedesinin şöyle dediğini nakletmiştir: “Sa’d bin Muaz’ın ( radıyallahü anh ) kabrini kazanlardan biri de bendim. Ona kabir kazmaya başlayınca biz kazdıkça etrâfa kabirden misk kokusu yayıldı.” Şurahbil bin Hasene de şöyle demiştir: “Sa’d bin Muaz defn edilirken birisi kabrinden bir avuç toprak almıştı. Sonra onu evine götürünce o toprak misk oldu. Cenâzesi kabre indirilirken Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) kabri başında oturup, mübârek gözleri yaşardı ve mübârek sakalını eliyle tutup çok üzüldü. Hadîs-i şerîfte “Sa’d İbn-i Muaz’ın ölümünden dolayı arş titredi.”buyuruldu. Bir defasında Peygamberimize ( aleyhisselâm ) çok kıymetli bir elbise hediye edilmişti. Eshâb-ı kiram ne kadar güzel dediklerinde “Sa’d bin Muaz’ın Cennetteki mendilleri bundan daha güzeldir.” buyurdu.

Sa’d bin Muaz’ın ( radıyallahü anh ) şehîd olması mühim bir hâdise idi. O daha ilk müslüman olduğu sırada onun vasıtasıyla emiri bulunduğu Medine’deki Evs kabilesi tamamen müslüman olmuştu. Bütün güçleriyle İslama hizmet ettiler. Sa’d bin Muaz ancak beş sene kadar Resûlullah ( aleyhisselâm ) ile beraber bulunup, dâima cihad etti. 37 yaşında olduğu halde genç olarak şehîd oldu ve rahmete kavuştu.

Sa’d bin Muaz genç yaşta vefât ettiği için hadîs-i şerîf rivâyeti azdır. Sadece Sahih-i Buhârî’de rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîf vardır. Diğer bir rivâyeti de Enes bin Mâlik’in kendisinden naklettiği Sa’d bin Rebî’nin Uhud Savaşı’nda şehîd edilme hadîsesidir.

Sa’d bin Muaz hazretleri, buyurdu ki: “Müslüman olduğum günden beri namaz kılarken hatırıma hiç bir şey getirmedim. Resûl-i ekremin her söylediğinin hak olduğuna inandım, kabûl ettim.”

“Ben üç şeyde kuvvetli olduğum kadar, hiçbir şeyde kuvvetli olmadım. Birincisi namazdadır. Müslüman olduğumdan beri başladığım hiç bir namazda, bir an önce bitirsem diye hatırıma bir şey gelmedi. İkincisi; bir cenâzeye yardıma çıktığımda cenâze defin edilinceye kadar, ölümden başka hatırımdan hiç bir şey geçmezdi. Üçüncüsü; Resûlullah’ın ( aleyhisselâm ) her buyurduğunu kabûl ettim, bunda hiç tereddüt etmedim.”

22 Mayıs 2022 Pazar

Anne ve Baba Rızası


Cenâb-ı Hak buyuruyor:

Bismillahirrahmanirrahim

“Biz, insana ana babasını iyi davranmasını tavsiye etmişizdir...” (Ankebut, 8)

Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:

“Allah Teâlâ’nın rızası, anne ve babayı hoşnut ederek kazanılır. Allah Teâlâ’nın gazabı, anne ve babayı öfkelendirmek suretiyle çekilir.” (Tirmizî, Birr 3.)

Devr-i seadette Alkame isminde gayet çalışkan ve sehâvetli bir genç vardı. Hastalandı ve rahatsızlığı şiddetlendi. Hanımı vaziyeti Rasûlü Ekrem (sav) Efendimize bildirdi:

- Ya Rasûlallah, eşim çok hasta, ölüm halinde, dedi.

Rasûlü Ekrem, vaziyeti öğrenmek için Bilâl Habeşî, Ali, Selman ve Ammar (r.anhüm) hazeratını, Alkame’nin evine gönderdi. Gitdiler, Alkame ağır hasta idi. Lâilâhe illallah, Muhammedün Rasûlullah demesini söylediler. Bir türlü söyleyemedi. Üzüldüler. Vaziyeti bildirmesi için Bilâl (ra)’ı Rasûlü Ekrem Efendimize gönderdiler, Rasûlü Ekrem Efendimiz ana ve babasının hayatda olup, olmadıklarını sordu. Babasının öldüğünü, ihtiyar anasının hayatda olduğunu öğrendiler.

Rasûlü Ekrem Efendimiz, ihtiyar kadına oğlu ile vaziyetinin nasıl olduğunu sorduklarında, ihtiyar kadın:

- O hep hanımını dinliyor, hep beni tersliyor, hiç bir dileğimi yerine getirmiyor, cevabını verdi.

Rasûlü Ekrem, Bilâl-i Habeşî’ye:

- Git bir yığın odun topla, onu ateşle yakayım, buyurdu.

Bu sözleri duyan Alkame’nin annesi:

- Ya Rasûlallah. O benim oğlum ve gönlümün meyvesidir. Onu benim gözlerimin önünde yakacak mısın? Buna yüreğim nasıl dayanır, dedi.

Rasûlü Ekrem Efendimiz şöyle buyurdu:

- Ey Alkame’nin annesi, Allah’ın azâbı daha şiddetli ve daha devamlıdır. Sen içinden Allah’ın onu mağfiret etmesini diliyorsun. O halde ona kırgın olmadığını açıkla. Hakkını helâl et. Varlığım kudret elinde olan Allah’a yeminle söylerim ki, sen ona kırgın oldukça, onun ne namazı, ne orucu ne de diğer iyilikleri kendisine fayda vermez.

Alkame’nin annesi ellerini göğe kaldırdı ve:

- Ya Rasûlallah! Allah’ı, seni ve burada bulunanları şahit tutuyorum ki, ben Alkame’den râzıyım, ona haklarımı helâl ettim, dedi.

Rasûlü Ekrem Efendimiz:

- Ya Bilâl! Git bak. Alkame “lâ ilâheillallah” diyebiliyor mu?

Bilâl hemen gitdi. Alkame’nin evine vardı. Daha kapıdan girerken onun, “Lâ ilâhe ilallah, Muhammedün Rasûlullah” demekte olduğunu işitti. Aynı gün Alkame vefat etti. Yıkandı, kefenlendi.

Rasûlü Ekrem (sav) namazını kıldırdı. Ve defnedildi. Definden sonra Fahr-i kâinât efendimiz kabrin başında durarak halka şunları söyledi:

- Ey muhacirler! Ey Ensar! Kim karısını annesinden daha üstün tutarsa Allah’ın lâneti onun üzerinedir. Onun diğer ibâdet ve iyiliklerinin de kendisine bir faidesi yoktur, kabul olunmaz.

Ana-babasının her zaman hayır duasını almaya çalışmalıdır. Onların beddualarından korkmalıdır.

Onlar hayatta iken ne yapıp yapıp dualarını almağa, onları memnun etmeğe çalışmalıdır. Vefatlarından sonraki pişmanlık faide vermez. (Sadık Dânâ, Altınoluk Dergisi Ocak-2003)

https://www.2g1d.com/

21 Mayıs 2022 Cumartesi

Muhabbet Edebi


Cenâb-ı Hak buyuruyor:

Bismillahirrahmanirrahim

“Kullarıma söyle, en güzel sözü söylesinler!..” (İsrâ, 53)

Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:

“Bedende hiçbir uzuv yoktur ki, Allâh’a, dilin lüzumsuz ve çirkin konuşmalarından şikâyet etmesin!” (Heysemî, X, 302)

Hz. Ali’nin rivâyetine göre Rasûlullah (sav):

“–Cennet’te birtakım köşkler vardır. Dışları içlerinden, içleri de dışlarından görülür.” buyurmuştu.

Bunu işiten bir bedevî ayağa kalkıp:

“–Bu köşkler kimler içindir ey Allah’ın Rasûlü?” diye sordu.

Fahr-i Kâinât (sav) Efendimiz:

“–Sözünü güzel ve hoş söyleyen, tatlı dilli, yemek yediren, oruca devâm eden ve gece herkes uyurken kalkıp Allah için namaz kılan kimseler içindir!” buyurdu. (Tirmizî, Birr, 53/1984; Ahmed, I, 155)

https://www.2g1d.com/

20 Mayıs 2022 Cuma

Toplumsal Hastalık: Rüşvet

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

Bismillahirrahmanirrahim

“Aranızda mallarınızı bâtıl sebeplerle yemeyin. İnsanların mallarından bir kısmını, bile bile haksız yere yemek için, mallarınızı hâkimlere rüşvet olarak vermeyin.” (Bakara, 188)

Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:

“Bir kısım insanlar, Allâh’ın mülkünden haksız bir sûrette mal elde etmeye girişirler. Hâlbuki bu, kıyâmet günü onlara bir ateştir, başka bir şey değil.” (Buhârî, Humus, 7)

https://www.2g1d.com/

19 Mayıs 2022 Perşembe

Alak Suresi,Nuzülü,Konusu

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 19 âyettir. Sûre, adını ikinci âyette geçen “alak”kelimesinden almıştır.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada doksan altıncı, iniş sırasına göre birinci sûredir. Kalem sûresinden önce Mekke’de inmiştir. Baştan beş veya sekiz âyeti Hz. Peygamber’e gelen ilk vahiy olduğundan ilk inen sûre kabul edilir. Geri kalan kısmının ise sonraları Ebû Cehil hakkında indiği rivayet edilmiştir. Bazı Kur’an tarihçileri ilk inen sûrenin Müddessir, bazıları da Fâtiha olduğunu ileri sürmüşlerdir.

Buhârî ve Müslim’de Hz. Âişe’ye isnad edilen rivayete göre Hz. Peygamber, içinde yalnız kalmayı âdet edindiği Hira mağarasında iken Ramazan ayının 27. gecesi (Pazar-Pazartesi) tan yerinin ağarmaya başlamasından az önce ufukta nurdan bir şekil görmüş; o zamana kadar hiç karşılaşmadığı bu nuranî varlığın (Cebrâil) kendisine seslendiğini duymuştur. Hz. Peygamber olayı şöyle anlatır: “Melek bana okumamı emretti. Kendisine okuma bilmediğimi söyledim. Beni kollarının arasına alıp kuvvetle sıktı; sonra ‘oku!’ dedi. Ben yine, ‘Okuma bilmem’ dedim. Beni tekrar kollarının arasına aldı, kuvvetle sıktı ve ‘oku!’ diye tekrar etti. Ben yine ‘Okuma bilmem’ dedim. Üçüncü defa kollarının arasına alıp daha kuvvetlice sıktıktan sonra bıraktı ve şöyle dedi: ‘Yaratan rabbinin adıyla oku; O, insanı alaktan (asılıp tutunan zigottan) yarattı. Oku! Rabbin sonsuz kerem sahibidir. O, kalemle (yazmayı) öğretendir. İnsana bilmediklerini öğretmiştir” (bk. Buhârî, “Bed’ü’l-vahy”, 3; Müslim, “Îmân”, 252).

Konusu

Sûrede okumanın önemi vurgulanmakta, insanın neden yara­tıldığına dikkat çekilmekte, kendini kendine yeterli görüp nankörlük eden insanın taşkınlığı ve bunun acı sonuçları anlatılmaktadır.

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/96-alak-suresi

18 Mayıs 2022 Çarşamba

Tîn Suresi,Nuzülü,Konusu

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 8 âyettir. Tîn, incir demektir

Nuzül

Mushaftaki sıralamada doksan beşinci, iniş sırasına göre yirmi sekizinci sûredir. Burûc sûresinden sonra, Kureyş sûresinden önce Mekke’de inmiştir.

Konusu

Sûrede bazı önemli varlıklar üzerine yemin edilerek insanın yüksek değeri vurgulanmış, kötü ahlâkın bu değeri düşürdüğü ifade edilmiştir. İman edip iyi işler yapanlar övülmüş, hesap ve cezayı yalan sayanlar kınanmış, hüküm verenlerin en üstününün Allah olduğu bildiril­miştir.

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/95-tin-suresi

17 Mayıs 2022 Salı

İnşirâh Suresi,Nuzülü,Konusu

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 8 âyettir. İnşirah, açılmak, genişlemek demektir.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada doksan dördüncü, iniş sırasına göre on ikinci sûredir. Duhâ sûresinden sonra, Asr sûresinden önce Mekke’de inmiştir.

Konusu

Sûrede Yüce Allah’ın Hz. Peygamber’e mânevî lütufları özetlenmekte, her güçlükle birlikte mutlaka bir kolaylığın olduğu bildirilerek Mekke’de putperestlerin baskısı yüzünden sıkıntı çeken Resûlullah ile müslümanlara teselli ve ümit verilmekte; onlardan Allah’a ibadet ve itaatlerini sürdürmeleri istenmektedir.

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/94-insirah-suresi

16 Mayıs 2022 Pazartesi

Duhâ Suresi,Nuzülü,Konusu

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 11 âyettir. Duhâ, kuşluk vakti demektir

Nuzül

Mushaftaki sıralamada doksan üçüncü, iniş sırasına göre on birinci sûredir. Fecr sûresinden sonra, İnşirâh sûresinden önce Mekke’de inmiştir. Rivayete göre Fecr sûresinin inişinden sonra öncekine nisbetle daha kısa bir süre vahiy kesilmiş, müşrikler bu olayı kullanarak Hz. Peygamber’e, “Herhalde rabbin sana darıldı ve seni terketti” demişlerdi. Bu sözlerden dolayı Hz. Peygamber’in duyduğu üzüntü üzerine bu sûre inmiştir (Taberî, XXX, 148).

Bizim iniş sıralamasında esas aldığımız bu rivayet dışında, Duhâ sûresinin iniş tarihine dair başka rivayetler de vardır: 1. İlk vahiyden (Alâk ve Müddessir sûrelerinin ilk âyetlerinden) sonra uzunca bir süre vahiy kesilmiş, tekrar başladığında ilk olarak Duhâ sûresi gelmiştir. 2. Necm sûresinde geçen “Cebrâil”i bütün azametiyle görme ve ona iyice yaklaşma” sonucu Hz. Peygamber’de oluşan heyecan ve sarsıntı yatışsın diye bir süre vahiy kesilmiş, sonra Duhâ sûresi gelmiştir (İbn Kesîr, VIII, 287-288, 445-446; Şevkânî, V, 378). Vahyin mâkul sebeplerle kesilip araya fâsılaların girmesi her seferinde muhaliflerin dedikodu yapmalarına vesile olmuş, Allah da bu sûreyi göndererek resulünü teselli etmiştir.

Konusu

Müşriklerin üzücü söz ve davranışlarına karşı bir teselli olmak üzere Hz. Peygamber’e, yüce Allah’ın himayesi sayesinde çocukluğundan itibaren nice güçlükleri aşarak bugünlere geldiği hatırlatılmakta ve kendisinin de yetime, yoksula iyi davranması emredilmektedir.

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/93-duha-suresi

15 Mayıs 2022 Pazar

Leyl Suresi,Nuzülü,Konusu

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 21 âyettir. Leyl, gece demektir

Nuzül

Mushaftaki sıralamada doksan ikinci, iniş sırasına göre dokuzuncu sûredir. A‘lâ sûresinden sonra, Fecr sûresinden önce Mekke’de inmiştir.

Konusu

Sûrede insanoğlunun iki zıt huyundan, cömertlik ve cimrilikten bahsedilir; imanla cömertlik ve imansızlıkla cimrilik arasındaki ilişkiye dikkat çekilir.

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/92-leyl-suresi

14 Mayıs 2022 Cumartesi

Şems Suresi,Nuzülü,Konusu

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 15 âyettir. Sûre, adını birinci âyetteki “eş-Şems”kelimesinden almıştır. Şems, güneş demektir

Nuzül

Mushaftaki sıralamada doksan birinci, iniş sırasına göre yirmi altıncı sûredir. Kadir sûresinden sonra, Burûc sûresinden önce Mekke’de inmiştir.

Konusu

Sûrede bazı önemli kozmik varlıklara ve olaylara yemin edilerek insan tabiatına hem iyilik hem kötülük eğilimlerinin yerleştirildiği bildirilmiş; bu eğilimlerini doğru kullanmayanların akıbetine örnek olmak üzere Semûd kavminin helâk edilişi anlatılmıştır.

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/91-sems-suresi

13 Mayıs 2022 Cuma

Beled Suresi,Nuzülü,Konusu

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 20 âyettir. Sûre, adını ilk âyetteki “el-Beled” kelimesindenalmıştır. Beled, şehir, belde demektir

Nuzül

Mushaftaki sıralamada doksanıncı, iniş sırasına göre otuz beşinci sûredir. Kaf sûresinden sonra, Târık sûresinden önce Mekke’de inmiştir.

Konusu

Sûrede bazı önemli varlıklara yemin edilerek insanın yaratılıp hayat mücadelesi içine sokulduğu, gücüne ve servetine güvenerek Allah’a karşı gelenlerin aldandığı, insana maddî ve mânevî birtakım nimetlerin verildiği, hayır ve şer yollarının gösterildiği anlatılmaktadır. Ayrıca yardımlaşma, iman ve sabır konuları ele alınarak bu konularda müminlerle inkârcılar arasında kısa bir karşılaştırma yapılmıştır.

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/90-beled-suresi

12 Mayıs 2022 Perşembe

Fecr Suresi,Nuzülü,Konusu

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 30 âyettir. Sûre, adını birinci âyetteki “el-Fecr”kelimesinden almıştır. Fecr, tan yerinin ağarması vakti demektir

Nuzül

Mushaftaki sıralamada seksen dokuzuncu, iniş sırasına göre onuncu sûredir. Leyl sûresinden sonra, Duhâ sûresinden önce Mekke’de inmiştir.

Konusu

Sûrede peygamberlere karşı çıkan ve ilâhî mesajı reddeden bazı eski toplulukların başlarına gelen felâketler hatırlatılmakta; Allah Teâlâ’nın insanı çeşitli yollarla imtihan etmesine değinilmekte, bazı insanlardaki mal tutkusu ve bencillik duygusu eleştirilmekte; kıyamet halleri, iyi ve kötü insanların âhiretteki durumları anlatılarak insanlar uyarılmaktadır.

