11 Ekim 2015 Pazar

551.ALLAH-U TEALA'nın AFFETMEDİĞİ KİMSELER

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


“Şüphesiz Allah, kendisine şirk koşulmasını asla bağışlamaz. Bunun dışında kalan günahları ise dilediği kimseler için bağışlar. Allah'a şirk koşan kimse, büyük bir günah işleyerek iftira etmiş olur.” (Nisa, 48)


Ayet-i kerimede Yüce Allah, “kendisine ortak koşulmasını affetmeyeceğini, bunun dışında kalan günahları affedebileceğini” bildirmektedir.


Din ıstılahında “şirk”; Yüce Allah’ın
(Celle celaluhu)İlâh ve Rab oluşunda, ortağı, benzeri ve eşi olduğunu kabul etmek anlamına gelir. Yapılan ibadetlerde Allah’tan(Celle celaluhu)başkasını gözetme ve gösteriş yapmak (riya) da şirktir. Hz. Muhammed(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’in peygamber gönderildiği Mekke ve civarında yaşayan insanların büyük çoğunluğu Allah’ın varlığını, yaratıcı ve rızık verici olduğunu kabul ediyor (Zuhruf, 87), fakat kendilerini Allah’a yaklaştırır ve şefaatçi olur (Zümer, 3, 42) inancıyla putlara tapıyorlardı. (Necm, 19–23) "İlahları bir tek ilah mı yaptı? Gerçekten bu çok tuhaf bir şey” (Sâd, 5) diyorlardı.


“Allah
(Celle celaluhu), kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz, bunun dışında kalan günahları ise dilediği kimseler için bağışlar” cümlesi ile hangi mesaj verilmektedir? Ayeti nasıl anlamalıyız? Şirkin dışında mesela “inkâr ve münafıklık etmeyi, ayetleri yalanlamayı” affeder mi? Kur’an-ı Kerim’e bütün olarak baktığımız zaman, Allah’ın(Celle celaluhu)tövbe edildiği zaman dünyada küçük-büyük bütün günahları affedebileceğini, ancak “müşrik”, “kâfir” ve “münafık” olarak ölen kimseleri affetmeyeceğini öğreniyoruz. Şu ayetler bu gerçeğin açık delilidir:


“Şüphesiz Allah kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz.” (Nisa, 116)

“İnkâr eden ve (insanları) Allah yolundan alıkoyan, sonra da inkârcılar olarak ölenler var ya, Allah onları asla bağışlamayacaktır.” (Muhammed, 34)

“Onlar (münafıklar) için ister bağışlanma dile ister dileme (fark etmez.) Onlar için yetmiş kez bağışlanma dilesen de, Allah onları asla affetmeyecektir. Bu, onların Allah ve Rasulünü inkâr etmiş olmaları sebebiyledir. Allah fasık topluluğu doğru yola iletmez.” (Tevbe, 80; Münafikun, 6)

“Kim Allah’a ortak koşarsa artık Allah ona cenneti muhakkak haram kılmıştır. Onun barınağı da ateştir.” (Mâide, 72)

Affedici ve çok bağışlayıcı olmak (Hac, 60; Sâd, 66), Allah’ın
(Celle celaluhu)en önemli nitelikleri arasında yer alır.

 Buna mukabil çok zalim, çok cahil ve çok nankör olan insan; (Ahzab, 72; Şûra, 48) nefsine, şeytana ve ahlaken kötü insanların telkinlerine uyarak veya mal-mülk kazanma hırsına kapılarak günah işleyebilir. Dünya hayatında imtihan hâlinde olan insan (Mülk, 2); hayra ve şerre, hakka ve batıla, iyiye ve kötüye, günaha ve sevaba yönelebilecek yetenekte yaratılmıştır. (Şems, 7-8)

Sevap ve günah olan şeyleri yapabilecek özellikte yaratılan insanın iyi ve sevap olan şeyleri yapması, kötü ve günah olan şeylerden sakınması için kendisine akıl ve muhakeme başta olmak üzere birçok yetenek verilmiş, peygamber ve kitaplarla rehberlik edilmiştir. (Beled, 10; İnsan, 3)


Yüce Allah
(Celle celaluhu), kullarını iman edip etmemekte özgür bırakmakla (Kehf, 29; İnsan, 3) birlikte merhameti gereği kullarının iman edip kurtuluşa ermelerini ister, inkâr ve isyan etmelerini istemez: “Eğer inkâr ederseniz şüphesiz ki Allah, sizin iman etmenize muhtaç değildir. Fakat Allah kullarının inkâr etmelerine razı olmaz. Eğer şükrederseniz sizin için buna razı olur.” (Zümer, 7)

“Kim inkâr ederse, inkârı kendi aleyhinedir. Kim de (iman edip) salih amel işlerse, ancak kendileri için (cennette yer) hazırlamış olur. Bu hazırlığı Allah’ın; iman edip salih amel işleyenleri kendi lütfundan mükâfatlandırması için yaparlar. Şüphesiz Allah, inkâr edenleri sevmez.”
(Rum, 44-45) anlamındaki ayetlerde Yüce Allah 
(Celle celaluhu)'ın açıkça insanların inkâr etmelerine razı olmadığını, inkâr edenlerin kendi aleyhlerine yapmış olacaklarını bildirmektedir. Bu sebeple; “Nefsini (şirk, küfür, nifak ve isyandan) arındıran kimse kurtuluşa ermiştir. Nefsini bunlarla kirleten kimse de ziyana uğramıştır.” (Şems, 9–10)

İnsanlar, yaratılışları gereği günah işleyebilirler. Dolayısıyla önemli olan hiç günah işlememek değil, günahta ısrar etmemektir. Âl-i İmrân suresinin 133. ayetinde cennetin muttakîler için hazırlandığı beyan edildikten sonra, 134. ve 135. ayetlerde muttakîlerin bazı nitelikleri bildirilmiştir. Bu özelliklerden biri de muttakîlerin bir günah işleyince hemen Allah’ı
(Celle celaluhu)hatırlayıp O’ndan af ve mağfiret dilemeleridir. Peygamberimiz(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)de şöyle buyurmuştur: “Canım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, eğer siz günah işlememiş olsaydınız Allah sizi yok eder, başka bir kavim getirirdi. Onlar günah işlerler, hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler, Allah da onların günahlarını bağışlar.” (Müslim, Tevbe, 11)

“Âdemoğlunun hepsi günahkârdır. Günah işleyenlerin en hayırlıları ise tövbe edenleridir. (İbn Mâce, Zühd, 30)

Ayet ve hadislerden açıkça anlaşılıyor ki insanlar günah işleyebilirler. İnsanların bu durumlarına karşı Yüce Allah
(Celle celaluhu), tövbe kapısını sonuna kadar açmış ve günah işleyen kullarının tövbe etmelerini istemiştir: “Ey müminler! Hep birlikte tövbe ediniz, ta ki kurtuluşa eresiniz.” (Nur, 31)

“Ey iman edenler! Allah’a içtenlikle tövbe edin. Umulur ki Rabbiniz günahlarınızı örter ve sizi altlarından ırmaklar akan cennetlerine koyar.” (Tahrîm, 8)

Yüce Allah
(Celle celaluhu), günah işleyen kullarının Allah’ın af ve merhametinden ümit kesmemelerini istemektedir: “(Ey Peygamberim!) De ki, “Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah bütün günahları affeder. Çünkü o, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Zümer, 53)

“Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra ona tövbe edin. Şüphesiz Rabbim çok merhametlidir, çok sevendir.” (Hûd, 90) 


“Rabbinizden bağışlama dileyin; çünkü O çok bağışlayıcıdır.” (Nuh, 10)

“Kim bir kötülük yapar yahut kendine zulmeder, sonra da Allah'tan bağışlama dilerse, Allah'ı çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici bulur.” (Nisa, 110)

Ayetlerden anlaşılacağı üzere Yüce Allah
(Celle celaluhu), ısrarla kullarından tövbe ve istiğfar etmelerini istemekte ve kendisinin çok bağışlayan, çok merhamet eden ve çok seven olduğunu bildirmektedir. Tövbe ve istiğfar emrinden sonra “Rahîm”, “Ğafûr”, “Ğaffâr” ve “Vedûd” isimlerinin zikredilmesi çok anlamlıdır. Bu isimler, Allah’ın(Celle celaluhu)kendisine yönelen kullarını boş çevirmeyeceğini, dilek ve isteklerini kabul edeceğini, merhametinin, bağışlamasının ve sevgisinin çokluğunu bildirmeye yönelik olarak zikredilmiştir. Dolayısıyla Allah(Celle celaluhu), kullarını tövbe ve istiğfara teşvik etmektedir.

Sahabeden Ebu Zer
(radıyallahu anh), Peygamberimizin(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)Rabbinden şöyle rivayette bulunduğunu bildirmiştir: “Ey Kullarım! Siz gece ve gündüz günah işliyorsunuz. Ben günahların hepsini bağışlarım. Bu sebeple benden af ve mağfiret isteyin ki sizi bağışlayayım.” (Müslim, Birr, 54)

“Ey kullarım! Benim koruduğum kimse hariç hepiniz günahkârsınız. Bu sebeple benden bağışlanma isteyiniz ki sizi bağışlayayım. Sizden kim Benim bağışlamaya kadir olduğumu bilir ve Benden kudretimle bağışlanma dilerse onu bağışlarım.” (İbn Mâce, Zühd, 30)

Bu hadisler hem insanların her zaman günah işleyebileceklerini hem de Allah’ın
(Celle celaluhu)af ve mağfiretinin çokluğunu, kulun Allah’a yönelmesi hâlinde gece-gündüz her zaman ve her mekânda onu bağışlayabileceğini beyan etmektedir. Bu itibarla günah işleyen insan, işlediği günah ne kadar çok ne kadar büyük olursa olsun günahlarına şartlarına uygun tövbe eder ve Allah’tan af ve mağfiret dilerse Allah(Celle celaluhu)onu bağışlar. Dünyada Allah’ın(Celle celaluhu)affetmediği hiçbir günah yoktur. İster şirk, nifak, ayetleri yalanlama ve alay gibi inkâr olan günahlar olsun; ister içki, kumar, zina, hırsızlık, yalan ve gıybet gibi haramlar olsun; isterse namaz, oruç, hac, zekât ve zikir gibi farzları terk etmek olsun, tövbe edildiği zaman Allah kulunu bağışlar.

 İnkârın tövbesi iman etmek,
isyanın tövbesi; günaha pişmanlık duyup Allah ve peygambere itaate başlamak, hayat tarzını İslam’a uygun hâle getirmek, salih ameller işlemek, haram ve günahlardan sakınmaktır. Kul hakkı içeren günahlardan kurtulabilmek için ayrıca hak sahibine hakkını ödemek ve helallik almak gerekir.

Günahlara tövbe etmekte acele edilmesi, hayatta iken ve ölüm ile burun buruna gelmeden önce tövbe edilmesi gerekir. Çünkü ölümle karşı karşıya kalındığı anda artık tövbe kabul edilmez: “Allah katında (makbul) tövbe, ancak bilmeyerek günah işleyip sonra çok geçmeden tövbe edenlerin tövbesidir. İşte Allah bunların tövbelerini kabul eder. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. Yoksa (makbul) tövbe, günahları işleyip işleyip nihayet ölüm kendisine gelip çatınca, "İşte ben şimdi tövbe ettim" diyen kimseler ile kâfir olarak ölenlerin tövbesi değildir. Bunlar için ahirette elem dolu bir azap hazırlamışızdır. (Nisa, 17-18)

Ayetin “Allah'a şirk koşan kimse, şüphesiz büyük bir günah işleyerek iftira etmiş olur.” cümlesi ile şirkin büyük günah ve iftira olduğu bildirilmiştir. Çünkü Allah
(Celle celaluhu)tektir, eşi ve benzeri yoktur. Allah’tan başka bir insanı veya başka bir varlığı ilâh kabul eden kimse yalan söylemiş, iftira etmiş ve kendisine zulmetmiş olur. “Şirk, hiç şüphesiz büyük bir zulümdür.” (Lokman, 13)

Sonuç olarak; tahlil etmeye çalıştığımız Nisa suresinin 48. ayeti, Yüce Allah’ın şirk gibi inkâr olan günahları tövbe etmeden bağışlamayacağını, diğer günahları bağışlayabileceğini beyan etmektedir. Tövbe edildiği zaman Allah
(Celle celaluhu), dünyada şirk dâhil bütün günahları bağışlar. Allah kâfir, müşrik ve münafık olarak ölenleri ise ahirette asla bağışlamaz. Bu kimseler cehenneme atılır ve burada ebedî olarak kalırlar. Mümin olarak ölen ancak büyük günahı bulunan kimsenin hâli Allah-u Teala'ya kalır. Allah-u Teala, ahirette kul hakları hariç diğer günahları dilerse affedebilir. Eğer affetmezse günahı nispetinde günahkâr mümini cehennemle cezalandırır, sonra cehennemden çıkartır ve mümin olmanın mükâfatı olarak cennete koyar. (Buharî, İman, 13, No: 22) Kul hakkı ihlâl eden müminin, dünyada hak sahibine hakkını ödemesi veya hak sahibinden helâllik dilemesi gerekir. Çünkü Allah(Celle celaluhu), kul hakkını helal etmez. Ahirette kısaslaşma olur. Kul hakkı ihlâl eden kimsenin sevaplarından alınır, hak sahibine verilir. Sevapları biterse hak sahibinin hakkı nispetinde günahı alınır, kul hakkı ihlâl eden kimsenin boynuna yüklenir ve böylece bu kimse “müflis” durumuna düşer ve cehenneme atılır. (Müslim, Birr, 59) Peygamberimiz(Sallallahü Aleyhi ve Sellem); “Kim bir Müslüman’ın hakkını gasp edip alırsa, Allah onu cehennemle cezalandırmayı gerekli kılar ve ona cenneti haram kılar.” Bir sahabînin “Basit bir şey olsa da mı ey Allah’ın Elçisi!” diye sorması üzerine, “Erak (misvak) ağacından bir dal alsa bile” (Müslim, İman, 218) buyurarak kul hakkının önemine vurgu yapmış ve Allah’ın(Celle celaluhu)kul hakkını affetmeyeceğini beyan etmiştir.

Not: Bu yazı, Diyanet Avrupa Aylık Dergi Kasım 2010 sayısında yayınlanmıştır.


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

10 Ekim 2015 Cumartesi

550.KİTAP,MİZAN ve DEMİR-Faruk Beşer


Çok güzel bir yazı. Okumanızı tavsiye ederim.

"... mutlak doğruyu ve yanlışı, güzeli ve çirkini, iyiyi ve kötüyü bize öğreten Allah'tır. Ama O bunların detaylarını kullarına bırakmış, onlara akıl ve irade vermiş, ayrıca doğruyu bulmalarında yardımcı olsun diye içlerine vicdan ve hayâ gibi hassas alıcılar koymuştur. O halde insan ahlakın temel unsurlarını ancak Kitap'tan ve onun uygulayıcısı olan Peygamberden öğrenir.

İkinci olarak insanda bir bakıma vahyin temsilcisi olan akıl, vahye bağlı olarak bazı şeylerin iyiliğini ya da kötülüğünü, güzelliğini ya da çirkinliğini anlayabilir. Bir halife olarak yarattığı insana Allah bu özelliği, ya da kerameti vermiştir.
Üçüncü olarak insanın içinde yaradılıştan varolan vicdan ve haya gibi ilahi programlar, birer müeşşir/indikatör gibi ona iyiyi, güzeli ve doğruyu bir nebze hissettirebilirler.

Hz. Peygamber'in şu muhteşem hadisi şerifi bize hayâ programının bu etkisini anlatır: “Bütün peygamberlerden beri gelen bir sözdür ki, utanmıyorsan dilediğini yapabilirsin” (Buhari). Yine der ki,..."


Yazının tamamı için:



8 Ekim 2015 Perşembe

548.KUR'AN MEZARLIK KİTABI DEĞİLDİR-Hayrettin Karaman


"...Peygamberimize (s.a.) her vesile ile salâtu selam okumak güzel, bunda ecir var, bu sayede O Allah sevgilisi, rahmet madeni, varlığın iftiharı ile bağı canlı tutmak, hatta anında cevap almak saadeti var, ancak salâyı yalnız veya daha çok ölüm ilanlarının önünde okumak niye? Bunu kim çıkarmış, bu bid'atı kim yaymış, bu çirkinliğe niçin razı olalım?!

...Salâyı ölüm ilanına bağlayıp asıl bağlamından, mana ve maksadından kopardıkları gibi Kur'an-ı Kerim'i de hayat kitabı olmaktan çıkarıp mezarlık kitabı haline getirdiler....

...Peygamberimiz Kur'an-ı Kerim'i kabirlerde okumuş mu? Hayır. Sahabe okumuş mu? Hayır. Müctehidler okumuş mu? Hayır.
Nerede ve niçin okumuşlar?
Her yerde, Allah'ın bize ne dediğini duyurmak ve anlatmak için, duyduklarımız ve anladıklarımızı hayatımıza uygulamak için, onu ölülerin değil, dirilerin kitabı ve hayat kılavuzu yapmak için okumuşlar.
Yeter artık bu bid'atı kaldıralım..."


Yazının tamamı için:
http://www.yenisafak.com/yazarlar/hayrettinkaraman/kuran-mezarlik-kitabi-degildir-2022040

7 Ekim 2015 Çarşamba

547.NETİCE ve Muhammed Abduh’un Melek Tasavvurunun Tenkidi-4-İhsan Şenocak

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Netice

Sahabe, tebliğden önce temsil etti, yaşadıklarını rivayet etti. Halleriyle konuştular. “Saadet Asrını”, hususi renkleriyle bozmadan sonraki zamanlara taşıdılar. İnsanlar Allah Rasulü’nü (s.a.v.) onlar vesilesiyle tanıdı. Fıkıh, Tefsir, Kelam… sahabenin rivayet ettiği Kur’an ve Sünnet’ten neşet etti. Allah Rasulü’nün (s.a.v.) talebeleri addedilmeleri ve medeniyetin taşıyıcıları olmaları adaletlerinin araştırılmadan kabul edilmesine gerekçe oldu. 


Eğer rivayetlerini kabul etme noktasında tereddüt olsaydı, İslam “Saadet Asrı” ile sınırlandırılmış, sonraki yıllara taşınmamış olurdu.

Ebu Zür’a er-Razi diyor ki: “Allah Rasülü’nün (s.a.v.) ashabından herhangi birine kem gözle bakan bir adam gördüğünde anla ki o zındıktır. Zira Rasül haktır. Kur’an haktır. Rasül’ün getirdiği de haktır. Bunların tamamını bize ileten ise ashaptır. İşte bu zındıklar Kur’an ve Sünnet’i geçersiz kılabilmek için şahitlerimizi cerh etmek istiyorlar. Gerçekte ise sapık olduklarından dolayı cerh edilmek onlara yaraşır.”[45]

İslam’ı ideolojik okuma hastalığına mübtela olanlar tarih boyu Peygamberi reddetmeye cesaret edemediklerinden sahabeye yönelmişlerdir. Nitekim İslam düşünce tarihine bakıldığında sahabeyi en sert tenkit edenlerin başında Sünnet ve Cemaat anlayışına muhalif mezhep ya da kişiler gelmektedir. Mu’tezili Nazzam’ın Hz. Ömer’in imanını sorgulaması, Ebu Hureyre’yi yalancılıkla itham etmesi, Şia’nın on kadar sahabi dışında ilk kuşak müslümanların neredeyse tamamını irtidat etmekle itham etmesi, bu babta akla gelen ilk hususlardandır. Ehl-i Sünnet karşıtları savundukları görüşlere, Peygamber’den rivayet ettikleri hadislerle karşı duran sahabeyi ta’n ederek önlerini açmaya çalışmışlardır. İslam ile alakalı her meseleyi “yeniden” ele almayı asıl dava kabul eden modernistler önünde de hala en büyük engel sahabedir.

Sahabenin cerh edilmesi, İslami literatürde tashihi gayri kabil öylesine büyük gedikler açacaktır ki, sağlam senetlerle rivayet edilen bir çok hadis reddedilecek, onlar üzerine bina edilen Fıkıh, Kelam gibi İslami disiplinler arşive kaldırılacaktır.

***
Cemel, Sıffın gibi hâdiseler içerisinde yer almış ya da uzlete çekilmiş olsun Ashabın tamamı adildir. Bu hususta icma vardır.[46] Ümmetin muhaddisinden müfessirine, mütekellimininden fukahasına bütün alimlerin adil olduklarına icma ettikleri ashap hakkında Harici, Rafizi, Mu’tezili kimliğe sahip fırka mensuplarının cerh edici ifadeler kullanmaları ilmi olmaktan fevkalede uzaktır.

Şayet Kur’an ve Sünnet’in sahabenin adaletine dair kat’i beyanları olmamış olsaydı yine de onları ta’dil etmek gerekirdi. Çünkü hicretleri, cihatları, Allah yolunda mal ve canlarını feda etmeleri, kalplerindeki itminanın muazzam derinliği, adaletlerinin kemaline işaret etmektedir.

Allah sahabeden; sahabe de Allah’tan razı olmuş, İlahi rızaya muhatap olmaları doğruluklarına, doğrulukları da sünneti olduğu gibi rivayet ettiklerine tanıklık etmekte. Hâdise bu iken insanlardan ashabı ta’dil etmelerini talep etmek fuzuli bir ameliye olur. Zira Allah ve Rasülü’nün (s.a.v.) tezkiyesinden sonra söylenecek her söz zaittir. Ulema cephesinden gelen mütaalalar ise nakledilenleri beşer idrakiyle teyitten ibarettir. Bu makalede, bu çerçevede telakki edilmelidir.

Sahabe ile hesaplaşan fırkaların bir çoğu bu gün sadece mezhep tarihi kitaplarında yaşamaktadır. Müsteşriklerin yoğun baskısı altında şekillenen modernistlerin akibeti de seleflerinden farklı olmayacaktır. Allah ve Rasulü’nün (s.a.v.) ta’dil ettiği, Kur’an ve Sünnet’i sonraki kuşaklara tebliğ etme görevini verdiği sahabe ise manevi şahsiyetler olarak sonsuza kadar konuşmaya devam edecektir.

Haşiye

Muhammed Abduh’un Melek Tasavvurunun Tenkidi

İstitrat kabilinden konuyla alakalı bir hususun beyanını zaruri görüyorum. Modern İslam Düşüncesi’nin üç atlısından ortancası olan Muhammed Abduh, meleklerin sahabi olup-olmaması bahsini farklı bir mecraya çekerek meleklerin varlık sahibi olmalarını reddetmektedir. Ona göre melekler ve şeytanlar insanların ruhlarına ulaşan soyut varlıklardır. Dolayısıyla cismani suretlere bürünmeleri mümkün değildir. Eğer böyle olsaydı insanlar onların varlıklarını hisseder ve nerede yaşadıklarını tespite imkan bulurlardı.[47]

Abduh, bu te’viliyle meleklerin varlığını insanların anlayış seviyelerine indirgediğini düşünmektedir. Nitekim talebesi Reşid Rıza, Hocasının te’villerinin bir çok insanın hidayetine vesile olduğunu iddia etmektedir.[48] Ne var ki hiç kimse birilerinin hidayetine delalet etmek için İslam’ın sarahaten beyan ettiği hususları te’vil yoluyla inkar etme hakkına sahip değildir. Sonra ayetlerin yanlış te’vili münkirin hidayetine değil, onları yanlış te’vil eden müminin inkarına neden olur.

Gayb aleminde olan ve olmaya devam eden nice hâdiseler vardır ki insan, aklıyla onların hakikatine ulaşmaktan acizdir. Bu acziyete rağmen onlar vardır ve varlıklarının isbatı inkari hiçbir te’vile muhtaç değildir. Yani köre renk gösterme gayreti nafile bir uğraştır. Zira kör inkar etse de renkler vardırlar.

Abduh’un göremediği ve bu yüzden varlıklarını insanların ruhlarına ulaşan ilhamlar olarak te’vil ettiği melekleri görenler var: Makalede de nakledildiği gibi Allah Rasulü (s.a.v.) Cebrail’i asıl suretinde iki defa görmüştür. A’rabi şeklinde peygamber meclisine gelen meleğe tanıklık eden bir çok sahabi mevcut.[49]

Hz Musa’ya “Biz Allah’ı açıkça görmeden sana inanmayız.”[50] diyen Yahudilerle bu gün paralel düşünen milyonlarca ateist var diye müslümanların İslam’ın menfaati adına Cenab-ı Hakk’ı, O’nun varlığına halel getirecek ifadelerle anlatmaları masumane bir ameliye olarak görülebilir mi?! Böyle bir ameliye içerisinde olanların küfre girdiklerini söyleyenler, aynı cevabı benzer kararlılıkla arza mecburdurlar.

Tarih boyu mücerret aklın talepleri bitip-tükenmemiştir. Her millet, iman etmek için farklı taleplerde bulunmuştur. Peygamberlere kabili ne mümkün tekliflerle gelmişlerdir. “Onlar, ’Sen dediler, bizim için yerden bir kaynak fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Veya, senin bir hurma bahçen ve üzüm bağın olmalı; öyle ki, içlerinden gürül gürül ırmaklar akmalı. Yahut iddia ettiğin gibi, üzerimize gökten parçalar yağdırmalısın veya Allah’ı ve melekleri (söylediklerinin doğruluğuna) şahit getirmelisin. Yahut da altından bir evin olmalı, ya da göğe çıkmalısın. Bize, okuyacağımız bir kitap indirmediğin sürece (göğe) çıktığına da asla inanmayacağız. De ki: Rabbimi tenzih ederim. Ben sadece beşer bir elçiyim.”[51]

Müşriklerin talepleri “mutlak hakikat”in sunum şekline etki edememiş, her şeye rağmen peygamberler hakikati insanlara göre değil, insanları hakikate göre değerlendirmeye devam etmişlerdir. Bu yüzden hakim ideolojiler tarafından anlaşılamamakla itham edilmişlerdir[52]

Meleklerin var oluşları Kur’an Sünnet ve icma ile sabittir. Buna rağmen inkarda ısrar etmek ya da kabulü ne mümkün te’villerde bulunmak imanı sarsar. Sarsıntının ne derece olduğu ise yarın mahşerde zahir olacaktır.


İhsan Şenocak

Dipnotlar:


[45] İbn Esir, a.g.e., I, 23.
[46] İbn Hacer, İsabe, I, 25.
[47] Reşit Rıza, Tefsiru’l-Menar, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, I, 267 – 273.
[48] Reşid Rıza, a.g.e., I, 269.
[49] Abdulkerim Nevfan, Alemu’l-Cin fî Davi’l-Kitabi ve’s-Sünne, Dar-u İşbilya, Riyad, 1999, s.122.
[50] Kur’an, Bakara(2): 55.
[51] Kur’an, İsra(17): 90-93.
[52] Kur’an, Hud(11): 91.


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR      

6 Ekim 2015 Salı

546.ASHABIN ÂDALETİ-3-İhsan Şenocak

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


ASHABIN ÂDALETİ

Hz Osman’ın şehadetiyle başlayıp Cemel, Sıffın muharebeleriyle devam eden olaylar ashabın üç farklı duruş almasına neden oldu: Hz Ali’yle birlikte olanlar, Hz Osman’ın yanında yer alanlar ve uzlete çekilip hadiselere karışmayan büyük çoğunluk. Bir tarafta yer alsın ya da almasın ashabın tamamı Ehl-i Sünnet alimlerinin icmaı ile âdil kabul edilmiştir. Hz Osman ya da Hz. Ali safında olan sahabenin tarafgirliğin verdiği hamasi duygularla birbirlerini cerh edici ifadeler kullanmaları ise, muharebe sürecinde sarf edilen fuzuli sözler bağlamında değerlendirilmelidir.

Taraf Olan Sahabilerin Âdaleti

Sıffın’da yer alan her iki tarafta bir gayeye mebni olarak saf tutmuştu. Hz Ali ra hadisenin çözümlenmesinin zaman alacağını biraz beklenilmesi gerektiğini söylerken, Hz. Muaviye ra cenahı suçluların hemen cezalandırılmasını talep ediyordu. Her iki tarafta zahirde birtakım delillere dayanmaktaydı. Farklı mülahazalar hadisenin çözümünde iki müçtehidin birbirine zıt hükümlere ulaşmalarına neden oldu. Fakat, her ikisi de içtihat etmişti. İçtihadında isabet edemeyene de bir sevap verildiğine göre Hz Muaviye ya da onun tarafında yer alan ashabı tenkit etmek, onların rivayet ettiği hadislere itibar etmemek, daha da ileri giderek “Bu hadiseler taraf olan ashabın adalet sıfatını ortadan kaldırmıştır.” demek, insaftan yoksun bir yaklaşım olur.

İctihadı gereği karşısında yer alanları “baği” olarak gören ve bu yüzden onlara karşı güç kullanmak zorunda kalan sahabi ile ictihad zarfı içerisinde Kur’an ve Sünnet’i hevasına göre tevil eden anlayışı bir görmek ve netice itibariyle her ikisine de aynı hükmü vermek uçmadaki müşterekliğinden dolayı kartalla sineği aynileştirmek gibi olur.

Hz. Muaviye ya da Hz. Ali’den hangisinin tarafında yer alırsa alsın Ehl-i Sünnet alimlerinin Kur’an ve Sünnet’in tevsiki ile adil kabul ettikleri ashabı Efendimiz’den (s.a.v.) rivayet ettikleri hadisler üzerinde tahrif, tağyir veya benzeri bir tasarrufta bulunmakla itham etmek en basitinden Kur’an’ı anlamamaktır. Ayrıca Allah ve Rasulü’nün (s.a.v.) kesin bir dille adil olduklarına işaret ettiği ashabın adaletini sorgulamak ne kadar yanlışsa onların bu nevi makalelerle adalet vasfını kazanacaklarını düşünmek de o kadar hata olur. Bu babtaki bütün çalışmalar mevcut doğruyu daha yüksek bir tizden duyurmaktan ibarettir. Bir anlamda büyük bir şöhret içerisinde meçhulu yaşayan hakikatin perdesini kaldırmaktır.

Kur’an “Sahabe Adildir” Diyor

Sahabe kadrosuna dahil herkes mutlak manada adildir. Yalan ya da yanlış onların hayatında ne bin ne de bir şubesiyle vardır. Hayatları Allah Teala’nın rızasına ayarlı ve de o rıza ile çepeçevre kuşatılmıştır. Böyle bir bünyeye harici unsurların girmesi ne mümkün. Hudeybiye’de “Semre” ağacının altında akdedilen “Rıdvan Biatı” Rıza-i İlahi’nin tahakkuk ettiğini bizzat bildirmektedir: “Andolsun ki o ağacın altında sana biat ederlerken Allah, mü’minlerden razı olmuştur.”[23] O’nun razı olduklarına yalan isnat edilir mi ya da yalanla hemhal olan birisinden Cenab-ı Hakk’ın razı olması düşünülebilir mi? Kureyş’e karşı ölünceye kadar savaşacaklarına yemin eden nurdan kadronun ilahi beraatıdır bu ayet.

Allah Rasülu (s.a.v.) buyuruyor ki; “Bedir ve Hudeybiye’ye tanıklık edenlerden hiç birisi Cehenneme girmeyecektir.”[24] Şia’nın ta’n ettiği Hz. Ebu Bekir’den Hz. Ömer’e, Hz. Zübeyir’den Hz. Talha’ya tam bin dört yüz sahabi var Hudeybiye’de…

“İşte böylece sizin insanlar üzerinde şahitler olmanız, Rasül’ün (s.a.v.) de sizin üzerinizde bir şahit olması için sizi orta (dengeli) bir ümmet kıldı.”[25] Allah Rasülü’nün (s.a.v.) ashabı söz, amel ve iradede milletlerin en hayırlısı ve adilidir. Bu yüzden kıyamet günü peygamberler lehine onların ümmetlerine karşı şahit olmayı hak etmişlerdir.[26] Eğer adil olmasalar, adaleti kuşanmasalardı Cenab-ı Hakk onları diğer ümmetlere karşı şahitler yapmazdı.

“Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah’a inanırsınız.”[27] Müminlere ait bu hitaba sahabe herkesten daha çok layıktır. Çünkü iyilikleri emredip kötülüklerden men’ettikleri bedihi bir hakikattir.

“(İslam’a girme hususunda) öne geçen ilk Muhacirler ve Ensar ile onlara güzellikte tabi olanlar var ya, işte Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedi kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur.”[28] Cenab-ı Hakk’ın razı olduğu ve bu rızanın gereği olarak cenneti hazırladığı Ashab-ı Kiram’ın adaletini sorgulamak, Kur’an’ın beyanına itibar etmemek anlamına gelir. Hangi mümin böyle bir ameliyeye cüret edebilir?! Ya da İslami hassasiyet böyle bir ameliyenin neresinde duracaktır.

“İman edip de Allah yolunda hicret ve cihad edenler; (muhacirleri) barındıran ve yardım edenler var ya, işte gerçek müminler onlardır. Onlar için mağfiret ve bol rızık vardır.”[29] Cenab-ı Hakk hicret ve dinine yardım ederek imanlarını ispat eden ashabı cennetle müjdeleyerek imanlarını onayladığını belirtmiştir.[30]

“Allah uğrunda O’na yaraşacak şekilde cihad edin. Sizi O seçti; din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi; babanız İbrahim’in dininde (olduğu gibi). Peygamberin size şahit olması, sizin de insanlara şahit olmanız için, O, gerek bundan önceki kitaplarda gerekse bu (Kur’an’da) size müslümanlar adını verdi.”[31]? Allah Teâla ashabı, uğrunda cihad etmek için seçti. Rasullerden sonra insanlık tarihinin en faziletlileri oldular. Allah’ı tek mabud olarak tanıdılar. Dilleri, kalpleri, aşkları, iradeleri hasılı topyekün mevcudiyetleriyle O’na yaklaştılar. Allah Onları kul, dost ve sevgili edindiği gibi onlar da Allah’ı bütün mevcudata tercih ettiler. Aşırı sevgi ve merhametinden dolayı Allah onlara dinde hiçbir zorluk çıkarmadı.[32]

Hakkı yüceltmeleri için seçilen ashabın adaletini tartışmaya açmak -haşa- Cenab-ı Hakk’ın seçimde isabet edemediğini gösterir ki, böyle bir yaklaşımın temelinde Kur’ani bakışa itiraz vardır.

(Rasülüm!) De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.”[33] Onlar bütün mevcudiyetleriyle Allah Rasülü’ne (s.a.v.) uydular, Onunla hicret ettiler, yan yana durup düşmana karşı savaştılar, Semre ağacının altında O’na (s.a.v.) biat ettiler. Ne, nasıl yapılması gerekiyorsa öyle yaptılar. Hz Rasulullah’a ittiba etmelerinin karşılığında Allah Teâla’nın sevgisiyle mükafatlandırıldılar. Madem mümin Allah’ın sevdiğini sevmek, buğzettiğine de nefret etmekle memurdur peki niçin ashaba ta’n edilir. Allah Rasulü (s.a.v.) buyuruyor ki; “İmanın alemeti Ensar’ı sevmek; nifakın ki ise O’na buğz etmektir.”[34] Bu hadis ashabın ileri gelenleri dahil tamamı hakkında geçerlidir.[35] Buna göre ashabı istisnasız sevmek mahza imandan, buğzetmek ise mahza nifaktan kaynaklanmaktadır.

Ez cümle Kur’an diyor ki ashab adildir. Sonraki kuşakların onları ta’dil etme ameliyelerine muhtaç değillerdir. Bu noktada yapılan bütün çalışmalar bir manada sahih mirasın tekrarından ibarettir. Bununla birlikte söz konusu ayetler nazil olmamış olsaydı yine de onların Allah yolunda yaptıkları cihat, İslam’ın değerlerini yüceltebilmek için can ve mallarını seferber etme hasletleri, anadan yardan geçecek derecede teslimiyetleri, adaletlerine delalet etmeye yeterdi.

Allah Rasülü Ashabın Âdaletine Şehadet Ediyor

Bazı durumlar vardır ki kişilere harikulade değer yüklerler. İslam’ın başlangıcı itibariyle meseleye baktığınızda ashabın Hicret’te, Bedir’de Uhut’ta, Hendek’te ifa ettiği vazife olağanüstüdür. İslam’a karşı olan pazarlıksız imanları küfrün safında yer alan babalarıyla bile vuruşmalarına neden olmuştur. Hadisenin bu boyutunu da dikkate alarak konuşan Allah Rasülü (s.a.v.), bütün zamanların en hayırlı kuşağının ashabı olduğunu belirtmiştir.[36] Hadisin, mutlak olması hayırla alakalı bütün konularda ashabın en önde olduğuna işaret etmektedir.

Ashabın üstünlüğüne işaret eden hadislerin çokluğu, muhaddisleri, eserlerini tedvin ederken “ashabın faziletleri” adını taşıyan üst başlıklar oluşturmaya sevketmiştir. Bu noktada ki hadislerin çokluğuna aldırmadan ısrarla ashaba ta’n etmeye devam edenlerin dikkatini çekebilmek için de “ashaba sövmenin haram oluşu”nu muhtevi daha hususi başlıklar açmışlardır. O hadislerden birinde Allah Rasülü (s.a.v.) buyuruyor ki; “Ashabıma sövmeyiniz. Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki herhangi biriniz Uhud dağı kadar altın infak etse onlardan birinin bir müdd, hatta yarım müdd sadakasına dahi yetişemez.”[37]

Abdullah b. Muğaffel el-Müzeni rivayet ediyor: “Allah Rasülü (s.a.v.) buyurdular ki; ‘Sakın sakın! Ashabım aleyhinde bulunmayınız. Onları hedef seçmeyiniz. Kim onları severse bana olan muhabbeti dolayısıyla sever. Kim de buğz ederse bana olan buğzu sebebiyle onlardan nefret eder. Kim onlara eza ederse bana eza etmiş olur. Kim bana eza ederse Allah’a eza etmiş olur. Her kim de Allah’a eza ederse çok sürmez Allah onun belasını verir.”’[38]

Allah Rasulü (s.a.v.) “Semre” ağacının altında kendisine biat edenleri kastederek buyurdular ki; “Ağacın altında biat edenlerden hiç kimse Cehenneme girmeyecektir.”[39] Efendimiz’in (s.a.v.) Semre ağacı altında biat edenleri Ehli Cennet olarak nitelemesi, onların adaletlerini de tevsik ettiği anlamına gelir. Peygamber tezkiyesine muhatap olmak madem sıradan bir hadise değildir o takdirde ashabın adaleti beşerin ulaşabileceği en üst derecededir.

Adil oldukları bizzat Hz. Rasulullah (s.a.v.) tarafından beyan edilen ashabın yalan ya da yanlış rivayetleri Efendimiz’e (s.a.v.) isnat etmeleri nasıl düşünülebilir?! Bir tarafta söylemediklerini Peygambere isnat edenlerin cehennemlik olduklarını bildiren hadis[40], diğer tarafta ise sahabeye dünyada iken cenneti müjdeleyen rivayet. Çelişki Efendimiz’in (s.a.v.) sözlerinde olmadığına göre bu derin hatayı kim tashih edecek?!

İslam, ashabın ruhuna silinmez izler kazıdı. Bütün varlıklarıyla Onun ilkelerine yapıştılar. Adalet, her bir ferdin vicdanında muhkem kaleler imar etti. Öyle ki; insan olarak nefislerine yenik düşüp, büyük günaha irtikap ettiklerinde huzur-u Nebi’ye (s.a.v.) gelip durumlarını itiraf eder, ısrarla hadd cezasının tatbikini isterlerdi; “Bizi temizle ya Rasülellah (s.a.v.) ” derlerdi.[41] Sonunda ölüm de olsa tevbeye koşarlardı. Böyle bir sirete sahip olanların Allah Rasülü’ne (s.a.v.) yalan isnat etmeleri; sonra da o yalanı hakikat niyetine rivayet etmeleri ne mümkün!


Devam edecek...

İhsan Şenocak

Dipnotlar:

[23] Kur’an, Fetih(48): 18.
[24] İbn Hacer, Fethu’l-Bari bi Şerhi Sahihi’l-Buhari, Dar-u İhyai’t-Türasi’l-Arabi , Beyrut, 1988, I, 159.
[25] Kur’an, Bakara(2):143.
[26] İbn Hacer, İsabe, I, 18.
[27] Kur’an, Al-i İmran(3): 110.
[28] Kur’an, Tevbe(9): 100.
[29] Kur’an, Enfal(8): 74.
[30] Ebu Abdillah Muhammed b. Ahmed Kurtubi, el-Cami’ li Ahkami’l-Kur’an, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 2000, VIII, 38.
[31] Kur’an, Hac(22): 78.
[32] İbn Kayyım, İ’lamu’l-Muvakki’în an Rabbi’l-Alemin, Daru’l-Kitabi’l-Arabi, Beyrut, 1996, IV, 116.
[33] Kur’an, Al-i İmran(3): 30.
[34] Bedruddin Ebu Muhammed Mahmud el-Ayni, Umdetu’l-Kâri Şerh-u Sahihi’l-Buhâri, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 2001, I, 244.
[35] Ayni, a.g.e., I, 246.
[36] Buhari, Fedail-u Ashabi’n-Nebi, 5; Müslim, Fedailu’s-Sahabe, 221-222.
[37] Ayni, a.g.e., 62/Kitab-u Fedaili’s-Sahabe, 5, (H No: 3673); Müslim, 44/Kitab-u Fedaili’s-Sahabe, 54, (H No: 2541); Tirmizi; Tirmizi, 50/Kitabu’l-Menakib, 58, (V, 462, H. No: 3887).
[38]Tirmizi, 50/Kitabu’l-Menakib, 58, (V, 463, H. No: 3888); Ahmed, Müsned, IV, 86.
[39] Tirmizi, 50/Kitabu’l-Menakib, 57, (V, 462, H. No: 3886).
[40] Ayni, a.g.e., II, 227.
[41] İbn Hacer, İsabe, I, 21.



"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR      

3 Ekim 2015 Cumartesi

545.GIYBET FELAKETİ İLE SAVAŞ

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Şeytan tuzağı "GIYBET" bu tuzağa düşmediğini söyleyebilecek peygamberler 
(aleyhimüsselâm) hariç tek bir kişi var mıdır acaba?

Hem dünyamızı hem de ahiretimizi mahveden bir kebair günah! Bu yazıyı kaleme alan Muhammed Bozdağ'dan Allah razı olsun , bu yazı vesilesi ile ben de aklım baliğ olduğundan itibaren bilerek veya bilmeyerek, isteyerek veya farkında olmadan gıybetini yaptığım veya gıybet yapılan ortamda bulunduğum veya gıybetinin yapılmasına ses çıkarmadığım herkesten helallik istiyorum. HAKKINIZI HELAL EDİN.

 Aynı şekilde akılları baliğ olduktan itibaren bilerek veya bilmeyerek, isteyerek veya farkında olmadan gıybetimi yapmış veya gıybetimin yapıldığı ortamda bulunmuş veya gıybetimin yapılmasına ses çıkarmamış herkese HAKKIMI HELAL ETTİM.


 Eğer insanlar gerçekleri açık ve cesur bir ortamda eşit şartlar altında paylaşabilselerdi; yüzlerinden başka, gıyaplarında başka olmasalardı, savaşlar çıkmayacaktı; kavgalara, üzüntülere yer kalmayacaktı. Tüm felaketlerin, hatta ebedî kahroluşların ardında, gıybet tohumlarını bulacaksınız. Tüm kötülükler, gıybeti de beraberlerinde taşırlar.

- Gıybet nedir?
- Gıybet biçimlerini nasıl sınıflandırabiliriz?
- Gıybet neden ve ne kadar kötüdür?

Burada öylesine gizli, iğrenç ve vebadan hızlı yayılma gücü olan bir hastalıktan söz ediyoruz ki, ondan kurtulmak ancak ısrarlı bir savaşın, derin bir içtenliğin eseri olabilir. Gıybet tuzağında tüm iyiliklerinin yok olup olmadığını merak eden, konuşmalarını gözlemlemeli ve gıybet biçimleri üzerinde çok düşünmelidir.

Alenî Sade Gıybet: Sevgili Peygamber (a.s.m.) gıybeti “Birinizin, kardeşini hoşlanmayacağı şeyle anmasıdır!”
(1) şeklinde tanımlamış;

“Din kardeşinin yüzüne karşı söylemediğin şeyi ardından söylemen gıybettir.”(2) demiştir. Bir kişinin gıyabında ondan hoşlanmayacağı şekilde, hakkında doğru olan birşeyi söylemek, alenî gıybetin ta kendisidir. 


Komşularınız, eşiniz, dostunuz ve hatta kendi evladınız hakkında gıyaplarında konuşurken hangi üslubu kullandığınıza bakın. Çoğu insan, değil gıybet ettiklerini, başkalarından bahsettiklerini bile fark etmezler. Siz isimleri geçen insanların yerinde olsaydınız, kendinizden o şekilde söz edilmesinden hoşlanır mıydınız? Eğer hakkında konuştuğunuz kişi orada olsaydı, cümlelerinizi, hatta o andaki duruşunuzu değiştirme ihtiyacı duyar mıydınız? Eğer öyleyse -doğruları söylemeniz şartıyla- yaptığınızın adı gıybettir ve bu, gıybetin en sade formudur.

İftiralı Gıybet: Peygamber (a.s.m.) devam eder:“Eğer söylediğin onda varsa gıybetini yapmış oldun; eğer yoksa bir de iftirada bulundun.”(3)

İftira, kusurların en çirkinidir. Eğer gıybet ederken kullandığımız bilgi bizzat kendi gözlemimize ait değilse, başkasından duymuşsak, dilden dile kesinlikle değişime uğramıştır ve tam olarak doğru değildir.

Başkasından -veya dostlarımızdan- duyduğumuz bilgiyi aktardığımızda, sözlerimizin gıybeti aşarak iftiralı gıybete dönüşme ihtimali en az %80’dir. Çünkü insanların %80’i duyduklarının doğruluğunu tahkik etmezler; duygularını ve tercihlerini dolaştırdıkları söze katarlar; üstelik hafızaları bozuktur, bilgi dilden dile dolaşırken kırk farklı kimliğe bürünür. Bu konuda sürekli hassas davranmayanların ise defalarca iftira atma ihtimalleri %100’dür.

Gizli Gıybet: Çoğu zaman yaptığımız, kalbimizden geçirmek, yani zannetmek suretiyle gıybete girmektir. Gıybetin ne kadar kötü olduğunun vurgulandığı âyette, Kur’ân şöyle der:“Ey iman edenler, zandan çok kaçının; çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli yönlerini araştırmayın.”(4)

Bütün zanlar ve tahminler değil; ama kimi zanlar, gıybet hâlini almaktan kendini kurtaramaz. Hazret-i Gazalî, bunu ‘kalp ile gıybet’ şeklinde tanımlamış; ‘bir kimsenin ayıbını insanın kendi kendine söylemesini’ bile reddetmiş; kalp ile gıybeti, ‘gözü ile kötü bir şeyi görmeden, kulağı ile duymadan, bir kimseye suizanda bulunmak’ şeklinde tarif etmiştir.(5)

Allah-ü Teala, kendisine karşı işlediğimiz suçlardan pişman olduğumuzda bizi bağışlayacağını söylüyor; ama kul hakkıyla şehit bile olsak, affımızı vaad etmiyor. Allah, kullarının haklarını kendi hakkından önemli tutmuştur. Haksız suizandan kul hakkı doğar. Gıybet temelde insanlara karşı işlenen bir suçtur ve onun affedilmesi yetkisi, gıybet edilen insanlardadır. Bu yüzden masumun ahlâkı, onuru hakkında delil olmaksızın kötü zanda bulunur da içimizdeki kötü zannı doğru kabul edersek, ağır bir bedel ödeyeceğiz.(6)

Peygamber (a.s.m.) der ki, “Bir kimse kardeşini bir kusur ile ayıplarsa, o kimse ölmeden o kusuru işler.”

Başkalarının hoşlanmadığımız özelliklerinin hangi şartlardan kaynaklandığını nereden biliyoruz? Kimlerin hangi zorluklar yoluyla kaderleri tarafından eğitildiklerini bilmeksizin, kimi kusurlu gözüken yönlerinin gizli bile olsa gıybetini yapmaya hakkımız yok!

Başımıza gelenlere bakalım; orada açık veya gizli gıybetleri yapılmış insanların haklarının iadesini görebilecek miyiz?

Münafıkâne / İkiyüzlü Gıybet: Gıybetin en utanç verici biçimidir ki, İmam Gazalî buna ‘münafıkâne gıybet’ demiştir.(7) Gıybeti yapan şöyle der: “Allah affetsin, o da bizim gibi bazen karıştırıyor,” “İnşaallah düzelir, daha iyi olur.” Bu gibi sözlerle görünürde hakkında konuştuğu kişiyi sevdiğini, iyiliğini dilediğini demeye çalışmakta; ama gizliden gizliye de o kişinin bozulmuş olduğunu, yanlışlar yaptığını ima etmektedir. Dinleyenin ikiyüzlülüğü de şu şekildedir: “Boşver gitsin, gıybet oluyor.” Bunlara benzer sözleri söylerken, aslında gıybeti gerçekten engellemek istemiyor; görünürde aksini savunsa da, içten içe o kişi hakkında gıybet yapılmasından hoşlanıyor.

Söz Taşımalı Gıybet: İnsanların sözlerini muhataplarına ara bozmaya yol açacak şekilde taşımak biçimindeki gıybettir. Şöyle der Hz. Peygamber (a.s.m.):“(Arabozucu) söz taşıyan cennete giremeyecektir.”(8)

Kur’ân bizi uyarır:“Ey inananlar, eğer bir fasık size bir haber getirirse onu araştırın. Yoksa bilmeyerek bir kavme sataşırsınız da yaptığınıza pişman olursunuz.”(9)

Hasan-ı Basrî şöyle der:
“Başkalarının sözünü sana ileten, getiren, muhakkak senin sözünü de başkalarına iletir. ... Zira onun yaptığı hem gıybet, hem zulüm ve hıyanet, hem de aldatma ve haset, hem nifak, fitne ve hiledir.”(10)

Elbette başkalarının sözlerini nakletme hakkımız var. Ama, “Sevgili arkadaşım şöyle demişti...” gibi bir dostluk ifadesiyle başlayacak isim zikrini, ancak sözün sahibinin güzel ve duyduğunda hoşuna gidecek olumlu sözleri takip edebilir. Yoksa, “Adam senin -veya filancanın- hakkında dedi ki...” şeklinde başlayıp, sözün sahibini üzecek bir cümle söyleyen, kendisini felaketler arasından felaket beğenmeye hazırlansın.

Kitlesel Gıybet: Yukarıda ayrımlaştırılan gıybet türleri tek tek bireyler hakkında olabileceği gibi kitleler ve insan toplulukları hakkında da olabilir. Bir topluluk hakkında gıybette bulunanın kurtulabilmesi için o topluluğun tümünden affedilme dilemesi gerekir. Kitlesel gıybet, bir insanın irtikap edebileceği, altından kalkılması en zor, en acınası, en dehşetli gıybettir. Yukarda geçen âyetin“...Yoksa bilmeyerek bir kavme sataşırsınız...”(11) şeklindeki bölümü, ‘bir kavme sataşma’ terimiyle suçun kitlesellik tehlikesine vurgu yapmaktadır.

Filan partilileri, falan spor takımını tutanları, filan cemaat, din veya mezhep mensuplarını veya filan ırka, milliyete mensup insanları küçümseyen, onlarla alay eden gıybetçilerin ebedî âlemde ödeyecekleri tazminat inanılmaz ağır olacaktır. Bu açıdan örneğin yalnızca bir Temel fıkrasını anlatan, eğer bu fıkra Karadenizlileri rencide etmişse, tümüne bunun manevî tazminatını ödemeye mahkûm olacağını iyi bilmelidir. Eğer bir Nasrettin Hoca fıkrası anlatacaksak, “Acaba merhumu gıyabında rencide eder miyiz?” diye korkmalıyız. Birkaç kişiyi on saniye güldürmek uğrunda şerefimizi ateşe veremeyiz. En dehşetli akıbetler alay edenler için hazırlanmıştır ki, Kur’ân onlar hakkında, “onların vay hâline!” buyurur Hümeze sûresinde.

Paylaşımlı / Ortaklaşa Gıybet: Gıybeti yapan, sadece onu söyleyen veya ima eden değil, aynı zamanda rıza ile dinleyendir veya yapmasa da yapılmasından hoşlanandır. Cinayeti izlerken gücü yettiğince karşı koymayan da katil sayıldığı gibi, yanında gıybet yapıldığı halde müdahale etmeyen de tam olarak o gıybetin ortağı olacaktır. Gıybet bu yönüyle -gizli biçimi hariç- ancak birden fazla kişinin ortaklaşa irtikap edebileceği fuhuş gibidir.

Sevgili Peygamberin (a.s.m.) “Kim ki yanında Müslüman kardeşinin gıybeti yapıldığı halde, gücü yeterken kardeşine yardım etmezse, Allah onu dünya ve ahirette zelil kılar.”(12) şeklindeki sözü, gıybeti dinleyenin sorumluluğuna işaret eder. Hatta bu hadis, gıybeti yapandan çok, yanında gıybet yapıldığı halde derhal müdahale edip kardeşinin onurunu korumayanı tehdit ediyor. Anlıyoruz ki, huzurlarında yapılan—haksız—gıybete küçücük korkuları yüzünden müdahale etmeyenler, onurlu bir hayat sürdüremeyecekler.

Gıybetin Kötülüğü

• En İğrenç Suçtur: Kur’ân şöyle der:
“...Kiminiz de kiminizin gıybetini yapıp arkasından çekiştirmesin. Sizden biriniz ölü kardeşinin etini yemeyi sever mi? İşte bundan iğrenip tiksindiniz...”(13)

“Arkadan çekiştirip duran, kaş-göz hareketleriyle alay eden her kişinin vay hâline!”(14)

Zina, cinayet dahil başka hiçbir suç, iğrendirici bir fiile gıybet kadar benzetilmemiştir.

• Zarar Potansiyeli Korkunçtur: Gıybetin en korkutucu taraflarından birisi, yol açabileceği felaketlerin potansiyel büyüklüğüdür. Gıybet fani bedene değil, Yaratıcının bakileştirdiği kalbe ve ruha saldırır. Cinayeti işlemek nisbeten zordur, failini bulmak ve cezalandırmak mümkün ve nisbeten kolaydır. Oysa gıybeti işlemek kaş göz işareti kadar kolaydır; bir kere ağızdan çıktı mı mantar gibi çoğalır, milyonlarca kopyası insanlar arasında dalga dalga yayılma ve inanılmaz fitnelere, katliamlara yol açma potansiyeline sahiptir.

Gıybetin insanlar tarafından kaynağında tespit edilip cezalandırılması, akışıp ilerlemesinin, hatta iftiraya dönüşmesinin durdurulması neredeyse imkânsızdır. 

• Ebedî Hayatı Yok Eder: Peygamber (a.s.m.) der ki:“Ateşin kuru odunu yakması, insanın sevaplarını yok etmekte gıybetten daha hızlı değildir.”

Yangın yok edicidir. Bir ömür hayır içerisinde yaşadığını sanıp da ebedî huzura giden insanın, söylediği veya rıza ile dinlediği gıybetler yüzünden tüm manevî hasenatının alevlerle yanıp kül olduğunu görmesinin ne büyük şok olduğunu tahmin edebilirsiniz. Gıybetin verdiği alçakça zevk uğrunda böylesi bir felakete razı olmayı hangi vicdan kabul edebilir?

Hazret-i Rehberimiz (a.s.m.) şöyle der:
“Aziz ve Celil olan Rabbim beni Mi'raca çıkardığında, demirden tırnaklarla yüzlerini ve gözlerini tırmalayan bir topluluğa rastladım. Cebrail’e dedim ki: ‘Bunlar kimlerdir?’ Şöyle dedi: ‘Bunlar gıybet ederek insanların etlerini yiyen ve onların şereflerine dil uzatanlardır.’”(22)

Gıybet, insanları işte böyle bir geleceğe hazırlıyor.

- Huzurunda gıybet yapılan nasıl davranmalıdır?
- Gıybetten nasıl kurtulabiliriz?
- Hangi zaaflarımız bizi bu salgın vebanın tuzağına düşürüyor?
- Hangi şartlarda söylenenler gıybet değildir?
- Gıybetin din ve hizmet adına meşrulaştırılması nasıl bir tehlikedir?

Savaşa şimdi başlamalıyız. Ben gıybetle savaş başlattığımda, diğer kişilerle veya gruplarla ilgili ağzımdan çıkan neredeyse hemen her sözün, gıybetin bir formuna uyduğunu fark etmiştim. Bu sinsi düşmanla bilinçli bir savaş başlatıp hassasiyetleri hücrelerine işleyinceye kadar sürdürmeyenler, amellerini ateşe verecek yangınlardan kurtulamayacaklar.

Bu savaşı başlattığımda, eroin krizine tutulmuş gibi, sözlerin ortasında uyanıyor, konuşamama krizine yakalanıyordum. Çünkü kriterlerim açısından baktığımda, neredeyse ne söylesem ve ne dinlesem gıybet olduğunu görüyordum. Gıybete savaş açtığınızda, yaptığınızın büyüklüğü nedeniyle ilâhî rahmetin şefkati kalbinize öylesine yayılıyor ki, “Ben bu vakte kadar nerelerdeydim?” diyorsunuz. Gıybet esaretinden bir kere kurtuldunuz mu, özgürlüğünüzün ruhunuza yaşatacağı coşkuya paha biçemeyeceksiniz.

- Gıybet dinleyen ne yapmalı?

Engel olmazsak, bizimle konuşurken gıybet yapanla suç ortağıyız. Çünkü gıybetin devam edebilmesi, bizim en azından dinliyor görüntüsü verebilmemize bağlıdır. Başkalarının gıybetine bilinçli kulak misafiri olan da gıybetin suç ortağıdır.

İlk yapmamız gereken, “Kim ki yanında Müslüman kardeşinin gıybeti yapıldığı halde, gücü yeterken ona yardım etmezse, Allah onu dünya ve ahirette zelil kılar”(23) hadis-i şerifini hatırlamak olmalıdır. Bu söz sadece bizimle konuşanın yaptığı gıybeti değil; çevremizde, radyoda veya televizyonda yapılırken dinlediğimiz gıybetleri de kapsamaktadır. O anda kendimizi gıybeti yapılan kişinin yerine koymalı, bizden gıyabımızda bu şekilde söz edildiğinde rahatsız olup olmayacağımızı sormalıyız. Onuru zedelenen kişinin üzülmesi gerekiyorsa üzülmeli, hakkını savunması gerekiyorsa savunmalıyız.

Hatta kendi hakkımızı feda edebiliriz, ama başkasının hakkını korumak namus borcumuzdur. Önce kalbimizde derin bir rahatsızlık oluşmalı, gıybeti dinlemeye tahammül edemez hâle gelmeliyiz. Gıybeti yapılan kişi kişisel dostumuzsa, mutlaka sözel olarak müdahale etmeli, onurunu savunmalı (24) ve gıybeti suçlamalıyız. Susturmanın bize zararı büyük olacaksa, ‘rahatsızlığımızı hissettirmek şartıyla’ oradan hemen uzaklaşmalıyız. Radyo veya televizyonda yapılıyorsa, hemen kapatmalıyız. Bunları yapamıyorsak, dinlememeye çalışmalıyız. Dahası, gıybeti dinlediğimiz için Allah’tan af dilemeli, (25) gıybeti yapılan kişiye dua etmeli, ve duyduklarımızın etkisinde kalarak suizan etmemeye özen göstermeliyiz. Dahası, uyarıp düzeltemediğimiz gıybetçiden, elimizden geldiğince uzaklaşmalıyız.

- Gıybet eden ne yapmalı?

Yaşayan veya ölen bir insanın veya insanlar topluluğunun gıyaplarında onları üzecek doğruları söylemiş olabiliriz. Eğer yaşıyor(lar)sa, helalleşmenin bir yolunu aramalıyız. Biliyoruz ki, şehit bile olsak, kul hakkını ödemek zorundayız. Eğer vefat edenin gıybeti yapılmışsa, helallik dilemek ne yazık ki imkânsız. O zaman onun için ömür boyu dua etmekten, onun adına iyilik yapmaktan başka çare kalamaz. Zalimleri aşağılamak dışında, tarihteki insanları eleştirirken, haksızlık yapmamaya dikkat etmeli; herkesin hakkının ve onurunun Allah tarafından sonsuza dek korunacağını unutmamalıyız.

Bugünden başlayarak, gıybetlerini bilmeden yapabileceğimiz ihtimaliyle, tüm tanıdığımız insanlarla ilk karşılaşmamızda mutlaka helalleşmeli, hatta helalleşmeyi periyodik bir alışkanlık hâline getirmeliyiz. Aksi halde burada birkaç günde tamamlayabileceğimiz helalleşme faslını ihmal etmemiz, haşir meydanında binlerce yıl beklememize mal olabilir.

Gıybetini yaptığımız kişilere ismen dua etmeli, onların affı ve tüm hayatlarının rahmetle ve ihsanla kuşatılması için, ısrarlı ve vazgeçmeden gizli dualarda bulunmalıyız. Tüm bunları yaparken, -bilhassa vefat edenlerin ve toplulukların-bir daha gıybetlerini yapmamak için de ilâhî yardım dileğimizi ihmal etmemeliyiz. Çünkü, bu tür gıybetlerde helalleşmek pratik olarak neredeyse imkânsız gibidir.

- Gıybet edilen ne yapmalı?

Hakkımızda yapılan gıybetler bir şekilde bize ulaşır. Ya başkaları bize aktarır, ya söz dolaştırılırken kulak misafiri oluruz, ya da kalbimizde gıybetimizi yapana karşı bir soğukluk ve sevgisizlik ilhamı alarak ondan uzaklaşma eğilimine gireriz. Toplumsal bölünmelerin ve kitleler arasında bağlılığın azalmasının ardında, kitlesel gıybetlerin ne denli etkili olduğunu hatırlamalıyız.

Şayet ‘size’ gıybet yapana küfür, hakaret ve aşağılama savurarak kendinizi savunursanız, gıybetlerinin bedelini büyük ölçüde dünyada almış olursunuz. Ancak, bunun yerine şahsınızı savunmaya girmeyip, gıybetle mücadele eder de gıybetçinin bu hasletten kurtulmasına uğraşırsanız, büyük mükafatları hak edersiniz. Hasan-ı Basrî, kendisine gıybet edene bir tabak taze hurma göndermiş ve “Duydum ki sen ibadetini bana hediye göndermişsin. Ben de buna bir karşılık vermek istedim. Kusura bakma, tam karşılığını veremedim.”(26)
diye de bir not eklemiştir.

Gıybetinizi yapanlarla savaşmadığınızda, karşılarına ilâhî adalet çıkıyor ki, tevbe etmeyenleri kuşatan ilâhî ceza kimsenin intikamına benzemez. Hatalarını düzeltmedikleri sürece, ayıpladıkları şey başlarına gelinceye ve üstelik ebedî hayatta bedelini ödeyinceye kadar kurtulamazlar. 

Ancak kul kişisel hakkını affedip, muhatabı için hidayet dilerse, elde edeceği mükafat, aksi halde kazanacağından çok daha değerli olacaktır.
İnsan, kendine yapılan gıybete ne oranda affedici olması gerekiyorsa, başkasına yapılan gıybete o oranda acımasız ve zemmedici olmalıdır. Ayrıca, şayet bir insanın ismi ve eserleri bir topluluğa mal olmuşsa, o insana veya eserine yapılan gıybet, aynı zamanda taraftarlarına yapılmıştır. Örneğin peygamberlerin gıybetini yapan, inananlarının da gıybetlerini yapmış olur. Bir babayı haksız yere aşağılayan, çocuğunu da aşağılamış sayılır. Bu durumda, bize yapılan gıybetin yakın dostlarımıza düşen hissesini affedemeyiz. Kader başkasına ait hisselerin bedelini tahsil edecektir.

- Gıybetten nasıl korunuruz?
- Başkalarının gıybetimizi yapma sebeplerini nasıl yok ederiz?
- İnsanlar niçin gıybet yapıyorlar?

• Gıybet yapmamak: Gıybet edenin gıybeti yapılacaktır. Dilimizi gıybete karşı dişlerimizin ardına hapsedersek, başkalarının gıybetlerini dahi önleyebiliriz. Dilini tutanla alay etmeye kalkanın kalbine, gizli bir elem ve hatta korku ilham edilecektir. En güvenlisi susmaktır; övmeyeceğimiz kimsenin gıyabında konuşmamaktır.

• Övünmemek ve başkalarını küçümsememek: İnsanlar başkalarının övünmelerini veya huzurlarında küçülmeyi kabullenemezler. Aramızdaki eşitliği bozduğumuzda, izzetlerini korumak için bizi aşağılama ihtiyacı duyacaklardır. Başarılarımızı, hizmetlerimizi gizleyemeyiz, gizlememeliyiz; tecrübelerimiz dostlarımıza model olacak ve onları heyecanlandıracaktır. Ama anlatırken kendimizi onlardan büyük görüyorsak, içimizde onlara yönelik bir küçümseme varsa, bu duygu algılanacak; bu durum vücut dilimize ve konuşmamıza da yansıyacaktır.(27) Âlimin ilmine saygı göstermeli; ama çocukla da çocuklaşabilmeliyiz.

• Kıskanmamak/kıskandırmamak: Kıskandığımız insanın güzel vasıflarını reddederiz; göreceği zarardan mutluluk duyarız. Kıskandırmanın inceliklerini burada sıralamak zor; en basit formülü şudur: Kimseyle rekabet etmeyen, başarıyı sonuçlar olarak değil, niyetler ve gayretler olarak gören insan kıskanamaz ve haklı şekilde kıskandıramaz. “Kıskandırmayayım” diye hizmetlerini gizlemek ve hiçbir şey yapmıyormuş gibi bir izlenim vermeye çabalamak, ihsana nankörlüktür; insanları başarılı modellerden mahrum etmektir, insanlara pısırık bir örnek sunmaktır. Kıskançlığın olmadığı yerde sadece takdir, sevgi, saygı ve muhtemelen gıpta vardır. Temiz bir ruh, kardeşine dua edip destek olduğunda, iyiliğine ortak olacağını bilir ve kıskanmaz.

• İkiyüzlü olmamak: İnsanlar çıkarlarının veya korkularının etkisi altında ikiyüzlü davranmaya kalkışabilirler. İkiyüzlü olmayanın gıybetini yapmaktan korkarsınız; ikiyüzlünün gıybeti ise çok kolay ve pervasızdır. Dahası, ikiyüzlü olmayanın kendisi de kolaylıkla gıybet yapamaz. Çıkarlarını düşünerek iki yüzlü davrananlar, çıkarlarından mahrum olmakla cezalandırılacaklar. Basit korkuları nedeniyle ikiyüzlülüğe teslim olanlar, dayanılmaz korkularla yüzleşecekler.

İki yüzlülük, hiç bir başarının, hiç bir kazanımın, hiç bir mutluluğun yolu olmamıştır. İkiyüzlülük insanda ne şeref bırakır, ne irade ve ne de cesaret... Bir insanın yüzüne gülüp onu takdir eden, gıyabında sözü geçtiğinde aynı şeyi yapmıyorsa ikiyüzlüdür. İnsanlara ikiyüzlülük yapan şüphe etmesin ki, ruhu Yaratıcısına da ikiyüzlülük yapıyordur.

• Kendini temize çıkarmamak: Kişisel kusurlarını reddeden insan, kusur işlediğinde suçu başkasına atacak; en azından, “Onun yüzünden yaptım” diyecektir. Böyle insanlar, başkalarını öfkelendirecek, üzecek ve haklarında gıybet yapılmasına yol açacaklardır. Kusurumuz varsa derhal kabul etmeli; başkasının suçu varsa bile, başkalarını suçlamakla vakit geçirmemelidir. Çünkü, hakkın dağıtılmadığı yerde, suçlunun kim olduğunun bilinmesinin hiçbir pratik faydası yoktur.

• Eğlence için aşağılamamak: Kimi insanlar Firavun gururuna sahiptirler. Ben merkezlidirler ve kişisel çıkarlarından başka odakları yoktur. Onların tek zevkleri başkalarını eğlence için aşağılayıp durmaktır ve bu onların hastalığıdır. Bu tür insanları insan yerine koyup muhatap olanlar, aynı geleceği paylaşacaklardır.

• Üzüntü veya öfkeye teslim olmamak: Kimi zaman da kişinin işlediği kusura üzüldüğümüz için, iyilik zannıyla gıybetini yaparız. Bazen de bu kusur nedeniyle öfkeleniriz ve kalbimiz bu duyguların etkisi altında onu manen cezalandırmak için aşağılamak ister; dilimizi tutamayız. Üzüntü, öfke veya infialin dostlarımızı ânında harcamamıza yol açmaması gerekir. Zira gün gelir, haksızlık yaptığımızı algılar, pişman oluruz.

• Alışkanlığa direnmek: Hayatımız boyunca yaşadığımız aşağılanmalar, gıybeti ruhumuza sindirmiş ve bizim için güçlü bir alışkanlığa dönüştürmüş olabilir. Ailede, mahallede, okulda, askerde, işte ve her yerde sürekli küçümsenmişsek, insan onurunu korumanın değerini idrak etmemiz zordur. Bu tür alışkanlıkları teşhis etmeli ve karşımıza almalıyız.

• Gıybet salgınına karşı korunmak: Önemli bir nokta da gıybetin içinde yaşadığımız toplumun hemen tüm bireylerine veba gibi bulaşmasıdır. TV ve gazeteler her gün gıybetle siftah yaparsa, her sabah işler gıybet seanslarıyla başlarsa, en içten dostlarımız gıybetin içerisine ölümüne saplanmışlarsa, virüsü kapmadan günün akşamına ulaşmak son derece zordur. Gıybetten ancak konuşma özürlünün kurtulabileceğini bilmeli ve gıybet karşısında çok katı ve dikkatli olmalıyız.

• Failleri gizlemek: Gıybetten korunmanın susmaktan sonra gelen en kestirme yoludur. Kötülüğü sahibinden soyutlayarak zemmedersek gıybet yapmış olmayız.“Adamın birisi sürekli yalan söylüyordu, bir tanıdığım sürekli burnunu karıştırıyordu...” Bunlar şükür ki gıybete bir şartla girmezler: Sizi dinleyenler o kişinin kim olduğunu tahmin edemiyorlarsa gıybet değildir; ama vasıflarından tanımaları hâlinde ismini söylemeseniz de gıybete girer. Kişinin kendisi kendini tahmin etse sorun değil, birisi burnunu karıştırıyorsa, bunu herkes de yapabilir. Ancak isimler meçhul olduğunda bile, iftira, aşağılama gibi şeyler her hâlükârda yasaktır.

Dil emanetini korumanın sanıldığı kadar kolay olmayacağını anlıyoruz. Hayatımızı bir üniversiteye dönüştürmeli, gıybetin inanılmaz inceliklerini kavrayabilecek akıl ve vicdan keskinliğine kavuşabilmek için, öğrendiklerimizi tüm iletişimlerimize uyarlamalıyız. Birisinden gıyabında söz edeceğimizde, aklımızdan geçen cümle ağzımızdan çıkmadan önce kendimizi onun yerine koymalı, onu hissetmeli ve rencide olacağını hissettiğimiz anda susmayı tercih etmeliyiz. En iyisi, çok az konuşmalıyız.

Gıybetin caiz olduğu durumlar nelerdir?

Bazı özel şartlarda gıybet edilebilir. Ancak, bunun için söylenenlerin en basit formda, yani yalnızca doğrudan ibaret olmaları; “garazsız ve sırf hak ve maslahat için” (28) Söylenmiş olmaları; aşağıdaki şartlardan birine dahil bulunmaları zorunludur.(29)

a) Şikayet için: Şikayet ederek kötülüğünü aktardığınız kişi, o kötülüğü -en azından sizin zannınıza göre- düzeltebilecek kişidir. Komşunuzun çocuğu bahçenizi kirletiyor ve ailesine gidip, çocuklarına engel olmalarını rica ediyorsunuz. İş arkadaşınız size haksızlık yapıyor; işverene gidip, hakkınızın korunmasını istiyorsunuz. Şunlara dikkat edeceğiz:

Ortada birisinin kötülüğü olmalıdır. Bu kötülük, sahibinin gizli ve özel hayatıyla ilgili değil, alenîdir; size veya başkalarına açıkça zarar veriyor. Eğer sizin veya başkasının hakkını gasp niteliğinde bir kötülük değilse, kimseyi hiçbir şartta başkasına şikayete hakkınız yoktur. Örneğin komşunuz özel hayatında gizli gizli alkol alıyor. Bunun kusur olduğunu bildiği için de gizliyor; muhtemelen pişman ve kurtulmak istiyor, biz bilmiyoruz. Böyle gizli bir yanını keşfettiğimizde, onu düzeltebilecek birisine bile olsa şikayet edemeyiz. Çünkü o zaman gizli kusuru açığa çıkarma suçunu işleriz ki, bu vahim bir suçtur.

Sadece şikayet ediyorsunuz. Öfkenizi de içine katıp, hakaret etmiyorsunuz; ki, öfke nedeniyle şikayetinizi abartıp söze asılsız anlamlar da katıyorsanız, o zaman iftira veya hakaret olacaktır. Ancak doğruyu söylemek şartıyla hakaret olmaz: Birşeyinizi çaldığından eminseniz, ‘şu hırsız adam,’ küfrettiyse ‘şu ahlâksız kişi’ diyerek söze başlamanız hakkınızdır. Çünkü bunu yapmıştır; bu sıfatı kazanmıştır.

Şikayeti aktardığınız kişi, herhangi birisi veya dertleştiğiniz bir arkadaşınız değil, tam olarak o sorunu giderebileceğini düşündüğünüz kişidir. Bir komşunun size eziyetini diğer komşu gideremezse şikayeti ona yapamazsınız. Hatta varsayalım, gerçekten hakkınızı koruyabilecek birisini buldunuz; şikayetinizi ilgisiz olan umumun huzurunda umumla birlikte ona değil, yalnızca ona aktarmalısınız.

Kardeşini kardeşine, akrabasını akrabasına, arkadaşını arkadaşına, eşini dostuna şikayet eden kişiler çok dikkatli olmalıdırlar. Şikayet ettiğimiz kişi çoğu zaman bize yapılan haksızlığı durdurabilecek durumda değildir. Onun yapacağı, çoğu zaman, ya hakkımızda suizan etmek, bizden aldığı sözü başkalarına taşımak veya şikayetlerimizden kurtulmak için bizden kaçmak olacaktır. Başkasından hakkımızı alalım derken, ilgisiz insanlara konuyu aktardığımız için hoş olmayan bir yönümüzü bildirmiş olacağız; bu yüzden manevî gücümüz zayıflayacak, üstelik bu yolla intikam aldığımızdan ilâhî huzurdaki hakkımızdan da mahrum kalacağız.

“Şikayet etmeyeyim de haksızlığı içime mi gizleyeyim?” diyebilirsiniz. Gizlememelisiniz. Ama haksızlıkla savaşın doğru biçimi, insanların yüzüne kuzu, gıyaplarına aslan kesilmek değildir. Haksızlıkla ikiyüzlülük yoluyla savaşılamaz. İnsan onuru, haksızın huzuruna karşı yanlışı cesaretle ve alenen dile getirmeyi gerektirir. Gizliden, sözünün arkasında duramayacak ve iftiraları da katacak şekilde şikayetlerle haksızlıkla savaşılamaz; olsa olsa fitnelerin kapısı açılır. Adaleti iyi işleyen sağlam ve hızlı bir hukuk devletinde hakkı gasp edilen hemen mahkemeye gidebilir ve hakkını alabilirdi.

b) Danışma/istişare: Birbirimize danışma ve fikir almak gerektiğinde yapılan, kimi durumlarda gıybet değildir. Netleştirelim:

Birisiyle ortaklık yapacaksınız/birlikte bir iş yapacaksınız veya birisi tanıdığınız biriyle ortaklık planlıyor. Ortak olunacak kişiyi iyi tanıyan birisine gidip onun özelliklerini sormanız veya size sorulduğunda söylemeniz gıybet değildir. Ortaklığın her türlü biçimini dikkate alabilirsiniz: Ortak işyeri açacaklar, evlenecekler, birlikte ev, arsa satın alacaklar, borç alıp verecekler, aynı odayı paylaşacaklar, bir projeyi bölüşecekler, oradan alışveriş yapacaklar, birbirlerine birşey emanet edecekler...

İncelik şudur: Ortaklıklarda birbirinizin özel hayatlarına girersiniz, toplumsal boyutun ötesindeki yönlerinizi paylaşırsınız. Özel hayatınız ortaklık yapacağınız kişinin özel hayatından etkilenir. Örneğin birisinin dolandırıcı olması, ondan yapacağınız alışveriş kararınızı etkiler. Bir kişinin gizli ve özel hayatı beni hiç etkilemeyecekse, o zaman ortaklık ilişkisi içerisinde olduğumu savunamam. Örneğin kalabalık bir işyerinde çalışıyorsam, dairemdeki benimle doğrudan ilgisiz diğer arkadaşların özel yanları hakkında kimseye danışamam ve bana bu gerekçeyle sorulursa cevap veremem. Aynı kurumda çalışıyor olmamız, ortak olduğumuz anlamına gelmez.

Analiz yapmalısınız: Size birisi hakkında fikir soran kişi en samimi kardeşiniz bile olsa, önce niçin sorduğunu öğrenmelisiniz. Çoğu zaman, ortalıkta dolaşan bir dedikodu yüzünden merak ettiklerini, yani fitne ve fesat seline kapıldıkları için sorduklarını fark edeceksiniz. O anda ağzınızı açıp konuşursanız, ne yazık ki kardeşinizle birlikte çamur seline kapılmış, manevî cehenneme sürüklenmiş olacaksınız. Sorma gerekçesinde, ‘ortaklık’ diyebileceğiniz kadar önemli, ciddi bir yön varsa, o zaman cevap vermelisiniz.

Şartları oluşmuşsa istişareye doğru cevap vermek zorunluluktur. Eğer size sorulan kişinin bildiğiniz bir kusuru varsa, sevdiğiniz kişi, örneğin evladınız olduğu için gerçekleri gizlemişseniz; bu yüzden ilerde oluşacak tüm sorunların defterinize yazılacağından, suskunluğunuzun bedelini ödeyeceğinizden korkmakta haklı olacaksınız. Susmak ne kadar önemliyse, gerekli olduğunda konuşmak da o kadar önemlidir.(30)

İstişarede vereceğimiz veya soracağımız bilgi konuyla ilgili olmak zorundadır. Örneğin: “Onunla ortak olma, zira ahlâksız bir kişidir; zaten anne babası da ahlâksızdı.” derseniz, doğru da söyleseniz, gıybet yaparsınız. Danışan kişi onu mu, anne babasını mı sordu? Eğer anne babasıyla ortaklık yapacaksa, o zaman çocukları hakkında hiç konuşmamanız gerekirdi. Kimsenin suçu yakınlarını lekelemez ve insanı bir yakınının kötü yanıyla anmak zalimliktir; alçaklıktır, haysiyetsizliktir, en iğrenç şeytanlıktır.(31) Lût peygamber (a.s.), asilerle işbirliği yapan eşine nisbet edilemez. Hangi kötü akrabanız yüzünden size çamur atılmasına vicdanınız razı olabilir? Ancak, çok dikkatle bir istisnayı dikkate almamız gerekir: Şayet tanımladığımız kişinin yakın çevresinin bu olumsuz durumlarının bu ortaklığı etkileyeceği düşüncesindeysek, bunları vurgulamamız da gereklidir. Fakat gerekmiyorsa, bunları isim isim açıklayarak değil, isimlerden soyutlayarak aktarmalıyız.

Vereceğimiz bilgi, öfkemiz veya önyargımız nedeniyle gerçek sınırını aşar da gerçek dışı boyutlar da içerirse, o zaman iftiralı gıybet olacaktır. Hele tahmine veya başkalarından duyduğumuz sözlere dayanıyorsa, doğru da çıksalar, büyük suç olduğu kanaatindeyim. Zira, Müslüman sadece doğru olanı söylemekle değil, eğer kullanacaksa duyduğunu tahkik etmekle de sorumludur. Varsayalım ki verdiğimiz bilgi doğru olsun; ama tahkik etmediğimiz bir bilgi ise, tahkik görevini ihmal ettiğimiz için sorumluluktan kurtulamayız.

c) Tarif için: Bazı durumlarda, kimi insanları tarif etmek gerektiğinde, rahatsız edebilecek özelliğini zikretmekten başka çare bulamayabiliriz: ‘cüce, topal, kör, sağır, dilsiz, kulağı kesik, kambur...’ Açalım:

İlk şart zorunluluktur: Adını bilmiyoruz veya bizi dinleyen kişi adını bilmiyor; dolayısıyla onu bilinen veya gözlemlenebilecek bir kişisel özelliğiyle tanımlamak zorundayız. Dinleyen kişi, adamı söyleyeceğimiz vasfıyla tanımıyorsa, ‘filanca kör kişi’ demek de gıybettir. 

Ayrıca, ‘kör, sağır, cüce’ gibi, içeriğinde küçümseme yatan kelimelerle tanımlamakta gıybet ihtimali yüksektir. Bunların yerine, ‘görme, işitme özürlü, çok kısa boylu vb.’ gibi, saygıyı hissettiren anlatımlar tercih edilmelidir. 

Bazı durumlarda, kişilerin zâtlarından çok vasıfları belirgin olabilir ve onları vasıflarını kullanarak tanımlamak zorunda kalabilirsiniz. ‘Yüzünde tiki olan, kekeme, içine kapanık, mahallenin maskotu...’ gibi vasıflar doğru olabilir. Ancak bu tür vasıfların içeriğinde olumsuz anlamlar yer alır ve insanlar çoğunlukla bunları olumsuz algılayarak rahatsızlık duyarlar.

d) Açıktan günah işleyenler: Nihayet son bir durum, bazı insanları, yapıcı eleştiride bulunmak, kötü ve çirkin yanlarını söylemek özel şartlarda gıybet olmadığı gibi, bazı şartlarda kimi insanların aşağılanacak şekilde gıybetlerinin yapılması gereklidir de. Sevgili Peygamber (a.s.m.) şöyle buyurur:
“Üç grup vardır ki, gıybetlerini yapman sana haram değildir: günahı açıkça işlemekten sıkılmayan, zalim idareci ve dinde olmayanı dine sokan bid’atçı.”(32)

“Haya örtüsünü atan kimsenin arkasından konuşmak gıybet değildir.”(33)

“Ne fâsık, ne de mücâhir (günahı açıktan işleyen) kimse için söylenen gıybet sayılmaz...”(34)

Gıybeti caiz olan bu kişiyi Bediüzzaman şöyle tanımlar:

“O gıybet edilen adam fasık-ı mütecâhirdir. Yani fenalıktan sıkılmıyor, belki işlediği seyyiatla iftihar ediyor; zulmü ile telezzüz ediyor...”(35)

Fısk, yani ahlâksızlık, çirkin işleri, kusurları, dince yasaklanan şeyleri alenî yapıyor mu? Alenen ve pervasızca işlediği kumarı ve sarhoşluğu savunuyor; cinsel sapkınlıklarını umuma neşrediyor mu? Birinci kriter, kişinin bu kusuru alenî işlemesi ve diğeri de bunları yapmaktan utanmamasıdır. Bir adım daha ileride üçüncü kriter, bunları anlatmaktan ve bilinmelerine şahit olmaktan zevk almasıdır. Yani, zaten kendi kötülüklerini anlatmaktan gurur duyan adamı gıyabında bu aşağılık eylemleri nedeniyle tahkir etmek suç değildir. Kişinin bu tür kötülükleri gizli yapması, bunlardan utandığını, bilinmesinden zevk almayacağını gösterir. Gizli iseler ifşa edilemezler. Gizlenen bir kişisel kusuru açığa çıkarmak onu işlemekten daha kötüdür.(36)

İkinci önemli nokta, kişinin zalim olması hâlidir. Zulümde başkasının hakkının gaspı, başkalarına işkence etmek gibi faktörler vardır ki, bunların aleyhinde olmak ve bunlara engel olmaya çalışmak, bunların aleyhinde kamuoyu ve propaganda yapma gayretinde bulunmak, aynı zamanda bir görevdir. Sözü geçen zalim idareci, bir ülkenin yöneticisi olabileceği gibi, bir mahallenin muhtarı, bir şirketin patronu ve bir ailenin babası da olabilir.(37)

Bu tür insanların aşağılanması, insanların onlardan uzak durmalarına katkı sağlayabilir. Ancak özellikle ahirzamanda bu tür gıybetlerin fonksiyonları değişebilir ki, korkunç bir tehlikedir. Örneğin, ‘ahlâksız eşcinsel adam...’ sözü, kişiyi aşağılıyor; ama zaafı olanlara tuzak kuruyor. Hayretle göreceksiniz: Gazeteler, sapıklıkları sayfalarına taşırken, bunları iğrençlikler ve ahlâksızlıklar olarak takdim ettiler. Bu sayede, hem toplum onlara itiraz etmedi; hem de bilinmeyen ve insanların aklından hiç geçmeyen bu tür aşağılıklar bilinir oldu ve yaygınlaştı. “Aşağılayalım” derken böyle bir tahribata da hizmet etmemeliyiz.(38)

e) Eleştirmek için: Kural olarak, eleştiri rahatsız edici ise gıybet sınıfına dahildir. Dolayısıyla, sıradan insanları gıyaplarında eleştirme hakkımız da yoktur. Ancak kamusal hayat sözkonusu olduğunda, yukarıdaki dört duruma ek olarak bir kriteri daha dikkate alacağız:

Kamusal kişilikleri, aşağılama ve hakaret olmaksızın ve iftira atmaksızın, onları rahatsız edecek olsa da, eleştirme hakkımız vardır. Yazarlar, sanatçılar, bilim adamları, siyasetçiler ve topluma model olarak sunulan herkes burada istisnaî konumdalar. Bu kişiler toplumla ortaklık konumunda olan kişilerdir; fikirleri ve tutumları tüm toplumu etkiler, şekillendirir, yönlendirir.

Bu kişilerin zâtlarını ve gizledikleri özel hayatlarını değil, yaydıkları eser ve tutumlarını eleştirebiliriz. Görüşlerine katılmadığımızı ve farklı düşündüğümüzü söyleyebiliriz. Biz Allah’tan vahiy almadık ve dolayısıyla, samimi inancımızı da söylesek, farklı düşünen ve inanan başkalarını aşağılama üslubuyla eleştirmeye hakkımız olamaz.(39)

Toplumun inanç ve değerler sistemini etkileyen kamusal kişiliklerin gizledikleri özel hayatlarını kurcalayamayız. Yaydıkları fikirleri bize çok aykırı gelebilir. Sosyal çoğunluğun ve yüksek âlimlerin yüksek çoğunlukla katıldıkları durumlar dışında, yalnızca bizim cemaatimize, din, mezhep veya partimize uymuyor diye kimseyi aşağılayamayız: “Sapıttı, bâtıl yola girdi, kâfir oldu, dinini sattı, bizi saptırıyor, sahtekârdır...” gibi utanç verici hükümlerin altından kimse kalkamaz. Çoğu zaman eleştiri ile hakareti birbirine karıştırıyoruz. Aşağılayıp geçmek eleştirmek değildir, zihinsel tembelliktir, pervasızlıktır.

Sonuç: Görüyoruz ki gıybet konusunda hepimiz kendimizi eğitmeliyiz. Gıybetten korunmayı bize ancak biz öğretebiliriz. Bu bir yetenektir, bir kişiliktir, bir alışkanlıktır. Okumakla öğrenmiş olmayız, uygulayarak alışkanlık ve tutum hâline getirebildiğimiz ölçüde başarılı oluruz. Sadece empati yapalım; kendimizi gıyabında konuştuğumuz insanların yerlerine koyalım. Ya onların geçmişini aynen yaşamış olsaydık, acaba onlardan farklı mı davranacaktık? İnsanların hata yapabileceklerini ve her hatanın eleştiriyi hak etmeyebileceğini göreceğiz.Başkalarını ayaklarımız altına aldığımız sürece, başımızı ayakların altından kurtaramayacağımızı unutmayacağız.


Muhammed Bozdağ

DİPNOTLAR:
1. Ebu Davud, Edeb 40, (4874)
2. Camiussağir, Hadis No:7972
3. Ebu Davud, Edeb 40, (4874)
4. Hucurât, 49/12
5. İmam Gazali, Kimya-yı Saadet, Merve Yayınları, s.388.
6. Gıybetin önemli zararlarından birisi, gıybet içeriğini oluşturan olumsuz ruhsal enerjinin lanet örneğinde olduğu gibi muhatabını araması ve sonunda haksız olan ruhun bu ruhsal enerjiden tahrip olmasıdır. Bu sonuç için gıybetin alenî veya gizli olması değil, taşıdığı duygu yükü önemlidir. Bu süreci Ruhsal Zeka isimli kitabımızda anlattık.
7. Gazalinin görüşlerinin detayı için Bkz. age. s.388
8. Buhari, Edeb, 50
9. Hucurât, 49/6
10. Gazali, age., s.394
11. Hucurât, 49/6
12. Camiussağir, Hadis No:8489
13. Hucurât, 49/12
14. Hümeze, 104/1
22. Müsned, 3:224.
23. Camiu’s-Sağîr, hadis no: 8489.
24. Dostumuzu savunmak için “Hayır, bu söylediğiniz doğru değil” dememiz yetmiyor. “Sözleriniz gıybettir, haramdır, yasaktır, arkadaşımızın şerefine zarar veriyorsunuz. Onun şerefi bizim şerefimiz kadar azizdir” diyebilmeliyiz.
25. Çünkü gıybet aynı zamanda Allah’ın sanat eserini aşağılamak anlamına da gelir. Dahası, insanların onurlarını kolaylıkla rencide edenlerin Allah’ın izzetinde hassas olamayacağı da açıktır. Kendisi için uydurulan bir fıkrada, Nasreddin Hoca, gölgesinde uzandığı ağacın dallarındaki elmalara bakmış; neden kabak kadar büyük yaratılmadıklarını düşünmüş. Sonra başına bir elma düşünce, elmaların kabak kadar büyük olması ihtimalinden ürkerek, “Allah’ım, senin işine karışılmaz” demiş. Ardından kahkahalar. Böyle fıkraları dinlediğinizde, ilâhî izzetin hafife alınışı karşısında, hassas ruhunuzdan hançer yemiş gibi hissedersiniz. “Allah’ın çölü” derken, çölle birlikte Allah’ı küçümsediğimizin farkında mıyız? İnsanların onurunun önemini kavramayan, buradaki inceliklerin ne yazık ki farkında olamıyor.
26. İmam Gazalî, Kimya-yı Saadet, Merve Yayınları, s. 393.
27. Bu arada, kimi insanlar, tüm içsel tevazunuza rağmen, başarınızı çekemeyecek ve gıybetinizi yapacaktır. Bedeli ödenecek bu tür kişilik sapmalarına ise engel olamazsınız.
28. Mektubat, ‘22. Mektub’un Hatimesi, s. 256.
29. Bu şartların tümünü yerine getirmenin inanılmaz zor olduğunu gördüğümüz yerde, en kolay çözümün ağzımızı tamamen tutmak olduğunu algılayacağız.
30. Pek çok kişinin doğruyu söylememek yüzünden verdiği zararın dönüp dolaşıp kendi geleceğini kahrettiğine çok şahit olmuşuzdur.
31. TV ve gazetelerde bu tür haberlerle karşılaştığımda öfke duyuyorum: “Filancanın berberi eroinmanmış. Filancanın kardeşi naylon fatura kullanmış. Filancanın oğlu barda olay çıkarmış...” Tanınan insanların isimlerini kullanarak, ilişki içerisinde oldukları tanınmamış kişileri lekeliyorlar; böylece kimi insanlara iğrenç ve aşağılık bir yolla çamur atıyorlar.
32. Câmiu’s-sağîr, Hadis No: 3516.
33. Câmiu’s-sağîr, Hadis No: 8525.
34. Müslim, Zühd 52.
35. Mektubat, ‘22. Mektub’un Hatimesi s. 255.
36. Bu tür gizli bir kusura şahit olduğumuzda—zulümler hariç—ifşa etmemeli, bilmiyormuş gibi davranmalıyız. Peygamber(a.s.m.) “Kim bir ayıp görür de onu örterse, toprağa diri diri gömülen kız çocuklarını diriltmiş gibi olur” buyurur.
37. Özel hayatta gizlenmiş bir zulüm varsa, herkesin bu zulme engel olmaya çalışması bir görevdir. Başkasının haklarına yapılan saldırı, özel hayatın ardına gizlenemez. Her gece aile efradını döven bir baba ile komşu olan kişi, sessiz kalma hakkına sahip değildir. Gerekiyorsa polise bildirmesi, yapabileceği bir yardım varsa esirgememesi gerekir. Nice komşu, yıllarca, yanı başlarındaki babanın zulmüne sessiz kalmış, gün gelmiş komşu evden boğazı kesilmiş veya küvette boğulmuş bir çocuk veya kafası duvara çarpılarak parçalanmış bir kadın çıkmıştır.
38. Özellikle bu çağda, kötülükleri ve ahlâksızlıkları bilinir kılmadan, iyilikleri ve yüksek ahlâkı anlatmaya çalışmak gerektiği kanısındayım. Zira, bu kıyamet asrında ahlâksızlık nefislere çok zevkli gösteriliyor.
39. Ancak gıybet yerine, alenî hareketlere girişebiliriz. Konferans salonunda protesto edebiliriz, ekranlarda görmek istemediğimiz için yetkili kuruma şikayet edebiliriz. Yazdığı gazeteye itirazımızı ve şikayetimizi aktarabiliriz. Ama bunları hakaret yollu yapmaya hâlâ hakkımız yoktur.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR      

2 Ekim 2015 Cuma

544.FARUK BEŞER'in Sünnet ile ilgili Yazısı-11


'Dünya işlerinizi siz iyi bilirsiniz'

".... “Fedâilde, yani insanın yapmak zorunda olmadığı, ama yaparsa sevap alacağı gönüllü işlerde zayıf hadisle de amel etmek caizdir” diye bir kural zikredilir. Ancak bu her zayıf hadisle amel edilir anlamına gelmez. Önce zayıf hadisle hiçbir durumda amel etmek caiz değildir, o yok hükmündedir diyenlerin bulunduğunu da söyleyelim. Sevap konularında amel edilir diyenler de bunun için bazı şartlar zikrederler. Bu şartların, üzerinde ittifak edilenleri şunlardır:...

.... meviza/vaaz kitaplarında gördüğü her sözü, sahihine zayıfına bakmadan, kendi ideolojisini okşadığı için hadis diye alan ve bağlılarına hararetle tavsiye eden .....


.... mübarek gün ve geceler yaklaştığında sayıp döktükleri yüzlerce sözün kahir ekseriyetinin aslı yoktur. Allah'tan korkmadan Hz. Peygamber'e söylemediğini söylettirirler.

....Günlerin ve gecelerin faziletine dair aslı bulunan ve bulunmayan hadisler konusunda yazılan en güzel kitaplardan biri İbn Recep el-Hanbelînin Latâifu'l-ma'ârif adlı eseridir. Hiç olmazsa sadece ona baksalar işin çoğunu halletmiş olurlar. Ya da çok büyük bir emek ve büyük bir masrafla yüzden fazla hadisçinin uzun yıllarda hazırladığı Cevami'ul-kelim programına veya ed-Düraru's-seniyye (dorar.net) sayfasının hadis bölümüne baksalar yine epeyce mesafe almış olurlar....

Bu konuda şunu da bilmemiz gerekir. Hadislere sahih, zayıf ya da uydurma diyecek olanlar artık bizler değiliz. Bu konuda söylenecekler vakti zamanında söylenmiş bitmiş. Biz sadece o söylenenlerin ne olduğunu bilirsek yeter....


...Akide, yani inanç konularını belirleyen nasların mütevatir olması gerekir hükmü mutlak anlamda doğru değildir. Manası ile mütevatir, ya da sadece sahih olan hadislerin söyledikleri de inanılmayı gerektirir. Hz. İsa'nın nüzulü, şefaat, kabir azabı gibi konular böyledir. Bunları bildiren hadislerin lafız olarak mütevatir olmamaları, sadece inkâr edenin tekfir edilemeyeceği anlamına gelir. Yoksa bunların inkârı da en azından dalalettir.


Yazının tamamı için:

http://www.yenisafak.com/yazarlar/faruk_beser/dunya-islerinizi-siz-iyi-bilirsiniz-2022149