19 Ekim 2014 Pazar

384.PEYGAMBERİMİZİN sas HANIMLARI: 2) Sevde binti Zem’a Radiyallahu Anha

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Büyük ve vefalı eş Hz. Hatice vefat ettiğinde, Kâinatın Efendisi (sas) büyük bir üzüntü içindeydi. Acılı ve sıkıntılı zamanlarda, müşriklerin akla hayale gelmedik eza ve cefaları karşısında bu büyük eş, âdeta Resulullah’a (sas) kalkan oluyor, onu teselli ediyor ve bir nebze de olsa acılarını dindiriyordu. Ancak her canlı gibi Hz. Hatice’nin de ayrılış vakti gelmiş, sevgili eşi ve Peygamberi Hz. Muhammed’e (sas) veda etmişti. Vefatıyla arkada yetimler bırakmıştı. Bir insan olarak şefkat âbidesi Allah Resulü (sas) yetimlerine bakıyor, evde kendisine enîs ü celîs olan eşinin yokluğunu kalbinin en derinliklerinde hissediyor ve mahzun oluyordu.

Resulullah’ın (sas) bu mahzun durumunu gören sahabiler üzülüyor, içlerinden: “Keşke Allah’ın Şerefli Elçisi evlenip de bu kederli durumdan kurtulsa!” diye geçiriyorlardı. Ancak Kâinatın Sevgilisi’ne karşı büyük bir edep içinde olduklarından, bu düşüncelerini O’na bir türlü açamıyorlardı.

Günler böylece geçerken artık buna bir son vermek gerekiyor, yerin göğün kendisi için yaratıldığı Kerim Peygamber’in (sas) yalnızlığına son vermek gerekiyordu. O, aslında yalnız değildi. Allah’ın vahyine mazhar oluyor, gökyüzünün Emin’i olan Cibril’le sık sık görüşüyor, meleklerle selâmlaşıyor, tabiattaki her bir varlık kendi diliyle onu selâmlıyor ve ona arkadaşlık yapıyordu. Ancak bütün bunlara rağmen O da bir beşerdi ve evinde dertlerini paylaşacağı bir dert ortağına ihtiyacı vardı.

Nihayet sonunda sahabiden Osman b. Maz’un’un eşi Havle binti Hakîm bütün cesaretini toplayarak Resulullah’a (sas): “Ey Allah’ın elçisi, görüyorum ki Hatice’den sonra biraz kederli gibisiniz.” dedi ve şu teklifi yaptı:
“Evlenseniz!”

Ortada derin bir sessizlik oldu. Şefkat ve vefa insanı derin bir düşünceye daldı, mazinin yapraklarını gözden geçirdi. 25 yıl birlikte yaşadığı Hatice’yi hatırladı. Ondan gelen evlilik teklifi, birlikte geçirdikleri acı-tatlı günler, arkada kalan yetimler…

Sonra şu soruyu sordu: “Peki Hz. Hatice’den sonra kiminle?”

Havle, Resulullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) eş olarak Sevde binti Zem’a’yı teklif etti. Resûlullah (sas) da bu teklifi kabul etti. Böyle bir kabul edişte aynı zamanda bir vefa örneği sergileniyordu. Çünkü Sevde binti Zem’a ilk Müslümanlardan olduğundan, değişik sıkıntılar yaşamıştı. Hicret etmek mecburiyetinde kalmış ve kocasını da kaybederek yetimleriyle dul kalmıştı.
Sevde, doğup büyüdüğü, dağında ovasında gezdiği, gençliğini geçirdiği, yeryüzünün ilk mâbedinin kurulduğu, Halilullah olan Hz. İbrahim’in yüzlerce hatırasının bulunduğu kudsî mekândan ayrılmak zorunda kalmıştı. Memleketinden ayrılıyordu, aynı zamanda gittiği yer meçhul bir yerdi. Daha önce gitmemişti, insanlarını ve kültürlerini bilmiyordu, dillerini anlamıyordu, hattâ gittiği yerdeki insanların dinleri bile farklıydı. Yani şartların tamamı aleyhte gibiydi. Ama o yine de fedakârlık yapmış ve dini için gitmişti. Sonra da bir hanımın hayattaki en önemli sığınağı olan kocasını kaybetmişti. Şefkate ve uzatılacak bir emin ele ihtiyacı had safhadaydı. 


Evet, o Allah rızası için hicret etmişti. Hicret, sıkıntılarla birlikte Allah'ın ekstra lütuflarına mazhariyetin de bir vesiledir. Yüce Yaratıcı’nın şu müjdeleyici beyanları da bunu göstermektedir: “Kim Allah yolunda hicret ederse dünyada gidecek çok yer, genişlik ve bolluk bulur. Kim evinden Allah’a ve Resulü’ne hicret niyetiyle çıkar da yolda ecel gelip kendini yakalarsa o da mükâfatı haketmiştir ve onu ödüllendirme Allah’a aittir. Allah gafurdur, rahimdir (affı, merhamet ve ihsanı boldur).” (Nisâ, 4/100) “Zulme mâruz kaldıktan sonra Allah uğrunda hicret edenleri, elbette dünyada güzel bir yere yerleştiririz. Âhiret mükâfatı ise daha büyüktür. Bunu bir bilselerdi!” (Nahl, 16/41)

Hicret, Allah katında en üst mertebeye erme ve kurtuluşu kazanmaya vesiledir. “İman edip hicret edenler, mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler var ya, işte onlar Allah indinde daha yüksek derecelere sahiptirler ve işte onlardır umduklarına nail olanlar!” (Tevbe, 9/20)

Hicret, affedilmeyecek günahların affına ve gözün görmediği, kulağın işitmediği, beşerin aklından dahi geçemeyeceği derecede sürprizlerle dolu Cennet’e girmeye vesiledir. “Onların Rabbi de dualarına şöyle icabet buyurdu: Sizden gerek erkek, gerek kadın hayır işleyen hiçbir kimsenin çalışmasını zâyi etmem. Çünkü siz birbirinizdensiniz, birbirinizden farkınız yoktur. Benim rızam için hicret edenlerin, vatanlarından sürülenlerin, Benim yolumda işkenceye, zarara uğrayanların, Benim yolumda savaşanların ve öldürülenlerin, elbette kusurlarını örtecek ve elbette onları Allah tarafından mükâfat olarak içinden ırmaklar akan cennetlere yerleştireceğim. En güzel ödüller Allah’ın yanındadır.” (Âl-i İmrân, 3/195), “Bundan sonra şunu bil ki: Şüphesiz ki senin Rabb’in, mihnet ve işkenceye, zulme ve baskıya uğradıktan sonra mücahede edip sabreden, ardından da hicret edenlerle beraberdir. Evet, Rabbin, onların bütün bu güzel hareketlerine karşılık elbette onları bağışlayıp ihsanda bulunacaktır. Çünkü O gafurdur, rahîmdir.” (Nahl, 16/110)

Belki de Yüce Mevlâ bu mübarek annemize, âyetlerde vermeyi müjdelediği ücret ve mükâfatı, Kâinatın Efendisine (sas) bir eş olarak takdir buyurmasıyla yerine getiriyordu.

Vefada zirveyi tutan Allah Resûlü de (sas) bu büyük fedakârlığı, vefasıyla gösterecekti. Geride kalanlara sahip çıkma, yetimleri bir baba gibi şefkat kanatlarının altına alma, dul hanımları sahipsiz bırakmama vefası… İşte bunları düşünmüş olacak ki, ‘evet’ dedi.

Teklifin kabul edildiğini gören ve buna çok sevinen Havle hemen Hz. Sevde’nin evine koştu. Çünkü hayırlı işlerde acele etmek gerekiyordu. Büyük bir sevinç ve heyecanla:

“Ey Sevde, Allah’ın senin için ne büyük bereket ve hayırlar verdiğini biliyor musun?” deyince, olup bitenden haberdar olmayan Sevde Validemiz: “Nedir onlar? Bilmiyorum” dedi.

Havle: “Resûlullah (sas) beni sana evlilik teklifi için gönderdi.” deyince Sevde Validemiz yapılan böyle eşsiz bir teklif karşısında büyük bir sevinç ve şaşkınlık içinde, bir ara ne yapacağını, ne diyeceğini bilemedi. Sonra kendini toparlayarak titrek bir sesle:

“İsterim! Ancak bir de babama söylesen!” dedi.
Babası Müslüman değildi. Ancak o da Hz. Muhammed’in (sas) kim olduğunu, nasıl eşsiz bir şahsiyet olduğunu çok iyi biliyordu. Bir kız babası için bundan daha iyi bir fırsat olamazdı. Kızı Sevde’yi çağırdı ona da bu konudaki fikrini sordu. Cevap müspet olunca, çok sevindi ve böyle değerli bir insana kızını vermede hiç tereddüt göstermedi. Hemen kabul etti ve nikâhlarını da bizzat kendisi kıydı. Kaynakların bildirdiğine göre bu sırada tarih Peygamber Efendimiz’in (sas) nübüvvetinin 10. yılıydı. Resûlullah’ın (sas) yaşı 50, Sevde Validemiz’inki ise 55 idi.

Mekkeli’ler böyle bir evliliği duyunca inanamamışlardı. Gözleri sadece maddeyi gördüğünden, her şeyi ona göre değerlendiriyor, “Hatice gibi zengin ve itibarlı bir kadından sonra, nasıl olur da Muhammed gibi biri, dul, yaşlı ve fakir bir kadınla evlenir?” diyorlardı. Ancak İnsanlığın gerçek mualliminin ölçüsü farklıydı ve olaylara onlardan farklı bakıyordu.

Gerçekleşen Rüya
Hz. Sevde, kocasının vefatından önce şöyle bir rüya görmüştü: Rüyada Peygamberimiz (sas) mübarek ellerini Sevde’nin omzuna koymuşlardı. Hz. Sevde de gördüğü bu rüyasını, kocasına anlatmıştı. Rüyayı dinleyen Sekran dedi ki:

“Ey Sevde, sen gerçekten böyle bir rüya gördünse, bu benim mutlaka öleceğime, senin de Peygamber Efendimiz’le evleneceğine bir işarettir.”

Hz. Sevde birkaç gün sonra başka bir rüya daha gördü. Rüyasında, kendisi bir yastığa yaslanmış, gökyüzünden inen Ay da, başının etrafında dönmüştü. Hz. Sevde, gördüğü bu güzel rüyasını da kocası Hz. Sekran’a anlattı. Sekran bu rüyayı da dinledi ve şöyle dedi:

“Ey Sevde! Bil ki, artık benim ölümüm yaklaşmıştır. Ben öyle inanıyorum ki, benim ölümümden sonra mutlaka evleneceksin!” Gerçekten de Hz. Sekran bu rüyadan birkaç gün sonra vefat etti.

Sevde Validemiz’le, Mekke’de iken nikâh akdi yapılmıştı. Yani Allah Rasûlü’nün (aleyhi ekmelüttehâyâ) ikinci hanımı Sevde Validemiz oluyordu. Resulullah’ın (sas) hayatı boyunca O'nun rızasının dışına çıkmamış, Resulullah’ın (sas) evde kalan yetimlerine gerçek bir annelik yapmıştı.

Evliliğin Semeresi
Akrabalıklar insanları birbirlerine yaklaştırır. İnsanların daha yakından tanışmalarına vesile olur. Haklarında sadece duyduklarına göre karar verdikleri kişileri, akraba olunca daha iyi tanımış olurlar. Kâinatın Efendisi’ni (sas) tam olarak tanımayan, tanımadıkları için de düşman olan -çünkü kişi bilmediği şeyin düşmanıdır- Sevde Validemiz’in babası, kardeşi ve kabilesi, kısa bir süre sonra Müslüman oldular. Zîrâ bu insanlar, Resulullah’ın (sas) akrabalığıyla, ona daha da yakınlaşmış oldular. Sevde Validemiz’deki güzel ahlâk, onları derinden etkiledi. Aradaki düşmanlıklar eridi, sıcak ilişkiler başladı ve böylece pek çok insanın ebedî hayatı kurtulmuş oldu.

Dış görünüş itibariyle bu, sadece normal bir evlilik gibi gözüküyordu; ancak dünyalara bedel neticeler alınmıştı. Çünkü bir insanın hidayeti bulması, Güneşin üzerine doğup-battığı her şeyden daha kıymetliydi. Hem sadece bir kişi de değil, koca bir insan topluluğuydu hidayet ışığını bulanlar.

Büyük Fedakârlık
İnsanlar melek olmadıklarından, zaman zaman insanî vasıflar göstermesi kaçınılmazdır. Resulullah’ın (sas) eşleri de olsa, onların arasında da zaman zaman az da olsa bazı küçük memnuniyetsizlikler olabiliyordu. Belki de böyle anlardan birinde, ancak hangi mülâhaza ile olduğunu tam bilemiyoruz, bir aralık Allah Rasûlü (sas), bu validemizi boşamak istemişti. Sevde Validemiz bunu duyunca beyninden vurulmuşa döndü. Ve hemen Allah Rasûlü’nün (sas) huzuruna koştu. Hattâ araya vasıtalar koydu ve yalvarırcasına şöyle dedi:

“Ey Allah’ın Resûlü! Sen’den dünyalık hiçbir şey beklemiyorum. Bana ayırdığın bir günü de Âişe’ye verdim. İstersen ömür boyu benim hatırımı sormak için dahi yanıma uğrama. Ama ne olur beni nikâhın altında bulunmaktan mahrum etme! Ben âhirete de Sen’in nikâhlın olarak gitmek arzusundayım. Başkaca da hiçbir düşüncem yok.”

Onun bu arzusu Allah Rasûlü (sas) tarafından kabul edildi ve Sevde Validemiz Ezvâc-ı Tâhirât’tan biri olarak kaldı.

Cömertliği
Hz. Sevde de Peygamberimiz ile birlikte, diğer hanımları gibi, sırası geldiğinde savaşlara iştirak ederdi. Uhud Savaşı’na katılarak, oradaki birçok Müslüman’ın yarasını sarmış, onlara su taşıyarak çok büyük hizmetler etmiştir. Kâinatın Efendisiyle (sas) son veda haccında bulunmuş, Onun vefatından sonra, bir daha hac ve umreye gitmemiştir. Hz. Sevde, alçakgönüllülüğü, cömertliği ve bolca sadaka dağıtmasıyla tanınırdı. Çünkü o, insanların en cömerdi olan Allah Resulü’nün hâle-i tedrisinde bulunmuş, cömertler cömerdi ve hayatında Tahiyyattaki Lâ olmasaydı ağzından Lâ (hayır, yok) çıkmayan Efendiler Efendisi’nden öyle görmüştü.

Kendisine ait geceyi Hz. Âişe’ye vererek ulaşılmaz bir îsar örneği sergilediği gibi, kendisine gelen bütün hediyeleri de fakirlere dağıtır ve onların sevinmesinden büyük bir zevk duyardı. Çünkü mümin, başkası adına yaşayan, başkasının sevinciyle sevinen kişidir. İşte o da bunu yapıyordu. Bu konuda Hz. Âişe hâriç, diğer hanımlar arasında en ön sırada yer alıyordu. Bir gün Hz. Ömer (ra), Hz. Sevde’ye bir kese göndermişti. Hz. Sevde, kesenin içinde ne bulunduğunu sordu. Para olduğunu öğrenince, bu paranın derhal fakirlere dağıtılmasını emretmişti...

Sevde Validemizden rivayet edilen hadîslerin toplamının 4–5 civarında olduğu söylenmektedir. Bu rivayetlerden birisinde Söz Sultanı Allah Resûlü’nün (sas) hem gaybî mu’cizesi haber verilmekte hem de kullandığı güzel bir mecaz bulunmaktadır.

İşte bu konudaki hadîsi bize Sevde Validemiz rivayet etmiştir: Bir defasında Peygamber Efendimiz’in (sas) hanımları huzuruna toplanarak şöyle sormuşlardı:

- Yâ Resulallah (sas), içimizden hangimiz size en önce kavuşacak?”

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (sas): “Vefatımdan sonra bana ilk kavuşacak olan, kolu uzun olanınızdır.” buyurmuştu.

Bunun üzerine birbirimizin kolunu ölçmeye başladık. Peygamberimiz’in (sas) vefatından sonra, hanımlarının içinde, en çok sadaka dağıtan ve cömert olan Hz. Zeyneb binti Cahş vefat edince, Peygamberimiz’in sözündeki uzun koldan maksadın, bolca malından dağıtan anlamına geldiğini o zaman anlayabildik.

Aynı Zamanda Şakacıydı

Sevde Validemiz (r.anha) aynı zamanda şakacıydı ve lâtifeyi de severdi. Bunu bilen Allah Resûlü (sas) onun yanındayken şakalar yapardı. Sevde Validemiz şöyle anlatıyor: Bir defasında Resulullah (sas) benim yanıma geldi, kendisine bulamaç aşı yaptım. Önüne koyduğumda elini değdirdi, onu sıcak bularak elini çekti ve şöyle buyurdu:

“Ey Havle, biz sıcağa da, soğuğa da sabredemeyiz (dayana­mayız).” dedi.

Hz. Âişe’den de şöyle bir rivayet nakledilir: “Kendisi için yaptığım bula­maç aşını Resulullah’a (sas) getirdim. Resûlulah (sas) benimle Sevde arasında oturuyordu. Sevde’ye yemesini söyledim, o yemedi. Kendisine ‘Ya yersin, ya da onu yüzüne bularım!’ dedim. Yine yemedi. Bunun üzerine elimi aşa daldı­rıp onun yüzüne buladım. Allah Resulü (sas) güldü ve bizzat eliyle koyarak Sev­de’ye ‘Sen de onun yüzünü bula!’ buyurdu. Hz. Sevde de onu yüzüme buladı. Re­sulullah (sas) da bunun üzerine tebessüm buyurdular.”

Allah’ın Âyetlerinden Bir Âyet
Âyet, Yüce Yaratıcı’nın kâinatta kendisini gösteren ve hatırlatan şeylere denir. Kur’ân’ın âyetleri de birer âyettir. Her bir canlı da aslında bir âyettir. İnsanların âyet olması ise kendilerine bakıldığında Allah’ın hatırlanmasıdır.. konuşmasıyla, davranışlarıyla Allah’ın hatırlanması. Zaten Peygamber Efendimiz de (sas) “Gerçek mümin odur ki, kendisine bakıldığında Allah hatırlanır.” buyurmuyorlar mı?

İşte bu yüksek seciyeli Sevde Validemiz vefat ettiğinde, sahabenin en bilginlerinden ve Efendimiz’in duasına mazhar olan İbn Abbas (ra) onu âyet olarak isimlendirmişti.

İkrime (ra) anlatıyor: “(Bir gün) Sabah namazından sonra, İbn Abbas’a (ra), Hz. Sevde’nin vefat ettiği söylen­mişti, hemen secdeye kapandı. Niye böyle davrandığı sorulunca da şu cevabı verdi:
“Resûlullah (sas) ‘(Allah’ın âyetle­rinden) bir âyet gördüğünüz vakit secde edin!’ buyurmuştu. Resûlullah’ın (sas) hanımlarının vefatından daha daha büyük bir âyet mi vardır?” demiştir.

Rivayet Ettiği Çok Önemli Bir Hadîs

Resulullah’ın (sas) değişik hanımlarla evliliklerindeki hikmetlerden birisi de kendisine sorulan sorulara verdiği her cevabın veya hayatının her safhasındaki olayın -aynı zamanda dinin bir hükmü olduğundan- korunması ve diğer insanlara aktarılmasıydı.


Her bir eş, bunları titiz bir şekilde muhafaza ediyor ve başkalarına aktarmada bu önemli görevi yerine getiriyordu. Bu mânâda Sevde Validemiz’in rivayet ettiği ve herkes için önemli ölçü olacak şu hadîs bunlardan sadece biridir.

Sevde binti Zem’a Validemiz rivayet etmektedir:

 Bir gün Resûlullah’a (sas) bir sahabi gelerek şöyle bir soru sordu: “Ey Allah’ın elçisi! Babam yaşlı, hacca gitmeye gücü yetmiyor. Ne yapayım?” Resûlullah (sas): “Şayet babanın bir borcu olsa, sen de o borcu onun yerine versen, bu kabul edilir mi?” Sahabi: “Evet” dedi. Bunun karşısında Resûlullah (sas): “Allah çok merhametlidir. Babanın yerine sen haccedebilirsin." (Ahmed b. Hanbel, 6/429.)

Sevgilisinin Yanına Varması
Ölüm, kaçınılması mümkün olmayan bir hakikattir. Ölüm sevgiliye veya sevgililere ulaşmaktır. Dünyanın ağır yüklerinden, hiçbir mükellefiyetin olmadığı Bostan-ı Cinân’a varmadır ölüm. Şefaat-i Uzmâ sahibi olan Resulullah’a (sas) hem de bir eş olarak kavuşmadır Sevde Validemiz için. Zaman, Hz. Ömer’in hilâfet günleridir. Hicretin 19. yılı Pâk Validemiz Allah Resûlüyle buluşmak için dünyaya veda etmiştir. (Efendimiz sas ile
14 yıl beraberlikleri olmuştur.)  

 Nur içinde yatsın, Cenâb-ı Hak ona bizleri komşu eylesin. Amin.
 M. Akgül

Kaynaklar
Bintuş-şâtî, Ayşe Abdurrahmân, Terâcîm-u Seyyidât-i Beytin-Nübüvve
İbn Hacer, Ebu’l-Fadl b. Ali b. Hacer el-Askalânî, el-İsabe fî temyîzi’s-Sahâbe, Dâru’l-Cîl, Beyrut 1992.
İbn Hişâm, Cemâlüddin Abdulmelik, es-Sîratü'n-Nebeviyye, Dâr-u İhyâi't-Turâsi'1-Arabî, Mısır ts.
İbn Sa’d, et-Tabakâtu’l-Kübrâ, Dâr-u Sadr, Beyrut ts.
İbn Seyyidi’n-Nâs, Ebu’l-Feth Muhammed b. Muhammed b. Muhammed, Uyûnu’l-Eser, Dâr-u İbn Kesir, Beyrut 1992
İbn’ül-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, Dâr-u Şa’b,
İbnu’l-Cevzî, Ebu’l-Ferec Abdurrahman, Sıfatu’s-Safve, Dâr-u İbn Haldun, Kahire 1994.
Mevlana Şibli, Asr-ı Saâdet, Eser Neşriyat, İstanbul 1977.


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

17 Ekim 2014 Cuma

383.SÛ-İ ZAN NEDİR?

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Su-i zan, sözlükte "ön yargı" demektir.
Yani bir kişi hakkında bilmeden, (tanımadan, sormadan) peşin hüküm (yargı) sahibi olmak, 
bir kimseyi kötü zannetmek demektir. İslam'da Müslümanın Müslümana su-i zan etmesi yasaklanmıştır.
 Hadis-i şerifte buyuruldu ki:

(Sui zan etmeyiniz! Sui zan, yanlış karar vermeye sebep olur. İnsanların gizli şeylerini araştırmayınız, kusurlarını görmeyiniz, münakaşa, hased ve düşmanlık etmeyiniz, birbirinizi çekiştirmeyiniz, kardeş gibi birbirinizi seviniz! Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, yardım eder. Onu kendinden aşağı görmez.) [Müslim]

Bir müminin günah işlediğini zannetmek, sui zan olur. Kalbe gelen düşünce, sui zan olmaz. Eğer kalb o tarafa meylederse, sui zan olur.

(Kimseye sui zan etmemeli) demek yanlıştır. (Müslümana sui zan etmemeli) demelidir.

Yani, müslüman olduğunu söyleyen ve küfre sebep olan bir sözde ve işte bulunmayan kimsenin bir sözünden veya işinden hem imanı olduğu, hem de imansız olduğu anlaşılırsa, imanlı olduğunu anlamalı, "Dinden çıktı" dememelidir.

İnsanları sui zandan kurtarmak için, töhmet yerlerinden uzak durmalıdır. Onların dedikodularına kendisi sebep olduğu için işliyecekleri günaha ortak olur.

Peygamber efendimiz, hanımı ile konuşurken, oradan geçenlere buyurdu ki:

- Bu benim zevcemdir.

- Ya Resulallah, sizden de mi şüphe edilir dediler.
- Kan, insanın damarlarında dolaştığı gibi, şeytan da insana nüfuz eder, kalbine şüphe sokar. (Buharî)

Şüphe uyandıracak, başkalarının su-i zannına sebep olacak hareketlerden uzak durmalı, başkalarının kendi hakkında dedikodu etmesine sebep olmamalıdır.

Bir kişi, bir kadınla şüphe uyandıracak şekilde konuşuyordu. Hz. Ömer ra, onun yanına varıp, öfkeli şekilde bakınca o kişi dedi ki:

- Bu benim hanımımdır.

Hz. Ömer ra o zaman buyurdu ki:

-Peki hanımın ise ne diye üzerinize şüphe çekecek şekilde konuşuyorsunuz?

Bir müslümanın bir sözünden veya bir işinden yüz şey anlaşılsa, bunlardan 99u küfre sebep olsa, biri müslüman olduğunu gösterse, bu birşeyi anlamak, ona kâfir dememek gerekir.

Allahü teâlâya da sui zan etmemelidir. Günahının affolunmayacağını zannetmek, Ona sui zan olur.

Şartlarına uygun tevbe yapılınca, her türlü günahı muhakkak affeder. Dilerse, ahırette küfürden başka günahları tevbesiz de affeder.

Hadis-i kudside, (Kulum beni nasıl zannederse, ona zannettiği gibi muamele ederim.) buyuruldu. (İbni Hibban)

Kabul edeceğini ümit ederek tevbe edeni affeder. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:

(Allahü teâlâya hüsn-i zan ediniz!) [Müslim]

(Allahü teâlâya hüsn-i zan etmek, ibâdettir.) [Ebu Dâvud]

(Allahü teâlâya yemin ederim ki, Allahü teâlâya kendisine hüsn-i zan ederek yapılan duâyı, elbette kabul eder.) [Berika]

(Kıyamet günü, Allahü teâlâ bir kulunun Cehenneme atılmasını emreder. Cehenneme götürülürken arkasına dönerek, "Ya Rabbi! Dünyada Sana hep hüsn-i zan ettim" deyince, "Onu Cehenneme götürmeyiniz! Kulumu Bana olan zannı gibi karşılarım" buyurur.) [Beyhekî]

İslami Sorular


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

382.AYAKTA SU İÇMEK

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

HZ. Peygamber sas efendimiz, suyu çoğu zaman oturduğu halde içtiği ve ayakta iken su içmekten men ettiği, fakat bazen de ayakta iken su içtiği sahih rivayetlerle sabit olmuştur. Bu rivayetleri dikkate alan müctehid imamlarımız: Ayakta iken su içmekte dinen bir sakınca bulunmadığını, ancak SUYU OTURARAK İÇMENİN efdal yani daha iyi ,daha faziletli olduğunu belirtmişlerdir. 


Yürürken su içmek veya suyu bir nefeste içmek ise mekruhtur. (Alemgir, el Feteva'l-Hindiyye,5/341, Nevevi, Riyazü's- Salihin bab.114 .)

M. Talu

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

16 Ekim 2014 Perşembe

381.Sahabeye Saygının Aşınması ya da ‘Hakem Olayı’nın Aslı

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Son zamanlarda Sahabeye karşı saygının yitirildiğini görüyoruz. Bu durumun sonuçları ve "Hakem olayı"nın aslını öğrenmek istiyorsanız aşağıdaki yazıyı okumalısınız.

İbn Asâkir Târîhu Dimaşk‘ında Vekî’ b. el-Cerrâh’a atfedildiğini söylediği şöyle bir tesbit aktarır: “Mu’âviye, kapının halkası mesabesindedir. Onu yerinden oynatanı, ondan daha yukarıdakilere kasdetmekle itham ederiz.”[1]

Sahabe hakkında bir “gözden çıkarılabilecekler listesi” tasarlayıp, Hilafet’i Saltanat’a dönüştürme sürecinde ve saltanatı boyunca ortaya koyduğu icraatlar konusunda tarih kaynaklarının yer verdiği birtakım nakillere istinaden Hz. Mu’âviye bu listenin başına yerleştirildiği zaman arkası çorap söküğü gibi gelecektir.

Hz. Mu’âviye’ye dokunmakla başlayan “Sahabe’ye ta’n” süreci bu noktada niye dursun ki? İkinci adımda, ona destek sağladığı için Amr b. el-Âs, çok (bunu “uydurma” diye okumalısınız) hadis rivayet ettiği ve İsrailiyat tarzı rivayetleri İslam kültürüne soktuğu söylenerek Ebû Hureyre ve Abdullah b. Abbas, üçüncü adımda hilafete geldiğinde akraba-yı taallukatını kayırdığı gerekçesiyle Hz. Osman, biraz daha ileride Hz. Ali’ye “başkaldırdığı” için Hz. Aişe…

Bu listenin sonu nasıl gelir dersiniz?

Tahmin yürütmeye gerek yok; zira vakıa bize varılacak noktayı fiili olarak zaten gösteriyor. Elbette bunun arkasından Şia, Havariç ve Mu’tezile’nin bildik iddiaları sökün edecektir: Kur’an’ın tahrifinden Hilafet’in gaspına, oluk oluk kardeş kanı akıtmaya kadar işlemedik kebair bırakmayan, kimilerine göre küfre batmış, kimilerine göre fısk-u fücura bulanmış bir topluluk!!

İşte Vekî’ b. el-Cerrah’ı haklı çıkaran sürecin serencamı…

Denebilir ki: Ya bütün bunlar gerçekse? O zaman inceldiği yerden kopmalı değil midir?

Bu sorunun cevabı birbirini bütünleyen iki noktadan oluşur:

1. Tarih kaynakları bize, her zaman “en doğrusunu” aktardıklarına dair hiçbir güvence vermez. Bu kaynakların naklettiği herhangi bir hadisenin iç yüzünü öğrenmenin, hatta meydana gelip gelmediği konusunda karar vermenin yolu, Hadis alimlerinin hadislere uyguladığı sened ve metin tenkidi metotlarına baş vurmaktır. Bu demektir ki, tarihle iştigal edenlerimizin, aynı zamanda sened ilimlerine de vakıf olmak gibi bir mecburiyeti vardır. Aksi takdirde, aşağıda örneğini göreceğimiz türden kurguların gerçeğe dönüştürülüp tarih boyunca yaşatılması kaçınılmaz olacaktır. es-Sehâvî’yi, Tarih ilminin, Hadis ilminin alt dallarından birisi olduğunu vurgulamaya sevk eden amil bundan başkası değildir. [2]

2. Özellikle Sahabe arasında cereyan eden olaylar hakkındaki rivayetler konusunda edep ve saygı çerçevesinde hareket etmek, bize Efendimiz (s.a.v)’in tavsiye ve emridir. Ehl-i Sünnet, Sahabe’nin masum/günahsız olduğunu söylemez. Ancak yüce dinimizi temel kaynakları ve pratiğiyle bize nakleden nesil olarak Sahabe’nin vazgeçilmezliğinin de farkındadır.

Demek istediğimiz odur ki, o dönemi ve olaylarını 1400 küsür yıl beriden yapacağımız kurgulamalarla sağlıklı biçimde okuyamayız. Kavim ve kabile taassubu, akrabalık ilişkileri, nüfuz ve çıkar beklentileri… vb. unsurların Din’in önüne geçirilmemesi gerektiğini bizler bugün basit bir muhakemeyle söyleyebiliyorken, bizzat vahyin ve Hz. Peygamber (s.a.v)’in gözetim ve terbiyesinde yetişmiş, vahyin ve Hz. Peygamber (s.a.v)’in övgülerine mazhar olmuş o nesil bunu akıl edememişti demek için bir daha, bir daha düşünmek durumundayız…

Meselenin “inceldiği yer”, Kur’an ve Sünnet’in güvenilirliği noktasıdır. Sahabe’nin güvenilirliği hakkındaki en küçük bir şüphe gölgesi doğrudan bu iki temel kaynağın üzerine düşecektir. İki sebepten:

Birincisi, bu iki kaynağın, Efendimiz (s.a.v) irtihal ettikten sonra kendi başlarına kaldıklarında en olmadık işler işleyen bir topluluğu meth-u sena etmesi, kendi güvenilirliklerini tartışma konusu yapması anlamına gelecektir. Bunun ucu, Sahabe’nin faziletleriyle ilgili ayet ve hadislerin yine Sahabe tarafından uydurulduğu sonucuna çıkmazsa akla ziyan tevillere çıkacaktır. Ya da Allâmu’l-guyub olan Yüce Rabbimiz’in “ezelî ve ebedî kelamı”nın ve bilhassa Din’in tebliği bağlamındaki söz ve fiilleri vahye dayanmak durumunda olan Hz. Peygamber (s.a.v)’in Sahabe kuşağı hakkındaki ifade ve tesbitlerde “yanıldığı” anlamına gelebilecek bir yaklaşım söz konusu olacaktır ki, doğrudan Allah ve Peygamber inancına taalluk etmesi bakımından son derece tehlikelidir.

İkincisi, Kur’an ve Sünnet’i bize nakleden ilk nesil Sahabe’dir. Onların bu iki temel kaynağın anlaşılması ve aktarılması konusunda yeterince samimi ve güvenilir olmadıklarını ileri sürmek, sadece Sahabe ile sınırlı bir probleme işaret etmek anlamına gelmez, Din’in temelleriyle ilgili olarak Tevrat ve İncil’in başına gelenleri çağrıştıran çok ciddi soruları gündeme taşır.

Hakem olayı nasıl cereyan etti?

Yukarıda çizdiğimiz çerçeve içinde kalarak örnek olayımızın incelenmesine geçebiliriz. Tarafları “tahkim” sürecine taşıyan olayların gelişimi, tarih kaynakları tarafından yaygın olarak –özetle– şu şekilde verilmektedir:
Sıffin savaşının aleyhlerine sonuçlanmak üzere olduğunu gören Amr b. el-Âs, Mu’âviye’ye, her halukârda kazançlı çıkacakları şöyle bir teklifte bulundu: “Mushafları yukarıya kaldıralım ve karşı tarafa “Allah’ın Kitabı aramızda hakem olsun” diyelim. Hepsi toptan bu teklifi reddetmez. Onlardan bir kısmı buna yanaşmayacak, bir kısmı ise razı olacaktır. Böylece onların arasında bir tefrika meydana gelecek. Eğer hepsi toptan bu teklifimizi kabul edecek olursa, bu savaş (en azından) belli bir süreye kadar sona ermiş olacak. Dolayısıyla her durumda kazançlı çıkan biz olacağız.”

Bunun üzerine mushafları mızraklara bağlayarak havaya kaldırdılar ve “Bu Kitabullah’tır. Sizinle aramızda hükmü o versin…” dediler. Bunu gören Iraklılar (Hz. Ali (r.a)’ın askerleri) “Allah’ın Kitabı’na icabet eder ve ona döneriz” diyerek savaştan geri durdular.

Her ne kadar Hz. Ali (r.a) bunun, savaşı kaybetmek üzere olan Mu’âviye b. Ebî Süfyan, Amr b. el-Âs ve diğerlerinin hilesi olduğunu söyleyip “Mu’âviye, Amr b. el-Âs, İbn Ebî Mu’ayt, Habîb b. Mesleme, İbn Ebî Serh ve ed-Dahhâk b. Kays din ehli de değildir, Kur’an ehli de. Ben onları sizden iyi tanırım. Kendileriyle çocukluk çağında da yetişkinlik döneminde de birlikte oldum. Onlar çocukların da, yetişkinlerin de en şerlileriydi…” dediyse de kendi safında bulunanlar –ki Hz. Osman (r.a)’ı şehid edenler onlar arasındaydı ve bir kısmı sonradan “Haricîler olarak anılan ayrılıkçı grubu oluşturacaktı– kendisine kulak asmadılar ve savaşı durdurdular.

Mu’âviye ve Amr, hükmü, aralarında tayin edecekleri iki hakeme tevdi etmeyi ve onların vereceği karara razı olmayı teklif ediyordu.

Hz. Ali (r.a) çaresiz bu teklifi kabul etti. Bu defa da, aralarında el-Eş’as b. Kays, Zeyd b. Husayn, Mis’ar b. Fedekî gibi isimlerin bulunduğu mezkûr grup, Ebû Mûsa el-Eş’arî (r.a)’ın hakem olarak tayin edilmesini istediler. Hz. Ali (r.a), “O güvenilir birisi değildir. Benden ayrıldı; insanları da benden ayrılmaya teşvik etti…” dedi ve hakem olarak Abdullah b. Abbâs (r.a)’ı münasip gördüğünü söyledi. Mezkûr grup buna itiraz edince, Hz. Ali (r.a) Eşter’i teklif etti. Onu da kabul etmediler ve Ebû Mûsa el-Eş’arî (r.a) isminde direttiler. Hz. Ali (r.a) gönülsüz de olsa kabul etmek zorunda kaldı. Karşı tarafın hakemi ise Amr b. el-Âs idi.


Hakemler bu mutabakat çerçevesinde bir araya gelip ne yapacaklarını konuştular. Amr, Ebû Mûsa’ya şöyle dedi: “Ey Ebû Mûsa! Sen Resulullah (s.a.v)’in arkadaşısın ve yaşça benden büyüksün. Önce sen konuş, sonra ben konuşayım.” O, böyle yapmakla, bütün müzakere boyunca Ebû Mûsa’yı önce davranmaya alıştırmayı, sonunda da nihai kararlarında önce onu konuşturarak Hz. Ali (r.a)’ı azl ettirmeyi tasarlıyordu.

Oysa Ebû Mûsa’nın beraberinde bulunan Abdullah b. Abbâs ve diğerleri kendisini bu konuda sürekli uyarıyor ve Amr b. el-Âs’ın hilekârlıklarına karşı uyanık davranmasını tembihliyordu.

Müzakere şöyle cereyan etti: Amr, Ebû Mûsa’ya Mu’âviye’nin halife olarak atanmasını teklif etti. O kabul etmedi. Bunun üzerine kendi oğlu Abdullah’ı önerdi. Ebû Mûsa onu da kabul etmedi. Sonra ona kimi uygun gördüğünü sordu. Ebû Mûsa, Hz. Ömer (r.a)’ın oğlu Abdullah’ı önerdi. Amr razı olmadı.

Nihai karar olarak her ikisi de Hz. Ali (r.a) ve Hz. Mu’âviye (r.a)’ı azletme konusunda ittifak ettiler. Yine ortak kararlarına göre, onları azlettikten sonra kimin halife seçileceği konusunda iş, Sahabe’nin ileri gelenlerinden oluşturulacak bir şuraya havale edilecekti.

Bu kararları topluluğa ilan etmek üzere, Amr’ın ısrarıyla önce Ebû Mûsa el-Eş’arî (r.a) ayağa kalktı ve şöyle dedi: “Amr b. el-Âs ile Ali ve Mu’âviye’nin ikisinin de azli ve bu ümmetin işinin şuraya havalesi konusunda anlaştık. Bu anlaşma doğrultusunda işte ben şu kılıcımı (bir rivayete göre yüzüğümü, bir başka rivayete göre sarığımı) çıkardığım gibi Ali ve Mu’âviye’nin her ikisini de azlediyorum.”

Arkasından Amr b. el-Âs (r.a) ayağa kalktı ve şunları söyledi: “Ebû Mûsa’nın söylediğini işittiniz. O, Ali’yi azlettiğini hepinizin huzurunda açıkladı. Ben de onunla birlikte Ali’yi azlediyorum. Mu’âviye’yi ise yerinde bırakıyorum.”

Bunun üzerine Abdullah b. Abbâs, Ebû Mûsa’yı –gösterdiği basiretsizlik ve zaaftan dolayı– kınayıp azarladı. Ebû Mûsa, Amr b. el-Âs’a, sözünde durmadığını söyleyerek ağır sözler sarf etti, o da aynıyla mukabelede bulundu. Hz. Ali (r.a)’ın heyetinde bulunan Şurayh b. el-Hâni, Amr b. el-Âs’a saldırarak ve ağır sözler söyleyerek kılıcıyla (bir rivayette kamçısıyla) vurdu, o da karşılık verdi, derken orada bulunan diğerleri araya girip tarafları birbirinden ayırdılar.[3]

Anlaşmazlıkla sonuçlanan Hakem olayının tarih kaynakları tarafından hemen hemen ittifakla nakledilen serencamı özetle böyledir.

Hadisenin ayrıntılarıyla tahlili, kitap çapında bir çalışma gerektirmektedir. Konuyla yakından ilgilenenler, detaylara indikçe, olayların cereyan tarzıyla ilgili anlatımlardan, karşılıklı diyaloglara kadar pek çok noktada birbirini tutmayan nakillerle karşılaşacaklardır. Şüphesiz bunlar da önemli olmakla birlikte, bu yazının çerçevesini aşmamış olmak için burada sadece hadisenin can alıcı noktalarıyla ilgileneceğiz.

Hadisenin yukarıda özetlediğimiz şekilde takdim ve kabulünde birçok sıkıntı mevcut:
1. Ebû Mûsa el-Eş’arî (r.a), basiretsiz, gafil ve “saf” birisidir!! Amr b. el-Âs (r.a) gibi kurnaz!! ve deha seviyesinde zeki birisinin yapacağı hileyi sezememiş, onun tuzağına düşmüştür!

O Ebû Mûsa (r.a) ki, Hz. Peygamber (s.a.v) tarafından Yemen bölgesinin zekât memurluğuna tayin edilmiş, Hz. Ömer (r.a) ve Hz. Osman (r.a) dönemlerinde Basra ve Kûfe’de valilik ve kadılık yapmıştır. Nusaybin, Dinever, Kum, Kâşân gibi birçok şehrin fethinde bulunmuştur. Ehvaz ve İsfehan’ı fetheden de odur. Tabiun’un ileri gelenlerinden alimlerinden eş-Şa’bî, ulemanın 6 kişiden ibaret olduğunu söylemiş, Hz. Ömer, Hz. Ali, Abdullah b. Mes’ûd, Zeyd b. Sâbit ve Übeyy b. Ka’b (Allah hapsinden razı olsun) ile birlikte onun da adını zikretmiştir.[4] Bu rivayetlerin bize tanıttığı saf, muğfel ve dirayetsiz (!) kişi ile Ebû Mûsa el-Eş’arî aynı kişi olabilir mi?

2. Amr b. el-Âs (r.a), göz göre göre yalan söylemekte, sözünde durmamakta ve Müslümanları aldatmakta bir sakınca görmemiştir!!

3. Üstelik Ebû Mûsa (r.a), “ortaklaşa” vardıkları kararı açıklarken, Amr b. el-Âs (r.a)’ın o müthiş dehası, bu mutabakatı bozarak tek başına verdiği hükmün hiçbir değeri olmayacağını, bundan da öte, başvurduğu bu “ucuz kurnazlığın” kendi değerini küçültmekten başka bir işe yaramayacağını kestirmeye yetmemiştir!

4. Orada bulunanlar (ki kaynaklar her iki taraftan da 400′er kişinin orada bulunduğunu belirtmektedir ve aralarında Abdullah b. Abbâs, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. ez-Zübeyr, el-Muğîre b. Şu’be… gibi sahabîler vardır), kısa süreli olarak yaşanan arbedede karşılıklı itiş-kakış ve “sövüşmeler” dışında niçin bir şey yapmamıştır? Niçin kimse Amr b. el-Âs (r.a)’a içeride ne konuştuklarını ve cemaatin huzurunda söylediklerinin içeride konuştuklarına uygun olup olmadığını sormamıştır?

Bütün bunlar bize, Hakem olayı hakkında tarih kaynaklarının yaygın olarak birbirlerinden aktardığı bu olayda bir gariplik bulunduğunu söylüyor. Bu durum, fırkalaşma süreci sonrasında kaleme alınmış olan Tarih kaynaklarında mevcut malumata niçin ihtiyatla yaklaşmamız gerektiğini izah eden unsurlardan birisini oluşturmaktadır.

Hakem olayını aktaran rivayetin durumu
Muttali olabildiğimiz kaynaklar arasında sadece İbn Sa’d[5], İbn Cerîr et-Taberî, İbn Asâkir ve İbn Kesîr olayı sened zinciriyle vermektedir. et-Taberî ve İbn Kesîr’in nakilleri Ebû Mıhnef Lut b. Yahya (157/773) isimli ravi kanalıyla gelmiştir.[6]

el-Megâzî, es-Sakîfe, er-Ridde, Fütûhu’ş-Şâm, Fütûhu’l-Irâk, Sıffîn… ve daha pek çok kitabının bulunduğu nakledilen bu zat, Hakem olayı hakkında da müstakil bir eser yazmıştır.[7]

Ezcümle onun hakkında Ebû Hâtim “Metrûku’-hadis’tir” (hadisleri terk edilmiştir)[8], ed-Dârekutnî “Zayıftır”[9] ve İbn Ma’în “Sika (güvenilir) değildir” ve “Bir şey değildir”[10] demişlerdir.

İbn Adiyy bu zatın biyografisini verirken İbn Ma’în’in yukarıda zikrettiğimiz ifadelerini aktardıktan sonra şunları söyler: “Onun hakkındaki bu tesbitte (diğer) imamlar da İbn Ma’în ile muvafakat halindedir. (…) Bu zat fanatik bir şiidir….”[11]

İbn Adiyy’in burada kullandığı –ve bizim “fanatik” olarak çevirdiğimiz– ifadenin orijinali “yandı, helak oldu” anlamındaki “حرق” kökünden “محترق” (muhterık) dır. Rical/Cerh-Ta’dil kitapları bu ifadeyi, itikadî görüşlerinde aşırıya kaçan, mensubu olduğu bid’at mezhebin ateşli biri şekilde savunuculuğunu yapan kimseler, özellikle de Rafıziler hakkında kullanır.

Dolayısıyla İbn Adiyy’in Ebû Mıhnef hakkında bu ifadeyi kullanması son derece anlamlıdır. Bilindiği gibi Hadis otoriteleri, bid’ati küfre varmadıkça, yahut bid’atinin propagandasını yapmadıkça şahsında güvenilir ve doğru sözlü olan bid’at ehlinin rivayetlerini kabulden imtina etmemişlerdir. Böyleyken Ebû Mıhnef hakkında herhangi bir ta’dil ifadesi göremeyişimiz şaşırtıcı değildir.

Hafız ez-Zehebî güvenilirlik noktasında bu zatın, Seyf b. Ömer, Abdullah b. Ayyâş ve Avâne b. el-Hakem’in dengi olduğunu söyler ki[12] yine ez-Zehebî tarafından Mîzânu’l-İ’tidâl‘de mezkûr zevattan ilk ikisi hakkında şu bilgilerin nakledildiğini görüyoruz:

Seyf b. Ömer: Zayıftır. Beş para etmez. Bir şey değildir. Terk edilmiştir. Zındıklıkla itham edilmiştir.Hadislerinin tamamı münkerdir.[13]

Abdullah b. Ayyâş: Ahbarîdir, saduktur.[14]

Avâne b. el-Hakem hakkında ise İbn Hacer, “Osmanî” olduğu ve Emeviler lehine haberler uydurduğu bilgisini verir.[15]

Şu halde, ez-Zehebî tarafından bu zatlarda aynı kefeye konan Ebû Mıhnef’in, haberlerine güvenilmez birisi olduğu açıktır ve Hakem olayı da başka ve “güvenilir” bir ravi tarafından aktarılmadıkça şüpheyle karşılanmak durumundadır.

et-Taberî’de yer alan senede göre onun bu haberi dayandırdığı kişi, Ebû Cenâb (Yahya b. Ebî Hayye) el-Kelbî’dir. Bu zat hem zayıftır, hem de Hakem olayının yaşandığı zamandan çok sonra dünyaya gelmiş olması gerektiği halde olayı sanki bizzat görmüş gibi –mürsel olarak– aktarmıştır. Bu da, olayı aslında başka birisinden işittiğini, ancak ismini herhangi bir sebeple zikretmediğini gösterir. Bu zat hicrî 147 yılında vefat etmiştir. Hatta vefat tarihini 150 olarak verenler de vardır.[16] Dolayısıyla bu zatın 38 yılında meydana gelmiş bir olayı bizzat görgü şahidi sıfatıyla aktarabilmesi için bu tarihte yetişkin olması gerekir. Bu yaşı 20 olarak farz edersek, bu zatın 129 veya 132 yıl yaşadığını söylemek gerekecektir. Dolayısıyla onun bu olayı bizzat görüp yaşamış olması normal şartlarda mümkün görünmemektedir.
İbn Kesîr ise Hakem olayını Ebû Mıhnef ← Muhammed b. İshak ← Nâfi’ kanalıyla aktarmıştır. Hadis tenkitçileri, Muhammed b. İshak’ın Nâfi’den rivayetlerinin sıhhati konusunda mütereddit davranmışlardır.[17]

İbn Sa’d'ın nakline gelince[18], aşağıdaki kusurlarla maluldür:

A. Senedinde İbn Ebî Sebre vardır. Hadis otoriteleri bu zatın yalancı ve hadis uyduran birisi olduğunu söylemiştir.[19]

B. Yine aynı senedde yer alan el-Vâkıdî’nin rivayetleri terk edilmiştir..[20]

C. Aynı senede bulunan İshâk b. Abdillah b. Ebî Ferve’nin durumu da aynıdır.[21]

Şu halde “Hakem olayı” diye tarih kaynaklarında yaygın olarak nakledilen kıssanın itimada şayan olmadığını, aksine, olayın bu şekilde nakledildiği senedlerin her birinde, Hadis otoriteleri tarafından en ağır ifadelerle cerh edilmiş kimselerin bulunduğunu söylemek zorundayız.

İbn Asâkir de bu olayı –araştırabildiğimiz kadarıyla– iki yerde vermektedir. Bunlardan birisi[22] İbn Sa’d kanalıyladır ki, İbn Sa’d'ın ravilerinin durumu yukarıda zikrettiğimiz gibidir. Diğer sened ise yine İbn Ebî Sebre kanalıyla –ve muhtemelen el-Vâkıdî’nin nakli olarak[23]– gelmektedir.

Bütün bunlar, “Hakem olayı” diye nakledilen hadisenin cereyan tarzı hakkında ciddi şüpheler duymak için fazlasıyla yeterlidir. O halde hakem olayı gerçekte nasıl cereyan etmiştir?

OLAYIN ASLI
Büyük hadis hafızı Ebû Bekr b. el-Arabî, el-Avâsım mine’l-Kavâsım adlı eserinde bu olay hakkında bizi şöyle uyarıyor:

“Güvenilir imamların naklettiğine göre hakemler, aralarında Abdullah b. Ömer (r.a)’in de bulunduğu güzide bir topluluğun huzurunda bir araya geldiler. Bu toplantıda Amr b. el-Âs, Mu’âviye (r.a)’i azletti.

“ed-Dârekutnî şöyle nakletmiştir: Amr b. el-Âs, Mu’âviye’yi azlettikten sonra Hudayn b. el-Münzir (Hz. Ali (r.a)’ın sadık arkadaşlarındandır) gelip Mu’âviye’nin çadırının yanında çadırını kurdu. Mu’âviye Amr’ın ne yaptığını haber almıştı. Hudayn’a birini göndererek Amr b. el-Âs’a gitmesini ve neler olup bittiğini sorup öğrenmesini istedi. Hudayn Amr’ın yanına gitti ve Ebû Mûsa el-Eş’arî ile ne yaptıklarını, nasıl bir karara vardıklarını sordu. O şöyle cevap verdi: “Bu konuda herkes bir şey söyledi. Allah’a yemin ederim ki iş insanların söylediği gibi olmadı. Ben Ebû Mûsa’ya, “Bu iş (hilafet) hakkında ne düşünüyorsun?” diye sordum. “Bu işin, Resulullah s.a.v. vefat ederken kendilerinden razı olduğu bir gruba (ileri gelen sahabîlerden oluşacak şuraya) havale edilmesini uygun görüyorum” dedi. “Beni ve Mu’âviye’yi nereye koyuyorsun?” dedim. “Eğer sizden yardım istenirse, edersiniz. Eğer size ihtiyaç duyulmazsa, zaten Allah’ın emri oldum olası sizden müstağnidir” karşılığını verdi.

“Bu, Mu’âviye’nin kendisini heder etmesine sebep olan haberdi. Mu’âviye’ye gittim ve olayın, aynen duyduğu gibi cereyan ettiğini söyledim. Mu’âviye, olayın nasıl cereyan ettiğini öğrenince, Ebu’l-A’ver ez-Zekvânî isimli kişiye, Amr b. el-Âs’ı alıp kendisine getirmesi için haber gönderdi. (…) Amr durumu haber alınca hemen eğersiz bir ata binerek Mu’âviye’nin çadırının bulunduğu yere doğru sürdü. Bir yandan da şöyle diyordu: “Ey Mu’âviye! Azgın deve süt kabını doldurdu.”[24] Mu’âviye ise şöyle karşılık verdi: “Umarım öyledir! Ama sen sütü sağana kasdettin; hem burnunu kırdın, hem de süt kabını devirdin!”[25]

Bu nakilden sonra Ebû Bekr b. el-Arabî, hadisenin önünün de arkasının da bundan ibaret, bunun dışındaki –yukarıda özetle naklettiğimiz– rivayet ve nakillerin ise güvenilmez olduğunu vurgulamaktadır.

Nitekim el-Mes’ûdî bu olayı, diğer kaynaklarda verildiği gibi aktardıktan sonra şöyle der:

“Söylendiğine göre hakemler arasında, sahifeye[26] kaydedilenden, Ebû Mûsa’nın, Hz. Osman’ın mazlum olarak öldürüldüğünü kabulü ve yukarıda zikrettiğimiz diğer hususlardan başka bir konuşma olmamıştır. Hakemler de görüşme sonrasında herhangi bir deklarasyonda bulunmamıştır. Görüşme esnasında Amr, Ebû Mûsa’ya, “Kimi önerdiğini söyle, düşüneyim” demiş, o da İbn Ömer ve (daha başkalarını) önermiş ve şöyle demiştir: “Ben isim verdim. Şimdi de sen ver.” Bunun üzerine aralarında şu konuşma cereyan etmiştir:

- “Sana bu ümmetin en kuvvetlisini, görüşü en sağlam olanını ve siyaseti en iyi bilenini söyleyeceğim: Mu’âviye b. Ebî Süfyân!”

- – “Hayır vallahi o bu işin ehli değil.”
- “O zaman ondan daha aşağı olmayan birisini söyleyeyim.”
- – “Kimdir?”
- – “Abdullah b. Amr b. el-Âs.”

Bunun üzerine Ebû Mûsa, Amr’ın kendisiyle dalga geçtiğini anlamış ve “Bunu mu yapacaktın, Allah sana lanet etsin” demiş, karşılıklı sövüşmüşler ve Ebû Mûsa oradan ayrılarak Mekke’ye gitmiştir.[27]

Olayın aşağı-yukarı bu tarzda cereyan ettiğini gösteren bir diğer rivayet de Abdürrezzâk ve et-Taberî tarafından nakledilmiştir. Buna göre Ebû Mûsa (r.a) ile Amr b. el-Âs (r.a) konuyu müzakere etmek üzere bir araya geldiklerinde Ebû Mûsa (r.a) Abdullah b. Ömer (r.a)’ı Amr b. el-Âs (r.a) ise Mu’âviye b. Ebî Süfyân (r.a)’ı önermiştir. Ancak taraflardan hiç biri diğerinin önerdiği ismi kabul etmemiş, derken ortam giderek gerilmiş, sonunda hakemler birbirlerine kötü sözler sarf ederek görüşmeyi kesmişlerdir. Vardıkları noktayı kendilerini bekleyen kalabalığa aktarmak üzere dışarı çıktıklarında Ebû Mûsa (r.a) söze başlamış ve şöyle demiştir:

- “Ey insanlar! Amr b. el-Âs’ın durumu, Yüce Allah’ın, “Kedisine ayetlerimizi verdiğimiz halde, onlardan sıyrılıp da şeytanın kendisini peşine taktığı, bu yüzden de azgınlardan olan kimsenin haberini onlara anlat. Dileseydik o ayetlerle onu elbette yüceltirdik. Fakat o, dünyaya saplanıp kaldı da, kendi heva ve hevesine uydu. Onun durumu, köpeğin durumu gibidir. Üzerine varsan da dilini sarkıtıp solur, kendi haline bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte ayetlerimizi yalanlayan toplumun durumu böyledir. Şimdi onlara bu kıssayı anlat; belki düşünürler”[28] ayetinde anlattığı kimse gibidir.”

Ardından Amr (r.a) söz almış ve şöyle demiştir:

- “Ey insanlar! Ben de Ebû Mûsa’nın durumunu, Allah Teala’nın şu ayette anlattığı kimseye benzetiyorum: “Tevrat’la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerce kitap taşıyan merkebin durumu gibidir. Allah’ın ayetlerini yalanlayanların hali ne kötüdür! Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.”[29]

Daha sonra hakemlerden her biri, yukarıda zikredilen benzetmeleri İslam merkezlerine de yazarak görüşmeyi bitirip ayrılmışlardır.[30]

Her ne kadar ez-Zührî tarafından mürsel olarak nakledilmiş ise de[31] bu, “Hakem olayı” hakkında bize bilgi veren ve senedine muttali olabildiğimiz rivayetler içinde en güvenilir olanıdır.[32] ez-Zührî’nin mürsel rivayetleri hakkında Hadis tenkitçilerinin kanaatleri muhteliftir. Onun mürsel rivayetlerine değer vermeyenler olduğu gibi, onlara güvenileceğini söyleyenler de vardır. Olumsuz kanaatte olanlar ekseriyeti oluşturmuştur.[33]

Ancak her halukârda bu rivayetin, senedinde Ebû Mıhnef, el-Vâkıdî, İshak b. Abdillah b. Ebî Ferve ve İbn Ebî Sebre’nin yer aldığı nakillere nazaran tercihe daha şayan olduğu açıktır.

Vallahu a’lem.E. Sifil

[1] İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk, LIX, 210.
[2] es-Sehâvî, el-İ’lân bi’t-Tevbîh, 44.
[3] İbn Sa’d, et-Tabakâtu’l-Kübrâ, III, 19-20; et-Taberî, Târîhu’r-Rusul ve’l-Mulûk, V, 70-1; Ebû Hanîfe ed-Dîneverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, 188-201; el-Mes’ûdî,Murûcu’z-Zeheb, II, 400 vd.; İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk, LIX, 118-9; İbnu’l-Cevzî, el-Muntazam, III, 369 vd.; ez-Zehebî, Târîhu’l-İslâm, III, 551, İbnu’l-Esîrel-Kâmil, III, 205 vd.; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, X, 573; İbnu’l-İmâd, Şezerâtu’z-Zeheb, I, 215; İbn Haldun, Târîhu İbn Haldûn, II, 632 vd..
Zikrettiğimiz kaynaklardan kimi hadiseyi detaylı olarak verirken, kimi özet olarak anlatmıştır. Ancak hakem olayının gelişimi ve sonuçlanış şekli hepsinde aynı minval üzere yer almaktadır.
[4] Bkz. İbn Hacer, el-İsâbe, IV, 212, DİA, x, 190-2.
[5] İbn Sa’d mezkûr eserinde bu olayı –tesbit tesbit edebildiğimiz kadarıyla– iki yerde zikretmiştir. Yukarıdaki dipnotta verdiğimiz yerde sened tam olarak zikredilmemektedir. Aşağıda yapacağımız sened kritiği, rivayetin senedli olarak geçtiği yere aittir.
[6] Hakkında geniş bilgi için bkz. Yahya İbrahim el-Yahya, Merviyyâtu Ebî Mıhnef fî Târîhi’t-Taberî.
[7] A.g.e, 47 vd.
[8] İbn Ebî Hâtim, el-Cerh ve’t-Ta’dîl, VII, 182.
[9] ed-Dârekutnî, ed-Du’afâ,146.
[10] ez-Zehebî, Mîzânu’l-İ’tidâl, 3/419-420; İbn Hacer, Lisânu’l-Mîzân, IV, 492.
[11] İbn Adiyy, el-Kâmil, VI, 93.
[12] ez-Zehebî, Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ, VII, 302.
[13] ez-Zehebî, Mîzânu’l-İ’tidâl, II, 255.
[14] A.g.e., VII, 470.
Burada geçen “sadûk” tabiri, ez-Zehebî tarafından “cerh” ifadesi olarak kullanılmıştır. Mîzânu’l-İ’tidâl‘in başında (I, 4) ez-Zehebî, cerh-ta’dil lafızlarını mertebeler halinde zikrederken cerh tabirlerinin sonlarında “sadûktur, ancak bid’atçidir” ifadesini de zikrder ki, Abdullah b. Ayyâş hakkında da cerh maksatlı kullanıldığı açıktır.
[15] İbn Hacer, Lisânu’l-Mîzân, IV, 386.
[16] İbn Hacer, Tehzîbu’t-Tehzîb, XI, 177.
[17] A.g.e., IX, 40.
[18] İbn Sa’d, et-Tabakâtu’l-Kübrâ, IV, 448.
[19] İbn Hacer, Tehzîbu’t-Tehzîb, XII, 32.
[20] ez-Zehebî, Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ, IX, 462-3.
[21] İbn Hacer, Tehzîbu’t-Tehzîb, I, 211.
[22] İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk, LXVI, 172.
[23] İbn Asâkir bu olayı nakletmeden önce el-Vâkıdî’nin İbn Ebî Sebre’den bir nakline yer verir. Hemen ardından da Hakem olayının nakline geçer ve nakle “İbn Ebî Sebre şöyle dedi…” diye başlar. Dolayısıyla bu da el-Vâkıdî’nin İbn Ebî Sebre’den rivayetinin aktarımı olmalıdır.
[24] Bu deyim, umulmadık bir iş meydana geldiğinde söylenir. Azgın deve kendisinden süt sağılmasına normal şartlarda müsaade etmez. Süt kabını dolduracak kadar sağılmasına izin vermesi normal dışı bir durumdur.
[25] Ebû Bekr b. el-Arabî, el-Avâsım mine’l-Kavâsım, 310-311.
[26] İki hakem görüşmeye geçerken Amr b. el-Âs (r.a), aralarında konuştuklarının, ikisinin de onayladığı ifadelerle zabta geçirilmesini teklif etmiş, Ebû Mûsa (r.a) da bunu kabul etmiş, böylece, konuştukları kayda geçirilmiştir. Bu belgeyi Amr b. el-Âs (r.a) yanına almıştır. Yukarıda kastedilen “sahife” budur.
[27] el-Mes’ûdî, II, 411.
[28] 9/el-A’râf, 175.
[29] 17/el-Cumu’a, 5.
[30] Abdürrezzâk, el-Musannef, V, 465; et-Taberî, V, 58.
[31] Zira ez-Zührî 50 veya 51 (670 veya 671) yılında dünyaya gelmiştir. Hakem olayının cereyan ettiği tarih ise 38/658′dir.
[32] Ebû Bekr b. el-Arabî’nin naklettiği metni kaynağından inceleme imkânımız bulunmadığı için onu istisna ediyoruz.
[33] Geniş bilgi için bkz. el-Alâî, Câmi’u't-Tahsîl, 90-1.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

12 Ekim 2014 Pazar

380.PEYGAMBERİMİZİN sas HANIMLARI: 1)Hatice binti Huveylid Radiyallahu Anha

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Nesebi Huveylid bin Esed bin Abdiluzza bin Kusayy’dır. Hatice validemizin nesebi, Nebimizin nesebi ile Kusayy’da birleşir. Buna göre kadınlarının nesepçe kendisine en yakın olanı Hatice (Radiyallahu Anha)’dır. Cahiliye döneminde Tahire yani temiz diye çağrılırdı.

Annesi Fatıma binti Zaide’dir. Kendisi Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile evlenmeden önce dul bir kadın idi. İlk evliliğinde kocası vefat etmiş, müteakiben ikinci bir evlilik yapmış ve o evlilikten bir çocuğu olduktan sonra ikinci eşi de vefat etmiştir.

Ahlakı, güzelliği, zenginliği ve nesebinin şerefli oluşu sebebiyle Kureyş’in birçok ileri geleni kendisine evlenme teklifinde bulunmuş, ancak o tüm bunları reddetmiştir.

Hatice (Radiyallahu Anha) Kureyş’in en soylu ve zengin kadınlarından birisiydi. Bir ticaret kervanı vardı. Malını tüccarlara verir ve belli bir ücret karşılığı ticaretini onlara yaptırırdı. Muhammed’in doğruluğunu işitince, ona kendisi için ticaret yapmasını teklif etti.

Başkasına vereceğinden daha iyi bir ücretle onu kendi hizmetçisi Meyser ile Şam’a gönderdi. Bu ticaret çok karlı ve bereketli oldu. Hatice (Radiyallahu Anha) onun güvenilirliğine ve bereketine bizzat şahit oldu.

Meyser’den de sefer esnasındaki güzel hal ve hareketlerini ve iki meleğin Nebi’yi sıcaktan koruyup gölgelendirmesi gibi bazı harikuladeliklerini işitti. Hatice (Radiyallahu Anha) bir arkadaşı vasıtasıyla Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e evlenme teklifinde bulunmuş, Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’de bu teklifi kabul etmişti. Bu esnada Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)25, Hatice (Radiyallahu Anha) ise kuvvetli görüşe göre 40 yaşında idi.

Böylece kendisi Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in ilk hanımı olma şerefini elde etmiştir. Bu evlilik Hatice (Radiyallahu Anha)’nın vefatına kadar yani 24 sene sürdü. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), Hatice (Radiyallahu Anha) vefat edinceye kadar başka bir kadınla evlenmedi.

Müslim 2436/77

Mariye’den olan İbrahim dışında, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in tüm çocukları Hatice (Radiyallahu Anha)validemizdendir. Bu çocuklar;

1) Kasım,

2) Zeynep,

3) Rukayye,

4) Ümmü Gülsüm,

5) Fatıma ve

6) Abdullah’tır.

Erkek çocuklar daha küçükken vefat etmiş, kızların tamamı ise nübüvvete yetişmiş, Müslüman olmuş ve hicret etmişlerdir. Fatıma (Radiyallahu Anha) dışında hepsi Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’den önce vefat etmiş, Fatıma (Radiyallahu Anha) ise babasından 6 ay sonra vefat etmiştir.

Hatice (Radiyallahu Anha) eşi Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile nübüvvetten önce 15 yıl kadar mutlu bir hayat arkadaşlığı yapmış, üzerlerine sekinet inmiş ve örnek bir aile hayatı yaşamışlardı.

Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e gönderilen nübüvvet alametlerine şahit olmuş, zor ve sıkıntılı o ilk dönemlerde eşinin teselli kaynağı olmuştur. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e Hira mağrasında Cebrail (Aleyhisselam) gelmiş, ona okumasını emretmişti. Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):

“Ben okuma bilmem” deyince melek onu kuvvetlice sıkarak tekrar okumasını emretmiş ve aynı hadise üç kere tekrar etmişti. Üçüncüden sonra melek "اِقْرَاْ" diye başlayan ilk beş ayeti okudu. Müteakiben korkuyla Hatice (Radiyallahu Anha)’nın yanına gelip olanları anlatan Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’i teskin eden Hatice (Radiyallahu Anha):

“Allah’a yemin ederim ki, Allah hiçbir vakit seni utandırmaz. Çünkü sen akrabanı gözetirsin, işini görmekten aciz olanların yükünü yüklenirsin, fakire verir ve ona kimsenin kazandıramayacağını kazandırırsın, misafirini ağırlar ve hak yolunda zuhur eden hadiselerde halka yardım edersin” dedi ve onu alıp amcasının oğlu Varaka bin Nefvel’e götürdü.

Bu zat, cahiliye döneminde Hristiyan olmuş, İbranice bilen ve İncil’e vakıf bir kimseydi. Hatice (Radiyallahu Anha) durumu ona izah edip, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’de başından geçenleri anlatınca, Varaka o gelenin Musa(Aleyhisselam)’a gönderilen melek olduğunu, bir davete başlayacağını ve kavminin onu beldelerinden çıkaracağını haber vermiş ve kendisinin o davet günlerine ulaşması halinde Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e yardım edeceğini bildirmiş ancak bundan kısa bir süre sonra vefat etmiştir.

Buhari 146, Müslim 160/252

Bu arada bir süre vahiy kesilmiş, bir müddet sonra da Müddessir suresinin ilk ayetleri olan:

“Ey örtüye bürünen! Kalk da uyar. Rabbini yücelt. Giydiklerini temiz tut. Kötü şeyleri terket. Yaptığın iyiliği çok gösterip başa kakma. Ve Rabbin için sabret!” ile risalet görevi başlamış oluyordu.

Nübüvvet ise, ilk inen vahiy "اِقْرَاْ" ile başlamıştı. Risaletin başlamasıyla Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in kavmini Allah’a daveti başladı. Bu davet başladığında Allah’ın kendilerine saadet verdiği ve hayırda öne geçmeyi nasip ettiği bir gurup ilk iman edenlerden olma şerefine nail oldu.

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e ilk iman eden kişi sevgili eşi Hatice (Radiyallahu Anha) olmuştur. Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’i yakından tanıyor ve nübüvvet alametlerine bizzat şahit oluyordu.

Varaka’nın sözlerinden sonra, onun bu ümmete gönderilmiş elçi olduğunda hiç şüphesi kalmamıştı. Bilindiği gibi ilk iman edenlerin diğerleri Ebu Bekir, Ali ve Zeyd bin Harise (Radiyallahu Anhum)’dur. Davet neticesinde Mekke’li müşrikler Allah Rasulü’nü yalanlıyor ve inananlara da zulmediyorlardı.

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bu olaylara üzülüyor, Hatice (Radiyallahu Anha) ise daima ona destek veriyordu. Allah-u Teâlâ bu fedakarlıkları neticesinde Cebrail (Aleyhisselam) vasıtasıyla Hatice (Radiyallahu Anha)’ya selam göndermiş ve kendisini cennette inciden yapılmış, içinde gürültü patırtı ve çalışıp çabalama olmayan bir sarayla müjdelemiştir.

Buhari 3578, Müslim 2432/71

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), Hatice (Radiyallahu Anha)’nın hakkında:

“Zamanındaki dünya kadınlarının hayırlısı İmran kızı Meryem’dir. Bu ümmet kadınlarının hayırlısı da Huveylid kızı Hatice’dir”buyurmuştur.

Buhari 3575, Müslim 2430/69

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in en sevdiği eşi olan Aişe (Radiyallahu Anha) validemiz Hatice (Radiyallahu Anha)hakkında şöyle demektedir:

“Ben Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in hanımlarından hiç birisi hakkında Hatice’ye karşı kıskançlığım derecesinde kıskanç olmadım. Halbuki ben onu kumam olarak görmemiştim. Hatice, Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in benimle evlenmesinden 3 yıl önce vefat etmişti. Ona olan kıskaçlığımın sebebi şunlardı:

Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), onun adını sık sık anardı ve andolsun ki, Aziz ve Celil olan Rabbi, Nebisi’ne, Hatice’yi cennette inciden yapılmış bir evle müjdelemesini emretmişti. Ve şu da muhakkak ki, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)bazen bir koyun keserdi de onun etlerini parçalar ve Hatice’nin sadık kadın dostlarına gönderirdi. Bazı kereler ben sabırsızlanarak Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e hitaben:

−Sanki yeryüzünde hiç kadın yok da sadece Hatice var! der, onu ta’riz ederdim.

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’de:

−“Hatice şöyle idi, Hatice böyle idi diye iyiliklerini sayar ve ondan benim çocuklarım var” buyururdu.

Buhari 3576, Müslim 2435/74

Hatice (Radiyallahu Anha) sıkıntılar sebebiyle oldukça yıpranmıştı. Özellikle, Kureyşlilerin Haşim ve Muttalip oğullarının mü’min olsun kafir olsun bütün fertlerine Ebu Leheb ve oğulları hariç boykot uygulamaları ve onları ablukaya almaları validemizi iyice çökertmişti. Bu boykot şu şekilde idi:

1) Onlarla kız alıp verilmeyecek,

2) Alış-veriş yapılmayacak,

3) Onlarla oturulup kalkılmayacak,

4) Evlerine gidilmeyecek,

5) Onlarla konuşulmayacak,

6) Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), öldürülmek üzere kendilerine teslim edilmedikçe barış yapılmayacak ve onlara merhamet edilmeyecekti.

Anlaştıkları bu hususları içeren bir metin hazırlayıp bu şartlara uymaya dair birbirlerine söz verdiler. Daha sonra da yazdıkları bu metni, daha bağlayıcı olması için Ka’be’nin duvarına astılar. Kureyşliler, tüccarları da onlara bir şey satmaktan men ediyorlardı. Bu boykot üç sene sürdü.

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdudu:

“İnsanlar beni inkar ettiğinde, Hatice bana iman etti. İnsanlar beni yalanladığında, Hatice tasdik etti. İnsanlar beni engellediğinde, Hatice beni malına ortak etti. Allah başkasının değil, sadece Hatice’nin çocuğuyla beni rızıklandırmıştır.”

Ahmed 6/118, İbni Abdilberr el-İstiab 4/1824

Hatice validemiz, adı geçen boykotun kaldırılmasından 6 ay sonra, hicretten 3 sene evvel ve Ebu Talib’in vefatından 3 gün sonra, nübüvvetin 10. yılı Ramazan ayında 65 yaşında iken ölmüş ve Hacun’a defnedilmiştir.

Elde ettiği onca hayrın yanı sıra Allah (Azze ve Celle), Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in temiz soyunun, Hatice validemizin kızı Fatıma (Radiyallahu Anha)’nın çocuklarıyla devam etmesini bir nimet olarak ona bahşetmiştir. Yani Havva validemiz insanlığın annesi olduğu gibi, Hatice validemiz de Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in neslinin annesidir.

Allah ondan ve temiz neslinden razı olsun.Amin.


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

10 Ekim 2014 Cuma

379. RABBİMİZİN cc 23.NASİHATI

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Yüce Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:

"Ey iman edenler, Allah'ı çokça zikrediniz ve O'nu gece ve gündüz teşbih ediniz."(
Ahzâb 33/41-42.)

Allah'ımızın cc bize 104 kitapta geçen ve Peygamberimize sav bildirdiği nasihatları aktarmaya devam ediyorum.


Ey İmrân oğlu Musa!

Ey beyan sahibi, kelâmıma kulak ver! Ben deyyân (hüküm sahibi) olan Allahım. Benimle senin aranda tercüman yoktur. Faiz yiyenleri, rahmanın gazabı ve şiddeti kat kat artırılmış ateş ile müjdele!

Ey âdemoğlu! Kalbinde bir katılık, bedeninde bir rahatsızlık, rızkında bir daralma ve malında bir azalma bulduğun vakit sana yararı olmayan bir konuda (mâlâyâni) konuştuğunu bil.

Ey âdemoğlu! Dilin dosdoğru olmadıkça dinin de dosdoğru olmaz. Sen rabbinden haya etmedikçe de dilin dosdoğru olmaz.

Ey âdemoğlu! İnsanların ayıpları ile uğraşarak kendi ayıbını unuttukça şeytanı kendinden razı eder ve rahmanı kendine gazap ettirirsin.

Ey âdemoğlu! Dilin bir aslan gibidir; onu kendi başına bırakırsan seni öldürür. Senin helak olman dilinin başı boş kalıp pervasızca konuşmasındandır." 

Rabbim hepimize bu kudsi nasihatlerin kendilerine fayda vereceği şuurlu müminler olmayı nasip eylesin.AMİN.

KUDSİ hadis, mânası yüce Allah'a, ifadesi Hz. Peygamber Efendimiz'e (s.a.v) ait olan mübarek sözlerdir. Kur'an'dan ve Peygamberimiz'e ait hadislerden ayrıdır. Peygamberimiz onları Kur'an vahyinden ayrı olarak Allah'tan alıp"; "Yüce Allah buyurdu ki" şeklinde, onun yüce Allah'a ait olduğunu belirten ifadelerle nakletmiştir.

Rabbimizin 104 Kitaptaki Öğütleri (Meva'ız-i Kudsiyye)

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

9 Ekim 2014 Perşembe

378.USUL-İ FIKIH

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Modernistlerin Usul-i Fıkıh eleştirilerine cevap niteliğinde güzel bir yazı :


İslam dini, insan hayatını bütün cepheleriyle kuşatan ve en ince teferruatına kadar hayatı kainatın yaratılış gayesine uygun biçimde tanzim eden kapsamlı bir dindir. İslam dini insan hayatının sadece ruh ve gönül boyutuyla değil; inanç, düşünce, davranış, yaşayış tarzı ve ahlak boyutuyla da ilgilenir, ölçüler koyar; fertten topluma insan hayatını düzenler. 

İslam dininin getirdiği ölçüler Peygamber efendimizin (s.a.v) tebliğ ettiği naslar aracılığıyla insanlığa ulaşmıştır. Sözünü ettiğimiz dinî nasların bir kısmı inanç ve düşünceyle, bir kısmı davranış ve yaşayış biçimiyle, bir diğer kısmı da ahlakla ilgilidir. Nasların inanç konularıyla alakalı olarak getirdiği ölçülere itikadî hükümler davranışlarla alakalı olarak getirdiği ölçülere amelî hükümler , ahlakla alakalı olarak getirdiği ölçülere de ahlakî hükümler adı verilmektedir. Bu hükümler henüz yazılı kültürün yaygınlaşmadığı İslamın ilk dönemlerinde ekseriyetle rivayet birikimi olarak kuşaktan kuşağa aktarılmış ancak sonraki dönemlerde kitaplara kaydedilmiştir. Bir dönem herhangi bir sınıflandırmaya gidilmeden mecmualarda derlenen bu hükümler, ilerleyen zamanlarda alan farklılığına göre müstakil kitaplarda toplanarak islamî ilimlerin tedvinini getirmiş ve itikadî hükümler Akaid / Kelam ilminde, amelî hükümler Fıkıh ilminde, ahlakî hükümler de Tasavvuf ilminde incelenmiştir. Bu ilimlerden başka dinî kaynakları/delilleri inceleyen ilimler de vardır ki bunlardan Kuran'ın mana ve mefhumunu konu edinen ilme tefsir ilmi, hadis rivayetlerinin zaptı ve sıhhat ölçüleriyle ilgili ilme de hadis ilmi adı verilir. Bütün bu ilimlerin yanında hükümlerle dini kaynaklar arasında köprü vazifesi gören Usul-i fıkıh ilmi vardır. Usul-i fıkıh ilmi Kuran ve sünnetten hüküm çıkarmanın yöntemini konu edinen bir ilimdir ve muhtevası fıkıh ilmiyle birlikte oluşmuştur.

Başlıca kısımlarına yer verdiğimiz bu ilimler tarih boyunca Müslümanca yaşamanın temel referansları olmuş ve siyasetten sosyal hayata kadar tarihin akışını Müslümanlardan yana dengelemiştir. Ne var ki tarihin akışını kendi lehine çevirerek yeryüzünü sömürmek isteyen egemen güçler, yeryüzünün en verimli topraklarını ellerinde tutan Müslüman toplumun, kaba kuvvetin söküp alamadığı imanî bir mukavemete sahip olduğunu görünce onları dinî ve tarihî değerlerinden kopararak kimliksiz halk yığınları haline dönüştürmenin planlarını yapmışlardır. Bunun için amaçları önünde en büyük engel gördükleri Müslümanların zihin yapısını tahrip edip çıkarları doğrultusunda yeniden inşa girişiminde bulunmuş, bu bağlamda iman, itaat, teslimiyet, aşk, irade, hürriyet, adalet ve hak gibi zihin kodlarını teşkil eden kavram örgüsünü tahrif etmeye başlamışlardır. Ne var ki bu kavramlar dinî değerini İslamî ilimlere borçlu olduğundan söz konusu tahrif planı İslamî ilimleri de içine alacak biçimde genişletilmiş ve Usul-i fıkıh başta olmak üzere İslamî ilimlerin orijinalitesi tartışmaya açılmıştır. Bu tartışma süreci içerisinde tavrını egemen güçlerden yana koyan modernistler, ekseriya İslamî ilimlerin ve bu ilimlerin ikame ettiği sünnî anlayışın tarihsel olduğunu ve Hz. Peygamberden (s.a.v) çok sonraları dönemlerinin siyasî ve ictimaî konjonktürüne göre biçimlendirildiğini savunmuşlardır.

Gerçekte durum modernistlerin iddia ettiği gibi değildir. Usul-i fıkıh başta olmak üzere İslamî ilimlerin teşekkülünde Allah resulünün (s.a.v) payı azımsanmayacak kadar fazladır. Çünkü İslamî ilimlerin başlıca verileri Allah'ın dinini tebliğ ve tebyin yetkisiyle donatılan Peygamber efendimizin (s.a.v) beyanlarına dayanmaktadır. Nitekim Peygamber efendimizin (s.a.v) sahabenin anlamakta güçlük çektiği ayetlerle ilgili beyanları Tefsir ilminin, çeşitli münasebetlerle söyledikleri sözler, yaptığı fiiller ve sergilediği tavırlar Hadis ilminin ve bu mübarek söz, fiil ve tavırların muhtevası da konusuna göre Akaid, Fıkıh ve Tasavvuf ilimlerinin ana malzemesini oluşturmuştur. 


Allah'ın birliğinden kabir azabına kadar Akaid ilminin konuları, taharetten vasiyete kadar Fıkıh ilminin konuları ve sabır, rıza, mücahede, şükür ve züht gibi Tasavvuf ilminin başlıca meseleleri hep Peygamberimizin (s.a.v) beyanlarıyla netlik kazanarak İslamî hüviyete kavuşmuştur. Tedvin döneminden sonra anılan ilimler hakkında yazılan eserlerin muhtevasına da bakıldığında bu durum somut olarak gözlenebilmekte; söz konusu eserlerde ayet ve hadislerin önemli bir yekun tuttuğu görülmektedir. Kaldı ki en radikal modernistler bile ferî meselelerin peygamberimiz (s.a.v) tarafından hükme bağlandığını kabul etmektedir. Asıl onların şüphe uyandırmaya çalıştığı konu ayet ve hadislerin tarihselliğine ilişkindir. Bir çok modernist bugün fıkıh kitaplarında belirtilen hükümlerin ayet ve hadislerden elde edildiğini kabul etmekle birlikte bunların, asr-ı saadetin şartlarına göre tanzim edildiğini; dolayısıyla çağın koşullarına uygun olarak yeniden düzenlenmesi gerektiğini savunurlar. Bir örnek olarak İslam da hırsızlık cezası olan el kesme uygulamasının yerine modern toplumlarda uygulanan diğer cezalardan birini önerirler. Onlar anılan hükmü getiren Kuran ayetinin hırsızlık suçundan insanları caydırmayı hedeflediğini düşünerek bugün başka bir caydırıcı cezanın verilmesiyle ayetin maksadının gerçekleşmiş olacağını iddia ederler.

Konu nasları yorumlama biçimiyle alakalı olduğundan modernistler eleştiri oklarını Usul-i fıkha yöneltip İslam'ın erken dönemlerinde teşekkül eden usul anlayışını, sığ, lafızcı ve tarihsel olmakla tenkit ederler. Modern çağların problemlerini çözmede yetersiz kalacağını düşündükleri bu usul yerine modernistler, -lafza rağmen- maksadı önceleyen esnek bir usul anlayışını ikame etmek isterler. Amaç bellidir: Modern zamanların, kadim değerleri egemen kültürden yana dönüştüren koşulları karşısında eğilip bükülebilen light bir İslam anlayışı geliştirmek. 


Gerçekte durum modernistlerin iddia ettiği gibi midir acaba? usul ilimleri, Allah resulünün (s.a.v) benimsediği yol terk edilip bir dönemin sosyal, siyasî ve ideolojik teamüllerine göre şekillenerek Müslümanlık tarihi şaibe altında mı kalmıştır? Modernistlerin ileri sürdüğü gibi yerleşik usul anlayışı sığ ve lafızcı mıdır?

Peşinen ifade edelim ki bu iddialar, ilahî adalet ilkesi bir yana tarihî veriler açısından da son derece tutarsızdır. Tarihî veriler göstermektedir ki, diğer ilimlerde olduğu gibi Müslümanlığımızın teminatı olan Usul-i fıkhın temel prensipleri de Allah resulü (s.a.v) ve sahabe tarafından vaz edilmiştir. Bir farkla ki diğer ilimlerin muhtevasını ayet ve hadislerde doğrudan bulmak mümkün olduğu halde Usul-i fıkıh ilminin muhtevasını çoğu kere dolaylı olarak bulabiliriz.

Usul-i fıkıh ilminin ana kaidelerini Peygamberimizin (s.a.v) vazettiğini gösteren bir çok örnek vardır. Bu örneklere geçmeden önce şunu bilmeliyiz ki, Peygamberimiz (s.a.v) dinî hükümleri tebliğ ettiği gibi bu hükümlere ulaşmanın yollarını/usulünü de öğretmiştir. Çünkü dinî hükümlerin tahrif edilmeden kıyamete kadar varlığını sürdürebilmesi usul ilminde ortaya koyulan sistemin teminatı altındadır. Dinî hükümlerin kıyamete kadar bekasını tekeffül eden Şari in bunun teminatı olan usulü ihmal etmesi nasıl düşünülebilir. Şu halde sadece bu durum bile, Usul-i fıkıh ilminin temel prensiplerini bizzat Allah resulünün (s.a.v) vazettiğini söyleyebilmemiz için kafidir. Kaldı ki elimizde Peygamber efendimizin (s.a.v) ashaba bir yandan dinî hükümleri iletirken bir yandan da onları naslardan hüküm çıkarma konusunda eğittiğini ve bu vesileyle Fıkıh başta olmak üzere kendilerini islamî ilimlerde yetiştirdiğini gösteren bir çok delil bulunmaktadır. Allah resulünden (s.a.v) rivayet edilen "ümmetimin kaza / yargı konusunda en maharetli olanı Ali, helal ve haramı en iyi bileni Muaz, feraiz / miras hukukunu en iyi bileni de Zeyd tir." sözü[1] kendileri henüz hayattayken Fıkıh ilminde derinleşmiş sahabiler bulunduğunu gösteren rivayetlerden sadece biridir. Hatta sahabe arasından fetvaları nakledilenlerin sayısı aralarında kadınlar da olmak üzere- yüz otuz küsur kadardır[2]. Ayrıca Peygamber efendimizin (s.a.v) zaman zaman kendisine arz edilen meselelerin çözümünü yanında bulunan sahabilere havale ettiğini ve meseleleri çözerken kendilerine nezaret ettiğini bildiren rivayetler de vardır[3]. Nitekim Peygamberimizden (s.a.v) aldıkları bu eğitim sayesindedir ki sahabe, peygamberimizin (s.a.v) vefatından kısa bir zaman sonra koca toplumları idare edecek ve onların dinî ve sosyal problemlerini çözebilecek ilim ve muhakeme kudretine erişmiştir.

Allah resulünün (s.a.v) usul kaidelerinin vazına öncülük ettiğini gösteren bir vesika olarak onunla Hz. Muaz (r.a) arasında geçen bir diyalogu zikredebiliriz. Rivayete göre Peygamberimiz (s.a.v), kendisini Yemen'e vali olarak göndereceği sırada Hz. Muaz'a (r.a) sana bir mesele arz edildiği zaman neye göre hüküm verirsin diye sorduğunda o Allah'ın kitabına göre hüküm veririm demiş, Allah'ın kitabında bulamazsan neye göre hüküm verirsin diye sorduğunda da, Allah resulünün sünnetine göre hüküm veririm diye cevap vermiştir. Bu defa Peygamber efendimiz (s.a.v) onda da bulamazsan nasıl hüküm verirsin diye sorunca Hz. Muaz da (r.a) kendi reyimle içtihat ederim cevabını vermiştir. Bunun üzerine Peygamber efendimiz (s.a.v) elçisinin elçisini elçisinin rızasına muvafık kılan Allah'a hamd olsun diyerek Hz. Muaz'ı (r.a) takdir etmiştir[4]. Görüldüğü gibi burada hüküm çıkarırken izlenmesi gereken bir metod olarak önce Kuran'a, sonra sünnete daha sonra kıyas ve içtihada başvurmak gerektiğine açıkça işaret edilerek Usul-i fıkhın gövdesini oluşturan sistematik resmedilmiştir. Ayrıca söz konusu hadisten bütün meselelerin çözümlerinin Kuran da doğrudan bulunamayabileceği; bu bakımdan bir meselenin çözümünü illa da Kuran'dan beklemenin anlamsız olduğu da anlaşılmaktadır. Bunun yanında Allah resulü (s.a.v) ümmetim dalalet üzerinde birleşmez buyurarak[5], ümmetin ittifak ettiği bir şeyin hidayet/doğru olacağına işaret etmiştir ki bu husus Usul-i fıkıhtaki edille-i erbaa / dört delil kavramının üçüncü ayağı olan icmanın hucciyetini doğurmuştur.

Sevgili Peygamberimizin (s.a.v) ahirete irtihalinden sonra hilafet makamını ihraz eden Hz. Ebubekir es-Sıddık ın (r.a) kendisine arz edilen bir meselenin hükmünü bulmaya çalışırken Peygamberimizin (s.a.v) öğrettiği yöntemi takip ettiği ve önce meseleyi Kuran'dan araştırdığı, Kuran'da bulamadığı takdirde sahip olduğu sünnet birikiminde araştırdığı, bunda da bulamazsa diğer sahabilere bu konuda Peygamberimizden (s.a.v) duydukları bir hükmün olup olmadığını sorduğu rivayet edilmektedir. Sahabenin kendisine konuyla ilgili bir hadis aktarması halinde ona tabi olduğu, aksi takdirde sahabenin ileri gelenlerini toplayarak kendileriyle istişare ettiği ve belli bir görüşte icma / ittifak etmeleri halinde bu görüşe göre hüküm verdiği rivayet edilmiştir. Kaynaklarda Hz. Ömer'in de (r.a) benzer yöntemi izlediği ve bunun yanında karşılaştığı problemle ilgili Hz. Ebubekir'in (r.a) bir hükmü olup olmadığını sorarak ona göre hüküm verdiği nakledilmiştir[6]. Görüldüğü gibi Allah resulünün (s.a.v) irtihalinden sonra doğal olarak sisteme icma delili de eklenmiş ve Hz. Ömer (r.a) kendinden bir önceki halife Hz. Ebubekir'in (r.a) uygulamasını da delil kabul etmiştir. Ayrıca Hz. Ömer'in (r.a) bu tutumu yerleşik usul anlayışında Allah resulünün (s.a.v) tavrını tespit sadedinde sahabe ve tabiinin görüş ve uygulamalarının yön belirleyici konumu için önemli bir veri teşkil etmektedir.

Yine bunun gibi sahabenin yer yer karşılaştığı bazı rivayetler karşısında sergilediği tutumlar, sonraları hadis ve fıkıh usulüne önemli prensipler kazandırmıştır. Örneğin talak-ı bainle boşanmış olan bir kadının iddet döneminde nafaka ve meskeni konusu karara bağlanırken, Fatıma Bint-i Kays'ın (r.anha), benzer bir durumdayken Peygamberimizin (s.a.v) kendisine kocasından ne nafaka ne de mesken tahsis etmediğini rivayet etmesine karşılık Hz. Ömer (ra), doğru mu söylüyor, yanlış mı söylüyor; tam mı anlamış yoksa eksik mi anlamış emin olmadığımız bir kadının sözüne bakarak Allah'ın kitabını ve peygamberimizin sünnetini bırakamayız demiştir[7]. Hz. Ömer'in (r.a) bu tutumu, Hanefî mezhebinde açık Kuran ayetine veya meşhur sünnete muhalif olarak gelen bir rivayetin makbul olmayacağı şeklinde bir kaideyi intaç etmiştir[8].

Modernistler yerleşik usul anlayışının benimsediği nasları anlama ve yorumlama tarzına da itiraz etmişlerdir. Oysa Usul-i fıkıh kitaplarında yer alan nasları yorumlama tekniği Kuran ve hadislerin dili olan Arap lisanının anlatım ve yorum geleneğine uygun olarak geliştirilmiştir. Biz Kuran'ı senin dilinle indirerek kolaylaştırdık ki insanlar ondan öğüt alsınlar (Duhan, 58) ayeti de Kuran'ın Arap dili örfüne göre anlaşılması gerektiğine işaret etmektedir. Nitekim sahabe de Kuran'ı böyle anlamış ve anlamı bilinmeyen ya da yanlış anlaşılabilen Kuran ifadelerini şiir ve deyimler başta olmak üzere Arap dili kaynaklarına göre çözümlemişlerdir. Buna bir örnek olarak bacaktan açıldığı ve secdeye davet edildikleri gün secde edemezler. (Kalem, 42) ayetinde geçen bacak kelimesiyle ilgili olarak İbn-i Abbas'a (r.a) soru yöneltildiğinde cevaben Kuran'dan bir şeyi anlamadığınız zaman onu şiirlerde arayın. Zira şiir Arapların divanıdır diyerek bacakların açılması deyiminin harp sırasında yaşanan korku ve dehşet halini anlattığını gösteren bir şiir okumuş ve ayeti ortalığı dehşet kapladığı gün şeklinde yorumlamıştır[9].

Modernistler yerleşik usul anlayışını lafızcılıkla eleştirmekle de haksızlık etmişlerdir. Zira usulcüler nasların manalarını ihmal etmediği gibi mefhumunu bile itibara almaya çalışmışlardır. O kadar ki bir nassı; ibaresi, işareti, delaleti ve iktizası olmak üzere dört yönden inceleyerek sınırlı sayıdaki naslardan on binlere varan fıkhî meselenin çözümünü bulmuşlardır. Usul-i fıkıhta, nas ve icmanın bulunmadığı konularda delil kabul edilen kıyas bile yine nasların mana ve mefhumundan elde edilen illet üzerine kuruludur. Burada usulcülerin karşı olduğu şey nasların lafızlarını hiçe sayarak mana ve maksadı ön plana çıkarmaktır. Mana ve maksadın anlaşılmasını sağlayan şey yine nassın lafzıdır. Lafza rağmen Şari in maksadını tespite kalkışan kimsenin yaptığı istinbat değil, olsa olsa spekülasyondur. Yerleşik usul anlayışında ayet ve hadislerden hüküm çıkartılırken Şari in maksadı elbette gözetilmiştir. Nitekim usulcülere göre Allah'ın muamelatla ilgili- hükümleri vazındaki nihaî murad / maksat kulların maslahatını celp, mazarratını def dir. Söz konusu hükümlerin hepsinde biz anlasak da anlamasak da bu maksat gözetilmiştir. Fakat Şari in maksadı tespite çalışılırken lafzı ihlal edecek derecede spekülasyona fırsat verilmediği gibi, söz konusu maslahat, belli ölçülerle sınırlandırılarak / somutlaştırılarak istismarın önüne geçilmiştir. Usulcüler bu bağlamda illet olduğu zannedilen bir hususun tesir vasfını[10] kesp etmesi için; ya bizzat kendisinin (ayn) ya da kendisini ve diğerlerini kapsayan daha umumi bir mananın (cins), bizzat kendisinde ya da kendisini de içine alan daha kapsamlı bir hükümde itibar edilmiş olduğunu gösteren nas veya icmayla desteklenmiş olmasını şart koşarlar[11].

Bütün bu anlattıklarımızdan sonra asr-ı saadette, sözgelimi geç dönemlerdeki haliyle usul-i fıkıh konseptinin oluştuğunu söyleyemesek de muhtevası itibariyle bu ilmin o dönemde mevcudiyetinden söz edebiliriz. Bu bakımdan gerek Usul-i fıkıh ilmi gerekse diğer islamî ilimlerin, asr-ı saadette tebliğ edilen İslam dinini yansıtamayan konjonktürel yorumlar olduğu yönündeki fikirlerin tarihî verilerle çatıştığını çok rahat söyleyebiliriz. Fakat şurası da bir gerçek ki, bu ilimler asr-ı saadetteki sadeliğinde kalmamıştır. Tarihi koşullara göre meselelerin teferruatlanması ve ortaya çıkan muhalif fırkalarla tartışma zeminin oluşması sonucu, kendilerinden çağının problemlerine çözüm üretmesi beklenen alimler eserlerinde, asr-ı saadet ve ilk devir pratiklerinden teoriler geliştirmiş ve dönemin ilim / entelektüel diline paralel olarak konuların işleniş tarzında daha aklî / mantıkî bir tarz benimsemiştir.

Bu durum, Usul-i fıkıh ilminde örneğin İmam-ı Şafiî nin (v. 204 h.) er-Risale adlı eseriyle, onun kurucusu olduğu mezhebin bağlılarından İmam-ı Razî nin (v. 606 h.) el-Mahsul adlı eseri mukayese edildiğinde daha kolay fark edilecektir[12]. Er-Risale kuruluş dönemi eseridir ve belli usul konularıyla sınırlıdır. El-Mahsul ise İmam-ı Şafii den yaklaşık dört asır sonra Usul-i fıkıh ilminin olgunlaşma döneminde kaleme alındığından hemen bütün usul konularının işlendiği ansiklopedik bir eser mahiyetindedir. Nitekim her iki kitabın ortaklaşa işlediği bir konu er-Risale de örneğin üç sayfa ise el-Mahsul da otuz sayfayla yüz sayfa arasında değişebilmektedir.

Bunu örnek bir konu üzerinde görebilmek için her iki eserde de ele alınan icma meselesini inceleyebiliriz. Er-Risale de icma bahsi toplam dört sayfa tutmaktadır. Dört sayfalık bu bölümde İmam-ı Şafii, icmanın huccet olup olmadığı yönündeki soruya yer verdikten sonra cemaata bağlılığın gerekliliğini bildiren hadisle icmanın huccet oluşunu delillendirerek bahse son verir[13]. Aynı konuyu yaklaşık yüz sayfada inceleyen Fahru r-Razî kitabında, önce icmanın tarifini verir ve daha sonra tartışmalara geniş yer ayırdığı icmanın imkanı konusunu işler. Müellif dört beş sayfa süren bu tartışmalar sonucu genel olarak icmanın imkanını ispatlayıp icma ile alakalı fer i meselelere geçer. Fer i meselelerin incelendiği bu bölümde yaklaşık onlarca meseleyi işleyen müellif daha sonra icma ehlinin özellikleri ve bu özelliklere göre icmanın kısımlarına değinir. Müellif son olarak icmanın hangi konularda cari olduğunu, icmanın hükmünü ve icmanın bir icmayla veya bir hadisle çatışması durumunda ne gerektiği gibi konuları inceleyerek bahse son verir[14]. El-Mahsul de bahsin bu kadar geniş bir yer işgal etmesi, meselelerin teferruatlanmasının yanında muhalif fırkalarla girilen uzunca tartışmalarla da alakalıdır. Ayrıca tartışmada dönemin istidlal ve ilzam yönteminin gereklerine uyma titizliği de el-Mahsul müellifi Fahru r-Razî yi konuyu uzunca biçimde ele almaya zorlamıştır. İcma bahsi bu iki kitaptan birlikte mütalaa edildiği takdirde görülecektir ki, İmam-ı Şafii nin er-Risale de verdiği temel bilgilerle Fahru r-Razi nin el-Mahsul de verdiği malumat arasında uyuşmazlık söz konusu değildir. Fahru r-Razî mezhebine müntesip olduğu İmam-ı Şafii nin bu konudaki görüşlerine aynen tabi olmakla birlikte, kitabında, onun döneminde gündeme gelmeyen problemlerin çözümüne de yer vermiştir. Fahru r-Razî bunu yaparken yine İmam-ı Şafii nin benimsediği esaslardan hareket etmiştir. Mesela Fahru r-Razî el-Mahsul de sadece dört mezhep imamının ittifakının icma sayılıp sayılamayacağı konusunu işler ki, bu konunun dört imamdan biri olan İmam-ı Şafii nin döneminde gündeme gelmesi mümkün değildir. Neticede Fahru r-Razi böyle bir ittifakın icma sayılamayacağını belirtir ki, bu görüş İmam-ı Şafii nin benimsediği icma anlayışıyla da örtüşmektedir. Sonuç olarak İmam-ı Şafii, Allah rasulü (s.a.v) ve sahabe tarafından kaba hatları belirlenen usul anlayışını döneminin gelişmelerine paralel olarak detaylandırıp geliştirdiği gibi Fahru r-Razi de, İmam-ı Şafii den devraldığı usul mirasını kendi döneminin koşullarını göz önünde bulundurarak özüne uygun biçimde geliştirip zenginleştirmiş ve asrının metodolojik problemlerini çözebilecek donanıma kavuşturmuştur.

İslamî ilimlerdeki açılım / gelişim süreci sadece Usul-i fıkıhla sınırlı kalmamış diğer İslamî ilimlerde de benzer durum yaşanmıştır. Buna bir diğer örnek olarak Akaid-Kelam farklılaşmasında yaşanan gelişim sürecini gösterebiliriz. Bir döneme kadar Akaid alanındaki eserler; muhalif bir inanç ya da felsefe muhatap kabul edilmeden sadece bir müslümanın inanması gereken inanç esaslarıyla sınırlı bir çerçeve çizerken (Akaid), Müslüman toplumu tehdit eden muhalif inançlarla tartışma zemininin oluştuğu sonraki dönemlerde, bu esasların yanında, İslamın Allah, varlık ve alem tasavvurunu da belirleyen felsefî bir tarz kazanmıştır (Kelam). Bu durum Akaid ilmi için bir inhiraf değil, bilakis yeni dönemin icapları karşısında kendi kendini açımlamasıdır. Örneğin İmam-ı Tahavî nin akidesiyle yine Fahru r-Razî nin Mealim-i Usulüddin adlı eserini mukayese edecek olursak, zamanla islamî ilimlerin gövdeden dallara doğru nasıl geliştiğini daha net görebiliriz. Akaid ilminin tedvin dönemlerinde yaşayan İmam-ı Tahavî, dönemin felsefî kavramlarını kullanmadan konuları ayet ve hadislerle ispatlama yoluna gitmiştir. İmam-ı Tahavî den yaklaşık üç asır sonra Kelam ilminin olgunlaşmaya yüz tuttuğu dönemde yaşayan Fahru r-Razî, kelamcıların varlık ve bilgi tasavvuruyla söze başladığı kitabında meseleleri takrir ederken felsefî / kelamî kavramları kullandığı gibi, ayet ve hadislerden çok mantıkî istidlal tarzını esas aldığı aklî delillere başvurmuştur.

Bunun gibi ilk dönem tefsir eserlerinde ayetler tefsir edilirken sadece sahabe ve tabiinden gelen rivayetlerle yetinildiği halde daha sonraki dönemlerde bunun yanında, rivayetlerle örtüşen yorumlara da yer verilmiştir. Kuran tefsirinde dirayet/yorum yolunun açılmasının ardından zamanla tefsirde ihtisaslaşmaya gidilmiş; dil bilim uzmanları ayetleri daha çok sarf-nahiv-belağat zaviyesinden, fıkıhçılar fıkhî hükümler, sûfîler ruhî haller açısından tefsir etme eğilimi göstermişlerdir. Bir dilbilimcinin, Kuran ayetlerini okurken mesleği gereği ayetlerin nahvî ya da belağî özelliklerine ağırlık vermesi ve ayetlerden diğer kimselerin anlayamayacağı bir takım lügavî nükteler çıkarması olsa olsa Kuran ın zenginliğine yorulur ki, bu durum tefsir ilminin özünden uzaklaştığını değil bilakis geliştiğini gösterir.

Sonuç olarak makalenin başından beri ama doğrudan ama dolaylı olarak anlatmak istediğimiz şey, Usul-i fıkıh başta olmak üzere İslamî ilimlerin doğallığı ve orijinalliğidir. Bu ilimlerin temelinde yukarıda örneklerine yer verdiğimiz gibi ayet, hadis ve sahabenin tecrübesi vardır. Dolayısıyla bu ilimleri İslamî kılan şey, Müslüman coğrafyada tedvin edilmiş olmaları değil, bilakis temellerini teşkil eden malzeme ve bu malzemeye mütenasip olarak iman, dirayet ve ilham tarafından işlenen teferruat örgüsüdür. Bu ilimler asr-ı saadetten itibaren dışarıdan müdahalelere meydan verecek her hangi bir kopukluk yaşanmadan günümüze kadar ulaşmış ve dünden bugüne İslam diniyle aramızdaki irtibatı sağlayan bir köprü işlevi görmüştür. Oluşumlarında ne her hangi bir ideolojinin ne de her hangi bir siyasi otoritenin etkisi olmuştur. Bu ilimler sadece Kuran ın muhafazası vaadinin doğal bir uzantısı olarak ilahî bir inayetle oluşmuş ve gelişmiştir. Çünkü Kuran ın anlam bütünlüğü bu ilimlerin teminatı altındadır. Allah resulünün getirdiği dinî hükümlerin bugüne kadar değişmeden muhafaza edilmiş olması usul-i fıkıh prensipleri sayesindedir. Usul-i fıkhın net bir dille vazettiği mevrid-i nasta içtihada mesağ yoktur (açık ayet ve hadislerin bulunduğu konularda içtihada yer yoktur) ilkesi olmasaydı, bugün Müslümanlığımızı anlamlı kılan bir çok dinî hüküm tarih içerisinde Hammurabi kanunları gibi - geçerliliğini kaybedecek ve bu hükümleri beyan eden ayetler, varlık amacının tersine sadece tarih ve edebiyat araştırmalarının konusu olacaktı.

Makalemizin ebatları dahilinde modernistlerin İslamî ilimlerle ilgili eleştirilerine cevap vermeye çalıştık. Şimdi biraz da onların nerede hata ettikleri konusu üzerinde düşünelim.

Modernistlerin gerek islamî ilimlere yönelttikleri eleştirilerde gerekse metot geliştirme çabalarında kendilerini başarısızlığa iten en büyük sebep onların ön yargılı, parçacı ve kurgucu yaklaşımlarında gizlidir.
Modernistler ön yargılıdır; çünkü onların Müslümanlık tarihine olan olumsuz bakışları bu tarih içinde oluşup gelişen İslamî ilimleri de kapsamış ve kendilerini İslamî ilimler hakkında ön yargılı olmaya itmiştir. Ayrıca üniversite yıllarından beri aldıkları modern eğitim kendilerine anlamak/öğrenmek yerine eleştirme ve sorgulamayı öğretmiştir. Nitekim modern eğitim anlamanın mantıkî / felsefî boyutuyla ilgilenirken ahlak boyutunu ihmal eder.

Modernistler parçacıdır; Çünkü onlar alternatif metodoloji denemelerinde on binlerce örnek içinden ilk bakışta yerleşik usul anlayışıyla çatışan sadece birkaç tanesiyle yetinirler. Dolayısıyla bütünü göremez ve böylece bütünü kuşatan bir metot da geliştiremezler. Oysa yerleşik usul anlayışının mimarı makale boyunca da ifade etmeye çalıştığımız gibi sadece bir kişi değildir. Bu usul anlayışının temeli Allah resulü (s.a.v) tarafından atılmış; sahabe, tabiin, tebe-i tabiin ve son asırlara kadar binlerce İslam aliminin titiz muhakemeleriyle gelişip bugünkü şeklini almıştır. Modernistlerin parçacı yaklaşımları biraz da kolaycı olmalarından kaynaklanır. Onlar on binlerce rivayeti ezberleme ve gerektiğinde hepsini tarama külfetine girmeyi göze alamazlar. Onlar ancak sayıları sınırlı şaz rivayetleri tesbit etmekle yetinirler. Aslında bunu da tam olarak yapamazlar; çünkü bu rivayetlerin varyantlarını cem edip aralarını tevfik etme gibi bir niyetleri yoktur. Bunu yapacak olsalar ellerindeki malzemeyi de yitirecekleri bellidir. Oysa büyük kelamcı Fahru r-Razî, Kelam ilmiyle alakalı on iki bin yaprak tutarında kitap ezberlemeden bana Kelam ilminde ders vermem için izin verilmedi demektedir[15]. 


Evet modernistler kolaycıdırlar; çünkü alternatifini ikame etmeye çalıştıkları Usul-i fıkıh anlayışının bir an olsun doğru olabileceği ihtimalini göz önünde bulundurarak lehteki deliller üzerinde düşünmezler. Yine Fahru r-Razi Ehl-i sünnet inanç ve usulünü incelediği kitaplarında muhaliflerin görüşlerini destekleyen delillere de yer verir ve bu konuda o kadar ileri gider ki, gündeme getirdiği bu deliller çoğu zaman muhaliflerin kendileri tarafından bile gündeme getirilmemiştir.

Modernistler kurgucudur; çünkü onlar birkaç aykırı örneği gözlerinde büyüterek bunlar üzerine bir sistem tasarlarlar. Onlar bilgiyle kuşatamadıkları İslam tarihini varsayımlarla kuşatmak, bilgi açığını yorumla kapatmak isterler. Nitekim modernistlerin teklif ettiği kısmî metodoloji incelendiğinde bunların uygulanabilirlik vasfından mahrum ütopik şeyler olduğu ve mevcut malzemeler/rivayetler üzerinde tatbik edilemeyeceği ortaya çıkmaktadır. Ehl-i sünnet alimlerinin ortaya koyduğu usul ise kurgu değil, on binlerce rivayeti kucaklayan istikra ve tahkik mahsulüdür. Üstelik bu usul tarih boyu uygulanarak gereken güveni vermiştir. Oysa modernistlerin teklif etmek istediği usul Müslümanlarda değil, Hıristiyan Avrupa da uygulanmıştır ve baştan sona Hıristiyan kültürünün mahsulüdür. Bu metodolojiyi intaç eden felsefî arka plan peygamberi sıradan bir beşer olarak görür ve onun getirdiği vahyi beşerî tecrübeye atfeder. Beşerî ilimlerdeki pozitivist, akılcı yöntemi ilahî ilmi temsil eden vahye tatbik ederek merkeze Allah yerine insanı koyan (hümanist) ve toplumsal alandan yalıtılmış (seküler) bir din anlayışına hizmet eder.

Hasılı bugün modernistlerin hararetle savundukları metodoloji; akıl yerine vahyi, insan yerine Allah ı, dünya yerine ahireti merkeze alan İslam diniyle taban tabana zıttır. Dolayısıyla dinin modernize edilmesi yönünde gösterilen bütün bu çabalar, bilerek ya da bilmeyerek dinin tahrifine yol açmaktadır.


[1] es-Süyûtî, el-Camiu s-Sağîr, hadis no, 908; el-Münavî, Feyzu l-Kadir, c. 1, s. 588.
[2] İbn-i Kayyım el-Cevziyye, İ lamü l-Muvakkıîn, c. 1, s. 10.
[3] Ahmed bin Hanbel, el-Müsned, hadis no, 17978.
[4] Tirmizi, hadis no, 1327, 1328; Ebu Davud, hadis no, 3592, 3593.
[5] Tirmizî, hadis no, 2093; İbn-i Mace, hadis no, 3940.
[6] İbn-i Kayyım el-Cevziyye, İ lamü l-Muvakkıîn, c. 1, s. 49.
[7] Ed-Debûsî, Takvimü l-Edille, s. 183; Sadru ş-Şeria, et-Tavzîh, c. 2. s. 19.
[8] Sadru ş-Şeria, et-Tavzîh, c. 2. s. 19.
[9] el-Beyhakî, Kitabü l-Esma ve s-Sıfat, s. 345.
[10] Bir illet bu vasfı kesp ettiği takdirde gereğince hüküm verilmesi zorunludur.
[11] Sadru ş-Şeria, et-Tavdîh, c. 2. s. 164.
[12] Er-Risale aslen Abdurrahman bin Mehdî nin sorularına cevaben yazılmış bir mektup/risale niteliğinde olsa da, Mısır a yerleştikten sonra İmam-ı Şafii tarafından genişletilip bir kitap hacmine ulaşmıştır. Bugün mütedavel olan nüsha Mısır da genişletilen nüshadır. Bkz., er-Risale, s. 11.
[13] Eş-Şafii, er-Risale, s. 471.
[14] Fahru r-Razî, el-Mahsul, c. 4, s. 19.
[15] Er-Razî, El-Mebahisü l-Meşrikıyye, Mukaddime, s. 15.


T.H.Alp

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR