6 Kasım 2014 Perşembe

388.KERAHET VAKİTLERİ

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Beş vakit vardır ki, onlara 
"Mekrûh Vakitler" denir.

Birincisi: Güneşin doğmasından bir mızrak boyu (beş derece) ki, memleketimize göre kırk ile elli dakika arasında bir zamanla yükselişine kadar olan zamandır.

İkincisi: Güneşin yükselip de tam tepeye geldiği zeval anının bulunduğu vakittir.

Üçüncüsü:
Güneşin sararmasından ve gözleri kamaştırmaz bir hale gelmesinden itibaren batışı zamanına kadar olan vakittir.

Dördüncüsü:
Fecr-i Sadık'ın doğmasından güneşin doğacağı zamana kadar olan vakittir.

Beşincisi: İkindi namazı kılındıktan sonra güneşin batmasına kadar olan vakittir.

İlk üç kerahet vaktinde ne kazaya kalmış farz namazlar, ne vitir gibi vacib olan namazlar, ne de önceden hazırlanmış bir cenaze namazı kılınabilir; ne de evvelce okunmuş bir secde âyeti için tilâvet secdesi yapılabilir. Bunlar yapılırsa, iadeleri gerekir.

Bu üç vakitte nafile namaz da kılınmaz. Ancak kılınacak olsa, kerahetle caiz olur ve iadesi gerekmez. Çünkü bu kerahet, nafile namazların sağlıklı olmasına engel değildir. Bununla beraber bu vakitlerden birine rastlayan bir nafile namazı bozup kerahet vaktinden sonra onu kaza etmek daha faziletlidir.

Bu üç vakit, ateşe tapanların ibadet zamanlarıdır. Onlara benzemekten kaçınmak, hak dine saygının gereğidir.

Diğer iki kerahet vaktinde ise, yalnız nafile namaz kılmak mekruhtur. Farz ve vacib namaz mekruh değildir. Cenaze namazı, tilâvet secdesi de mekruh değildir. Bu iki vakitten birinde başlanmış olan bir nafile namazı, kerahetten kurtulması için bozulmuş olursa, sonradan onu kaza etmek gerekir.

Güneşin batışı halinde yalnız o günün ikindi namazı kılınabilir. Fakat diğer bir günün kazaya kalmış olan ikindi namazı kılınmaz. Çünkü kamil bir vakitte vacip olan bir ibadet, nakıs olan ( keraheti bulunan) bir vakitte kaza edilemez. Kerahet vakti ise ibadetlerin noksanlığına sebebdir.

Güneşin doğuşuna rastlayan her hangi bir namaz ise bozulmuş olur. Bunun için bir kimse daha ikindi namazını kılmakta iken güneş batsa 
namazı bozulmaz. Fakat sabah namazını kılmakta iken güneş doğsa, namazı bozulur. Çünkü birinci halde, yeni bir namaz vakti girmiş olur. İkinci halde ise, namaz vakti çıkmış; fakat yeni bir namaz vakti girmemiş olur.

Tam zeval anına rastlayan bir namaz farz veya vacip ise bozulur. Eğer nafile ise mekruh olmuş olur. Yalnız İmam Ebu Yusuf'a göre cuma günü zeval vaktinde nafile namaz kılınması caizdir ve keraheti yoktur. Zeval vakti son bulup da güneş batıya doğru yönelmeye başlayınca artık ittifakla kerahet vakti çıkmış olur.

Kerahet vaktinde okunan bir secde ayetinden dolayı secde yapılabilir. Ancak kerahet vaktinden sonraya bırakmak daha faziletlidir. Yine kerahet vakitlerinden birinde hazırlanmış olan bir cenazenin namazı o vakitte kılınabilir. Öyleki faziletli olan bu namazı geciktirmeyip hemen kılmaktır. Çünkü cenazelerde acele etmek menduptur.

Güneşin batışından sonra daha akşam namazının farzını kılmadan nafile namaz kılmak mekruhtur. Çünkü akşam namazı geciktirilmiş olur. Oysa ki, akşam namazında acele etmekte fazilet vardır.

Cuma günü, imam hutbeye çıktıktan sonra veya ikamet getirildikten sonra namaza başlamak mekruhtur.

İki bayram namazından önce ve bayram hutbeleri arasdında ve bu hutbelerden sonra, bayram namazı kılınan yerde nafile namaz kılmak mekruh olduğu gibi, güneş tutulması, yağmur duası ve hac hutbeleri arasında da mekruhtur. Bu hutbeleri dinlemek lazımdır.

Mekruh olmayan bir vakitte başlanmış olan nafile bir namaz bozulmuş olsa, (bunu kaza etmek vacip olduğundan) ikindi namazından sonra güneşin batışına kadar ve fecrin doğuşundan sonra güneşin bir mızrak boyu yükselmesine kadar kaza edilmez, mekruhtur. Bununla beraber kaza edilse sahih olur. Diğer kerahet vakitleri de böyledir. Ancak başta sıralanan ilk üç kerahet vakti böyle değildir. Onların birinde kaza edilmesi sahih olmaz. Yeniden kaza edilmesi gerekir.

(Ömer Nasuhi BİLMEN, Büyük İslam İlmihali)

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

4 Kasım 2014 Salı

387.KİMLER HİDAYETTEDİR?

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Hidayette olup olmadığımız, Kur’an ve sünnet çizgisinde olup olmadığımızla ilgilidir. İslam’ın bu iki temel kaynağına uygun bir çizgide olanlar hidayette, bu çizginin dışında olanlar ise dalalettedir. Hidayetin iman ve amel olmak üzere iki boyutu vardır.

Yoldan çıkmak, yoldan sapmak, yanlış yola sapmak manasına gelen dalalet İslam literatüründe farklılık arz eder. İslam’ın bu iki temel kaynağının öngördüğü iman boyutundan mahrum olanın dalaleti küfür, amel boyutu olmayanın dalaleti ise fasıklık olarak adlandırılır.

Ehl-i sünnet alimlerinin ittifakıyla iman ve amel çizgisinin manevî pusulası olan HİDAYET de, doğru yol rotasını şaşırmak anlamına gelen DALALET de Allah’ın yaratmasıyla meydana gelir.
“(Resulum!) Onları hidayete / hak yola getirmek senin görevin değil, lâkin Allah dilediğini hidayete / doğru yola getirir.”(Bakara, 2/272),

“Bu müminler hâlâ öğrenmediler mi ki Allah dileseydi bütün insanları hidâyet eder, doğru yola koyardı.”(Rad, 13/31);

“Hiç kötü işleri kendisine güzel görünen kimse, iyilik edip dürüst işler işleyen kimse gibi olur mu? Allah dilediğini dalalete / sapıklığa, dilediğini hidayete / doğru yola iletir. O halde o insanlardan ötürü üzülüp kendini mahvetme! Çünkü Allah onların bütün yaptıklarını bilir.”(Fatır, 35/8)

mealindeki ayetler gibi, daha pek çok ayette hidayet ve dalaletin varlığı, Allah’ın yaratmasına bağlı olduğu vurgulanmıştır.

Hidayetin iman boyutunun özellikle vurgulandığı şu ayetler de bize konuyla ilgili açık bir mesaj vermektedir:

“Eğer Senin Rabbin dileseydi, dünyada ne kadar insan varsa hepsi imana gelirdi. (Ama bunu irade etmedi). Şimdi sen mi, imana gelsinler diye insanları zorlayacaksın? Allah’ın izni olmadıkça hiç bir kimsenin iman etmesi mümkün değildir.”(Yunus, 10/99-100),

“(Resulüm!) Sen dilediğin kimseyi hidayete / doğru yola eriştiremezsin, lâkin ancak Allah dilediğini hidayete / doğruya ulaştırır.”(Kasas, 28/56).

Bu ve benzeri ayetlerden anlaşılıyor ki, HİDAYET Allah tarafından insanlara verilen, yani dışarıdan telkin edilip yaratılan bir ilahî nimettir.

İnsanın hidayet ve dalalette bir kesbi, bir vesilelik boyutunun olduğu, yine Ehl-i sünnet alimlerinin kabul ettiği bir gerçektir.

“De ki: “İşte Rabbiniz tarafından gerçek geldi. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.”(Kehf, 18/29)

mealindeki ayet ve benzeri bir çok ayette, insanın özgür iradesinin -kesb, vesilelik bakımından- rolüne işaret edilmiştir.

Şunu açık olarak belirtelim ki, hidayetin yalnız Allah’ın elinde olması, onun yegâne yaratıcı olmasının bir gereği olduğu gibi, kesb / vesilelik cihetiyle insanın özgür iradesinin söz konusu olması da ilahî adaletin olmazsa olmaz şartıdır. Ehl-i sünnet alimlerinin -hidayetin öncelikli boyutu olan- iman tanımları da bu yöndedir.

Demek ki iman ve hidayetin iki yönü vardır. Bir tarafı vesilelik cihetidir ki, insanın vicdan hürriyetine bakar, diğeri ilahî hükümranlığın istiklali cihetidir ki Allah’ın birliği ve tevhit cihetine bakar.


Sorularla İslamiyet

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

3 Kasım 2014 Pazartesi

386.İSLÂMDA "KEFÂET" (DENKLİK)

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

"Kefâet"in sözlük anlamı denklik ve eşitlik demektir. Kur'ân-ı Kerîm'de Allah için "hiç kimse O'nun dengi değildir" denir. (Ihlâs Suresi)

Islâm hukukûnda ise, "kefâet", aşağılanmalara meydan vermemek için bazı konularda karı-koca arasında aranan denklik ve uyum demektir. Hanefi mezhebine göre kocanın kadına; nesepte, dindarlık ve takvâda, meslekte, hürriyette ve malda denk olması, yani ondan aşağı olmaması gerekir.
Buna göre;


 1. Temiz ve dindar bir adamın kızı fâsık bir erkekle evlenirse denklik bulunmamış ve nikâh, kadının velilerinin onayına bağlı olmuş olur. Ama fâsıklığın sınırını belirlemek zordur. Imam Muhammed, insanların, hattâ çocukların maskarası haline gelecek sarhoşlar ancak böyle bir kadına denk olamazlar der. Ebû Yusuf ise, erkeğin, fâsık, şahsiyet ve onurunu koruyan birisi olursa denk olmaktan çıkmayacağı görüşündedir.

2. Haram olmayan hiçbir iş; insanı aslında küçültücü olmamakla beraber, bazı yerlerde bazı işler itibârı olarak aşağı görülüyorsa, kadının böyle bir iş sahibine varması yine kadının velilerinin iznine bağlıdır. Bir üniversite hocasının kızının bir ayakkabı boyacısıyla evlenmesi gibi. Ancak Imâm-ı Az'am bu konuda denkliğe itibar etmemiş, Ebû Yusuf da çok fâhiş bir farklılık olursa itibar edilir demiştir.

3. Hür olan bir kadın, hür olmayan bir erkekle evlendirilemez. Ancak günümüzde kölelik bulunmadığından bu maddenin uygulanması söz konusu değildir.

4. Kadının peşin mehrini ve nafakasını(mesken, elbise, yeme, içme) temin edecek kadar maddi imkânı olmayan bir erkek; zengin ve müreffeh bir kadına denk değildir. Ebû Yusuf'a göre, mehre imkânı olup, nafakaya imkânı olmayan "denk" değildir ama, mehre imkânı olmayıp nafaka teminine imkânı olan "denk"tir. Çünkü kadın mehrini isterse sonraya da bırakabilir. Ancak erkek kadının nafakasını (mesken, elbise ve yeme içme masraflarını)günlük olarak temin edebilecek durumda ise denklik için bu yeterlidir, erkekte bunun ötesinde bir zenginlik aranmaz.

5. Sadece Babası Müslüman olan erkek; hem Babası hem de dedesi Müslüman olan kadına denk değildir. Ama Babası ve dedesi müslüman olduktan sonra, daha ötesine itibar edilmez. Babası müslüman olmayan bir müslüman erkek de bâbası müslüman olan bir kadına denk değildir. Çünkü müslümanlar dinî asalete önem verirler.