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/89-fecr-suresi

11 Mayıs 2022 Çarşamba

Gâşiye Suresi,Nuzülü,Konusu

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 26 âyettir. Sûre, adını birinci âyetteki “el-Gâşiye”kelimesinden almıştır. Ğâşiye, kaplayıp bürüyen demektir.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada seksen sekizinci, iniş sırasına göre altmış sekizinci sûredir. Zâriyât sûresinden sonra, Kehf sûresinden önce Mekke’de inmiştir.

Konusu

Sûrede cehennemliklerle cennetliklerin âhiretteki durumları tasvir edilmekte, Allah’ın varlığına dair deliller sıralanmakta, tebliğ yöntemi öğretilmektedir.

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/88-gasiye-suresi

10 Mayıs 2022 Salı

A'lâ Suresi,Nuzülü,Konusu,Fazileti

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 19 âyettir. Sûre, adını birinci âyette yer alan ve AllahTeâlâ’yı niteleyen “el-A’lâ” kelimesinden almıştır. A’lâ, en yüce demektir.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada seksen yedinci, iniş sırasına göre sekizinci sûredir. Tekvîr sûresinden sonra, Leyl sûresinden önce Mekke’de inmiştir. Medine’de indiğine dair rivayet de vardır (Şevkânî, V, 492).

Konusu

Sûrede Allah, vahiy ve Kur’an, peygamber ve tebliğ görevi, tebliğ karşısında insanların takındıkları farklı tavırlar ve bunun ebedî hayattaki sonuçları ele alınmıştır.

Fazileti

Kaynaklarda, Hz. Peygamber’in A‘lâ sûresini okumaktan büyük tat aldığı; özellikle vitir, bayram ve cuma namazlarında onu okuduğu bildirilmektedir (bk. İbn Kesîr, VIII, 399-400; Emin Işık, “A‘lâ Sûresi”, DİA, II, 310-311).

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/87-ala-suresi

9 Mayıs 2022 Pazartesi

Târık Suresi,Nuzülü,Konusu

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 17 âyettir. Sûre, adını birinci âyetteki “et-Târık”kelimesinden almıştır. Târık, şiddetle çarpan, vuran, gece gelen şey demektir.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada seksen altıncı, iniş sırasına göre otuz altıncı sûredir. Beled sûresinden sonra, Kamer sûresinden önce Mekke’de inmiştir.

Konusu

Sûrede insanın yaratılışı, yapıp ettiklerinin kaydedildiği, öldükten sonra dirilmesi, Kur’an’ın muhtevasının ciddiyet ve önemi, inkârcıların tuzaklarının er geç bozulacağı gibi konulara yer veril­miştir.

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/86-tarik-suresi

8 Mayıs 2022 Pazar

Hidayet Vesîkası

 

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

Bismillahirrahmanirrahim 

“…Allah kime hidayet ederse, işte o hakka ulaşmıştır, kimi de hidayetten mahrum ederse artık onu doğruya yöneltecek bir dost bulamazsın.” (Kehf, 17)

Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:

“Ben ancak peygamberim. Hidâyet benim elimde değildir. Hidâyet elimde olsaydı yeryüzündeki herkes îmân ederdi. İblis de ancak kötülüğün süsleyicisidir. Dalâlet onun elinde değildir. Dalâlet onun elinde olsaydı yeryüzündeki herkes dalâlete düşerdi…” (Münâvî, II, 571)

Amerika’nın kiliselerle dolu bir kasabasında, otuzlu yaşlarda genç bir çiftçi olan Robert Davila, genetik bir hastalığı ortaya çıkarak boynundan aşağısı felç kalır. Hâlen kalmakta olduğu bakımevinde, oda arkadaşı ile Allah Teâlâ’dan bahseden sohbetleri olur.

Robert’ın âilesi, dinlerine bağlı bir hristiyandır ve her hafta bir rahip bakımevine gelip duâ etmektedir. Ölen oda arkadaşından hâtıra kalan bir haç işaretli kolye, yatağının baş ucunda asılıdır. Bir gece, Robert rüyasında birisini görür. Bu kişi, isminin “Muhammed (sav)” olduğunu söyler ve haç işaretini göstererek der ki:

“-Allah, kendilerine ibadet edilsin diye elçiler, peygamberler göndermez. Allah, elçiler gönderir ki, böylelikle siz Allâh’a ibadet edesiniz. Ve Îsâ (as) da bir insandı, çarşı pazarda dolaştı, yiyecek yedi.”

Rüyası böylece biter Robert’ın... Uyandığında tek bildiği, rüyasında öğrendikleridir. Âilesinin onun için aldığı, ses düzeneği ile çalışan bilgisayarı ile internete girebilen Robert, “Muhammed (sav) kim?” diye araştırır. İslâm Dîni’ni bulup müslüman olur.

Daha sonra, chat ortamında kendisine Kur’ân-ı Kerîm’i öğretecek birisini arar. Skype üzerinden, Mısırlı bir kardeşten Kur’ân-ı Kerîm öğrenir. On tane sûre ezberler, gözleri ve ağzı dışında hiçbir yerini oynatamayan o felçli hâliyle namazlarını kılmaya başlar, Kur’ân’ı anlamak için videolar izler… Hattâ bir gün sesli bir şekilde Kur’ân okurken, bakımevine gelen tamirci bir müslümanın kendine gelmesine vesîle olur. Çünkü bu kişi, câmi uzak diye gitmediği gibi, hissettiği boşluğu kiliseye giderek gidermeye çalışmaktadır. Kiliselerle dolu bir hristiyan kasabasında, başucundaki haç işaretini bile kaldıramayacak durumda felçli olan Robert’ın hidâyeti, onda şok etkisi yapar. (Robert Davila’nın hikâyesi için bkz: https://www.youtube.com/watch?v=OlB5_Tosm9o)

Hikâye, ana hatlarıyla böyle… Rabbimizin izni ve lûtfu oldukça, imkânsız diye bir şey nasıl olabilir ki zaten? (Didar Meltem Erdem, Bir Arz-ı Hâl, Şebnem Dergisi Aralık-2016)    

https://www.2g1d.com/

30 Mart 2022 Çarşamba

‎Namaz Vakitlerinin Oluşmadığı Bölgeler ile Yatsı Namazı Vaktinin Geç Oluştuğu Bölgelerde Namaz Vakitlerinin Tespiti

Din İşleri Yüksek Kurulu Kararları
Karar Yılı: 2007 - Karar No: 48
Konusu: ‎Namaz Vakitlerinin Oluşmadığı Bölgeler ile Yatsı Namazı Vaktinin Geç Oluştuğu Bölgelerde Namaz Vakitlerinin Tespiti
   Din İşleri Yüksek Kurulu, 31/05/2007 tarihinde Kurul Başkanvekili Mehmet Kaya KURT’un başkanlığında toplandı.
“Namaz Vakitlerinin Oluşmadığı Bölgeler ile Yatsı Namazı Vaktinin Geç Oluştuğu Bölgelerde Namaz Vakitlerinin Tespiti” konulu ilgi Kurul Kararı görüşüldü ve yapılan müzakereler sonucunda;
a. Söz konusu Kurul Kararının 2. maddesinde geçen “güneşin batışıyla doğuşu” ifadesinin “güneşin batışıyla fecrin doğuşu” ve “yatsının hakiki vaktinin” ifadesinin “şafağın kaybolmasının” şeklinde değiştirilmesine,
b. İkinci maddesinden sonra “Fecrin oluşmadığı dönemlerde, en son oluşan vaktin, tekrar fecir oluşuncaya kadar dondurulmasına” paragrafının eklenmesine,
 
karar verildi.

29 Mart 2022 Salı

Ebedi Saadet Rehberi Örnek Şahsiyet

 

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

Bismillahirrahmanirrahim 

"Andolsun ki, Rasûlullâh'ta sizin için, Allâh'a ve âhıret gününe kavuşmayı umanlar ve Allâh'ı çok zikredenler için bir “üsve-i hasene” vardır." (Ahzâb, 21)

Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:

“Ben, alışılagelen kötü âdetleri ve nefislerin lüzumsuz isteklerini ortadan kaldırmak için gönderildim.” (Kenzü’l-ummâl, XV, 226)   

https://www.2g1d.com/

28 Mart 2022 Pazartesi

İSM-i A‘ZAM


İsm-i a‘zam hakkında nakledilen hadislerden Esmâ bint Yezîd, Ebû Ümâme, Büreyde b. Husayb, Enes b. Mâlik ve Hz. Âişe yoluyla gelen rivayetler İbn Mâce’nin es-Sünen’inde mevcuttur. Bunların dışında kalan ve dolaylı olarak ism-i a‘zamı ilgilendiren rivayet ise Übey b. Kâ‘b yoluyla gelmiştir. ilk iki sahâbî ile Übey b. Kâ‘b’dan gelen rivayetlere göre Hz. Peygamber ism-i a‘zamın Bakara, Âl-i İmrân ve bir rivayette Tâhâ sûresinde yer alan “Allāhü lâ ilâhe illâ hüve’l-hayyü’l-kayyûm” (اللهُ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ) cümlesinden ibaret olduğunu söylemiştir. Büreyde ve Enes b. Mâlik yoluyla gelen rivayetlerin metinleri farklı kelimelerle de olsa önceki metin gibi tevhid ilkesini içerir ve Resûl-i Ekrem’in şu ifadesiyle sona erer: “Bu duayı yapan Allah’ın ism-i a‘zamı ile dilekte bulunmuş olur. Allah, ism-i a‘zamı anılarak kendisinden talepte bulunulduğunda talebi yerine getirir, ism-i a‘zamla dua edildiğinde duayı kabul eder”. Muhaddis İbn Hacer’in, ism-i a‘zam hakkında nakledilen rivayetlerin sened açısından tercih edilmeye en uygun olanı diye nitelediği Büreyde hadisi birkaç kelime farkı ile İhlâs sûresine benzemektedir: “Allahım! Senin Allah, ahad ve samed oluşunu, doğurmak, doğmak, dengi ve benzeri bulunmak gibi beşerî özelliklerden münezzeh bulunuşunu vesile edinerek senden talepte bulunuyorum” (اللهم إني أسألك بأنك أنت الله الأحد الصمد الذي لم يلد ولم يولد ولم يكن له كفوًا أحد).

Hz. Âişe’den gelen iki rivayetin birinde Resûlullah’ın yaptığı bir duada Allah’ın asîl (tâhir, tayyib), mübarek ve zâtınca en sevimli ismiyle tevessül ettiği, ayrıca bu isim aracılığıyla dua edildiği, dilekte bulunulduğu, rahmet ve lutufkârlığı talep edildiğinde Cenâb-ı Hakk’ın kabul ile mukabelede bulunacağının bildirildiği ifade edilmiş (İbn Mâce, “Duʿâʾ”, 9), fakat isim hakkında bir açıklama yapılmamıştır. Esmâ-i hüsnâ içindeki üstün konumu göz önünde bulundurulduğu takdirde bunun Allah ismi olabileceğini söylemek mümkündür. İsnadında bazı problemlerin olduğu ifade edilen aynı rivayetin devamında kaydedildiği üzere Hz. Âişe, duaların kabulüne vesile olan ismi öğretmesini Resûl-i Ekrem’den istemiş, fakat olumlu cevap alamamıştır. Bunun üzerine Âişe iki rek‘at namaz kılıp içinde Allah, Rahmân, Ber ve Rahîm isimleriyle “senin bütün güzel isimlerin” ifadesinin geçtiği bir dua okumuş, duayı dinleyen Resûlullah, “Benden öğrenmek istediğin isim duanda yer alan isimler arasında bulunmaktadır” demiştir.

Âlimlerin ism-i a‘zamla ilgili görüşlerini üç noktada toplamak mümkündür.

 1. Başta Ca‘fer es-Sâdık, Cüneyd-i Bağdâdî, İbn Cerîr et-Taberî, Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî, İbn Hibbân ve Bâkıllânî olmak üzere bazı âlimler ism-i a‘zam diye bir şeyin bulunmadığını söylemişlerdir (Fahreddin er-Râzî, Levâmiʿu’l-beyyinât, s. 92-94; İbn Hacer, XII, 526). Buna göre rivayetlerde yer alan a‘zam kelimesi “büyük, yüce” anlamındaki azîm yerine kullanılmış olup buradaki yücelik harflerden oluşan isme değil onun delâlet ettiği zâta aittir. Kul samimiyetle dua ettiği takdirde dileği kabul edilir.

 2. İsm-i a‘zam aslında var olmakla birlikte Kadir gecesi, dua ve ibadetlerin makbul olduğu cuma gününde gizlenmiş özel vakit gibi sadece Allah tarafından bilinmektedir. Ayrıca bu ismin esmâ-i hüsnâ içinde bulunduğunu söylemek veya kulun duygulandığı her ilâhî ismin ism-i a‘zam olabileceğini kabul etmek de mümkündür (Süyûtî, II, 135-136). 3. İsm-i a‘zam mevcut olup insanlar tarafından bilinmektedir. Bu telakkiye göre sözü edilen isme “en büyük” denilmesinin sebepleri sadece kâinatı yaratan ve yöneten en yüce varlığa nisbet edilmesi, içeriğinin zengin ve sevabının çok olması ve duaların kabulüne vesile teşkil etmesi gibi hususlardır.

İbn Hacer ve Süyûtî, ism-i a‘zamın neden ibaret olabileceği konusunda ileri sürülen görüşleri benzer bir şekilde sıralamışlardır (Fetḥu’l-bârî, XII, 526-527; el-Ḥâvî li’l-fetâvâ, II, 136-139). Bu tür listelerde kaydedilen metinlerin bir kısmı yukarıda sözü edilen hadislere dayanmakta, bir kısmı da şahsî tahminlerle belirlenmektedir. Süyûtî’nin listesinde on altıya kadar çıkan bu metinlerin başında Allah ismi (veya O’na râci “hüve[hû]” zamiri) gelmektedir. En uzunu bir satır tutan metinlerde işlenen ortak tema Allah’ın birliği, engin merhameti ve kâinatı yaratıp yönetmesidir. İsm-i a‘zam metinleri arasında yukarıda zikredilenlerden başka besmele, kelime-i tevhid, esmâ-i hüsnânın tamamı, Allahümme, rabbi rabbi, mâlikü’l-mülk, zü’l-celâli ve’l-ikrâm ve Hz. Yûnus’un duası olan “Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü mine’z-zâlimîn” (لَا إِلَهَ إِلَّا أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ) ibareleri kaydedilebilir.

İsm-i a‘zam hakkında nakledilen rivayetlerle ileri sürülen fikirlerin incelenmesinden anlaşılacağı üzere böyle bir ismin mevcudiyeti kesin olarak sabit değildir. Ṣaḥîḥ-i Müslim’de yer alan (“Ṣalâtü’l-müsâfirîn”, 258) ve aslında ism-i a‘zam adını içermeyen Übey b. Kâ‘b rivayetinin dışında konuyla ilgili olarak Ṣaḥîḥayn’da herhangi bir nakle rastlanmamıştır. Diğer bazı hadis kaynaklarında yer alan rivayetler isnad açısından pek sağlam görülmemiş ve bu sebeple naslarda geçmeyen bazı ism-i a‘zam metinlerinin tesbiti cihetine gidilmiştir. Ancak bu tür tesbitler herkesi ilgilendiren bir konuma sahip olmayıp sadece belirleyicisini veya mânevî yönelişi ona paralel olanları etkileyebilir. Bütün ilâhî isimlerin mânalarını içerdiği göz önünde bulundurularak Allah lafzına öncelik vermek, buna besmeleyi ve kelime-i tevhidi de eklemek mümkündür.

İsm-i a‘zamla ilgili olarak rivayet edilen hadisler ve bu konuda ciddi âlimler tarafından ileri sürülen fikirler bu isim aracılığıyla duaların kabul edilmesi hedefine yöneliktir. Dua ruhun yücelişi ve kulun Allah’ı kendisine yakın hissedişinden ibaret olduğu (el-Bakara 2/186), ayrıca ibadetin özünü teşkil ettiğine göre (Tirmizî, “Duʿâʾ”, 1) ism-i a‘zamla maddî sonuçların değil mânevî kazançların elde edilebileceği açıktır. Bu sebeple mevcudiyeti kesin olmayan, eğer varsa hangi isimden veya isimler grubundan oluştuğu bilinmeyen ism-i a‘zamı Hurûfîlik alanına çekip ondan maddî sonuçlar beklemek din, bilim ve akılla uzlaştırılması mümkün olmayan bir davranıştır. Bu tür telakkiler arasında ism-i a‘zamın hastalıklara şifa olduğu, büyüyü bozduğu, iki kişi arasında sevgi veya nefretin doğmasını sağladığı, seyir halinde olan gemiyi durdurduğu vb. iddialar zikredilebilir (Ahmed b. Ali el-Bûnî, s. 86-89; Muhammed el-Garavî, s. 58-59).

https://islamansiklopedisi.org.tr/ism-i-azam

27 Mart 2022 Pazar

99- Es-Sabûr ism-i şerifi:


Sözlükte “tahammül etmek, kendini tutmak, sızlanmamak” anlamındaki sabr kökünden mübalağa ifade eden bir sıfat olan sabur “çok sabırlı” demektir. Allah’a nispet edildiğinde ise “günahkârları cezalandırma konusunda acele etmeyip lütfuyla muamele eden” manasına gelir. Allah Teâlâ’nın “Sabûr” oluşu, kullarının binbir çeşit edep ve saygı dışı hâllerini görüp durduğu ve onları bir anda cezalandırmaya kudreti bulunduğu hâlde bunu ertelediğini göstermektedir. Âlimlerimiz, Sabûr ile “temkinli davranan, kızgınlıkla hareket etmeyen” anlamındaki Halîm isminin muhtevalarında yakın bir ilişki görmüştür. Ancak hilmde sabırdan daha ileri bir tahammül ve hoşgörü manası vardır. Hilm kavramının hoşgörü, af, sabır ve akıldan oluşan dört erdemi içerdiği belirtilir. İnsanlar çoğu zaman ya ne yapacaklarını bilemediklerinden veya güçleri yetmediğinden bağışlar ve sabrederler. Allah ise ne yapacağını bildiği ve dilediğini yapmaya gücü yettiği hâlde bağışlar ve sabreder. İlme dayanan hilm ve güçlü olduğu hâlde affetme; işte Yüce Allah’ın kullarına öğrettiği güzel ahlak.

Sabır

Bir ahlak terimi olarak sabır “üzüntü, sıkıntı ve belalar karşısında direnç gösterme; olumsuzlukları olumlu kılmak için gösterilen metanet” gibi manalara gelir. Zıddı telaş, kaygı ve yakınmadır. Sabır aynı zamanda “aklın ve dinin yapılmasını gerekli gördüğü şeyleri yerine getirebilmek, yapılmamasını istediklerinden uzak durmak için nefsi kontrol altında tutmak” diye de açıklanmıştır. Bir hadiste sabrın kişiyi telaştan ve yanlış işler yapmaktan koruyucu özelliği “Sabır ışıktır.” sözüyle ifade edilmiştir. (Müslim, Taharet, 1.) Sabır, hiçbir şey yapmadan beklemek değildir. Bu tembelliktir. Gerçekte sabır, istenmeyen durumdan kurtulmak için gerekeni yaparken aceleci olmamaktır. Bu yönüyle sabır, sebat göstermek demektir.

Sabrın dinî hükmü, katlanılan sıkıntının mahiyetine göre değişir. Gazali’ye göre haramlardan uzak durmada ve dinî görevlerin ifasında tahammül gösterme şeklindeki sabır farz; dinen mekruh olandan uzak durma şeklindeki sabır mendup; can, mal ve namusunun saldırıya uğraması karşısında, ayrıca gereksiz yere açlığa, susuzluğa katlanma anlamındaki sabır haram; bedenine zarar verecek derecedeki acılara katlanma şeklindeki sabır mekruh; dinen yapılmasında bir sakınca olmayan konularda sabır göstermek de mubahtır.

Kur’an’da sabır

Kur’an’da sabır başta Resulüllah (s.a.s.) olmak üzere peygamberlere ve insanlara nispet edilmiş, erdemli bir davranış olarak emredilmiş, sabır gösterenlere dünyada ve ahirette iyi sonuçlar vadedilmiş ancak sabır, Allah’a izafe edilmemiştir. Bununla birlikte çeşitli ayetlerde eğer bozguncuların fiillerine hemen mukabelede bulunmayı murat etseydi Allah’ın yeryüzünde bir tek canlı bile bırakmayacağı ancak onları belli bir zamana kadar ertelediği belirtilmekte, böylece sabır kavramının içeriği dolaylı olarak Allah’a nispet edilmektedir. (Nahl, 16/61; Kehf, 18/58; Fatır, 35/45.)

Kulların göstermesi gereken sabır ise yüze yakın ayette çeşitli isim ve fiil kalıpları ile yer alır. Bu ayetlerde genellikle sabrın önemi üzerinde durulmakta, sabırlı davrananlar yüceltilmekte ve onlara verilecek mükâfatlar anlatılmaktadır. (Bakara, 2/155-157; Âl-i İmran, 3/142; Nisa, 4/25; Rad, 13/20-24; Nahl, 16/96; Müminun, 23/110-111; Muhammed, 47/31.) Kur’an’a göre sabır, dini tebliğde azim ve sebat gösteren peygamberlerin niteliklerindendir. (Ahkaf, 46/35.) Bir kimsenin kendisine kötülük edenleri adil bir şekilde cezalandırması haktır ancak sabır göstermesi daha hayırlıdır. Bu da ancak Allah’ın ihsanı sayesinde olur. (Nahl, 16/126-127.) Kötülükleri güzellikle karşılayarak düşmanlıkları dostluğa çevirenler, bunu ancak sabırla başarabilir. (Fussilet, 41/34-35.) Özellikle savaş durumunda sabır gösterip disiplinli davranan Müslümanları Allah melekleriyle destekleyeceğini vadetmiştir. (Âl-i İmran, 3/125.) Kur’an hayatta insanın başına gelen musibetlerin bir imtihan olduğunu, bu imtihanı sabırlı olanların kazanacağını bildirir. (Furkan, 25/20.) Bu sebeple Müslümanlar Allah’tan sabır dilemeli (Bakara, 2/250; Araf, 7/126.) ve kendileri sabırlı davrandığı gibi birbirlerine de sabrı tavsiye etmelidir. (Beled, 90/17; Asr, 103/3.)

Sabûr tecelli ederse

Sabûr ismi insanda tecelli ederse nasıl bir ahlakın ortaya çıkacağını görmek için ahlak ve tasavvuf kaynaklarında yüzlere varan sabır tanımının ortak noktasına bakmak gerekir. Zira tanım kavramın bütün içeriğini kuşattığından sonuçları da orada görmek mümkün olur. Bu tanımları gözden geçirdiğimizde sabrın özünün sebat etmek ve dayanmak olduğunu görürüz. Bu da insanın hilm konusundaki meziyetine bağlıdır. Yukarıda da değindiğimiz gibi hilm sabrı da içine alan geniş bir ahlaki terimdir. Bu nedenle hilmi fazla olanın sabrı da fazla olur. Hilmin zıddı olan gazap da sabırsızlık şeklinde tezahür eder. Öfkeli insanlar var olan öfkelerini yansıtacak gerekçeler aradıklarından hayatın sıradan olaylarında dahi (kırmızı ışık yandığında veya kalabalık bir caddede yürürken) sinirlenirler. Bu durum onların öfkelerine gerekçe aramalarından kaynaklanır. İnsan doğuştan acelecidir. Sabır ise sonradan, benlik kişilik eğitimi sırasında öğrenilir. Bu da gereken yerde beklemeyi öğrenmekle olur. Beklemeyi öğrenmek, dürtü yönetimini de öğretir. Aceleci kişiler, pek çok konuda hata yapıp hayat yarışında elenirler. İnsan ilişkilerinde sabır son derece önemlidir. Zira öfkeyi kontrol etmek, stresi yönetmek ve düşünerek konuşmak sabır gerektirir.

İnsan ilişkileri açısından sabır ile zillet arasındaki farka da dikkat etmek gerekir. İbn Hazm başımıza gelen sıkıntı başkaları yüzünden ise burada gösterilecek sabrı üç kategoriye ayırarak bu konuda zihnimizin netleşmesine yardım eder. Ona göre; bize gelen kötülük güçlü birinden ise ona sabretmek fazilet değil zavallılıktır. Zayıf birinden ise bu durumda sabretmek iyilik ve fazilettir. Eğer kötülük kendi dengimiz olan birinden geliyorsa bu durumda bilerek yapıp yapmadığına bakılır. Eğer bilmeden yapmışsa ona sabretmek bir olgunluk belirtisidir, eğer bilerek eziyet etmişse buna katlanmak bayağılıktır.

Başımıza gelen musibet kullardan değil de Hak’tan ise o zaman da Ali Osman Tatlısu bu musibetin ecri ile beraber geldiğini, eğer sabredersek o ecri alacağımızı; aksi durumda ise hem belaya uğrayıp hem de ecrini kaçırmış olacağımız için musibetin birken iki olacağını söyler. Ona göre Hak’tan gelen ecri kaybetmek musibetin kendisinden daha ağırdır.

Kuşeyrî ve Gazali gibi mutasavvıf âlimler kişinin sabır alıştırmaları yapmak suretiyle halim mertebesine ulaşabileceğini söyler. Nefsin arzu ettiği ama akla dine aykırı olan işlerden kendini tutmak; akla ve dine uygun olduğu hâlde nefsin arzu etmediği şeylerde ise kendine bir disiplin uygulayarak onları yerine getirmek bu eğitim sürecinin en önemli şartıdır. Bu süreçteki en büyük motivasyonumuz cennetin nefsin hoşuna gitmeyen şeylerle; cehennemin de daima nefsin hoşuna giden şeylerle çevrili olduğunu hatırlamaktır. Kişilik gelişimi açısından baktığımızda bu ismin tecellisi ile insanda şu ahlak gerçekleşir: Sıkıntılı durumlarda tahammül gücü, işlerin tamamlanmasında sürece riayet, günaha sürükleyen içsel dürtüleri kontrol ve hâkimiyet, iyiliğe engel olacak nefsani duyguları fark edip durdurabilmek.

Her işin vaktini gözetmek, yani zamanlamaya riayet Sabûr isminin tecellisidir. İşin vaktini gözetmek sabır gerektirdiği gibi işi ifa ederken gereken özeni göstermek de sabır ister. Dolayısıyla işlerini vaktinde ve itina ile yapanlar bu isim ile ahlaklanmış kimselerdir. Mükemmel bir dengeye ulaşmışlardır. Bu noktada esma-i hüsnanın ilki olan lafza-i celalin tecellisinde de bu mükemmel dengeden bahsettiğimizi hatırlamak gerekir. Demek ki dinin başı da sonu da dengedir. Her şeye hakkını vermektir. Hiçbir ciheti abartmadan veya ihmal etmeden, ahlakı bir bütün olarak geliştirmektir.


En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram 

26 Mart 2022 Cumartesi

98- Er-Reşîd ism-i şerifi:

 

Yücelerden yüce olan Rabbimizin her işi isabetli, her sözü doğrudur. O Reşîd’dir. Rüşd O’nun adıdır. Doğrudur, doğruyu gösterir, doğruya erdirir. Hiçbir takdirinde hikmetsizlik bulunmaz, hiçbir tedbirinde yanılmaz. İstediğini yapar, amacına ulaşmasına hiçbir şey engel olamaz. O’nun hak dediği hak, batıl dediği batıldır. Kendisi hak, işleri hak, sözleri hak olduğu gibi, kullarını da hakka irşat eder, kendi hâllerine bırakmaz. O’nun irşadına uyan iki cihanda selamet bulur, uymayan yolda kalır, perişan olur.

Âlimler der ki Reşîd isminin iki ciheti vardır. Biri O’na bakar, diğeri bize. O’na bakan taraf O’nu tanımlar. Buna göre O, her işinde, her sözünde doğrudur ve amacına ulaşmak için kimsenin rehberliğine ihtiyacı yoktur. Bize bakan tarafı ise her bir yarattığına yaratılış amacı doğrultusunda yolunu göstermesi, mükemmel bir nizam içinde nihai amacına ulaştırmasıdır. Buna göre birinci mana Hakîm ismine, ikinci mana Hâdî ismine yakın olur. O’nun irşadı öyle tesirlidir ki O’nun gösterdiği yolu izleyenin tabiatı hâline gelir.

Reşîd kelimesi, rüşd kökünden türemiştir. İstikamet üzere dosdoğru olmak, doğru yolu bulma yeteneği demektir. Zıddı, sapkınlık anlamındaki “gayy” kelimesidir. Bu kökten türeyen irşat, doğru yolu göstermek ve ona ulaştırmak, mürşit de doğru yola rehberlik eden demektir.

Kur’an’da Rüşd

Kur’an’da rüşd kökünden türeyen kelimeler on dokuz yerde geçmektedir. Dinde zorlama olmadığına dair ayette (Bakara, 2/256.) “Şüphesiz doğruluk (rüşd) sapkınlıktan (gayy) ayrılmıştır.” buyrularak rüşd kelimesi zıddı ile açıklanmıştır. Hz. Musa ile kendisine ilim verilen kişi (Hızır) arasında geçen olayların söz konusu edildiği Kehf suresinin 66. ayetinde rüşdün “doğru yola, hakka götüren ilim” anlamına geldiği belirtilmiştir.

Kur’an’da Reşîd ismi yer almakla birlikte zât-ı ilâhiyeye nispet edilmemiştir. Bunun yanında bir ayette rüşd (Enbiya, 21/51.), üç ayette de reşed kelimesi Allah’a izafe edilmiştir. (Kehf, 18/10, 24; Cin, 72/10.) Ayrıca “Allah kime hidayet verirse o hakka ulaşmıştır. Kimi de yoldan saptırırsa artık öylesini doğru yola yöneltecek birini bulamazsın.” mealindeki ayette mürşit ismi dolaylı olarak Allah’a izafe edilmiştir. (Kehf, 18/17.)

Rüşd kavramı Kur’an-ı Kerim’de hem Allah’a hem insanlara nispet edilmektedir. Bunun bir örneğini Hucurat suresinin 7 ve 8. ayetlerinde görürüz. Bu ayetlerde Rabbimiz, lütuf ve ihsanının bir eseri olarak imanı Muhammed ümmetine sevdirip gönüllerine yerleştirdiğini, küfrü, fıskı ve isyanı çirkin gösterdiğini belirtmekte, bu niteliklere sahip kimselerin de rüşd çizgisi üzerinde bulunduklarını bildirmektedir.

Kur’an’da mürşit kelimesi de Kehf suresinin 17. ayetinde, “insanlara doğru yolu gösterecek olan rehber” anlamında geçer. Reşîd kelimesinin geçtiği Hud suresinin 78. ayetinde ise Lut peygamberle kavmi arasındaki tartışma konu edilmiş ve Hz. Lut kavmine, “İçinizde reşid bir adam yok mudur?” derken aklı başında, olgun ve tutarlı bir kişiyi kastetmiştir. Hucurat suresinin 7. ayetinde de rüşd kökünden çoğul ismi fail kalıbında “râşidûn” kelimesi “doğru yolda olup haktan ayrılmayanlar” manasında geçer. Ayete göre bu şekilde nitelendirilenler Allah’ın kendilerine imanı sevdirip onu kalplerinde süslediği, küfür, fısk ve isyanı çirkin gösterdiği kimselerdir.

Rüşde eren kullar

Rüşd kelimesinin Kur’an’da geçtiği ayetler bize Reşîd olan Allah’ın rüşde eren kullarının kimler olduğunu açıkça gösterir. Bunlar Allah’a iman ve itaat edenler (Bakara, 2/186; Cin, 72/14.), imanı sevip kalbine yerleştiren, inkâr ve isyandan nefret edenler (Hucurat, 49/7.) ve aklı başında olup kârını zararını bilenlerdir. (Nisa, 4/6.)

Kur’an bize rüşde erenlerin kimler olduğunu böyle detaylı bir şekilde anlattığı gibi, rüşde eremeyip sapkınlık içinde kalanların karakteristik özelliklerini de haber verir. Buna göre kendilerinde büyüklük vehmedenler (Araf, 7/146.) rüşdü/doğruyu görseler bile ona uymazlar. Öyle ya kibir, hakikatin kendi dışında biri tarafından gösterilmesini nasıl kabul eder?

Cin suresinin 21. ayetinde ise insanların iyiyi kötüden ayırt etmelerine yarayan rüşdü ihsan etmenin Allah’tan başka kimsenin elinde olmadığı vurgulanır. Bu demektir ki kulun dininde ve dünyasında reşîd olması Yüce Allah’ın kendisine verdiği hidayete bağlıdır. Reşîd olan Allah istediği her şeyi bize icbar ile yaptırmaya gücü yeteceği hâlde O’ndan gelen rüşde kendi irademizle tabi olmamızı istemiş, o rüşdün neticesi olan mükâfatlara hak kazanmamızı tercih etmiştir. Bu yolda mürşidimiz başta Rabbimizin kelamı, sonra da O’nun bize bu yolda örnek gösterdiği (Ahzab, 33/21.) peygamberinin sünnetidir. Bu irşadı kabul eden önce kendisi doğru yolda ilerler, sonra da Reşîd isminin tecellileri ile diğerlerini doğru yola sevk eder.

Reşîd isminden nasibini almak isteyen daima doğruluğu ve hakşinaslığı kendisine şiar edinmelidir. Konevi’nin ifadesiyle hâlinde istikamet olmayanın cehdi zayi olur. Bir kimse yolunun dosdoğru olmasına dikkat etmezse yol alsa bile maksuduna ulaşamaz.

Sözlerimizi biri Kur’an’dan biri de Efendimizin sünnetinden iki dua cümlesi ile bitiriyoruz. Bunlardan biri mağaraya sığınan ashab-ı kehfin duası. Kur’an’ın bildirdiğine göre onlar, o kritik anda şöyle yalvarmışlardı: “Rabbimiz! Katından bize rahmet ver ve işimizde doğruyu göster, bizi başarılı kıl!” (Kehf, 28/10.) İkincisi ise Efendimizin sahabesine öğrettiği bir dua: “Allahım! Bana benim için her şeyin iyisini, doğrusunu (rüşd) ilham et ve beni nefsimin şerrinden koru!” (Tirmizi, Deavat, 69). Âmin Ya Muîn!

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram    

25 Mart 2022 Cuma

97- El-Vâris ism-i şerifi:


Sözlükte “ölen kimsenin servetinden pay almak” anlamındaki “virâset” kökünden türeyen bir isimdir. Esma-i hüsnadan biri olarak “varlık âleminin sonunda her şeyin kendisine kalacağı, varlığının sonu olmayan, kâinatın gerçek sahibi” manasına gelir. Allah Teâlâ mülkün gerçek sahibi olduğu gibi gerçek vârisidir de. (Âl-i İmran, 3/180.) Kıyamet hengâmında bütün canlılar ölecek, mülkün tamamı O’na kalacaktır. Hattabi’nin güzel ifadesiyle Vâris “yaratılmışların hayatı son bulduktan sonra da varlığını sürdüren, elden ele dolaşan insan mülklerini ölümlerinden sonra asıl sahibi olarak geri alan” demektir. Bütün bu anlamlar, Vâris isminin Bâki ismi ile yakın ilişkide olduğunu gösterir.

Ulema, bu ismin ve Kur’an’da yer alan benzeri muhtevaların ortak amacının, hakiki mülk ve tasarrufun Allah’a aidiyetini vurgulamak, geçici olarak verilen mal ve tasarruf emanetinin mutlaka Allah’ın rızası istikametinde kullanılmasının gerekliliğini insanlara hatırlatmak olduğunu belirtirler. Kendi hayatına ve ölümüne hükmünü geçiremeyen insanın, geçici bir süre için kendisine emanet edilen malın mülkün sahibi olduğunu zannetmesinin yanılgısına dikkat çekerler. Kur’an’da anlatılan kıssalarda helak edilen kavimlerin, helak öncesinde sahip oldukları güç ve kudretin, mal ve nimetlerin anlatılması ve bütün geçmiş milletlerden bugüne kalan eserler gerçek varisin kim olduğuna şahitlik eden örneklerdir. (Kasas, 28/58.)

Kur’an’da Vâris

Kur’an-ı Kerim’de virâset (verâset) kavramı ondan fazla ayette “vâris olmak; vâris kılmak” anlamında fiil kalıplarıyla Allah’a nispet edilir. Bu isim bazı ayetlerde azamet ifade eden çoğul kalıbıyla “Vârisûn-Vârisîn” şeklinde Allah’a izafe edilmiştir. (Kasas, 28/58; Hicr, 15/23.) Bir ayette O’nun “vârislerin en hayırlısı” olduğu belirtilmiş (Enbiya, 21/89.), iki yerde de göklerin, yerin ve bütün evrenin mirasının O’na ait bulunduğu vurgulanmıştır. (Âl-i İmran, 3/180; Hadid, 57/10.)

Hicr suresi 23. ayet-i kerimesi, Vâris isminin bütün yaratılmışlar yok olduktan sonra var olmaya devam eden ve onlara emaneten verilen bütün mülkleri hâkimiyetinde toplayan şeklindeki temel iki anlamı da veciz ve etkili bir ifadeyle dile getirir: “Hiç şüphesiz biz diriltir, biz öldürürüz ve biz (her şeye gerçek) varisleriz.” Mümin suresi 15-16. ayetlerde de Vâris isminin bütün heybetiyle ortaya çıkacağı gün tasvir edilir. O gün, bütün çeşitliliği ile ruhların ve cesetlerin bir araya geleceği ve gizli aşikâr bütün amellerin ortaya çıkacağı ve yüceler yücesi Allah tarafından, “Mülkiyet ve hâkimiyet bugün kimindir?” diye sorulacağı bildirilir. Bu soruya Rabbimiz bizzat kendisi “Kahhar olan tek Allah’ındır.” cevabını verecek ve o gün O’nun Vâris ismi bütün muhtevasıyla tezahür edecektir. O gün gelmeden önce kendisine emanet edilen maldan Allah’ın istediği gibi tasadduk etmesi gereken insana Hadid suresinin 10. ayetinde “Size ne oluyor da Allah yolunda harcama yapmıyorsunuz? Hâlbuki göklerin ve yerin mirası Allah’ındır.” diye sorulur.

Vâris ismini idrak edenler

Bu ism-i şerifin en başta gelen tecellisi başta insanın bedeni olmak üzere elindeki her şeyin muvakkaten verilmesine ilaveten mülkiyet hakkı ile değil hesabını verecek şekilde geçici kullanım hakkı ile verildiği şuuruna ermektir. Bu aydınlanmaya mazhar olanlar için dünyanın ve içindeki her şeyin anlamı değişir. Şeyler, zihninde yerli yerine oturur. Hiçbir şeye haddini aşan bir değer vermez. Kendisini malik, malını da kazanılmış hak zannetme vehmine kapılmaz. Gazali, yukarıda zikri geçen ayet-i kerimede sorulan “Mülkiyet ve hâkimiyet bugün kimindir?” sorusunun dünyada kendilerinde mülkiyet ve hâkimiyet vehmeden insanlara yöneltileceğini söyler. Basiret sahiplerine gelince, onlar bu nidanın manasını her an hissetmekte, ses ve harf bulunmadan onu işitmekte, mülkiyet ve hâkimiyetin her an Kahhar olan tek Allah’a aidiyetini kabul etmektedir. Bu gerçeği, sadece mülkiyet ve hâkimiyetin fiilî olarak tek bir varlığa özgü bulunduğunu bilen kimse kavrayabilir.

Çokça söylendiği için kulakların aşinalık kesbetmesinden ötürü manasının derinliğini neredeyse hiç düşünmediğimiz şu dörtlükte Yunus Emre bizi bu kavrayışın tam ortasına götürür:

“Mal sahibi, mülk sahibi

Hani bunun ilk sahibi

Mal da yalan, mülk de yalan

Var biraz da sen oyalan”

Kulun, Vâris isminden nasibi, Allah tarafından kendisine lütfedilen mülkiyet ve hâkimiyet emanetine riayet edip adaletle ve cömertçe davranmaktır. Bunu başaranlar âdeta kendilerine en hayırlı bir mirasçı (Enbiya, 21/89.) bulmuş olurlar. Efendimizin bildirdiği üzere küçücük bir sadakayı bir dağ gibi olana kadar büyüten bir mirasçı. (Buhari, Zekât, 8; Müslim, Zekât, 63.)

Vâris isminin en büyük tecellisi, Rabbimizin takva sahibi olanları cennete mirasçı kılmasıdır. (Meryem, 19/63.) Cennet mirasını kazananların sevinç içinde Allah’a hamdetmesi (Zümer, 39/74.) bu mirasın başka hiçbir mirasla karşılaştırılamayacak büyüklüğündendir. Şunu da hatırlatalım ki bu cennet mirası öyle rastgele değil bu fani dünyada bir süreliğine dişini sıkıp güzel işleri başaranlara nasip olacaktır. (Araf, 7/43.) Ayrıca bu ismin tecelli ettiği insanlar amellerinin ahiretteki sonuçlarına dikkat edecek bir takva bilincine ulaştıkları gibi dünyada yaptıkları işlerde de kalıcılığı gözetir, nesiller boyu hizmeti daim olacak eserler vermeye bakarlar. Hadislerde sadaka-i cariye (hayrı daim olan sadaka) denilen kalıcı hayırlara yönelirler. İnsanın ürettiği iş ve hizmetlerin böyle bir kalıcılığa ulaşması için yaptığı işi titiz bir sorumlulukla yapması ve kısa vadeli kişisel çıkarlar peşinde koşmadan yapılan işin nesiller boyu sürmesini sağlayacak kurumsallığı başarması gerekir. Bu açıdan bakınca insana ahirette de dünyada da kazandıran şeyin yüksek bir sorumluluk duygusu olduğunu görmemek imkânsızdır.

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram  

24 Mart 2022 Perşembe

96- El-Bâkî ism-i şerifi:


Sözlükte “sebat ve devam etmek, kesintiye uğramadan geleceğe doğru sürüp gitmek” anlamındaki “bekâ” kökünden türeyen bir sıfattır. Esma-i hüsnadan biri olarak “gelecekte herhangi bir zamanda varlığının sona ermesi düşünülemeyen” anlamına gelir ki Allah’tan başka her şeyin gelip geçici olduğunu ifade eden “fâni”nin zıddıdır. Varlığının başlangıcı olmaması açısından Allah Teâlâ’ya Kadîm, sonu olmaması açısından da Baki denir. Aslında varlığının başlangıcı olmayan yani bir başkası tarafından belli bir zamanda var edilmeyen bir gücün varlığının sonunun da olmayacağı açıktır. Eskilerin tabiri ile “Kıdemi sabit olanın ademi muhaldir.” (Başlangıcının olmadığı kesin olanın sonunun olması akıl dışıdır.) Kâinatta Allah dışındaki her varlığın bir başlangıç ve bitiş noktası vardır. Her varlığın nasıl başladığını sorduğumuzda bu soru geriye doğru bir sorular silsilesi olarak devam eder ve “büyük patlama”ya kadar dayanır. Oradan ötesinin ise akıl ve gözleme dayanan bir açıklaması yoktur. Bu paradokstan çıkabilmek için varlığın başlangıcının ezelden ebede giden bir mutlak varlığa dayandırılması şarttır. Her varlığın nedeni olan sonsuzdan gelen ve sonsuza giden bir varlık.

Gazali’nin de belirttiği gibi “varlığı kendinden ötürü zaruri” (vâcibü’l-vücûd bizâtihî) olan Allah’ın, zamanın hem geçmişi hem de geleceği açısından nihayetsiz olması aklen de zorunludur. Çünkü varlığını sürdürebilmesi için başkasına muhtaç olmaktan münezzeh bulunan Allah’ın zatı değişime maruz kalmayacağı gibi zamana da bağımlı değildir. Geçmiş, gelecek, şimdi gibi zamanla mukayyet olan kavramlar biz yaratılmışlar için geçerlidir. Rabbimizin varlığının ezelî ve ebedî oluşu, O’nun zamanın dışında olmasından kaynaklanır. Zaman hareketi, hareket de bir cismani varlığın bir noktadan diğer noktaya giderek yer değiştirmesini gerektirir. Dolayısıyla zaman yaratılışla başlamıştır ve mahlukatın sonu geldiğinde de bitecektir. İnsan zihni “zaman”la kalıplanmış olduğundan bu zaman dışılığı layığınca kavrayamadığı için Allah’ın başlangıcının ve sonunun olmayışı, zamandan soyut düşünemeyenlere anlaşılmaz gelmiş ve Yüce Yaratıcı’ya pek çok efsanede bir başlangıç ve son yakıştırılmıştır.

Aslında Yüce Allah’ın varlığının kendi dışında bir sebebe dayanmıyor olması O’nun varlığının başlangıcı ve sonu olmayışını gayet net bir şekilde açıklar. Varlığının başlangıcı bir başkasının kendini var etmesine, varlığının sürmesi de bir başkasının desteğinin sürmesine bağlı olanlar için kıdem ve beka söz konusu olamaz. Bu nedenle varlığı kendiliğinden ve ezelî olan Allah Teâlâ’nın varlığının sonu olmaması da gayet anlaşılır bir gerçektir.

Özellikle Türk dünyasında hemen bütün mezar taşlarında yer alan “Hüve’l-bâkî” (Ölümsüz olan sadece O’dur) cümlesi, Allah’ın üstün kudret ve ebedîliğini ifade ederken kulun aczini dile getirmekte ve dolayısıyla gerçek saadetin O’na teslim olmakla gerçekleşebileceğine işaret etmektedir.

Kur’an’da Baki

Kur’an-ı Kerim’de Baki ismi, ism-i fiil ve ism-i tafdil sigaları ile Allah’a nispet edilmiştir. Bunlardan biri olan Taha suresinde Rabbimiz Hz. Musa ile Firavun’un sihirbazları arasında geçen mücadele neticesinde sihirbazların Hz. Musa’ya iman edişlerini anlatırken, onların Firavunun tehditlerinden korkmayışlarını dile getirir ve Allah’a olan iman ve güvenlerini “Allah daha hayırlı ve daha bakidir.” ifadesiyle gerekçelendirdiklerini söyler. (Taha, 20/72-73.) Aynı mana Rahman suresi 27. ayette “Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbi’nin zatı baki kalacak.” ifadesiyle geçer.

Yüce Rabbimizin Hayy ismi de “ezelî ve ebedî bir hayatla diri” anlamına gelişi sebebiyle Allah’ın sonsuzluğunu vurgulamış olur. Cenab-ı Hak, Efendimizden peygamberlik görevini yaparken kendisine tevekkül etmesini istediği bir ayette “Asla ölmeyecek olan O diri varlığa (Allah’a) dayanıp güven!” (Furkan, 25/58.) buyurarak Allah’a güvenmenin O’nun sonsuzluğu ile ilgisini ortaya koymuştur. Öyle ya, insan ne zaman yok olacağı belli olmayan bir güce nasıl bütün benliği ile güvenebilir? Rabbimizin Baki oluşu O’na tevekkülün şartı olduğu gibi, hatta ondan daha önce O’na kulluğun da şartıdır: “Sen Allah ile beraber başka bir ilaha ibadet etme. O’ndan başka hiçbir ilah yoktur. O’nun zatından başka her şey yok olacaktır. Hüküm yalnızca O’nundur ve kesinlikle O’na döndürüleceksiniz.” (Kasas, 28/88.)

Baki ismi tecelli ederse

Sonsuzluk duygusu insanda olumlu psikolojik duygular arasında sayılır. İnsanın sonsuzluk algısı ve ölümsüzlük arzusu yaratılıştandır. Ölümle beraber her şeyin nihayete ereceğini ve bu dünyada hesapları kapatamadan, sonsuza kadar ayrılacağını düşünmek kişiye büyük bir ıstırap verir. Ateist düşüncenin insanı derin bir anlamsızlık duygusuna sürüklemesi de bu yüzdendir. Ölümle birlikte sona ermeyen, herkesin yaptığının yanına kâr kalmadığı, diriliş, hesap ve karşılık vaadi anlamın en önemli şartlarıdır.

Sufi bakış açısıyla bu isim insanda tecelli ettiğinde, kişi ilgi ve himmetini fâni olan şeylerden uzaklaştırıp baki olana yönlendirir. Gelip geçici hâller onu kalıcı hedeflerinden uzaklaştırmaz. Olup bitenlere bakış açısı “Bu da geçer Ya Hû” anlayışıdır. İşlerin dönüp dolaşıp Baki olan Allah’ın huzuruna varacağını bildiğinden hayatını esaslı bir anlam üzerine inşa etmiştir; böyle olunca sarsılsa da yıkılmaz. Bizatihi fani olan yani zatı gereği yok olmaya mahkûm olan bir dünya nimetini kaybetmek onu perişan etmez. “Size verilen şeyler, dünya hayatının geçim vasıtası ve süsüdür. Allah katında olanlar ise daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Hâla buna aklınız ermeyecek mi?” (Kasas, 28/60.)

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram   

23 Mart 2022 Çarşamba

Namazda kaç rekât kıldığı konusunda tereddüt eden kimse ne yapmalıdır?

 Namazda kaç rekât kıldığı konusunda tereddüt eden kimse ne yapmalıdır?
Yapılan ibadet ve amellerin her türlü şüpheden uzak olması gerekir. Kıldığı namazın kaç rekât olduğunda ilk defa şüphe eden kimsenin bu namazı yeniden kılması gerekir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Sizden biri namazında kaç rekât kıldığı hususunda şüpheye düşerse namazı yeniden kılsın.” (İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, II, 421; bkz. Zeylaî, Nasbu’r-râye, II, 173)
Namazda zaman zaman şüpheye düşüp kaç rekât kıldığı hususunda kesin bir kanaate varamayan kimse, kıldığına emin olduğu en az rekât sayısını esas alarak namazına devam eder. Hz. Peygamber (s.a.s.), “Sizden biri namazında şüphe eder de üç mü dört mü kıldığını bilemezse, şüpheyi bıraksın ve en az rekâtı esas alarak namazına devam etsin” (Nesâî, Sehv, 24; İbn Mâce, İkâmetu’s-salat, 132) buyurmuştur.
Buna göre dört rekâtlı bir namaza başlayan kimse, kıldığı rekâtın birinci rekât mı ikinci rekât mı olduğunda kuşkuya düşüp bir tarafı tercih edemezse, kendisini bir rekât kılmış sayar ve birinci sayılan rekâtın ikinci; üçüncü sayılan rekâtın da dördüncü rekât olma ihtimali bulunduğu için, her bir rekâtın sonunda oturur ve tahiyyâtı okur. Böylece dört oturuş yapmış olur ve sonunda sehiv secdesi yaparak namazını tamamlar (Kâsânî, Bedâî’, I, 165, 166).

22 Mart 2022 Salı

Yûsuf Gönüllü Olmak


Cenâb-ı Hak buyuruyor:
Bismillahirrahmanirrahim

"İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur." (Fussilet, 34)

Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:,

"Gerçek babayiğit, güreşte rakibini yenen değil, öfkelendiği zaman nefsine hâkim olabilen kimsedir." (Buhârî, Edeb, 102; Müslim, Birr, 106-108)

İçerisinde birçok hikmetli söz ve hikâyeler ihtivâ eden Bostan adlı eserinde Şeyh Sâdî-i Şîrâzî şöyle anlatır:

"Bir kişinin merkebi çamura batmıştı. Ne kadar gayret sarf ettiyse bir türlü hayvanını battığı yerden çıkaramadı. Bu esnada da gökyüzünden sicim gibi yağmur yağıyor, soğuk hava ise ilikleri donduruyordu. Bütün bunlara ilâveten bir de yavaş yavaş üstüne çöken karanlık içerisinde kalan adamcağız, çok müteessir ve muzdarip bir hâldeydi.

O kişi, bu dert ve acı içerisinde sabaha kadar kötü sözler söyleyerek etrafa lânetler savurdu. Öyle ki, dilinden ne dost kurtuldu ne düşman, ne ahâlî kurtuldu ne de sultan..."

Olacak bu ya, adam böyle sövüp saymakta, etrafa lânetler savurmak iken padişah oradan geçti. Durumun farkında olmayan adam, uygunsuz ve haddi aşan sözlerine devam etti. Pâdişâhın bu sözleri işittiğini anladığında ise adamcağız, mahcûbiyetten sanki yerin dibine girdi. Bu mahcûbiyetle ne cevap verebildi ne de özür dileyebildi.

Pâdişah buna çok kızdı ve etrafında bulunanlara hiddetle:

"-Eşeği çamura batmışsa benim suçum ne? Ben batırmadım ya! Benden ne istiyor, bana niçin kötü söz söylüyor?" dedi.

Beraberindekilerden biri pâdişâha:

"-Padişâhım, hemen boynunu vurdurun! Dünyadan nam ve nişânı kalksın!.." dedi.

Büyük pâdişah, gönlünde çağlayan ilâhî rahmetle düşündü, taşındı. Baktı ve gördü ki adam, içine düştüğü dert dolayısıyla mihnet içinde bunalmış, eşeği de çamura batmıştır.

Zavallı adamın hâline acıdı. Kaba ve uygunsuz sözlerinden kabaran öfkesini yuttu. Bununla da yetinmeyip tuttu, ona altın, at ve kürklü kaftan ihsân etti. Zira pâdişah biliyordu ki: "Öfke zamanında merhamet, en güzel şeydir."

Bu hâdiseyi duyan biri o ihtiyara:

"-Ey akılsız ihtiyar, ölümden nasıl kurtuldun, hayretteyim?" diye sordu İhtiyarsa onun bu suâline şöyle cevap verdi:

"-Sus! Ben o sırada çok elemli idim. O dert de aklımı başımdan almıştı, yani kendime mâlik değildim. Bu sebepten ben, bana yakışmayan bir şey yaptım. Pâdişâha gelince, o sultânımız da kendisine yakışanı ihsan ve ikrâmı yaptı."

İşte, Cenâb-ı Hakk'ın ilâhi af ve mağfiret deryâsına tâlip mü'min bir yüreğin, her hâlükârda taşıması gereken bir fazîlet... Yani kendisine nâhoş hareket ve işlere aynıyla değil, bilâkis İslâm'ın gerektirdiği bir güzellik içerisinde mukâbelede bulunmak..." (Osman Nûri Topbaş, Gönül Yolculuğumuz, Erkam Yay.)
https://www.2g1d.com/