19 Şubat 2022 Cumartesi

Allah bizim ne yaptığımızı biliyorsa neden bazen meleklere soruyor?

   
Soru Detayı

​- Allah kendisi hakkında konuşulduğunda meleklerine "kullarım ne yapıyor?" diye sorarlarmış meleklerde "senden bahsediyorlar rabbimiz "diyorlarmış.
- Peki Allah her şeyi biliyorsa neden meleklere soruyor?

Cevap

Konuyla ilgili hadislerden biri şöyledir:

“Allah Teala’nın yollarda dolaşıp zikredenleri tesbit eden melekleri vardır. Bunlar Cenab-ı Hakk’ı zikreden bir topluluğa rastladıkları zaman birbirlerine 'Gelin! Aradıklarınız burada!' diye seslenirler ve o zikredenleri dünya semasına varıncaya kadar kanatlarıyla çevirip kuşatırlar. Bunun üzerine Allah Teâlâ, meleklerden daha iyi bildiği halde yine de onlara:

“Kullarım ne diyor?” diye sorar. Melekler:

Sübhanallah diyerek seni uluhiyyetine yakışmayan sıfatlardan tenzih ediyorlar, Allahü ekbediye tekbir getiriyorlar, sana hamdediyorlar ve senin yüceliğini dile getiriyorlar, derler. Konuşma şöyle devam eder:

“Peki onlar beni gördüler mi ki?”

- Hayır, vallahi seni görmediler.

“Beni görselerdi ne yaparlardı?”

- Şayet seni görselerdi sana daha çok ibadet ederler, şanını daha fazla yüceltirler, uluhiyyetine yakışmayan sıfatlardan seni daha çok tenzih ederlerdi.

“Kullarım benden ne istiyorlar?”

- Cennet istiyorlar.

“Cenneti görmüşler mi?”

- Hayır, ya Rabbi! Vallahi onlar cenneti görmediler.

“Ya cenneti görseler ne yaparlardı?”

- Şayet cenneti görselerdi onu büyük bir iştiyakla isterlerdi, onu elde etmek için büyük gayret sarfederlerdi.

"Bunlar Allah’a neden sığınıyorlar?”

- Cehennemden sığınıyorlar.

“Peki cehennemi gördüler mi?”

- Hayır, vallahi onlar cehennemi görmediler.

“Ya görseler ne yaparlardı?”

- Şayet cehennemi görselerdi ondan daha çok kaçarlar, ondan pek fazla korkarlardı.

Bunun üzerine Allah Teala meleklerine:

 “Sizi şahit tutarak söylüyorum ki, ben bu zikreden kullarımı bağışladım.” buyurur. Meleklerden biri:

- Onların arasında bulunan falan kimse esasen onlardan değildir. O buraya bir iş için gelip oturmuştu, deyince Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Orada oturanlar öyle iyi kimselerdir ki, onların arasında bulunan kötü olmaz.” (Buhârî, Daavât 66; bk. Müslim, Zikir 25, Tirmizî, Daavât 129; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/251-252, 358-359)

Allah Teala kullarının ne yaptığını meleklerden daha iyi bildiği halde yine de onlara “Kullarım ne diyor?” diye sormasının birçok hikmeti vardır, bazıları şöyle açıklanabilir:

- Allah, bir nevi tarizde bulunmaktadır.

Bilindiği üzere Allah Teala meleklerine yeryüzünde bir halife yaratacağını haber verdiği zaman melekler, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı yaratmaya ne gerek var; zaten biz sana hamdü sena ediyoruz, uluhiyyetine yakışmayan sıfatlardan seni tenzih ediyoruz, demişlerdi. (bk. Bakara, 2/30)

Cenab-ı Hak kendisini zikreden kulları hakkında meleklere muhtelif sorular sorup onlardan cevaplar almak suretiyle âdeta onlara, "Görüyorsunuz ya, kullarımın arasında işte böyleleri de var. Onlar beni zikretme hususunda meleklerden farksızdır." demiş olmaktadır.

- Allah, meleklere, -örneğin bazı rivayetlerde geçtiği üzere- kullarım beni böyle samimiyetle zikrettiklerine göre, onlar da sizin gibi beni, cenneti, cehennemi görmüşler mi, diye ayrı ayrı sormak ve her birine, hayır görmediler, diye cevap verdirmek, görselerdi daha fazla zikrederlerdi, cehenneminden daha çok korkarlardı, dedirtmek suretiyle kullarının yaptığı zikrin ve diğer ibadetlerin değerine işaret buyurmaktadır.

- Cenab-ı Hakk’ın meleklerini mahcup etmemek için söylemediği ve fakat onların çok iyi bildiği bir diğer husus da bütün vazifeleri Allah’ı zikretmek olan meleklerin, insanlar gibi şeytanın vesvesesine ve baştan çıkarmasına muhatap olmamasıdır. Allah’ı zikreden bu kimseler şeytanın bütün düzenlerini bertaraf ederek, Allah’ın rızasını kazanmak için orada toplandıklarına göre, onların Cenab-ı Mevla katındaki yeri ve değeri çok üstündür.

- Allah, kullarına bahşettiği rahmetini, mağfiretini ve ihtiyaçlarını giderdiğini göstermek ve bildirmek ister.

- Allah, kulların salih amellerine nasıl karşılık verdiğini ve kulların Rablerinin faziletine istekli olmalarının güzelliğini bildirmiştir.

- Yüce Allah’ın isimleri ve sıfatları hakkında, insanların bilgi sahip olmaları sağlanmaktadır.

- Allah’ı görmedikleri halde ondan korkan ve rahmetini uman salih kulların faziletini ve üstünlüğünü bildirmek.

- Soran kişi, sorulandan daha iyi bildiği halde, sorulan şeyin önemini bildirmek ve onun makamını ve üstünlüğünü göstermek için yapılır. (bk. İbn Hacer, Fethu'l-bari; Ayni, Umdetü'l-kari ilgili hadisin şerhi)

https://sorularlaislamiyet.com/allah-bizim-ne-yaptigimizi-biliyorsa-neden-bazen-meleklere-soruyor-0


18 Şubat 2022 Cuma

Allah her şeyi bildiği hâlde, neden amellerimizi melekler yazmakta?


Allah, hiç kimseye muhtaç değildir. Kendisi tek ve yekta olup, Samed'dir. Yani her şey ona muhtaç, fakat o hiç kimseye muhtaç değildir. Bununla beraber, o Hakim'dir. Yarattığı her hadise ve mahluku bir sebebe bağlamıştır. Çünkü, izzet ve azameti böyle ister. Fakat insanların bu sebepleri aşıp, teşekkürü ve medhi kendisine yapmasını ister. Çünkü, tekliği onu gerektirir.

İşte, meyvelerin yaratılmasında ağaç ne ise, sütlerin yaratılmasında inek, balın yapılmasında arının tesiri ne ise, meleklerin vazifelerini ifa ederken tesiri o kadardır. Melekler Allah'ın onları vazifeli kıldığı konuda, Allah'ın büyüklüğünü görüp alkışlamak ve tebrik etmek vazifeleri var. Yoksa, mesela yağmur tanesini indiren meleği de elindeki yağmur tanesini de Allah indirmektedir.

Cenab-ı Allah'ın, insanların her birinin iyi ve kötü bütün işlerini yazmakla görevlendirmiş olduğu iki melek. Bu iki melek Kur'an-ı Kerim'de şu şekilde anlatılır:

"Muhakkak sizin üzerinizde gözetici (hafız) çok şerefli yazıcılar vardır ki, bunlar yaptığınız amel ve işlerin hepsini bilirler." (İnfitâr, 82/10-12);

"Hatırla ki insanın hem sağında hem solunda oturan ve onun amellerini tesbit etmekte olan iki de (melek) vardır. O bir söz atmaya dursun, mutlaka onun yanında hazır olan gözcü (melek) vardır." (Kâf, 50/17-18).

Allah Teâla, amellerini yazmakla vazifelendirilmiş oldukları kullara şahidlik edecekleri için, yazdıkları defterlerin önemine dikkat çekerek bu şerefli meleklerin dört özelliğini belirtmektedir:

a. Kirâmen kâtibin melekleri, müvekkel oldukları kulun iyi ve kötü bütün amellerini hıfz ederler, unutmazlar. Çünkü unutmakla bir işe dair hüküm sabit olmaz.

b. Bu melekler kerîmdirler. Yani şerefli, doğru ve âdildirler. Çünkü hâin, şerefsiz ve yalancının şehadetiyle hüküm sabit olmaz.

c.  Kâtiptirler. Kulların bütün işlerini yazarlar. Zira, insanın ömrünün başlangıcından sonuna kadar bütün işlerini ezberleyip bilmek mümkün olsa bile, bunları yazmakta daha fazla bir sağlamlık vardır. Yazı ile bir şeye dair şüphe ortadan kalkar ve ilim sağlamlaşır.

d.  Kulların işlerini bilerek yazarlar. Bir işi resim ve yazı ile zaptetmek ilim değildir. İlimde şuurlu olarak idrak etmek şarttır. Şahidlik, şuurlu olarak bilmekle câiz olur. Kirâmen Kâtibîn kıyamet gününde şahitlik ederlerken, kulların yaptıklarını ve bunlara dair ne yazdıklarını gayet iyi bilirler.

Bazı âlimler, Kirâmen Kâtibin meleklerinin şu hadiste bildirilen melekler olduğunu söylemişlerdir:

"Gece bir takım melekler, gündüz bir takım melekler size gelirler. Bunlar, sabah ve ikindi namazlarında bir araya gelip buluşurlar. Sonra sizinle kalmış bu meleklerden yukarıya çıkanlara, Rableri -onların hallerini en iyi bilen olduğu halde- 'Kullarımı ne halde bıraktınız?' diye sorar. Onlar da namaz kılarlarken bıraktık; namaz kılarlarken kendilerine gittik derler." (Buhârî, Mevakid, 16; Bed'ül-Hakk, 6; Müslim Mesacid 210; Ahmed b. Hanbel, II, 257, 486; Nesâi, Salât, 21).

İnsan, meleklerin iyilik ve kötülüklerini yazdığına ve Allah'ın da her şeyi bildiğine inanınca, günahlardan vazgeçip iyilik yapmaya çalışır. Kişi mahşerde, günahını inkâra yeltenirse, Allah'ın bilmesi, meleklerin şahidliği ve defterlerin elde bulunması onu susturur. Biz bu defterlerin mahiyetini bu dünyada bilemeyiz. Allah'ın bu meleklerini kullarının yanında bulundurup bunlara amellerini yazdırması, O'nun tam adaletinin gereği ve tecellisi ve kıyamet kopunca, kurulacak büyük mahkemenin önemini belirtmek içindir.

Kiramen Katibin meleklerinin tuttuğu defterler mahkeme-i kübrâda sahiplerine verilecektir. Bu konuda Cenab-ı Allah şöyle buyurur:

"Biz her insanın amelini (amel defterini) boynuna doladık. Kıyamet gününde onun için (her bir insan için amelleri yazılmış) bir kitab çıkarınız ki, açılmış olduğu halde o (insan) buna kavuşur; kitabını oku, bugün sana karşı bir hesab görücü olmak bakımından nefsin yeter (denilir)." (İsrâ Suresi, 17/13, 14).

İnsana, "Bu deftere senin işlediğin her şey yazıldı, hiçbir şey eksik bırakılıp unutulmadı." denilir. O gün herkes defterinde yazılanlara vakıf olacaktır. İnsanın yaptıkları, bütün iyi, kötü amelleri boynuna dolanmıştır. Hiçbir kimseye yaptığı amelinin sorumluluğundan kaçış ve kurtuluş yoktur.

https://sorularlaislamiyet.com/allah-her-seyi-bildigi-halde-neden-amellerimizi-melekler-yazmakta-0

17 Şubat 2022 Perşembe

Mü’minlerin Duâsı


Cenâb-ı Hak buyuruyor:

Bismillahirrahmanirrahim 

“Kuallarım Sana Ben’i sorduklarında, (bilsinler ki) Ben onlara çok yakınım. Bana duâ edenlerin duâlarını kabûl ederim…” (Bakara, 186)

Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:

“Bir mü’minin diğer bir mü’mine gıyâbında yaptığı duâdan daha çabuk kabûl edilen hiçbir duâ yoktur.” (Tirmizî, Birr, 50/1980)

Fahr-i Kâinât Efendimiz:

“–Bir kul günah olan veya akrabâsı ile darılmasına yol açan bir şeyi dilemedikçe yahut acele etmedikçe duâsı kabûl olunur.” buyurmuştu.

“–Yâ Rasûlallâh! Acele etmek ne demektir?” diye sordular.

Allâh Rasûlü (sav):

“–Kul; «Nice defâlar hep duâ ediyorum da Rabbim duâmı kabûl etmiyor.» der. Duâsının hemen kabûl edilmemesi sebebiyle bıkar ve duâyı bırakır. (İşte o zaman acele etmiş olur.)” cevâbını verdi. (Müslim, Zikir, 92)     

https://www.2g1d.com/

16 Şubat 2022 Çarşamba

Ey Âdemoğlu Unutma!

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

Bismillahirrahmanirrahim

"Fakat içlerinden ilimde derinleşmiş olanlar ve müminler, sana indirilene ve senden önce indirilene iman edenler, namazı kılanlar, zekâtı verenler, Allah'a ve ahiret gününe inananlar var ya; işte onlara pek yakında büyük mükâfat vereceğiz.” (Nisâ, 162)

Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:

"(Zâhir ve bâtınını ikmâl etmiş, ilmini irfân hâline getirmiş) âlimler, peygamberlerin vârisleridir." (Ebû Dâvud, İlim, 1)     

https://www.2g1d.com/

15 Şubat 2022 Salı

Ömrün Dört Mevsimi


Cenâb-ı Hak buyuruyor:

Bismillahirrahmanirrahim

"Emrolunduğun gibi dosdoğru olmaya devam et!" (Hûd, 112)

Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:

"Kalbi dürüst olmadıkça kulun imanı doğru olmaz. Dili doğru olmadıkça da kalbi doğru olmaz" (Ahmed b. Hanbel, Müsned III, 198)

https://www.2g1d.com/

14 Şubat 2022 Pazartesi

Şahsiyet Modeli


Cenâb-ı Hak buyuruyor:

Bismillahirrahmanirrahim 

“…(Rasûlüm!) De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür.” (Zümer, 9)

Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:

"Âlimin âbide üstünlüğü, benim sizin en aşağı derecede olanınıza üstünlüğüm gibidir. Şüphesiz ki Allah, melekleri, gök ve yer ehli, hatta yuvasındaki karınca ve balıklar bile insanlara hayrı öğretenlere dua ederler." (Tirmizî, İlim 19)

İnsan; etrafı esfel-i sâfilîn uçurumlarıyla dolu «sırât-ı müstakîm»den yürüyerek, ahsen-i takvîm cennetine gitmeye çalışan bir yolcu…

Bu yolda irşad edici levhalara muhtaç…

İnsan; fıtrî temâyülün dışında bomboş bir sayfa hâlinde dünyaya gelen bir ebediyet seyyahı…

Rehbere, öğrenmeye, örnek almaya muhtaç…

Anne-babalar, öğretmenler, ustalar, hocalar, rehberler ve sergiledikleriyle herkes, bilerek veya bilmeyerek diğer insanlar için birer nümûnedir, şahsiyet modelidir.

Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu:

"Yalnız şu iki kimseye gıbta edilir:

Allah'ın kendisine ihsân ettiği malı hak yolunda harcayıp tüketen kimse;

Allah'ın kendisine verdiği ilimle yerli yerince hükmeden ve onu başkalarına da öğreten kimse." (Buhârî, İlim 15, Zekât 5, Ahkâm 3, İ'tisâm 13, Tevhîd 45; Müslim, Müsâfirîn 268. Tirmizî, Birr 24; İbni Mâce, Zühd 2)   

https://www.2g1d.com/

13 Şubat 2022 Pazar

Gönül Darlığı

 

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

Bismillahirrahmanirrahim 

“Onların göğüslerinde kinden ne varsa çıkarıp atmışızdır…” (A’râf, 43)

Rasûlullah (sav)  efendimiz buyurdular:

“Allâh’ım! Îmânı bize sevdir, gönüllerimizi onunla zînetlendir! Bizi küfür, azgınlık ve isyandan nefret ettir! Bizleri din ve dünya için faydalı olan şeyleri bilenlerden, doğru yola erenlerden eyle!” (Ahmed, III, 424; Hâkim, I, 686-687/1868; III, 26/4308)   

https://www.2g1d.com/

12 Şubat 2022 Cumartesi

Gözyaşı

 

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

Bismillahirrahmanirrahim 

“Gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz! Ve siz gaflet içinde oyalanmaktasınız! Haydi Allah’a secde edip O’na kulluk edin!” (Necm, 60-62)

Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:

“Bildiğimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız, yemek içmek içinize sinmezdi…” (Camiu’s-Sagîr, c. II s. 10)

Hak yolcularının Cenâb-ı Allah'a yaklaşabilmeleri için yegâne sığınak gözyaşıdır. Çünkü:

Gözyaşı: İçin, tehassür ifadesi ve gözün niyâzıdır. 

Gözyaşı: Nedamet ma'nâsını taşır, Allah'a bir nevi tevbedir. 

Gözyaşı: Aşkın derûnî hislerini coşturan kelimesiz ve sadâsız lisanıdır. 

Gözyaşı: Ârifin kalbinin tercümanıdır. 

Gözyaşı: Mağfiret için Allah'ın kullarından istediği istirhamıdır. 

Gözyaşı: Hakk'ın rahmetini tahrîk ve merhametini celbeder. 

Gözyaşı: Günahkârın sıdk ve ihlâs ile Rabblerine eyledikleri ubûdiyet incisinin dâneleridir. 

Gözyaşı: Allah için öyle bir sermaye-i sadeftir ki, rahmet, merhamet ve mağfiret habbelerini içinde taşıyan seyyidü'l-istiğfar ve tevbe-i nasuhtur. 

Gözyaşı: Günahların gufranıdır. 

Gözyaşı: Muhlisin habbe-i ihlâsıdır. 

Gözyaşı: Asînin kurtuluş ipidir. 

Gözyaşı: Hulâsâ, vuslata erenlerin yegâne istinadgâhıdır. (M.Sâmi Ramazanoğlu, Altınoluk Dergisi Aralık-2001) 

https://www.2g1d.com/

11 Şubat 2022 Cuma

Yetimler Topluma Emânettir

 

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

Bismillahirrahmanirrahim 

“Haksızlıkla yetimlerin mallarını yiyenler hiç şüphesiz karınlarına ateş doldurmuş olurlar. Zaten onlar alevlenmiş ateşe gireceklerdir.” (Nisâ, 10)

Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:

“Eğer kalbinin yumuşamasını istiyorsan fakiri doyur, yetimin başını okşa!” (Ahmed b. Hanbel, II, 263, 387)   

https://www.2g1d.com/

10 Şubat 2022 Perşembe

Kur'an'ı inkar edenler okusun


Yıllar geçtikçe ortaya çıkan gerçekler, Kur'an'daki her kelimenin belli bir hikmete göre kullanıldığını bizlere gösteriyor.

Kur'an her çağa ayrı mucizelerle hitap ediyor. Mesela, Firavun zamanı hakkında verilen bilgilerin arkeolojik çalışmalarda tek tek ortaya çıkması Kur'an'ın beşer üstü ve ilahi bir kitap olduğunu yepyeni mucizelerle ortaya koyuyor. "Haman" da bunlardan biri.

Kur'an'da Firavun'la birlikte adı geçen kişilerden biri "Haman"dır. Haman, Kur'an'ın 6 ayrı ayetinde, Firavun'un en yakın adamlarından biri olarak zikredilir. Buna karşılık Tevrat'ta Hz. Musa'nın hayatını anlatan bölümde değil de ondan yaklaşık 1100 sene sonra yaşamış ve Yahudilere zulmetmiş bir Babil kralının yardımcısı olarak geçer. Bunu gören oryantalistler "İşte Kur'an'da hata bulduk!" diye sevinirler. Ancak bu sevinçleri Mısır hiyeroglif yazısının çözülüp, eski Mısır yazıtlarında "Haman" isminin bulunmasıyla yarıda kalır. Eski Mısır dilinde yazılmış hiyeroglif kitabeler 18'inci yüzyıla kadar okunamıyordu. Çünkü, Hıristiyanlığın bölgede yayılmasıyla Mısır'ın eski inancı da dili de unutulmuştu. Hiyeroglif yazısının kullanıldığı bilinen en son tarih M.S. 394 yılına ait bir kitabedir. Bundan sonra bu dil unutuldu ta ki 1799 yılına kadar. Yazının sırrı, "Rosetta Stone" adı verilen ve M.Ö. 196 tarihine ait bir kitabenin bulunmasıyla çözüldü. Bu tabletin özelliği üç farklı yazıyla yazılmış olmasıydı: Hiyeroglif, demotik (hiyeroglifin el yazısı şekli) ve Yunanca. Yunanca metnin de yardımıyla tabletteki eski Mısır yazısı Jean-Françoise Champollion adlı bir Fransız tarafından tamamen çözüldü.

Hiyeroglifin çözümüyle çok önemli bir bilgiye daha erişilmiş oldu: "Haman" ismi gerçekten de Mısır yazıtlarında Hz. Musa (as) döneminde geçiyordu. Viyana'daki Hof Müzesi'nde bulunan bir anıt üzerinde bu isimden söz ediliyordu. Aynı yazıtta Haman'ın Firavun'a olan yakınlığı da vurgulanıyordu. (Walter Wreszinski, Aegyptische Inschriften aus dem K.K. Hof Museum in Wien, 1906, J C Hinrichs' sche Buchhandlung) Tüm yazıtlara dayanılarak hazırlanan "Yeni Krallıktaki Kişiler" sözlüğünde ise, Haman'dan "Taş ocaklarında çalışanların başı" olarak bahsediliyordu. (Hermann Ranke, Die Ägyptischen Personennamen, Verzeichnis der Namen, Verlag Von J J Augustin in Glückstadt, Band I, 1935, Band II, 1952)

Kur'an, her asrı bir mucizeyle selamlıyor.Fransız bilim adamı Prof. Dr. Maurice Bucaille "Haman" ismini bir Fransız Mısır bilimcisine verdi ve bu ismin Kur'an'da geçtiğini söylemeden, "7. yüzyıldaki bir Arap el yazmasından alıntı" olduğunu belirtti. Uzman, 7. yüzyıldaki bir Arap el yazmasına hiyerogliflere ait bir bilginin geçirilmiş olmasının mümkün olmadığını, fakat Firavun sarayının isim listelerine bakacağını söyledi. Sonra bakıldığında gerçek bir kez daha ortaya çıktı. Ortaya çıkan sonuç önemli bir gerçeği ifade ediyordu. Haman, Kur'an'a karşı çıkanların iddiasının aksine, aynen Kur'an'da geçtiği gibi Hz. Musa zamanında Mısır'da yaşayan ve Kur'an'da bahsedildiği gibi Firavun'a yakın ve inşaat işleriyle ilgili bir kişiydi: "Firavun dedi ki: 'Ey önde gelenler, sizin için benden başka ilah olduğunu bilmiyorum. Ey Haman, çamurun üstünde bir ateş yak da, bana yüksekçe bir kule inşa et, belki Musa'nın ilahına çıkarım; çünkü gerçekten ben onu yalancılardan sanıyorum." (Kasas 38)

Eski Mısır yazıtlarında Haman'ın adının bulunması Kur'an aleyhindeki iftiraları boşa çıkarmakla kalmayıp, onun Allah katından olduğunu bir kez daha ortaya koyuyordu. Zira Kur'an'da indiği devirde ulaşılması ve çözülmesi mümkün olmayan bir tarihî bilgi mucizevî şekilde bizlere aktarılıyordu.

9 Şubat 2022 Çarşamba

Mutluluk ve Saadet Pınarı

 

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

Bismillahirrahmanirrahim 

“Onların çoğu zandan başka bir şeye uymaz. Şüphesiz zan, haktan bir şeyin yerini tutmaz.” (Yunus, 36)

Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:

"Mü'min kulun durumu ne kadar hayrete şâyandır. Onun her işi hayırdır. Böylesi bir özellik sadece mü'minde vardır: Ona bir iyilik gelirse şükreder onun için hayırlı olur. Eğer bir musibet dokunursa sabreder yine onun için hayırlı olur." (Müslim, Zühd, 64)

Hz. İsa, arkadaşları ile kokmaya yüz tutmuş ölü bir hayvanın yanından geçerken, orada bulunanların hemen hepsi burunlarını tıkayıp, "ne kötü bir manzara, ne de çirkin kokuyor" ifadelerini kullandıklarında, O:

"Şuna bir bakın, ne de güzel, inci gibi dişleri var!" buyurarak güzel bir olumlu düşünce örneği sunmuştur.

Mecnun, Leyla’nın köyünde fakir fukaraya yemek dağıtıldığı ve yemeğin de bizzat Leyla eliyle tevzi edildiği haberini alır. Koşar, sıraya girer. Herkese cömertçe yemek ikram eden Leyla, karşısında Mecnun'u görünce kepçenin sapını çevirerek kafasına vurur. Buna oldukça sevinen Mecnun, sevincinden kendi kendine dönmeye başlar ve:

"Leyla bana hiç kimseye yapmadığı farklı bir muamele yaptı. Bana sevgisini, aşkını böylece gösterdi" der.

Saâdet ve hoşnutluk pınarı, olumlu düşünce halinde insan zihninin içinden fışkırmalıdır. Mutluluğun esas kaynağı olan kendine ait huy, düşünce, duygu ve davranışları düzeltmek yerine bunları görmezden gelip sadece kendi dışındaki şeyleri düzeltmekle saadete erişeceğini zanneden kişi, hayatını boş çabalarla harcayıp, kurtulmak istediği huzursuzluğu" artırmaktan başka bir şey yapamaz. Dolayısıyla içimizdeki mutluluk ve saadet pınarını coşturmak ve mutlu olabilmek için atılacak ilk adım, hayata bakış açımızı, duygu ve düşüncelerimizi kontrol edip, yeniden yapılandırmaktır. (Prof. Dr. Ömer Çelik, Altınoluk Dergisi Mayıs-2002)  

https://www.2g1d.com/

8 Şubat 2022 Salı

İnfâkın Müesseseleşmesi


Cenâb-ı Hak buyuruyor:

Bismillahirrahmanirrahim 

“Allah yolunda mallarını harcayanların örneği, yedi başak bitiren bir dane gibidir ki, her başakta yüz dane vardır. Allah dilediğine kat kat fazlasını verir. Allah’ın lütfu geniştir, O her şeyi bilir.” (Bakara, 261)

Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:

“İnsan ölünce, şu üç ameli dışında bütün amellerinin sevâbı kesilir: Sadaka-i câriye, kendisinden istifâde edilen ilim, arkasından duâ eden hayırlı evlâd.” (Müslim, Vasiyye, 14)

“Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe aslâ “birr”e (yâni hayrın kemâline) eremezsiniz! Her ne infâk ederseniz, Allâh onu hakkıyla bilir.” (Âl-i İmrân, 92)  

https://www.2g1d.com/

7 Şubat 2022 Pazartesi

İhlâslı Olabilmek


Cenâb-ı Hak buyuruyor:
Bismillahirrahmanirrahim

"...Artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, amel-i sâlih işlesin ve Rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın!" (Kehf, 110)

Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:

"Kim işlediği hayrı şöhret kazanmak için halka duyurursa. Allah onun gizli işlerini duyurur. Kim de işlediği hayrı halkın takdirini kazanmak için başkalarına gösterirse, Allah da onun riyakârlığını açığa vurur." (Buhârî, Rikak 36. Ahkâm 9; Müslim, Zühd 47-48)

https://www.2g1d.com/

Zamanımızda "Müslümanca Yaşamak" İmkansız Mı?

1 Şubat 2022 Salı

95- El-Bedî ism-i şerifi:


Bedî’ ismi, örneği ve benzeri bulunmayan bir şeyi icat etmek, ilk olmak, eşsiz ve benzersiz olmak manasındaki bed’ kökünden türemiştir. Rabbimizin ismi olarak, eşsiz bir sanatla, önceden var olan bir malzemeye ihtiyaç duymadan, yoktan var eden demektir. Elmalılı merhumun işaret ettiği gibi buradaki benzersizlik, bir kanun ve mukayeseye, bir formül ve kurala başvurulmadan ilk misalin onunla başlaması demektir. Bu ismin tezahürü ile varlık meydanına çıkan her ne ise ilk örnek, ilk modeldir. Benzerlik ve türdeşlik gibi dayanaklarla üretilen kanunlar ondan sonra husule gelir.

Âlimlerimiz Bedî’ isminin Yaratana sıfat olduğu gibi yaratılana da sıfat olabileceği konusunu tartışmışlardır. Mahlûkatın sıfatı olması durumunda mana eşsiz ve benzersiz yaratılan demek olur. Ayrıca ilk yaratma nasıl eşsiz benzersizse sonradan devam eden her yaratma da eşsiz benzersizdir. Birbirinin tamamen aynı olan iki varlık yoktur.

Esma-i Hüsna şarihi Ali Osman Tatlısu, Bedî’ ismi ile Mubdi’ ismi arasındaki farkı anlatırken Bedî’ isminin, eşsiz yaratmadaki sürekliliğine dikkatimizi çeker ve der ki: “Önünde bir örnek olmadan velev bir tek şey olsun ortaya koyana Mubdi’ denirse de Bedî’ denmez. Bedî’, hiçbirinin örneği ve misali yokken sayısız şeyler icat edip türeten, düşünmeye araştırmaya muhtaç olmadan kolaylıkla ve daima misalsiz şeyler yaratana denir. Yüce Allah her türün ilk örneğini, önceden bir benzeri olmadan yoktan yarattığı gibi, bir türün bütün fertlerini de birbirinin tıpatıp aynısı yapmamış, her bir ferdi diğerinden ayıran özelliklerle donatmıştır.”

Bedi’ ismi aynı zamanda Allah’ın zâtında ve sıfatlarında misilsiz ve benzersiz olduğunu ifade eder ve ‘Muhalefetü’n-lil-havadis’ sıfatı buradan çıkar. Yani O’nun yaratmasıyla sonradan varlık sahasında boy gösteren hiçbir varlık, hiçbir cihetle O’na benzemez ve O, bütün bunlardan farklıdır. Bu nedenle yüceler yücesi Yaratıcı’nın zatının nasıllığı hakkında düşünmemiz doğru bulunmamış ve “O’nun hakkında ne düşünürsen, O bunun dışındadır.” denmiştir.

Kur’an’da Bedî’

Kur’an-ı Kerim’deki iki ayette, “göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısı” anlamında, “Bedi’us semavati vel ard” şeklinde Allah’a nispet edilmektedir. (Bakara 2/117; En’am 6/101.) Bu iki ayette de Yüce Rabbimizin tanrısal güçler taşıyan oğul ya da kızları olduğu şeklinde Yahudi, Hıristiyan veya Arap müşrikleri tarafından ileri sürülen iddialar iptal edilir ve gökleri ve yeri eşsiz benzersiz yaratan yüceler yücesi Yaratıcı’nın biricikliği vurgulanır. Elmalılı bu ayetleri tefsir ederken yoktan var etmenin örneksiz ve benzersiz şekilde ve kendi dışında hiçbir şeye muhtaç olmaksızın, sadece irade edivermek, yani “ol” demekle olduğunu evlat sahibi olmanın ise doğum ve güçlükle gerçekleştiğini ifade eder. Bütün bu kâinat ile O’nun arasındaki ilk ilişkinin, böyle bir yaratma ve yaratılan ilişkisi olduğunu; doğurma ve çoğalma ilişkisi olmadığını belirtir. Ayrıca “eğer öyle olsa idi, O, bir gün gelir tükenirdi, yaratılış kesintiye uğrardı“ der. Ona göre bu nokta, bütün ilimlerin, felsefelerin ve hikmetlerin temelidir ve illiyet denilen nedenselliğin başlangıcı yaratma ve icattır, doğurtma ve çoğaltma değildir. Bu nedenle Allah Teâlâ’ya oğul ve kız isnadı, Allah’ı bilmemek ve O’na şirk koşmaktır. Elmalılı sözlerini Allah’a baba demenin küfür sayıldığını söyleyerek tamamlar.

Sonuç olarak Rabbimizin Bedî’ isminin geçtiği bu iki ayette de tarih boyunca insanın ürettiği bütün şirk çeşitleri içinden bu konuya vurgu yapılması, bizlere Hz. İsa’nın bütün insanlık içinde eşsiz bir yaratılma örneği olmasına rağmen yine de bir yaratılmış olduğunu; örneksiz, benzersiz, sınırsız yaratma gücüne sahip olan Cenab-ı Hak için yaratma şekillerine sınır konamayacağını hatırlatır.

Bedî’ ismi tecelli ederse

Mutlak anlamda Bedî’ sadece Allah olmakla beraber ilim, irfan, sanat veya herhangi maddi manevi bir alanda meslektaş ve çağdaşları arasında temayüz eden, yenilikler meydana getiren kişiler için izafi olarak kullanılması mümkündür. Bir insanda bu ismin tecellisine mazhariyet hâsıl olduğunda, yaptığı iş her ne idiyse onda taklit aşamasını geçmiş, orijinal eserler verme aşamasına gelmiştir. Bu lütfa mazhar olanlar eserleriyle çığır açarlar. Onlara diğer insanlara verilmeyen sezgi, idrak ve inşa kabiliyeti verilmiştir. En girift meseleleri benzersiz yollardan halleder, çözüm odaklı projeler üretirler. Her türlü sanat erbabı bunlar arasından çıkar. Yaptıkları her işte güzellik ararlar, ne yaparlarsa güzel yaparlar. Her hangi bir bilim dalında, daha önce benzeri bulunmayan her hangi bir yol, bir metot ortaya koyanlar da bu ismin tecellisine mazhar olmuşlardır.

Bütün bu saydığımız başarıları gösterenler, içlerine Yüce Rabbimizin hikmet arayışı ve isteği koyduğu, görünenden görünmeyene gidebilen, araştıran, düşünen, keşfeden insanlardır. Anlayış ve kavrayış kudretleri nispetinde, Yaratıcı’nın büyük sanatını en sıradan şeylerde dahi gözlemleyebilirler. Hayret ve merak duygularını hiç kaybetmezler. Zira bütün bu yaratılmışlar eşsizse, hiçbir yaprak dahi diğeri ile aynı değilse, her bir varlık var oluş sahnesine sadece bir kez çıkıyorsa bu gösteride hiçbir ânı kaçırmamak gerekir. Eser bu kadar ihtişamlı ise eserin sahibi ne kadar muhteşemdir, düşünmek gerekir.

Yüce Allah’ın Bedî’ ismini gerektiği gibi hissedenler O’na layık kul olma çabası ile her yaptıkları işi titizlikle ve önem vererek yaparlar. İlahi takdir gereği içinde bulundukları toplumlarına önderlik etme görevi üstlendiklerinde akla hayale gelmeyecek yollardan toplumlarını üst noktalara taşırlar. Yüce gönüllü, yüce ahlaklı ve yüce fikirlidirler.

Son olarak şunun altını çizmeliyiz ki bütün bu üstün meziyetler, Allah katında üst düzey sorumluluklar demektir. Elbette kendisine ilim, hikmet ve yetenek bahşedilmiş olanlar, bunlardan mahrum olanlarla aynı hesabı vermeyecektir. Onlara bahşedilen bu üst düzey yetenekler kişisel tatminler için olmaktan çok, insanlığı, her anlamda, bir adım olsun ileri götürmek, Allah’ın kullarına hizmet etmek suretiyle kendini kurtarmaktır. Zaten hayırlarda ve bolca kullanılmayan yetenekler önünde sonunda sahibini zehirler.

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram 

31 Ocak 2022 Pazartesi

94- El-Hâdî ism-i şerifi:


Hidayet kavramını genelde dinî anlamda kullanırız. Oysa Rabbimizin kullarına her anlamda yol göstermesini ifade eden bu isim çok geniş kapsamlıdır. Mesela içgüdü dediğimiz şey haddizatında bir hidayettir. Gazali bu nevi hidayete yeni doğan yavrunun memeyi tutması, civcivlerin çıkar çıkmaz daneleri toplamaya başlaması, arıların yuvalarını yapması vb. gibi her canlının hayatını sürdürecek bilgilerin ona ilham edilişini örnek verir. Aciz ve zayıf bir canlı olarak dünyaya gelen insanoğluna yönelik ilahi lütuf ve rehberliğin boyutlarını anlatmak için Taha suresi 50. ayete bakmak yeter: “Rabbimiz her şeye yaratılış özelliğini vermiş, sonra da ona yol göstermiştir.”

Rabbimiz bize akıl ve muhakeme yeteneği vererek bu dünyadaki hayatımızı sürdürebilecek yolları gösterdiği gibi ebedî mutluluğa ulaştıracak manevi yolları da göstermiş; o yollara girip girmemeyi tamamen bize bırakmakla beraber bizi kendi hâlimize terk etmemiş, doğruyu arayana her daim rehberlik etmiştir. Elmalılı Hamdi Yazır’a göre herkes için eşit olmasa da ömründe en az bir defa hidayeti tercih etmeye bir imkân bahşedilmiştir. Bu dönemde iradelerini güzel bir şekilde kullanıp Hakk’a teslim olmayanlar için dalalet artık cebrî bir tabiat hâline gelir. Netice olarak hidayeti talep eden hidayet, dalaleti arayan da dalalet bulur.

Ragıb el-İsfehani Rabbimizin Hâdî ismini açıklarken bu rehberliğin lütuf ve ikram yolu ile olduğuna işaret eder. Buradan anlıyoruz ki Yüce Rabbimiz kendi yoluna, zor ve güç kullanılarak, burnumuz sürtülerek değil efendice, kendi özgür irademizle girmemizi istiyor. Bu nedenle de bize yolunu çok açık bir şekilde gösteriyor. Yol göstermek de değişik şekillerde gerçekleşebilir. Yolu sadece göstermek ve tarif etmeye irşat (rehberlik); yola götürüp amacına ulaştırıncaya kadar bırakmamaya da tevfik (başarı) denir. Hangi düzeyde olursa olsun hepsi hidayettir. Hidayetin zıddı dalalettir. Dalalet, doğru yoldan sapmak demektir. Hidayetin neticesi iman, dalâletin neticesi imansızlık ve küfürdür.

Kur’an’da Hâdî

Hidayet kavramı birçok ayette fiil sigalarıyla Allah’a nispet edilmiştir. Hâdî ismi, geçtiği on ayetin ikisinde Allah’a, ikisinde Hz. Peygamber’e izafe edilmiş, (Rad, 13/7; Şura, 42/52.) diğer yerlerde ise belli bir merci zikredilmemiştir. Hâdî’nin Allah’a izafe edildiği ayetlerin birinde O’nun iman edenleri dosdoğru bir yola yönelteceği ifade edilmiş, (Hac, 22/54.) diğerinde de hidayet edici olarak O’nun kâfi geleceği belirtilmiştir. (Furkan, 25/31.) Özellikle sure başlarında gelen sayısız ayet ise Kur’an’ı “hüden” sıfatı ile niteleyerek Allah kelamının bizzat hidayetin kendisi olduğunu söyler. (Bakara, 2/2; Yunus, 10/57; İbrahim, 14/1; Neml, 27/2.)

“Hidayete ermek, hak ve doğru olanı benimsemek” manalarına gelen ihtida kelimesi de Kur’an’da altmış yerde geçer. Bu ayetlerin muhtevasından anlaşılacağı üzere hidayetin benimsenmesine vesile olan amillerin başında kişinin iradesi ve kararlılığı gelmektedir. (Nisa, 4/175; Meryem, 19/76; Ankebut, 29/69; Tegabün, 64/11.) Ayetler, hidayetin zıddı olan dalalete düşmenin sebeplerine de işaret etmekte ve bunlar arasında ilahi lütuftan mahrum kalma, şahsi tutum, ataların dinine ve geleneklere körü körüne bağlılık, gaflet, nifak, şeytanın tahrikleri ve Allah’a kavuşma günü olan ahireti düşünmeme faktörlerine dikkat çekilmektedir. (İsra, 17/94; Kasas, 28/50; Zümer, 39/3.)

Ragıb el-İsfehani Kur’an terminolojisinde yer alan hidayeti dört gruba ayırarak ele alır:

a) Allah’ın her mükellefe verdiği akıl, zekâ ve zaruri bilgiler (A’la, 87/2-3; Taha, 20/50.)

b) Peygamberler ve kitaplar yoluyla hak yoluna çağırması (Enbiya, 21/73.)

c) Çağrısını benimseyene lütfettiği tevfik (Bakara, 2/213; Muhammed, 47/17.)

d) Ahirette sadık kullarını cennete koyması (Araf, 7/43.)

Bu hidayet türleri yukarıdaki tertibe göre birbirine bağlı olup önceki hidayet sonrakinin şartı, sonraki ise öncekinin bir neticesidir. Dördüncüyü elde eden ilk üçünü de elde etmiştir. İnsana nispet edilen hidayet, sadece ikinci merhalede yer alan çağrıda bulunmak ve tanıtmaktan ibaret olup hiç kimsenin diğer hidayet türlerini meydana getirmeye gücü yetmez. İnsan bir başkasını hidayete sevk edemez, ancak davet edip yollarını gösterebilir. (Bakara, 2/272; Enam, 6/35; Nahl, 16/37; Kasas, 28/56.)

Hâdî isminin insanın tekâmülü sürecindeki tezahürleri

İbn Kayyim’e göre hidayete ermenin gerçekleşmesi için biri Allah’a diğeri kula ait olan iki fiil gereklidir. Kulun, iradesini Allah’ın gösterdiği yola yönelmek için kullanması Allah’ın hidayetini celbettiği gibi kulun ilahi emirlere uymaya devam etmesi yeni hidayetleri çeker ve Allah da böyle kimselere her konuda çıkış yolunu gösterir.

Konevi’nin deyişi ile bu isim tecelli ettiğinde kalpler marifete, nefisler itaate, Allah’ın sevdikleri O’nun rızasına, âlimler hakikati müşahedeye yönlendirilmiş olur. Ona göre Hâdî ismi tam tecelli ettiğinde peygamberlerin rehberliği gönül hoşnutluğu içinde benimsenir, Hakk’ın yolunu anlama ve açıklama nazari aklın gayretiyle olmaktan çıkar kalbin keşfiyle olur.

Kendisine, insanların önüne düşme rolü takdir edilmiş olanlar Hâdî ismine mazhar olduklarında insanları güzel hedefler etrafında toplamaya muvaffak olurlar. Bu isimle ahlaklanmış kişiler çevreleri için bir kurtuluş vesilesidirler. Bulundukları toplum içinde âdeta Allah’a giden yolu gösteren bir işaret tabelası gibidirler. Hâdî isminin tecelli ettiği kişinin vesilesiyle bir insanın Allah’ın yoluna girmesi durumunda Efendimiz bunun büyük bir servete nail olmaktan daha kıymetli olacağını müjdelemiştir. (Müslim, İlim, 16; Ebu Davud, İlim, 10.)

Nefsinin kışkırtmalarını ve şeytanın vesveselerini kendine rehber edinen bu ismin tecellisinden giderek uzaklaşır. Bu nedenle hidayete ermek için gayret gerektiği gibi hidayette kalmak için de o nispette çaba gerekir. Hidayet bir kez geldi mi ömür boyu kalması garanti değildir. Bu tehlike karşısında en büyük yardımcımız da hiçbir zaman eksik olmamasını dilediğimiz hakkı ve sabrı hatırlatan dostlardır.

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram 

30 Ocak 2022 Pazar

93- En-Nûr ism-i şerifi:


Nûr deyince aklımıza ilk gelen aydınlık ve ışıktır. Oysa bildiğimiz manadaki aydınlık anlamına ilaveten, nûr kavramında nesnelerin ve olayların mahiyetini aydınlatmak anlamı da vardır. Elmalılı’nın ifadesi ile gerek hissî (görme duyusu ile algılanan) ve gerek akli her nevi zulmetin zıddı olarak vicdan ve basirette inkişaf eden, iç ve dış dünyamızı aydınlatan tecelliyatın umumuna da nûr denir. Rabbimizin ismi olduğunda O’nun bütün nûrların kaynağı olduğunu ifade eder. O nûr sayesinde eşya görünür olur; biz de onları ayırt edip görebiliriz. Eğer o nûr olmasaydı biz evreni ve içindekileri gözlemleyip algılayamaz, zihnimizde hiçbir şeyi yerli yerine oturtamazdık. Allah Teâlâ duyularla algılanan varlıkları görmemiz için bir ışık (güneş) yarattığı gibi, düşünce yoluyla algılanan varlıklar için de bir ışık (ilim ve irfan) yaratmıştır.

Ragıp el-İsfahani Allah’ın kendisini “Nûr” diye isimlendirmesini de gökleri ve yeri nurlandırma fiiliyle açıklar. Nurun da dünyevi ve uhrevi olmak üzere ikiye ayrıldığını belirtir. Dünyevi olanı, ay ve güneş gibi aydınlık saçan ve gözle algılanan nûr ile zihin ve kalp yoluyla idrak edilen nûrdur. İsfehani, aklın ve Kur’an’ın nûrunu bu ikinci tür nûra örnek olarak verir. Uhrevi nur ise ebedî âlemde müminlerin önlerinde ve sağ taraflarında bulunacak olan nurdur. (Hadid, 57/12; Tahrim, 66/8.)

Kur’an’da Nûr

Gözümüz görmek için ışığa muhtaç olduğu gibi aklımız da aydınlanmak için vahyin ışığına muhtaçtır. Bir adı da Nûr olan Kur’an’ın bir suresinin adı da Nûr’dur. Bu sureye Nûr adı verilmesinin sebebi 35. ayetinin, “Allah göklerin ve yerin Nûr’udur.” diye başlaması ve ayette nur kelimesinin iki defa daha Rabbimizin yüce zatına izafe edilmesidir. Kur’an’da onlarca yerde gelen nûr kelimesi sadece bu ayette Rabbimize izafe edilir.

Nûr kelimesinin yukarıda geçen anlam katmanlarına uygun olarak Elmalılı, ayetin ilk cümlesi olan “Allah göklerin ve yerin Nûr’udur.” ifadesini “Bütün âlemi meydana koyan, kâinatı gösteren, hakikati bildiren, gözleri gönülleri şenlendiren O‘dur. O olmasa idi hiçbir şey bulunmaz hiçbir hakikat sezilmez, hiçbir neşe duyulmazdı.” diye açıklar. Devamında da nûrun, ışık anlamındaki “ziya”dan farklı olduğunu ve daima övgü ifade ettiğini belirtir. Ayrıca Yüce Rabbimize hiçbir zaman ziya kavramı izafe edilmediği hâlde Nûr’un O’na isim olduğunu vurgular. Ziya genellikle maddi anlamda ve güçlü ışığı ifade ederken nûr, her şeyi görünür kılan tarif edilemez, latif bir aydınlanmadır.

Enam suresi birinci ayette ise nûr Rabbimizin ismi olarak değil, O’nun var ettiği bir varlık olarak zikredilir. Bu durumda nûr bir taraftan Rabbimizin ismi iken diğer taraftan O’nun var ettiği bir eseridir. Bu noktada Elmalılı: “Binaenaleyh Allah‘a nûr ıtlak edilirken bu noktadan gaflet edilmemek ve müteşabih bir mana murat olunduğunu bilmek lazım gelir.” diyerek dikkatimizi çeker. Esasen Nûr suresindeki ayet de bütün âlimler tarafından zât-ı ilâhiyyenin nûr olduğu şeklinde anlaşılmamış, “göklerin ve yerin nurunu yaratan, oralardaki varlıklara yol gösteren” gibi anlamlara geldiği kabul edilmiştir. Zira “Allah’ın nûru” ifadesi, yaratılmış varlıklar için kavranılmaz olan ve dolayısıyla herhangi bir beşerî dille ifadesi imkânsız olan Allah’ın gerçek mahiyetini değil, Yüce Rabbimizin, hidayeti arzulayan kullarının bilinç, duygu ve davranışlarında gerçekleştirdiği aydınlanmayı ifade eder. Nûr ayetinin sonunda Rabbimizin dileyeni (veya dilediğini) nûruna yönelteceğini söylemesine gelince; bunun anlamı açıktır: Her kim şüphelerin karanlığından inancın aydınlığına çıkmayı samimi bir şekilde isterse Allah o kişinin kalbine nûru ile tecelli edip onu sırat-ı müstakime yönlendirir. Ayetin Rabbimizin “Alîm” ismi ile sonlanması da ilmin, insanın dünyasını ve ahretini aydınlatan rolüne vurgu yapması bakımından manidardır. Gazali de bu ayetin tefsirine dair kaleme aldığı “Mişkâtü’l-Envar” isimli eserinde “Göz nûru için güneş ne ise akıl nûru için de Kur’an odur.” der.

Nûr tecelli ederse

Yukarıda İsfehanî’nin Nûr isminin manevi tecellilerinin akıl ve vahiy olduğunu söylediğini belirtmiştik. Vahyin muhatabı olan peygamberler ve bu meyanda Efendimiz (s.a.s) bu nurun en öndeki tecelligâhıdırlar. (Ahzab 33/45-46.)

Tarih boyunca nice dehşetli zekâlar, vahiy nûrundan mahrum kalınca inanç ve yaşam düzeyinde envaiçeşit sapkınlıklar üretmişlerdir. Bu da bize aklımızın ve kalbimizin Allah’ın vahyinin nûru ile aydınlanmaya ne kadar muhtaç olduğunu kanıtlar. Bu durum Zümer suresi 22. ayette göğsü İslam’a açılmış, bu sayede nûr üzere olan kişi ile Allah’ı anmaktan uzaklaşarak kalbi daralmış ve kararmış kişi kıyaslanarak anlatılır. İlahi nûrların tecellisinden mahrum kalmak, bizim bu dünya karanlıkları ile kıyas edemeyeceğimiz tam bir zulumat (kat kat karanlık)tır. Öyle kesif bir yokluktur ki orada hiçbir ilerleme mümkün değildir. (Hadid 57/13.) Zira iman nûru söndüğünde ortaya çıkan kalp körlüğü, göz körlüğüne benzemez. Başındaki gözü âmâ olan bir şekilde yolunu bulur. Kalbi kör olanın ise yolunu bulması imkânsızdır.

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram 

29 Ocak 2022 Cumartesi

91- Ed-Dârr, 92- En-Nâfi ism-i şerifleri:


Yüceler Yücesi Rabbimiz hayrın da şerrin de menfaatlerin de mazarratların da yaratıcısıdır. O’nun onayı olmaksızın kâinatta hiçbir şey vuku bulmaz. Bu hakikati sindirmek her zaman kolay olmamış, kimi insanlar yeryüzündeki kötülüklerin yaratılmasını Allah Teâlâ’ya izafe etmekte zorlanmışlar ve bu yüzden kendi vehimlerine dayanarak iyilik ve kötülük ilahlarını ayırma ihtiyacı hissetmişler. Oysa zararı da faydayı da Rabbimizin yarattığını ifade eden Dârr ve Nâfi‘ isimleri Fahreddin er-Râzî’nin de belirttiği gibi övgü ifade eden isimlerdir. Zira bu isimlerin içerdiği kudrete sahip bulunmayan bir varlığın kâinatın yaratıcısı ve yöneticisi olması mümkün değildir. (Şuara, 26/72-73.) Mahlukat âleminde olayların meydana gelmesi sünnetullah gereği birtakım sebeplere bağlanmış olsa da sebepler ancak bir talep meydana getirir, sonucun ortaya çıkmasında hakiki müessir yine bizzat Allah Teâlâ’dır. Bunu böyle bilip inanınca sebepler zincirinin arkasındaki müsebbibi (sebeplerin sebebi olan asıl yaratıcıyı) görmek kolaylaşır. O zaman da olandaki hayra odaklanmak daha kolay olur.

Rabbimizin “Rahman-Rahim” gibi birbirine çok yakın anlamlı isimleriyle, “Kâbız-Bâsıt”, “Muhyî-Mümît” gibi karşıt anlamlı bazı isimleri Kur’an ve sünnette genellikle bir arada zikredilir. Zarar vermek anlamındaki d-r-r kökünden türeyen Dârr ismi ile fayda ve menfaat sağlayan anlamındaki n-f-a’ kökünden türeyen Nâfi’ ismi de böyledir. Özellikle zıt anlamlı isimlerin bu kullanım tarzı, birbirinin karşıtı veya alternatifi durumundaki varlık ve olaylardan teşekkül eden evrenin Allah tarafından nasıl bir düzen ve ahenk içinde yönetildiğini gösterir. Bu açıdan Allah’ın “Dârr” ismi sadece zarar veren şeklinde anlaşılmamalı, zarar verenler de dâhil olmak üzere her şeyi yaratan, evreni karşılıklı etki ve tepki ilişkisi içinde düzenleyip yöneten tarzında yorumlanmalıdır.

Kur’an’da Dârr ve Nafi’


Kur’an-ı Kerim’de zarar kavramının, her şeye gücü yeten Allah’ı bırakıp da fayda veya zarar vermekten âciz olan putlara tapmanın mantıksızlığını vurgulayan bir üslup içinde kullanılmış olması, ayrıca karşıtı olan nef‘ gibi kelimelerle birlikte zikredilmesi, bu kavramın mutlak manada Allah’a nispet edilmesinin amaçlanmadığını gösterir. Nitekim bu kavram Kur’an’da sıfat sîgasıyla (dâr) Allah’a izafe edilmemiştir.

Kur’an-ı Kerim’de elliden fazla ayette hayrın da şerrin de Allah’tan olduğu vurgulanır. Bu ayetlerde işlenen ana tema, Allah’tan başka tapınılan sözde tanrıların kendilerine de başkalarına da herhangi bir fayda veya zararlarının dokunamayacağı bu nedenle de tazim, dua ve sığınmaya layık olanın sadece Allah olduğu gerçeğidir. (Maide, 5/76; Feth, 48/11; Yunus, 10/18, 107; İsra, 17/56; Enbiya, 21/66; Hacc, 22/12; Yasin, 36/75; Fetih, 48/11.) Bazı ayetlerde kimsenin Allah’a zarar veremeyeceği vurgulanırken (Al-i İmran, 3/144, 176-177; Tevbe, 9/39; Hud, 11/57.) bazılarında da Allah dilemedikçe kişinin kendisine dahi fayda ya da zarar vermeye gücünün yetmeyeceği bildirilir. (Enam, 6/17; Araf, 7/188; Yunus, 10/49.)

Bu isimler tecelli ederse


İnsan davranışlarının motivasyonunu inceleyenler tüm girişimlerimizdeki en temel amacımızın zarardan korunmak ve fayda elde etmek olduğunu söylüyorlar. Bu noktada karşımıza çıkan, fayda ve zararın ne olduğunu nasıl bilebileceğimiz ve ahlaki açıdan bu konuda aklın söylediklerini nefsin kışkırtmalarından nasıl ayırabileceğimiz problemini bir tarafa bırakarak hayır ya da şer bir durumla karşılaşan, yani Rabbimizin Dârr ve Nâfi’ isimlerinden birinin tecellisi ile muhatap olan Müslümanın nasıl bir tavır alması gerektiğine bakalım. Allah’tan gelen menfaat de zarar da bizim yaptıklarımızın neticesi olan bir kazanım veya bir imtihandır. Her iki durumda da kula düşen Allah’tan af ve yardım istemek, hatalarını gözden geçirip kendini düzeltmeye çalışmak ve yaşanan sıkıntıdan kurtulmak için gayrimeşru yollara dalmadan hak üzere sebat demek olan sabra devam etmektir. Sufiler der ki eğer insan gereği gibi sabır gösterebilirse vakti gelip de şerlerin perdesi aralandığında onun dahi mahza hayır olduğu görülür. Bu iki hâle de razı olmak büyük bir kulluk mertebesidir. Allah’tan gelene rıza göstermeyip telaşa düşmek, kalben itirazda bulunmak onlar nazarında büyük bir noksanlıktır.

Rabbimiz insanları hakikatin ne olduğu konusunda imtihan eder. Ahirete hakkıyla iman eden bilir ki mümine asıl fayda sağlayan şey ahirette de faydalı olan şeydir. Bu da bazen şükretmekle bazen de sabretmekle olur. İslam’ın altı iman esasından bir tanesinin “hayrın ve şerrin Allah’tan geldiğine inanmak” olması Müslüman bilincini bu kuşatıcılığa yükselten, hayat olayları karşısında çökmesini engelleyen bir esastır. Varlıkta şımarmamak, yoklukta bozulmamak şeklinde tarif edilen asalet de şükür ve sabır bineklerini doğru yerlerde kullanmakla ulaşılan bir menzildir.

Bu iki ismin ahlakına bir kıvam içinde tecelli ettiği kişiler kime, ne zaman, hangi şartlar dâhilinde fayda sağlanıp sağlanmayacağını iyi bilirler. Yanlış kişiye yardım etmek, doğru kişiyi doğru yere getirmemek basiretsizliğini göstermezler. Bir de bilirler ki bir olayın ilgili olduğu tüm taraflar için anlamı farklı farklıdır. Mesela bize şer görünen bir hasar onu onarıp ekmeğini kazanacak kişi için hayırdır. Onlar sadece kendi başlarına gelenlere değil başkaları için hangi kapıları açtıklarına da odaklanır, hadiste geçtiği üzere şerre kilit hayra anahtar olmaya gayret ederler.

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram 


28 Ocak 2022 Cuma

90- El-Mâni ism-i şerifi:


Sözlükte “mahrum etmek, vermemek, engel olmak” manasındaki men’ kökünden türemiştir. Yüce Rabbimizin isimlerinden biri olarak “kötü şeylere engel olan, hikmeti gereği dilemediği şeylerin gerçekleşmesine izin vermeyen” demektir. Esma-i hüsna üzerine çalışan âlimler bu ismi “yaratıklardan dilediğine dilediği şeyi vermeyen, istediğine de istediğini veren” şeklinde geniş çerçevede açıklamışlardır. Allah’ın lütufta bulunmayışı cimrilik değil yerli yerince muamele etmektir. Ebu Süleyman Hattâbî ise bu isme “kendilerine zarar verecek şeylere mani olmak suretiyle dostlarına yardımda bulunan” anlamını verir. Bu, doktorun hastasını kendisine dokunacak yemeklerden menetmesi gibidir. Rabbimiz dilediği zaman dostlarını, kişinin kendi nefsi de dâhil olmak üzere tüm düşmanlarından koruyup onlara gelebilecek kötülüklere engel olur. Bilindiği gibi her türlü hayra ulaşmanın iki önemli sebebi vardır. Birisi “menfaati celp” diğeri ise “mazarratı def” etmektir. Zararlardan korunmak her zaman fayda elde etmekten önce gelir. İşte Rabbimiz bu ismi ile bizleri bildiğimiz ve bilemeyeceğimiz tüm zararlardan korur. Allah Teâlâ, muhtemel zararlara mani olmamış olsa idi hiçbirimizin bugüne kadar yaşayamayacağı çok açıktır. Bu manada Gazali de Yüce Rabbimizin bu isminin, insanların dinlerinde ve bedenlerinde ortaya çıkabilecek eksiklik ve helakten korunma sebeplerini yaratarak kullarını maddi manevi her türlü tehlikeden koruduğunu söyler.

Âlimler, genellikle Mâni’ ismini karşıtı olan (ve meşhur esma-i hüsna listesinde bulunmayan) Mutî ismi ile (lutfedip veren) birlikte yorumlamışlar ve belli bir dengeyi sağlamaya yönelik dâr-nâfi‘, kâbız-bâsıt vb. isimlerde olduğu gibi birlikte ele alınmasının gereği üzerinde durmuşlardır.

Kur’an ve sünnette Mâni’ ismi

Mâni’ ismi bu kalıpta Kur’an-ı Kerim’de geçmez. Bu kökten türeyen çeşitli fiil kalıpları on altı ayette geçse de hiçbiri Rabbimizin Mâni’ ismi ile alakadar değildir. Bununla birlikte Kur’an’da Rabbimizin Mâni’ ismi ile anlam yakınlığı içinde bulunan ve O’nun dilediği zaman bir işin vukuuna engel olacağını ve O’nun rızası olmadan hiç kimsenin bu engeli kaldıramayacağını ifade eden pek çok ayet vardır. (Yunus, 10/107; İsra, 17/59; Fatır, 35/2.)

Mâni’ ismi hem İbn Mace hem de Tirmizi’nin esma-i hüsna rivayetinde yer almış (İbn Mace, Dua, 10; Tirmizi, Da‘âvât, 82.), ayrıca men’ çeşitli hadislerde isim ve fiil sîgalarıyla Allah’a nispet edilmiştir.

Mâni’ tecelli ederse

Gazali’ye göre Rabbimizin Mu’tî ismi O’nun esmasının her birinin kullarında tecelli etmesi demektir. Ona göre bize ulaşan her ne nimet varsa bu tecelli neticesindedir. Buradan yola çıkarak Mâni’ ismini de Rabbimizin, hikmeti gereği bu tecellilere engel olması olarak düşünebiliriz. Böyle bir durumla karşılaşan kula düşen, isyan etmek yerine, öncelikle duaya ve tövbeye sığınmak sonra da buradaki hikmete odaklanarak isteklerini ve planlarını yeniden gözden geçirmektir. Efendimizin (s.a.s.) buyurduğu üzere mümin her durumdan hayır kazanmasını bilerek çıkan kişidir. Bir isteğimizi elde edemediğimiz zaman bilmeliyiz ki sebebi bizce malum olmasa da olan, bizim için en hayırlısıdır. Çünkü insan çoğu zaman ısrarla istediği bir şeyin kendi lehine olup olmayacağını veya zamanının uygun olup olmadığını bilemez. Her ikram lütuf olmadığı gibi her men de kahır değildir. “Olanda hayır vardır.” sözü Rabbimizin bu ve benzeri isimlerinin kültürümüze sindirilmiş özlü bir ifadesidir.

Bu ismin tecellisi insanın kendisine zarar verecek olan şeylerden Allah tarafından korunmasıdır. Buna mukabil o da etrafında bulunan insanları, kendilerine cazip gelen zararlı şeylerden elinden geldiği kadar korumaya gayret sarf etmelidir. Bu açıdan bakınca iyiliği yaymak, kötülüğü engellemek diyebileceğimiz emri bil maruf nehyi anil münker çabaları bu ismin tecelli ettiği insanlarda daha bariz olarak ortaya çıkar. İdaremiz altında bulunan bütün insanları her türlü zarar ve yanlıştan koruma çabasında tek dikkat etmemiz gereken şey Rabbimizin bütün isimleri nasıl birbiri ile ilişki hâlinde ise bizim de kötülüğe engel olma işinde şefkat, merhamet, adalet, kerem, lütuf gibi diğer isimleri dışarıda bırakmayacak bir kemal içinde hareket etmemizdir.

Kuşeyrî’ye göre Mâni’ isminin nihai manası Cenab-ı Hakk’ın dostlarından belayı defetmesi veya dilediği kimselere nimet vermemesidir. Allah’ın, dostlarından belayı defetmesi güzel bir lütuf, dünya malı vermemesi ise ileri derecede bir iyilik sayılır. Allah dünyayı sevdiğine de sevmediğine de verir fakat dostu olmayan bir kulun kalbini aykırı davranışlardan korumaz. Korumayınca da o verilen dünya nimetleri onun için azap sebebi olur. Sufilere göre Rabbimiz dünyaya küsmeyene dünyayı küstürür ki sevdiği kulunun bütün himmet ve ilgisi kendisine olsun. Bu durumda kişinin gerçek veren ve mani olanın Allah olduğunu bilmesi, kalbini insanlarla meşgul etmemesi, onlara güvenip dayanmaması, kanaatkâr ve hoşnut bir kalple Rabbine yönelmesi gerekir. Rıza mertebesi dediğimiz bu mertebedeki insanlar işler ters gittiğinde gerçek mani olanın Allah olduğuna inanır ve bu durumu düzeltmek için çabalarken Allah’ın izin vermediği yollara sapmaz.

Aşırı korumacılık ve her isteği yerine getirip hayatta hiçbir engelle savaşmasına izin vermeden çocuk yetiştirmek ne kadar yanlışsa engellemelerin kişinin katlanabileceğinden daha ağır olup onu ezmesinin de travmatik biçimde tehlikeli olacağına dikkat çekmemiz gerekir. Esmanın tamamının tecellisi ile ortaya çıkan kemal ahlakı her türlü aşırılıktan korunmanın biricik yoludur.

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram  

27 Ocak 2022 Perşembe

88- El-Ganiyy, 89- El-Mugnî ism-i şerifleri:


Ganî kelimesi “gınâ” kökünden sıfat olup “zengin, kendi varlığıyla yetinip başkasına muhtaç olmayan, müstağni” anlamına gelir. Zıddı “fakr”dır. Gına ve istiğna malın çokluğu ile değil, yeterliliği ile gerçekleşen, tam ve eksiksiz olma durumudur. Mugnî ise Ganî olan Allah’ın dilediği kişiyi bu güçten istifade ettirerek her türlü ihtiyaçtan kurtarması demektir.

Allah, varlığı açısından başkasına muhtaç olmadığı gibi ilahlığını ve kâinatı yaratıp idare edişini dile getiren sıfatlara sahip olması ve bunları fonksiyonel kılması bakımından da bütün yaratıklardan müstağnidir. Ganiyy-i mutlak sadece O’dur. O’ndan başkasına izafe edilen bütün zenginlikler nispi ve mecazi bir nitelik taşır. Nitekim “Zenginlik fazla servete sahip olmak değildir; asıl zenginlik gönlün ihtiyaç duygusundan uzak kalabilmesidir.” (Buhari, Rikak, 15; Müslim, Zekât, 120.) mealindeki hadis de buna işaret etmektedir.

Kur’an’da Ganî ve Mugnî

Gınâ kökü Kur’an-ı Kerim’de fiil ve isim kalıplarıyla çok sayıda ayette geçer. On sekiz ayette Ganî ismi Allah için kullanılmıştır. Mugnî ise bu kalıpla Kur’an’da geçmemekle beraber Rabbimizin dilediği kuluna zenginlik ihsan ettiğini gösteren, dolayısıyla da Allah Teâlâ’nın “el-Mugnî” olduğuna delalet eden ayet-i kerimeler bulunmaktadır. (Tevbe, 9/27,74; Nur, 24/32-33; Duha, 93/8.)

Kur’an’da Ganî ismi öncelikle Rabbimizin tartışmasız mutlak zenginliğini, buna mukabil insanların her daim O’na muhtaç birer fakir olduklarını ifade eder. (Yunus, 10/68; Lokman, 31/26; Fatır, 35/15; Muhammed, 47/38.) Allah’ın bizden yapmamızı istediği mali ibadetler O’nun buna ihtiyacı olduğu için değil tam tersine bizim sağlıklı bir toplum olarak yaşayabilmemiz içindir. (Bakara, 2/263,267.) Bu ismin zikredildiği bazı ayetlerde de kullarının küfür ve isyanlarından Allah’ın asla zarar görmeyeceği gibi ibadet ve taatlarının da Allah’ın yücelik ve yetkinliğine asla yeni bir şey katmayacağı hatırlatılmıştır. (Âl-i İmran, 3/97; Nisa, 4/131; Enam, 6/133; İbrahim, 14/8; Neml, 27/40; Ankebut, 29/6; Lokman, 31/12; Zümer, 39/7; Mümtehine, 60/6; Tegabün, 64/6.) Bu nedenle cimrilik eden sadece kendine zarar vermiş olur. (Hadid, 57/24.) Son olarak Kur’an’ın bizlere, neye sahip olursa olsun kendini her şeye yeterli gören müstağnilerin mutlaka azacağını ve onların iflah olmaz bir durumda olduklarını haber verdiğini de hatırlatalım. (Alak, 96/6-8; Abese, 80/5-7; Tebbet, 111/1-2.)

Kur’an’da Ganî isminin birlikte geldiği diğer üç ismin “Hamîd”, “Halîm” ve “Kerîm” olması da gına sahibi olanların edinmesi tavsiye edilen vasıfları işaret etmesi bakımından manidardır.

Ganî ve Mugnî tecelli ederse

İnsan zenginliğin son raddesine ulaşmış olsa da muhtaç olma durumu devam ettiği için Rabbinin Ganî ve Mugnî isimlerine muhtaçtır. Zira bu yaratılışın yasasıdır. Kendini kendine yeterli gören, kendi dışında kimseden yararlanma ihtiyacı duymayan fertler, aileler, kuruluşlar, topluluklar er ya da geç geride kalıp çökmeye mahkûmdur. Ganî ismine imanın edebi, neye sahip olursa olsun insanın Allah’a muhtaç olduğunu, asla kendi kendine yetmeyeceğini ve sahip olduğu her şeyin emanet olduğunu bilmesidir. Bu bilinç insanı şımarıp küstahlaşmaktan korur. Rabbimizin güzel isimlerini şerh eden merhum Ali Osman Tatlısu bu iki ismin tecellilerinde ortaya çıkan çeşitli görünümleri şöyle yorumlar: Allah kullarının canları ve malları üzerinde dilediği gibi tasarruf etme yetkisine sahiptir. Bu tasarruflarda bazen bize acı gelen şeyler varsa da Rabbinin hikmet ve kudret sahibi bir Rabb-i Raûf olduğunu bilenler bu icraatlara gönül hoşluğu ile rıza gösterirler. Alırken bir edeple aldıkları gibi verirken de edebe riayet ederek verirler. Rabbimizin bu icraatları her kulun ayarını gösteren bir mihenktir. Kiminde teslimiyet ve sadakat, kiminde de itiraz ve şikâyet görülür. Herkes bu vesile ile boyunun ölçüsünü ve mahiyetinin aslını gösterip geçer gider. Maksat zenginlik fakirlik değil, maksat imtihanı geçmektir. Bu da Allah Teâlâ’nın münasip gördüğünü canla başla kabul etmekle olur. Maddi varlık Allah katındaki makbuliyete işaret etmediği gibi fakirlik de O’nun katında mahrumiyeti göstermez. Kur’an’dan öğrendiğimiz üzere nice güçlü ve zenginler perişan olmuş, nice kimsenin umursamadığı insan cennetin yüce mertebelerini kazanmıştır. (Sad, 38/62-63.)

Allah’ın gücü bütün insanları zengin, güçlü ve müreffeh kılmaya elbette yeter. Fakat Allah öyle dilememiş; aksine insanın ihtiyaçlarını karşılamak için mücadele etmesini, her daim bir şeylerin eksikliğini hissederek kul oluşunun idrakinden gafil olmamasını dilemiştir. Ayrıca ihtiyaç kavramı üzerinde düşünüp ihtiyaçların sonsuzluğu ve kaynakların kıtlığı yaklaşımı yerine ihtiyaçların gerçek ve üretilmiş ihtiyaçlar diye temelde ikiye ayrıldığını ve Allah’ın yeryüzünde yarattığı imkânların aslında tüm kullarına yetecek kadar zengin ve çeşitli olduğunu gördüğümüzde bu iki isim bizde tecelli etmiş demektir. İnsan kendi saygınlığını da ancak bu durumda koruyabilir. Bu mertebede olan kişi gerçek ihtiyaçlarının farkında ama onları elde etmek için gözlerini başkalarının elinde olana dikmeyen, gözü tok, gönlü zengin, verileni reddetmeyen ama kimseden de bir şey beklemeyen insandır.

Esmayıhüsna şarihleri, Muğnî isminin tecellisi olarak Allah’ın insanların maddi ve manevi ihtiyaçlarını karşıladığına vurgu yaparlar. Maddi açıdan tatmin, yoksulluğunu giderecek kadar servet sahibi yaparak onu başkasına yardım edebilir hâle getirmek suretiyle olabileceği gibi kanaat duygusu lütfetmesi sayesinde gönül zenginliğiyle de gerçekleşebilir. Manevi tatmin ise kişiyi güzel davranışlara sevk edip onu Hakk’ın rızasına yöneltmekle olur. Kuşeyrî de asıl zenginliğin bundan ibaret olduğunu söyler. Zira insanların hâl sahibinin himmetine olan ihtiyacı mal sahibinin lokmasına olan ihtiyacından fazladır.

Sufilere göre sıradan insanın zenginliği ihtiyaçlarını karşılayacak mala sahip olup onunla kanaat etmesi, insan-ı kâmilin zenginliği ise Hakk’ın rızasına erdiği ve mahlûkattan beklentisini kestiği zamandır. Zira Hak ile zengin olan zenginler zenginidir.

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram  

26 Ocak 2022 Çarşamba

87- El-Câmi ism-i şerifi:


Cem’ kökünden türeyen Câmi’ sözlükte “toplayan, bir araya getiren, buluşturup birleştiren” anlamlarına gelir. Birbirinden farklı unsurları bir araya getirerek varlıkları yaratan Yüce Rabbimiz günü gelince dağılıp gidecek olan insan bedenini ahirette bir araya getirmek suretiyle yeniden canlandırarak hesaba çekecek, aralarındaki davaları çözmek için bir araya getirecek ve sonunda da iyileri cennette, kötüleri cehennemde cemedecektir. Buna ilaveten âlimlerimiz bu ismin Allah Teâlâ’nın bütün erdem ve övgüleri en mükemmel düzeyde kendi zatında bir araya topladığını ifade ettiğini de söylemişlerdir. (Fatır, 35/10.)

Bu isim dağınıklık, parçalanmışlık ve düzensizliğin zıddıdır. Bir amaç etrafında buluşturan, ilişkilendiren, kavuşturan, bütünlüğü koruyan, kaosa müsaade etmeyen demektir. Allah Teâlâ birbirine benzeyen şeyleri bir araya getirip topladığı gibi birbirinden ayrı unsurları da bir araya getirmekte, onların iç içe birlikte yaşayacakları düzeni kurmaktadır. Bu ilahi terkibin nasıl gerçekleştiğini anlayabilmek için kâinattaki bütün birleşimleri ve etkileşimleri bilmek gerekir. Bütün bunları yapanın varlıkları en ince noktalarına kadar bildiğinde, yaptığı her işi bilinçli bir hikmetle yaptığında ve tasarladığını hayata geçirecek kudrete malik olduğunda zerre kadar kuşku yoktur. Şüphe yok ki tabiat bilimleri alanında kaydedilen ilerlemeler evrenin tanınmasına, dolayısıyla Câmi’ isminin sırlarının peyderpey açılmasına yardımcı olacaktır.

Müminlerin bir araya toplandığı gün olan cuma gününün de aynı kökten gelmesi ve “toplanma günü” anlamında olması bu açıdan manidardır. Cemaat kelimesinde de cuma kelimesinde de dikkatimizi çeken belli bir amaç uğruna bir araya gelmektir. Bu açıdan baktığımızda gönülleri ve yolları birleştiren niyetlerin birliğidir.

Kur’an’da Câmi’

Kur’an-ı Kerim’de yirmiyi aşkın ayette yer alan cem’ kavramı daha çok Rabbimizin kıyamet günündeki cem’ fiilini ifade etmektedir. (Âl-i İmran, 3/9; Enam, 6/22; Yunus, 10/28; Kehf, 18/99; Yasin, 36/53.) Bu sebeple Kur’an-ı Kerim’de ahiretten “toplanma günü” (yevmü’l-cem’) diye de söz edilmiştir. (Şura, 42/7; Tegabün, 64/9.) Bazı ayet ve hadislerde ise bu ismin O’nun dünya hayatıyla ilgili toplama ve düzenleme fiillerine işaret edilir.

Rabbimiz Kur’an’da yüce kitabını Allah’tan kullarına uzatılan bir ipe benzetmiş ve bu ipe topluca yapışmamızı emretmiş (Âl-i İmran, 3/103.), bizlere içinde bulunduğumuz topluluğun nelerle meşgul olduğuna dikkat etmemizi ve haddini aşarak Allah’a karşı kasti hata yapanlarla beraber bulunmamamızı emretmiştir. Zira O’nun bildirdiğine göre bu işleri yapanlar ahirette bir araya getirilecektir ve o günde, o işleri yapanlarla bir arada olmak istemeyenler bugünden ayrılmalıdır. (Nisa, 4/140.) Herkesin bir istikameti vardır. Mümin olan kendine hedef olarak hayırları seçer. Çünkü hangi işle meşgul isek o işle meşgul olanlarla bir arada diriltileceğiz. (Bakara, 2/148.) Yine müminler, bir iş için bir araya geldiklerinde gerçek bir mazeretleri olmadan orayı terk edip birliği bozmazlar. (Nur, 24/62.) İnsan bu dünyada günah yolunda kimlerin peşinden gittiyse ahirette onlarla bir araya gelecek ve karşılıklı lanetleşecektir. (Araf, 7/38; İbrahim, 14/21.)

Câmi’ tecelli ederse

Rabbimizin bu ismi inançlarımızda, düşüncelerimizde, iç dünyamızda ve günlük hayatımızda, oradan da tüm toplumla ilişkilerimize kadar çok kapsamlı bir alanda tecelli eder. Öncelikle Allah’ın isimlerinin tamamına iman etmek bu ismin tecelli etmesi için şart olduğu gibi Allah ile peygamberlerinin arasını ayırmamak, Yaratan’a nasıl iman ediyorsa O’nun gönderdiği elçilere ve onların getirdiği mesajlara da aynı şekilde inanç ve bağlılık göstermek Câmi’ isminin inanç boyutundaki tecellisidir. Bu ismin tecelli ettiği kişinin düşünce ve duygularında dağınıklık ve tutarsızlık olmaz. İç dünyası böyle olduğu gibi davranışlarında ve işlerinde de tutarsızlık ve dağınıklık görünmez. Bütün işlerini hedefine yönelik bir biçimde birbirini destekleyecek şekilde organize etmeye dikkat eder.

Gazali’ye göre bu ismin tecelli ettiği kişiler basiret ve sabrı kişiliklerinde cem etmiş, hem görüşleri isabetli hem de o görüş doğrultusunda kararlılıkla yürüyen kişilerdir. Çok yönlüdürler. Şahsiyetlerindeki bu zenginlik insanların onda kendilerinden bir şeyler görme ihtimalini artırarak mihver kişilik olmalarını sağlar.

Nerede bir düzen ve sistem varsa orada bu ismin tecellisi vardır. Hatta insanlar arası ilişkilerde görülen sevgi, bağlılık ve beraberlikler dahi bu ismin tecellisi iledir. (Enfal, 8/63.) İnsan türünün fertleri arasında eş, ebeveyn, evlat, kardeş, meslektaş, arkadaş gibi bağlılıklar ihsan etmek suretiyle aralarında mevcut olan kalbî bağlılık, Câmi’ isminin tecellileriyle gerçekleşen ilahi lütuftan başka bir şey değildir. Allah Teâlâ farklı farklı kimliklerde yaratmış olmasına rağmen iç dünyalarına bir arada yaşama becerisi ve isteği koyduğu insanları, tanışmaya, kaynaşmaya, birbirlerini sevmeye ve ortak hareket etmeye teşvik etmektedir. Bu ismin tecelli ettiği kişiler insanları toplayıcı, ilişkileri koruyucu ve bağları onarıcı özelliklere sahiptirler. İnsanları bir hedef etrafında toplayabilme ve aralarında çıkan sorunları büyümeden çözme kabiliyetleri yüksektir.

Bu ismin bizi davet ettiği bütünleşme ve cemaat olma çağrısına karşın insan nefsi ayrışma, bölünme ve biricik olma temayülündedir. Aslında birey olmadan cemaat olunmaz ise de bireysellikte takılıp kalmak da nefsin azgınlığının neticesidir. Her daim kendi çıkarını öncelemek, bu uğurda aile/millet vesaire topluluğun bölünüp parçalanmasına aldırmamak bu azgın nefsin son mertebesidir.

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram 

 

25 Ocak 2022 Salı

86- El-Muksit ism-i şerifi:


Sözlükte “hisse, ölçü, insaflı olma, adalet, adaletli pay” gibi anlamlar ifade eden kıst kökünden türemiş bir sıfat olan el-Muksıt “adaletli, herkese payını adil bir şekilde veren” demektir. Türkçede aynı kökten gelen “kıstas” kelimesi ölçü ve kriter anlamında kullanılır. el-Muksıt ismi, Rabbimizin hiçbir işinin rastgele olmadığını; olup biten her şeyin bir ölçüt ve hakkaniyet çerçevesinde sürdürüldüğünü ifade eder.

Baştan beri okuduğumuz bütün ilahi isimlerden biliyoruz ki Yüce Rabbimizin isimlerinin her biri diğerini destekleyen bir bütündür. O, her işini ölçülü bir denge içinde ve liyakate göre yapar. Zerre kadar haksızlık etmez, zerre kadar da olsa hiçbir iyiliği karşılıksız bırakmaz. İnce ayarın, hassas ölçünün adı olan el-Muksıt ismi, O’nun mazluma acıyıp onu zalimin elinden kurtarırken ölçüyü aşarak zalime de haksızlık etmediğini, bu düğümü iki tarafın hayrına olacak şekilde çözdüğünü ifade eder. Bu durum adalet ve ihsanın en üst derecesidir. Bunu ancak ölçü ve insafa uyma konusunda ayarı hiç şaşmayan, etki altında kalmayan, her şeye muktedir, yüceler yücesi Rabbimiz yapabilir.

Kur’an’da El-Muksıt

El-Muksıt ismi -bu kalıpla- Kur’an’da Allah’a nisbet edilmemekle birlikte “kıst” kavramı Rabbimizi anlatan onbeş kadar ayette çeşitli kalıplarda kullanılmıştır. Kıst, bu ayetlerin tamamında “adalet” manasına gelmekte veya ona yakın anlamlar ifade etmektedir. Bu ayetlerin bir kısmında ahirette Allah’ın insanlara adaletle (bi’l-kıst) muamele edeceği bildirilir. (Yunus, 10/4, 47; Enbiya, 21/47.) Kâinatı yaratan ve yöneten mutlak kudret ve hikmet sahibi varlığın birliğine bizzat Allah’ın, meleklerin ve ilim erbabının şehadet ettiğini ifade eden ayette yer alan “adaleti ayakta tutan” (kâimen bi’l-kıst) nitelemesinin (Âl-i İmran, 3/18.) Allah’a raci olduğu müfessirlerin büyük çoğunluğu tarafından kabul edilmektedir. Maide suresinde (Maide, 5/8.) İslam’ın temel ahlak ve hukuk ilkelerinden biri şöylece beyan edilmektedir: “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin sizi adaletsiz davranmaya itmesin. Adaletli olun; bu takvaya daha uygundur. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” Benzer bir ilkeyi ortaya koyan Nisa suresinin 135. ayetinde yine müminlere hitap edilerek kendilerinin veya ana babalarıyla akrabalarının aleyhine bile olsa adaletten asla sapmamaları, Allah için şahitlik etmeleri, bu konuda zengin fakir ayrımı yapmamaları, duygularına uyup adaletten ayrılmamaları emredilmektedir. Bu ayette kıst kelimesiyle adl kökünden bir fiilin aynı bağlamda kullanılması iki kelime arasındaki anlam birliğini göstermektedir.

Kıst kelimesi bir ayette, iman edip faydalı işler yapanların adaletle mükâfatlandırılacağının bildirilmesi bağlamında zat-ı ilahiyyeye nispet edilmiş (Yunus, 10/4.), iki ayette de ahirette insanlar arasında hakkaniyetle hükmedileceği beyan edilirken kıst kavramı dolaylı olarak Allah’a izafe edilmiştir. (Yunus, 10/47, 54.)

Aynı muhteva diğer bir ayette, “Biz kıyamet gününde doğru ve hassas teraziler kurarız, artık kimse en küçük bir haksızlığa uğratılmaz.” şeklinde ifade edilmiştir. (Enbiya, 21/47.) Bazı ayetlerde kıst kelimesi mizanla birlikte “tartıyı adaletle yapmak” anlamında geçmektedir. (Enam, 6/152; Hud, 11/85; Rahman, 55/9.) Bunlardan başka borçlanmalarda küçük büyük her şeyin kayıt altına alınmasının gerektiğini (Bakara, 2/282.) ve Allah’ın adaleti emrettiğini bildiren ayetlerde de (Araf, 7/29.) O’na yönelik bir muhteva taşımaktadır.


Ebu Mansur el-Maturidi, ahiret hayatının mevcudiyetinin hikmetlerinden birinin Allah’ın iman ve salih amel sahiplerine adl ile karşılık vermesinden ibaret olduğunu beyan eden ayetin tefsirinde (Yunus, 10/4.) kıst kavramını şöyle açıklar: Allah dünyada ayrım yapmadan dostunu da düşmanını da rızıklandırmış, buna karşılık hiç kimsenin fizik yapısında dost veya düşman olduğunu gösteren bir alamet yaratmamıştır. Ahirette ise dost ile düşman ayrı muamelelere tabi tutulacak, el-Muksıt isminin tecellisi olarak dostlar hak ettiklerinin fazlasıyla mükâfatlandırılırken düşmanlar sadece yaptıklarının karşılığında cezaya çarptırılacaktır; ayrıca Allah’ın dostları ve düşmanları bu durumlarını gösteren alametler taşıyacaklardır.

El-Muksıt tecelli ettiğinde

Ebu Abdullah el-Halîmî, el-Muksıt ismine “kullarına kendi zatından adalet duygusu lütfeden” veya “kullarından her birine kendi fazlından pay ayıran” anlamını vermiştir. Esmayıhüsnayı mistik yaklaşımlarla da yorumlayan Gazzali muksıta “mazlumun hakkını zalimden alan” manasını vermiş, bunun en mükemmel şeklinin ise mazlumun yanında zalimin rızasını elde etmek suretiyle gerçekleştiğini söylemiş ancak böyle bir şeye sadece Allah’ın muktedir olduğunu belirtmiştir. Gazzâlî kulun muksıt isminden edinebileceği nasibi de şöyle açıklamıştır: “Önce mazlumun kendisinde bulunan hakkını vermek, ardından başkasında olan hakkını alıp ona teslim etmek ve nefsi için başkasından intikam almamak.”

Rabbimizin her yaptığının bir ölçü ve nizam dahilinde olduğunu bilmek bize müthiş bir güven duygusu verir. Buradan da teslimiyet ve rıza doğar ki içsel barışın olmazsa olmaz şartıdır.

İnsanları idare etme mevkiinde olanların bu isimden çıkaracağı ilke bir nizam içinde herkesten istifade edebilmeyi başarmaktır. Yanlış yapanı küstürmeden hatasını düzeltmesini sağlamak, böylece hiç kimseyi kaybetmemek; birini bir mevkiye getireceği zaman da bunu bir ölçütle ve hakkaniyetle yapmaktır. Bu da ancak el-Muksıt isminin tecelli ettiği yüksek vicdan ve hassas ölçüt sahiplerinin başarabileceği bir seviyedir.

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram   

24 Ocak 2022 Pazartesi

85- Zül-Celâli vel ikrâm ism-i şerifi:


Celal, sözlükte “azamet sahibi ve yüce olmak” anlamındadır. İkram ise “cömert, merhametli, asil ve şerefli olmak” manasına gelir. Yüce Rabbimiz bu iki is­min başına “sahip” anlamında­ki “zû” ekini getirerek bir terkip yapmış ve bu terkiple kendisini “azamet ve kerem sahibi” ola­rak nitelemiştir.

Ragıb el-İsfahani “celal” keli­mesinin yüceliğin doruk nok­tasını teşkil ettiğini, bu sebeple Allah’tan başkası için kullanıl­madığını söyler. Bu sıfat, bü­yüklük alameti olan ne kadar kemalat varsa hepsinin Allah’a mahsus olduğunu gösterir. O’na ait olmayan bir kemal düşünü­lemeyeceği gibi hiçbir nimet ve şeref de O’ndan gayrisinden gelemez. Mahlûkattaki gözlem­lediğimiz ne kadar mükemmel­lik varsa hepsi O’nun kemâlinin zayıf bir gölgesi ve işaretidir.

Allah Teâlâ aynı zamanda bü­yük bir fazl-ı kerem sahibidir de. Rabbimizin nimetlerinin ulaş­madığı hiçbir varlık düşünüle­mez. Yalnız dilciler, in’am (nimet verme) ile ikram arasında fark olduğunu söylerler. Onlara göre Yüce Allah’ın in’amı tüm var­lıklara ulaşan her anlamdaki nimetleri ifade ettiği hâlde ik­ramın sadece değer verilen, saygı ve sevgi duyulan kişiler için söz konusu olduğunu söy­lemişlerdir. Çünkü ikramda kerim kılma ve onurlandırma anlamı vardır.

Sonuçta “zül celâli ve’l ikrâm” ismi Rabbimizin celal ve cemal yönlerini aynı anda ifade et­mesiyle, bizlere O’ndan sırf şer olan bir şeyin sadır olmayacağı­nı öğrettiği gibi her daim korku ile ümit arasında bir denge üze­rinde yaşamaya da işaret eder.

Kur’an’da zü’l-celâli ve’l-ikrâm

Bu isim Kur’an’da sadece Rah­man suresinde iki yerde (27 ve 78. ayetler) geçer. Rahman suresi baştan sona Rabbimizin nimetlerinin sayıldığı ve yara­tılıştaki muhteşem gücün an­latıldığı bir suredir. Baştan 25. ayetin sonuna kadar kâinatın ve insanın yaratılışı çok etki­leyici bir üslupla anlatıldıktan sonra 26. ayette bütün bu ya­ratılmışların fani olup bir gün yok olacakları söylenir. Akabin­de gelen 27. ayette ise her şey yok olduktan sonra baki olacak olanın sadece ve sadece “zül celâli ve’l ikrâm” olan yüceler yücesi Rabbimizin zatı olacağı hatırlatılır. Bu ayetlerin akışın­da ve sözün buraya gelişinde Yüce Allah’ın hem azameti hem lütufları iliklerimize kadar his­sedilir. Ardından Yüce Allah’ın zatı hakkında birkaç noktaya temas edilip kıyamet safahatı­na geçilir. Diriliş ve hesap gü­nünün zorlukları, günahkârla­rın yaşayacağı sıkıntılar, takva sahiplerinin ulaşacağı nimetler anlatıldıktan sonra sure bütün bunları gerçekleştirecek ola­nın hatırlatılmasıyla son bulur: “Büyüklük ve ikram sahibi Rab­binin adı yücelerden yücedir.” Bu ismin sadece yaratılış, kıya­met ve dirilişten bahseden bu surede geçmiş olması celalin ifade ettiği azametin bütün bu sayılanlara güç yetirmeyi ve ik­ramın ifade ettiği nimetlerin de bunları lütfedeni işaret etmesi sebebiyle olsa gerektir.

Celal ve kerem sahibi Rabbin kullarına düşen

İbn Arabi’ye göre bütün varlık­lar ilahi isimlerin çeşitli terkip ve düzeydeki tecellileri ile varlık meydanındaki yerlerini almış­lardır. Ona göre varlıkların ilahi ilimdeki taslakları diyebilece­ğimiz a’yanı sabitelerine feyzi mukaddes denilen bir tecelli ile akseden ilahi isimler onlara hayat vermiş, böylece her bir mahlûk tasarım aşamasından yaratım aşamasına geçmiştir. Bu süreçte bahsi geçen “tecel­li” nitelemesi celal ile aynı kök­ten gelir ve bizlere yaratmanın büyük bir azamet gerektiren bir iş olduğunu gösterir. Bu ismin ikram ile bir terkibe sokularak Kur’an’da sadece varlığın tüm aşamalarını konu edinen bir surede geçmesi ise yokluktan varlığa geçişle varlık sürecinde yaşananların bir sonuca bağ­lanmasının ikramı esas alan bir kudretle mümkün oluşuna işaret eder. Bu açıdan baktığı­mızda Kur’an’da kimlerin ikra­ma mazhar (mükerrem) olduğu söyleniyorsa onlar bu ilahi te­celliye mazhar oldukları tescillenmiş kimselerdir.

Bir taraftan Rabbimizin son­suz azametini, diğer taraftan da sınırsız ikram ve cömertliği­ni ifade eden bu terkip O’ndan başkasını gereğinden çok bü­yütmemek, yalnızca O’na kulluk etmek ve ne bekliyorsa O’ndan beklemek hususlarında açık uyarılar taşır. Bu tevhit makamı­dır ve bunu başarmak büyük bir mertebedir. İnsanlardan hiçbir şey beklemeyen, her ihtiyacı için Allah’tan başka bir merci bilmeyen bir kalbin ne kimse­den bir pervası olur, ne de bir umduğu... Sufilerin deyişiyle bu adamın ayağına altın dökmek­le başına kılıç tutmak birdir. Bu düzeye erişmiş kişiler ger­çek manada hür ve asildirler. İnsanlarla ilişkilerinde çeşitli hesaplar güdenlerin bu asalet ve şerefe ulaşmaları mümkün değildir.

Son olarak bu iki vasfın bir ter­kip içinde gelmesi bizlere, aza­met ve heybet sahibi, saygınlık uyandıran birinden gelmeyen ikramların nasıl değerini kay­bedeceğini ve o kişinin sıradan bir vazifesi gibi algılanacağını; ikram ve lütuf içermeyen, mu­hatabını ezen bir azamet ve heybetin ise saygınlık uyandır­mayacağını hatırlatalım. Hey­betli bir makamdan gelen ik­ramlar bize onur kazandırırken, heybet ve saygınlık içermeyen bir mevkiden gelen ikramlar muhatabının gözünde lütuf ve iyilik olmaktan çıkıp vazifeye dönüşür.

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram    

23 Ocak 2022 Pazar

84- Mâlik-ül Mülk:


Sözlükte “güç yetirmek, hâkimiyet kurmak, sahip olmak, tasarrufta bulunmak” manasındaki mülk (melk, milk) mastarı Kur’an’da isim olarak “duyular âlemindeki bütün cisimleri kuşatan varlık alanı ve bunlar üzerindeki hükümranlık” anlamında kullanılır. Sözlükte “mâlik ve sahip olmak, elinin altında bulundurup tek başına tasarruf etmek” manasındaki mülk (melk, milk) kökünden türemiş bir sıfat olan melik “görünen ve görünmeyen âlemlerin sahibi” demektir. Râgıb el-İsfahani, melik isminde akıl sahibi canlılara emir ve yasaklarıyla hükmetme manası bulunduğuna dikkat çeker ve “insanların meliki” (Nas, 114/2.) denmesine karşılık “nesnelerin meliki” vb. bir ifadenin kullanılamayacağını söyler (Müfredat, “mlk” md.). Esmayıhüsna listesi içindeki mâlik Âl-i İmran suresinde (3/26.) “mâlikü’l-mülk” terkibiyle yer almakta ve daha çok dünya hayatıyla ilgili hükümranlığın zat-ı ilahiyyeye has olduğunu ifade etmektedir. Fatiha suresinde geçen “mâliki yevmi’d-dîn” terkibindeki mâlik ise ebedî hayatın hükümranlığını Allah’a izafe etmektedir.

Esma-i hüsna müellifleriyle kelâm ve tefsir âlimleri melik ve mâlik isimlerinin manalarını “görünen ve görünmeyen âlemlere, dünya ve ahiret hayatındaki her şeye gerçek anlamda ve hiçbir şartla mukayyet olmayarak hâkim ve kâdir olup dilediği gibi tasarrufta bulunma” noktasında yoğunlaştırmışlardır. Matürîdî mutlak manada mâlik kavramının sadece Allah’a nispet edilebileceğini, insanlar için “falan şeyin mâliki” şeklinde kayıt koymanın gerektiğini kaydeder.

Allah Teâlâ mülkün hem sahibi, hem hükümdarıdır. Mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Hiçbir kimsenin O’nun bu tasarrufuna itiraz ve tenkide hakkı yoktur... Dilediğine verir, dilediğinden alır. Mülkünde hiçbir ortağa ve yardımcıya ihtiyacı yoktur. Hac ibadetinin ifası sırasında tekrarlanan, “Hamd sanadır, nimet senin, mülk senindir.” mealindeki cümleyi de içeren “lebbeyk” niyazı bir şeyin sahibi, o şeyin tamamı üzerinde söz söyleme ve tasarrufta bulunma hak ve gücüne sahiptir. Bir mülkün sahibinin mevcudiyeti o mülkün hayatiyetinin temel şartıdır. Aksi takdirde mülk kapanın elinde kalır.

Kur’an’da Mülk

Kur’an; sıfat, mastar ve fiil şekilleriyle hükümranlığı Allah’a tahsis etmeye büyük önem vermiştir. Başından sonuna kadar, O’nun bu vasfını hatırlatmıştır. 67. suresi Mülk suresi diye anılan Kur’an’da mülk kelimesi otuz iki yerde Allah’a nispet edilir. Birçok ayette göklerin ve yerin ve onların arasında bulunan her şeyin yani bütünüyle tabiat mülkünün Allah’a ait olduğu vurgulanır. (Bakara, 2/107; Âl-i İmran, 3/189; Maide, 5/17-18, 40, 120; Hadid, 57/2, 5; Büruc, 85/9.) Ayrıca mülkte Allah’a ortaklığın söz konusu olmadığı (İsra, 17/111; Furkan, 25/2.), Cenab-ı Hakk’ın bütün mülkün sahibi bulunduğu ve onu dilediğine verip dilediğinden aldığı (Âl-i İmran, 3/26.) belirtilir.

Öte yandan Kur’an’da önceki peygamberlere ve bazı şahsiyetlere “hükümranlık ve saltanat” anlamında mülk verildiği açıklanmıştır. Hz. İbrahim’in soyuna (Nisa, 4/54.), Hz. Yusuf’a (Yusuf, 12/101.), Davud’a (Bakara, 2/251; Sad, 38/20.), Süleyman’a (Bakara, 2/102; Sad, 38/35.), Nemrut’a (Bakara, 2/258.), Firavun’a (Zuhruf, 43/51.) ve Calut’la savaşmak üzere İsrailoğulları’ndan Talut’a (Bakara, 2/247.) mülk verildiği belirtilmektedir. Bazı ayetlerde sonsuz mülkü elde edeceklerini söyleyerek şeytanın Âdem ve Havva’yı yasak ağaçtan yemeleri için kandırdığı zikredilir. (Taha, 20/120-121.)

Ayrıca ahiret hayatındaki cennet tasvirleri yapılırken orada hangi taraftan bakılırsa bakılsın çok sayıda nimet ve büyük bir mülkün (ihtişam) görüleceği belirtilir. (İnsan, 76/20.)

Müfessirler ayetlerde geçen “göklerin ve yerin mülkü” sözünün Allah’ın varlıklar üzerindeki hâkimiyetinin kuşatıcılığına ve bunun bütün kâinatı içine aldığına işaret ettiği konusunda müttefiktir. Mülkün yerle ve göklerle bağlantılı kılınması daha çok insan bilgisinin onlarla sınırlı olması sebebiyledir. Aslında Cenab-ı Hakk’ın varlık âlemi üzerindeki hâkimiyet ve tasarrufu sonsuz olup her şeyi kapsamaktadır. (Âl-i İmran, 26-27.) Kur’an-ı Kerim’de Allah’a nispet edilen mülk, melekût, melik, melîk ve mâlik kelimeleri çeşitli hadis rivayetlerinde de görülmektedir.

Malik tecelli ederse

Allah gerek hükümranlık gerekse servet şeklinde mülkünden insanlara da vermiştir ancak onların mülk üzerindeki hâkimiyetleri asli olmayıp dolaylı, sınırlı ve geçicidir. Kur’an bu gerçeğin kıyametin koptuğu gün ortaya çıkacağını haber vermektedir: “Bugün mülk (hükümranlık) kimindir? Tek olan, her şeyi kudret ve hâkimiyeti altında tutan Allah’ındır.” (Mümin, 40/16.) Kulun ülkesi, mülkü ise her şeyden önce bedenidir. O, gerek kalbine gerekse diğer azalarına söz geçirebilirse, kendisine verilen kudret nispetinde, kendi ülkesinin sahibi olur. Kuşeyrî, Allah’ın yegâne mâlik olduğu bilincine ulaşan kimsenin herhangi bir mahlûka boyun eğmeyeceğini söyler; çünkü O’nun kudret ve malikiyetinin mahiyetine vâkıf olmak kişiyi başkasına değil sadece O’na yönelip yaklaşmaya sevk eder. Gazali de melikle ganî ismi arasında bağlantı kurar ve ganîyi “hiçbir şeye muhtaç olmayan”, meliki ise ayrıca “her şey kendisine muhtaç olan” diye manalandırır.

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram