27 Ocak 2020 Pazartesi

Eşimin ailesi dinden uzak, ne yapmalıyım?


Soru Detayı

Kocamın ailesi oruç tutmaz, namaz kılmaz, ramazanda dahi içki içen insanlar. Bu durumda ben eşimin ailesiyle görüşmek istemiyorum, çocuğumun da onlardan etkilenmesini istemiyorum. Onlar bana yobaz gözüyle bakıyorlar, ama eşim bunu anlamıyor, beni zorluyor ve onlar için benimle kavga ediyor.

Cevap

Evlilikte sadece eşlerin değil, ailelerinin de kültürel ve dini hassasiyetler açısından birbirine denk olması önemlidir. Çünkü evlilikte yaşanacak sorunların kaynağı da, huzur ve mutluluğun vesilesi de dini hassasiyetler konusunda uyumlu bir beraberlik ve uyumlu bir ailedir. Aksi bir durum karı-koca arasında özellikle evlendikten sonra, boşanmaya kadar varacak ciddi sorunlara neden olabilir. Nitekim ülkemizde yaşanan boşanmaların ikinci ana nedeni, çiftlerin aileleriyle olan ilişkilerinden kaynaklanan sorunlar olması tesadüfü değildir.

Sizin de böyle uyumsuzluktan dolayı zor durumda olduğunuzu, dini hassasiyetleriniz, evlilik sorumluluklarınız, vicdanınız ve ebedi hayat arkadaşınıza olan sevginiz arasında kaldığınız anlaşılıyor. Unutmayalım, evlilik hayatında ölümden başka her şeyin çaresi vardır. Ümitsizliğe kapılmadan, en uygun çözüme odaklanmak inşallah size huzuru ve aile saadetini getirecektir.

Evlilik hayatında asıl olan, Allah’ın rızasını daha iyi kazanıp huzurlu bir hayat sürmektir. Bu ise, karı-kocanın kulluk vazifelerini yerine getirmeleri, karşılıklı sorumluluklarına azami derece ihtimam göstermeleri ve ihtiyaçlarını karşılıklı olarak gidermeleriyle mümkündür.

Bu anlamda İslamiyet karı-kocaya karşılıklı bazı sorumluluklar yüklemiştir. Peygamber Efendimiz (asm) Veda hutbesinde “Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, onların da sizin üzerinizde hakları vardır.” (Müsned, 1/384, 453) diyerek karşılıklı hak ve hukuka dikkat çeker.

Bu çerçevede karşılıklı iyi muamele, sevgi, saygı, sadakat, birbirinin biyolojik ihtiyaçlarını giderme, birlikte oturma, çocukların bakım ve terbiyesi, birbirlerinin değerlerine saygı göstermek eşlerin ortak hak ve görevlerindendir. Bunlar aynı zamanda huzurlu ve mutlu bir evliliğin de şifreleridir.

Karı-kocanın birbirinin ailesiyle olan ilişkilerine de öncelikle karşılıklı yükümlülükler açısından bakılmalıdır. Çünkü toplumumuzda her bölgede örf ve geleneklerimiz gelin ve damadın aile ile birlikte olmasını ve bütünleşmesini ister.

Dolayısıyla eşin ailesinin, dini inançları ne kadar zayıf olursa olsun, hatta gayr-ı Müslim de olsa ziyaret edilmesi örfi bir yükümlülüktür. Bu çerçevede Kuran-ı Kerim de eşler arasındaki birçok hukuku, örf ve geleneklere bırakmış, örfe uygun davranmalarını istemiştir. Peygamber Efendimiz (asm) bu manaya dikkat çekmek için; “Müslümanların güzel gördükleri şey, Allah indinde de güzeldir.” (Müsned, 1/379) buyrulmuştur.

Yalnız burada dikkat edilmesi gereken şey, ailelerle ilişkilerde karı-kocanın birbirini zorlamaması ve belirli sınırları koruyarak karşılıklı anlayış içinde kendi aralarında mutabakata varmasıdır. Ziyareti kesmek, torunlarını dede ve ninelerinden uzaklaştırmak değil de, ailelerin ne zaman ve hangi sıklıkla ziyaret edileceği ve ne kadar kalınacağı konusunda müşterek bir karar vermeleri birçok sıkıntıyı ortadan kaldıracaktır.

Dini duyarlılığınızdan dolayı, kocanızın ailesi ile ilgili yaşadığınız sıkıntılar varsa, bunu kocanıza uygun bir zamanında yumuşak bir üslupla anlatabilirsiniz. Mesele, birlikte olduğunuzda içki içmemeleri, sizin dini yaşantınıza müdahale etmemeleri konusunda o da ailesini uyarabilir. Tüm bunlar, iyi niyetle ve güzel bir üslupla ifade edildiğinde karşılığını bulacaktır.

Konuyu, sadece yükümlülükler açısından değil de, ebedi hayat arkadaşına olan sevgi ve saygı açısından da değerlendirmek gerekir. Yani evlilik hayatında arzu edilen huzur ve mutluluk açısından da bakmak gerekir:

Eğer bir eş, ailesinin ziyaret edilmesini istiyor ve bu konuda ısrar ediyorsa, diğer eşe düşen şey, öncelikle eşini anlamaya çalışmaktır. Onun ailesi yanında zor durumda kaldığı ve bu konuda sitemler işittiğini düşünüp, ebedi hayat arkadaşını zor durumda bırakmaması kişinin hem ahireti hem de dünyası için en hayırlı olanıdır. Gerekirse bu konuda fedakârlıkta da bulunulmalıdır.

Kocanızın sizi bu konuda zorlamaması, sadece arzu ve talepte bulunması en doğrusudur. Ancak sizin de, kocanızın sizi neden zorladığı ve onu buna iten psikolojik dinamiklerin neler olduğu konusunda onu anlamaya çalışmanız gerekir.

Bu durumda hayat arkadaşınızın sevgisini daha çok kazanacak, daha huzurlu bir evlilik sürdüreceksiniz. Çünkü hiçbir erkek veya kadın, ailesini sevmeyen, beğenmeyen, onlara gidip gelmeyen bir eşi tam sevemez, onun isteklerine cevap veremez.

Birçok erkeğin, hanımına karşı olan agresif ve sert davranışlarının altında, hanımının ailesine karşı eleştirel bakışı ve iletişimini kesmek istemesinin yattığını görmekteyiz. Çünkü bu durum toplumda erkeğin eksikliği, zayıflığı, başarısızlığı, güçsüzlüğü şeklinde algılandığı için psikolojik olarak eziklik yaşamasına neden olacaktır. Bu duruma düşmesinin nedeni olarak hanımını gördüğünden maalesef ona karşı öfkeli davranışlar sergiler.

Bunda erkeklerin kendi sorumlulukları da yok değildir. Çünkü bir erkeğin ailesi ve hanımı arasında çıkan her türlü anlaşmazlıkta, şartsız olarak ailesinin yanında yer alması, Allah’ın emaneti olan hanımını ciddi anlamda yaralar. Kadın, bu durumda kendisini değersiz hissedeceği için kocasının ailesi ile ilişkisini asgari düzeyde tutmaya çalışacak veya hiç gitmeyecektir. Oysaki bir kocaya düşen vazife, kim haklıysa çekinmeden onun yanında yer almaktır. Allah’ın da istediği budur.

Kocanızın ailesi ile daha iyi ve yakın ilişkiler kurmanız, ziyaret edip, sevgilerini kazanmanız onların dini duyarlılıklarını artıracaktır. Böylece hatalarını anlayıp, sizi “yobaz” olarak değil, İslam’ın güzelliğini sergileyen bir rol model olarak göreceklerdir.
Çocuklarınızın etkilenip etkilenmemesi konusuna gelince:

Öncelikle çocuklarınızın manevi açıdan temiz kalmalarını istemenizden daha doğal bir şey olamaz. Bu konuda kocanızla görüşüp, çocuklarla birlikte yaptığınız ziyaretlerde ailesinin dine aykırı davranış ve tutumlardan kaçınmaları istenebilir.

Bunun dışında çocukları korumanın tek yolu, onların dede ve ninelerinden uzak kalması değildir. Çünkü çocukların ruhsal ve manevi gelişimini etkileyen çok sayıda faktör var. Anne-babanın söz ve davranışları, TV, sanal medya, çevre, okul, arkadaşlar vb. Yani çocuklar sadece bir açıdan etkilenmiyorlar. Siz, onları manevi açıdan terbiye eder ve bilinçlendirirseniz başkalarında gördükleri onları çok etkilemeyecektir. Burada önemli olan sizin karı ve koca olarak söz ve davranışlarınızla onlara güzel örnek olmanızdır.

Aile ilişkileri başta olmak üzere, karı-koca arasında yaşanan hiçbir konu tartışılarak ve kavga edilerek çözülmez. Aksine kördüğüme dönüşerek, daha büyük yaraların açılmasına neden olur.

Bu konuyu kocanızla mutlu bir vaktinizde, baş başa iken usulüne uygun konuşursanız o da sizi anlayacaktır.

Kocanız kavga başlattığında, “Seni anlıyorum, ailene gitmediğim için kızgınsın. Senin böyle yüksek sesle konuşmandan dolayı ben de çok kırılıyorum, üzülüyorum. Bunu daha müsait bir vaktimizde konuşalım.” derseniz, tepkisi daha olumlu olacaktır.

Unutmayalım Yüce Yaratıcı, Kuran’da evli çiftlere birbirine karşı hakkı gözetmelerini, adil olmalarını, “iyi geçinmelerini” emreder.

26 Ocak 2020 Pazar

Riya-gösteriş 2


İbn Abbâs’ın naklettiğine göre, Resûlullah (sav): 


“Kim (işlediği hayrı şöhret için) insanlara duyurursa, Allah onun (gizli işlerini) duyurur. Kim de (herhangi bir hayrı) gösterişçe yaparsa, Allah da onun gösterişçiliğini meydana çıkarır.” buyurdu.

(B6499 Buhârî, Rikâk, 36; M7476 Müslim, Zühd, 47)

***

Ebû Hüreyre’nin naklettiğine göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Allah sizin dış görünüşlerinize ve mallarınıza bakmaz, bilakis kalplerinize ve amellerinize bakar.”

(M6543 Müslim, Birr, 34)

***

Alkame b. Vakkâs el-Leysî, Ömer b. Hattâb’ı şöyle derken dinlemiştir: Resûlullah (sav) şöyle buyurdu: “Ameller ancak niyetlere göre değer kazanır. Herkes niyet ettiği şeyin karşılığını alacaktır...”

(D2201 Ebû Dâvûd, Talâk, 10-11; B1 Buhârî, Bed’ü’l-vahy, 1)

***

Ebû Musa el-Eş’arî (ra) anlatıyor: “Bir bedevî Hz. Peygamber’e (sav) şöyle sordu: ‘Bir adam var, ganimet elde etmek için savaşıyor, bir adam da kahramanlığı duyulsun diye, bir diğeri de görülsün diye savaşıyor. Bunlardan hangisi Allah yolundadır?’ Allah Resûlü ona, ‘Kim Allah’ın kelimesini (mesajını) yüceltmek için savaşırsa işte o Allah yolundadır.’ buyurdu.”

(B3126 Buhârî, Farzu’l- humus, 10)

***

Enes b. Mâlik’in naklettiğine göre, bineğinin üzerinde eski bir eyer ve dört dirhem edip etmeyeceği meşkük bir kadife örtü üstünde ( mütevazı bir şekilde) hacceden Hz. Peygamber (sav) şöyle dua etmişti: “Allah’ım! riyasız ve gösterişsiz bir hac eyle.”

(İM2890 İbn Mâce, Menâsik, 4)


Hadislerle İslâm Cilt 3 Sayfa 593

25 Ocak 2020 Cumartesi

Riya-gösteriş 1


el-Müstevrid (b. Şeddâd b. Amr)"in naklettiğine göre,

Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:

“…Kim, görsünler ve duysunlar diye bir kişiyi yüceltirse Allah da kıyamet günü onun gösteriş ve insanlara duyurma niyetini ortaya çıkarır.”

(D4881 Ebû Dâvûd, Edeb, 35; DM2776 Dârimî, Rikâk, 35)

Hadislerle İslâm Cilt 3 Sayfa 591

24 Ocak 2020 Cuma

Buhâri'nin ra kaynakları


Kaynakların iç dinamiği ve özgünlükleri noktasından hareket eden ve bu konudaki tetkikleri usul alimlerinden daha fazla önemseyen Fuat Sezgin bilimler tarihçisi olmasının yanında hadis alanında önemli bir çalışma yapmıştır.

Bir literatürün adım adım nasıl değerlendirileceğinin metodunun sergilendiği, 1956 yılında yayımlanan Fuat Sezgin'in Buhârî'nin Kaynakları adlı eser Türkçe'de genelde ihmal edilmiş bir eserdir. Eser özellikle Batı'da gerçekleştirilen çalışmalarda sıkça atıfta bulunulan ve pek çok çalışmanın yapılmasına imkan tanımış bir eserdir.Sezgin'in daha sonra ağırlıklı çalışma alanı olarak farklı ve yoğun uğraşlar içine girmesi eserin yeniden ele alınmasını bugüne değin sağlamamış olsa da bu çalışma ilim tarihi ve kaynakça tarihi açısından bir boşluğu doldurmuştur.

Ali Dere, Fuat Sezgin'in Buhârî'nin Kaynakları adlı eseri için şunları yazmıştı yıllar önce: "Burada, Buhârî'nin, eserini nasıl bir edebî muhit içinde ve hangi maksatla meydana getirdiği üzerinde durulurken, yapılan kaynaklar arası karşılaştırma ve metin değerlendirmeleri, Buhârî'nin Sahîh'i özelinde gerçekleştiriliyor olsa da, izlenen yöntem teorik çerçevede ifade edilerek, herhangi başka bir kaynağın özellikleri ile bizzat onun kaynaklarını araştırmaya, bize ulaşmayan eserlerin izlerinin yer aldıkları diğer eserler içerisinde takip edilerek bunlar hakkında bilgi sahibi olmaya, hatta bunları yeniden inşa etmeye imkan verecek donanım tarif edilmektedir."

Rivayet Geleneğinin Ortaya Çıkışı

Kaynakların iç dinamiği ve özgünlükleri noktasından hareket eden ve bu konudaki tetkikleri usul alimlerinden daha fazla önemseyen Fuat Sezgin bilimler tarihçisi olmasının yanında hadis alanında önemli bir çalışma yapmıştır. Hadislerin sıhhat probleminden öte eserlerin yazılış sebepleri ve özelliklerine ilişkin çalışması pek çok kişiyi şaşırtmıştır. Çünkü bir hadis kitabının filolojik kaynaklarını veya genel olarak kaynaklarını araştırmak gibi daha önce üzerinde düşünülmeyen, düşünülmediği için bilinmeyen bir konuyu irdelemiştir. O yıllar da Buhârî ile diğer hadis kitap ve meselelerini muhtelif bakımlardan ele alan modern araştırmalara, Buhârî'nin -diğer hadis musannıfları gibi- kendinden ev­vel mevcut bir literatürden faydalanmak imkânından mahrum kaldığı, İslam ülkesinin muhtelif yerlerini bir bir dolaşıp hadis ravileriyle te­mas etmek suretiyle topladığı şifahi haberlerden Sahih'ini telif ettiği şeklindeki yargı hâkim bulunuyordu. Sezgin hadislerin yazımın yasaklanması bahsinin zayıf bir uygulama olmakla birlikte hicri altıncı yüzyıla değin sürdüğünü de belirtir. Hadislerin naklinde sahabeden itibaren yazılmış kitapların yerini ve itibarını özümleyerek ortaya koymaya çalışır Sezgin. Hafıza ile yazı ve nakilde sadakat ilkesini esas alan İslami rivayet geleneğinin ortaya çıkış ve gelişim koşullarının anlaşılabilmesi için kaçınılmaz bir çabanın sonucunda ortaya çıkan teorisi genel olarak şöyle özetlenebilir: Önce oryantalistler ardından Müslümanların son yüzyılda büyük hadis kitaplarının muhtevasının sözlü olarak kulaktan kulağa aktarıldığını düşünüyorlardı. O ise Buhâri'nin kaynaklarının ilk yüzyıla değin uzandığına kaniydi. Müslümanların dipnot metodunu raviler yoluyla ortaya koyduğuna inanıyordu. Hafızanın sakladıklarını tümüyle yadsımıyordu elbette.Kitabın satırlarının tespit ettiklerini belirginleştirmeye ve bunun isnad zinciri içine nasıl yedirildiğine dikkat kesiliyordu.Hadis naklinde kitapların işgal ettiği yeri,ahberenâ, haddesenâ ve benzeri lafızların ardına kitapların nasıl saklı kaldıklarına dair misaller içinden seçtikleri yer alıyor çalışmada. Doçentlik tezi olarak kaleme aldığı kitabı bütün bütüne bu tezin savunusu niteliğindedir. Almanca olarak ilk cildi 1967 yılında yayımlanan kitabında aynı zamanda hadis teorisini de bütün dünyaya tanıtır Fuat Sezgin.O zaman onun teorisi için "Böyle bir teori getiriyor ama bunun doğruluğunun yanlışlığını zaman gösterecek" şeklinde ihtiyatlı bir üslupla yaklaşırlar. Aradan geçen yıllar içinde Sezgin'in bu teorisine karşı çıkan öbekler oluşur farklı Batı ülkelerinde. O ise gün geçtikçe elde ettiği verilerle elde ettiği sonuçların da katkısıyla teorisinin yüzde yüz doğru olduğuna inanır.

Ravi Dipnot Sistemi


Sefer Turan şöyle diyordu Bilimler Tarihçisi Fuat Sezgin kitabının girişinde: "Buhârînin Kaynakları başlıklı doçentlik tezi çalışması alanında bir ilk olma özelliği taşıyordu.Çünkü Fuat Sezgin bu çalışmasında bilinen yaygın kanaatin tersine İslam'ın ilk dönemlerindeki Hadis nakillerinin sözlü değil yazılı kaynaklara dayandığını savunuyordu.Bu hâlâ alanında çok önemli bir kitap olarak kabul edilir." Gerçekten de söz konusu eser, en azından temel kaynakları literatür tarihi açısından ele almanın ne gibi üstünlük sağladığını göstermesi açısından ayrı bir önem taşımaktadır. Zira, bir hadis kitabının filolojik kaynaklarını veya umumi olarak kaynaklarını araştırmak gibi daha öncesi için meçhul olan bir meseleyi irdeleyen bu çalışmada, bir literatürü kendi iç dinamikleri açısından ele alabilme avantajları kullanılarak, normatif yaklaşımın bu eserlere ilişkin çözemediği sorunlarda bile isabetli izahlara ulaşılmaktadır. Burada sunulan izahlar ise, gerek Batı ve gerekse İslam dünyasındaki yanlış bir çok kanaate mukni cevap mahiyeti taşımaktadır. Çünkü hadis teorisinin yanlış anlaşılması,Müslümanların tarihinin Avrupalılar nezdinde tanınmayışının sebeplerinin başından gelmektedir. Sözlü kültürün egemenliğinde aktarılan hadislerin güvenilirliğinden önemli ölçüde uzaklaşacağı ise inkâr edilemez.Hürmet ettiği oryantalistlerin hadis meselesindeki ravi dipnot sistemini anlamamış olmalarını bir türlü affedemez Sezgin.

En güvenilir Hadis koleksiyonunun Sahih-i Buhari olduğu bilinir.Bunun niçin böyle olduğu, Fuat Sezgin'in doktora tezinin konusuydu. Sezgin, Buhari'nin derlediği Hadis kaynaklarının bizzat Peygamber'in yaşadığı yedinci yüzyıla kadar indiğini belgeledi. Bunu nasıl mı yaptı? Hadisleri sıkı bir incelemeden geçirerek. Onu bu yola düşüren ise Arap filologlarından Ebû 'Ubeyde'nin (öl. 210) Mecâzul'l Kur'ân adlı eserdir. Şöyle anlatır bunu Sezgin: "Beni yazma eserlerle tanıştıran bir çalışmaydı.Bu kitabın bir nüshası Ankara'da İsmail Saib'in Kütüphanesinde bulmuştum.Hocam Ritter de İsmail Saib'i çok severdi.İsmail Saib'in kitapları Ankara'ya taşınınca hocam da Ankara'ya gitmiş orada aramış,bulmuştu.Çalışmaya başladım.Fakat bu el yazması eser çok eski olmasına rağmen sadece tek nüshasına göre neşretmek zordu.Bunun üzerine iz sürmeye başladım,aradım taradım sonunda kitabın ikinci bir nüshasını buldum.Hocam çok şaşırmıştı: "Ben otuz senedir bu kitabı arıyorum,sen nasıl buldun,vallahi aferin sana!" dedi.Böylece hocamın teklif ettiği bu kitap benim doktora tezim oldu ve 1951 yılında bitirdim.Bu tezi hazırlarken Mecâzul'l Kur'ân'ın kaynaklarını aramaya başladım.Bu sırada da İbn Hâcer el-Askâlânî'nin 'Tehzib' adlı eseriyle karşılaştım.Muammer b.Musemma'yı Buhari'nin,kitabında 'Muammer' diye zikrettiğini öğrendim; 'Buhari'nin ne alakası var bu kitapla?' dedim.

Buhari'nin kitabının sekiz büyük bölümü vardır, bir kısmı tefsirdir.Buharî'nin kitabına baktım; 'Kâle: Muammer' diye(yani,Muammer dedi ki) alıntılar yapıyor.Bunu okuyunca baktım ki Buharî, Mecâzul'l Kur'ân'dan da cümleler iktibas ediyor.Yani bir hadis kitabında,bir filoloji kitabından alınma uzun uzun cümleler var.Hatta yer yer aşağı yukarı, kitabı ihtisar etmiş.Bu durum bütün hadisler hakkındaki tasavvurumu allak bullak etti.Bunun üzerine karar verdim,tezi bitirince Buharî'ye bakacaktım.Acaba Buharî ara sıra da olsa yazılı kaynak kullandı mı? Böylece Buharî çalışması başlamış oldu."

Konuyla ilgili olarak eserine 1956 yılında önsözde ise şunları ifade eder: "Bir hadis kitabının filolojik kaynaklarını veya umumi olarak kaynaklarını araştırmak meselesi, bidayette -bildiğime göre- daha evvelce üzerinde durulmamış olan ve neticesi tamamıyla meçhul bulunan bir mevzu idi. Mevzuu ele alırken Buhârî'nin kitabını, asırlardan beri meydana getirilen şerhleri, terâcim-i ahvâl ve hadis usûlü kitapları ve sair ilgili eserlerin verdiği bilgi muvacehesinde tetkik etmeyi ve daha evvelki filologlardan yaptığı iktibasları tespit etmeyi tasarlamıştım. Netice çok ümit verici olmasa bile, filolojik bakımdan, Buhârî'nin Mecâzul'l Kur'ân'dan faydalandığı muhakkak gibi görünüyordu. Bu keyfiyet gerek Mecâz'a başvurmak ve gerekse sarihlerin verdiği bilgilerden faydalanmak suretiyle öğrenilebiliyordu. Bu çalışma Müslümanlar dâhil olmak üzere, günümüz insanlarının İslam medeniyeti tasavvurlarındaki küçümseyici ve bir anlamda ciddi bir anlama sorununa işaret eder. Genel olarak Goldziher'in ulaştığı sonuçlar üzerinden hareket edilmesi ve hem temel problemlerde hem de teferruatta ona atıfta bulunulmaktadır. Goldziher ise büyük ölçüde Sprenger'den etkilenmiştir ona göre. Sprenger büyük ölçüde hadisin aslen sözlü olarak aktarıldığı yanlış inancını büyük ölçüde ortadan kaldırmıştı. Goldziher ise sonraki dönemde gerek kelami ihtimamın,gerekse dini kaygının hadisin yazılmasına karşı bir hoşnutsuzluğa sebebiyet verdiğini ve böylece kendilerinin tekrar belli yanlış bir inancı oluşturduklarını düşünmektedir.Onun hadis literatürüne ilişkin bu yaklaşımı doğrulanmış da değildir. Bu konuda şunları yazmıştır Sezgin o yıllarda: "araştırıcı -bu kanaatin tamamıyla aksine- hadislerin ilk yazılı kaynaklarını keşfetmiş olmak gibi bir şöhret kazanmıştı. Bazı selefleri gibi, hicrî birinci asırda, ha­dislerin bazı yazılı vesikaları bulunduğuna dair kayıtlara rastlayarak, Müslüman alimlerin, yanlış olarak hadisleri tamamıyla şifahi malze­melerden ibaret addettikleri zehabına kapılmış; buna mukabil müte­akip asırlarda meydana getirilen musannaf hadis kitaplarının -daha evvel bazı hadis vesikalarının mevcudiyetini kabul etmesine rağ­men- malzemelerini hadis ravilerinin şifahi haberlerinden topladıkla­rı neticesine varmıştı."

Müslümanların Kültürel Özelliği

İslam'ın ilk yıllarında hadislerin sahife veya cuz' diye belirtilen defterlerde yazılı olarak kaydedildiğini bir vakıa olarak kabul eden Goldziher müteakip dönemde tereddütlerin ortaya çıktığını ve hadislerin yazılı olarak muhafaza edilmediğimi kabul etmektedir. Bunun devamında ise hadis edebiyatının devamına ilişkin verileri çürütmekte ve hadis mecmualarının başlangıçlarını hicri ikinci asrın ilk yarısına yerleştirmektedir. Bu mecmualar ise onun kanaatine göre toplayıcıların(câmiler) mevcut bir literatürden seçtikleri tenkit süzgecinden geçirilmiş ve tasnif edilmiş bir hadis koleksiyonu değildir.bunların yazarları daha ziyade uzun yolculuklarda sözlü rivayetleri toplayıp bir araya getirmişlerdir. Sezgin ise hadislerin ilk zamanlardan itibaren yazılı olarak nakledildiğini sonradan hadislerin önce tedvin sonra tasnif edildiğini ifade eder. Goldziher'in ise tasnif ve tedvin farkını ihmal ettiğinin altını çizer. Ortaya attığı problemi ele alırken hadis sahasındaki tahammulu'l-'ilm (ilmin elde edilmesi) denen mekanizmaya ayrı bir önem atfeder Sezgin. Çünkü ona göre bu diğer kültür çevrelerinde örneği olmaksızın İslam kültürüne has bir mekanizma olup, modern çalışmalardaki yanlış anlamanın ana nedenini oluşturmaktadır. Hadis usulü kitaplarında zikredilen tahammulu'l-'ilm metodlarından yalnızca üçüne icâze, münâvele ve vicâde'yi tanıyan Goldziher diğer metotların farkında olmaksızın genellemelere varmayı denemiştir. Oysa semâ,kırâ'a, kitâbe ve mukâtebe,vasiye gibi metotlar bilinseydi erken dönem İslam döneminin metin rivayet etme adeti daha iyi anlaşılabilirdi.Nakil işinde başından beri münhasıran yazılı dokümanların nazarı itibara alındığını ve isnadlarda müellif isimlerinin yer aldığını belgeler Buhârînin Kaynakları'nda Fuat Sezgin.

Tefsir ve hadis geleneği kısacası rivayet geleneği dediğimiz son derece ilmi usule odaklanır. Çalışması etraflıca ele alınıp esaslı bir tenkide tabi tutulduğunda, onun meseleyi inceden inceye tetkik ettiği anlaşılmaktadır.

Fuat Sezgin, Buhârînin Kaynakları, Kitabiyat Yayınları, 2001, 399 sayfa


23 Ocak 2020 Perşembe

Peygamberimizin günlük Kuran okuması nasıldı?


Kur'an okumakla emrolunan (Neml, 27/91,92) ve onu tertîl üzere kıraat etmesi istenen (Müzzemmil, 73/4) Resûl-i Ekrem (asm) Efendimiz, her konuda olduğu gibi Kur'an’ı okuma hususunda da gerek kavlî gerek fiilî sünnetiyle bütün Müslümanlara örnek olmuştur.

Hz. Peygamber (asm) Efendimizin günlük ne kadar Kur'an okuduğu, Kur'an’ı nasıl okuduğu ve tilavetlerinde öne çıkan vasıfların neler olduğu hakkında kaynaklarda bazı bilgilere rastlamak mümkündür.

Hz. Peygamber (asm), her fırsatta, her yerde ve çokça Kur'an'ı okuyan; Kur'an ise düşünce, inanç, ahlak ve eylem planında Hz. Peygamberi (asm) dokuyan bir mesajdır. O, Kur'an okumaktan hiç bıkmaz, yorulmaz, ondan hiç ayrılmaz ve uzun uzun ondan okurdu. Evde, panayırda, sohbette, namazda hep Kur'an okurdu. Gece sabahlara kadar ondan bir ayetle sabahladığı bile olurdu. Kur'an, onun menbaı, melcei, dilinden düşürmediği dua ve virdi idi.

Onun davetinin temelini Kur'an ayetleri oluştururdu, O, Kur'an merkezli konuşurdu. Kur'an ayetleri, onun tesbih ve virdi olmuştu. O'nun günü Kur'an ile başlar, Kur'an ile sona ererdi.

Sabah namazından sonra Haşr suresinin son ayetlerini, yatsıdan sonra Bakara suresinin son ayetlerini okur ve okunmasını tavsiye ederdi.

Bunun yanında onun günlük hayatında sürekli okuduğu Kuran'dan virdleri vardı. Geceleyin Alu Imran'ın son ayetleri, Ayet-i el-Kürsî, Muavvizât (İhlas, Felak, Nâs sureleri) gibi.

Konuyla ilgili bazı rivayetler şöyledir:

1. Peygamber Efendimiz (asm) her gün Kur'an’dan bir miktar okumayı kendisine vazife edinmişti. (Tirmizî, Fezâilü’l-Kur’an, 17)

2. Hz. Âişe (r.ah) Allah’ın Nebîsi (asm)’nin Kur'an’ın hepsini bir gecede (sabaha kadar) okuduğunu hatırlamadığını ifade etmiştir. (İbn Mâce, İkâmetü’s-salât, 176)

3. Hz. Aişe'nin bildirdiğine göre Peygamberimiz (asm) bir gece Al-i Imran suresinin son on ayetini gözyaşları içerisinde okur ve “Bu ayetleri okuyup derin derin düşünmeyen kimseye yazıklar olsun!” buyururdu. Yin Ebu Hüreyre'den gelen bir rivayette, Peygamberimizin her gece bu son on ayeti okuduğu haber verilmiştir. (İbn Kesîr, Tefsîr, I, 440-441)

4. Huzeyfetülyeman, bir defasında onun gece namazının bir rekatında Fatiha, Bakara, Al-i İmran ve Nisâ surelerini (yüz sayfadan fazla) okuduğunu anlatır. (Ahmed, V, 284)

5. Rivayet edildiğine göre Peygamberimiz (asm), bir gece, şu bir ayeti sabaha kadar tekrarlayıp durmuştur (Ahmed, V, l56):

"Eğer onlara azab edersen, şüphesiz onlar senin kullarındır. Onları bağışlarsan, şüphesiz sen aziz ve hakimsin!” (Maide, 5/118)

Peygamberlik hayatı boyunca namazda ve namaz dışında Kur'an okuyan Peygamber Efendimiz (asm)'in kıraatlerine bizzat şahit olan sahabilerin tespitlerinin ışığında konuya baktığımızda, konuyu şöyle özetlemek mümkündür:

- Kur'an-ı Kerîm’i tertil üzere (ağır ağır, tane tane) okumuş, harf ve kelimeleri adeta tefsir edercesine kıraat etmiştir.

- Ayetlerin manalarına yoğunlaşarak okumuştur. Zaman zaman bazı ayetler üzerinde tekrarlar yapmış, derin hakikat ve hikmet ihtiva eden bölümler üzerinde uzun uzun tefekkürde bulunmuş, rahmet ayetlerinde Allah’tan istemiş, azap ve inzar ayetlerinde O’na sığınmıştır.

- Kur'an'ı hem kavlen, hem aklen hem de kalben tilavet etmiştir. Dili ile lafızları tertîl ederken, aklı ile manaları üzerinde durmuş ve nihayet kalbi ile de Kur'an’dan nasipdar olmuştur.

- Gündüzünde olduğu gibi gecesinde de Kur’an okumaya zaman ayırmıştır.

- Bir oturuşta yahut bir gece sabaha kadar sayfalarca Kur’an okumak yerine, her gün bir miktar tefekkür boyutuyla tilavet etmeyi tercih etmiş, bazen tek bir ayeti sabaha kadar okumaya devam etmiştir.

- Başkasından Kur’an dinlemeyi sevmiştir.

İlave bilgi için tıklayınız:

- Kur'anı makamla okumanın bir sakıncası var mıdır?


22 Ocak 2020 Çarşamba

Koku Sürünüp Guslettikten Sonra Güzel Kokmaya Devam Eden Kimse

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
5. BÖLÜM GUSÜL

14. Koku Sürünüp Guslettikten Sonra Güzel Kokmaya Devam Eden Kimse

270- İbrahim İbn Muhammed İbn el-Münteşir babasından şöyle nakletmiştir: "Hz. Âişe'ye İbn Ömer'in "Benden güzel koku yayıldığı halde ihrama girmeyi İstemem" dediğini hatırlatıp bu konuyu sordum. Hz. Aişe 
radıyallahu anha şöyle dedi; "Ben Allah Rasûlü'ne Sallallahü Aleyhi ve Sellem koku sürdüm. Sonra o, diğer hanımlarının yanına gidip (onlarla bir­likte oldu). Daha sonra ise, İhrama girdi."

271- Hz. Âişe'den 
radıyallahu anha şöyle nakledilmiştir: "Allah Rasûlü Sallallahü Aleyhi ve Sellem ihramlı iken, saçlarının ayrıldığı yere sürülmüş kokunun beyazlığına bakıyordum. [Hadisin geçtiği diğer yerler:1538,5918,1923]

Açıklama
(Saçlarının ayrıldığı yer) Bu metin iki şekilde bab başlığına uygun olabilir: Hz. Âişe'nin 
radıyallahu anha bu ifadesi önceki hadisin devamı niteliğinde olabilir.

Gusül abdesti ihramın sünnetlerinden biridir. Nitekim Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem ih­ramdan önce gusül abdesti almayı hiç terk etmemiştir.[Bab başlığı kokunun gusülden sonra etkisini sürdürdüğü durumları konu alan hadisler için konmuştur. Bu hadiste ise açıkça gusül abdestinden bahsedilmemiştir. Ancak Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem saçlarını ayırmasından onun guslettiği sonucu ortaya çıkar. Burada neden guslettiği sorusu gündeme gelir. Şarihin de ifade ettiği gibi, iki nedenden dolayı gusletmiş olabilir. (H.Aldemir)  ]

Bu hadise göre, ihramlı birinin sonradan güzel koku sürünmesinin aksine, önceden kullandığı bir kokunun bedeninde kalmasında bir sakınca yoktur.

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

21 Ocak 2020 Salı

EN'ÂM SÛRESİ NE ANLATIYOR?


Kur'an-ı Kerîm'in altıncı suresi, Mekke'de bir defada nazil olmuştur. Ancak; 91, 92, 93 ve 151, 152, 153. ayetlerin Medine'de indiği rivâyet edilir. Surenin bütünü 165 ayet, üçbinelli iki kelime, onikibinikiyüzkırk harften ibarettir. Fasılası; nun, mim, lâm, zâ, râ harfleridir.

En'âm suresinde Allahu Teâlâ, şirki reddederek, tevhid'e, ahirete imana çağırır; bâtıl inançları yok eder; temel ahlâk ilkeleri koyar; Hz. Peygamber'e yöneltilen itirazlara cevap verir; Resulullah ve müminleri teselli eder, kâfirlere uyarı ve tehditlerde bulunur, Hz. İbrahim (a.s.)'in kıssasına yer verir; kitap, hüküm ve nübüvvet verilen seçkin kulları (peygamberleri) zikreder.

Bu sure, Mekke'de inen diğer sureler gibi Allah'a ve Peygamber'e imanı kökleştiren, tevhîd inancını aşılayan, câhiliye devrinden gelen bozuk inanç ve kanaatleri sarsan, insanları varlıklar üzerinde düşünmeye çağıran özelliklere sahiptir. Sure, yüce Allah'a övgü ve hamd ifadeleriyle şöyle başlar: "Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı vareden Allah'a mahsustur. Böyleyken kâfirler hâlâ Rablerine başkalarını eşit sayıyorlar. Sizi çamurdan yaratan, sonra size bir ecel takdir eden O'dur. Tayin edilen bir ecel de O'nun katındadır. Sonra bir de şüphe ediyorsunuz. Göklerde ve yerde Allah sadece O'dur. O sizin gizlinizi de açığınızı da ve ne kazanacağınızı da bilir'' (el-En'âm, 6/1 -3).

Surenin bütününde telkin edilen hususlar şöyle özetlenebilir. Bütün varlıkları yaratan Allah'tır. Rızkı veren ve mülkün sahibi olan O'dur. Gerçek hükümranlık, güç ve kudret O'nundur. O, bilinmeyen şeyleri ve sırları bilendir. Geceleri gündüze çevirdiği gibi, gözleri ve kalpleri döndüren de Allah'tır. Bu yüzden, insanların hayatına hükmedenin de Allahu Teâlâ olması gerekir. Yol çizmek, hüküm koymak, helâli ve haramı belirtmek yalnız O'nun yetkisindedir. Bütün bunlar ilâhlığın özelliklerindendir. Yine bütün bunları yaratma, rızık verme, öldürme, diriltme, fayda veya zarar verme Allah'ın elindedir. Yerlerin ve göklerin tek ilâhı Allah'tır.

Esmâ binti Yezid'den şöyle dediği nakledilmiştir: "En'âm sûresi Resulullah'a indiği zaman ben Hz. Peygamber'in devesinin yularını tutuyordum. Sure bütünü ile indi ve ağırlığından az kalsın Hz. Peygamber'in devesinin kemikleri kırılacak gibi olmuştu" (S. Kutup, Fizılâlı'l-Kur'an, Çev: M. E. Saraç, İ Hakkı Şengüler, Bekir Karlığa, İstanbul, V, 45).

Ayetlerde, itikad bozukluğu olanlar uyarıldıktan sonra, eski hallerinde ısrar ederlerse kötü sonuçla karşılaşacakları bildirilir: "Hak, kendilerine gelince onu yalanladılar Alaya aldıkları şeyin haberi yakında kendilerine gelecektir Bizim daha önce nice nesilleri helâk ettiğimizi görmediler mi? Yeryüzünde size vermediğimiz imkânları onlara vermiştik. Onlara gökten bol bol yağmur indirmiş, altlarından ırmaklar akıtmıştık Fakat onları günahlarından dolayı helâk ettik ve kendilerinden sonra başka bir nesil varettik" (5-6).

Allahu Teâla'nın gayb âlemini ve sırlar dünyasını ihâta edişi, nefis ve ömürleri bilmesi, karada ve denizde, gece-gündüz, dünya-âhiret, ölüm ve dirim husûsunda hükmedici ve kahredici gücü şöyle ifade edilir: "Gayb'ın anahtarları Allah'ın katındadır Onları ancak O bilir. O, karada ve denizde olanları bilir. Düşen hiçbir yaprak yoktur ki, Allah onu bilmesin Yerin karanlıklarında olan her tane, kuru ve yaş her şey mutlaka apaçık bir kitapta kayıtlıdır."

"Geceleyin sizi öldürür gibi uyutan, gündüzün ne elde ettiğinizi bilen O'dur. Sonra tâyin edilen vâdenin tamamlanması için sizi gündüzün diriltir gibi uyandırır. Sonra dönüşünüz yine O'nadır Sonunda O, yaptıklarınızı size haber verecektir."

"O, kulları üzerinde kahredici güce sahiptir. Size koruyucu melekler gönderir. Sonunda sizden birine ölüm geldiği zaman elçilerimiz onun canını alırlar ve hiçbir eksiklik yapmazlar" (59-61).

Bitkiler, denizler ve karalarla ilgili düşünmeye sevkeden ayetlerde şöyle buyurulur:

"Taneyi ve çekirdeği yaratan şüphesiz Allah 'tır. Ölüden diriyi ve diriden ölüyü çıkarır. İşte Allah budur O halde nasıl yüz çevirirsiniz?" (95).

"Karanlığı yarıp tan yerini ağartan, geceyi dinlenme zamanı yapan, güneşi ve ayı bir hesaba göre hareket ettiren O'dur. İşte bu, her şeye galip olan ve her şeyi bilen Allah'ın takdiridir" (96).

"Kara ve denizin karanlıklarında yolunuzu bulasınız diye sizin için yıldızları yaratan O'dur Şüphesiz biz, bilen bir kavim için ayetleri geniş bir şekilde açıkladık" (97).

"Gökten, suyu indiren O'dur. Biz, o su ile her şey için gereken bitkiyi çıkardık Ondan da yeşillik meydana getirdik" (99).

Bütün bu nimetler üzerinde düşünüp ibret almayan ve uyarılara kulak asmayanların kıyamet günündeki sıkıntıları şöyle ifade edilir:

"Ateşe sürüldükleri zaman; keşke Rabbimizin ayetlerini inkâr etmeyerek, mümin olarak yeniden dünyaya döndürülseydik, dediklerini bir görsen" (27)

"Allah'ın huzuruna çıkmayı yalanlayanlar, gerçekten hüsrana uğramışlardır Kıyâmet günü ansızın gelince, onlar günâhlarını sutlarına yüklenmiş olarak şöyle derler: 'Dünyada yaptığımız kusurlardan dolayı yazıklar olsun bize.' Bakın yüklendikleri günah ne kötüdür" (31).

Medine'de indiği bildirilen ayetlerde oranın özelliklerini görmek mümkündür. Çünkü Mekke'de inen ayetlerde inanç ve ahlâk esasları ağırlıkta iken Medine'de inenler hüküm ağırlıklıdır. Bir yandan ibâdetler, cihad, aile ve mirasla ilgili, diğer yandan da ceza, muhâkeme usûlü, muâmelât ve devletler arası ilişkilerle ilgili hükümler burada indi. Çünkü Medine döneminde artık bu kuralları uygulayacak bir İslâm devleti doğmuştu.

Şu ayetlerde Medine'de inişin izleri görülebilir:

"De ki: 'Gelin size Rabbinizin haram kıldıklarını okuyayım: Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya iyilik yapan. Fakirlikten dolayı çocuklarınızı öldürmeyin; sizi de onları da biz rızıklandırırız. Hayâsızlıkların açığına da gizlisine de yaklaşmayın Haklı olmanız müstesna Allah'ın öldürülmesini haram kıldığı cana kıymayın. Allah, aklınızı kullanasınız diye size bunları emretti" (151).

"Yetim, rüşdüne erinceye kadar, onun malına en güzel yolun dışında yaklaşmayın Ölçüyü ve tartıyı adaletle yapın. Biz herkesi gücünün yettiği ile mesul tutarız. Akrabanız dahi olsa konuşurken adaletli olun. Ve Allah'ın ahdini yerine getirin. Allah düşünesiniz diye size bunları emretti İşte benim yolum budur; dosdoğrudur; O'na uyun. Başka yollara uymayın ki, sizi Allah'ın yolundan ayırmasın. Allah bunları size sakınasınız diye emretti" (152-153).

Sure şu ayetle sona ermektedir: "Verdiği şeylerle sizi imtihan etmesi için sizleri yeryüzünün halifeleri kılan ve sizi derece bakımından birbirinizden üstün yapan O'dur. şüphesiz ki, Rabbin azâbı sür'atli olandır O, çok affeden ve çok merhamet edendir" (165).

Hamdi DÖNDÜREN

20 Ocak 2020 Pazartesi

TEŞEHHÜD


Namazlardaki oturuşlarda "et-Tahîyyâtü li'llahi..." diye başlayan duayı sonuna kadar okumak.

Teşehhüd, müminin miracı olan namazda, Yüce Allah'ın huzurunda Allah, Resulu, melekleri ve Allah'ın diğer salih kulları ile selamlaşmanın bir ifadesidir.

"et-Tahiyyâtü li'llahi..." ile başlayan dua iki şehadeti ihtiva ettiğinden dolayı teşehhüd olarak isimlendirilmiştir. Duanın tamamına teşehhüd denilmesi bir şeyi parçası (cüz'ü)nın ismiyle adlandırmak kabilindendir. Hanefîler teşehhüd konusunda İbn Mes'ûd (r.a)'ın rivayetini esas almışlardır (İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr, Kahire 1272-1324, I, 342; Remlî, Nihâyetü'l-Muhtâc, Kahire 1389/1969, 1, 519).

Hanefîler ve Hanbelîler Hz. Peygamber (s.a.s)'in Abdullah b. Mes'ûd (r.a)'a öğrettiği teşehhüdü okumayı, diğerlerine göre daha faziletli olarak kabul etmektedirler. Bu teşehhüd'ün metni şudur:

Hanefîlerin bu rivayeti tercih etmelerinin sebebi şudur: Hammâd, İmam Azam Ebû Hanife'nin elini tutarak bu teşehhüdü ona öğretti ve dedi ki: İbrâhim en-Nehaî elimi tutarak onu bana, Alkame elini tutarak İbrâhim'e, Abdullah b. Mes'ûd (r.a) da Alkame'nin elini tutarak ona, Hz. Peygamber (s.a.s) de Abdullah b. Mes'ûd (r.a)'ın elini tutarak teşehhüdü ona öğretti. Bu silsilenin yanında bu teşehhüde atıf vavı ziyadesi vardır ki bu senâ (övgü)nın daha fazla olmasını gerektirir (Mevsılî, el-İhtiyar, İstanbul 1987, I, 53; İbn Kudâme, el-Muğnî, Kahire, ts. (Mektebi İbn Teymiyye), I, 534, 535, 541; Behûtî, Keşşâfu'l-kınâ (nşr. Hilâl M. Mustafa Hilâl), Beyrut 1402/1982, I, 388).

Mâlikîler, Ömer b. Hattâb (r.a)'dan rivayet edilen teşehhüdün daha faziletli olduğunu kabul etmektedirler. Bu rivayetin metni şudur:

(İbn Cüzeyy, el-Kavânînü'l-Fıkhiyye, Kahire 1405/1985, 65; Ezherî, Cevâhiru'l-İklîl, Kahire 1322, 1, 52; Düsûkî, Hâşiye ale'ş-Şerhi'l-Kebîr, Kahire, ts., I, 251).

Şâfiîler ise Abdullah b. Abbâs (r.a.)'dan rivayet edilen teşehhüdü daha faziletli kabul etmektedirler. Metni şudur:

(Nevevî, el-Ezkâr, Kahire 1375/1956, 60).

Sahîh olan görüşe göre Hanefîler, bir görüşe göre Mâlikîler ve Hanbelîlere göre, peşinden selâmın gelmediği kade (oturuş)lerde teşehhüd vaciptir. Terki halinde sehiv secdesi gerekir. Şâfiî ve Malikî mezhebi ile bir görüşe göre Hanefiler ve rivayette de Hanbelîlere göre bu kadede teşehhüd sünnettir. Kâde-i ahîre (son oturuş)de teşehhüdü okumak Hanefîlere göre vaciptir. Bu konudaki delilleri Hz. Peygamber (s.a.s)'den nakledilen; "Son secdeden başını kaldırdığın ve teşehhüd miktarı oturduğunda namazın tamam olmuştur" hadis-i şerifidir. Bu hadiste Resulullah (s.a.s), namazın tamamlanmasını teşehhüdün okunmasına değil, kade(oturuş)ye bağlamıştır. Buradan hareketle Hanefîler farz olan, teşehhüdü okumak değil oturmaktır demektedirler. Teşehhüd ise vacip olup terki tahrîmen mekruhtur. Sehven terki durumunda sehiv secdesi ile telâfî edilir. Şâfiî ve Hanbelîler, teşehhüdü namazın rükünlerinden kabul etmektedirler (İbn Âbidîn, a.g.e., I, 306, 307, 313; Mavsılî, a.g.e., 53, 54; İbn Cüzeyy, a.g.e., 65; Cevherî, a.g.e., I, 49; Desûkî, a.g.e., I, 243, 251; Remlî a.g.e., I, 518; Nevevî, a.g.e., s. 60; Behûtî, a.g.e., I, 389; İbn Kudâme, a.g.e.,I, 532, 533)

Hanefîlere göre teşehhüde bir harf bile olsa ziyade yapmak tahrîmen mekruhtur. Çünkü namazdaki zikirler tesbit ve tayin edilmiştir ki bunlara bir ilavede bulunulamaz (İbn Abidin, a.g.e., I, 342).

Şâfiîlere göre teşehhüddeki; Tahiyyatın lafızlarını söylemek şart olmamakla beraber sünnettir. Bunların tamamını terkedip, geriye kalanlarını okumak da yeterlidir. Bu konuda Şafiî âlimleri arasında ihtilâf yoktur.

(Esselamu aleyke) ile başlayan kısımdan herhangi bir lafzı terketmek caiz değildir. Ancak (verahmetullahi ve berekatuhu) lafızları konusunda farklı üç görüş vardır. Sahih olan görüşe göre bu lafızların terkinin caiz olmadığıdır. Teşehhüdün lafızları arasında tertibe riayet etmek bu mezhebin sahih olan görüşüne göre müstehaptır (Nevevî, a.g.e., 62).

Mâlikî, Şafiî ve Hanbelîler ile Hanefilerden Tahâvî ve Kerhî'ye göre birinci teşehhüd de oturmak sünnettir. Hanefîler ile bir kavle göre Hanbelîler, ilk teşehhüd de oturmanın vacip olduğu görüşündedirler. İkinci teşehhüd de ise teşehhüd miktarı oturmak dört mezhebe göre bir rükündür. Teşehhüdü Arapça dışında bir lisanla okumak muktedir olmayanlar için caizdir. Muktedir olanlar hakkında ihtilâf vardır. Teşehhüdü gizli okumak ise sünnettir (Serahsî, el-Mebsût, Kahire 1324-1331, I, 32; Kâsânî, Bedâiu's-Sanâî, Kahire 1327-1328, 1910, I, 113; İbn Abidin, a.g.e., I, 301, 325; Mavsılî, a.g.e., I, 53-54; İbn Cüzey, a.g.e., s. 65; Cevherî, a.g.e., I, 48; Desûkî, a.g.e., I, 249; Nevevî, a.g.e., s. 63; Remlî, a.g.e., I, 520-521; İbn Kudame, a.g.e., I, 532-533, 539, 545; Behûtî, a.g.e., I, 385; II, 34).

Teşehhüde oturulduğunda elleri uyluklara koymak, erkeklerin sol ayağını yere yayıp, sağ ayağını parmaklar kıbleye dönmüş şekilde dikmesi, kadınların kaynağı üzere oturup, ayaklarını sağ tarafa yatık olarak çıkarmaları sünnettir. Eller ile dizler tutulmaz. Sahih olan budur. Eller dizlerden uzak tutulmayıp parmakların ucu, dizlerin ucu üzerine gelecek şekilde konulmalıdır (İbn Âbidîn, a.g.e., I, 341; Mehmed Zihni, Nimet-i İslâm, s. 87).

Teşehhütlerde "Lâ İIâhe" denilirken sağ elin şehadet parmağı kaldırılıp "illallah" derken indirilmesi sünnettir. Bu halde baş parmak ile orta parmak halka edilip diğer iki parmak bükülür (İbn Âbidîn, a.g.e., 342). Bu aynı zamanda elif ve be harfini ifade eder ki Allah demektir. Bu durumda"Lâ ilâhe: Hiçbir ilâh yoktur" derken bu işaretle sadece Allah'ın var ve bir olduğu ifade edilmektedir. Sağ elin şehadet parmağından başkasıyla işaret yapılmaz. Bu parmağın kesik veya sakat olması halinde, ne o elin diğer parmağıyla ne de sol elin şehadet yahut diğer bir parmağı ile işaret yapılamaz (M. Zihni, a.g.e., 87, dipnot: 5).

Şâfiîlere göre teşehhüd de "illallah" denildiğinde şehadet parmağı kaldırılır ve ilk teşehhüd de ayağa kalkılıncaya veya selam verilinceye kadar öylece bırakılır.

Teşehhüdün Terki

Birinci kadede sehven terk edilen teşehhüd için sehiv secdesinin meşru olduğu konusunda bir ihtilaf yoktur. Kasden terkedilmiş ise Hanefiler ile bir rivayette Hanbelîler, namazın iadesinin vacip olduğu görüşündedirler. Mâlikîler, Şâfiîler ve diğer bir rivayette Hanbelilere göre bu durumda da sehiv secdesi gerekir.

Ka'de-i ahîre (son oturuş) de teşehhüd kasden terkedilmiş ise Hanefililer, Şâfiîler, Hanbelîlere göre namazın iadesi vaciptir. Eğer sehven terkedilmiş ise Şafiî ve Hanbelîlere göre hüküm aynıdır. Hanefîler ve Mâlikîlere göre ise bu durumda sehiv secdesi gerekir (İbn Âbidîn, a.g.e., I, 313, 501; Remlî, a.g.e., II, 74-75; Nevevî, a.g.e., 60; İbn Kudame, a.g.e., II, 6, 26-27, 44; Behûtî, a.g.e., I, 389; el-Mevsûatü'l-Fıkhiyye, Kuveyt 1408/1988, XII, 34-39)

Saffet KÖSE

19 Ocak 2020 Pazar

Selman-ı Farisi radıyallahu anh


Selman (r.a), Hicri 36 yılında Medain'de vefat etmiştir. (İbnul-İmad, Şezerâtu'z-Zeheb, I, 44; İbn Hacer, el-İsâbe, Bağdat (t.y.), II, 63; İbnul-Esîr, Tarih, III, 287; İbn Sa'd, Tabakâtül Kübra, Beyrut (t.y.), VI,17). Ancak onun ölüm tarihi hakkında farklı rivayetler bulunmaktadır. Hz. Osman (r.a)'ın hilafetinin sonlarına doğru, 35 veya 37 yılında vefat ettiği rivayet edilmekte; hattâ Hz. Ömer zamanında öldüğü de söylemektedir. (İbnul-Esîr, Üsdü'l-Ğabe, II, 421).

İbn Hacer, onun ölümü ile ilgili farklı tarihleri verdikten sonra, Enes (r.a)'den, İbn Mes'ud'un, ölüm döşeğindeki Selman (r.a)'ı ziyaret ettiği şeklindeki rivayeti delil alarak, İbn Mes'ud'un 34. yıldan önce vefat ettiğini, dolayısıyla Selman (r.a)'ın ölümünün 33. veya 32. yılında olması gerektiği görüşünü ileri sürmektedir. (İbn Hacer, a.g.e., II, 63). Onun iki yüz elli ile üç yüz elli sene yaşadığı şeklinde rivayetler bulunmakta ve raviler iki yüz elli sene yaşadığının şüphe götürmez olduğunu söylemektedirler. (el-Askalanî, a.g.e., II, 62; İbnul-Esîr, Tarih, II, 287; Üsdül-Ğabe, 421).

İbn Hacer, Zehebî'nin rivayetlerini değerlendirdikten sonra, onun ancak seksen yıl kadar yaşamış olabileceği kanaatine vardığını nakletmektedir. (İbn Hacer, aynı yer) ki, gerçeğe yakın olan da budur. Selman (r.a)'ın mezarı, Bağdad'ın 30 km doğusunda Medain harabeleri civarından akan Deyale ırmağının kenarındadır. Onun bulunduğu yer Selman-ı Pak (temiz Selman) olarak isimlendirilmiştir. Onun mezarının içinde bulunduğu cami IV. Murad tarafından tamir ettirilmiştir.

SELMAN el-FARİSÎ:


Seçkin ve meşhur sahabilerden biri. İran asıllı olup, İsfahan'ın Cayy kasabasında doğmuştur. Bir rivayete göre de doğum yeri Râmehürmüz'dur. Doğum tarihi hakkında bilgi bulunmamaktadır. Selman (r.a)'ın Müslüman olmadan önceki ismi, Mabah b. Buzahşan'dır. Müslüman olduktan sonra Selman ismini almıştır. Künyesi Ebu Abdullah'tır. Ona nesebi sorulduğu zaman; "Ben; Selman b. İslam'ım" demiştir. (İbn Sa'd Tabakâtül Kübra, Beyrut (t.y.), IV, 75; İbnul-Esir, Üsdül-Ğabe, II, 417; İbn Hacer el-Askalani, el-İsâbe, Bağdat (t.y.), ll, 62).

Selman (r.a)'ın babası Mecusiliğe aşırı bağlı olan bir köy ağası (Dikhan) olup büyük bir çiftliğe sahipti. Onun evinde bir ateşgede vardı ve onda ateşin sönmeden sürekli yanmasını sağlama işiyle Selman (r.a) ilgileniyordu. Babasının ona karşı olan sevgisi çok aşırıydı. Bu yüzden onu, kendisine bir zarar gelmesin diye eve kapatmıştı. Bu arada Selman (ra), Mecusiliğin gerçek bir din olup olamayacağı hakkında düşünmeye başladı. Ancak o kendi deyimiyle, bir köle gibi eve hapsedildiğinden, dışarıdaki olaylardan pek haberdar değildi ve bu yüzden Mecusiliği diğer dinlerle karşılaştırma imkanından yoksun bulunmaktaydı. Bir ara babası, işleri yoğunlaşınca onu tarlalardan birisine bakması için göndermek zorunda kaldı. Öte taraftan onu, kendisi için her şeyden değerli olduğunu söyleyerek işini bitirince gecikmeden eve dönmesi için uyardı. Bölgede az da olsa Hristiyan bulunmaktaydı. Yola çıkan Selman (r.a), bir kilisenin yanından geçerken, içerde ibadet edenlerin durumu dikkatini çekti ve içeri girerek onları izlemeye başladı. O, evde hapsedilmiş olduğu için bu insanların dini hakkında hiç bir bilgiye sahip değildi. Selman (r.a) tarlaya gitmekten vazgeçerek, büyük bir merak içerisinde, akşama kadar orada kalmış ve bu dinin Mecusilikten daha hayırlı olduğu kanaatine vararak, onlara bu dinin kaynağının nerede olduğunu sormuştu. Onunla ilgilenen Hristiyanlar, dinleri hakkında onu bilgilendirmişler ve bu dinlerinin kaynağının Suriye'de olduğunu söylemişlerdi.

Selman (r.a), eve dönmekte gecikince babası endişelenmiş ve onu bulmak için adamlar göndermişti. Eve dönen Selman (r.a), başından geçen olayı babasına anlattı. Babası ise ona, gördüğü dinde hiç bir hayrın bulunmadığını ve atalarının dininin, karşılaştığı dinden daha iyi ve üstün olduğunu söyledi. Selman (r.a) babasına karşı çıkarak, Hristiyanlığın kendi dinlerinden üstün olduğu konusunda onunla tartışmaya başladı. Babası, onun bu durumundan telaşlandı ve ayaklarından bağlayarak onu hapsetti. Selman (r.a), kilisedeki Hıristiyanlarla irtibat kurarak, Suriye tarafına gidecek bir kervan hazır olduğu zaman, kendisine haber vermelerini istedi. Böyle bir kervan hazır olduğu zaman, kendisine verilen haber üzerine evden kaçtı ve bu kervana katılarak Suriyeye gitti. Burada bir rahibin hizmetine girdi ve ondan Hıristiyanlığın esaslarını öğrenmeye başladı. Ancak bu rahib, kötü bir kimseydi. O, insanları sadaka vermeye teşvik ediyor, fakat topladığı bu sadakaları yerlerine sarfetmeyerek kendisi için biriktiriyordu. Bu rahib ölünce, Selman (r.a), onun yerine geçen rahibe tabi oldu. Bu kimse zühd ve takva sahibi bir zattı. Ona büyük bir sevgiyle bağlanan Selman (r.a), ölümü yaklaştığı zaman; kendisine kimi tavsiye edebileceğini sordu. Rahip ona, tabi olunabilecek tek kişiyi tanıdığını, onun da Musul'da bulunduğunu söyledi. Selman (r.a), Musul'a gidip, bu kimseye tabi oldu. Onun ölümü yaklaştığı zaman da ondan yine kimin gözetimine girmesi gerektiği hususunda tavsiye istedi. Bu zat ona, üzerinde bulundukları itikadta hiç kimseyi tanımadığını, ancak, Nusaybin'de bulunan bir âlime tabi olabileceğini söyledi.

Selman (r.a) doğruca Nusaybine gitti. Nusaybin'deki rahibin yanında bir müddet kaldıktan sonra, onun da ölüm döşeğine yattığını gören Selman (r.a), yine kime uyabileceğini sordu. Bu kimse, ona, uyulabilecek tek bir kimseyi tanıdığını ve onun Rum diyarında, Ammuriye'de bulunduğunu söyledi. O ölünce Selman (r.a), Ammuriye'ye gitti. Ammuriye'de bir müddet kaldıktan sonra burada yanında kaldığı rahibin ölümü yaklaştığı zaman ondan da kime tabi olacağı konusunda vasiyette bulunmasını istedi. Bu kimse ona, yeryüzünde tabi olunabilecek bir kimsenin var olduğunu bilmediğini söyledi ve şöyle ekledi: "Ancak bir peygamberin gelmesi yakındır. O, İbrâhim'in dini üzere gönderilecek ve kavminin arasından hicret edip, içinde hurma bahçeleri olan iki harra arasındaki bir yere gidecektir. Onun peygamber olduğunu belirten alâmetleri vardır: O, hediye edilen şeyleri yer, sadaka olarak hiçbir şeyi kabul etmez. İki omuzu arasında da nübüvvet mührü bulunmaktadır. Görünce onu tanırsın. O ülkeye gidip ona katılmayı başarabileceğine inanıyorsan bunu yap." (Ahmed b. Hanbel, V, 442-443; İbn Sa'd, IV, 77-78; İbnul-Esîr, Üsdül-Ğâbe, II, 417-418).

Selman (r.a), burada bir müddet kaldıktan sonra, Kelb kabilesinden bir tüccarla karşılaştı. Ondan, ülkesi hakkında bilgi aldı ve bahsedilen nebinin bu bölgedeki bir yerden çıkması gerektiğine kanaat getirerek, kendisini bir ücret karşılığında birlikte götürmesini istedi. Selman (r.a)'ın teklifini kabul eden Kelbli Arap onu yanına alarak Hicaz'a doğru yola çıktı. Ancak, Vadil-Kura'ya geldiklerinde bu kimse Selman (r.a)'a ihanet etti ve onu köle olarak bir Yahudiye sattı. Vadil-Kura'da hurmalıkları gören Selman (r.a), kalbi mutmain olmamakla birlikte, Ammuriye'deki rahibin kendisine tarif ettiği yerin burası olmasını arzuluyordu. Vadil-Kura'da bir müddet kaldıktan sonra, efendisinin amcasının oğlu olan Kureyzaoğulları'ndan bir kimse tarafından satın alınarak Medine'ye götürülen Selman (r.a), burayı görünce, hocasının kendisine bahsettiği beldeye geldiğini anlamıştı.

Rasûlüllah (s.a.s) Mekke'de peygamberlikle görevlendirilip Medine'ye hicret edene kadar köle olarak hurma bahçelerinde çalışmış ve sürekli meşgul tutulduğu ve serbest olarak kimseyle konuşamadığı için, onun varlığından haberdar olamamıştı. Rasûlüllah (s.a.s) Kuba'ya geldiği zaman Yahudiler, Evs ve Hacrec'in ona iman etmesine kızıyor ve bunu bir türlü hazmedemiyorlardı. Selman (r.a), hurma bahçesinde bir ağacın tepesinde çalıştığı sırada Yahudilerden birisi gelmiş ve ağacın altında oturan Selman (r.a)'ın sahibine (Evs ve Hacrec'i kastederek); "Allah Benu Kayle'ye lânet etsin. Vallahi onlar şu anda, Mekke'den bu gün gelen bir adamın etrafında toplanmış bulunuyor ve onun nebi olduğuna inanıyorlar" dedi. Selman (r.a) şöyle demektedir: "Ben kendi kendime; "bu kesinlikle o peygamberdir" dedim. Öyle bir titremeye başladım ki; ağacın altında duran sahibimin üzerine düşeceğim korkusuna kapıldım. Süratli şekilde ağaçtan aşağı inip; "Ne diyor? Bu haber nedir?" diye sordum. Bunun üzerine efendim bana şiddetli bir yumruk attı ve; "Bundan sana ne! İşinin başına dön." diye bağırdı. Ben ona; "Sadece duyduğum bu haberin ne olduğunu anlamak istemiştim." dedim. Akşam olunca Selman (r.a), biriktirmiş olduğu bir miktar yiyeceği alarak, Kuba'da bulunmakta olan Rasûlüllah (s.a.s)'in yanına gitti ve ona; "Senin salih bir kimse olduğunu duydum. Yanınızda ihtiyaç sahibi olan arkadaşlarınız var. Sizin halinizi duyduğum zaman, bunları size vermemin daha iyi olacağını düşündüm." dedi ve getirdiklerini Rasûlüllah (s.a.s)'in yanına koydu. Rasûlüllah (s.a.s), ashabına; "Yiyin" dedi. Ancak kendisi bunlardan yemedi. Selman (r.a), sadaka kabul etmediğini gördüğü zaman kendi kendine; "Bu alametlerin biridir." dedi. Daha sonra Rasûlüllah (s.a.s) Medine'ye geçti. Selmân (r.a) tekrar bir şeyler hazırlayarak Rasûlüllah (s.a.s)'in yanına gitti ve getirdiklerinin sadaka olmadığını, sadece kendisine hediye olarak vermek istediğini söyledi. Onun sahabeleriyle birlikte bunlardan yediğini görünce ikinci alametin de onda var olduğuna kani oldu.

Bir zaman sonra Selman (r.a) tekrar Rasûlüllah (s.a.s)'in yanına gitti. Rasûlüllah (s.a.s) ashabıyla birlikte oturmaktaydı. O, onlara selam verdikten sonra, Rasûlüllah (s.a.s)'in etrafında dolaşmaya başladı. Onun, bildiği bir şeyi araştırdığını anlayan Rasûlüllah (s.a.s) ridasını kaldırdı. Selman (r.a), Rasûlüllah (s.a.s)'in sırtındaki mührü gördüğü zaman Ammuriye'deki rahibin kendisine bahsettiği mührün aynısı olduğunu anladı ve onu öperek ağlamaya başladı. Rasûlüllah (s.a.s) onu yanına oturtarak halini sordu. Selman (r.a), oraya ulaşıncaya kadar başından geçen olayları anlattığı zaman, Rasûlüllah (s.a.s) ve orada bulunan sahabiler bunu hayretler içerisinde dinlemişlerdi. (İbn İshak, es-Sîre, Neşr: M. Hamdullah, İstanbul 1981, 66; Ahmed b. Hanbel, V, 442-443; İbn Sa'd, a.g.e., IV, 77-79; İbnul-Esîr, Üsdül-Ğabe, II, 418-419; Muhammed b. Hasan ed-Diyarbekrî, Tarihul-Hamis, Beyrut (t.y), I, 351-352; Ahmed b. Hafız el-Hakemî, el-Kısasul-İslâmiye, (muhtemelen) Riyad 1976, I,187-189). Selman (r.a), Rasûlüllah (s.a.s)'e geldiği zaman Arapçayı meramını anlatacak ölçüde bilmiyordu. Onunla Farsçayı bilen bir tercüman aracılığıyla konuşmuş olduğu rivayet edilmektedir. (Diyarbekrî, a.g.e., I, 352).

Selman (r.a)'ın İsfahan'daki köyünde başlayan ve Müslüman olup kölelikten kurtuluncaya kadar başından geçen bu olayları Ahmed b. Hanbel, İbn Sa'd, İbnul-Esir ve diğerleri, onun kendi anlatımıyla İbn Abbas'dan rivayet etmektedirler. İbn Sa'd'ın Kurre el-Kindî'den naklettiği başka bir rivayette ise Selman (r.a)'ın bu kıssası farklı bir şekilde anlatılmakta ve onun, İslam'a ulaşan yolculuğu esnasında, hıristiyan hocaların vasiyetleriyle, Hıms'a gittiği; yine buradan tavsiye üzerine Kudüse ulaştığı; burada kendisine tarif edilen zatı bulup ondan ilim tahsil ettiği; bu kimsenin ona son peygamberin çıkacağı yer ve önceki rivayetlerde geçen alametleri bildirmesi üzerine Hicaz'a doğru hareket ettiği ve sonunda Araplardan bir topluluk tarafından köle edilip Medine'de bir kadına satıldığı nakledilmektedir. (İbn Sa'd, a.g.e., IV, 71-72; diğer rivayetler için bk. el-Hâkim, el-Müstedrek, Beyrut (t.y.), III, 598, vd.).

İbnul-Hacer, Selman (r.a)'ın Müslüman olana kadar hakkında nakledilen kıssaların birbiriyle farklılıklar arzettiğini, bunların arasını telif etmenin güç olduğunu söylemektedir. (Askalanî, a.g.e., II, 62).

Selman (r.a), Hicret'in beşinci yılına kadar köle olarak yaşamıştır. Bundan dolayı o, Hendek savaşından önceki gazalara iştirak edemedi. Uhud savaşı öncesinde Rasûlüllah (s.a.s) ona, efendisiyle mükâtebede/şartlı azad edilme anlaşması bulunmasını söyledi. Selman (r.a), bunun üzerine efendisine giderek onunla, üç yüz hurma fidanı temin edip dikmek ve kırk ukıye (1600 yüz dirhem) altın vermek şartıyla anlaştı. Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.s), Sahabilere: "Kardeşinize yardım edin. " dedi. Sahabiler güçleri miktarınca fidan temin ederek üç yüz tane fidanı ona verdiler. Rasûlüllah (s.a.s), ona: "Selman, git çukurlarını kaz. Dikmeye sıra geldiği zaman onları sen dikme, bana haber ver. Onları kendi ellerimle yerlerine koyayım."dedi. Selman (r.a), çukurların kazılma işini Sahabîlerin yardımıyla bitirdi. Rasûlüllah (s.a.s), bahçeye giderek bütün fidanları yerine koydu. Bu fidanlardan hiç bir tanesi kurumamıştı.

Daha sonra, Rasûlüllah (s.a.s) Selman (r.a)'ı yanına çağırarak, efendisine ödemesi gereken kırk ukıye altını ödemesi için ona yumurta büyüklüğünde bir altın külçesi verdi. Selman (r.a): "Bu benim ödemem gereken miktarı nasıl karşılar ya Rasulallah?" demekten kendini alamadı. Rasûlüllah (s.a.s) ona, "Ey Selman! Allah onunla senin borcunu karşılayacaktır" dedi. Selman (r.a) şöyle demektedir: "Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki, onunla kırk ukiyelik ödemem gereken miktarı ödedim". Artık böylece Selman (r.a) hürriyetine kavuşmuş oluyordu. (Ahmed b. Hanbel, V, 443-444; İbn Sa'd, a.g.e., IV, 79-80; Diyarbekri, I, 468; İbnül-Esîr, Üsdü'l-Ğabe, II, 419; onun azad edilmesi hakkında değişik rivayetler için bk. Diyarbekrî, a.g.e., I, 469).

Selman (r.a)'ın katıldığı ilk savaş Hendek savaşıdır. Müşrikler, müttefiklerle birlikte oluşturdukları on bin kişilik bir orduyla birlikte Medine'ye doğru harekete geçtikleri zaman, Rasûlüllah (s.a.s), şehir içinde kalarak bir savunma savaşı vermeyi kararlaştırmıştı. Ancak, Medine'nin çevresinde düşmanın şehre girişini engelleyecek her hangi bir sur yoktu. Bu durum şehrin savunulmasını oldukça güçleştiriyordu. Yapılan istişareler esnasında Selman (r.a), Rasûlüllah (s.a.s)'e, "Ey Allah'ın Rasûlü! Biz İranda muhasara edildiğimiz zaman şehrin etrafında bir hendek kazarak kendimizi savunurduk." deyip hücuma açık bölgede bir hendek kazılması görüşünü ileri sürmüştü. (Taberi, Tarih, II, 566). Bu görüş Rasûlüllah (s.a.s) tarafından uygun bulunmuş ve derhal hendeğin kazılması için faaliyete geçilmişti. Selman (r.a), kuvvetli bir kimseydi ve kazı işinde oldukça verimli çalışmaktaydı. Ensar grubu, Selman (r.a)'ı sahiplenerek, "Selman bizdendir." dediler. Bunun üzerine muhacirler; "Hayır Selman bizdendir." demeye başladılar. Bunu duyan Rasûlüllah (s.a.s); "Selman bizdendir. O ehl-i beytimdendir." diyerek onu ehl-i beytine dahil etmiştir. (Taberi, aynı yer; İbn Sa'd, a.g.e., IV, 83).

Selman (r.a), daha sonraki bütün savaşlarda Rasûlüllah (s.a.s) ile birlikte bulunmuştur. Mekkeli müşrikler, Medine önlerine geldikleri zaman şehirle aralarındaki hendeği gördüklerinde şaşırmışlardı. Çünkü Araplar daha önce böyle bir savunma usulünden habersizdiler. Müşrikler, bu hendeği geçmeyi denedilerse de başaramadılar. Savaşın kazanılmasında hendeğin rolü o kadar büyük olmuştur ki, bundan dolayı Hendek savaşı olarak adlandırılmıştır.

Selman (r.a), Rasûlüllah (s.a.s)'in yanından vefat edinceye kadar ayrılmadı. Hz. Ebu Bekir (r.a)'ın Halifeliği zamanında da Medine'de bulunmuştur.

Ömer (r.a) devrinde İslâm ordusu İran'ın fethi için harekete geçtiği zaman Selman (r.a) da bu orduya katıldı. Selman (r.a) İran asıllıydı. Bundan dolayı düşman ordusunun durumunu çok iyi biliyordu. Ayrıca Farsların İslâm dinini kabul ederek dalaletten kurtulmalarını şiddetle arzulamaktaydı.

İranlılar, Kadisi'ye yenilgisinden sonra Medain'de toplanmışlardı. Müslümanlar Dicle nehrinin kenarına geldikleri zaman, karşıya geçmek için hiç bir şey bulamadılar. Sa'd b. Ebi Vakkas, karşı sahile bir öncü birliği gönderip geçiş güvenliğini sağladıktan sonra, bütün orduya nehri geçme emrini verdi. Ordu topluca, suları kabarmış bir şekilde akan Dicle nehrine daldı. Sa'd (r.a)'in yanında Selman (r.a) bulunmaktaydı. Sa'd (r.a), dua ediyor ve Allah Teâlâ'nın dostlarına yardım edeceğini, dinini üstün kılacağını ve Allah Teâlâ'ya isyan eden bir topluluğun iyiliğe (İslâm'a) galebe çalamayacağını söylüyordu. Nehrin ortasında oldukça heyecanlı bir halde bulunan Sa'd (r.a)'a, Selman (r.a) şöyle demekteydi: "İslâm yepyenidir. Allah, karaları nasıl Müslümanların emrine vermişse, denizleri de onların emrine verecek güçtedir. Allah'a yemin ederim ki Müslümanlar nehre nasıl akın akın girmişlerse nehirden öylece akın akın çıkacaklardır". Gerçekten Selman (r.a)'ın dediği olmuş ve Müslüman ordusu hiç kayıp vermeden karşı kıyıya geçmişti. (Taberi, Tarih, IV, 11-12; İbnul-Esîr, el-Kâmil fi't-Tarih, II, 511-512). İranlı askerler dehşet içerisinde, onların nehri geçişlerine bakıyorlar ve kendi kendilerine; "Şeytanlar geliyor. Vallahi bizim savaştığımız bu topluluk cinlerden başkaları değildir." demekteydiler. (Taberi, II, 514). İranlı askerler kaçarak Kisra'nın sarayına sığınıp direnmeye devam ettiler. Buraya gönderilen öncü birliğinin komutanı Selman (r.a)'dı. O, surun önüne geldiği zaman, İslamın emrettiği şekilde onları üç defa Müslüman olmaya, kabul etmezlerse cizye ödemeye davet etti. Selman (r.a) onlara şöyle diyordu: "Ben de aslen sizden biriyim. Size acıyor ve yumuşak davranıyorum. Eğer müslüman olursanız bizim kardeşlerimiz olarak aynı haklara sahip olursunuz. Bunu kabul etmez, dininiz de kalmak isterseniz, bize itaat ederek cizye ödersiniz. Bunu da kabul etmezseniz, diğerleri gibi sizinle savaşırız." (Taberi, a.g.e., IV,14). Selman (r.a), meselenin Arapların Acemlere hâkimiyeti meselesi olmadığını onlara anlatabilmek için, "Sizden biri olduğum halde Araplar bana itaat ediyor." diyerek (İbn Hanbel, V, 444) ikna etmeye çalışıyordu. Selman (r.a) ilk iki şartı kabul etmemeleri üzerine onlara üç gün düşünmeleri için mühlet verdi. Üçüncü gün sarayda bulunan askerler teslim olmayı kabul ettiler ve böylece Kisra'nın muhteşem sarayı Müslümanların eline geçmiş oldu. (Taberi, a.g.e., IV). Daha önce Behuresirdekileri de o İslâm'a davet etmişti. Ancak buradakiler, cizye vermeyi de reddedince savaşılarak mağlup edilmişlerdi. (Taberi, aynı yer).

Sa'd (r.a) Medâin'de karargah kurmuştu. Ancak buranın havası, İslâm askerlerine iyi gelmemiş, iklim değişikliğinden dolayı yüzlerinin renkleri değişmişti. Bu durumu öğrenen Ömer (r.a), Sa'd'a haber göndererek, Müslümanların yaşamalarına uygun bir yer tesbit edilmesi için Selman (r.a) ile Huzeyfe (r.a)'ı görevlendirmesini istedi. Bu yer ile Medine arasında ulaşım kolaylığını engelleyecek bir nehrin bulunmamasını özellikle vurguladı. Bölgede araştırmalarda bulunan Selman (r.a) ve Huzeyfe (r.a), sonunda Kufe üzerinde karar kıldılar ve burada ordugah şehri inşa edildi. (17/638) (Taberi, a.g.e., IV, 40-41; İbnul-Esir, el-Kamil fit-Tarih, II, 527-528). Selman (r.a) İran'ın fethi için devam eden askerî harekâtlarda aktif olarak rol almıştır. (Taberi, IV, 305; İbnul-Esir, el-Kâmil fit-Tarih, III, 132).

Selman (r.a), Hz. Ömer (r.a) döneminde Medâin valiliğinde bulunmuştur. Selman (r.a), Hicri 36 yılında Medain'de vefat etmiştir. (İbnul-İmad, Şezerâtu'z-Zeheb, I, 44; İbn Hacer, a.g.e., II, 63; İbnul-Esîr, Tarih, III, 287; İbn Sa'd, a.g.e., VI,17). Ancak onun ölüm tarihi hakkında farklı rivayetler bulunmaktadır. Hz. Osman (r.a)'ın hilafetinin sonlarına doğru, 35 veya 37 yılında vefat ettiği rivayet edilmekte; hattâ Hz. Ömer zamanında öldüğü de söylemektedir. (İbnul-Esîr, Üsdü'l-Ğabe, II, 421). İbn Hacer, onun ölümü ile ilgili farklı tarihleri verdikten sonra, Enes (r.a)'den, İbn Mes'ud'un, ölüm döşeğindeki Selman (r.a)'ı ziyaret ettiği şeklindeki rivayeti delil alarak, İbn Mes'ud'un 34. yıldan önce vefat ettiğini, dolayısıyla Selman (r.a)'ın ölümünün 33. veya 32. yılında olması gerektiği görüşünü ileri sürmektedir. (İbn Hacer, a.g.e., II, 63). Onun iki yüz elli ile üç yüz elli sene yaşadığı şeklinde rivayetler bulunmakta ve raviler iki yüz elli sene yaşadığının şüphe götürmez olduğunu söylemektedirler. (el-Askalanî, a.g.e., II, 62; İbnul-Esîr, Tarih, II, 287; Üsdül-Ğabe, 421). İbn Hacer, Zehebî'nin rivayetlerini değerlendirdikten sonra, onun ancak seksen yıl kadar yaşamış olabileceği kanaatine vardığını nakletmektedir. (İbn Hacer, aynı yer) ki, gerçeğe yakın olan da budur. Selman (r.a)'ın mezarı, Bağdad'ın 30 km doğusunda Medain harabeleri civarından akan Deyale ırmağının kenarındadır. Onun bulunduğu yer Selman-ı Pak (temiz Selman) olarak isimlendirilmiştir. Onun mezarının içinde bulunduğu cami IV. Murad tarafından tamir ettirilmiştir.

Selman (r.a), ilim, fazilet ve zühd bakımından Ashabın en önde gelen simalarından birisi olup, Rasûlüllah (s.a.s)'e yakınlığıyla tanınmaktadır. Hz. Aişe (r.an), şöyle demektedir:

"Bir çok geceler Selman (r.a) Rasûlüllah (s.a.s) ile yalnız kalırlardı. Bu beraberlik o kadar sürerdi ki Rasûlüllah (s.a.s) hanımlarından birinin yanına bile girmezdi." (İbnul-Esir, Üsdül-Ğabe, II, 420). Rasûlüllah (s.a.s), Hendek savaşı esnasında onun ehl-i beytinden olduğunu ilân etmişti.

Hz. Ali (r.a) onun hakkında; "Ona evvelkilerin ve sonrakilerin ilmi verilmiştir. Onda bulunan bu ilme ulaşılamaz." demiştir. Başka bir zaman da: "O bizim ehl-i beytimizdendir. Aranızdaki konumu Lokman Hekim gibidir. İlk ve son kitabı okumuştur. Sonu olmayan bir denizdir." demiştir. Muaz (r.a) kendisine gelenlere ilmi, aralarında Selman (r.a)'ın da bulunduğu dört kişiden talep etmelerini söylemiştir. Onun ilmi hakkında yapılan övgüler Rasûlüllah (s.a.s)'in söylediği; "Selman ilme doyuruldu." (İbn Sa'd, a.g.e., IV, 85). Sözüne dayandırılmaktadır. Selman (r.a), Ebu Derdâ' (r.a)'ın gece boyu namaz kıldığı ve sürekli oruç tuttuğunu gördüğü zaman onu bundan alıkoyup hazırlanan yemekten yiyerek orucunu bozması konusunda ısrar etmiş ve ona; "Üzerinde gözünün hakkı vardır, ailenin hakkı vardır. Bazen oruç tut, bazen tutma; bazen namaz kıl, bazan ara ver." (bunları nafile olan ibadetleri için söylemiştir). Ebu'd-Derdâ' bu durumu Rasûlüllah (s.a.s)'e ilettiği zaman o; "Selman senden daha âlimdir." dedi ve bunu üç kere tekrarladı (İbn Sa'd, a.g.e., IV, 85-86).

Hz. Ömer (r.a), ona büyük bir saygı gösterirdi. Ümmetin idaresinin sorumluluğu altında ezilen Ömer (r.a), duyduğu bir endişesini dile getirerek Selman (r.a)'a şöyle sormuştu: "Ben bir melik (kral) miyim, yoksa halife miyim?". Selman (r.a) ona şöyle karşılık verdi; "Eğer sen Müslümanların toprağından bir dirhemden az veya fazla bir para alır, sonra onu, haksız bir şekilde sarfedersen, sen halife olmayıp bir melik olursun." (Taberi, a.g.e., IV, 211; İbnu'l-Esir, Tarih, III, 59).

Hz. Ömer (r.a), fey gelirlerini taksim ederken, Selman (r.a)'a dört bin dirhem hisse ayırmıştır. Bazı kimseler, "Halifenin oğlu (Abdullah) üç bin beşyüz dirhem alıyor, bu Farslı ise dört bin dirhem alıyor." diyerek bu durumu garipsemişlerdi. Oradakiler: "Selman, Rasûlüllah (s.a.s) ile Abdullah'ın katılmamış olduğu bir çok savaşa katılmıştır." diyerek cevapladılar (İbn Sa'd, IV, 86). Başka bir rivayette, Ömer (r.a), Fey gelirlerinden Müslümanlara maaş bağlamak için Divanul-Atâ'yı tesis ettiği zaman, Sahabiler için İslâm'daki öncelikleri ve katıldıkları savaşları göz önüne alarak bir gruplandırma yaptığı; Selman (r.a)'ı, Hasan (r.a), Hüseyin (r.a) ve Ebu Zer ile birlikte olmadıkları halde Bedir ehlinden sayarak alacakları miktarı beş bin dirhem olarak kararlaştırdığı bildirilmektedir. (Taberi, a.g.e., III, 614).

Rasûlüllah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Cennet üç kişiyi özler. Ali, Ammar ve Selman" (Tirmizi, Menâkıb, 34).

Selman (r.a), son derece mütevazi ve kanaatkar bir hayat yaşamıştır. O, Medain'de vali bulunduğu ve çoğu devlet memurlarından fazla gelire sahip olduğu halde günlük yaşamı, son , derece sadeydi. O, köle olduğu zaman nasıl giyinir ve nasıl gezerdiyse Medain valisi olduğu zaman da aynı hal üzere devam etmişti. O, eline geçen parayı tasadduk eder ve kendi emeğiyle ürettiği şeylerden başkasını yemezdi. Tanımayan birisinin, onun vali olduğunu anlaması mümkün değildi. Medain sokaklarında yürürken Suriye tarafından gelen bir tüccar, üzerinde alelade bir aba ile gördüğü Selman'ı çağırarak yüklerini taşımasını istedi. O, hiç tereddüt etmeden yükleri sırtına aldı ve adamla birlikte yürümeye başladı. Onu bu halde görenler, "Bu validir" dediklerinde adam; "Seni tanımıyordum" diyerek özür diledi. Selman (r.a) ona, "Hayır bunları evine kadar götüreceğim" diyerek yoluna devam etti (İbn Sa'd, a.g.e., IV, 88; buna benzer diğer bir olay için bk. aynı yer).

Bazı kimselerin giyiminden dolayı kendisine dil uzatmaları ve hafife almalarına karşı hiç bir tepki göstermemiştir. Bir defasında iki genç asker yanından geçerlerken, onu göstererek; "Emiriniz budur" diyerek gülüyorlardı. Selman (r.a)'ın yanındaki adam ona, "Ey Ebu Abdullah! Şunların ne dediğini görüyor musun?" dedi. Selman (r.a) ona şöyle dedi: "Onları bırak. Hayır ve şer bu günden sonradır. Eğer toprak yemeyi becerebilirsen onu ye de, iki kişiye dahi olsa emir olmaktan kaçın. Mazlumun ve sıkışık durumdaki kimselerin duasından sakın. Çünkü onların duaları ile Allah Teâlâ arasında perde yoktur." (İbn Sa'd, a.g.e., IV, 87-88). Selman (r.a) çok cömert bir kişiliğe sahipti. Eline geçen her şeyi fakirlere bölüştürürdü (İbnul-Esîr, Üsdül-Ğâbe, II, 420).

O, hiçbir zaman sadaka kabul etmemiştir. Çoğu zaman eline geçen parayla hemen et alır ve onu pişirerek, hadis ehlini çağırır ve birlikte yerlerdi (İbn Sa'd, IV, 9).

Selman (r.a), ölüm döşeğine yattığı zaman, ziyaretine giden Medain valisi Sa'd b. Malik ve Sa'd b. Mes'ud onu ağlarken buldular. Neden ağladığını sorduklarında o şöyle cevap vermişti: "Rasûlüllah (s.a.s) bizden bir ahid aldı. Hiç birimiz onu koruyamadık. O bize şöyle demişti: "Sizin dünyadaki geçimliliğiniz bir yolcunun azığı kadar olsun ".

Onun ilmi ve takvası diğer sahabileri de etkilemekteydi. Zira onu ziyarete giden Sa'd b. Ebi Vakkas, kendisine nasıl davranması gerektiği şeklinde tavsiyede bulunmasını istemişti (İbn Sa'd, a.g.e., IV, 90-91).

Selman (r.a), sık saçlı, uzun boylu bir kimseydi. Onun Medâin'de Bukeyre adında bir hanımı vardı. (İbn Sa'd, IV, 92). Selman (r.a), Medine'deyken Hz. Ömer (r.a)'in kızını ondan istediği, fakat, Amr b. el-Âs'ın bu konuda Selman (r.a)'ı kızdırması üzerine bundan vazgeçtiği nakledilmektedir. (İbn Abdırrabbih, Ikdu'l-Ferid, Beyrut 1949, VI, 90). Ancak onun ailesi hakkında açık rivayetler bulunmamaktadır.

Sufiler, Selman (r.a)'ı Ashabul-Suffe ile birlikte tasavvufun kurucularından biri olarak kabul ederler. Bir çok tarikat silsilesi ona dayandırılmaktadır. O, Rasûlüllah (s.a.s)'in berberliğini yaptığı için Futuvvet teşkilatına bağlı berberlerin piri olarak kabul edilmekteydi. Selman (r.a)'ın sahip olduğu haklı şöhreti, bütün Müslümanların ona karşı içten bir sevgi duymalarına sebep olmuştur. Sünnî müslümanlar onun adını büyük bir sevgiyle anarlar. Ehli beytten sayılması, Şiilerin ona karşı farklı bir ilgi göstermelerine sebep olmuştur. Hacdan dönen Şiiler Kerbela'dan sonra onun mezarını ziyaret etmeyi ihmal etmezler. Ayrıca, Şiiler, Hz. Ali ve Ehli Beyt hakkında rivayet olunan hadislerin çoğunu ona isnad ederler.

Gulat-ı Şia ekollerinde ise o, ilahî sudur sırasında Ali (r.a)'den hemen sonra yer alır. Nusayriler ise onu, üç gizli harften biri kabul ederler. Nusayriliğin teslis akidesini ifade eden ayn, mim ve sin harflerinden ayn Ali'yi, mim Muhammed (s.a.s)'i, sin ise Selman'ı ifade eder. Mana (Ali), ism (Muhammed) bab ise Selman'dır. Buna göre o Nusayrî teslis akidesinin kapısı (bab) olup, üçüncü had'dır. Durzîler ise, Kur'an'ın Selman'a vahyolunduğuna, Peygamberin Kur'an'ı ondan aldığına inanmaktadırlar. Bu ekoller, oluşturdukları inanç sistemlerinde diğer bir kaç sahabi ile birlikte Selman (r.a)'ı temel unsur olarak kullanmışlar ve ona çeşitli fonksiyonlar yüklemişlerdir. Bu mezheplerin gerçekte mutedil Şia ile alakaları yoktur. Zira muhtevâlarındaki inanç prensipleri gözönüne alındığı zaman İslamî şahsiyetlerin isimlerini kullanarak putperest bir inanç sistemi meydana getirdikleri görülecektir. (bk. Şamil İslam Ans. Ömer TELLİOĞLU)

18 Ocak 2020 Cumartesi

Gusül Abdesti Alırken Sağ El İle Sol El Üzerine Su Dökmek

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
5. BÖLÜM GUSÜL

11. Gusül Abdesti Alırken Sağ El İle Sol El Üzerine Su Dökmek

266- Hz. Meymûne validemizin 
radıyallahu anha şöyle dediği nakledilmiştir: "Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem için gusül suyu hazırladım ve onun için bir örtü gerdim. Eline su döktü bir ya da iki kez elini yıkadı. (Süleyman kendisinden önceki ravinin üç kez lafzını zikredip zikretmediğini hatırlamadığını söylemiştir.) Sonra sağ eli ile sol eline su döküp avret mahallini yıkadı. Sonra elini yere veya duvara sildi. Sonra ağzını çalkalayıp burnuna su verdi. Yüzünü, ellerini ve başını yıkadı. Vü­cuduna su döktü. Sonra bulunduğu yerden kenara çekilip ayaklarını yıkadı. Bitirdikten sonra ona kurulanması için bir bez uzattım. Eliyle işaret ederek iste­mediğini gösterdi."

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

16 Ocak 2020 Perşembe

Namazda yazı (gözümüze takılan yazıyı) okumak namazı bozar mı?


Fıkıh ya da hadis kitaplarından veya her hangi bir yazıdan birine gözü ilişir de oradaki yazıyı içinden okuyup mânasını anlarsa, yine de namazı bozulmaz. Bunda icmâ' vardır. Ne var ki bu tür hareketlerde kerahet vardır. (Tatarhaniyye - Fetâvâ-yi Hindiyye.)

Mihrap üzerindeki yazı Kur'ân'dan başkası olur da onu içinden okuyup manasını anlarsa, İmam Ebû Yusuf'a göre namazı bozulmasa bile İmam Muhammed'e göre bozulur. Burada meşayih İmam Ebû Yusuf'un içtihadıyla amel edilir, demişlerdir. Sahih olan da budur. (El-Hidâye / Merğînânî.)

(Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 1/347)

İlave bilgi için tıklayınız:

15 Ocak 2020 Çarşamba

Enflasyon farkı faiz olur mu? Faizin haram olmadığı şartlar mevcut mu, nelerdir?


Faiz olursa, oran ne olursa olsun helal olmaz. Bu nedenle faiz her zaman haramdır.

Ancak enflasyon oranında fazlalık faiz değildir. Mesela birine yüz lira ödünç verseniz, altı ay sonra enflasyon yüzde otuz olduğu için yüz otuz lira alsanız, bu otuz liralık rakkam fazlalığı faiz değildir, altı ay önce verdiğiniz paranın -satın alma gücü bakımından- eşit karşılığıdır.

Bu böyle olmakla beraber, faizcilik yapan bankalara para yatırarak buradan enflasyon oranında faiz almak caiz olmaz; çünkü:

a) Bu bankalar sizden aldıkları parayı reel (enflasyon oranından fazla) faizle satmak suretiyle para kazanmakta ve size de o paradan ödeme yapmaktadırlar.

b) Bankaya para yatırmak bir akit yapmaktır; bu akit, faizli para alım satım aktidir, sonunda kâr da olsa zarar da olsa yapılan akit faizli akit olduğu için, İslam'a göre helal değildir.

Elinizde para var da bunu meşru yoldan nemalandıramıyorsanız, özel finans kurumlarına (ÖFK) yatırabilirsiniz.

İlave bilgi için tıklayınız:

Finans kurumlarının verdiği kar payları helal midir; bankalar ile arasındaki fark nedir?..

14 Ocak 2020 Salı

KÜÇÜK NOTLARIM (39) :inzar- Prof. Dr. Halis AYDEMİR


Allahu Teala sadece peygamberler üzerinden kullarını inzar (Neticenin kötü olacağını bildirerek fenalıktan sakındırmak. Azab ve ceza va'detmek)etmez; bu yüzden her topluluğa peygamber gelmese de onları olaylar üzerinden , akletme özelliği ile,gözlemleyerek,ölüm gerçeği üzerinden kullarını uyarır . Bunları düşünen birleştiren kul tüme varımlarla inzari gerçekleştirir. Peygamber gönderilerek de inzar tamamlanır. Bütün bunlar bahaneleri olmasın ve insanın elinde hüccet kalmasın diye yapılır.

İnsan bu verilerle kendi içinde, Tek bir varlığın bütün bunlara sahip olduğunu kavrayabilecek çıkarım yapacak donanıma sahip olarak yaratılmıştır.

Anlama, işitme, görme yeteneklerinden dolayı mesulsun ve mesuliyet verilen imkanlarla başlar; illa peygamber gelmesi gerekmez.

Akletmeli insan ama akletmemek de bir tercih onu da seçebilir.

Helak olan da kesin bir delil ile, kurtulan da kesin bir delil ile kurtuluyor.

Allahu Teala vermediği imkanın sorumluluğunu istemez. Alimler varsayım olarak şöyle demişler:inzar gelmemiş bir kavim veya kişi varsa şayet, bu kişiyi cehennemde görmeyiz çünkü sorumlu olmaz demişlerdir.


Prof. Dr. Halis AYDEMİR


TEFSİR DERSLERİ- Yasin Suresi Tefsirinden kısa notlar

https://www.youtube.com/watch?v=j-ezKU7lPbo

13 Ocak 2020 Pazartesi

KÜÇÜK NOTLARIM (38) : Endişe- Prof. Dr. Halis AYDEMİR


Safımız belli olsun diye imtihan oluyoruz.

Endişe, sahipsiz insanların vasfıdır. Yüce Allah'ın kulu olup da endişeli halde kalabilir mi insan?


Bu iş olmaz imkansız diyoruz; İşleri yapan biz değiliz, nasip eden Allah'tır. En büyük hatamız kendi gücümüzle kıyas etmemizden.

Allah-u Teala'ya iman edenlere imkansız yoktur.

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

TEFSİR DERSLERİ- NAHL Suresi Tefsirinden kısa notlar

12 Ocak 2020 Pazar

MUHTESİB


İslâm dünyasında, iyilikleri emretmek ve kötülüklerden vazgeçirmek "el-emr bi'l-maruf ve'n-nehy ani'l münker"e gayesiyle kurulan teşkilâtın başında bulunan görevli. Muhtesib, tarihte kurulmuş bulunan bütün müslüman devletlerde bu isimle, bazen da "İhtasâb emini" veya 1242 (1826) yılından itibâren Osmanlılarda "İhtisâb Ağası" gibi isimlerle de anılmaktadır.

Muhtesib, İslâm'ın hoş karşılamayıp çirkin gördüğü her türlü kötülüğü (münkeri) ortadan kaldırmaya çalışırdı. Gerçi İslam'da, iyiliğin emr edilmesi ve kötülüklerden sakınılmasına nezâret etme, bütün müslümanların yerine getirmesi gereken müşterek bir vazifedir (Âli İmrân, 3 110-114, et-Tevbe, 9/71). Ancak diğer bazı emirlerde olduğu gibi bunun da öneminden dolayı bir grup müslüman tarafından yerine getirilmesi, diğerlerini de sorumluluktan kurtarır. Bu nedenle İslâm kurumları arasından, bu görevi yüklenen yeni bir kurum doğdu ki bu, "İhtisâb" veya "Hisbe"den başka bir şey değildi. İslâm âleminde, Hz. Peygamber devrinde ortaya çıkan hisbe müessesesinin (Ebû Ubeyd Kasım b. Sellâm, Kitâbu'l-Emvâl, Mısır 1968, s. 711; İbn Sa'd, et-Tabakatu'l-Kübrâ, Kahire 1358, III,192; İbn Abdi'l-Berr, el-İstiâb fi Ma'rifeti'l-Ashâb, Mısır 1328, IV, 341.) başında bulunan muhtesibin vazifelerini günümüzde yalnız bir müessesede toplamak mümkün değildir.

Gerçekten, iyiliklerin yapılmasını emretmek ve kötülüklerin işlenmesini önlemek maksadıyla kurulan ihtisab müessesesinin başında bulunan muhtesib, şeriata uygun hareket edilmesini sağlardı (R. Levy, "Muhtesib" İA, VIII, 532). O, müslümanların yaşadığı bölgelerde, cuma namazları için câmiye gitmelerine dikkat eder, sayıları kırkı aşan topluluklarda cemaat teşkilâtının kurulmasını sağlardı. Ramazan ayında alenen oruç yiyenler, içki içip sarhoş olanlar, iddet beklenmeden evlenen kadınlar, yasak musiki aletlerini çalanlar... hep ona hesap vermek zorunda idiler. O, velâyetle bu vazifeye getirildiği için geniş bir tazir salâhiyetine de sahiptir. Bu bakımdan, okulları teftiş eder, öğrencileri haddinden fazla döven öğretmenleri cezalandırır, düşmanın eline geçtiği zaman işine yarayabilecek her türlü harp malzemesinin satışını yasaklar. Muhtesib, aynı zamanda, çarşıların nizam ve intizamını sağlamaya, ölçü ve tartıları kontrol etmeye, şeriatla alay edenleri takibe, komşu hakkında tecavüzü önlemeye, zimmî (İslâm devletinin idaresinde yaşayan gayri müslim vatandaş)lere ait binaların müslümanlarınkinden daha yüksek yapılmamasına dikkat etmeye kadar varan (Hasan İbrahim Hasan, Tarihu'l İslâm, Kahire 1964, I, 489) yetkilere sahiptir.

Gerek yukarıda sayılan bir kısım vazifeleri, gerekse daha sonra temas edilecek görev ve yetkilerini kullanırken, muhtesibin izlemesi gereken bazı metodlar bulunmaktadır. Binaenaleyh, onun mevki ve taziri, işlenen fiile göre hafiften şiddetliye doğru şöyle bir sıra izler:

a) Bilmek, haberdar olmak: Bundan maksad, münkerin işlenmesinden haberdar olunmasıdır. Bunun da meşru bir şekilde olması gerekir. Tecessüs yasaktır.

b) Bildirmek: İşlenen münkerin sebebi bazan bilgisizlik olabilir. Binaenaleyh, bilmediği için emri ve yasakları çiğneyen ve dinî talimata aykırı hareket eden kimselere, bilmedikleri konular uygun bir usul ve metodla anlatılır.

c) Öğüt vermek: Doğru yolu göstermek ve Allah korkusunu hatırlatmak suretiyle münkerin işlenmesini önlemeye çalışmak.

d) Tekdir etmek: Münkeri işleyen, iyi ve tatlı sözden anlamaz öğüt ile alay etmeye kalkışırsa bu yola baş vurulur.

e) El ile müdahale edip düzeltmek: İçkiyi dökmek, oyun aletlerini kırmak; gasb edilmiş araziden gasbı çekip çıkarmak. Muhtesib buraya kadar anlatılan işleri yaparken herhangi bir izne muhtaç değildir. Fakat, bunlardan sonraki durumlarda mutlaka izin gerekmektedir.

f) Sopa ile tehdid: Dövmek veya başka türlü cezalandırmakla tehdid etmek.

g) Sopa atmak: Yukarıda belirtilen çare ve usûller münkeri önlemek için kâfi gelmez ve sopalamak gerekli olursa bu da uygulanır.

h) Silâh kullanmak: Bu, son çaredir. Nâdiren baş vurulur. Daha çok karşı tarafın silâh kullanması buna sebep olur (Bu maddelerin geniş açıklaması için bk. Taşköprüzâde İsameddin Ahmed Efendi, Mevzuatu'l-Ulüm, Trc. Kemaleddin Mehmed Efendi, İstanbul 1313, II, 570; Haydarîzâde İbrahim, "Emr bi'l-maruf ve Nehy ani'l-Münker" Sebilürreşâd 1336 XV/370, 109).

Muhtesib, bütün bu işleri yaparken iki şeye sahip olmalıdır. Bunlardan biri bilgi, diğeri de kudrettir. Gerçekten, neyin helâl neyin de haram olduğunu bilmeyen, Şerîat ahkâmına hakkıyla vakıf olmayan bir kimsenin muhtesib olması düşünülemez. Ayrıca kudret, cesaret ve yaptırım gücü bulunmayan bir kimsenin muhtesib olması da düşünülemez. Çünkü muhtesibin vazifelerinden bir kısmı anında müdahaleyi gerektiren cinstendir. Demek oluyor ki, muhtesibin vazifesi, nerede ve ne şekilde olursa olsun gördüğü münkeri (kötülüğü) bertaraf etmektedir (Müslim, İman 78; Tirmizî, Fiten 11; Nesaî, İman 17).

Daha önce de temas edildiği gibi Hz. Peygamber zamanından itibaren varlığı bilinen hisbe müessesesinin, İslâm tarihinin daha sonraki dönemlerinde önemli bir yer işgal ettiği bilinmektedir (Yusuf Ziya Kavakçı, Hisbe Teşkilâtı, Ankara 1975, s. 51-52).

İslâm'ın ilk devirlerinden itibaren geniş yetkilerle mücehhez kılınan muhtesibin bu vazifelerini yalnız bir müessesede toplamanın mümkün olmadığını daha önce kaydedilmişti. Muhtesib başlangıçta, İslâm toplumunda sosyal huzuru sağlayan dinî bir görevli hüviyetini taşımakla beraber, daha sonraları farklı vazifeleri de yüklenmiştir. Taşköprüzâde, muhtesibin bazı vazifelerini şu şekilde sıralar:

a. Câmilerle ilgili olanlar: Namazda taksir edenler, kıraatta lahn eyleyenler, vakitlere riayet etmeyenler, halka Allah'ın rahmetinin geniş olduğunu söyleyerek devamlı ümit veren hatipler muhtesib tarafından engel olunurlar.

b. Pazarlarla ilgili olanlar: Eşyanın kusurunu saklayıp satan, yalan söyleyen ve haram eşya bulunduranlara da engel olur.

c. Yollarla ilgili olanlar: Binalarla yolu daraltanlar, yol üzerine yük koyanlar ve yolları kirletenler de muhtesibe hesab vermek zorundadırlar.

d. Hamamlarla ilgili olanlar: Hamamlarda keşf-i avret ve masaja engel olur; (Osmanlı dönemi için), gayri müslimler ile müslümanlara verilen peştamalların farklı olmasına dikkat eder.

e. Amme ile ilgili olanlar: Kendi evi dururken, başka yerlere gidip ora halkını irşad etmeye çalışan kişiler de muhtesib tarafından oradan alınıp kendi memleketlerine gönderilirler. Zira, kişinin evi, yakınları ve mahallesi, onun uzak ve başka yerlere gitmesine mani olur (Mevzuatu'l-Ulum, II, 576-77)

Osmanlılarda, kadı'nın yardımcısı olarak vazife gören muhtesibin, yukarıda belirtilen bazı yetkilerine ilâveten XV ve XVI. asır İhtisâb kanunnâmelerinde bunlarla ilgili daha geniş bilgiler vardır. Hatta bu kanunnâmelerden biri olan "İstanbul İhtisâb Kanunnâmesi"nde; "fi'l-cümle bu zikr olunandan gayrı her ne kim Allah Teâlâ yaratmıştır, mecmuını, muhtesib görüp gözetse gerektir" denilerek muhtesibin ne kadar yetki ve sorumluluk sahibi olduğu belirtilmek istenir. Bu kanunnâmelerden ve 14 Aralık 1479 tarihli Edirne şehrine İhtisâb Ağası tayini ile ilgili bir hükümden anlaşıldığına göre muhtesibin vazifelerini genel olarak üç grupta toplamak mümkündür:

1. Ekonomik ve sosyal hayatla ilgili olanlar,

2. İbadetle ilgili olanlar,

3. Adlî hayatla ilgili olanlar.

Osmanlılarda kadısı bulunan her şehirde (kaza) mutlaka bir de muhtesib bulunmaktadır. Toplumda meydana gelen olaylar ve işlenen fiiller ya iyilik veya kötülük olacağına göre; muhtesib, hiç bir davranışın dışında kalamayacaktır. Bu bakımdan muhtesib olarak devlet tarafından seçilecek olan kimsenin çok iyi, bilgili, ahlâklı, rüşvete tevessül etmeyen, Allah'tan korkan kimseler arasından seçilmesi icab etmektedir. Osmanlı döneminde iktisadî vazifesi de ağırlık kazanan bu görevlinin, halkla fazla haşır neşir olmaması için, görev süresi bir yıl ile kayıtlanmıştır. Binaenaleyh vazifeye başlamasından bir sene sonra muhtesib derhal vazifeden ayrılır Yerine bir başkası seçilir. Gerçekten önemli bir vazife icra eden bu yetkilinin diğer insanlardan ayrılan bazı özelliklerinin bulunması gerekmektedir. Müslümanları devamlı kontrol altında bulunduran bir kimse olarak onun aşağıdaki sıfatları taşıması gerekmektedir:

a. Müslüman olmak: Müslüman olmayan kimseler bu vazifeyi yapamazlar. Zira bu, dinî bir vazifedir. Bunun için dinin aslını inkâr eden ve müslüman olmayan bir kimse bu vazifeye tayin edilemez.

b. Mükellefiyet: Muhtesib olmanın şartlarından biri de mükellefiyettir. Bu çağa gelmemiş birinin bu vazifeye getirilmesi devlet otoritesini sarsacak bir durumdur. Bu bakımdan çocuk yaşta birinin muhtesib olarak tayini mümkün değildir.

c. Erkek olmak: Her ne kadar Hz. Peygamber zamanında, Hz. Ömer'in akrabalarından biri olan Şifa binti Abdullah adında bir kadın bu vazifeye getirilmiş ise de, bunun istisna olduğu belirtilerek, güç ve kuvvet isteyen bir konuda kadınların vazifelendirilmesi hoş karşılanmamaktadır.

d. Adalet: Muhtesibte bulunması gereken sıfatlardan biri de adalettir. Muhtesibin herkese karşı âdil davranması gerekir.

e. İzin: Muhtesibin vazifesini icra ederken hafiften şiddetliye doğru bir metod takip etmesi gerekir. Bunun için, sadece tarif, va'z ve nasihat gibi konularda izne gerek olmadığı açıktır. Ancak münkeri ortadan kaldırma, dövme ve hatta haps etme gibi konularda devletin izninin bulunması gerekir.

f. Kudret: Muhtesib, gördüğü münkeri ortadan kaldırmaya güç sahibi olacaktır. Âciz olan bir kimse bu vazifeyi yapamaz. O, ancak kalben buğz eder.

g. İlim: Muhtesib olacak kimsede bulunması gereken sıfatlardan biri de âlimliktir. Onun, sadece dinî emir ve nehiyleri bilmesi de yetmez. O, kendisini ilgilendiren ekonomik konularda da bilgi sahibi olmalıdır.

h. İlmiyle âmil olmak: Muhtesib ilmiyle âmil olmalı ve bildiği şeyleri önce kendi nefsinde tatbik etmelidir.

i. Allah rızası: Muhtesib her türlü fiil, söz ve davranışlarında Allah rızasını gözetmeli, iyi niyet sahibi olmalı, riya ve gösterişten uzak durmalıdır.

k. Takva sahibi olmak: Onun takva sahibi olması istenir. Zira, bildikleri ile amel etme, büyük ölçüde buna bağlıdır.

1. İyi ahlâk: Bazı kimselerin, kötülüklerden alıkonulması hususunda ilim ve takva yeterli gelmeyebilir. Böyle durumlarda acele etmeksizin yumuşak davranmak gerekir. Bu da iyi ahlak ile mümkündür.

Görüldüğü gibi, İslâm dünyasında Hz. Peygamberle ortaya çıkan ve iyiliklerin yapılmasını, kötülüklerin ise yasaklanmasını sağlamaya çalışan hisbe müessesesinin başında bulunan muhtesib, büyük bir hizmeti yerine getiriyordu. O, bu hizmeti yerine getirirken birçok yardımcı da kullanırdı.

Ziya KAZICI