6. Kabîlecilik ve ölçüde ilkel bir duygu olmakla beraber, bunun kuvvetle yaşadığı yerlerde düşük itibar edilen bir etnik gruba mensup bir erkek, kendilerini çok şerefli sayan bir kadına "denk" değildir: Bu aslında birinin üstün, diğerinin aşağı olduğundan değil, öyle kabul edildiğinden ve bunun aile bağını sarsıcı bir unsur olabileceğinden ötürüdür. Bu yüzden erkeğin aşağı sayılan kabileden evlenmesi halinde böyle bir endişe yoktur.

 Islâm hukukuna göre bu konularda bir kadının velisinin iznini almadan dengi olmayan bir erkeğe varması halinde, kendisine ve velisine gelecek aşağılanma endişesinden ötürü velisi bu nikâhı onaylamayabilir ve onaylamayınca da mahkeme nikâhı fesheder, yani boşama değil fesih olmuş olur. Kadın da artık o erkekle beraber olamaz. Ama kadının yakın velisinin, o yoksa eşit velilerinden birisinin bu evliliği kabul etmesi halinde nikah geçerli olur ve artık kabul etmeme söz konusu olmaz. Ama kabul edenin uzak veli olması halinde yakın velisi kabul etmeyebilir ve onun dediği olur.

Velinin kızı adına mehri alması, çeyiz hazırlığına başlaması, kocadan nafaka tedarikini istemesi, kabul demektir. Artık dönüş olmaz. Ama susmuş olması kabul demek değildir.Görüldüğü gibi "denklik" sadece kadının lehinedir ve bunda sadece onun onuru ve sosyal statüsünün korunması hedeflenmiştir. Başka bir deyişle erkek bu sayılan özelliklerde kendisinden aşağı bir statüdeki kadınla evlenebilir, ama kadın kendisinden aşağı statüdeki bir erkekle evlendirilemez.. Çünkü bu kadın onurunu zedeleyici ve onu aşağılayıcı bir sonuç doğurabilir: Sosyal kabullenişte "aşağı" bir erkekle evlenmek kadına ağır geldiği kadar, yine sosyal kabullenişte "aşağı" bir kadınla evlenmek erkeğe ağır gelmez: "Sosyal kabullenişte aşağı"diyoruz, çünkü gerçek üstünlük, sosyal statü ile ve kadın ya da erkek olmakla değil, "takvâ" iledir. Onu da ancak Allah bilir. "Kefâet"le ilgili birinci önemli nokta budur.

Ikinci nokta "kefâet"in yine Hanefîlere göre, nikâhın sahih olmasının şartı değil de, geçerli olmasının şartı olduğudur. Yani bu "denklik" itibarıdır, aslında değil de, insanların kabullenişiyle alâkalıdır. Bu yüzden denk kabul edilmeyen eşlerin evlenmesi halinde bile nikâh sahih olur, ancak kadının duygularına mağlup olabileceği hesaba katılarak geçerliliği velisinin iznine bağlı bulunur.

"Kefâet"in aslında değil de itibari olduğundan ötürüdür ki, bazı fıkıhçılar nikâhta denklik diye bir şeyin zaten olmadığı kanaatindedirler. Sevri, Hasan Basrî, Mâlik ve Hanefîlerden Ebûbekr Râzî ve Kerhî bu görüştedirler ve tutundukları delilleri de vardır:

Meselâ : 1. Allah "Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık (yani hepiniz aynı kökendensiniz)... Allah katında en değerliniz en takvâlı olanınızdır." buyurur (Hücürât 49/13)

2. Rasûlüllah Efendimiz: "Hiç bir Arabın Arap olmayana, takvâlı olması hariç, bir üstünlüğü yoktur"(Zuhayrî, el-Fıkhu'I-Islâmî VI/232 vd.) "Insanlar tarağın dişleri gibidir. Hiç bir Arabın Arap olmayana üstünlüğü yoktur. Üstünlük tâkvâ iledir" buyurmuştur.

3. Aslen köle olan Bilâl, Ensar'dan bir kadına talip olmuş, onlar kabul etmeyince Rasûllüllah da vermelerini emretmiştir. Bunun başka örnekleri de vardır. (Örnekler için bk: Zuhayıî, el-Fıkhu'I-Ilslâmî VN/230-31; Mavsilî, Ihtiyâr Nl/144)

4. Insanların insan olmaları bakımından kanları eşittir. Asil birisi, aşağı birisi için, âlim için öldürülür. Demek ki insanlar arasında fark yoktur.

Ama dört mezhebin fıkıhçılar çoğunluğu (cumhur), denkliği nikâhın geçerli olmasının şartı olarak görürler. Onların delilleri de şunlardır:

1. Rasûllüllah Efendimiz: "Üç şey geciktirmeye gelmez.. Dengi bulunduğunda kız", "Kadınları ancak dengi olanlarla evlendirin", "nutfeniz için seçme yapın ve denk olanları birbirleriyle evlendirin" "soylu kadınları, denklerinden başkasıyla evlenmeye bırakmam", "Dinini ve ahlâkını beğendiğiniz bir erkek geldiğinde kızınızı onunla evlendirin. Böyle yapmazsanız (yani bu konularda denklik aramazsanız) yeryüzünde fitne ve büyük fesat çıkar" (Hadîslerin kâynagi için bk. Zuhayıî age VN/232-33) buyurmuştur. Ibn Hümâm'ın dediği gibi, bu hadisler zayıf olsalar da, birçok kanaldan gelmiş olunca manaları birbirini güçlendirmiştir. (Fethu'I-Kabîr N/417 vd.)

2. Makul olan da evlilikte denkliğin gözetilmesidir. Çünkü uyumlu bir aile ancak böyle kurulabilir. Kadının,kendi statüsüne göre aşağı bir erkekle evlenmesi halinde, kadınlık onuru rahatsızlık duyabilir, başkaldırabilir. Böyle bir erkekle evlendiği için ailesinin ve kendisinin aşağılandığı duygusuna kapılıp, huzursuzluk çıkarabilir. Çünkü kadın genellikle edilgendir, bekleyen ve alan durumundadır. Kocasını herhangi bir yönden eksik olarak görmesi, onu hedefine ulaşamamış kılar. Böylece aralarındaki sevgi bağları kopar, aile yuvası dağılır. Âdeten kadının ailesi de bu konuda erkeğin ailesinden daha duyarlıdır ve daha çabuk etkilenir. Kısaca erkeği, belli konularda kendisinden daha aşağı itibar edilen bir kadınla evlenmiş olmak, genellikle etkilemez ama bu, kadın için çok etkileyici olabilir. Bu yüzden "denklik", sağlam ve kalıcı aileler kurmakta gerçekten ilginç ve etkili bir çaredir. 


Zehirliok.com
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

21 Ekim 2014 Salı

385.YATMA ADABI

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Bir mazeret olmadığı sürece yüzükoyun yatmak uyku adabına aykırı olup dinimizce kerih, çirkin görülmüştür.
Ebu Hureyre (R.A.) anlatıyor: “Resulullah (S.A.V.) karnı üzerine yatmış bir adam görmüştü; hemen müdahale edip: “Bu Allah Teala Hazretlerinin sevmediği bir yatıştır!" buyurdular.”(1)

Bu yatış şekli bir başka rivayette cehennem ehlinin yatış şekli ve yine başka bir rivayette de Allah Teala’nın gazap ettiği bir yatış şekli olarak nitelendirilmiştir.(2)

Müslüman olarak uyku adabına riayet etme gayretinde olacağız. Uykumuzda bu adabın dışına çıkacak olursak, irademiz dışında gerçekleştiği için bunun bir vebali yoktur.

Kısaca uyku adabı şöyledir:

Yatağa yatma halinde, hem sağ taraf üzerine yatmaya ve hem de kıbleye arka dönmemeye ve ayaklarımızı uzatmamaya dikkat etmeliyiz.
Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizin yatağında uzandığı zaman sağ tarafı üzerine yattığı ve sağ elini sağ yanağının altına koyduğu(3); yatağının cenazenin kabre konulduğu üzere serildiği(4); yatacağı zaman da “Allahümme bismike emûtü ve ahya = Allahım! Senin isminle öleceğim ve dirileceğim.”, uyandığı zaman da “Elhamdülillahillezi ahyana be’de ma ematena ve ileyhinnuşûr = Öldükten sonra bizi dirilten Allah’a hamdolsun. Son gidiş de ancak O’nadır.” dualarını okuduğu(5) ve bu şekilde yatılıp kalkınmasını emrettiği(6) sahih hadislerde rivayet edilmektedir.


M.Talu

dipnot
(1) Tirmizî, Edeb 21, (2769)
(2) Ebu Davud, Edeb 103
(3) Buhari Deavat:5-6-7-8-9, Nesei Sıyam:70
(4) Ebu Davud Edeb:103
(5) Buhari Deavat:7-8-16, Müslim Zikr:59, Ebu Davud Edeb:98Tirmizi Edeb:28
(6) Buhari Ezan:15, ebu Davud Tetavvu:26, İbn-i Mace İkame:126


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

19 Ekim 2014 Pazar

384.PEYGAMBERİMİZİN sas HANIMLARI: 2) Sevde binti Zem’a Radiyallahu Anha

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Büyük ve vefalı eş Hz. Hatice vefat ettiğinde, Kâinatın Efendisi (sas) büyük bir üzüntü içindeydi. Acılı ve sıkıntılı zamanlarda, müşriklerin akla hayale gelmedik eza ve cefaları karşısında bu büyük eş, âdeta Resulullah’a (sas) kalkan oluyor, onu teselli ediyor ve bir nebze de olsa acılarını dindiriyordu. Ancak her canlı gibi Hz. Hatice’nin de ayrılış vakti gelmiş, sevgili eşi ve Peygamberi Hz. Muhammed’e (sas) veda etmişti. Vefatıyla arkada yetimler bırakmıştı. Bir insan olarak şefkat âbidesi Allah Resulü (sas) yetimlerine bakıyor, evde kendisine enîs ü celîs olan eşinin yokluğunu kalbinin en derinliklerinde hissediyor ve mahzun oluyordu.

Resulullah’ın (sas) bu mahzun durumunu gören sahabiler üzülüyor, içlerinden: “Keşke Allah’ın Şerefli Elçisi evlenip de bu kederli durumdan kurtulsa!” diye geçiriyorlardı. Ancak Kâinatın Sevgilisi’ne karşı büyük bir edep içinde olduklarından, bu düşüncelerini O’na bir türlü açamıyorlardı.

Günler böylece geçerken artık buna bir son vermek gerekiyor, yerin göğün kendisi için yaratıldığı Kerim Peygamber’in (sas) yalnızlığına son vermek gerekiyordu. O, aslında yalnız değildi. Allah’ın vahyine mazhar oluyor, gökyüzünün Emin’i olan Cibril’le sık sık görüşüyor, meleklerle selâmlaşıyor, tabiattaki her bir varlık kendi diliyle onu selâmlıyor ve ona arkadaşlık yapıyordu. Ancak bütün bunlara rağmen O da bir beşerdi ve evinde dertlerini paylaşacağı bir dert ortağına ihtiyacı vardı.

Nihayet sonunda sahabiden Osman b. Maz’un’un eşi Havle binti Hakîm bütün cesaretini toplayarak Resulullah’a (sas): “Ey Allah’ın elçisi, görüyorum ki Hatice’den sonra biraz kederli gibisiniz.” dedi ve şu teklifi yaptı:
“Evlenseniz!”

Ortada derin bir sessizlik oldu. Şefkat ve vefa insanı derin bir düşünceye daldı, mazinin yapraklarını gözden geçirdi. 25 yıl birlikte yaşadığı Hatice’yi hatırladı. Ondan gelen evlilik teklifi, birlikte geçirdikleri acı-tatlı günler, arkada kalan yetimler…

Sonra şu soruyu sordu: “Peki Hz. Hatice’den sonra kiminle?”

Havle, Resulullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) eş olarak Sevde binti Zem’a’yı teklif etti. Resûlullah (sas) da bu teklifi kabul etti. Böyle bir kabul edişte aynı zamanda bir vefa örneği sergileniyordu. Çünkü Sevde binti Zem’a ilk Müslümanlardan olduğundan, değişik sıkıntılar yaşamıştı. Hicret etmek mecburiyetinde kalmış ve kocasını da kaybederek yetimleriyle dul kalmıştı.
Sevde, doğup büyüdüğü, dağında ovasında gezdiği, gençliğini geçirdiği, yeryüzünün ilk mâbedinin kurulduğu, Halilullah olan Hz. İbrahim’in yüzlerce hatırasının bulunduğu kudsî mekândan ayrılmak zorunda kalmıştı. Memleketinden ayrılıyordu, aynı zamanda gittiği yer meçhul bir yerdi. Daha önce gitmemişti, insanlarını ve kültürlerini bilmiyordu, dillerini anlamıyordu, hattâ gittiği yerdeki insanların dinleri bile farklıydı. Yani şartların tamamı aleyhte gibiydi. Ama o yine de fedakârlık yapmış ve dini için gitmişti. Sonra da bir hanımın hayattaki en önemli sığınağı olan kocasını kaybetmişti. Şefkate ve uzatılacak bir emin ele ihtiyacı had safhadaydı. 


Evet, o Allah rızası için hicret etmişti. Hicret, sıkıntılarla birlikte Allah'ın ekstra lütuflarına mazhariyetin de bir vesiledir. Yüce Yaratıcı’nın şu müjdeleyici beyanları da bunu göstermektedir: “Kim Allah yolunda hicret ederse dünyada gidecek çok yer, genişlik ve bolluk bulur. Kim evinden Allah’a ve Resulü’ne hicret niyetiyle çıkar da yolda ecel gelip kendini yakalarsa o da mükâfatı haketmiştir ve onu ödüllendirme Allah’a aittir. Allah gafurdur, rahimdir (affı, merhamet ve ihsanı boldur).” (Nisâ, 4/100) “Zulme mâruz kaldıktan sonra Allah uğrunda hicret edenleri, elbette dünyada güzel bir yere yerleştiririz. Âhiret mükâfatı ise daha büyüktür. Bunu bir bilselerdi!” (Nahl, 16/41)

Hicret, Allah katında en üst mertebeye erme ve kurtuluşu kazanmaya vesiledir. “İman edip hicret edenler, mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler var ya, işte onlar Allah indinde daha yüksek derecelere sahiptirler ve işte onlardır umduklarına nail olanlar!” (Tevbe, 9/20)

Hicret, affedilmeyecek günahların affına ve gözün görmediği, kulağın işitmediği, beşerin aklından dahi geçemeyeceği derecede sürprizlerle dolu Cennet’e girmeye vesiledir. “Onların Rabbi de dualarına şöyle icabet buyurdu: Sizden gerek erkek, gerek kadın hayır işleyen hiçbir kimsenin çalışmasını zâyi etmem. Çünkü siz birbirinizdensiniz, birbirinizden farkınız yoktur. Benim rızam için hicret edenlerin, vatanlarından sürülenlerin, Benim yolumda işkenceye, zarara uğrayanların, Benim yolumda savaşanların ve öldürülenlerin, elbette kusurlarını örtecek ve elbette onları Allah tarafından mükâfat olarak içinden ırmaklar akan cennetlere yerleştireceğim. En güzel ödüller Allah’ın yanındadır.” (Âl-i İmrân, 3/195), “Bundan sonra şunu bil ki: Şüphesiz ki senin Rabb’in, mihnet ve işkenceye, zulme ve baskıya uğradıktan sonra mücahede edip sabreden, ardından da hicret edenlerle beraberdir. Evet, Rabbin, onların bütün bu güzel hareketlerine karşılık elbette onları bağışlayıp ihsanda bulunacaktır. Çünkü O gafurdur, rahîmdir.” (Nahl, 16/110)

Belki de Yüce Mevlâ bu mübarek annemize, âyetlerde vermeyi müjdelediği ücret ve mükâfatı, Kâinatın Efendisine (sas) bir eş olarak takdir buyurmasıyla yerine getiriyordu.

Vefada zirveyi tutan Allah Resûlü de (sas) bu büyük fedakârlığı, vefasıyla gösterecekti. Geride kalanlara sahip çıkma, yetimleri bir baba gibi şefkat kanatlarının altına alma, dul hanımları sahipsiz bırakmama vefası… İşte bunları düşünmüş olacak ki, ‘evet’ dedi.

Teklifin kabul edildiğini gören ve buna çok sevinen Havle hemen Hz. Sevde’nin evine koştu. Çünkü hayırlı işlerde acele etmek gerekiyordu. Büyük bir sevinç ve heyecanla:

“Ey Sevde, Allah’ın senin için ne büyük bereket ve hayırlar verdiğini biliyor musun?” deyince, olup bitenden haberdar olmayan Sevde Validemiz: “Nedir onlar? Bilmiyorum” dedi.

Havle: “Resûlullah (sas) beni sana evlilik teklifi için gönderdi.” deyince Sevde Validemiz yapılan böyle eşsiz bir teklif karşısında büyük bir sevinç ve şaşkınlık içinde, bir ara ne yapacağını, ne diyeceğini bilemedi. Sonra kendini toparlayarak titrek bir sesle:

“İsterim! Ancak bir de babama söylesen!” dedi.
Babası Müslüman değildi. Ancak o da Hz. Muhammed’in (sas) kim olduğunu, nasıl eşsiz bir şahsiyet olduğunu çok iyi biliyordu. Bir kız babası için bundan daha iyi bir fırsat olamazdı. Kızı Sevde’yi çağırdı ona da bu konudaki fikrini sordu. Cevap müspet olunca, çok sevindi ve böyle değerli bir insana kızını vermede hiç tereddüt göstermedi. Hemen kabul etti ve nikâhlarını da bizzat kendisi kıydı. Kaynakların bildirdiğine göre bu sırada tarih Peygamber Efendimiz’in (sas) nübüvvetinin 10. yılıydı. Resûlullah’ın (sas) yaşı 50, Sevde Validemiz’inki ise 55 idi.

Mekkeli’ler böyle bir evliliği duyunca inanamamışlardı. Gözleri sadece maddeyi gördüğünden, her şeyi ona göre değerlendiriyor, “Hatice gibi zengin ve itibarlı bir kadından sonra, nasıl olur da Muhammed gibi biri, dul, yaşlı ve fakir bir kadınla evlenir?” diyorlardı. Ancak İnsanlığın gerçek mualliminin ölçüsü farklıydı ve olaylara onlardan farklı bakıyordu.

Gerçekleşen Rüya
Hz. Sevde, kocasının vefatından önce şöyle bir rüya görmüştü: Rüyada Peygamberimiz (sas) mübarek ellerini Sevde’nin omzuna koymuşlardı. Hz. Sevde de gördüğü bu rüyasını, kocasına anlatmıştı. Rüyayı dinleyen Sekran dedi ki:

“Ey Sevde, sen gerçekten böyle bir rüya gördünse, bu benim mutlaka öleceğime, senin de Peygamber Efendimiz’le evleneceğine bir işarettir.”

Hz. Sevde birkaç gün sonra başka bir rüya daha gördü. Rüyasında, kendisi bir yastığa yaslanmış, gökyüzünden inen Ay da, başının etrafında dönmüştü. Hz. Sevde, gördüğü bu güzel rüyasını da kocası Hz. Sekran’a anlattı. Sekran bu rüyayı da dinledi ve şöyle dedi:

“Ey Sevde! Bil ki, artık benim ölümüm yaklaşmıştır. Ben öyle inanıyorum ki, benim ölümümden sonra mutlaka evleneceksin!” Gerçekten de Hz. Sekran bu rüyadan birkaç gün sonra vefat etti.

Sevde Validemiz’le, Mekke’de iken nikâh akdi yapılmıştı. Yani Allah Rasûlü’nün (aleyhi ekmelüttehâyâ) ikinci hanımı Sevde Validemiz oluyordu. Resulullah’ın (sas) hayatı boyunca O'nun rızasının dışına çıkmamış, Resulullah’ın (sas) evde kalan yetimlerine gerçek bir annelik yapmıştı.

Evliliğin Semeresi
Akrabalıklar insanları birbirlerine yaklaştırır. İnsanların daha yakından tanışmalarına vesile olur. Haklarında sadece duyduklarına göre karar verdikleri kişileri, akraba olunca daha iyi tanımış olurlar. Kâinatın Efendisi’ni (sas) tam olarak tanımayan, tanımadıkları için de düşman olan -çünkü kişi bilmediği şeyin düşmanıdır- Sevde Validemiz’in babası, kardeşi ve kabilesi, kısa bir süre sonra Müslüman oldular. Zîrâ bu insanlar, Resulullah’ın (sas) akrabalığıyla, ona daha da yakınlaşmış oldular. Sevde Validemiz’deki güzel ahlâk, onları derinden etkiledi. Aradaki düşmanlıklar eridi, sıcak ilişkiler başladı ve böylece pek çok insanın ebedî hayatı kurtulmuş oldu.

Dış görünüş itibariyle bu, sadece normal bir evlilik gibi gözüküyordu; ancak dünyalara bedel neticeler alınmıştı. Çünkü bir insanın hidayeti bulması, Güneşin üzerine doğup-battığı her şeyden daha kıymetliydi. Hem sadece bir kişi de değil, koca bir insan topluluğuydu hidayet ışığını bulanlar.

Büyük Fedakârlık
İnsanlar melek olmadıklarından, zaman zaman insanî vasıflar göstermesi kaçınılmazdır. Resulullah’ın (sas) eşleri de olsa, onların arasında da zaman zaman az da olsa bazı küçük memnuniyetsizlikler olabiliyordu. Belki de böyle anlardan birinde, ancak hangi mülâhaza ile olduğunu tam bilemiyoruz, bir aralık Allah Rasûlü (sas), bu validemizi boşamak istemişti. Sevde Validemiz bunu duyunca beyninden vurulmuşa döndü. Ve hemen Allah Rasûlü’nün (sas) huzuruna koştu. Hattâ araya vasıtalar koydu ve yalvarırcasına şöyle dedi:

“Ey Allah’ın Resûlü! Sen’den dünyalık hiçbir şey beklemiyorum. Bana ayırdığın bir günü de Âişe’ye verdim. İstersen ömür boyu benim hatırımı sormak için dahi yanıma uğrama. Ama ne olur beni nikâhın altında bulunmaktan mahrum etme! Ben âhirete de Sen’in nikâhlın olarak gitmek arzusundayım. Başkaca da hiçbir düşüncem yok.”

Onun bu arzusu Allah Rasûlü (sas) tarafından kabul edildi ve Sevde Validemiz Ezvâc-ı Tâhirât’tan biri olarak kaldı.

Cömertliği
Hz. Sevde de Peygamberimiz ile birlikte, diğer hanımları gibi, sırası geldiğinde savaşlara iştirak ederdi. Uhud Savaşı’na katılarak, oradaki birçok Müslüman’ın yarasını sarmış, onlara su taşıyarak çok büyük hizmetler etmiştir. Kâinatın Efendisiyle (sas) son veda haccında bulunmuş, Onun vefatından sonra, bir daha hac ve umreye gitmemiştir. Hz. Sevde, alçakgönüllülüğü, cömertliği ve bolca sadaka dağıtmasıyla tanınırdı. Çünkü o, insanların en cömerdi olan Allah Resulü’nün hâle-i tedrisinde bulunmuş, cömertler cömerdi ve hayatında Tahiyyattaki Lâ olmasaydı ağzından Lâ (hayır, yok) çıkmayan Efendiler Efendisi’nden öyle görmüştü.

Kendisine ait geceyi Hz. Âişe’ye vererek ulaşılmaz bir îsar örneği sergilediği gibi, kendisine gelen bütün hediyeleri de fakirlere dağıtır ve onların sevinmesinden büyük bir zevk duyardı. Çünkü mümin, başkası adına yaşayan, başkasının sevinciyle sevinen kişidir. İşte o da bunu yapıyordu. Bu konuda Hz. Âişe hâriç, diğer hanımlar arasında en ön sırada yer alıyordu. Bir gün Hz. Ömer (ra), Hz. Sevde’ye bir kese göndermişti. Hz. Sevde, kesenin içinde ne bulunduğunu sordu. Para olduğunu öğrenince, bu paranın derhal fakirlere dağıtılmasını emretmişti...

Sevde Validemizden rivayet edilen hadîslerin toplamının 4–5 civarında olduğu söylenmektedir. Bu rivayetlerden birisinde Söz Sultanı Allah Resûlü’nün (sas) hem gaybî mu’cizesi haber verilmekte hem de kullandığı güzel bir mecaz bulunmaktadır.

İşte bu konudaki hadîsi bize Sevde Validemiz rivayet etmiştir: Bir defasında Peygamber Efendimiz’in (sas) hanımları huzuruna toplanarak şöyle sormuşlardı:

- Yâ Resulallah (sas), içimizden hangimiz size en önce kavuşacak?”

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (sas): “Vefatımdan sonra bana ilk kavuşacak olan, kolu uzun olanınızdır.” buyurmuştu.

Bunun üzerine birbirimizin kolunu ölçmeye başladık. Peygamberimiz’in (sas) vefatından sonra, hanımlarının içinde, en çok sadaka dağıtan ve cömert olan Hz. Zeyneb binti Cahş vefat edince, Peygamberimiz’in sözündeki uzun koldan maksadın, bolca malından dağıtan anlamına geldiğini o zaman anlayabildik.

Aynı Zamanda Şakacıydı

Sevde Validemiz (r.anha) aynı zamanda şakacıydı ve lâtifeyi de severdi. Bunu bilen Allah Resûlü (sas) onun yanındayken şakalar yapardı. Sevde Validemiz şöyle anlatıyor: Bir defasında Resulullah (sas) benim yanıma geldi, kendisine bulamaç aşı yaptım. Önüne koyduğumda elini değdirdi, onu sıcak bularak elini çekti ve şöyle buyurdu:

“Ey Havle, biz sıcağa da, soğuğa da sabredemeyiz (dayana­mayız).” dedi.

Hz. Âişe’den de şöyle bir rivayet nakledilir: “Kendisi için yaptığım bula­maç aşını Resulullah’a (sas) getirdim. Resûlulah (sas) benimle Sevde arasında oturuyordu. Sevde’ye yemesini söyledim, o yemedi. Kendisine ‘Ya yersin, ya da onu yüzüne bularım!’ dedim. Yine yemedi. Bunun üzerine elimi aşa daldı­rıp onun yüzüne buladım. Allah Resulü (sas) güldü ve bizzat eliyle koyarak Sev­de’ye ‘Sen de onun yüzünü bula!’ buyurdu. Hz. Sevde de onu yüzüme buladı. Re­sulullah (sas) da bunun üzerine tebessüm buyurdular.”

Allah’ın Âyetlerinden Bir Âyet
Âyet, Yüce Yaratıcı’nın kâinatta kendisini gösteren ve hatırlatan şeylere denir. Kur’ân’ın âyetleri de birer âyettir. Her bir canlı da aslında bir âyettir. İnsanların âyet olması ise kendilerine bakıldığında Allah’ın hatırlanmasıdır.. konuşmasıyla, davranışlarıyla Allah’ın hatırlanması. Zaten Peygamber Efendimiz de (sas) “Gerçek mümin odur ki, kendisine bakıldığında Allah hatırlanır.” buyurmuyorlar mı?

İşte bu yüksek seciyeli Sevde Validemiz vefat ettiğinde, sahabenin en bilginlerinden ve Efendimiz’in duasına mazhar olan İbn Abbas (ra) onu âyet olarak isimlendirmişti.

İkrime (ra) anlatıyor: “(Bir gün) Sabah namazından sonra, İbn Abbas’a (ra), Hz. Sevde’nin vefat ettiği söylen­mişti, hemen secdeye kapandı. Niye böyle davrandığı sorulunca da şu cevabı verdi:
“Resûlullah (sas) ‘(Allah’ın âyetle­rinden) bir âyet gördüğünüz vakit secde edin!’ buyurmuştu. Resûlullah’ın (sas) hanımlarının vefatından daha daha büyük bir âyet mi vardır?” demiştir.

Rivayet Ettiği Çok Önemli Bir Hadîs

Resulullah’ın (sas) değişik hanımlarla evliliklerindeki hikmetlerden birisi de kendisine sorulan sorulara verdiği her cevabın veya hayatının her safhasındaki olayın -aynı zamanda dinin bir hükmü olduğundan- korunması ve diğer insanlara aktarılmasıydı.


Her bir eş, bunları titiz bir şekilde muhafaza ediyor ve başkalarına aktarmada bu önemli görevi yerine getiriyordu. Bu mânâda Sevde Validemiz’in rivayet ettiği ve herkes için önemli ölçü olacak şu hadîs bunlardan sadece biridir.

Sevde binti Zem’a Validemiz rivayet etmektedir:

 Bir gün Resûlullah’a (sas) bir sahabi gelerek şöyle bir soru sordu: “Ey Allah’ın elçisi! Babam yaşlı, hacca gitmeye gücü yetmiyor. Ne yapayım?” Resûlullah (sas): “Şayet babanın bir borcu olsa, sen de o borcu onun yerine versen, bu kabul edilir mi?” Sahabi: “Evet” dedi. Bunun karşısında Resûlullah (sas): “Allah çok merhametlidir. Babanın yerine sen haccedebilirsin." (Ahmed b. Hanbel, 6/429.)

Sevgilisinin Yanına Varması
Ölüm, kaçınılması mümkün olmayan bir hakikattir. Ölüm sevgiliye veya sevgililere ulaşmaktır. Dünyanın ağır yüklerinden, hiçbir mükellefiyetin olmadığı Bostan-ı Cinân’a varmadır ölüm. Şefaat-i Uzmâ sahibi olan Resulullah’a (sas) hem de bir eş olarak kavuşmadır Sevde Validemiz için. Zaman, Hz. Ömer’in hilâfet günleridir. Hicretin 19. yılı Pâk Validemiz Allah Resûlüyle buluşmak için dünyaya veda etmiştir. (Efendimiz sas ile
14 yıl beraberlikleri olmuştur.)  

 Nur içinde yatsın, Cenâb-ı Hak ona bizleri komşu eylesin. Amin.
 M. Akgül

Kaynaklar
Bintuş-şâtî, Ayşe Abdurrahmân, Terâcîm-u Seyyidât-i Beytin-Nübüvve
İbn Hacer, Ebu’l-Fadl b. Ali b. Hacer el-Askalânî, el-İsabe fî temyîzi’s-Sahâbe, Dâru’l-Cîl, Beyrut 1992.
İbn Hişâm, Cemâlüddin Abdulmelik, es-Sîratü'n-Nebeviyye, Dâr-u İhyâi't-Turâsi'1-Arabî, Mısır ts.
İbn Sa’d, et-Tabakâtu’l-Kübrâ, Dâr-u Sadr, Beyrut ts.
İbn Seyyidi’n-Nâs, Ebu’l-Feth Muhammed b. Muhammed b. Muhammed, Uyûnu’l-Eser, Dâr-u İbn Kesir, Beyrut 1992
İbn’ül-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, Dâr-u Şa’b,
İbnu’l-Cevzî, Ebu’l-Ferec Abdurrahman, Sıfatu’s-Safve, Dâr-u İbn Haldun, Kahire 1994.
Mevlana Şibli, Asr-ı Saâdet, Eser Neşriyat, İstanbul 1977.


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

17 Ekim 2014 Cuma

383.SÛ-İ ZAN NEDİR?

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Su-i zan, sözlükte "ön yargı" demektir.
Yani bir kişi hakkında bilmeden, (tanımadan, sormadan) peşin hüküm (yargı) sahibi olmak, 
bir kimseyi kötü zannetmek demektir. İslam'da Müslümanın Müslümana su-i zan etmesi yasaklanmıştır.
 Hadis-i şerifte buyuruldu ki:

(Sui zan etmeyiniz! Sui zan, yanlış karar vermeye sebep olur. İnsanların gizli şeylerini araştırmayınız, kusurlarını görmeyiniz, münakaşa, hased ve düşmanlık etmeyiniz, birbirinizi çekiştirmeyiniz, kardeş gibi birbirinizi seviniz! Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, yardım eder. Onu kendinden aşağı görmez.) [Müslim]

Bir müminin günah işlediğini zannetmek, sui zan olur. Kalbe gelen düşünce, sui zan olmaz. Eğer kalb o tarafa meylederse, sui zan olur.

(Kimseye sui zan etmemeli) demek yanlıştır. (Müslümana sui zan etmemeli) demelidir.

Yani, müslüman olduğunu söyleyen ve küfre sebep olan bir sözde ve işte bulunmayan kimsenin bir sözünden veya işinden hem imanı olduğu, hem de imansız olduğu anlaşılırsa, imanlı olduğunu anlamalı, "Dinden çıktı" dememelidir.

İnsanları sui zandan kurtarmak için, töhmet yerlerinden uzak durmalıdır. Onların dedikodularına kendisi sebep olduğu için işliyecekleri günaha ortak olur.

Peygamber efendimiz, hanımı ile konuşurken, oradan geçenlere buyurdu ki:

- Bu benim zevcemdir.

- Ya Resulallah, sizden de mi şüphe edilir dediler.
- Kan, insanın damarlarında dolaştığı gibi, şeytan da insana nüfuz eder, kalbine şüphe sokar. (Buharî)

Şüphe uyandıracak, başkalarının su-i zannına sebep olacak hareketlerden uzak durmalı, başkalarının kendi hakkında dedikodu etmesine sebep olmamalıdır.

Bir kişi, bir kadınla şüphe uyandıracak şekilde konuşuyordu. Hz. Ömer ra, onun yanına varıp, öfkeli şekilde bakınca o kişi dedi ki:

- Bu benim hanımımdır.

Hz. Ömer ra o zaman buyurdu ki:

-Peki hanımın ise ne diye üzerinize şüphe çekecek şekilde konuşuyorsunuz?

Bir müslümanın bir sözünden veya bir işinden yüz şey anlaşılsa, bunlardan 99u küfre sebep olsa, biri müslüman olduğunu gösterse, bu birşeyi anlamak, ona kâfir dememek gerekir.

Allahü teâlâya da sui zan etmemelidir. Günahının affolunmayacağını zannetmek, Ona sui zan olur.

Şartlarına uygun tevbe yapılınca, her türlü günahı muhakkak affeder. Dilerse, ahırette küfürden başka günahları tevbesiz de affeder.

Hadis-i kudside, (Kulum beni nasıl zannederse, ona zannettiği gibi muamele ederim.) buyuruldu. (İbni Hibban)

Kabul edeceğini ümit ederek tevbe edeni affeder. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:

(Allahü teâlâya hüsn-i zan ediniz!) [Müslim]

(Allahü teâlâya hüsn-i zan etmek, ibâdettir.) [Ebu Dâvud]

(Allahü teâlâya yemin ederim ki, Allahü teâlâya kendisine hüsn-i zan ederek yapılan duâyı, elbette kabul eder.) [Berika]

(Kıyamet günü, Allahü teâlâ bir kulunun Cehenneme atılmasını emreder. Cehenneme götürülürken arkasına dönerek, "Ya Rabbi! Dünyada Sana hep hüsn-i zan ettim" deyince, "Onu Cehenneme götürmeyiniz! Kulumu Bana olan zannı gibi karşılarım" buyurur.) [Beyhekî]

İslami Sorular


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

382.AYAKTA SU İÇMEK

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

HZ. Peygamber sas efendimiz, suyu çoğu zaman oturduğu halde içtiği ve ayakta iken su içmekten men ettiği, fakat bazen de ayakta iken su içtiği sahih rivayetlerle sabit olmuştur. Bu rivayetleri dikkate alan müctehid imamlarımız: Ayakta iken su içmekte dinen bir sakınca bulunmadığını, ancak SUYU OTURARAK İÇMENİN efdal yani daha iyi ,daha faziletli olduğunu belirtmişlerdir. 


Yürürken su içmek veya suyu bir nefeste içmek ise mekruhtur. (Alemgir, el Feteva'l-Hindiyye,5/341, Nevevi, Riyazü's- Salihin bab.114 .)

M. Talu

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

16 Ekim 2014 Perşembe

381.Sahabeye Saygının Aşınması ya da ‘Hakem Olayı’nın Aslı

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Son zamanlarda Sahabeye karşı saygının yitirildiğini görüyoruz. Bu durumun sonuçları ve "Hakem olayı"nın aslını öğrenmek istiyorsanız aşağıdaki yazıyı okumalısınız.

İbn Asâkir Târîhu Dimaşk‘ında Vekî’ b. el-Cerrâh’a atfedildiğini söylediği şöyle bir tesbit aktarır: “Mu’âviye, kapının halkası mesabesindedir. Onu yerinden oynatanı, ondan daha yukarıdakilere kasdetmekle itham ederiz.”[1]

Sahabe hakkında bir “gözden çıkarılabilecekler listesi” tasarlayıp, Hilafet’i Saltanat’a dönüştürme sürecinde ve saltanatı boyunca ortaya koyduğu icraatlar konusunda tarih kaynaklarının yer verdiği birtakım nakillere istinaden Hz. Mu’âviye bu listenin başına yerleştirildiği zaman arkası çorap söküğü gibi gelecektir.

Hz. Mu’âviye’ye dokunmakla başlayan “Sahabe’ye ta’n” süreci bu noktada niye dursun ki? İkinci adımda, ona destek sağladığı için Amr b. el-Âs, çok (bunu “uydurma” diye okumalısınız) hadis rivayet ettiği ve İsrailiyat tarzı rivayetleri İslam kültürüne soktuğu söylenerek Ebû Hureyre ve Abdullah b. Abbas, üçüncü adımda hilafete geldiğinde akraba-yı taallukatını kayırdığı gerekçesiyle Hz. Osman, biraz daha ileride Hz. Ali’ye “başkaldırdığı” için Hz. Aişe…

Bu listenin sonu nasıl gelir dersiniz?

Tahmin yürütmeye gerek yok; zira vakıa bize varılacak noktayı fiili olarak zaten gösteriyor. Elbette bunun arkasından Şia, Havariç ve Mu’tezile’nin bildik iddiaları sökün edecektir: Kur’an’ın tahrifinden Hilafet’in gaspına, oluk oluk kardeş kanı akıtmaya kadar işlemedik kebair bırakmayan, kimilerine göre küfre batmış, kimilerine göre fısk-u fücura bulanmış bir topluluk!!

İşte Vekî’ b. el-Cerrah’ı haklı çıkaran sürecin serencamı…

Denebilir ki: Ya bütün bunlar gerçekse? O zaman inceldiği yerden kopmalı değil midir?

Bu sorunun cevabı birbirini bütünleyen iki noktadan oluşur:

1. Tarih kaynakları bize, her zaman “en doğrusunu” aktardıklarına dair hiçbir güvence vermez. Bu kaynakların naklettiği herhangi bir hadisenin iç yüzünü öğrenmenin, hatta meydana gelip gelmediği konusunda karar vermenin yolu, Hadis alimlerinin hadislere uyguladığı sened ve metin tenkidi metotlarına baş vurmaktır. Bu demektir ki, tarihle iştigal edenlerimizin, aynı zamanda sened ilimlerine de vakıf olmak gibi bir mecburiyeti vardır. Aksi takdirde, aşağıda örneğini göreceğimiz türden kurguların gerçeğe dönüştürülüp tarih boyunca yaşatılması kaçınılmaz olacaktır. es-Sehâvî’yi, Tarih ilminin, Hadis ilminin alt dallarından birisi olduğunu vurgulamaya sevk eden amil bundan başkası değildir. [2]

2. Özellikle Sahabe arasında cereyan eden olaylar hakkındaki rivayetler konusunda edep ve saygı çerçevesinde hareket etmek, bize Efendimiz (s.a.v)’in tavsiye ve emridir. Ehl-i Sünnet, Sahabe’nin masum/günahsız olduğunu söylemez. Ancak yüce dinimizi temel kaynakları ve pratiğiyle bize nakleden nesil olarak Sahabe’nin vazgeçilmezliğinin de farkındadır.

Demek istediğimiz odur ki, o dönemi ve olaylarını 1400 küsür yıl beriden yapacağımız kurgulamalarla sağlıklı biçimde okuyamayız. Kavim ve kabile taassubu, akrabalık ilişkileri, nüfuz ve çıkar beklentileri… vb. unsurların Din’in önüne geçirilmemesi gerektiğini bizler bugün basit bir muhakemeyle söyleyebiliyorken, bizzat vahyin ve Hz. Peygamber (s.a.v)’in gözetim ve terbiyesinde yetişmiş, vahyin ve Hz. Peygamber (s.a.v)’in övgülerine mazhar olmuş o nesil bunu akıl edememişti demek için bir daha, bir daha düşünmek durumundayız…

Meselenin “inceldiği yer”, Kur’an ve Sünnet’in güvenilirliği noktasıdır. Sahabe’nin güvenilirliği hakkındaki en küçük bir şüphe gölgesi doğrudan bu iki temel kaynağın üzerine düşecektir. İki sebepten:

Birincisi, bu iki kaynağın, Efendimiz (s.a.v) irtihal ettikten sonra kendi başlarına kaldıklarında en olmadık işler işleyen bir topluluğu meth-u sena etmesi, kendi güvenilirliklerini tartışma konusu yapması anlamına gelecektir. Bunun ucu, Sahabe’nin faziletleriyle ilgili ayet ve hadislerin yine Sahabe tarafından uydurulduğu sonucuna çıkmazsa akla ziyan tevillere çıkacaktır. Ya da Allâmu’l-guyub olan Yüce Rabbimiz’in “ezelî ve ebedî kelamı”nın ve bilhassa Din’in tebliği bağlamındaki söz ve fiilleri vahye dayanmak durumunda olan Hz. Peygamber (s.a.v)’in Sahabe kuşağı hakkındaki ifade ve tesbitlerde “yanıldığı” anlamına gelebilecek bir yaklaşım söz konusu olacaktır ki, doğrudan Allah ve Peygamber inancına taalluk etmesi bakımından son derece tehlikelidir.

İkincisi, Kur’an ve Sünnet’i bize nakleden ilk nesil Sahabe’dir. Onların bu iki temel kaynağın anlaşılması ve aktarılması konusunda yeterince samimi ve güvenilir olmadıklarını ileri sürmek, sadece Sahabe ile sınırlı bir probleme işaret etmek anlamına gelmez, Din’in temelleriyle ilgili olarak Tevrat ve İncil’in başına gelenleri çağrıştıran çok ciddi soruları gündeme taşır.

Hakem olayı nasıl cereyan etti?

Yukarıda çizdiğimiz çerçeve içinde kalarak örnek olayımızın incelenmesine geçebiliriz. Tarafları “tahkim” sürecine taşıyan olayların gelişimi, tarih kaynakları tarafından yaygın olarak –özetle– şu şekilde verilmektedir:
Sıffin savaşının aleyhlerine sonuçlanmak üzere olduğunu gören Amr b. el-Âs, Mu’âviye’ye, her halukârda kazançlı çıkacakları şöyle bir teklifte bulundu: “Mushafları yukarıya kaldıralım ve karşı tarafa “Allah’ın Kitabı aramızda hakem olsun” diyelim. Hepsi toptan bu teklifi reddetmez. Onlardan bir kısmı buna yanaşmayacak, bir kısmı ise razı olacaktır. Böylece onların arasında bir tefrika meydana gelecek. Eğer hepsi toptan bu teklifimizi kabul edecek olursa, bu savaş (en azından) belli bir süreye kadar sona ermiş olacak. Dolayısıyla her durumda kazançlı çıkan biz olacağız.”

Bunun üzerine mushafları mızraklara bağlayarak havaya kaldırdılar ve “Bu Kitabullah’tır. Sizinle aramızda hükmü o versin…” dediler. Bunu gören Iraklılar (Hz. Ali (r.a)’ın askerleri) “Allah’ın Kitabı’na icabet eder ve ona döneriz” diyerek savaştan geri durdular.

Her ne kadar Hz. Ali (r.a) bunun, savaşı kaybetmek üzere olan Mu’âviye b. Ebî Süfyan, Amr b. el-Âs ve diğerlerinin hilesi olduğunu söyleyip “Mu’âviye, Amr b. el-Âs, İbn Ebî Mu’ayt, Habîb b. Mesleme, İbn Ebî Serh ve ed-Dahhâk b. Kays din ehli de değildir, Kur’an ehli de. Ben onları sizden iyi tanırım. Kendileriyle çocukluk çağında da yetişkinlik döneminde de birlikte oldum. Onlar çocukların da, yetişkinlerin de en şerlileriydi…” dediyse de kendi safında bulunanlar –ki Hz. Osman (r.a)’ı şehid edenler onlar arasındaydı ve bir kısmı sonradan “Haricîler olarak anılan ayrılıkçı grubu oluşturacaktı– kendisine kulak asmadılar ve savaşı durdurdular.

Mu’âviye ve Amr, hükmü, aralarında tayin edecekleri iki hakeme tevdi etmeyi ve onların vereceği karara razı olmayı teklif ediyordu.

Hz. Ali (r.a) çaresiz bu teklifi kabul etti. Bu defa da, aralarında el-Eş’as b. Kays, Zeyd b. Husayn, Mis’ar b. Fedekî gibi isimlerin bulunduğu mezkûr grup, Ebû Mûsa el-Eş’arî (r.a)’ın hakem olarak tayin edilmesini istediler. Hz. Ali (r.a), “O güvenilir birisi değildir. Benden ayrıldı; insanları da benden ayrılmaya teşvik etti…” dedi ve hakem olarak Abdullah b. Abbâs (r.a)’ı münasip gördüğünü söyledi. Mezkûr grup buna itiraz edince, Hz. Ali (r.a) Eşter’i teklif etti. Onu da kabul etmediler ve Ebû Mûsa el-Eş’arî (r.a) isminde direttiler. Hz. Ali (r.a) gönülsüz de olsa kabul etmek zorunda kaldı. Karşı tarafın hakemi ise Amr b. el-Âs idi.


Hakemler bu mutabakat çerçevesinde bir araya gelip ne yapacaklarını konuştular. Amr, Ebû Mûsa’ya şöyle dedi: “Ey Ebû Mûsa! Sen Resulullah (s.a.v)’in arkadaşısın ve yaşça benden büyüksün. Önce sen konuş, sonra ben konuşayım.” O, böyle yapmakla, bütün müzakere boyunca Ebû Mûsa’yı önce davranmaya alıştırmayı, sonunda da nihai kararlarında önce onu konuşturarak Hz. Ali (r.a)’ı azl ettirmeyi tasarlıyordu.

Oysa Ebû Mûsa’nın beraberinde bulunan Abdullah b. Abbâs ve diğerleri kendisini bu konuda sürekli uyarıyor ve Amr b. el-Âs’ın hilekârlıklarına karşı uyanık davranmasını tembihliyordu.

Müzakere şöyle cereyan etti: Amr, Ebû Mûsa’ya Mu’âviye’nin halife olarak atanmasını teklif etti. O kabul etmedi. Bunun üzerine kendi oğlu Abdullah’ı önerdi. Ebû Mûsa onu da kabul etmedi. Sonra ona kimi uygun gördüğünü sordu. Ebû Mûsa, Hz. Ömer (r.a)’ın oğlu Abdullah’ı önerdi. Amr razı olmadı.

Nihai karar olarak her ikisi de Hz. Ali (r.a) ve Hz. Mu’âviye (r.a)’ı azletme konusunda ittifak ettiler. Yine ortak kararlarına göre, onları azlettikten sonra kimin halife seçileceği konusunda iş, Sahabe’nin ileri gelenlerinden oluşturulacak bir şuraya havale edilecekti.

Bu kararları topluluğa ilan etmek üzere, Amr’ın ısrarıyla önce Ebû Mûsa el-Eş’arî (r.a) ayağa kalktı ve şöyle dedi: “Amr b. el-Âs ile Ali ve Mu’âviye’nin ikisinin de azli ve bu ümmetin işinin şuraya havalesi konusunda anlaştık. Bu anlaşma doğrultusunda işte ben şu kılıcımı (bir rivayete göre yüzüğümü, bir başka rivayete göre sarığımı) çıkardığım gibi Ali ve Mu’âviye’nin her ikisini de azlediyorum.”

Arkasından Amr b. el-Âs (r.a) ayağa kalktı ve şunları söyledi: “Ebû Mûsa’nın söylediğini işittiniz. O, Ali’yi azlettiğini hepinizin huzurunda açıkladı. Ben de onunla birlikte Ali’yi azlediyorum. Mu’âviye’yi ise yerinde bırakıyorum.”

Bunun üzerine Abdullah b. Abbâs, Ebû Mûsa’yı –gösterdiği basiretsizlik ve zaaftan dolayı– kınayıp azarladı. Ebû Mûsa, Amr b. el-Âs’a, sözünde durmadığını söyleyerek ağır sözler sarf etti, o da aynıyla mukabelede bulundu. Hz. Ali (r.a)’ın heyetinde bulunan Şurayh b. el-Hâni, Amr b. el-Âs’a saldırarak ve ağır sözler söyleyerek kılıcıyla (bir rivayette kamçısıyla) vurdu, o da karşılık verdi, derken orada bulunan diğerleri araya girip tarafları birbirinden ayırdılar.[3]

Anlaşmazlıkla sonuçlanan Hakem olayının tarih kaynakları tarafından hemen hemen ittifakla nakledilen serencamı özetle böyledir.

Hadisenin ayrıntılarıyla tahlili, kitap çapında bir çalışma gerektirmektedir. Konuyla yakından ilgilenenler, detaylara indikçe, olayların cereyan tarzıyla ilgili anlatımlardan, karşılıklı diyaloglara kadar pek çok noktada birbirini tutmayan nakillerle karşılaşacaklardır. Şüphesiz bunlar da önemli olmakla birlikte, bu yazının çerçevesini aşmamış olmak için burada sadece hadisenin can alıcı noktalarıyla ilgileneceğiz.

Hadisenin yukarıda özetlediğimiz şekilde takdim ve kabulünde birçok sıkıntı mevcut:
1. Ebû Mûsa el-Eş’arî (r.a), basiretsiz, gafil ve “saf” birisidir!! Amr b. el-Âs (r.a) gibi kurnaz!! ve deha seviyesinde zeki birisinin yapacağı hileyi sezememiş, onun tuzağına düşmüştür!

O Ebû Mûsa (r.a) ki, Hz. Peygamber (s.a.v) tarafından Yemen bölgesinin zekât memurluğuna tayin edilmiş, Hz. Ömer (r.a) ve Hz. Osman (r.a) dönemlerinde Basra ve Kûfe’de valilik ve kadılık yapmıştır. Nusaybin, Dinever, Kum, Kâşân gibi birçok şehrin fethinde bulunmuştur. Ehvaz ve İsfehan’ı fetheden de odur. Tabiun’un ileri gelenlerinden alimlerinden eş-Şa’bî, ulemanın 6 kişiden ibaret olduğunu söylemiş, Hz. Ömer, Hz. Ali, Abdullah b. Mes’ûd, Zeyd b. Sâbit ve Übeyy b. Ka’b (Allah hapsinden razı olsun) ile birlikte onun da adını zikretmiştir.[4] Bu rivayetlerin bize tanıttığı saf, muğfel ve dirayetsiz (!) kişi ile Ebû Mûsa el-Eş’arî aynı kişi olabilir mi?

2. Amr b. el-Âs (r.a), göz göre göre yalan söylemekte, sözünde durmamakta ve Müslümanları aldatmakta bir sakınca görmemiştir!!

3. Üstelik Ebû Mûsa (r.a), “ortaklaşa” vardıkları kararı açıklarken, Amr b. el-Âs (r.a)’ın o müthiş dehası, bu mutabakatı bozarak tek başına verdiği hükmün hiçbir değeri olmayacağını, bundan da öte, başvurduğu bu “ucuz kurnazlığın” kendi değerini küçültmekten başka bir işe yaramayacağını kestirmeye yetmemiştir!

4. Orada bulunanlar (ki kaynaklar her iki taraftan da 400′er kişinin orada bulunduğunu belirtmektedir ve aralarında Abdullah b. Abbâs, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. ez-Zübeyr, el-Muğîre b. Şu’be… gibi sahabîler vardır), kısa süreli olarak yaşanan arbedede karşılıklı itiş-kakış ve “sövüşmeler” dışında niçin bir şey yapmamıştır? Niçin kimse Amr b. el-Âs (r.a)’a içeride ne konuştuklarını ve cemaatin huzurunda söylediklerinin içeride konuştuklarına uygun olup olmadığını sormamıştır?

Bütün bunlar bize, Hakem olayı hakkında tarih kaynaklarının yaygın olarak birbirlerinden aktardığı bu olayda bir gariplik bulunduğunu söylüyor. Bu durum, fırkalaşma süreci sonrasında kaleme alınmış olan Tarih kaynaklarında mevcut malumata niçin ihtiyatla yaklaşmamız gerektiğini izah eden unsurlardan birisini oluşturmaktadır.

Hakem olayını aktaran rivayetin durumu
Muttali olabildiğimiz kaynaklar arasında sadece İbn Sa’d[5], İbn Cerîr et-Taberî, İbn Asâkir ve İbn Kesîr olayı sened zinciriyle vermektedir. et-Taberî ve İbn Kesîr’in nakilleri Ebû Mıhnef Lut b. Yahya (157/773) isimli ravi kanalıyla gelmiştir.[6]

el-Megâzî, es-Sakîfe, er-Ridde, Fütûhu’ş-Şâm, Fütûhu’l-Irâk, Sıffîn… ve daha pek çok kitabının bulunduğu nakledilen bu zat, Hakem olayı hakkında da müstakil bir eser yazmıştır.[7]

Ezcümle onun hakkında Ebû Hâtim “Metrûku’-hadis’tir” (hadisleri terk edilmiştir)[8], ed-Dârekutnî “Zayıftır”[9] ve İbn Ma’în “Sika (güvenilir) değildir” ve “Bir şey değildir”[10] demişlerdir.

İbn Adiyy bu zatın biyografisini verirken İbn Ma’în’in yukarıda zikrettiğimiz ifadelerini aktardıktan sonra şunları söyler: “Onun hakkındaki bu tesbitte (diğer) imamlar da İbn Ma’în ile muvafakat halindedir. (…) Bu zat fanatik bir şiidir….”[11]

İbn Adiyy’in burada kullandığı –ve bizim “fanatik” olarak çevirdiğimiz– ifadenin orijinali “yandı, helak oldu” anlamındaki “حرق” kökünden “محترق” (muhterık) dır. Rical/Cerh-Ta’dil kitapları bu ifadeyi, itikadî görüşlerinde aşırıya kaçan, mensubu olduğu bid’at mezhebin ateşli biri şekilde savunuculuğunu yapan kimseler, özellikle de Rafıziler hakkında kullanır.

Dolayısıyla İbn Adiyy’in Ebû Mıhnef hakkında bu ifadeyi kullanması son derece anlamlıdır. Bilindiği gibi Hadis otoriteleri, bid’ati küfre varmadıkça, yahut bid’atinin propagandasını yapmadıkça şahsında güvenilir ve doğru sözlü olan bid’at ehlinin rivayetlerini kabulden imtina etmemişlerdir. Böyleyken Ebû Mıhnef hakkında herhangi bir ta’dil ifadesi göremeyişimiz şaşırtıcı değildir.

Hafız ez-Zehebî güvenilirlik noktasında bu zatın, Seyf b. Ömer, Abdullah b. Ayyâş ve Avâne b. el-Hakem’in dengi olduğunu söyler ki[12] yine ez-Zehebî tarafından Mîzânu’l-İ’tidâl‘de mezkûr zevattan ilk ikisi hakkında şu bilgilerin nakledildiğini görüyoruz:

Seyf b. Ömer: Zayıftır. Beş para etmez. Bir şey değildir. Terk edilmiştir. Zındıklıkla itham edilmiştir.Hadislerinin tamamı münkerdir.[13]

Abdullah b. Ayyâş: Ahbarîdir, saduktur.[14]

Avâne b. el-Hakem hakkında ise İbn Hacer, “Osmanî” olduğu ve Emeviler lehine haberler uydurduğu bilgisini verir.[15]

Şu halde, ez-Zehebî tarafından bu zatlarda aynı kefeye konan Ebû Mıhnef’in, haberlerine güvenilmez birisi olduğu açıktır ve Hakem olayı da başka ve “güvenilir” bir ravi tarafından aktarılmadıkça şüpheyle karşılanmak durumundadır.

et-Taberî’de yer alan senede göre onun bu haberi dayandırdığı kişi, Ebû Cenâb (Yahya b. Ebî Hayye) el-Kelbî’dir. Bu zat hem zayıftır, hem de Hakem olayının yaşandığı zamandan çok sonra dünyaya gelmiş olması gerektiği halde olayı sanki bizzat görmüş gibi –mürsel olarak– aktarmıştır. Bu da, olayı aslında başka birisinden işittiğini, ancak ismini herhangi bir sebeple zikretmediğini gösterir. Bu zat hicrî 147 yılında vefat etmiştir. Hatta vefat tarihini 150 olarak verenler de vardır.[16] Dolayısıyla bu zatın 38 yılında meydana gelmiş bir olayı bizzat görgü şahidi sıfatıyla aktarabilmesi için bu tarihte yetişkin olması gerekir. Bu yaşı 20 olarak farz edersek, bu zatın 129 veya 132 yıl yaşadığını söylemek gerekecektir. Dolayısıyla onun bu olayı bizzat görüp yaşamış olması normal şartlarda mümkün görünmemektedir.
İbn Kesîr ise Hakem olayını Ebû Mıhnef ← Muhammed b. İshak ← Nâfi’ kanalıyla aktarmıştır. Hadis tenkitçileri, Muhammed b. İshak’ın Nâfi’den rivayetlerinin sıhhati konusunda mütereddit davranmışlardır.[17]

İbn Sa’d'ın nakline gelince[18], aşağıdaki kusurlarla maluldür:

A. Senedinde İbn Ebî Sebre vardır. Hadis otoriteleri bu zatın yalancı ve hadis uyduran birisi olduğunu söylemiştir.[19]

B. Yine aynı senedde yer alan el-Vâkıdî’nin rivayetleri terk edilmiştir..[20]

C. Aynı senede bulunan İshâk b. Abdillah b. Ebî Ferve’nin durumu da aynıdır.[21]

Şu halde “Hakem olayı” diye tarih kaynaklarında yaygın olarak nakledilen kıssanın itimada şayan olmadığını, aksine, olayın bu şekilde nakledildiği senedlerin her birinde, Hadis otoriteleri tarafından en ağır ifadelerle cerh edilmiş kimselerin bulunduğunu söylemek zorundayız.

İbn Asâkir de bu olayı –araştırabildiğimiz kadarıyla– iki yerde vermektedir. Bunlardan birisi[22] İbn Sa’d kanalıyladır ki, İbn Sa’d'ın ravilerinin durumu yukarıda zikrettiğimiz gibidir. Diğer sened ise yine İbn Ebî Sebre kanalıyla –ve muhtemelen el-Vâkıdî’nin nakli olarak[23]– gelmektedir.

Bütün bunlar, “Hakem olayı” diye nakledilen hadisenin cereyan tarzı hakkında ciddi şüpheler duymak için fazlasıyla yeterlidir. O halde hakem olayı gerçekte nasıl cereyan etmiştir?

OLAYIN ASLI
Büyük hadis hafızı Ebû Bekr b. el-Arabî, el-Avâsım mine’l-Kavâsım adlı eserinde bu olay hakkında bizi şöyle uyarıyor:

“Güvenilir imamların naklettiğine göre hakemler, aralarında Abdullah b. Ömer (r.a)’in de bulunduğu güzide bir topluluğun huzurunda bir araya geldiler. Bu toplantıda Amr b. el-Âs, Mu’âviye (r.a)’i azletti.

“ed-Dârekutnî şöyle nakletmiştir: Amr b. el-Âs, Mu’âviye’yi azlettikten sonra Hudayn b. el-Münzir (Hz. Ali (r.a)’ın sadık arkadaşlarındandır) gelip Mu’âviye’nin çadırının yanında çadırını kurdu. Mu’âviye Amr’ın ne yaptığını haber almıştı. Hudayn’a birini göndererek Amr b. el-Âs’a gitmesini ve neler olup bittiğini sorup öğrenmesini istedi. Hudayn Amr’ın yanına gitti ve Ebû Mûsa el-Eş’arî ile ne yaptıklarını, nasıl bir karara vardıklarını sordu. O şöyle cevap verdi: “Bu konuda herkes bir şey söyledi. Allah’a yemin ederim ki iş insanların söylediği gibi olmadı. Ben Ebû Mûsa’ya, “Bu iş (hilafet) hakkında ne düşünüyorsun?” diye sordum. “Bu işin, Resulullah s.a.v. vefat ederken kendilerinden razı olduğu bir gruba (ileri gelen sahabîlerden oluşacak şuraya) havale edilmesini uygun görüyorum” dedi. “Beni ve Mu’âviye’yi nereye koyuyorsun?” dedim. “Eğer sizden yardım istenirse, edersiniz. Eğer size ihtiyaç duyulmazsa, zaten Allah’ın emri oldum olası sizden müstağnidir” karşılığını verdi.

“Bu, Mu’âviye’nin kendisini heder etmesine sebep olan haberdi. Mu’âviye’ye gittim ve olayın, aynen duyduğu gibi cereyan ettiğini söyledim. Mu’âviye, olayın nasıl cereyan ettiğini öğrenince, Ebu’l-A’ver ez-Zekvânî isimli kişiye, Amr b. el-Âs’ı alıp kendisine getirmesi için haber gönderdi. (…) Amr durumu haber alınca hemen eğersiz bir ata binerek Mu’âviye’nin çadırının bulunduğu yere doğru sürdü. Bir yandan da şöyle diyordu: “Ey Mu’âviye! Azgın deve süt kabını doldurdu.”[24] Mu’âviye ise şöyle karşılık verdi: “Umarım öyledir! Ama sen sütü sağana kasdettin; hem burnunu kırdın, hem de süt kabını devirdin!”[25]

Bu nakilden sonra Ebû Bekr b. el-Arabî, hadisenin önünün de arkasının da bundan ibaret, bunun dışındaki –yukarıda özetle naklettiğimiz– rivayet ve nakillerin ise güvenilmez olduğunu vurgulamaktadır.

Nitekim el-Mes’ûdî bu olayı, diğer kaynaklarda verildiği gibi aktardıktan sonra şöyle der:

“Söylendiğine göre hakemler arasında, sahifeye[26] kaydedilenden, Ebû Mûsa’nın, Hz. Osman’ın mazlum olarak öldürüldüğünü kabulü ve yukarıda zikrettiğimiz diğer hususlardan başka bir konuşma olmamıştır. Hakemler de görüşme sonrasında herhangi bir deklarasyonda bulunmamıştır. Görüşme esnasında Amr, Ebû Mûsa’ya, “Kimi önerdiğini söyle, düşüneyim” demiş, o da İbn Ömer ve (daha başkalarını) önermiş ve şöyle demiştir: “Ben isim verdim. Şimdi de sen ver.” Bunun üzerine aralarında şu konuşma cereyan etmiştir:

- “Sana bu ümmetin en kuvvetlisini, görüşü en sağlam olanını ve siyaseti en iyi bilenini söyleyeceğim: Mu’âviye b. Ebî Süfyân!”

- – “Hayır vallahi o bu işin ehli değil.”
- “O zaman ondan daha aşağı olmayan birisini söyleyeyim.”
- – “Kimdir?”
- – “Abdullah b. Amr b. el-Âs.”

Bunun üzerine Ebû Mûsa, Amr’ın kendisiyle dalga geçtiğini anlamış ve “Bunu mu yapacaktın, Allah sana lanet etsin” demiş, karşılıklı sövüşmüşler ve Ebû Mûsa oradan ayrılarak Mekke’ye gitmiştir.[27]

Olayın aşağı-yukarı bu tarzda cereyan ettiğini gösteren bir diğer rivayet de Abdürrezzâk ve et-Taberî tarafından nakledilmiştir. Buna göre Ebû Mûsa (r.a) ile Amr b. el-Âs (r.a) konuyu müzakere etmek üzere bir araya geldiklerinde Ebû Mûsa (r.a) Abdullah b. Ömer (r.a)’ı Amr b. el-Âs (r.a) ise Mu’âviye b. Ebî Süfyân (r.a)’ı önermiştir. Ancak taraflardan hiç biri diğerinin önerdiği ismi kabul etmemiş, derken ortam giderek gerilmiş, sonunda hakemler birbirlerine kötü sözler sarf ederek görüşmeyi kesmişlerdir. Vardıkları noktayı kendilerini bekleyen kalabalığa aktarmak üzere dışarı çıktıklarında Ebû Mûsa (r.a) söze başlamış ve şöyle demiştir:

- “Ey insanlar! Amr b. el-Âs’ın durumu, Yüce Allah’ın, “Kedisine ayetlerimizi verdiğimiz halde, onlardan sıyrılıp da şeytanın kendisini peşine taktığı, bu yüzden de azgınlardan olan kimsenin haberini onlara anlat. Dileseydik o ayetlerle onu elbette yüceltirdik. Fakat o, dünyaya saplanıp kaldı da, kendi heva ve hevesine uydu. Onun durumu, köpeğin durumu gibidir. Üzerine varsan da dilini sarkıtıp solur, kendi haline bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte ayetlerimizi yalanlayan toplumun durumu böyledir. Şimdi onlara bu kıssayı anlat; belki düşünürler”[28] ayetinde anlattığı kimse gibidir.”

Ardından Amr (r.a) söz almış ve şöyle demiştir:

- “Ey insanlar! Ben de Ebû Mûsa’nın durumunu, Allah Teala’nın şu ayette anlattığı kimseye benzetiyorum: “Tevrat’la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerce kitap taşıyan merkebin durumu gibidir. Allah’ın ayetlerini yalanlayanların hali ne kötüdür! Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.”[29]

Daha sonra hakemlerden her biri, yukarıda zikredilen benzetmeleri İslam merkezlerine de yazarak görüşmeyi bitirip ayrılmışlardır.[30]

Her ne kadar ez-Zührî tarafından mürsel olarak nakledilmiş ise de[31] bu, “Hakem olayı” hakkında bize bilgi veren ve senedine muttali olabildiğimiz rivayetler içinde en güvenilir olanıdır.[32] ez-Zührî’nin mürsel rivayetleri hakkında Hadis tenkitçilerinin kanaatleri muhteliftir. Onun mürsel rivayetlerine değer vermeyenler olduğu gibi, onlara güvenileceğini söyleyenler de vardır. Olumsuz kanaatte olanlar ekseriyeti oluşturmuştur.[33]

Ancak her halukârda bu rivayetin, senedinde Ebû Mıhnef, el-Vâkıdî, İshak b. Abdillah b. Ebî Ferve ve İbn Ebî Sebre’nin yer aldığı nakillere nazaran tercihe daha şayan olduğu açıktır.

Vallahu a’lem.E. Sifil

[1] İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk, LIX, 210.
[2] es-Sehâvî, el-İ’lân bi’t-Tevbîh, 44.
[3] İbn Sa’d, et-Tabakâtu’l-Kübrâ, III, 19-20; et-Taberî, Târîhu’r-Rusul ve’l-Mulûk, V, 70-1; Ebû Hanîfe ed-Dîneverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, 188-201; el-Mes’ûdî,Murûcu’z-Zeheb, II, 400 vd.; İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk, LIX, 118-9; İbnu’l-Cevzî, el-Muntazam, III, 369 vd.; ez-Zehebî, Târîhu’l-İslâm, III, 551, İbnu’l-Esîrel-Kâmil, III, 205 vd.; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, X, 573; İbnu’l-İmâd, Şezerâtu’z-Zeheb, I, 215; İbn Haldun, Târîhu İbn Haldûn, II, 632 vd..
Zikrettiğimiz kaynaklardan kimi hadiseyi detaylı olarak verirken, kimi özet olarak anlatmıştır. Ancak hakem olayının gelişimi ve sonuçlanış şekli hepsinde aynı minval üzere yer almaktadır.
[4] Bkz. İbn Hacer, el-İsâbe, IV, 212, DİA, x, 190-2.
[5] İbn Sa’d mezkûr eserinde bu olayı –tesbit tesbit edebildiğimiz kadarıyla– iki yerde zikretmiştir. Yukarıdaki dipnotta verdiğimiz yerde sened tam olarak zikredilmemektedir. Aşağıda yapacağımız sened kritiği, rivayetin senedli olarak geçtiği yere aittir.
[6] Hakkında geniş bilgi için bkz. Yahya İbrahim el-Yahya, Merviyyâtu Ebî Mıhnef fî Târîhi’t-Taberî.
[7] A.g.e, 47 vd.
[8] İbn Ebî Hâtim, el-Cerh ve’t-Ta’dîl, VII, 182.
[9] ed-Dârekutnî, ed-Du’afâ,146.
[10] ez-Zehebî, Mîzânu’l-İ’tidâl, 3/419-420; İbn Hacer, Lisânu’l-Mîzân, IV, 492.
[11] İbn Adiyy, el-Kâmil, VI, 93.
[12] ez-Zehebî, Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ, VII, 302.
[13] ez-Zehebî, Mîzânu’l-İ’tidâl, II, 255.
[14] A.g.e., VII, 470.
Burada geçen “sadûk” tabiri, ez-Zehebî tarafından “cerh” ifadesi olarak kullanılmıştır. Mîzânu’l-İ’tidâl‘in başında (I, 4) ez-Zehebî, cerh-ta’dil lafızlarını mertebeler halinde zikrederken cerh tabirlerinin sonlarında “sadûktur, ancak bid’atçidir” ifadesini de zikrder ki, Abdullah b. Ayyâş hakkında da cerh maksatlı kullanıldığı açıktır.
[15] İbn Hacer, Lisânu’l-Mîzân, IV, 386.
[16] İbn Hacer, Tehzîbu’t-Tehzîb, XI, 177.
[17] A.g.e., IX, 40.
[18] İbn Sa’d, et-Tabakâtu’l-Kübrâ, IV, 448.
[19] İbn Hacer, Tehzîbu’t-Tehzîb, XII, 32.
[20] ez-Zehebî, Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ, IX, 462-3.
[21] İbn Hacer, Tehzîbu’t-Tehzîb, I, 211.
[22] İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk, LXVI, 172.
[23] İbn Asâkir bu olayı nakletmeden önce el-Vâkıdî’nin İbn Ebî Sebre’den bir nakline yer verir. Hemen ardından da Hakem olayının nakline geçer ve nakle “İbn Ebî Sebre şöyle dedi…” diye başlar. Dolayısıyla bu da el-Vâkıdî’nin İbn Ebî Sebre’den rivayetinin aktarımı olmalıdır.
[24] Bu deyim, umulmadık bir iş meydana geldiğinde söylenir. Azgın deve kendisinden süt sağılmasına normal şartlarda müsaade etmez. Süt kabını dolduracak kadar sağılmasına izin vermesi normal dışı bir durumdur.
[25] Ebû Bekr b. el-Arabî, el-Avâsım mine’l-Kavâsım, 310-311.
[26] İki hakem görüşmeye geçerken Amr b. el-Âs (r.a), aralarında konuştuklarının, ikisinin de onayladığı ifadelerle zabta geçirilmesini teklif etmiş, Ebû Mûsa (r.a) da bunu kabul etmiş, böylece, konuştukları kayda geçirilmiştir. Bu belgeyi Amr b. el-Âs (r.a) yanına almıştır. Yukarıda kastedilen “sahife” budur.
[27] el-Mes’ûdî, II, 411.
[28] 9/el-A’râf, 175.
[29] 17/el-Cumu’a, 5.
[30] Abdürrezzâk, el-Musannef, V, 465; et-Taberî, V, 58.
[31] Zira ez-Zührî 50 veya 51 (670 veya 671) yılında dünyaya gelmiştir. Hakem olayının cereyan ettiği tarih ise 38/658′dir.
[32] Ebû Bekr b. el-Arabî’nin naklettiği metni kaynağından inceleme imkânımız bulunmadığı için onu istisna ediyoruz.
[33] Geniş bilgi için bkz. el-Alâî, Câmi’u't-Tahsîl, 90-1.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

12 Ekim 2014 Pazar

380.PEYGAMBERİMİZİN sas HANIMLARI: 1)Hatice binti Huveylid Radiyallahu Anha

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Nesebi Huveylid bin Esed bin Abdiluzza bin Kusayy’dır. Hatice validemizin nesebi, Nebimizin nesebi ile Kusayy’da birleşir. Buna göre kadınlarının nesepçe kendisine en yakın olanı Hatice (Radiyallahu Anha)’dır. Cahiliye döneminde Tahire yani temiz diye çağrılırdı.

Annesi Fatıma binti Zaide’dir. Kendisi Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile evlenmeden önce dul bir kadın idi. İlk evliliğinde kocası vefat etmiş, müteakiben ikinci bir evlilik yapmış ve o evlilikten bir çocuğu olduktan sonra ikinci eşi de vefat etmiştir.

Ahlakı, güzelliği, zenginliği ve nesebinin şerefli oluşu sebebiyle Kureyş’in birçok ileri geleni kendisine evlenme teklifinde bulunmuş, ancak o tüm bunları reddetmiştir.

Hatice (Radiyallahu Anha) Kureyş’in en soylu ve zengin kadınlarından birisiydi. Bir ticaret kervanı vardı. Malını tüccarlara verir ve belli bir ücret karşılığı ticaretini onlara yaptırırdı. Muhammed’in doğruluğunu işitince, ona kendisi için ticaret yapmasını teklif etti.

Başkasına vereceğinden daha iyi bir ücretle onu kendi hizmetçisi Meyser ile Şam’a gönderdi. Bu ticaret çok karlı ve bereketli oldu. Hatice (Radiyallahu Anha) onun güvenilirliğine ve bereketine bizzat şahit oldu.

Meyser’den de sefer esnasındaki güzel hal ve hareketlerini ve iki meleğin Nebi’yi sıcaktan koruyup gölgelendirmesi gibi bazı harikuladeliklerini işitti. Hatice (Radiyallahu Anha) bir arkadaşı vasıtasıyla Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e evlenme teklifinde bulunmuş, Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’de bu teklifi kabul etmişti. Bu esnada Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)25, Hatice (Radiyallahu Anha) ise kuvvetli görüşe göre 40 yaşında idi.

Böylece kendisi Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in ilk hanımı olma şerefini elde etmiştir. Bu evlilik Hatice (Radiyallahu Anha)’nın vefatına kadar yani 24 sene sürdü. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), Hatice (Radiyallahu Anha) vefat edinceye kadar başka bir kadınla evlenmedi.

Müslim 2436/77

Mariye’den olan İbrahim dışında, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in tüm çocukları Hatice (Radiyallahu Anha)validemizdendir. Bu çocuklar;

1) Kasım,

2) Zeynep,

3) Rukayye,

4) Ümmü Gülsüm,

5) Fatıma ve

6) Abdullah’tır.

Erkek çocuklar daha küçükken vefat etmiş, kızların tamamı ise nübüvvete yetişmiş, Müslüman olmuş ve hicret etmişlerdir. Fatıma (Radiyallahu Anha) dışında hepsi Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’den önce vefat etmiş, Fatıma (Radiyallahu Anha) ise babasından 6 ay sonra vefat etmiştir.

Hatice (Radiyallahu Anha) eşi Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile nübüvvetten önce 15 yıl kadar mutlu bir hayat arkadaşlığı yapmış, üzerlerine sekinet inmiş ve örnek bir aile hayatı yaşamışlardı.

Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e gönderilen nübüvvet alametlerine şahit olmuş, zor ve sıkıntılı o ilk dönemlerde eşinin teselli kaynağı olmuştur. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e Hira mağrasında Cebrail (Aleyhisselam) gelmiş, ona okumasını emretmişti. Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):

“Ben okuma bilmem” deyince melek onu kuvvetlice sıkarak tekrar okumasını emretmiş ve aynı hadise üç kere tekrar etmişti. Üçüncüden sonra melek "اِقْرَاْ" diye başlayan ilk beş ayeti okudu. Müteakiben korkuyla Hatice (Radiyallahu Anha)’nın yanına gelip olanları anlatan Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’i teskin eden Hatice (Radiyallahu Anha):

“Allah’a yemin ederim ki, Allah hiçbir vakit seni utandırmaz. Çünkü sen akrabanı gözetirsin, işini görmekten aciz olanların yükünü yüklenirsin, fakire verir ve ona kimsenin kazandıramayacağını kazandırırsın, misafirini ağırlar ve hak yolunda zuhur eden hadiselerde halka yardım edersin” dedi ve onu alıp amcasının oğlu Varaka bin Nefvel’e götürdü.

Bu zat, cahiliye döneminde Hristiyan olmuş, İbranice bilen ve İncil’e vakıf bir kimseydi. Hatice (Radiyallahu Anha) durumu ona izah edip, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’de başından geçenleri anlatınca, Varaka o gelenin Musa(Aleyhisselam)’a gönderilen melek olduğunu, bir davete başlayacağını ve kavminin onu beldelerinden çıkaracağını haber vermiş ve kendisinin o davet günlerine ulaşması halinde Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e yardım edeceğini bildirmiş ancak bundan kısa bir süre sonra vefat etmiştir.

Buhari 146, Müslim 160/252

Bu arada bir süre vahiy kesilmiş, bir müddet sonra da Müddessir suresinin ilk ayetleri olan:

“Ey örtüye bürünen! Kalk da uyar. Rabbini yücelt. Giydiklerini temiz tut. Kötü şeyleri terket. Yaptığın iyiliği çok gösterip başa kakma. Ve Rabbin için sabret!” ile risalet görevi başlamış oluyordu.

Nübüvvet ise, ilk inen vahiy "اِقْرَاْ" ile başlamıştı. Risaletin başlamasıyla Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in kavmini Allah’a daveti başladı. Bu davet başladığında Allah’ın kendilerine saadet verdiği ve hayırda öne geçmeyi nasip ettiği bir gurup ilk iman edenlerden olma şerefine nail oldu.

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e ilk iman eden kişi sevgili eşi Hatice (Radiyallahu Anha) olmuştur. Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’i yakından tanıyor ve nübüvvet alametlerine bizzat şahit oluyordu.

Varaka’nın sözlerinden sonra, onun bu ümmete gönderilmiş elçi olduğunda hiç şüphesi kalmamıştı. Bilindiği gibi ilk iman edenlerin diğerleri Ebu Bekir, Ali ve Zeyd bin Harise (Radiyallahu Anhum)’dur. Davet neticesinde Mekke’li müşrikler Allah Rasulü’nü yalanlıyor ve inananlara da zulmediyorlardı.

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bu olaylara üzülüyor, Hatice (Radiyallahu Anha) ise daima ona destek veriyordu. Allah-u Teâlâ bu fedakarlıkları neticesinde Cebrail (Aleyhisselam) vasıtasıyla Hatice (Radiyallahu Anha)’ya selam göndermiş ve kendisini cennette inciden yapılmış, içinde gürültü patırtı ve çalışıp çabalama olmayan bir sarayla müjdelemiştir.

Buhari 3578, Müslim 2432/71

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), Hatice (Radiyallahu Anha)’nın hakkında:

“Zamanındaki dünya kadınlarının hayırlısı İmran kızı Meryem’dir. Bu ümmet kadınlarının hayırlısı da Huveylid kızı Hatice’dir”buyurmuştur.

Buhari 3575, Müslim 2430/69

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in en sevdiği eşi olan Aişe (Radiyallahu Anha) validemiz Hatice (Radiyallahu Anha)hakkında şöyle demektedir:

“Ben Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in hanımlarından hiç birisi hakkında Hatice’ye karşı kıskançlığım derecesinde kıskanç olmadım. Halbuki ben onu kumam olarak görmemiştim. Hatice, Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in benimle evlenmesinden 3 yıl önce vefat etmişti. Ona olan kıskaçlığımın sebebi şunlardı:

Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), onun adını sık sık anardı ve andolsun ki, Aziz ve Celil olan Rabbi, Nebisi’ne, Hatice’yi cennette inciden yapılmış bir evle müjdelemesini emretmişti. Ve şu da muhakkak ki, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)bazen bir koyun keserdi de onun etlerini parçalar ve Hatice’nin sadık kadın dostlarına gönderirdi. Bazı kereler ben sabırsızlanarak Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e hitaben:

−Sanki yeryüzünde hiç kadın yok da sadece Hatice var! der, onu ta’riz ederdim.

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’de:

−“Hatice şöyle idi, Hatice böyle idi diye iyiliklerini sayar ve ondan benim çocuklarım var” buyururdu.

Buhari 3576, Müslim 2435/74

Hatice (Radiyallahu Anha) sıkıntılar sebebiyle oldukça yıpranmıştı. Özellikle, Kureyşlilerin Haşim ve Muttalip oğullarının mü’min olsun kafir olsun bütün fertlerine Ebu Leheb ve oğulları hariç boykot uygulamaları ve onları ablukaya almaları validemizi iyice çökertmişti. Bu boykot şu şekilde idi:

1) Onlarla kız alıp verilmeyecek,

2) Alış-veriş yapılmayacak,

3) Onlarla oturulup kalkılmayacak,

4) Evlerine gidilmeyecek,

5) Onlarla konuşulmayacak,

6) Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), öldürülmek üzere kendilerine teslim edilmedikçe barış yapılmayacak ve onlara merhamet edilmeyecekti.

Anlaştıkları bu hususları içeren bir metin hazırlayıp bu şartlara uymaya dair birbirlerine söz verdiler. Daha sonra da yazdıkları bu metni, daha bağlayıcı olması için Ka’be’nin duvarına astılar. Kureyşliler, tüccarları da onlara bir şey satmaktan men ediyorlardı. Bu boykot üç sene sürdü.

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdudu:

“İnsanlar beni inkar ettiğinde, Hatice bana iman etti. İnsanlar beni yalanladığında, Hatice tasdik etti. İnsanlar beni engellediğinde, Hatice beni malına ortak etti. Allah başkasının değil, sadece Hatice’nin çocuğuyla beni rızıklandırmıştır.”

Ahmed 6/118, İbni Abdilberr el-İstiab 4/1824

Hatice validemiz, adı geçen boykotun kaldırılmasından 6 ay sonra, hicretten 3 sene evvel ve Ebu Talib’in vefatından 3 gün sonra, nübüvvetin 10. yılı Ramazan ayında 65 yaşında iken ölmüş ve Hacun’a defnedilmiştir.

Elde ettiği onca hayrın yanı sıra Allah (Azze ve Celle), Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in temiz soyunun, Hatice validemizin kızı Fatıma (Radiyallahu Anha)’nın çocuklarıyla devam etmesini bir nimet olarak ona bahşetmiştir. Yani Havva validemiz insanlığın annesi olduğu gibi, Hatice validemiz de Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in neslinin annesidir.

Allah ondan ve temiz neslinden razı olsun.Amin.


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

10 Ekim 2014 Cuma

379. RABBİMİZİN cc 23.NASİHATI

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Yüce Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:

"Ey iman edenler, Allah'ı çokça zikrediniz ve O'nu gece ve gündüz teşbih ediniz."(
Ahzâb 33/41-42.)

Allah'ımızın cc bize 104 kitapta geçen ve Peygamberimize sav bildirdiği nasihatları aktarmaya devam ediyorum.


Ey İmrân oğlu Musa!

Ey beyan sahibi, kelâmıma kulak ver! Ben deyyân (hüküm sahibi) olan Allahım. Benimle senin aranda tercüman yoktur. Faiz yiyenleri, rahmanın gazabı ve şiddeti kat kat artırılmış ateş ile müjdele!

Ey âdemoğlu! Kalbinde bir katılık, bedeninde bir rahatsızlık, rızkında bir daralma ve malında bir azalma bulduğun vakit sana yararı olmayan bir konuda (mâlâyâni) konuştuğunu bil.

Ey âdemoğlu! Dilin dosdoğru olmadıkça dinin de dosdoğru olmaz. Sen rabbinden haya etmedikçe de dilin dosdoğru olmaz.

Ey âdemoğlu! İnsanların ayıpları ile uğraşarak kendi ayıbını unuttukça şeytanı kendinden razı eder ve rahmanı kendine gazap ettirirsin.

Ey âdemoğlu! Dilin bir aslan gibidir; onu kendi başına bırakırsan seni öldürür. Senin helak olman dilinin başı boş kalıp pervasızca konuşmasındandır." 

Rabbim hepimize bu kudsi nasihatlerin kendilerine fayda vereceği şuurlu müminler olmayı nasip eylesin.AMİN.

KUDSİ hadis, mânası yüce Allah'a, ifadesi Hz. Peygamber Efendimiz'e (s.a.v) ait olan mübarek sözlerdir. Kur'an'dan ve Peygamberimiz'e ait hadislerden ayrıdır. Peygamberimiz onları Kur'an vahyinden ayrı olarak Allah'tan alıp"; "Yüce Allah buyurdu ki" şeklinde, onun yüce Allah'a ait olduğunu belirten ifadelerle nakletmiştir.

Rabbimizin 104 Kitaptaki Öğütleri (Meva'ız-i Kudsiyye)

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR