30 Eylül 2020 Çarşamba

Belli Bir Vakte Bağlı Olmaksızın Yapılan Zikrin Fazileti Hakkındaki Deliller-EL-EZKÂR-İ.NEVEVİ


23Ebû Zerr'den (radıyallahü anh) rivâyet edildiğine göre, Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
"Sizden her birinizin âzâlan (organları) üzerinde bir sadaka (vermek) vardır: Her tesbîh bir sadakadır, her hamd bir sadakadır, her tehlîl (lâ ilâhe illallah) bir sadakadır, her tekbîr (Allahu Ekber) bir sadakadır, iyiliği emretmek bir sadakadır, kötülükten alıkoymak bir sadakadır. Bunların hepsine de kuşlukta kılacağın iki rekât namaz kifâyet eder."[36]

[36] Müslim.

http://islamilimleri.com/Ktphn/Kitablar/13/005/Turkce/CiftSayfa.htm

29 Eylül 2020 Salı

Kur'ân-ı Kerim Okumanın Fazileti İle İlgili Hadisler


Kur'ân-ı Kerim okumanın fazileti nedir? Kur'ân-ı Kerim okumanın insan üzerinde ki maddi ve manevi etkileri nelerdir? 


Kur’an şefaat edecektir

Ebû Ümâme radıyallahu anh, ben Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i:

“Kur’an okuyunuz. Çünkü Kur’an, kıyamet gününde kendisini okuyanlara şefaatçı olarak gelecektir” buyururken işittim, demiştir. (Müslim, Müsâfirîn 252.)

Kur’an okumanın sevabı

İbni Mes’ûd radıyallahu anh‘den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Kim Kur’ân-ı Kerîm’den bir harf okursa, onun için bir iyilik sevabı vardır. Her bir iyiliğin karşılığı da on sevaptır. Ben, elif lâm mîm bir harftir demiyorum; bilâkis elif bir harftir, lâm bir harftir, mîm de bir harftir.” (Tirmizî, Fezâilü’l-Kur’ân 16)
Kur’an sureleri birbiryle yarışırlar

Nevvâs İbni Sem’ân radıyallahu anh şöyle dedi: Ben Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i: “Kıyamet gününde Kur’an ve dünyadaki hayatlarını ona göre tanzim eden Kur’an ehli kimseler mahşer yerine getirilirler. Bu sırada Kur’an’ın önünde Bakara ve Âl-i İmrân sûreleri vardır. Her ikisi de kendilerini okuyanları müdafaa için birbiriyle yarışırlar” buyururken işittim. (Müslim, Müsâfirîn 253)

En hayırlınız Kur’an öğrenen ve öğretendir


Osmân İbni Affân radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Sizin en hayırlılarınız, Kur’an’ı öğrenen ve öğretenlerinizdir.” (Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân 21)

Kur’anı kekeleyerek zorla okumanın sevabı


Âişe radıyallahu anhâ’dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Kur’an’ı gereği gibi güzel okuyan kimse, vahiy getiren şerefli ve itaatkâr meleklerle beraberdir. Kur’an’ı kekeleyerek zorlukla okuyan kimseye de iki kat sevap vardır." (Buhârî, Tevhîd 52)

Kur’an okuyan mü’min portakal gibidir

Ebû Mûsa el-Eş’arî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Kur’an okuyan mü’min portakal gibidir: Kokusu hoş, tadı güzeldir. Kur’an okumayan mü’min hurma gibidir: Kokusu yoktur, tadı ise güzeldir. Kur’an okuyan münâfık fesleğen gibidir: Kokusu hoş fakat tadı acıdır. Kur’an okumayan münâfık Ebû Cehil karpuzu gibidir: Kokusu yoktur ve tadı da acıdır.” (Buhârî, Et’ime 30 Fezâilü’l-Kur’ân 17, Tevhîd 36)

Allah Teâlâ Kur’an ile yükseltir
Ömer İbni Hattâb radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Allah şu Kur’an’la bazı kavimleri yükseltir; bazılarını da alçaltır.” (Müslim, Müsâfirîn 269)

Gıpta edilecek iki kişiden biri de Kur’an ile meşgul olandır

İbni Ömer radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Sadece şu iki kimseye gıpta edilir: Biri Allah’ın kendisine Kur’an verdiği ve gece gündüz onunla meşgul olan kimse, diğeri Allah’ın kendisine mal verdiği ve bu malı gece gündüz O’nun yolunda harcayan kimse.” (Buhârî, İlm 15, Zekât 5, Ahkâm 3, Temennî 5, İ’tisâm 13, Tevhîd 45)

Kur’an huzur verir

Berâ İbni Âzib radıyallahu anhümâ şöyle dedi: Bir adam Kehf sûresini okuyordu.Yanında iki uzun iple bağlanmış bir at vardı. O adamın üzerini bir bulut kapladı ve yaklaşmaya başladı. Atı da o buluttan ürkmeye başlamıştı. Sabah olunca, adam Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e geldi ve bu durumu anlattı. Bunun üzerine Peygamberimiz: “O sekînedir; okuduğun için inmiştir” buyurdu. (Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân 11)

Kur’an okunmayan ev harabedir

İbni Abbâs radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Kalbinde Kur’an’dan bir miktar bulunmayan kimse harap ev gibidir.” (Tirmizî, Fazâilü’l-Kur’ân 18)

Oku ve yüksel

Abdullah İbni Amr İbni Âs radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Her zaman Kur’an okuyan kimseye şöyle denecektir: Oku ve yüksel, dünyada tertîl ile okuduğun gibi burada da tertîl ile oku. Şüphesiz senin merteben, okuduğun âyetin son noktasındadır.” (Ebû Dâvûd, Vitr 20) 

Ezberlediğiniz sureleri unutmayın

Ebû Mûsa radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Şu Kur’an’ı hâfızanızda korumaya özen gösteriniz. Muhammed’in canını kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, Kur’an’ın hâfızadan çıkıp kaçması, bağlı devenin ipinden boşanıp kaçmasından daha hızlıdır.” (Buhârî, Fazâilü’l-Kur’ân 23)

Kur’an ilgisiz kalmaz

İbni Ömer radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Kur’an hâfızı, bağlı devenin sâhibine benzer. Deve sahibi devesini sürekli gözetirse elinde tutar. Eğer onunla ilgilenmezse kaçıp gider.” (Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân 23)

Kur’an'ı güzel okumak

Ebû Hüreyre radıyallahu anh, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i: “Allah, güzel sesli bir peygamberin, Kur’an’ı tegannî ile yüksek sesle okumasından hoşnut olduğu kadar hiçbir şeyden hoşnut olmamıştır” buyururken işittim, demiştir. (Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân 19; Tevhîd 32)

Dâvûdi sesli Sahabe

Ebû Mûsa el-Eş’arî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ona şöyle buyurdu: “Şüphesiz Dâvûd’a verilen güzel seslerden bir nağme de sana verilmiştir.”(Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân 31)

Kur’an-ı Kerim'i Peygamberimizden daha güzel okuyan biri yoktur

Berâ İbni Âzib radıyallahu anhümâ şöyle dedi: Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’i yatsı namazında “Ve’t-tîni ve’z-zeytûni” sûresini okurken dinledim. Ondan daha güzel sesli bir kimse işitmedim." (Buhârî, Ezân 102)

Kur’an'ı tegannî ile oku

Ebû Lübâbe Beşîr İbni Abdülmünzir radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Kur’an’ı tegannî ile okumayan kimse bizden değildir.” (Ebû Dâvûd, Vitr 20)

Peygamberimizin "bana Kur'an oku" dediği Sahabe

Abdullah İbni Mes’ûd radıyallahu anh der ki: Nebî sallallahu aleyhi ve sellem: – ”Bana Kur’an oku” buyurdu. –Yâ Resûlallah! Kur’an sana indirilmişken ben sana nasıl Kur’an okurum? dedim. – ”Ben Kur’an’ı başkasından dinlemeyi gerçekten çok severim” buyurdular. Bunun üzerine ben kendilerine Nisâ sûresini okudum. “Her ümmetten gerçek bir şahit, seni de bunlara hakkıyla şahit getirdiğimiz zaman halleri nice olur” [âyet 41] anlamındaki âyete gelince: – ”Şimdilik yeter” buyurdular. Kendisine dönüp baktım, iki gözünden yaşlar boşanıyordu." (Buhârî, Tefsîru sûre(4), 9; Fezâilü’l-Kur’ân 33, 35)

Kurân’ı tercih ediniz

Peygamber Efendimiz, Tebük Seferi’ne çıkarken Neccâroğulları’nın bayrağını Umâre bin Hazm’a vermişti. Daha sonra Zeyd bin Sabit’i görünce, bayrağı Umâre’den alıp ona verdi. Umâre -radıyallâhu anh-: “–Yâ Rasûlallah! Bana kızdınız mı?” diye sorunca Peygamber -aleyhisselâm-: “–Hayır! Vallâhi kızmadım! Fakat, siz de Kur’ân’ı tercih ediniz! Zeyd, Kur’ân’ı senden daha çok ezberlemiştir! Burnu kesik zenci köle bile olsa, Kur’ân’ı daha çok ezberlemiş olan kimse başkalarına tercih edilir!” buyurdu. Evs ve Hazrec kabîlelerine de, bayraklarını Kur’ân’ı daha çok ezberlemiş olan kimselere taşıtmalarını emretti. Bunun üzerine Avfoğulları’nın bayrağını Ebû Zeyd, Benî Selime’nin bayrağını da Muâz -radıyallâhu anh- taşıdı. (Vâkıdî, III, 1003)

Hiçbir peygambere verilmeyen iki nur

İbni Abbas radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre, bir keresinde Cebrâil aleyhisselâm Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in yanında oturmakta iken, Resûl-i Ekrem yukarı taraftan kapı gıcırtısına benzer bir ses işitti ve başını kaldırdı. Cebrâil: – Bu, şimdiye kadar hiçbir şekilde açılmayıp sadece bugün açılan bir gök kapısıdır, dedi. Peşinden o kapıdan bir melek indi. Bunun üzerine Cebrâil: – Bu, yeryüzüne inen bir melektir. Bugüne kadar hiç inmemişti, dedi. Melek selâm verdi ve Peygamberimiz’e şöyle dedi: – Müjde! Sana, senden önce hiçbir peygambere verilmeyen iki nur verildi. Biri Fâtiha sûresi, diğeri Bakara sûresi’nin son âyetleri. Bunlardan okuyacağın her harfe karşılık sana sevap ve ecir verilir. (Müslim, Müsâfirîn 254)

Kur’an okunan evi rahmet kaplar

Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Bir cemaat Allah’ın evlerinden bir evde toplanır, Allah’ın kitabını okur ve aralarında müzakere ederlerse, üzerlerine sekînet iner, onları rahmet kaplar ve melekler etraflarını kuşatır. Allah Teâlâ da o kimseleri kendi nezdinde bulunanların arasında anar.” (Müslim, Zikr 38)

Kur’ana sımsıkı sarılın

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “Size, sımsıkı sarıldığınız müddetçe benden sonra sapıtmayacağınız iki mühim emânet bırakıyorum. Biri diğerinden daha büyüktür. O da Allâh’ın Kitâbı’dır! Kur’ân, semâdan yeryüzüne uzatılmış sağlam bir ip gibidir. Diğer emânet de âilem, Ehl-i Beyt’imdir. Kur’ân ve Ehl-i Beyt’im cennette Havuz’un başında benimle buluşuncaya kadar birbirlerinden ayrılmazlar. Benden sonra o ikisine karşı nasıl muâmelede bulunduğunuza iyi bakın, dikkat edin!” (Tirmizî, Menâkıb, 31/3788)
Huzûr-i kalb ile Kur’ân oku

Hadîs-i şerîfte buyrulur: “Sizden birisi Rabbi ile münâcât ve mükâlemeyi (O’na yalvarıp O’nunla konuşmayı) severse huzûr-i kalb ile Kur’ân okusun.” (Suyûtî, I, 13/360)

Kur’an oku ve onunla amel et

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “Kim Kur’ân-ı Kerîm’i okur ve onunla amel ederse, kıyâmet günü ebeveynine bir tâc giydirilir. Bu tâcın ışığı, güneş dünyâdaki bir eve konulduğunda onun vereceği ışıktan daha güzeldir. Öyleyse, Kur’ân-ı Kerîm ile bizzat amel edenin ışığı nasıl olur, düşünebiliyor musunuz?” (Ebû Dâvûd, Vitr, 14/1453)

Ticaretten daha karlı şey

Ebû Ümâme -radıyallâhu anh- da şöyle anlatıyor: Birisi Peygamber Efendimize geldi ve: “–Yâ Rasûlallâh! Falan oğullarının hisselerini alıp sattım, şöyle şöyle kâr elde ettim.” dedi. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Sana bundan daha kârlı bir şeyi haber vereyim mi?” dedi. Adam: “–Öyle bir şey var mı?” diye sordu. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Kur’ân’dan on âyet öğrenen bir kimse senden daha kazançlıdır!” buyurdu. Bunun üzerine adam gitti ve hemen on âyet öğrenip geldi ve bunu Rasûlullâh’a bildirdi. (Heysemî, VII, 165)

Kur’ân, Al­lâh’ın zi­yâ­fe­ti­dirRasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştu: “Her zi­yâ­fet çe­ken, zi­yâ­fe­ti­ne (in­san­la­rın) gel­me­si­ni is­ter ve bun­dan mem­nun olur. Kur’ân da Al­lâh’ın zi­yâ­fe­ti­dir. On­dan uzak dur­ma­yı­nız.” (Dâ­ri­mî, Fe­zâ­ilü’l-Kur’ân, 1)

Kur’an ehli kimdir?

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “−Şüphesiz insanlardan Allâh’a yakın olanlar vardır!” buyurmuştu. Ashâb-ı kirâm: “−Ey Allâh’ın Rasûlü! Onlar kimlerdir?” diye sorunca Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu: “−Onlar, Kur’ân ehli, Allâh ehli ve Allâh’ın has kullarıdır!” (İbn-i Mâce, Mukaddime, 16)

Kur’an bilenlerin önceliği

Uhud Harbi sonunda ashâb-ı kirâm: “−Yâ Rasûlallâh! Şehidlerimiz pek çok. Bize ne yapmamızı emir buyurursunuz?” diye sordular. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “−Derin ve geniş kabirler kazınız, her kabre ikişer, üçer koyunuz!” buyurdu. Ashâb: “−Önce hangilerini koyalım?” diye sorunca Hazret-i Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-: “−En çok Kur’ân bileni önce koyunuz!” buyurdu. (Nesâî, Cenâiz, 86, 87, 90, 91)

Kur'ân'ı yaşayana cennet vardır

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “Kim Kur’ân’ı okur, onu güzelce ezberler, helâlini helâl, haramını haram kabul eder ve bunlara uyarsa, Allâh bu sâyede o kimseyi cennetine koyar. Âilesinden hepsi cehennemi hak etmiş on kişiye şefaat etme hakkı verir.” (Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 13/2905; Ahmed, I, 148)

Kur’ân oku­yu­nuz

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, birgün Kur’ân âşıklarından Übey bin Kâ’b -radıyallâhu anh-’a hitâben: “–Allâh Teâlâ, «lem yekünillezine keferû» sûresini sana okumamı emir buyurdu.” dedi. Übey bin Kâ’b -radıyallâhu anh-: “–Allâh Teâlâ benim ismimi zikretti mi?” dedi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Evet!” buyurdu. Übey bin Kâ’b, bu ikrâm-ı ilâhî karşısında çok duygulandı ve içli içli ağladı." (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 16, Tefsîr, 98/1, 3; Müslim, Müsâfirîn, 246)

Kur’ân bu­lu­nan bir kal­be azâbedilmez

Hadîs-i şerîfte buyrulur: “Kur’ân oku­yu­nuz... Çün­kü Al­lâh, için­de Kur’ân bu­lu­nan bir kal­be azâb et­mez...” (Dâ­ri­mî, Fe­zâ­ilü’l-Kur’ân, 1)

Ümmetin en şereflileri

Peygamber Efendimiz buyurur: “Ümmetimin en şereflileri, Kur’ân-ı Kerîm’i ezberleyen hâfızlar ve gecelerini ihyâ edenlerdir.” (Suyûtî, I, 36/1063)

Kur’ân bir zenginliktir

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Kur’ân bir zenginliktir ki ondan sonra fakirlik olmaz (yâni ona sâhip olan en muazzam bir hazîneye sâhip olmuştur) ve ondan başka zenginlik de yoktur (yâni o ilâhî hazîne hiçbir maddî zenginlikle kıyas edilemez).”
(Heysemî, VII, 158)

Kur’an Kerîm okumak Allah Teâlâ'yı zikirdir


Bir hadîs-i kudsîde Azîz ve celîl olan Allâh Teâlâ: “Kur’ân-ı Kerîm okumak ve Ben’im zikrim, her kimi, Ben’den bir şey istemekten meşgul eder, geri bırakırsa, Ben ona, isteyenlere verdiğimden daha fazlasını veririm.” buyurmaktadır. (Tirmizî, Fedâilu’l-Kur’ân, 25/2926)

Şifa Kur'ân'dadır

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurmuşlardır: “Devânın en hayırlısı Kur’ân’dır.” (İbn-i Mâce, Tıb, 28)

Allah Teâlâ Kur'ân okuyanı dinler

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “Allâh, geceleyin iki rekat namaz kılan (ve Kur’ân okuyan) bir kulu dinlediği kadar hiçbir şeyi dinlemez. Allâh’ın rahmeti, namazda olduğu müddetçe kulun başı üstüne saçılır. Kullar, Kur’ân’la hemhâl oldukları andaki kadar hiçbir zaman Allâh’a yaklaşmış olamazlar.” (Tirmizî, Fedâilu’l-Kur’ân, 17/2911)

Kur’ân yeryüzünde nûr, gökyüzünde azıktır


Ebû Zerr -radıyallâhu anh-: “−Yâ Rasûlallâh! Bana nasihatte bulun!” dediğinde Âlemlerin Efendisi: “−Kur’ân okumaya ve Allâh’ı zikretmeye bak, çünkü Kur’ân yeryüzünde senin için bir nûr, gökyüzünde de bir azıktır.” buyurmuştur. (İbn-i Hibbân, II, 78)

Çocuklarınızı üç hususta yetiştirin

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Çocuklarınızı üç hususta yetiştirin: Peygamber sevgisi, Ehl-i Beyt sevgisi ve Kur’ân kıraati… Çünkü hamele-i Kur’ân (yâni Kur’ân hafızları) hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyâmet gününde peygamberler ve asfiyâ (yâni safâya ermiş olan Allâh dostları) ile birlikte Arş’ın gölgesindedir.” (Münâvî, I, 226)

Kur’ânı küçük yaşlarda öğrenmek

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “Kim Kur’ân’ı küçük yaşlarda öğrenirse Kur’ân onun etine ve kanına işler (Yâni Kur’ân’ın feyziyle nûrlanır.)” (Ali el-Müttakî, I, 532)

Kuran Okuyanın Kıyamette Durumu
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) Kur’ân ehline ve âilesine şu güzel müjdeleri vermişlerdir:

“Kıyamet günü kabir yarılıp Kur’ân’ı okuyan kişi dışarı çıktığında, Kur’ân onu rengi solmuş bir adam gibi karşılar. «Beni tanıyor musun?» diye sorar.

Mü’min «Tanıyamadım» der.

O şahıs, «Ben öğle sıcağında seni susuz, gece uykusuz bırakan arkadaşın Kur’ân’ım. Her tüccar ticaretinin peşindedir. Sen ise bugün her ticaretin peşinde olacaksın!» der. Hemen sağ eline saltanat, sol eline ebediyet verilir, başına vakar tâcı konur, anne-babasına hulleler giydirilir ki dünya ehli onlara kıymet biçemez veya bunlar dünya ve içindekilerden daha kıymetlidir.

Onlar, «Bu değerli elbiseler bize niçin giydirildi?» diye sorarlar. «Çocuğunuzun Kur’ân’ı eline alması sebebiyle» denir.

Sonra Kur’ân okuyan kişiye, «Oku ve cennetin dereceleri ve odaları arasında yüksel!» denir. O, ister hızlı, ister tertîl üzere olsun okumaya devam ettiği müddetçe yükselmeye devam eder.”
(Ahmed, 5: 348; Dârimî, Fedâilü’l-Kur’ân, 15; Abdürrazzak, Musannef, 3: 373; İbn Ebî Şeybe, Musannef, 6: 129)

28 Eylül 2020 Pazartesi

Ahzab sûresi 52. âyet indikten sonra Peygamberimiz herhangi bir cariye edinmiş midir?


"Bundan sonra sana kadınlar helâl olmaz; mülkiyetin altında bulunanlar dışında kadınlarını, güzellikleri hoşuna gitse bile başka eşlerle değiştirmen de helâl olmaz. Allah her şeyi görüp gözetmektedir."
Ahzab,52.-

 Bu âyetin gelişinden sonra Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hiçbir eşini boşamamıştır. Peygamber eşlerine ayrılma ya da Peygamber eşi olarak kalma muhayyerliği verilmiş ve istisnasız hepsi Peygamber'le kalmayı tercih etmişlerdi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bu âyetten sonra da başka bir kadınla evlilik yapmamıştır, cariye de edinmemiştir.

27 Eylül 2020 Pazar

Allah Teâlâ'nın en çok Peygamberimiz'i sevme sebebi nedir?


Allah Teâlâ'nın Peygamberimiz'e olan sevgisi O'nun sadece bir-iki vasfına dayanmaz. Allah Teâlâ Hz. Muhammed (sav)'i son elçisi olarak seçmiş, O'na iman etmeyi kendisine imanın şartı saymış, O'nu inkar edeni kendisini inkar etmiş olarak görmüş (Araf, 158), Allah'a ve Peygamber'e itaati bir arada şart koşmuş (Nisa, 59), Allah'ı sevmenin ölçüsü olarak Peygamber'e tabi olma gerekli kılınmış (Al-i İmran, 31), Allah ve Peygamber sevgisi bir arada talep edilmiş (Tevbe, 34), örnek alınacak en güzel numune olarak gösterilmiş (Ahzab, 21), âlemlere rahmet olarak gönderilmiş (Enbiya, 107), Allah'ın ve meleklerin O'na daima salât-u selam ettikleri bildirilmiş (Ahzab, 56), Kur'ân'da sayısız yerde ve İslam'a giriş cümlesi olan kelime-i tevhide kendi adı ile Rasûlü'nün adını bir arada zikretmiş, O'nun sünnetini dinin ikinci kaynağı olarak ikame etmiştir (Haşr, 7).
Çok bilinen bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz "Ben kendisine; babasından, evladından ve bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça, hiç biriniz iman etmiş olmaz." (Buharî) buyurarak kendisine duyulacak sevgiyi imanımızın var oluşunun şartlarından olduğunu bize bildirmiştir.
Burada üzerinde durulması gereken nokta bu sevgiye O'nun değil, bizim ihtiyacımız olduğudur. Çünkü insanı davranışları konusunda en çok motive eden şey duygularıdır. Bilgi ve düşüncelerimiz duygusal olarak da benimsenmedikçe davranışa dönüşmez. İşte bu nedenle dahi biz Allah'ın dinini kendi bireysel ve sosyal hayatımızda somut olarak var edebilmek için Allah ve Rasûlü'nü her şeyden çok sevmeye muhtacız. Efendimiz'in sünnetini az önce kaynak olarak verilen âyet-i kerimeler doğrultusunda hayatımıza aksettirebilmek ancak, kendi nefsimiz, ailemiz, sevdiklerimiz ve sosyal çevremiz aksini talep ettiğinde bile sünnete uygun olanı tercih edebilecek gücü kendimizde bulabilmemiz durumunda mümkün olabilir. İşte bu güç Allah'a ve Rasûlü'ne duyduğumuz bağlılık ve sevgiden kaynaklanır. Bu nedenle de O'nu sevmeye kendimiz için muhtacız.
Hz. Muhammed (sav)'in Allah tarafından son elçi ve kıyamete kadar kendisine tabi olunacak en güzel örnek olarak seçilmesini sadece şakku's-sadr (göğsünün yarılması) hadisesine bağlamak yeterli bir açıklama olmaz. "Allah niçin en çok Hz. Muhammed (sav)'i sevmektedir?" sorusunun cevabını Allah adına biz veremeyiz. Yukarıda kaynak gösterilen âyetlerde açıklanan sebepler dışında bizim için tamamen gayb olan bu konuda söylenecek tek söz "kesbi (kişisel çaba ve gayretle elde edilen) ve vehbi (Allah vergisi olan) bütün özellikleri nedeniyle Allah O'nu çok sevmektedir." olabilir. Bunun dışındaki izahlar sadece kişisel varsayımlardan ibarettir.


 Fatma Bayram (Uzman İlahiyatçı)

26 Eylül 2020 Cumartesi

Ölüler dirileri duyar mı, rabıta, tevessül ve telkin


Soru
Gazali’nin Ölüm ve Ötesi kitabını okurken, kabirdekilerin dünyadakilerle iletişime geçip geçemeyeceğini araştırmak geldi aklıma. Siz değerli büyüğümün kalemine önem verdiğim için merakla okudum. Hocam siz şehitler ve bazı kimseler dışında kabirdekilerin dünyadakilerle iletişim kurmadığını düşündüğünüzü beyan etmişsiniz. Ben safi Anadolu kızıyım, değerlerime bağlı, bu ülkenin yetiştirdiği bir öğretmenim. Yaşadıklarımı veya öğrendiklerimi değerlerimden kopmadan mantık ve duygu gibi hasletlere tam oturtarak düşünmeyi severim. Sayın hocam, ben daha 13-14 yaşlarındayken babaanneme bir misafir geldi. 70 yaşlarında tertemiz Anadolu ninesi. Bu ninem mezarlıktan dönerken bize uğradığını söyledi. Sonra çok normalmiş gibi anam babam yine telâşlıydı dedi. Çok çok şaşırdığımı ve korktuğumu hatırlıyorum. Nineye sordum (cuma günüydü bu hadise) nasıl telâşlıydılar nine, dedim? “Abe kizanim bugün cumadir. Bayram vardir” dedi. Ninenin kabirdeki babası, ninenin kabirdeki anasına “hadi yine geç kaldık hadi çabuk ol bayram bitecek şimdi” diyormuş sürekli. “Peki, nine sen onlarla konuşabiliyor musun” dedim, “Yok be kizanim er gidişimde konişitiklerini duyarım” dedi. O günü, 36 yaşımdayım hâlâ unutmam. Diyeceğim o ki, bu ninenin kabirdeki olanları duyması da bir iletişim şekli olarak kabul edilebilir mi? Nine bunları duyduysa belki daha niceleri de dünyadakilerle konuşabiliyor olamaz mı? Bu arada bu ninenin yalan bilmez, namazında abdestinde dosdoğru bir kadın olduğunu öğrendim o gün. Anadolu yaşlılarını bilirsiniz, zikir tasavvuf ehli olmayanı çoktur, ama zikir ehli olandan daha feyiz verici halleri vardır. Tıpkı bu nine gibi...

Allah’a emanet olunuz saygıdeğer hocam.

Cevap
Bu sorunun cevabını da içine almış bulunan bir kitabımı yıllarca önce yazmıştım, aşağıda adı sanı gelecek. Tam iki yıl önce de bu değerli öğretmen kızımızın muhtemelen okuduğu aşağıdaki yazıyı yazmıştım; bugünlerde tarikatlar konusu tartışıldığı için ve kızımızın sorusunun cevabını da içerdiği için bir daha okumakta fayda var, güncelleyerek sunuyorum.

Bu soruya farklı meşrebi ve mezhebi olan âlimler farklı cevaplar vermişlerdir; çünkü ölülerin duyması durumunda hem onlardan bir şeyler talep etmek mümkün olacak hem de kabir başında yapılan telkin, makul ve meşru olacaktır.

Bu konuda genel fıkıh kitaplarında bilgiler bulunmaktadır, ayrıca özel olarak kitaplar da yazılmıştır. Burada bahsedeceğim iki kitapçık var:

Birincisi meşhur Bağdadlı müfessir Âlûsî’nin oğlu Mahmud’un yazdığı “el-Âyâtu’l-Beyyinât fi Adem-i Semâ’i’l-Emvât ınde’l-Hanefiyyeti’s-Sâdât” adını taşıyor (Arabistan, 1425), ikincisi ise yine Bağdadlı ve Nakşibendî-Hâlidî Dâvud b. Süleyman’a ait, ismi de “Risale fi’r-Reddi alâ Mahmud el-Âlûsî”. Bu reddiye, tabii ikincisinden sonra yazılmış ama önce 1306’da basılmıştır.

Tasavvufta rabıta var; bir sâlik zikrini yapmaya başlarken önce rabıta yapıyor, Allah’tan Peygamberimize (s.a.) O’ndan Hz. Ebu Bekir veya Hz. Ali’ye, onlardan aşağıya doğru diğer meşayihe ve en sonunda kendi şeyhine gelen feyze kalbini açıyor. Bu zevatın fâni âlemden göçmüş (ölmüş) olmaları manevî tesirlerinin devamına mani olmuyor, Allah Teâlâ gerektiğinde onlara hayat veriyor ve mesela selâm verenlere cevap veriyorlar, yahut ruhlar (Berzah) âleminde dünyadakilerle irtibat kurmalarına engel bulunmuyor.

Tasavvufta bir de tevessül konusu var. Tevessül, Allah Teâlâ’dan bir şey isterken, O’nun sevdiğine inanılan bir zatın gıyaben araya sokulması, hatırlanması veya türbelerinin ziyaret edilerek orada, kabaca ifade etmek gerekirse, “Yâ Rabbi! Onun hatırı için duamı kabul et, bana şunu bunu yap, ver…” denmesi şeklinde gerçekleşiyor. Bunun da makul olabilmesi, bazı zevatın öldükten sonra da dünyadakileri duymasına ve/veya onlarla irtibat halinde olmalarına bağlıdır.

Tabii İslâm uleması içinde, yukarıda açıklandığı üzere “Ölülerin dünyadakileri duymalarının mümkün olmadığına” ve “açıklanan şekliyle tevessülün caiz olmadığına” inananlar da var.

Her iki grup inançlarını aklî ve naklî delillerle savunuyorlar.

Bu yazının konusu tevessül olmadığı için merak edenlere “Ebediyyet Yolcusunu Uğurlarken” isimli kitabımı tavsiye ederim. Diyanet Vakfı’nın yayınladığı bu küçük kitapta hem karşı çıkan İbn Teymiyye’nin görüşünü hem de M. Zâhid Kevserî’nin (v. 1371/1951) “Muhikku’t-Takavvul fî Mes’eleti’t-Tevessül” isimli risalesindeki savunmasını özetlemiştim.

Peygamberimiz (s.a.), şehitler ve bazı münferit olaylar müstesna, genel mânâda ölülerin, dünyada yaşayan insanları duymadıklarına inanıyorum. (Bu nineninki de doğru ise münferit olaylardan sayılır ve sözünden anlaşılan odur ki, nine onları duyuyor fakat onlar nineyi duymuyorlar).

Yukarıda adını verdiğim Âlûsî de kitabında bunu (duymadıklarını) savunuyor, âyetler ve hadîsleri sıralayıp açıklıyor, fıkıh mezheplerinin görüşlerine yer veriyor ve özellikle de Hanefî mezhebi âlimlerinin sözlerini naklediyor.

Allah Teâlâ mübarek kitabında “ölülere Peygamberimizin bile sesini duyuramayacağını” açıkça ifade buyuruyor (Fâtır 22, Neml 80, Rûm 52).

Peygamberimiz’in (s.a.) bir iki vak’ada müşrik ölülerine seslenişini, bu kesin ifadeli âyetler sebebiyle şu şekillerde yorumluyorlar:

Bundan maksat ölülere duyurmak değil, yaşayanlara ders vermektir.

Bu vak’aya mahsus olmak üzere Allah Teâlâ Peygamberi’ne mucize olarak bu imkânı vermiştir.

Âlûsî, Hanefi mezhebinin görüşünü şöyle özetliyor:

“Tenvîru’l-Ebsâr” isimli kitabın Tahâvî ve İbn Âbidîn tarafından yapılan şerh ve haşiyeleri, Fethu’l-Kadîr, Hidaye, Merâkı’l-Felâh ve haşiyesi, el-Kenz ve şerhleri gibi Hanefî mezhebinde muteber ve fetva kaynağı olan kitaplardan naklettiğim ifadelerden açıkça anlaşılan odur ki: Bir insan, ruhu cesedini terk ettikten sonra dünyadakileri işitemez. Hanefî uleması bu hükümde ittifak etmişlerdir. Diğer mezheplerden de onları teyit eden âlimler vardır.”

Ölüler dirileri işitemeyeceğine göre kabir başında yapılan telkin de makul ve meşru olmuyor. Bu konuyu, yukarıda adını verdiğim kitabımda şöyle açıklamıştım:

Cenazeyi defnettikten sonra Resulûllâh’ın (s.a.) kabirde bir müddet kaldığını, cemaate: “Kardeşiniz için istiğfar edin ve iman üzerine sebatını dileyin; çünkü o şu anda sorguya çekilmektedir”, buyurduğunu daha önce zikretmiştik. Buna göre sünnet olan definden sonra kabrin başında bir müddet kalmak, Allah Teâlâ’ya, din kardeşimizin affı ve mağfireti için dua etmektir. Kur’ân-ı Kerîm’den bazı kısımların okunmasının da sünnet ve faydalı olduğunu nakletmiştik. İmdi bu sünneti terk edip onun yerine “Ey filân oğlu veya kızı filân, dünyayı terk ettiğin zaman ve durumu hatırla...” şeklindeki sözlerle imamın telkin vermesi sünnet değildir. Bunu Resulûllâh’ın (s.a.) yaptığına veya yapın dediğine dair sahih bir hadis yoktur. Büyük müçtehit ve hadis bilgini Ahmed b. Hanbel’e telkini sorduklarında şu cevabı vermiştir: Ebû’l-Muğîre vefat edince Şamlılar bunu yaptılar, bunlardan başka mezkûr telkini yapan birisini görmedim.

Birkaç sahâbe ve tâbiûnun telkin yaptığına ve bazı zayıf rivâyetlere dayanan Şâfiiler mezkûr telkinin müstehap olduğunu söylemişlerdir. Mâlikî ve Hanbelîler bid’at olduğunu göz önüne alarak “mekrûh” demişlerdir. Hanefîlere göre ne sünnettir ne de mekrûhtur; ne yapılması tavsiye edilir, ne de bırakılması.

Durru’l-Muhtâr’ın, metninde, “Ölü defnedildikten sonra telkin yapılmaz” denmiş, İbn Abidin Reddü’l-Muhtar’da bu rivâyetin kuvvetli olduğunu nakletmiştir. Fakat Hanefîlerin çoğuna göre -yukarıda zikrettiğimiz gibi- ne yapın denir, ne de yapmayın. Sünnet ve fıkıh karşısında telkinin durumu da bundan ibarettir. Bir ülkedeki bütün müftü ve mürşitler ittifak edebilirse bu bid’atın terki daha uygundur. İhtilâf ve tefrikaya sebep olacaksa tasfiyesinin zamana 
bırakılması gerekir.


25 Eylül 2020 Cuma

Peygamberimiz Kur'ân-ı Kerîm okumada hangi yöntemi tavsiye etmiştir?


Soru: Peygamberimiz Kur'ân-ı Kerîm okumada hangi yöntemi tavsiye etmiştir? Kendisi nasıl okurdu? Makamla okumak sonradan oluşmuş bir gelenek midir?

Sorunuzla ilgili rivayetlere geçmeden önce Kur'an-ı Kerim'in makamla okunması konusunda biraz bilgi vermek gerekir düşüncesindeyiz.
Tarih boyunca Kur'an-ı Kerim'e duyulan saygı sebebiyle, okunuşundan anlaşılmasına, yorumlanmasından yaşanmasına kadar üzerinde durulması gereken hususlar, bütün yönleriyle, Müslümanlar tarafından ele alınıp incelenmiştir.
Kur'an'ın okunuşu da "kıraat" ve "tecvit" ilimleriyle, ayrıntılı bir şekilde tespit edilmiştir. Ancak kıraate makamın katılıp katılmaması tartışma konusu olmuştur. İslam'ın fıtrat dini oluşu, insanın yaratılışına en uygun din oluşu ve insanın güzelliğe meyli dikkate alındığında görülecektir ki, mûsikî de güzel sanatların en eskisi, en yaygını ve en etkili olanıdır.
Ayrıca Kur'an'ın kendisinde de üstün bir âhenk ve üslubun olduğu görülmektedir. Bunu sağlayan unsurların başında ise âyet sonlarında güzel bir uyum ve ahenkle yer alan fasılalar gelmektedir.
Öte yandan, konuyla ilgili âyet ve hadislerin işaret ettiği mana; tecvid kaidelerine uymak kaydıyla, okuyuşu güzel ses ve makam ile süslemenin caiz olduğu ve hatta teşvik edildiği şeklindedir. Bununla birlikte, işi çığırından çıkararak ses gösterisine dönüştürmek, makamı ön plana almak, tecvid kurallarından fedakarlık etmek ve okunanın Allah kelamı olduğu şuurundan uzaklaşmak elbette caiz değildir.
Konuyla ilgili rivayetlerden bazıları şöyledir:
-"Kur'an'ı tertîl ile (ağır ağır, tane tane, düşünerek) oku" (Müzzemmil 73/4)
-Ümmü Seleme ve Enes b. Malik'den gelen bilgilere göre Peygamberimiz Kur'an'ı tane tane okur, durulacak yerlerde durur, uzatılacak yerleri uzatırdı. (Buhari, fedailü'l-Kur'an 29)
-Bera b. Azib şöyle demiştir: "Resulullah'ı yatsı namazında Tûr suresini okurken işittim. Ondan daha güzel sesli, yahut okuyuşu ondan daha güzel hiç kimseyi işitmedim." (Buhari, Ezan 102)

Konuyla ilgili daha geniş bilgi için bkz.
Kur'an-ı Kerim'in Faziletleri ve Okunma Kaideleri, İsmail Karaçam.
Kur'an Okuma Esasları, Abdurrahman Çetin.

Meral Günel (Uzman İlahiyatçı)

24 Eylül 2020 Perşembe

Bir soru


Soru: Annelerin eğitim adına çocuğunu dövdüğünü düşünürsek cennet nasıl onların ayakları altında olur? Peygamberimizin bu konudaki tutumu nasıldı?

“Cennet anaların ayakları altındadır.” Hadis-i Şerifi, annelerin çocuklarını dövebileceği anlamına gelmez. Böyle bir yorum hadisin lafızlarını zahiri anlamlarıyla ele almak olur ki, bu yolla maksadın anlaşılması mümkün değildir. Bu sözden anlaşılması gereken, anaya hürmetin lüzumu ve onun rıza ve hoşnutluğu olmadan cennete gidilemeyeceği gerçeğidir. Yoksa ‘ana-baba evladı üzerinde kayıtsız-şartsız bir mülkiyeti haizdir ve evladına dilediğini yapabilir’ anlamına gelmez. İslam’da anne karnındaki ceninin bile, korunması gereken hakları vardır. Hiçbir yetişkin, çocuğu üzerinde dilediğince tasarruf edemez (bkz. Doç. Dr. Orhan Çeker, İslam Hukukunda Çocuk, Kayıhan Yayınları).
Peygamberimiz evliliği, çocuk sahibi olmayı ve çocukları iyi yetiştirmeyi teşvik etmiş ve bu konuda büyüklerin sorumluluğuna dikkat çekmiştir (bkz. Buhari, I, 215). Çocuklarına düşkün olan hanımları övmüş ve anneleri, çocuklarına karşı sevgi ve şefkatle davranmaya teşvik etmiştir (bkz. Buhari, VI, 120-121).
Hz. Peygamber çocuklarla ilgilenir, selam verir (İbn Mace, II, 1220), onların hatırını sorardı. Zaman zaman çocukları ve özellikle torunlarını sırtına bindirirdi. Hoşlanacakları adlar takarak çocuklarla şakalaşır ve onları eğlendirirdi. Bütün bu sıcak yakınlıktan dolayı çocuklar Onu (sav) çok sever, bir yolculuktan döneceği zaman kendisini karşılamaya çıkarlardı (İbn Hanbel, IV, 5; Ebu Davud, III, 219).
Hz. Peygamber çocuğa iyi bir terbiye ve eğitim verilmesini çocuğun babası üzerindeki hakları arasında saymıştır. Terbiyeyi ana-babanın çocuğuna bırakacağı en güzel miras olarak değerlendirmiştir (Tirmizi, IV, 337). Anne-babanın çocuklara (öpücüğe varıncaya kadar her konuda) eşit muamele yapmasının onların görevi ve çocuğun da doğal hakkı olduğunu bildirmiştir (İbn Hanbel, IV, 269). Bu konuda çocukların kız-erkek, büyük-küçük, öz veya üvey olması arasında fark yoktur.
İslam alimleri altı yaşından önce çocuğa herhangi bir nedenle vurulmasının haram olduğunu, ayrıca farzı ilgilendirmeyen konular için çocuğa asla vurulmaması gerektiğini klasik dönemden itibaren belirtmişlerdir. Hz. Peygamber'den rivayet edilen “on yaşına geldiği halde namazı ihmal ediyorsa döverek kıldırma” ifadesi hayatında hiçbir çocuğa vurmamış olan Peygamberimizin namaz konusunu ne kadar ehemmiyetli gördüğünün bir yansımasıdır. Bu hadisi yorumlayan ulema 10 yaşından sonra çocuklara terbiyevi amaçlı vurmayı “yaralayıcı olmamak, üç darbeyi geçmemek ve başa vurulmamak” gibi kurallarla sınırlamışlardır (bkz. Kütüb-i Site Tercüme ve Şerhi, İbrahim Canan, c.8, s.231).
Dayağın eğitim-öğretim işinin bir parçası olarak görüldüğü toplum düzenlerinde bu sınırlamalar bir gelişme olarak görülebilirse de eğitimin hiçbir aşamasında dayağın düşünülemeyeceği günümüzde daha etkin disiplin yöntemleri için bkz. Doç. Dr. Halis Ayhan, Din Eğitimi ve Öğretimi ve Dr. Thomas Gordon, Çocukta Dış Disiplin mi İç Disiplin mi.

Fatma Bayram (Uzman İlahiyatçı)

23 Eylül 2020 Çarşamba

Belli Bir Vakte Bağlı Olmaksızın Yapılan Zikrin Fazileti Hakkındaki Deliller-EL-EZKÂR-İ.NEVEVİ


Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Kulun Allah'ı zikretmesi, diğer her şeyden daha büyüktür. "[19]
"İbâdetle beni zikredin, ben de size sevabım vereyim."[20]
"O Yûnus (peygamber) eğer tesbîh edenlerden olmasaydı, insanların öldükten sonra dirileceği (Kıyâmet) gününe kadar balığın karnında bekliyecekti."[21]
"(Melekler) gece gündüz (Allah'ı) tesbîh ederler, bıkmazlar. "[22]
10Ebû Hüreyre'den (Abdurrahmân ibn Sahr'den radıyallahü anh) otuz kadar ifade ile nakledildiğine göre demiştir ki, Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
İki söz vardır ki onlar dile hafiftirler, terazide ağırdırlar; Rahmân olan Allah'a sevimlidirler: (Bunlar: Sübhânellâhi ve bihamidihî, Sübhânellâhil'azîmi)
"Allah'a hamd ederek O'nu noksanlıklardan tenzih ederim, Yüce Allah'ı tenzih ederim."[23]

[19] Ankebût: 45
[20] Bakara: 152.
[21] Saffat: 143-144
[22] Enbiyâ: 20.
[23] Buhârî. Müslim. Tirmizî.

http://islamilimleri.com/Ktphn/Kitablar/13/005/Turkce/CiftSayfa.htm

22 Eylül 2020 Salı

Bi'datlere düşmeden şifa için nasıl dua edebiliriz?

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem şifa için nasıl dua edeceğimizi bizi öğretmiştir. Başka yollar aramak bize bi'dat kapısını açar. 

 Kur’an’ın şifa olduğunda hiçbir şüphemiz yoktur. Onu okuyan kendine dua etmiş olur, Kur’an, cin ve şeytan kaynaklı sıkıntılara karşı koruyucudur, Kur’an ruhi hastalıkların, şifasıdır, manevi desteğidir. 

Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem şu ayet, şu sure şu hastalık için şifadır dememişse bunun bir hükmü yoktur.

Ancak Kur’an’ın tamamı şifa maksadı ile okunabilir. Hadislere baktığımızda Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem'in Fatiha, İhlâs, Felak-Nas sûreleri ve Ayetel kürsi okunmasını tavsiye ettiğini görüyoruz. Halis bir niyetle bu belirtilen sûre ve ayetleri okuyana biiznillah şifa kaynağı olurlar.

 Hastaya okunan şeyler ya Kur’an ayetleri olmalı ya da hadisi şeriflerde okunması tavsiye edilen dualar olmalıdır. Birtakım rumuzlar, tılsımlarla okuma olmaz.

HADİSLERDE ŞİFÂ DUÂLARI

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hastalara şöyle duâ etmiştir:

Hazret-i Âişe –radıyallahu anha-’dan rivayete göre Nebiyy-i Ekrem –sallallahu aleyhi ve sellem– ailesinden bazı fertleri sağ eliyle sıvazlar ve şöyle duâ ederlerdi;

*«  اَللّٰهُمَّ ربَّ النَّاسِ ، أَذْهِبِ الْبَأسَ ، اَشْفِ  أَنْتَ الشَّافيِ، لاَ شِفَاءَ إِلاَّ شِفَاؤُكَ ، شِفاءً لاَ يُغَادِرُ سَقَماً »*

Allahümme Rabennas Ezhibil be’s, eşfi enteşşafi, laşefae illa şifauk şifaen la yuğadiru sekama.

Anlamı:“Bu hastalığı gider ey insanların Rabbi! Şifâ ver, çünkü şifâ verici sensin. Senin vereceğin şifâdan başka şifâ yoktur. Öyle şifâ ver ki hiç bir hastalık bırakmasın.” (Buhârî, Merdâ, 20; Müslim, Selâm, 46; Ebû Dâvud, Tıbb, 18, 19)

Yine Âişe –radıyallahu anha-’dan rivayete göre Nebiyy-i Ekrem –sallallahu aleyhi ve sellem, bir insan bir yerinden şikayet eder veyahut bir çıbanı veyahut bir yarası olursa şehadet parmağının içini yere değdirir, sonra da onu rahatsız olan yerin üzerine kor ve şöyle derdi:

 *« بِسْمِ اللّٰهِ ، تُرْبَةُ أَرْضِنَا ، بِرِيقَةِ بَعْضِنَا ، يُشْفَى بِهِ سَقِيمُنَا ، بِإِذْنِ رَبِّنَا »*


Bismillahi turbetu ardina birikati ba’dina yüşfa bihi sekimuna bi-izni rabbina.

Anlamı: “Allah’ın adıyla duâya başlarım. Bizim yerimizin toprağı ve birimizin tükrüğü vesilesiyle Allah’ın izniyle hastamız şifâ bulur.” (Buhârî, Tıbb, 38; Müslim, Selâm, 54; Ebû Dâvud, Tıbb, 19)

*   Ebu Said el -Hudri radıyallahu anh diyor ki: Cebrail Nebiyy-i Ekrem –sallallahu aleyhi ve sellem–e geldi: Ya Muhammed, bir şikayetin var mı, dedi. O da, evet, dedi. Cebrail şöyle dua etti:

*« بِاسْمِ اللّٰهِ أَرْقِيكَ، مِنْ كُلِّ شَيْءٍ يُؤْذِيكَ، مِنْ شَرِّ كُلِّ نَفْسٍ أَوْ عَيْنِ حَاسِدٍ، اَللّٰهُ يَشْفِيكَ، بِاسْمِ اللّٰهِ أَرْقِيكَ »*


Bismillahi erkıyke min kulli şeyin yu’zike min şerri kulli nefsin ev aynin hasidin, Allahu yeşfike bismillahi erkıyke.

Anlamı:“Allah’ın ismiyle seni rahatsız eden her şeyden sana okurum. Her nefsin veya hasetçi her gözün şerrinden Allah sana şifâ versin. Allah’ın adıyla sana okurum.” derdi.(Müslim, Selâm,2186)

Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bir rahatsızlıkları olduğu zaman Muavvizeteyn sûrelerini (Felak ve Nas sureleri) okur, kendi üzerine üfler ve onu eliyle üzerinden silerdi. Ve şöyle buyururlardı:

 *بِسْمِ اللّٰهِ اَللّٰهُمَّ دَاوِني بِدَوَاءِكَ وَاشْفِنِي بِشِفَاءِكَ وَأَغْنِنِي بِفَضْلِكَ عَمَّنْ سِوَاكَ وَاحْذَرْ عَنِّي أَذَاكَ.*


Bismillahi Allahümme dâvini bi devaike veşfini bi şifaike ve ağnini bi fadlike ammen sivâk vahzer anni ezake.

İbn Abbas radıyallahu anhumadan: Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm şöyle buyurdu: Kim eceli gelmemiş bir hastayı ziyaret eder de onun yanında yedi defa:

* أَسْأَلُ اللّٰهَ الْعَظِيمَ رَبَّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ أَنْ يَشْفِيَكَ »*


Es-elullahel-azime rabbel arşil azimi en yeşfiyek.

Anlamı: “Ulu arşın Rabbi ulu Allah’tan sana şifâ vermesini istiyorum!” derse muhakkak Cenab-ı Allah ona o hastalıktan şifa verir. (Ebû Dâvud, Cenâiz,316)

Abdullah bin Amr bin As radıyallahu anhumadan: Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hastalara şöyle buyurmuştur: Bir adam bir hastayı ziyaret etmeye geldiği zaman:

*اَللّٰهُمَّ اَشْفِ في عَبْدَكَ يَنْكَأْ لَكَ عَدُوًّا، أَوْ  يَمْشِي لَكَ إِلَى صَلَاةٍ*


“Allahümmeşfi abdeke yenke’ leke adüvven ev yemşî leke ilâ salatin.” 

Anlamı: (Allah’ım! düşmanın canını yakan, yahut namaza koşan kuluna şifa ver, desin.) Ebû Dâvud, Cenâiz, 3107;

* Osman İbnu Ebi'l-As radıyallahu anh vücudundaki bir ağrıdan dolayı Resûlullah aleyhissalâtu vesselâma şikayet etti. 
Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm da ona:
'Elini, vücudunda ağrıyan yerin üzerine koy; Üç kere,
'Bismillah'tan sonra yedi kere, 

*أَعُوذُ بِعِزَّةِ اللَّهِ وَقُدْرَتِهِ مِن شَرِّ مَا أَجِدُ وَأُحَاذِرُ »*


'Eûzü bi-izzetillahi ve kudretihi min şerri mâ ecidu ve uhâzir.'/ 'Bedenimde çekmekte olduğum şu hastalığın şerrinden Allah'ın izzet ve kudretine sığınıyorum.' de dedi.(Müslim, Selam,2202)

İbn Abbas radıyallahu anhuma diyor ki: Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm bütün ağrılardan ve sıtmadan şöyle dememizi buyururdu: 

*بِسْمِ اللّٰهِ الْكَبِيرِ ،نَعُوذُ بِاللّٰهِ الْعَظِيمِ مِنْ شَرِّ عِرْقٍ نَعَّارٍ، وَمِنْ شَرِّ حَرِّالنَّارِ*


Bismillahil kebir neuzu billahil azimi min şerri ırkın na'arin, ve min şerri harinnar.

Büyük Allah'ın adıyla, zonklayan her damarın şerrinden ve cehennem ateşinin hararetinin şerrinden ulu Allah'a sığınırız. (İbn Sünni,571;Tirmizi,Tıb,2075;İbn Mace,Tıb,3526)

Bu gibi durumlarda  da yine kendine Fatiha,İhlas ile muavvizeteyn okuması da uygundur. Eline üfler, ağrıyan yerine sürer.

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

21 Eylül 2020 Pazartesi

Müslüman olmadan iyi bir insan olunabilir mi?


İnsan olmak demek iyi de kötü de olabilmek demektir.

Biz insanın hangi özelliklerle iyi olduğunu bilelim ki, onun dindarlığından ya da ‘tanrı’ya inanmasından önce iyi bir insan olup olamayacağını anlayalım. Buradaki iyi de elbette kişisel iyi değil Allah’ın iyi dediği olacaktır. Bunu da Kuranı kerim’den öğrenebiliriz. Allah (cc) iyiliğe ‘birr’ diyor, iyi olan da ‘berr’ olmuş olur. İyiliğin kaynağı Allah olduğu için O’nun ‘el-Berr’ diye de ismi vardır. Peki, O’nun iyi/birr dediği hasletler nelerdir ki, onları kendisinde bulunduran insan da iyi bir insan olmuş olsun? Şu ayet bunu bütünüyle özetliyor:

‘İyilik yüzünüzü doğuya ya da batıya çevirmeniz değildir. Aksine iyilik; Allah’a, hesap gününe, meleklere, Kitaba, peygamberlere inananların; mallarından yakınlarına, yetimlere, miskinlere, yolda kalmışlara, dilenenlere seve seve verenlerin, köleleri özgürleştirmek için harcayanların, namazı dosdoğru kılanların, zekâtı verenlerin, sözleştiklerinde ahde vefa gösterenlerin, yoklukta hastalıkta ve şiddet anında sabredenlerin yaptığıdır. İşte sadakat gösterenler bunlardır, işte takvalı olanlar da bunlardır’ (Bakara 177). 


Demek ki, Kuranı Kerim’e göre iyi insan budur. Yani iman eden ve bu salih amelleri yapandır, çünkü Allah şöyle buyuruyor: ‘İman ederek salih amelleri yapanlar yaratılanların en iyisidirler’ (Beyyine 7).

 ‘İnkâr edenler de yaratılanların en kötüsüdürler’ (Beyyine 6).

 O halde Kuranıkerim’e göre konuşacak olursak, “insan olmadan Müslüman olunmaz” gibi sorunlu bir aforizma yerine, “Allah’a inanıp salih amelleri yaparak iyi bir Müslüman olmadan iyi bir insan olunmaz” dememiz gerekir.

Prof. Faruk Beşer'in
 "Müslüman olmadan iyi bir insan olunabilir mi?" yazısından alıntıdır.

20 Eylül 2020 Pazar

Nasıl bir tebliğ?


Allah Teâlâ bizden tebliğ etmemizi istemektedir; ikna etmemizi değil. Biz duyururuz, sonucu hasıl etmek Allah'ın işidir. Bize düşen doğru bilgiyi doğru bir yöntemle anlatmaktır.

Biz öncelikle İslam'ı doğru kaynaklardan en güzel şekilde öğrenmeye, öğrendiklerimizi gücümüz nispetinde yaşamaya çalışmalıyız. Bu şekilde ortaya koyacağımız "Müslüman" profili en etkili tebliğ olacaktır. Anlatırken de söylediklerimizin İslami kaynaklara dayalı (ilmi) olması, zarif ve incitmeyen bir üslupla söylenmesi, muhatabımızın içinde bulunduğu zihni, ilmi, sosyal seviyenin gözetilmesi, tebliğ sırasında söylenenleri kişiselleştirmekten kaynaklanan her türlü tartışmadan uzak kalınması uymamız gereken tebliğ kurallarındandır.

Rabbimiz her adımımızda isabet edebilmeyi nasip etsin.


Fatma Bayram (Uzman İlahiyatçı)

17 Eylül 2020 Perşembe

Hz. Peygamber sas kendisinin peygamber olacağını biliyor muydu?


Soru: Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem kendisine peygamberlik gelmeden önce gerek çocukluk devresinde gerekse de gençlik devresinde kendisinin peygamber olacağını biliyor muydu? Peygamber olacağını ilk olarak ne zaman anlamıştır?

Risalet öncesinde Hz. Peygamber'in peygamber olacağını bildiğine dair bir bilgi bulunmamaktadır. İlk vahyi aldıktan sonraki şaşkınlığı, eşi Hatice ile olan diyaloğu, fetret döneminde yaşadıkları peygamber olacağı bilgisine sahip olmadığını göstermektedir. Şu hususta dikkatten kaçmamalıdır ki böyle bir bilgi ancak vahiyle geleceği için, bu bilgiyi aldığı an peygamberlik vasfını da kazanmıştır.


 Nimet Yılmaz (Uzman İlahiyatçı)

16 Eylül 2020 Çarşamba

Hz. Muhammed (sav)'in Son Günleri, Hastalığı ve Vefatı


Rasûl-i Ekrem, Veda Haccı’ndan Medine’ye döndükten sonra sağlığı bozuldu. Rahatsızlandığı günler içinde Uhud şehitlerini ziyaret edip cenaze namazı kıldı. Yine bir gece evinden çıkarak Cennetü’l-bakî‘ mezarlığına gitti ve orada yatanlara Allah’tan mağfiret dileyip evine döndü. Aynı günlerde Yemen’de Mezhic kabilesine mensup Esved el-Ansî, peygamberlik iddiasıyla ortaya çıktı.

Kabilesinden topladığı 600 kadar süvari kuvvetiyle San‘a üzerine yürüyen Esved; kendisine karşı çıkan, buranın ilk Müslüman valisi Bâzân’ın yerine tayin edilen oğlu Şehr’i öldürdü ve karısı Âzâd’la zorla evlenip bölgeye hakim oldu. Hz. Peygamber bölgenin valileri ile ileri gelenlerine onun ortadan kaldırılması için mektup gönderdi. Sonunda Esved, Âzâd’ın yardımıyla öldürüldü (8 Rebîülevvel 11/3 Haziran 632). Öte yandan Medine’ye bir heyet gönderen Benî Hanîfe’ye mensup Müseylimetülkezzâb, heyetin Yemâme’ye dönüşünde irtidad ederek peygamberlik iddia etmeye başladı. Rasûlullah bir mektup göndererek onu yeniden İslam’a davet etti. Müseylime, yazdığı cevabi mektupta Rasûlullah’a ortaklık teklif etti ve yeryüzünün yarısının kendisine yarısının da Kureyş’e ait olduğu iddiasında bulundu. Rasûl-i Ekrem; cevabında yeryüzünün Allah’a ait olduğunu, ona kullarından dilediğini vâris kılacağını bildirdi. Müseylime, Hz. Ebû Bekir’in halifeliği döneminde ortadan kaldırıldı.

Hicretin 11. yılı Safer ayının sonlarında (Mayıs 632) Hz. Peygamber, Mûte Savaşı’nın yapıldığı Bizans topraklarına Üsâme b. Zeyd kumandasında bir ordu göndermeye karar verdi. Hazırlanan ordu Medine’nin dışında Cürüf mevkiinde karargâh kurdu. Bu sırada Rasûlullah’ın hastalığı ağırlaşınca Üsâme harekete geçmeyip beklemeyi tercih etti.

Rasûl-i Ekrem bu arada zaman zaman şiddetlenen baş ağrısı ve yüksek ateşten mustaripti. Hastalığı sırasında yakınlarının yardımıyla Mescid-i Nebevî’ye gelip namaz kıldırıyordu. Bir gün minbere çıkıp “Allah kulunu dünya ile kendisine kavuşmak arasında muhayyer kıldı ve kulu da ona kavuşmayı tercih etti” buyurdu. Söz konusu kulun Hz. Peygamber olduğunu anlamakta gecikmeyen Hz. Ebû Bekir “Anamız babamız sana feda olsun yâ Rasûlallah!” diyerek ağlamaya başladı. Hz. Peygamber onu teskin etti ve kendisinden memnun olduğunu söyledi. Ardından Ensâr ve Muhacirlerin karşılıklı fedakârlıklarını ve faziletlerini hatırlatarak birlikte hareket etmeleri konusunda nasihatte bulundu. Daha sonra kimin kendisine hakkı geçmişse gelip almasını istedi. Kul hakkı konusunda hassas davranılması, borçların zamanında ödenmesi ve tarihte bazı örnekleri görüldüğü gibi kabrinin tapınak haline getirilmemesine dair uyarılarda bulundu.

Hz. Peygamber’in kızı Fâtıma ve halası Safiyye’ye yaptığı şu vasiyet de dikkat çekicidir. “Allah katında değer taşıyan güzel işler yapınız. Yoksa helal haram konularında Allah’ın sorgusundan ben sizi kurtaramam”.

Rasûlullah’ın Müslümanlara son vasiyetlerinden biri de sorumlulukları altındaki insanlara iyi davranmaları, ahirette Allah huzurunda hesaba çekilecekleri bilinciyle gerekli hazırlığa özen göstermeleri ve yabancı elçilerin güzel bir şekilde ağırlanıp hediyeler verilmesi gibi husuları içermektedir.

Son günlerini Hz. Âişe’nin yanında geçiren Hz. Peygamber, vefatına üç gün kala hastalığı ağırlaşınca namazları Hz. Ebû Bekir’in kıldırmasını emretti. Kendisini iyi hissettiği bir sırada Hz. Ali ve Fazl b. Abbas’ın yardımıyla mescide gitti; halka namaz kıldırmakta olan Ebû Bekir geri çekilip mihrabı kendisine bırakmak isteyince devam etmesi için işarette bulundu ve yanında namaza durdu. Vefat ettiği günün sabah namazından sonra Ebû Bekir kendisini ziyaret etti ve hastalığının hafiflediğini görünce izin isteyip evine gitti. Fakat Hz. Peygamber’in durumu birden ağırlaştı. Hz. Âişe’nin söylediğine göre Rasûlullah vefat etmeden önce hafif bir sesle “Lâ ilâhe illallah, ruh teslimi ne zor şeymiş!” dedi ve onun kolları arasında “Maa’r-refîki’l-a‘lâ” (en yüce dosta) sözüyle ruhunu teslim etti (13 Rebîülevvel 11/8 Haziran 632 Pazartesi).

Hz. Peygamber’in vefatı, bütün Müslümanları derinden üzdü, hatta münafıkların sevindiğini hisseden Hz. Ömer gibi bazı sahabeler şaşkınlık içinde onun ölmediğini söylüyordu. Durumdan haberdar olan Hz. Ebû Bekir doğruca Peygamberimiz’in naaşının başına geldi, yüzündeki örtüyü kaldırıp öptü ve “Anam babam sana fedâ olsun ey Allah’ın elçisi! Sağlığında güzeldin, ölümünde de güzelsin” dedi. Ardından mescide giderek şunları söyledi: “Ey insanlar! Muhammed’e tapan biri varsa bilsin ki Muhammed ölmüştür. Kim de Allah’a tapıyorsa bilsin ki O ölümsüzdür. (İbn Hişâm, II, 655-656). Sonra da şu ayeti okudu: “Muhammed sadece bir peygamberdir. Ondan önce de nice peygamberler gelip geçmiştir. O ölür veya öldürülürse gerisin geriye mi döneceksiniz? Şunu da bilin ki geriye dönecek kimse Allah’a hiçbir şekilde zarar vermiş olmayacaktır. Allah takdirine rıza gösterenlerin mükâfatını verir” (Âl-i İmrân 3/144). Rasûlullah’ın cenazesi, amcası Abbas’ın oğulları Fazl ve Kusem ile Üsâme b. Zeyd’in yardımıyla Hz. Ali tarafından salı günü yıkandı ve bulunduğu odada muhafaza edildi. Cenaze namazı cemaatle kılınmadı; önce erkekler, ardından kadınlar, daha sonra çocuklar cenazenin bulunduğu yere sığabilecek gruplar halinde girip tek başlarına cenaze namazı kıldılar. Naaşı, Hz. Ebû Bekir’in Rasûlullah’tan naklettiği bir hadise dayanılarak vefat ettiği yerde kazılan mezara Hz. Ali, Fazl, Kusem ve Üsâme tarafından indirildi.

Sade bir hayat yaşayan, elde ettiği maddi imkânları Allah yolunda harcayan Rasûl i Ekrem’den geriye son derece mütevazi bir miras kalmıştır. Zira kendisi “Biz peygamberler zümresi miras bırakmayız. Bizim geride bıraktığımız her türlü servet sadakadır” buyurmuştur (İbn Sa‘d, II, s. 314; Buhârî, “Humus”, 1). Vefatında mülkiyetinde beyaz bir katır, silahları ve bir miktar arazisi vardı. Arazilerinin gelirinin ailesi için harcanmasını ve kalanının devlet hazinesine devredilmesini emretmişti. Ölümünden kısa bir süre önce bununla Allah’ın huzuruna çıkmaktan hayâ edeceğini söyleyerek elinde kalan 7 dirhemin fakirlere dağıtılmasını istedi. Kendisine ait bir zırh da borcu karşılığında bir Yahudinin elinde rehin olarak bulunuyordu.

Hz. Peygamber’in manevi mirası ise gerek ümmeti ve gerekse bütün insanlık için son derece büyük ve değerlidir. O, Veda Hutbesi’nde de belirttiği üzere Kur’ân ve Sünnet’i en değerli miras olarak bırakmış, bu iki temel kaynak etrafında şekillenen İslam dini ve medeniyeti asırlar boyunca geniş bir coğrafyada etkisini hissettirerek insanlık tarihindeki yerini almıştır.



15 Eylül 2020 Salı

Veda Haccı ve Veda Hutbesi


Rasûl-i Ekrem’in Ramazan aylarında her gece Cebrâil ile buluştuğu ve o zamana kadar nazil olan ayetleri okuduğu bilinmektedir. Hicret’in 10. yılı Ramazan ayında ise (Aralık 631) Cebrâil kendisine Kur’ân-ı Kerîm’i iki defa tilavet ettirdi. Resûlullah bunu ecelinin yaklaştığına işaret olarak gördü ve bu hususu kızı Fâtıma ile de paylaştı. Diğer taraftan her yıl Ramazan ayında on gün itikâfa giren Rasûlullah hayatının bu son Ramazan ayında yirmi gün itikâfta kaldı.

Aynı yıl (10/632) Rasûlullah hacca gitmek için hazırlığa başladı ve bütün Müslümanların katılmasını istedi. 26 Zilkâde 10 (23 Şubat 632) tarihinde yanında hanımları ve kızı Fâtıma da olduğu halde, Muhâcirler, Ensâr ve Medine’ye gelen kabilelerden oluşan Müslümanlarla birlikte yola çıktı. Zülhuleyfe’de ihrama girdi. Yolda kendisine katılanlarla birlikte 4 Zilhicce’de Kasvâ (Kusvâ) adlı devesinin üzerinde olduğu halde Mekke’ye ulaştı; umre yaptıktan sonra Ebtah mevkiinde kendisi için kurulan çadırda kaldı. 8 Zilhicce Perşembe günü Mekke’den ayrılıp Mîna’ya gitti ve orada geceledi; 9 Zilhicce Cuma günü güneş doğduktan sonra, Müzdelife yoluyla Arafat’a hareket etti ve kendisi için Nemire’de kurulmasını emrettiği çadıra yerleşti. Öğle üzeri Arafat vadisinde sayıları 120.000’i aşan ashabına Veda Hutbesi diye anılan konuşmasını yaptı.

Hz. Peygamber, konuşmasında Allah’a hamd ü senâdan sonra bütün insanların Allah’ın kulu olup aynı anne-babadan türediklerini hatırlattı; ırk, renk, dil ve sınıf farkı gözetilmeksizin bütün insanların eşit olduğunu, Allah katında üstünlük ölçüsünün “takva” olduğunu belirtti. Genellikle insan hakları üzerinde duran Rasûlullah can, mal ve ırz güvenliğine vurgu yaparak kul hakkı konusunda dikkatli davranılmasını, zulümden ve haram lokmadan kaçınılmasını, emanete riayet edilmesini, eşler arasında karşılıklı hak, görev ve sorumlulukların gözetilmesini istedi. Bütün Müslümanların kardeş olduğunu ifade ederek birlik ve beraberliğin önemine dikkat çekti. Kur’ân ve Sünnet’in vazgeçilmez hidayet kaynağı olduğunu belirten Rasûl-i Ekrem namaz, oruç, zekât ve hac gibi dinî ibadetlerin yerine getirilmesi ve ahlak kurallarına uyulması konusunda hassasiyet gösterilmesini istedi. Hz. Peygamber Cahiliye dönemine ait bazı anlayış ve geleneklere de işaret ederek ribânın ve kan davasının yasaklandığını, hacılara su temini vazifesi (sikâye) ile Kâbe’nin perdedarlığı ve anahtarlarının muhafazası (sidâne) dışında kalan, başta nesî (ayların yerlerini değiştirmek) olmak üzere Mekke ve hac idaresine dair Câhiliye çağı kurumlarını ve uygulamalarını kaldırdığını ilan etti. Kendisini dinleyen ashabına sık sık “Tebliğ ettim mi?” diye sorup söylediklerini tasdik ettiren Hz. Peygamber, “Şahit ol yâ Rab! Şahit ol yâ Rab!” diyerek konuşmasını tamamladı. Hz. Peygamber, Arafat’tan ayrılmadan önce nazil olan ayette de dinin kemale erip tamamlandığı ve Hakk’ın rızasına uygun dinin İslam olduğu açıkça zikredilmektedir: “Bugün size dininizi kemale erdirip nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’ı seçtim” (el-Mâide 5/3).

Rasûlullah, devesinin terkisinde Üsâme b. Zeyd olduğu halde Arafat’tan indi. Muzdelife’ye ulaştığında akşam ve yatsı namazlarını burada kıldı. Sabah namazını da burada eda ettikten sonra Cemretü’l-Akabe’ye vardı ve her defasında tekbir getirerek yedi taş attı (şeytan taşlama). Oradan Mina’ya geçti ve burada da ashabına bir konuşma yaptıktan sonra kurbanını kesti. Sonra tıraş olup ihramdan çıktı ve Kâbe’ye gelerek tavaf yaptı. Tekrar Mina’ya dönüp cemreleri (şeytan taşlamayı) tamamladı. Ertesi gün Mekke’ye döndü ve güneş doğmadan önce veda tavafını yaptı. Bayramın beşinci günü Hz. Peygamber’in müsadesiyle Mekke ve Medine dışından gelen hacılar memleketlerine gitmek üzere ayrıldı. Ardından Rasûlullah, Muhâcirler ve Ensârla birlikte hac vazifesini ifa etmiş, aynı zamanda bu ibadetin nasıl yapılacağını Müslümanlara öğretmiş olarak Medine’ye döndü.

Hz. Peygamber’in Arafat’ta yaptığı konuşmada, “Bu yıldan sonra sizinle burada belki de bir daha buluşamayacağım” buyurması ve bir süre sonra da vefat etmesi dolayısıyla onun bu haccına “Veda Haccı”, hutbeye de “Veda Hutbesi” denilmiştir. Esasen Hz. Peygamber’in bu hac sırasında çeşitli yer ve zamanlarda birden fazla konuşma yaptığını da belirtmek gerekir.




14 Eylül 2020 Pazartesi

Müşriklere Son Çağrı


Mekke’nin fethiyle şehrin ve Kâbe’nin idaresi Müslümanların eline geçmiş ve birçok müşrik Arap kabilesi İslam’a girmiş olmakla birlikte putperest inançlarını devam ettirenler hâlâ mevcuttu. Bu müşrik kabilelerin bir kısmı Müslümanların müttefikiydi. Mekke’nin fethinden sonra, Hz. Peygamber, Hicret’in 1. yılından itibaren iyi münasebetler kurduğu Medine’ye komşu Damre, Gıfâr, Cüheyne ve Eşca‘dan başka Huzâa ve Müdlic gibi müşrik kabilelerle, hac ve umre amacıyla Kâbe’yi ziyarete gelenlere engel olunmayacağına ve haram aylarında kimsenin korku içinde bulunmayacağına dair antlaşmalar yapmıştı. Tebük Seferi’nden döndükten sonra Mekke’de hâlâ müşriklerin bulunacağını ve bazılarının âdetleri olduğu üzere çıplak bir şekilde Kâbe’yi tavaf edeceğini bildiğinden, bu yıl içinde farz olan hacca bizzat gitmeye gönlü razı olmadı. Hz. Ebû Bekir’i emîr-i hac tayin ederek 300 kadar sahabe ile birlikte Mekke’ye gönderdi (Zilkade-Zilhicce 9/ Mart 631). Ardından müşriklerin genel konumu ve onlarla Hz. Peygamber arasındaki antlaşmalar hakkında Tevbe suresinin ilk yirmi sekiz ayeti nazil oldu. Rasûl-i Ekrem, bu ayetlerin hükümlerini tebliğ için -antlaşmalar üzerinde başkan veya ailesinden birinin söz sahibi olabileceği şeklindeki yaygın Arap geleneğine uyarak- Hz. Ali’yi görevlendirdi. Ali, Mekke’ye gitmekte olan Ebû Bekir’e yolda ulaşıp durumu anlattı ve kendisine emîr-i hac olarak vazifeye devam edeceğini bildirdi. Hz. Ali, 10 Zilhicce yani bayramın birinci günü Mina’da toplananlara, Tevbe suresinin müşriklere “ihtar” mahiyetindeki ilk ayetlerini okudu ve şu hususları açıkladı: “Kâfirler ebedî kurtuluşa eremeyecek ve cennete giremeyecektir. Bu yıldan sonra müşrikler haccedemeyecek ve Mescid-i Harâm’a yaklaşamayacaktır; kimse Kâbe’yi çıplak tavaf edemeyecektir, Hz. Peygamber’le antlaşmaları bulunanlar, antlaşmanın süresi nihayete erinceye kadar haklarını kullanabilecekler, daha sonra Müslüman olmadıkları takdirde can güvenlikleri kalkacaktır.” Bu bildiri etkisini göstermiş, orada bulunan müşriklerin bir kısmı itiraz etmişse de ardından “Kureyş bile Müslüman oldu” diyerek dört ay beklemeye gerek duymaksızın hemen hepsi Müslüman olmuştur. Böylece Arap yarımadasındaki putperestlik ortadan kaldırılmış, Kâbe Hz. İbrâhim ile Hz. İsmail’in kurduğu esasa uygun olarak yalnızca tevhid inancına sahip müminlere tahsis edilmiş oldu. Aynı surenin 29. ayetiyle de başta Ehl-i kitap olmak üzere diğer din mensuplarına cizye ödemeleri şartıyla can ve mal güvencesi sağlanması ve kendi dinlerinde kalma hürriyeti verilmesi şeklindeki temel İslami anlayış uygulamaya konulmuştur.



13 Eylül 2020 Pazar

Kıyamet alametlerinden olan Dabbetül Arz ile ilgili ayet ve hadisler


“Dâbbe”, yeme ve içmeye muhtaç olan varlıklara denir. Dâbbetü’l-arz, “yerden çıkacak canlı” demektir. Kıyâmetin büyük alâmetlerinden olan “Dâbbetü’l-Arz” hakkında Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulur:

“O söz başlarına geldiği (kıyâmet veya azap yaklaştığı) zaman, onlara yerden bir dâbbe (canlı) çıkarırız da, bu onlara, insanların âyetlerimize kesin bir îman getirmemiş olduklarını söyler.” (en-Neml, 82)

DABBETÜL ARZ NE ZAMAN GELECEK, NE YAPACAK?

Allah Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Üç şey vardır ki onlar çıktığı vakit «önceden inanmayan veya îmânıyla bir hayır kazanmayan kimseye, artık îmânı fayda vermez». Bunlar; Güneş’in battığı yerden doğması, Deccâl ve Dâbbetü’l-Arz’dır.” (Müslim, Îman, 249; Ahmed, II, 445)

“Dâbbetü’l-Arz, beraberinde Süleyman’ın -aleyhisselâm- mührü ve Mûsâ’nın -aleyhisselâm- asâsı olduğu hâlde çıkar. Mü’minin yüzünü asâ ile parlatır ve kâfirin burnunu mühürle damgalar. Öyle ki, sofra ehli toplanınca biri diğerine (yüzündeki parlaklıktan dolayı) «Ey mü’min!» der, diğeri de (öbürüne, burnundaki mühür damgası sebebiyle) «Ey kâfir!» der. (Yani mü’min de kâfir de yüzünden tanınır.)” (Tirmizî, Tefsîr, 27/3187; İbn-i Mâce, Fiten, 31)

“Ortaya çıkış itibâriyle kıyâmet(in büyük) alâmetlerinin ilki, Güneş’in battığı yerden doğması ve kuşluk vakti insanlara Dâbbetü’l-Arz’ın çıkmasıdır. Bunlardan hangisi önce çıkarsa, diğeri de hemen onun peşinde ve yakındır.” (Müslim, Fiten, 118; Ebû Dâvûd, Melâhim, 12)

Dâbbetü’l-Arz, yerden çıkacak bir canlıdır. Ama bunun nasıl bir canlı olduğu, sahih hadislerde açıklanmamıştır. Konuşarak insanları îkaz edeceği anlaşılmaktadır. Emr-i bi’l-mârûf ve nehy-i ani’l-münker’in terk edildiği bir zamanda ortaya çıkacağı ve İslâm’dan başka bütün dinlerin bâtıl olduğunu îlân edeceği nakledilmektedir.

Ayrıca bu hâdise, inkâr edenlere, Allah Teâlâ’nın ölüleri nasıl dirilttiğini de açıkça göstermiş olacaktır.

Dâbbe, inkârcılara kıyâmetin yaklaştığını haber verecektir. Allah Teâlâ bu canlıyı konuşturarak, kâfirleri rezil rüsvâ edecektir. Çünkü onlar, en fasih lisân ile konuşan ve insanlığın en şereflisi olan Peygamber Efendimiz’in getirdiği en beliğ kelâmı, yani Kur’ân-ı Kerîm’i kabul etmekten yüz çevirmiş bedbahtlardır. Cenâb-ı Hak da onlara farklı bir canlının lisânından, onların anlayacağı üslûpla hakîkatleri bildirecektir. Kâfirlerin bundan sonra îman etmeleri, artık onlara fayda vermeyecektir.

Arap Kabile Temsilcilerinin Medine'ye Gelişi


Hicretin 9. (630-631) yılı “elçiler yılı” (senetü’l-vüfûd) olarak bilinir. Mekke’nin fethedilmesi, ardından büyük ve güçlü bir kabile olan Hevâzinlilerin İslamiyet’i benimsemesi, bir yıl sonra, Tâif’te yaşayan Sakîflilerin Medine’ye gelerek biat etmesi ve Kuzey Arabistan’ın Tebük Seferi ile İslam hakimiyeti altına girmesi, yarımadanın çeşitli yerlerinde yaşayan Arap kabilelerinin Medine’ye heyetler gönderip itaatlerini arzetmeleri sonucunu doğurmuştur. Bu gelişmeler arasında Mekke’nin fethiyle birlikte Kureyş kabilesinin Müslüman olmasının ayrı bir yeri vardır. Arap kabileleri, çok değer verdikleri ve Müslümanların en ciddi muhalifi olan Kureyş’in İslam’ı kabul etmesiyle kendi güç ve tutumlarını gözden geçirerek Allah’ın dinine girmeye başladılar. Nasr suresinde bu hususa şöyle işaret edilmektedir: “Allah’ın yardımı ve zaferi (Mekke’nin fethi) gelip de insanların Allah’ın dinine dalga dalga girmekte olduklarını görünce Rabbine hamd ederek O’nu tesbih et ve O’ndan mağfiret dile. Çünkü O, çok bağışlayıcıdır” (en-Nasr 110/1-3). Kabileleri adına Medine’ye gelip Hz. Peygamber’le görüşen heyetler, Müslüman olduklarını bildiriyor, kendileri ve kabileleri adına biat ediyor, dini bizzat tebliğcisinden öğrenmek istiyor, bazan da kabile mensuplarına öğretmen gönderilmesini talep ediyordu. Bu heyetler arasında Sakîf ve Hanîfe kabilelerinin temsilcileri gibi İslam’ın bazı temel ibadetlerinden muaf olup yasaklarından kaçınmamaya yönelik kabul edilemeyecek şartlar ileri sürenler veya menfaat elde etmek isteyenler de bulunabiliyordu. Bu arada Necranlı ve Tağlib kabilesine mensup Hıristiyanlarda görüldüğü üzere Müslüman olmaksızın cizye vermek suretiyle İslam devletinin hâkimiyeti altına girenler de vardı. Kabile heyetlerinin Medine’ye gelişleri, İslamiyet’i anlatmak için Rasûl-i Ekrem’e iyi bir imkân sağlıyordu. Sözü edilen heyetler Abdurrahman b. Avf, Remle bint Hâris, Ebû Eyyûb el-Ensârî ve Hâlid b. Velîd gibi sahabelerin evlerinde, bazan da ashâb-ı Suffe’nin yerinde veya mescidin avlusunda kurulan çadırlarda ağırlanıyordu. Rasûlullah, heyet üyelerine değer veriyor, kendilerine Kur’ân okuyup öğretiyor, dinin esaslarını ve ahlâk kurallarını anlatıyordu. Medine’den ayrılırken çeşitli hediyelerle uğurlanan heyetlere, dikkat edilmesi gereken hususlara dair bilgiler veriliyor, ayrıca vali, zekât veya cizye tahsildarı olarak ya da İslamiyet’i öğretmek üzere görevliler tayin ediliyor, bu hususlara dair yazılı belgeler düzenleniyordu. Elçi ve heyetlerin bu ziyaretleri Arabistan’ın çeşitli yerlerinde yaşayan kabilelerin Müslüman olduğunu ve Medine’nin, yarımadanın başşehri olarak benimsendiğini göstermektedir. İbn Sa‘d, eserinde, 9 (630) ve 10. (631) yıllarda Arabistan’ın muhtelif yerlerinden gelen yetmiş bir heyeti bir arada zikretmiş, bunların her biriyle ilgili çeşitli bilgiler vermiştir.

Çok sayıda Arap kabilesinin Müslüman olmasına rağmen başta Gatafân ve çeşitli kolları ile Hanîfe ve Esed gibi bedevi kabileleri arasında İslamiyet’in tamamen yerleşmiş olduğunu söylemek mümkün değildir. Kur’ân-ı Kerîm’de, Hz. Peygamber’e ve Müslümanlara düşman olan bedeviler eleştirilmiş, onların büyük çoğunluğunun takındığı olumsuz tavırlara daha çok “a‘râb” kelimesi etrafında temas edilmiştir (bk. et-Tevbe 9/90, 93-99, 101-102, 107-110, 120; el-Ahzâb 33/20; el-Feth 48/11-17; el-Hucurât 49/14-18). Bedeviler, Hendek Gazvesi’nden itibaren İslamiyet’e karşı tavır almaya başlamıştı (el-Ahzâb 33/20). Rasûlullah umreye giderken (6/628) Cüheyne, Müzeyne, Eşca‘ ve Eslem gibi Medine çevresinde yaşayan bedevî kabilelere haber göndererek kendisine katılmalarını istemiş fakat onlar İslam’a ve Rasûlullah’a bağlılıklarını tam olarak özümseyemediklerinden emrini yerine getirmemiş, umreden sonra da özür dilemişlerdir (bk. el-Feth 48/11-12, 16). Benzer bir durum Tebük Gazvesi sırasında da yaşanmıştır (bk. et-Tevbe 9/90, 97, 101, 120). Bedevi Gatafânoğulları’na mensup çeşitli kollar, hicretin 3. (624) yılından itibaren Medine çevresinde çeşitli yağmalama ve öldürme olaylarına karışmış, bu kabilenin İslamlaşması ancak elçiler yılında (9/630-631) sathi bir şekilde gerçekleşmiştir. Nitekim Rasûl-i Ekrem’in vefatından sonra Fezâre kolunun reisi Uyeyne b. Hısn irtidad ederek peygamberlik iddiasında bulunan Tuleyha b. Huveylid el-Esedî ile birleşti. Bunlardan başka büyük çoğunluğu bedevi hayatı yaşayan Benî Hanîfe de İslamiyet’ten uzak durmaya çalıştı. Bu kabilenin Seleme b. Hanzale başkanlığındaki heyeti, Hicret’in 10. yılında (631) Medine’ye gelerek Müslüman oldu. Ancak siyasi ve ekonomik emellere sahip bu kabile mensupları, Rasûl-i Ekrem’in rahatsızlığı esnasında, Hz. Muhammed (sav)’in peygamberliğe kendisini de ortak ettiği yalanını ileri sürerek peygamberlik iddiasında bulunan Müseylimetülkezzâb’ın etrafında toplanarak irtidad ettiler.

Öte yandan Benî Esed, Uhud Gazvesi’nden sonra Hz. Peygamber ve Müslümanların güç kaybettiklerini düşünerek Medine’ye ani bir saldırı yapmayı tasarladığı gibi Hendek Gazvesi esnasında da Tuleyha b. Huveylid kumandası altında bir birlikle düşman grupların ittifakı içinde yer aldı. 9 (630) yılında ise aralarında Tuleyha’nın da bulunduğu bir heyetle Medine’ye gelerek Müslüman görünmek zorunda kaldılar; kıtlık sebebiyle malî yardım talebinde bulundular ve zekâtlarını kendi aralarında toplayıp dağıtmak için izin istediler. Onların bu görüşmeler esnasında kaba tutum ve davranışlar sergilemeleri, menfaatlerini ön plana almaları, iman etmedikleri halde öyle görünüp Rasûl-i Ekrem’i minnet altında bırakmak istemeleri üzerine Hucurât suresindeki ayetler nâzil oldu (49/14-18). Hz. Peygamber’in rahatsızlığı sırasında Tuleyha peygamberliğini ilân etti, ardından da kendi kabilesinin dışında Fezâre, Zübyân, Tay ve Abs gibi bedevi kabilelerinden bazı kimselerin desteğini alarak Hz. Ebû Bekir’in halifeliği döneminde ayaklandı.