16 Ekim 2014 Perşembe

381.Sahabeye Saygının Aşınması ya da ‘Hakem Olayı’nın Aslı

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Son zamanlarda Sahabeye karşı saygının yitirildiğini görüyoruz. Bu durumun sonuçları ve "Hakem olayı"nın aslını öğrenmek istiyorsanız aşağıdaki yazıyı okumalısınız.

İbn Asâkir Târîhu Dimaşk‘ında Vekî’ b. el-Cerrâh’a atfedildiğini söylediği şöyle bir tesbit aktarır: “Mu’âviye, kapının halkası mesabesindedir. Onu yerinden oynatanı, ondan daha yukarıdakilere kasdetmekle itham ederiz.”[1]

Sahabe hakkında bir “gözden çıkarılabilecekler listesi” tasarlayıp, Hilafet’i Saltanat’a dönüştürme sürecinde ve saltanatı boyunca ortaya koyduğu icraatlar konusunda tarih kaynaklarının yer verdiği birtakım nakillere istinaden Hz. Mu’âviye bu listenin başına yerleştirildiği zaman arkası çorap söküğü gibi gelecektir.

Hz. Mu’âviye’ye dokunmakla başlayan “Sahabe’ye ta’n” süreci bu noktada niye dursun ki? İkinci adımda, ona destek sağladığı için Amr b. el-Âs, çok (bunu “uydurma” diye okumalısınız) hadis rivayet ettiği ve İsrailiyat tarzı rivayetleri İslam kültürüne soktuğu söylenerek Ebû Hureyre ve Abdullah b. Abbas, üçüncü adımda hilafete geldiğinde akraba-yı taallukatını kayırdığı gerekçesiyle Hz. Osman, biraz daha ileride Hz. Ali’ye “başkaldırdığı” için Hz. Aişe…

Bu listenin sonu nasıl gelir dersiniz?

Tahmin yürütmeye gerek yok; zira vakıa bize varılacak noktayı fiili olarak zaten gösteriyor. Elbette bunun arkasından Şia, Havariç ve Mu’tezile’nin bildik iddiaları sökün edecektir: Kur’an’ın tahrifinden Hilafet’in gaspına, oluk oluk kardeş kanı akıtmaya kadar işlemedik kebair bırakmayan, kimilerine göre küfre batmış, kimilerine göre fısk-u fücura bulanmış bir topluluk!!

İşte Vekî’ b. el-Cerrah’ı haklı çıkaran sürecin serencamı…

Denebilir ki: Ya bütün bunlar gerçekse? O zaman inceldiği yerden kopmalı değil midir?

Bu sorunun cevabı birbirini bütünleyen iki noktadan oluşur:

1. Tarih kaynakları bize, her zaman “en doğrusunu” aktardıklarına dair hiçbir güvence vermez. Bu kaynakların naklettiği herhangi bir hadisenin iç yüzünü öğrenmenin, hatta meydana gelip gelmediği konusunda karar vermenin yolu, Hadis alimlerinin hadislere uyguladığı sened ve metin tenkidi metotlarına baş vurmaktır. Bu demektir ki, tarihle iştigal edenlerimizin, aynı zamanda sened ilimlerine de vakıf olmak gibi bir mecburiyeti vardır. Aksi takdirde, aşağıda örneğini göreceğimiz türden kurguların gerçeğe dönüştürülüp tarih boyunca yaşatılması kaçınılmaz olacaktır. es-Sehâvî’yi, Tarih ilminin, Hadis ilminin alt dallarından birisi olduğunu vurgulamaya sevk eden amil bundan başkası değildir. [2]

2. Özellikle Sahabe arasında cereyan eden olaylar hakkındaki rivayetler konusunda edep ve saygı çerçevesinde hareket etmek, bize Efendimiz (s.a.v)’in tavsiye ve emridir. Ehl-i Sünnet, Sahabe’nin masum/günahsız olduğunu söylemez. Ancak yüce dinimizi temel kaynakları ve pratiğiyle bize nakleden nesil olarak Sahabe’nin vazgeçilmezliğinin de farkındadır.

Demek istediğimiz odur ki, o dönemi ve olaylarını 1400 küsür yıl beriden yapacağımız kurgulamalarla sağlıklı biçimde okuyamayız. Kavim ve kabile taassubu, akrabalık ilişkileri, nüfuz ve çıkar beklentileri… vb. unsurların Din’in önüne geçirilmemesi gerektiğini bizler bugün basit bir muhakemeyle söyleyebiliyorken, bizzat vahyin ve Hz. Peygamber (s.a.v)’in gözetim ve terbiyesinde yetişmiş, vahyin ve Hz. Peygamber (s.a.v)’in övgülerine mazhar olmuş o nesil bunu akıl edememişti demek için bir daha, bir daha düşünmek durumundayız…

Meselenin “inceldiği yer”, Kur’an ve Sünnet’in güvenilirliği noktasıdır. Sahabe’nin güvenilirliği hakkındaki en küçük bir şüphe gölgesi doğrudan bu iki temel kaynağın üzerine düşecektir. İki sebepten:

Birincisi, bu iki kaynağın, Efendimiz (s.a.v) irtihal ettikten sonra kendi başlarına kaldıklarında en olmadık işler işleyen bir topluluğu meth-u sena etmesi, kendi güvenilirliklerini tartışma konusu yapması anlamına gelecektir. Bunun ucu, Sahabe’nin faziletleriyle ilgili ayet ve hadislerin yine Sahabe tarafından uydurulduğu sonucuna çıkmazsa akla ziyan tevillere çıkacaktır. Ya da Allâmu’l-guyub olan Yüce Rabbimiz’in “ezelî ve ebedî kelamı”nın ve bilhassa Din’in tebliği bağlamındaki söz ve fiilleri vahye dayanmak durumunda olan Hz. Peygamber (s.a.v)’in Sahabe kuşağı hakkındaki ifade ve tesbitlerde “yanıldığı” anlamına gelebilecek bir yaklaşım söz konusu olacaktır ki, doğrudan Allah ve Peygamber inancına taalluk etmesi bakımından son derece tehlikelidir.

İkincisi, Kur’an ve Sünnet’i bize nakleden ilk nesil Sahabe’dir. Onların bu iki temel kaynağın anlaşılması ve aktarılması konusunda yeterince samimi ve güvenilir olmadıklarını ileri sürmek, sadece Sahabe ile sınırlı bir probleme işaret etmek anlamına gelmez, Din’in temelleriyle ilgili olarak Tevrat ve İncil’in başına gelenleri çağrıştıran çok ciddi soruları gündeme taşır.

Hakem olayı nasıl cereyan etti?

Yukarıda çizdiğimiz çerçeve içinde kalarak örnek olayımızın incelenmesine geçebiliriz. Tarafları “tahkim” sürecine taşıyan olayların gelişimi, tarih kaynakları tarafından yaygın olarak –özetle– şu şekilde verilmektedir:
Sıffin savaşının aleyhlerine sonuçlanmak üzere olduğunu gören Amr b. el-Âs, Mu’âviye’ye, her halukârda kazançlı çıkacakları şöyle bir teklifte bulundu: “Mushafları yukarıya kaldıralım ve karşı tarafa “Allah’ın Kitabı aramızda hakem olsun” diyelim. Hepsi toptan bu teklifi reddetmez. Onlardan bir kısmı buna yanaşmayacak, bir kısmı ise razı olacaktır. Böylece onların arasında bir tefrika meydana gelecek. Eğer hepsi toptan bu teklifimizi kabul edecek olursa, bu savaş (en azından) belli bir süreye kadar sona ermiş olacak. Dolayısıyla her durumda kazançlı çıkan biz olacağız.”

Bunun üzerine mushafları mızraklara bağlayarak havaya kaldırdılar ve “Bu Kitabullah’tır. Sizinle aramızda hükmü o versin…” dediler. Bunu gören Iraklılar (Hz. Ali (r.a)’ın askerleri) “Allah’ın Kitabı’na icabet eder ve ona döneriz” diyerek savaştan geri durdular.

Her ne kadar Hz. Ali (r.a) bunun, savaşı kaybetmek üzere olan Mu’âviye b. Ebî Süfyan, Amr b. el-Âs ve diğerlerinin hilesi olduğunu söyleyip “Mu’âviye, Amr b. el-Âs, İbn Ebî Mu’ayt, Habîb b. Mesleme, İbn Ebî Serh ve ed-Dahhâk b. Kays din ehli de değildir, Kur’an ehli de. Ben onları sizden iyi tanırım. Kendileriyle çocukluk çağında da yetişkinlik döneminde de birlikte oldum. Onlar çocukların da, yetişkinlerin de en şerlileriydi…” dediyse de kendi safında bulunanlar –ki Hz. Osman (r.a)’ı şehid edenler onlar arasındaydı ve bir kısmı sonradan “Haricîler olarak anılan ayrılıkçı grubu oluşturacaktı– kendisine kulak asmadılar ve savaşı durdurdular.

Mu’âviye ve Amr, hükmü, aralarında tayin edecekleri iki hakeme tevdi etmeyi ve onların vereceği karara razı olmayı teklif ediyordu.

Hz. Ali (r.a) çaresiz bu teklifi kabul etti. Bu defa da, aralarında el-Eş’as b. Kays, Zeyd b. Husayn, Mis’ar b. Fedekî gibi isimlerin bulunduğu mezkûr grup, Ebû Mûsa el-Eş’arî (r.a)’ın hakem olarak tayin edilmesini istediler. Hz. Ali (r.a), “O güvenilir birisi değildir. Benden ayrıldı; insanları da benden ayrılmaya teşvik etti…” dedi ve hakem olarak Abdullah b. Abbâs (r.a)’ı münasip gördüğünü söyledi. Mezkûr grup buna itiraz edince, Hz. Ali (r.a) Eşter’i teklif etti. Onu da kabul etmediler ve Ebû Mûsa el-Eş’arî (r.a) isminde direttiler. Hz. Ali (r.a) gönülsüz de olsa kabul etmek zorunda kaldı. Karşı tarafın hakemi ise Amr b. el-Âs idi.


Hakemler bu mutabakat çerçevesinde bir araya gelip ne yapacaklarını konuştular. Amr, Ebû Mûsa’ya şöyle dedi: “Ey Ebû Mûsa! Sen Resulullah (s.a.v)’in arkadaşısın ve yaşça benden büyüksün. Önce sen konuş, sonra ben konuşayım.” O, böyle yapmakla, bütün müzakere boyunca Ebû Mûsa’yı önce davranmaya alıştırmayı, sonunda da nihai kararlarında önce onu konuşturarak Hz. Ali (r.a)’ı azl ettirmeyi tasarlıyordu.

Oysa Ebû Mûsa’nın beraberinde bulunan Abdullah b. Abbâs ve diğerleri kendisini bu konuda sürekli uyarıyor ve Amr b. el-Âs’ın hilekârlıklarına karşı uyanık davranmasını tembihliyordu.

Müzakere şöyle cereyan etti: Amr, Ebû Mûsa’ya Mu’âviye’nin halife olarak atanmasını teklif etti. O kabul etmedi. Bunun üzerine kendi oğlu Abdullah’ı önerdi. Ebû Mûsa onu da kabul etmedi. Sonra ona kimi uygun gördüğünü sordu. Ebû Mûsa, Hz. Ömer (r.a)’ın oğlu Abdullah’ı önerdi. Amr razı olmadı.

Nihai karar olarak her ikisi de Hz. Ali (r.a) ve Hz. Mu’âviye (r.a)’ı azletme konusunda ittifak ettiler. Yine ortak kararlarına göre, onları azlettikten sonra kimin halife seçileceği konusunda iş, Sahabe’nin ileri gelenlerinden oluşturulacak bir şuraya havale edilecekti.

Bu kararları topluluğa ilan etmek üzere, Amr’ın ısrarıyla önce Ebû Mûsa el-Eş’arî (r.a) ayağa kalktı ve şöyle dedi: “Amr b. el-Âs ile Ali ve Mu’âviye’nin ikisinin de azli ve bu ümmetin işinin şuraya havalesi konusunda anlaştık. Bu anlaşma doğrultusunda işte ben şu kılıcımı (bir rivayete göre yüzüğümü, bir başka rivayete göre sarığımı) çıkardığım gibi Ali ve Mu’âviye’nin her ikisini de azlediyorum.”

Arkasından Amr b. el-Âs (r.a) ayağa kalktı ve şunları söyledi: “Ebû Mûsa’nın söylediğini işittiniz. O, Ali’yi azlettiğini hepinizin huzurunda açıkladı. Ben de onunla birlikte Ali’yi azlediyorum. Mu’âviye’yi ise yerinde bırakıyorum.”

Bunun üzerine Abdullah b. Abbâs, Ebû Mûsa’yı –gösterdiği basiretsizlik ve zaaftan dolayı– kınayıp azarladı. Ebû Mûsa, Amr b. el-Âs’a, sözünde durmadığını söyleyerek ağır sözler sarf etti, o da aynıyla mukabelede bulundu. Hz. Ali (r.a)’ın heyetinde bulunan Şurayh b. el-Hâni, Amr b. el-Âs’a saldırarak ve ağır sözler söyleyerek kılıcıyla (bir rivayette kamçısıyla) vurdu, o da karşılık verdi, derken orada bulunan diğerleri araya girip tarafları birbirinden ayırdılar.[3]

Anlaşmazlıkla sonuçlanan Hakem olayının tarih kaynakları tarafından hemen hemen ittifakla nakledilen serencamı özetle böyledir.

Hadisenin ayrıntılarıyla tahlili, kitap çapında bir çalışma gerektirmektedir. Konuyla yakından ilgilenenler, detaylara indikçe, olayların cereyan tarzıyla ilgili anlatımlardan, karşılıklı diyaloglara kadar pek çok noktada birbirini tutmayan nakillerle karşılaşacaklardır. Şüphesiz bunlar da önemli olmakla birlikte, bu yazının çerçevesini aşmamış olmak için burada sadece hadisenin can alıcı noktalarıyla ilgileneceğiz.

Hadisenin yukarıda özetlediğimiz şekilde takdim ve kabulünde birçok sıkıntı mevcut:
1. Ebû Mûsa el-Eş’arî (r.a), basiretsiz, gafil ve “saf” birisidir!! Amr b. el-Âs (r.a) gibi kurnaz!! ve deha seviyesinde zeki birisinin yapacağı hileyi sezememiş, onun tuzağına düşmüştür!

O Ebû Mûsa (r.a) ki, Hz. Peygamber (s.a.v) tarafından Yemen bölgesinin zekât memurluğuna tayin edilmiş, Hz. Ömer (r.a) ve Hz. Osman (r.a) dönemlerinde Basra ve Kûfe’de valilik ve kadılık yapmıştır. Nusaybin, Dinever, Kum, Kâşân gibi birçok şehrin fethinde bulunmuştur. Ehvaz ve İsfehan’ı fetheden de odur. Tabiun’un ileri gelenlerinden alimlerinden eş-Şa’bî, ulemanın 6 kişiden ibaret olduğunu söylemiş, Hz. Ömer, Hz. Ali, Abdullah b. Mes’ûd, Zeyd b. Sâbit ve Übeyy b. Ka’b (Allah hapsinden razı olsun) ile birlikte onun da adını zikretmiştir.[4] Bu rivayetlerin bize tanıttığı saf, muğfel ve dirayetsiz (!) kişi ile Ebû Mûsa el-Eş’arî aynı kişi olabilir mi?

2. Amr b. el-Âs (r.a), göz göre göre yalan söylemekte, sözünde durmamakta ve Müslümanları aldatmakta bir sakınca görmemiştir!!

3. Üstelik Ebû Mûsa (r.a), “ortaklaşa” vardıkları kararı açıklarken, Amr b. el-Âs (r.a)’ın o müthiş dehası, bu mutabakatı bozarak tek başına verdiği hükmün hiçbir değeri olmayacağını, bundan da öte, başvurduğu bu “ucuz kurnazlığın” kendi değerini küçültmekten başka bir işe yaramayacağını kestirmeye yetmemiştir!

4. Orada bulunanlar (ki kaynaklar her iki taraftan da 400′er kişinin orada bulunduğunu belirtmektedir ve aralarında Abdullah b. Abbâs, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. ez-Zübeyr, el-Muğîre b. Şu’be… gibi sahabîler vardır), kısa süreli olarak yaşanan arbedede karşılıklı itiş-kakış ve “sövüşmeler” dışında niçin bir şey yapmamıştır? Niçin kimse Amr b. el-Âs (r.a)’a içeride ne konuştuklarını ve cemaatin huzurunda söylediklerinin içeride konuştuklarına uygun olup olmadığını sormamıştır?

Bütün bunlar bize, Hakem olayı hakkında tarih kaynaklarının yaygın olarak birbirlerinden aktardığı bu olayda bir gariplik bulunduğunu söylüyor. Bu durum, fırkalaşma süreci sonrasında kaleme alınmış olan Tarih kaynaklarında mevcut malumata niçin ihtiyatla yaklaşmamız gerektiğini izah eden unsurlardan birisini oluşturmaktadır.

Hakem olayını aktaran rivayetin durumu
Muttali olabildiğimiz kaynaklar arasında sadece İbn Sa’d[5], İbn Cerîr et-Taberî, İbn Asâkir ve İbn Kesîr olayı sened zinciriyle vermektedir. et-Taberî ve İbn Kesîr’in nakilleri Ebû Mıhnef Lut b. Yahya (157/773) isimli ravi kanalıyla gelmiştir.[6]

el-Megâzî, es-Sakîfe, er-Ridde, Fütûhu’ş-Şâm, Fütûhu’l-Irâk, Sıffîn… ve daha pek çok kitabının bulunduğu nakledilen bu zat, Hakem olayı hakkında da müstakil bir eser yazmıştır.[7]

Ezcümle onun hakkında Ebû Hâtim “Metrûku’-hadis’tir” (hadisleri terk edilmiştir)[8], ed-Dârekutnî “Zayıftır”[9] ve İbn Ma’în “Sika (güvenilir) değildir” ve “Bir şey değildir”[10] demişlerdir.

İbn Adiyy bu zatın biyografisini verirken İbn Ma’în’in yukarıda zikrettiğimiz ifadelerini aktardıktan sonra şunları söyler: “Onun hakkındaki bu tesbitte (diğer) imamlar da İbn Ma’în ile muvafakat halindedir. (…) Bu zat fanatik bir şiidir….”[11]

İbn Adiyy’in burada kullandığı –ve bizim “fanatik” olarak çevirdiğimiz– ifadenin orijinali “yandı, helak oldu” anlamındaki “حرق” kökünden “محترق” (muhterık) dır. Rical/Cerh-Ta’dil kitapları bu ifadeyi, itikadî görüşlerinde aşırıya kaçan, mensubu olduğu bid’at mezhebin ateşli biri şekilde savunuculuğunu yapan kimseler, özellikle de Rafıziler hakkında kullanır.

Dolayısıyla İbn Adiyy’in Ebû Mıhnef hakkında bu ifadeyi kullanması son derece anlamlıdır. Bilindiği gibi Hadis otoriteleri, bid’ati küfre varmadıkça, yahut bid’atinin propagandasını yapmadıkça şahsında güvenilir ve doğru sözlü olan bid’at ehlinin rivayetlerini kabulden imtina etmemişlerdir. Böyleyken Ebû Mıhnef hakkında herhangi bir ta’dil ifadesi göremeyişimiz şaşırtıcı değildir.

Hafız ez-Zehebî güvenilirlik noktasında bu zatın, Seyf b. Ömer, Abdullah b. Ayyâş ve Avâne b. el-Hakem’in dengi olduğunu söyler ki[12] yine ez-Zehebî tarafından Mîzânu’l-İ’tidâl‘de mezkûr zevattan ilk ikisi hakkında şu bilgilerin nakledildiğini görüyoruz:

Seyf b. Ömer: Zayıftır. Beş para etmez. Bir şey değildir. Terk edilmiştir. Zındıklıkla itham edilmiştir.Hadislerinin tamamı münkerdir.[13]

Abdullah b. Ayyâş: Ahbarîdir, saduktur.[14]

Avâne b. el-Hakem hakkında ise İbn Hacer, “Osmanî” olduğu ve Emeviler lehine haberler uydurduğu bilgisini verir.[15]

Şu halde, ez-Zehebî tarafından bu zatlarda aynı kefeye konan Ebû Mıhnef’in, haberlerine güvenilmez birisi olduğu açıktır ve Hakem olayı da başka ve “güvenilir” bir ravi tarafından aktarılmadıkça şüpheyle karşılanmak durumundadır.

et-Taberî’de yer alan senede göre onun bu haberi dayandırdığı kişi, Ebû Cenâb (Yahya b. Ebî Hayye) el-Kelbî’dir. Bu zat hem zayıftır, hem de Hakem olayının yaşandığı zamandan çok sonra dünyaya gelmiş olması gerektiği halde olayı sanki bizzat görmüş gibi –mürsel olarak– aktarmıştır. Bu da, olayı aslında başka birisinden işittiğini, ancak ismini herhangi bir sebeple zikretmediğini gösterir. Bu zat hicrî 147 yılında vefat etmiştir. Hatta vefat tarihini 150 olarak verenler de vardır.[16] Dolayısıyla bu zatın 38 yılında meydana gelmiş bir olayı bizzat görgü şahidi sıfatıyla aktarabilmesi için bu tarihte yetişkin olması gerekir. Bu yaşı 20 olarak farz edersek, bu zatın 129 veya 132 yıl yaşadığını söylemek gerekecektir. Dolayısıyla onun bu olayı bizzat görüp yaşamış olması normal şartlarda mümkün görünmemektedir.
İbn Kesîr ise Hakem olayını Ebû Mıhnef ← Muhammed b. İshak ← Nâfi’ kanalıyla aktarmıştır. Hadis tenkitçileri, Muhammed b. İshak’ın Nâfi’den rivayetlerinin sıhhati konusunda mütereddit davranmışlardır.[17]

İbn Sa’d'ın nakline gelince[18], aşağıdaki kusurlarla maluldür:

A. Senedinde İbn Ebî Sebre vardır. Hadis otoriteleri bu zatın yalancı ve hadis uyduran birisi olduğunu söylemiştir.[19]

B. Yine aynı senedde yer alan el-Vâkıdî’nin rivayetleri terk edilmiştir..[20]

C. Aynı senede bulunan İshâk b. Abdillah b. Ebî Ferve’nin durumu da aynıdır.[21]

Şu halde “Hakem olayı” diye tarih kaynaklarında yaygın olarak nakledilen kıssanın itimada şayan olmadığını, aksine, olayın bu şekilde nakledildiği senedlerin her birinde, Hadis otoriteleri tarafından en ağır ifadelerle cerh edilmiş kimselerin bulunduğunu söylemek zorundayız.

İbn Asâkir de bu olayı –araştırabildiğimiz kadarıyla– iki yerde vermektedir. Bunlardan birisi[22] İbn Sa’d kanalıyladır ki, İbn Sa’d'ın ravilerinin durumu yukarıda zikrettiğimiz gibidir. Diğer sened ise yine İbn Ebî Sebre kanalıyla –ve muhtemelen el-Vâkıdî’nin nakli olarak[23]– gelmektedir.

Bütün bunlar, “Hakem olayı” diye nakledilen hadisenin cereyan tarzı hakkında ciddi şüpheler duymak için fazlasıyla yeterlidir. O halde hakem olayı gerçekte nasıl cereyan etmiştir?

OLAYIN ASLI
Büyük hadis hafızı Ebû Bekr b. el-Arabî, el-Avâsım mine’l-Kavâsım adlı eserinde bu olay hakkında bizi şöyle uyarıyor:

“Güvenilir imamların naklettiğine göre hakemler, aralarında Abdullah b. Ömer (r.a)’in de bulunduğu güzide bir topluluğun huzurunda bir araya geldiler. Bu toplantıda Amr b. el-Âs, Mu’âviye (r.a)’i azletti.

“ed-Dârekutnî şöyle nakletmiştir: Amr b. el-Âs, Mu’âviye’yi azlettikten sonra Hudayn b. el-Münzir (Hz. Ali (r.a)’ın sadık arkadaşlarındandır) gelip Mu’âviye’nin çadırının yanında çadırını kurdu. Mu’âviye Amr’ın ne yaptığını haber almıştı. Hudayn’a birini göndererek Amr b. el-Âs’a gitmesini ve neler olup bittiğini sorup öğrenmesini istedi. Hudayn Amr’ın yanına gitti ve Ebû Mûsa el-Eş’arî ile ne yaptıklarını, nasıl bir karara vardıklarını sordu. O şöyle cevap verdi: “Bu konuda herkes bir şey söyledi. Allah’a yemin ederim ki iş insanların söylediği gibi olmadı. Ben Ebû Mûsa’ya, “Bu iş (hilafet) hakkında ne düşünüyorsun?” diye sordum. “Bu işin, Resulullah s.a.v. vefat ederken kendilerinden razı olduğu bir gruba (ileri gelen sahabîlerden oluşacak şuraya) havale edilmesini uygun görüyorum” dedi. “Beni ve Mu’âviye’yi nereye koyuyorsun?” dedim. “Eğer sizden yardım istenirse, edersiniz. Eğer size ihtiyaç duyulmazsa, zaten Allah’ın emri oldum olası sizden müstağnidir” karşılığını verdi.

“Bu, Mu’âviye’nin kendisini heder etmesine sebep olan haberdi. Mu’âviye’ye gittim ve olayın, aynen duyduğu gibi cereyan ettiğini söyledim. Mu’âviye, olayın nasıl cereyan ettiğini öğrenince, Ebu’l-A’ver ez-Zekvânî isimli kişiye, Amr b. el-Âs’ı alıp kendisine getirmesi için haber gönderdi. (…) Amr durumu haber alınca hemen eğersiz bir ata binerek Mu’âviye’nin çadırının bulunduğu yere doğru sürdü. Bir yandan da şöyle diyordu: “Ey Mu’âviye! Azgın deve süt kabını doldurdu.”[24] Mu’âviye ise şöyle karşılık verdi: “Umarım öyledir! Ama sen sütü sağana kasdettin; hem burnunu kırdın, hem de süt kabını devirdin!”[25]

Bu nakilden sonra Ebû Bekr b. el-Arabî, hadisenin önünün de arkasının da bundan ibaret, bunun dışındaki –yukarıda özetle naklettiğimiz– rivayet ve nakillerin ise güvenilmez olduğunu vurgulamaktadır.

Nitekim el-Mes’ûdî bu olayı, diğer kaynaklarda verildiği gibi aktardıktan sonra şöyle der:

“Söylendiğine göre hakemler arasında, sahifeye[26] kaydedilenden, Ebû Mûsa’nın, Hz. Osman’ın mazlum olarak öldürüldüğünü kabulü ve yukarıda zikrettiğimiz diğer hususlardan başka bir konuşma olmamıştır. Hakemler de görüşme sonrasında herhangi bir deklarasyonda bulunmamıştır. Görüşme esnasında Amr, Ebû Mûsa’ya, “Kimi önerdiğini söyle, düşüneyim” demiş, o da İbn Ömer ve (daha başkalarını) önermiş ve şöyle demiştir: “Ben isim verdim. Şimdi de sen ver.” Bunun üzerine aralarında şu konuşma cereyan etmiştir:

- “Sana bu ümmetin en kuvvetlisini, görüşü en sağlam olanını ve siyaseti en iyi bilenini söyleyeceğim: Mu’âviye b. Ebî Süfyân!”

- – “Hayır vallahi o bu işin ehli değil.”
- “O zaman ondan daha aşağı olmayan birisini söyleyeyim.”
- – “Kimdir?”
- – “Abdullah b. Amr b. el-Âs.”

Bunun üzerine Ebû Mûsa, Amr’ın kendisiyle dalga geçtiğini anlamış ve “Bunu mu yapacaktın, Allah sana lanet etsin” demiş, karşılıklı sövüşmüşler ve Ebû Mûsa oradan ayrılarak Mekke’ye gitmiştir.[27]

Olayın aşağı-yukarı bu tarzda cereyan ettiğini gösteren bir diğer rivayet de Abdürrezzâk ve et-Taberî tarafından nakledilmiştir. Buna göre Ebû Mûsa (r.a) ile Amr b. el-Âs (r.a) konuyu müzakere etmek üzere bir araya geldiklerinde Ebû Mûsa (r.a) Abdullah b. Ömer (r.a)’ı Amr b. el-Âs (r.a) ise Mu’âviye b. Ebî Süfyân (r.a)’ı önermiştir. Ancak taraflardan hiç biri diğerinin önerdiği ismi kabul etmemiş, derken ortam giderek gerilmiş, sonunda hakemler birbirlerine kötü sözler sarf ederek görüşmeyi kesmişlerdir. Vardıkları noktayı kendilerini bekleyen kalabalığa aktarmak üzere dışarı çıktıklarında Ebû Mûsa (r.a) söze başlamış ve şöyle demiştir:

- “Ey insanlar! Amr b. el-Âs’ın durumu, Yüce Allah’ın, “Kedisine ayetlerimizi verdiğimiz halde, onlardan sıyrılıp da şeytanın kendisini peşine taktığı, bu yüzden de azgınlardan olan kimsenin haberini onlara anlat. Dileseydik o ayetlerle onu elbette yüceltirdik. Fakat o, dünyaya saplanıp kaldı da, kendi heva ve hevesine uydu. Onun durumu, köpeğin durumu gibidir. Üzerine varsan da dilini sarkıtıp solur, kendi haline bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte ayetlerimizi yalanlayan toplumun durumu böyledir. Şimdi onlara bu kıssayı anlat; belki düşünürler”[28] ayetinde anlattığı kimse gibidir.”

Ardından Amr (r.a) söz almış ve şöyle demiştir:

- “Ey insanlar! Ben de Ebû Mûsa’nın durumunu, Allah Teala’nın şu ayette anlattığı kimseye benzetiyorum: “Tevrat’la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerce kitap taşıyan merkebin durumu gibidir. Allah’ın ayetlerini yalanlayanların hali ne kötüdür! Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.”[29]

Daha sonra hakemlerden her biri, yukarıda zikredilen benzetmeleri İslam merkezlerine de yazarak görüşmeyi bitirip ayrılmışlardır.[30]

Her ne kadar ez-Zührî tarafından mürsel olarak nakledilmiş ise de[31] bu, “Hakem olayı” hakkında bize bilgi veren ve senedine muttali olabildiğimiz rivayetler içinde en güvenilir olanıdır.[32] ez-Zührî’nin mürsel rivayetleri hakkında Hadis tenkitçilerinin kanaatleri muhteliftir. Onun mürsel rivayetlerine değer vermeyenler olduğu gibi, onlara güvenileceğini söyleyenler de vardır. Olumsuz kanaatte olanlar ekseriyeti oluşturmuştur.[33]

Ancak her halukârda bu rivayetin, senedinde Ebû Mıhnef, el-Vâkıdî, İshak b. Abdillah b. Ebî Ferve ve İbn Ebî Sebre’nin yer aldığı nakillere nazaran tercihe daha şayan olduğu açıktır.

Vallahu a’lem.E. Sifil

[1] İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk, LIX, 210.
[2] es-Sehâvî, el-İ’lân bi’t-Tevbîh, 44.
[3] İbn Sa’d, et-Tabakâtu’l-Kübrâ, III, 19-20; et-Taberî, Târîhu’r-Rusul ve’l-Mulûk, V, 70-1; Ebû Hanîfe ed-Dîneverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, 188-201; el-Mes’ûdî,Murûcu’z-Zeheb, II, 400 vd.; İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk, LIX, 118-9; İbnu’l-Cevzî, el-Muntazam, III, 369 vd.; ez-Zehebî, Târîhu’l-İslâm, III, 551, İbnu’l-Esîrel-Kâmil, III, 205 vd.; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, X, 573; İbnu’l-İmâd, Şezerâtu’z-Zeheb, I, 215; İbn Haldun, Târîhu İbn Haldûn, II, 632 vd..
Zikrettiğimiz kaynaklardan kimi hadiseyi detaylı olarak verirken, kimi özet olarak anlatmıştır. Ancak hakem olayının gelişimi ve sonuçlanış şekli hepsinde aynı minval üzere yer almaktadır.
[4] Bkz. İbn Hacer, el-İsâbe, IV, 212, DİA, x, 190-2.
[5] İbn Sa’d mezkûr eserinde bu olayı –tesbit tesbit edebildiğimiz kadarıyla– iki yerde zikretmiştir. Yukarıdaki dipnotta verdiğimiz yerde sened tam olarak zikredilmemektedir. Aşağıda yapacağımız sened kritiği, rivayetin senedli olarak geçtiği yere aittir.
[6] Hakkında geniş bilgi için bkz. Yahya İbrahim el-Yahya, Merviyyâtu Ebî Mıhnef fî Târîhi’t-Taberî.
[7] A.g.e, 47 vd.
[8] İbn Ebî Hâtim, el-Cerh ve’t-Ta’dîl, VII, 182.
[9] ed-Dârekutnî, ed-Du’afâ,146.
[10] ez-Zehebî, Mîzânu’l-İ’tidâl, 3/419-420; İbn Hacer, Lisânu’l-Mîzân, IV, 492.
[11] İbn Adiyy, el-Kâmil, VI, 93.
[12] ez-Zehebî, Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ, VII, 302.
[13] ez-Zehebî, Mîzânu’l-İ’tidâl, II, 255.
[14] A.g.e., VII, 470.
Burada geçen “sadûk” tabiri, ez-Zehebî tarafından “cerh” ifadesi olarak kullanılmıştır. Mîzânu’l-İ’tidâl‘in başında (I, 4) ez-Zehebî, cerh-ta’dil lafızlarını mertebeler halinde zikrederken cerh tabirlerinin sonlarında “sadûktur, ancak bid’atçidir” ifadesini de zikrder ki, Abdullah b. Ayyâş hakkında da cerh maksatlı kullanıldığı açıktır.
[15] İbn Hacer, Lisânu’l-Mîzân, IV, 386.
[16] İbn Hacer, Tehzîbu’t-Tehzîb, XI, 177.
[17] A.g.e., IX, 40.
[18] İbn Sa’d, et-Tabakâtu’l-Kübrâ, IV, 448.
[19] İbn Hacer, Tehzîbu’t-Tehzîb, XII, 32.
[20] ez-Zehebî, Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ, IX, 462-3.
[21] İbn Hacer, Tehzîbu’t-Tehzîb, I, 211.
[22] İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk, LXVI, 172.
[23] İbn Asâkir bu olayı nakletmeden önce el-Vâkıdî’nin İbn Ebî Sebre’den bir nakline yer verir. Hemen ardından da Hakem olayının nakline geçer ve nakle “İbn Ebî Sebre şöyle dedi…” diye başlar. Dolayısıyla bu da el-Vâkıdî’nin İbn Ebî Sebre’den rivayetinin aktarımı olmalıdır.
[24] Bu deyim, umulmadık bir iş meydana geldiğinde söylenir. Azgın deve kendisinden süt sağılmasına normal şartlarda müsaade etmez. Süt kabını dolduracak kadar sağılmasına izin vermesi normal dışı bir durumdur.
[25] Ebû Bekr b. el-Arabî, el-Avâsım mine’l-Kavâsım, 310-311.
[26] İki hakem görüşmeye geçerken Amr b. el-Âs (r.a), aralarında konuştuklarının, ikisinin de onayladığı ifadelerle zabta geçirilmesini teklif etmiş, Ebû Mûsa (r.a) da bunu kabul etmiş, böylece, konuştukları kayda geçirilmiştir. Bu belgeyi Amr b. el-Âs (r.a) yanına almıştır. Yukarıda kastedilen “sahife” budur.
[27] el-Mes’ûdî, II, 411.
[28] 9/el-A’râf, 175.
[29] 17/el-Cumu’a, 5.
[30] Abdürrezzâk, el-Musannef, V, 465; et-Taberî, V, 58.
[31] Zira ez-Zührî 50 veya 51 (670 veya 671) yılında dünyaya gelmiştir. Hakem olayının cereyan ettiği tarih ise 38/658′dir.
[32] Ebû Bekr b. el-Arabî’nin naklettiği metni kaynağından inceleme imkânımız bulunmadığı için onu istisna ediyoruz.
[33] Geniş bilgi için bkz. el-Alâî, Câmi’u't-Tahsîl, 90-1.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

12 Ekim 2014 Pazar

380.PEYGAMBERİMİZİN sas HANIMLARI: 1)Hatice binti Huveylid Radiyallahu Anha

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Nesebi Huveylid bin Esed bin Abdiluzza bin Kusayy’dır. Hatice validemizin nesebi, Nebimizin nesebi ile Kusayy’da birleşir. Buna göre kadınlarının nesepçe kendisine en yakın olanı Hatice (Radiyallahu Anha)’dır. Cahiliye döneminde Tahire yani temiz diye çağrılırdı.

Annesi Fatıma binti Zaide’dir. Kendisi Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile evlenmeden önce dul bir kadın idi. İlk evliliğinde kocası vefat etmiş, müteakiben ikinci bir evlilik yapmış ve o evlilikten bir çocuğu olduktan sonra ikinci eşi de vefat etmiştir.

Ahlakı, güzelliği, zenginliği ve nesebinin şerefli oluşu sebebiyle Kureyş’in birçok ileri geleni kendisine evlenme teklifinde bulunmuş, ancak o tüm bunları reddetmiştir.

Hatice (Radiyallahu Anha) Kureyş’in en soylu ve zengin kadınlarından birisiydi. Bir ticaret kervanı vardı. Malını tüccarlara verir ve belli bir ücret karşılığı ticaretini onlara yaptırırdı. Muhammed’in doğruluğunu işitince, ona kendisi için ticaret yapmasını teklif etti.

Başkasına vereceğinden daha iyi bir ücretle onu kendi hizmetçisi Meyser ile Şam’a gönderdi. Bu ticaret çok karlı ve bereketli oldu. Hatice (Radiyallahu Anha) onun güvenilirliğine ve bereketine bizzat şahit oldu.

Meyser’den de sefer esnasındaki güzel hal ve hareketlerini ve iki meleğin Nebi’yi sıcaktan koruyup gölgelendirmesi gibi bazı harikuladeliklerini işitti. Hatice (Radiyallahu Anha) bir arkadaşı vasıtasıyla Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e evlenme teklifinde bulunmuş, Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’de bu teklifi kabul etmişti. Bu esnada Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)25, Hatice (Radiyallahu Anha) ise kuvvetli görüşe göre 40 yaşında idi.

Böylece kendisi Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in ilk hanımı olma şerefini elde etmiştir. Bu evlilik Hatice (Radiyallahu Anha)’nın vefatına kadar yani 24 sene sürdü. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), Hatice (Radiyallahu Anha) vefat edinceye kadar başka bir kadınla evlenmedi.

Müslim 2436/77

Mariye’den olan İbrahim dışında, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in tüm çocukları Hatice (Radiyallahu Anha)validemizdendir. Bu çocuklar;

1) Kasım,

2) Zeynep,

3) Rukayye,

4) Ümmü Gülsüm,

5) Fatıma ve

6) Abdullah’tır.

Erkek çocuklar daha küçükken vefat etmiş, kızların tamamı ise nübüvvete yetişmiş, Müslüman olmuş ve hicret etmişlerdir. Fatıma (Radiyallahu Anha) dışında hepsi Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’den önce vefat etmiş, Fatıma (Radiyallahu Anha) ise babasından 6 ay sonra vefat etmiştir.

Hatice (Radiyallahu Anha) eşi Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile nübüvvetten önce 15 yıl kadar mutlu bir hayat arkadaşlığı yapmış, üzerlerine sekinet inmiş ve örnek bir aile hayatı yaşamışlardı.

Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e gönderilen nübüvvet alametlerine şahit olmuş, zor ve sıkıntılı o ilk dönemlerde eşinin teselli kaynağı olmuştur. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e Hira mağrasında Cebrail (Aleyhisselam) gelmiş, ona okumasını emretmişti. Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):

“Ben okuma bilmem” deyince melek onu kuvvetlice sıkarak tekrar okumasını emretmiş ve aynı hadise üç kere tekrar etmişti. Üçüncüden sonra melek "اِقْرَاْ" diye başlayan ilk beş ayeti okudu. Müteakiben korkuyla Hatice (Radiyallahu Anha)’nın yanına gelip olanları anlatan Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’i teskin eden Hatice (Radiyallahu Anha):

“Allah’a yemin ederim ki, Allah hiçbir vakit seni utandırmaz. Çünkü sen akrabanı gözetirsin, işini görmekten aciz olanların yükünü yüklenirsin, fakire verir ve ona kimsenin kazandıramayacağını kazandırırsın, misafirini ağırlar ve hak yolunda zuhur eden hadiselerde halka yardım edersin” dedi ve onu alıp amcasının oğlu Varaka bin Nefvel’e götürdü.

Bu zat, cahiliye döneminde Hristiyan olmuş, İbranice bilen ve İncil’e vakıf bir kimseydi. Hatice (Radiyallahu Anha) durumu ona izah edip, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’de başından geçenleri anlatınca, Varaka o gelenin Musa(Aleyhisselam)’a gönderilen melek olduğunu, bir davete başlayacağını ve kavminin onu beldelerinden çıkaracağını haber vermiş ve kendisinin o davet günlerine ulaşması halinde Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e yardım edeceğini bildirmiş ancak bundan kısa bir süre sonra vefat etmiştir.

Buhari 146, Müslim 160/252

Bu arada bir süre vahiy kesilmiş, bir müddet sonra da Müddessir suresinin ilk ayetleri olan:

“Ey örtüye bürünen! Kalk da uyar. Rabbini yücelt. Giydiklerini temiz tut. Kötü şeyleri terket. Yaptığın iyiliği çok gösterip başa kakma. Ve Rabbin için sabret!” ile risalet görevi başlamış oluyordu.

Nübüvvet ise, ilk inen vahiy "اِقْرَاْ" ile başlamıştı. Risaletin başlamasıyla Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in kavmini Allah’a daveti başladı. Bu davet başladığında Allah’ın kendilerine saadet verdiği ve hayırda öne geçmeyi nasip ettiği bir gurup ilk iman edenlerden olma şerefine nail oldu.

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e ilk iman eden kişi sevgili eşi Hatice (Radiyallahu Anha) olmuştur. Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’i yakından tanıyor ve nübüvvet alametlerine bizzat şahit oluyordu.

Varaka’nın sözlerinden sonra, onun bu ümmete gönderilmiş elçi olduğunda hiç şüphesi kalmamıştı. Bilindiği gibi ilk iman edenlerin diğerleri Ebu Bekir, Ali ve Zeyd bin Harise (Radiyallahu Anhum)’dur. Davet neticesinde Mekke’li müşrikler Allah Rasulü’nü yalanlıyor ve inananlara da zulmediyorlardı.

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bu olaylara üzülüyor, Hatice (Radiyallahu Anha) ise daima ona destek veriyordu. Allah-u Teâlâ bu fedakarlıkları neticesinde Cebrail (Aleyhisselam) vasıtasıyla Hatice (Radiyallahu Anha)’ya selam göndermiş ve kendisini cennette inciden yapılmış, içinde gürültü patırtı ve çalışıp çabalama olmayan bir sarayla müjdelemiştir.

Buhari 3578, Müslim 2432/71

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), Hatice (Radiyallahu Anha)’nın hakkında:

“Zamanındaki dünya kadınlarının hayırlısı İmran kızı Meryem’dir. Bu ümmet kadınlarının hayırlısı da Huveylid kızı Hatice’dir”buyurmuştur.

Buhari 3575, Müslim 2430/69

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in en sevdiği eşi olan Aişe (Radiyallahu Anha) validemiz Hatice (Radiyallahu Anha)hakkında şöyle demektedir:

“Ben Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in hanımlarından hiç birisi hakkında Hatice’ye karşı kıskançlığım derecesinde kıskanç olmadım. Halbuki ben onu kumam olarak görmemiştim. Hatice, Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in benimle evlenmesinden 3 yıl önce vefat etmişti. Ona olan kıskaçlığımın sebebi şunlardı:

Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), onun adını sık sık anardı ve andolsun ki, Aziz ve Celil olan Rabbi, Nebisi’ne, Hatice’yi cennette inciden yapılmış bir evle müjdelemesini emretmişti. Ve şu da muhakkak ki, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)bazen bir koyun keserdi de onun etlerini parçalar ve Hatice’nin sadık kadın dostlarına gönderirdi. Bazı kereler ben sabırsızlanarak Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e hitaben:

−Sanki yeryüzünde hiç kadın yok da sadece Hatice var! der, onu ta’riz ederdim.

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’de:

−“Hatice şöyle idi, Hatice böyle idi diye iyiliklerini sayar ve ondan benim çocuklarım var” buyururdu.

Buhari 3576, Müslim 2435/74

Hatice (Radiyallahu Anha) sıkıntılar sebebiyle oldukça yıpranmıştı. Özellikle, Kureyşlilerin Haşim ve Muttalip oğullarının mü’min olsun kafir olsun bütün fertlerine Ebu Leheb ve oğulları hariç boykot uygulamaları ve onları ablukaya almaları validemizi iyice çökertmişti. Bu boykot şu şekilde idi:

1) Onlarla kız alıp verilmeyecek,

2) Alış-veriş yapılmayacak,

3) Onlarla oturulup kalkılmayacak,

4) Evlerine gidilmeyecek,

5) Onlarla konuşulmayacak,

6) Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), öldürülmek üzere kendilerine teslim edilmedikçe barış yapılmayacak ve onlara merhamet edilmeyecekti.

Anlaştıkları bu hususları içeren bir metin hazırlayıp bu şartlara uymaya dair birbirlerine söz verdiler. Daha sonra da yazdıkları bu metni, daha bağlayıcı olması için Ka’be’nin duvarına astılar. Kureyşliler, tüccarları da onlara bir şey satmaktan men ediyorlardı. Bu boykot üç sene sürdü.

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdudu:

“İnsanlar beni inkar ettiğinde, Hatice bana iman etti. İnsanlar beni yalanladığında, Hatice tasdik etti. İnsanlar beni engellediğinde, Hatice beni malına ortak etti. Allah başkasının değil, sadece Hatice’nin çocuğuyla beni rızıklandırmıştır.”

Ahmed 6/118, İbni Abdilberr el-İstiab 4/1824

Hatice validemiz, adı geçen boykotun kaldırılmasından 6 ay sonra, hicretten 3 sene evvel ve Ebu Talib’in vefatından 3 gün sonra, nübüvvetin 10. yılı Ramazan ayında 65 yaşında iken ölmüş ve Hacun’a defnedilmiştir.

Elde ettiği onca hayrın yanı sıra Allah (Azze ve Celle), Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in temiz soyunun, Hatice validemizin kızı Fatıma (Radiyallahu Anha)’nın çocuklarıyla devam etmesini bir nimet olarak ona bahşetmiştir. Yani Havva validemiz insanlığın annesi olduğu gibi, Hatice validemiz de Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in neslinin annesidir.

Allah ondan ve temiz neslinden razı olsun.Amin.


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

10 Ekim 2014 Cuma

379. RABBİMİZİN cc 23.NASİHATI

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Yüce Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:

"Ey iman edenler, Allah'ı çokça zikrediniz ve O'nu gece ve gündüz teşbih ediniz."(
Ahzâb 33/41-42.)

Allah'ımızın cc bize 104 kitapta geçen ve Peygamberimize sav bildirdiği nasihatları aktarmaya devam ediyorum.


Ey İmrân oğlu Musa!

Ey beyan sahibi, kelâmıma kulak ver! Ben deyyân (hüküm sahibi) olan Allahım. Benimle senin aranda tercüman yoktur. Faiz yiyenleri, rahmanın gazabı ve şiddeti kat kat artırılmış ateş ile müjdele!

Ey âdemoğlu! Kalbinde bir katılık, bedeninde bir rahatsızlık, rızkında bir daralma ve malında bir azalma bulduğun vakit sana yararı olmayan bir konuda (mâlâyâni) konuştuğunu bil.

Ey âdemoğlu! Dilin dosdoğru olmadıkça dinin de dosdoğru olmaz. Sen rabbinden haya etmedikçe de dilin dosdoğru olmaz.

Ey âdemoğlu! İnsanların ayıpları ile uğraşarak kendi ayıbını unuttukça şeytanı kendinden razı eder ve rahmanı kendine gazap ettirirsin.

Ey âdemoğlu! Dilin bir aslan gibidir; onu kendi başına bırakırsan seni öldürür. Senin helak olman dilinin başı boş kalıp pervasızca konuşmasındandır." 

Rabbim hepimize bu kudsi nasihatlerin kendilerine fayda vereceği şuurlu müminler olmayı nasip eylesin.AMİN.

KUDSİ hadis, mânası yüce Allah'a, ifadesi Hz. Peygamber Efendimiz'e (s.a.v) ait olan mübarek sözlerdir. Kur'an'dan ve Peygamberimiz'e ait hadislerden ayrıdır. Peygamberimiz onları Kur'an vahyinden ayrı olarak Allah'tan alıp"; "Yüce Allah buyurdu ki" şeklinde, onun yüce Allah'a ait olduğunu belirten ifadelerle nakletmiştir.

Rabbimizin 104 Kitaptaki Öğütleri (Meva'ız-i Kudsiyye)

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

9 Ekim 2014 Perşembe

378.USUL-İ FIKIH

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Modernistlerin Usul-i Fıkıh eleştirilerine cevap niteliğinde güzel bir yazı :


İslam dini, insan hayatını bütün cepheleriyle kuşatan ve en ince teferruatına kadar hayatı kainatın yaratılış gayesine uygun biçimde tanzim eden kapsamlı bir dindir. İslam dini insan hayatının sadece ruh ve gönül boyutuyla değil; inanç, düşünce, davranış, yaşayış tarzı ve ahlak boyutuyla da ilgilenir, ölçüler koyar; fertten topluma insan hayatını düzenler. 

İslam dininin getirdiği ölçüler Peygamber efendimizin (s.a.v) tebliğ ettiği naslar aracılığıyla insanlığa ulaşmıştır. Sözünü ettiğimiz dinî nasların bir kısmı inanç ve düşünceyle, bir kısmı davranış ve yaşayış biçimiyle, bir diğer kısmı da ahlakla ilgilidir. Nasların inanç konularıyla alakalı olarak getirdiği ölçülere itikadî hükümler davranışlarla alakalı olarak getirdiği ölçülere amelî hükümler , ahlakla alakalı olarak getirdiği ölçülere de ahlakî hükümler adı verilmektedir. Bu hükümler henüz yazılı kültürün yaygınlaşmadığı İslamın ilk dönemlerinde ekseriyetle rivayet birikimi olarak kuşaktan kuşağa aktarılmış ancak sonraki dönemlerde kitaplara kaydedilmiştir. Bir dönem herhangi bir sınıflandırmaya gidilmeden mecmualarda derlenen bu hükümler, ilerleyen zamanlarda alan farklılığına göre müstakil kitaplarda toplanarak islamî ilimlerin tedvinini getirmiş ve itikadî hükümler Akaid / Kelam ilminde, amelî hükümler Fıkıh ilminde, ahlakî hükümler de Tasavvuf ilminde incelenmiştir. Bu ilimlerden başka dinî kaynakları/delilleri inceleyen ilimler de vardır ki bunlardan Kuran'ın mana ve mefhumunu konu edinen ilme tefsir ilmi, hadis rivayetlerinin zaptı ve sıhhat ölçüleriyle ilgili ilme de hadis ilmi adı verilir. Bütün bu ilimlerin yanında hükümlerle dini kaynaklar arasında köprü vazifesi gören Usul-i fıkıh ilmi vardır. Usul-i fıkıh ilmi Kuran ve sünnetten hüküm çıkarmanın yöntemini konu edinen bir ilimdir ve muhtevası fıkıh ilmiyle birlikte oluşmuştur.

Başlıca kısımlarına yer verdiğimiz bu ilimler tarih boyunca Müslümanca yaşamanın temel referansları olmuş ve siyasetten sosyal hayata kadar tarihin akışını Müslümanlardan yana dengelemiştir. Ne var ki tarihin akışını kendi lehine çevirerek yeryüzünü sömürmek isteyen egemen güçler, yeryüzünün en verimli topraklarını ellerinde tutan Müslüman toplumun, kaba kuvvetin söküp alamadığı imanî bir mukavemete sahip olduğunu görünce onları dinî ve tarihî değerlerinden kopararak kimliksiz halk yığınları haline dönüştürmenin planlarını yapmışlardır. Bunun için amaçları önünde en büyük engel gördükleri Müslümanların zihin yapısını tahrip edip çıkarları doğrultusunda yeniden inşa girişiminde bulunmuş, bu bağlamda iman, itaat, teslimiyet, aşk, irade, hürriyet, adalet ve hak gibi zihin kodlarını teşkil eden kavram örgüsünü tahrif etmeye başlamışlardır. Ne var ki bu kavramlar dinî değerini İslamî ilimlere borçlu olduğundan söz konusu tahrif planı İslamî ilimleri de içine alacak biçimde genişletilmiş ve Usul-i fıkıh başta olmak üzere İslamî ilimlerin orijinalitesi tartışmaya açılmıştır. Bu tartışma süreci içerisinde tavrını egemen güçlerden yana koyan modernistler, ekseriya İslamî ilimlerin ve bu ilimlerin ikame ettiği sünnî anlayışın tarihsel olduğunu ve Hz. Peygamberden (s.a.v) çok sonraları dönemlerinin siyasî ve ictimaî konjonktürüne göre biçimlendirildiğini savunmuşlardır.

Gerçekte durum modernistlerin iddia ettiği gibi değildir. Usul-i fıkıh başta olmak üzere İslamî ilimlerin teşekkülünde Allah resulünün (s.a.v) payı azımsanmayacak kadar fazladır. Çünkü İslamî ilimlerin başlıca verileri Allah'ın dinini tebliğ ve tebyin yetkisiyle donatılan Peygamber efendimizin (s.a.v) beyanlarına dayanmaktadır. Nitekim Peygamber efendimizin (s.a.v) sahabenin anlamakta güçlük çektiği ayetlerle ilgili beyanları Tefsir ilminin, çeşitli münasebetlerle söyledikleri sözler, yaptığı fiiller ve sergilediği tavırlar Hadis ilminin ve bu mübarek söz, fiil ve tavırların muhtevası da konusuna göre Akaid, Fıkıh ve Tasavvuf ilimlerinin ana malzemesini oluşturmuştur. 


Allah'ın birliğinden kabir azabına kadar Akaid ilminin konuları, taharetten vasiyete kadar Fıkıh ilminin konuları ve sabır, rıza, mücahede, şükür ve züht gibi Tasavvuf ilminin başlıca meseleleri hep Peygamberimizin (s.a.v) beyanlarıyla netlik kazanarak İslamî hüviyete kavuşmuştur. Tedvin döneminden sonra anılan ilimler hakkında yazılan eserlerin muhtevasına da bakıldığında bu durum somut olarak gözlenebilmekte; söz konusu eserlerde ayet ve hadislerin önemli bir yekun tuttuğu görülmektedir. Kaldı ki en radikal modernistler bile ferî meselelerin peygamberimiz (s.a.v) tarafından hükme bağlandığını kabul etmektedir. Asıl onların şüphe uyandırmaya çalıştığı konu ayet ve hadislerin tarihselliğine ilişkindir. Bir çok modernist bugün fıkıh kitaplarında belirtilen hükümlerin ayet ve hadislerden elde edildiğini kabul etmekle birlikte bunların, asr-ı saadetin şartlarına göre tanzim edildiğini; dolayısıyla çağın koşullarına uygun olarak yeniden düzenlenmesi gerektiğini savunurlar. Bir örnek olarak İslam da hırsızlık cezası olan el kesme uygulamasının yerine modern toplumlarda uygulanan diğer cezalardan birini önerirler. Onlar anılan hükmü getiren Kuran ayetinin hırsızlık suçundan insanları caydırmayı hedeflediğini düşünerek bugün başka bir caydırıcı cezanın verilmesiyle ayetin maksadının gerçekleşmiş olacağını iddia ederler.

Konu nasları yorumlama biçimiyle alakalı olduğundan modernistler eleştiri oklarını Usul-i fıkha yöneltip İslam'ın erken dönemlerinde teşekkül eden usul anlayışını, sığ, lafızcı ve tarihsel olmakla tenkit ederler. Modern çağların problemlerini çözmede yetersiz kalacağını düşündükleri bu usul yerine modernistler, -lafza rağmen- maksadı önceleyen esnek bir usul anlayışını ikame etmek isterler. Amaç bellidir: Modern zamanların, kadim değerleri egemen kültürden yana dönüştüren koşulları karşısında eğilip bükülebilen light bir İslam anlayışı geliştirmek. 


Gerçekte durum modernistlerin iddia ettiği gibi midir acaba? usul ilimleri, Allah resulünün (s.a.v) benimsediği yol terk edilip bir dönemin sosyal, siyasî ve ideolojik teamüllerine göre şekillenerek Müslümanlık tarihi şaibe altında mı kalmıştır? Modernistlerin ileri sürdüğü gibi yerleşik usul anlayışı sığ ve lafızcı mıdır?

Peşinen ifade edelim ki bu iddialar, ilahî adalet ilkesi bir yana tarihî veriler açısından da son derece tutarsızdır. Tarihî veriler göstermektedir ki, diğer ilimlerde olduğu gibi Müslümanlığımızın teminatı olan Usul-i fıkhın temel prensipleri de Allah resulü (s.a.v) ve sahabe tarafından vaz edilmiştir. Bir farkla ki diğer ilimlerin muhtevasını ayet ve hadislerde doğrudan bulmak mümkün olduğu halde Usul-i fıkıh ilminin muhtevasını çoğu kere dolaylı olarak bulabiliriz.

Usul-i fıkıh ilminin ana kaidelerini Peygamberimizin (s.a.v) vazettiğini gösteren bir çok örnek vardır. Bu örneklere geçmeden önce şunu bilmeliyiz ki, Peygamberimiz (s.a.v) dinî hükümleri tebliğ ettiği gibi bu hükümlere ulaşmanın yollarını/usulünü de öğretmiştir. Çünkü dinî hükümlerin tahrif edilmeden kıyamete kadar varlığını sürdürebilmesi usul ilminde ortaya koyulan sistemin teminatı altındadır. Dinî hükümlerin kıyamete kadar bekasını tekeffül eden Şari in bunun teminatı olan usulü ihmal etmesi nasıl düşünülebilir. Şu halde sadece bu durum bile, Usul-i fıkıh ilminin temel prensiplerini bizzat Allah resulünün (s.a.v) vazettiğini söyleyebilmemiz için kafidir. Kaldı ki elimizde Peygamber efendimizin (s.a.v) ashaba bir yandan dinî hükümleri iletirken bir yandan da onları naslardan hüküm çıkarma konusunda eğittiğini ve bu vesileyle Fıkıh başta olmak üzere kendilerini islamî ilimlerde yetiştirdiğini gösteren bir çok delil bulunmaktadır. Allah resulünden (s.a.v) rivayet edilen "ümmetimin kaza / yargı konusunda en maharetli olanı Ali, helal ve haramı en iyi bileni Muaz, feraiz / miras hukukunu en iyi bileni de Zeyd tir." sözü[1] kendileri henüz hayattayken Fıkıh ilminde derinleşmiş sahabiler bulunduğunu gösteren rivayetlerden sadece biridir. Hatta sahabe arasından fetvaları nakledilenlerin sayısı aralarında kadınlar da olmak üzere- yüz otuz küsur kadardır[2]. Ayrıca Peygamber efendimizin (s.a.v) zaman zaman kendisine arz edilen meselelerin çözümünü yanında bulunan sahabilere havale ettiğini ve meseleleri çözerken kendilerine nezaret ettiğini bildiren rivayetler de vardır[3]. Nitekim Peygamberimizden (s.a.v) aldıkları bu eğitim sayesindedir ki sahabe, peygamberimizin (s.a.v) vefatından kısa bir zaman sonra koca toplumları idare edecek ve onların dinî ve sosyal problemlerini çözebilecek ilim ve muhakeme kudretine erişmiştir.

Allah resulünün (s.a.v) usul kaidelerinin vazına öncülük ettiğini gösteren bir vesika olarak onunla Hz. Muaz (r.a) arasında geçen bir diyalogu zikredebiliriz. Rivayete göre Peygamberimiz (s.a.v), kendisini Yemen'e vali olarak göndereceği sırada Hz. Muaz'a (r.a) sana bir mesele arz edildiği zaman neye göre hüküm verirsin diye sorduğunda o Allah'ın kitabına göre hüküm veririm demiş, Allah'ın kitabında bulamazsan neye göre hüküm verirsin diye sorduğunda da, Allah resulünün sünnetine göre hüküm veririm diye cevap vermiştir. Bu defa Peygamber efendimiz (s.a.v) onda da bulamazsan nasıl hüküm verirsin diye sorunca Hz. Muaz da (r.a) kendi reyimle içtihat ederim cevabını vermiştir. Bunun üzerine Peygamber efendimiz (s.a.v) elçisinin elçisini elçisinin rızasına muvafık kılan Allah'a hamd olsun diyerek Hz. Muaz'ı (r.a) takdir etmiştir[4]. Görüldüğü gibi burada hüküm çıkarırken izlenmesi gereken bir metod olarak önce Kuran'a, sonra sünnete daha sonra kıyas ve içtihada başvurmak gerektiğine açıkça işaret edilerek Usul-i fıkhın gövdesini oluşturan sistematik resmedilmiştir. Ayrıca söz konusu hadisten bütün meselelerin çözümlerinin Kuran da doğrudan bulunamayabileceği; bu bakımdan bir meselenin çözümünü illa da Kuran'dan beklemenin anlamsız olduğu da anlaşılmaktadır. Bunun yanında Allah resulü (s.a.v) ümmetim dalalet üzerinde birleşmez buyurarak[5], ümmetin ittifak ettiği bir şeyin hidayet/doğru olacağına işaret etmiştir ki bu husus Usul-i fıkıhtaki edille-i erbaa / dört delil kavramının üçüncü ayağı olan icmanın hucciyetini doğurmuştur.

Sevgili Peygamberimizin (s.a.v) ahirete irtihalinden sonra hilafet makamını ihraz eden Hz. Ebubekir es-Sıddık ın (r.a) kendisine arz edilen bir meselenin hükmünü bulmaya çalışırken Peygamberimizin (s.a.v) öğrettiği yöntemi takip ettiği ve önce meseleyi Kuran'dan araştırdığı, Kuran'da bulamadığı takdirde sahip olduğu sünnet birikiminde araştırdığı, bunda da bulamazsa diğer sahabilere bu konuda Peygamberimizden (s.a.v) duydukları bir hükmün olup olmadığını sorduğu rivayet edilmektedir. Sahabenin kendisine konuyla ilgili bir hadis aktarması halinde ona tabi olduğu, aksi takdirde sahabenin ileri gelenlerini toplayarak kendileriyle istişare ettiği ve belli bir görüşte icma / ittifak etmeleri halinde bu görüşe göre hüküm verdiği rivayet edilmiştir. Kaynaklarda Hz. Ömer'in de (r.a) benzer yöntemi izlediği ve bunun yanında karşılaştığı problemle ilgili Hz. Ebubekir'in (r.a) bir hükmü olup olmadığını sorarak ona göre hüküm verdiği nakledilmiştir[6]. Görüldüğü gibi Allah resulünün (s.a.v) irtihalinden sonra doğal olarak sisteme icma delili de eklenmiş ve Hz. Ömer (r.a) kendinden bir önceki halife Hz. Ebubekir'in (r.a) uygulamasını da delil kabul etmiştir. Ayrıca Hz. Ömer'in (r.a) bu tutumu yerleşik usul anlayışında Allah resulünün (s.a.v) tavrını tespit sadedinde sahabe ve tabiinin görüş ve uygulamalarının yön belirleyici konumu için önemli bir veri teşkil etmektedir.

Yine bunun gibi sahabenin yer yer karşılaştığı bazı rivayetler karşısında sergilediği tutumlar, sonraları hadis ve fıkıh usulüne önemli prensipler kazandırmıştır. Örneğin talak-ı bainle boşanmış olan bir kadının iddet döneminde nafaka ve meskeni konusu karara bağlanırken, Fatıma Bint-i Kays'ın (r.anha), benzer bir durumdayken Peygamberimizin (s.a.v) kendisine kocasından ne nafaka ne de mesken tahsis etmediğini rivayet etmesine karşılık Hz. Ömer (ra), doğru mu söylüyor, yanlış mı söylüyor; tam mı anlamış yoksa eksik mi anlamış emin olmadığımız bir kadının sözüne bakarak Allah'ın kitabını ve peygamberimizin sünnetini bırakamayız demiştir[7]. Hz. Ömer'in (r.a) bu tutumu, Hanefî mezhebinde açık Kuran ayetine veya meşhur sünnete muhalif olarak gelen bir rivayetin makbul olmayacağı şeklinde bir kaideyi intaç etmiştir[8].

Modernistler yerleşik usul anlayışının benimsediği nasları anlama ve yorumlama tarzına da itiraz etmişlerdir. Oysa Usul-i fıkıh kitaplarında yer alan nasları yorumlama tekniği Kuran ve hadislerin dili olan Arap lisanının anlatım ve yorum geleneğine uygun olarak geliştirilmiştir. Biz Kuran'ı senin dilinle indirerek kolaylaştırdık ki insanlar ondan öğüt alsınlar (Duhan, 58) ayeti de Kuran'ın Arap dili örfüne göre anlaşılması gerektiğine işaret etmektedir. Nitekim sahabe de Kuran'ı böyle anlamış ve anlamı bilinmeyen ya da yanlış anlaşılabilen Kuran ifadelerini şiir ve deyimler başta olmak üzere Arap dili kaynaklarına göre çözümlemişlerdir. Buna bir örnek olarak bacaktan açıldığı ve secdeye davet edildikleri gün secde edemezler. (Kalem, 42) ayetinde geçen bacak kelimesiyle ilgili olarak İbn-i Abbas'a (r.a) soru yöneltildiğinde cevaben Kuran'dan bir şeyi anlamadığınız zaman onu şiirlerde arayın. Zira şiir Arapların divanıdır diyerek bacakların açılması deyiminin harp sırasında yaşanan korku ve dehşet halini anlattığını gösteren bir şiir okumuş ve ayeti ortalığı dehşet kapladığı gün şeklinde yorumlamıştır[9].

Modernistler yerleşik usul anlayışını lafızcılıkla eleştirmekle de haksızlık etmişlerdir. Zira usulcüler nasların manalarını ihmal etmediği gibi mefhumunu bile itibara almaya çalışmışlardır. O kadar ki bir nassı; ibaresi, işareti, delaleti ve iktizası olmak üzere dört yönden inceleyerek sınırlı sayıdaki naslardan on binlere varan fıkhî meselenin çözümünü bulmuşlardır. Usul-i fıkıhta, nas ve icmanın bulunmadığı konularda delil kabul edilen kıyas bile yine nasların mana ve mefhumundan elde edilen illet üzerine kuruludur. Burada usulcülerin karşı olduğu şey nasların lafızlarını hiçe sayarak mana ve maksadı ön plana çıkarmaktır. Mana ve maksadın anlaşılmasını sağlayan şey yine nassın lafzıdır. Lafza rağmen Şari in maksadını tespite kalkışan kimsenin yaptığı istinbat değil, olsa olsa spekülasyondur. Yerleşik usul anlayışında ayet ve hadislerden hüküm çıkartılırken Şari in maksadı elbette gözetilmiştir. Nitekim usulcülere göre Allah'ın muamelatla ilgili- hükümleri vazındaki nihaî murad / maksat kulların maslahatını celp, mazarratını def dir. Söz konusu hükümlerin hepsinde biz anlasak da anlamasak da bu maksat gözetilmiştir. Fakat Şari in maksadı tespite çalışılırken lafzı ihlal edecek derecede spekülasyona fırsat verilmediği gibi, söz konusu maslahat, belli ölçülerle sınırlandırılarak / somutlaştırılarak istismarın önüne geçilmiştir. Usulcüler bu bağlamda illet olduğu zannedilen bir hususun tesir vasfını[10] kesp etmesi için; ya bizzat kendisinin (ayn) ya da kendisini ve diğerlerini kapsayan daha umumi bir mananın (cins), bizzat kendisinde ya da kendisini de içine alan daha kapsamlı bir hükümde itibar edilmiş olduğunu gösteren nas veya icmayla desteklenmiş olmasını şart koşarlar[11].

Bütün bu anlattıklarımızdan sonra asr-ı saadette, sözgelimi geç dönemlerdeki haliyle usul-i fıkıh konseptinin oluştuğunu söyleyemesek de muhtevası itibariyle bu ilmin o dönemde mevcudiyetinden söz edebiliriz. Bu bakımdan gerek Usul-i fıkıh ilmi gerekse diğer islamî ilimlerin, asr-ı saadette tebliğ edilen İslam dinini yansıtamayan konjonktürel yorumlar olduğu yönündeki fikirlerin tarihî verilerle çatıştığını çok rahat söyleyebiliriz. Fakat şurası da bir gerçek ki, bu ilimler asr-ı saadetteki sadeliğinde kalmamıştır. Tarihi koşullara göre meselelerin teferruatlanması ve ortaya çıkan muhalif fırkalarla tartışma zeminin oluşması sonucu, kendilerinden çağının problemlerine çözüm üretmesi beklenen alimler eserlerinde, asr-ı saadet ve ilk devir pratiklerinden teoriler geliştirmiş ve dönemin ilim / entelektüel diline paralel olarak konuların işleniş tarzında daha aklî / mantıkî bir tarz benimsemiştir.

Bu durum, Usul-i fıkıh ilminde örneğin İmam-ı Şafiî nin (v. 204 h.) er-Risale adlı eseriyle, onun kurucusu olduğu mezhebin bağlılarından İmam-ı Razî nin (v. 606 h.) el-Mahsul adlı eseri mukayese edildiğinde daha kolay fark edilecektir[12]. Er-Risale kuruluş dönemi eseridir ve belli usul konularıyla sınırlıdır. El-Mahsul ise İmam-ı Şafii den yaklaşık dört asır sonra Usul-i fıkıh ilminin olgunlaşma döneminde kaleme alındığından hemen bütün usul konularının işlendiği ansiklopedik bir eser mahiyetindedir. Nitekim her iki kitabın ortaklaşa işlediği bir konu er-Risale de örneğin üç sayfa ise el-Mahsul da otuz sayfayla yüz sayfa arasında değişebilmektedir.

Bunu örnek bir konu üzerinde görebilmek için her iki eserde de ele alınan icma meselesini inceleyebiliriz. Er-Risale de icma bahsi toplam dört sayfa tutmaktadır. Dört sayfalık bu bölümde İmam-ı Şafii, icmanın huccet olup olmadığı yönündeki soruya yer verdikten sonra cemaata bağlılığın gerekliliğini bildiren hadisle icmanın huccet oluşunu delillendirerek bahse son verir[13]. Aynı konuyu yaklaşık yüz sayfada inceleyen Fahru r-Razî kitabında, önce icmanın tarifini verir ve daha sonra tartışmalara geniş yer ayırdığı icmanın imkanı konusunu işler. Müellif dört beş sayfa süren bu tartışmalar sonucu genel olarak icmanın imkanını ispatlayıp icma ile alakalı fer i meselelere geçer. Fer i meselelerin incelendiği bu bölümde yaklaşık onlarca meseleyi işleyen müellif daha sonra icma ehlinin özellikleri ve bu özelliklere göre icmanın kısımlarına değinir. Müellif son olarak icmanın hangi konularda cari olduğunu, icmanın hükmünü ve icmanın bir icmayla veya bir hadisle çatışması durumunda ne gerektiği gibi konuları inceleyerek bahse son verir[14]. El-Mahsul de bahsin bu kadar geniş bir yer işgal etmesi, meselelerin teferruatlanmasının yanında muhalif fırkalarla girilen uzunca tartışmalarla da alakalıdır. Ayrıca tartışmada dönemin istidlal ve ilzam yönteminin gereklerine uyma titizliği de el-Mahsul müellifi Fahru r-Razî yi konuyu uzunca biçimde ele almaya zorlamıştır. İcma bahsi bu iki kitaptan birlikte mütalaa edildiği takdirde görülecektir ki, İmam-ı Şafii nin er-Risale de verdiği temel bilgilerle Fahru r-Razi nin el-Mahsul de verdiği malumat arasında uyuşmazlık söz konusu değildir. Fahru r-Razî mezhebine müntesip olduğu İmam-ı Şafii nin bu konudaki görüşlerine aynen tabi olmakla birlikte, kitabında, onun döneminde gündeme gelmeyen problemlerin çözümüne de yer vermiştir. Fahru r-Razî bunu yaparken yine İmam-ı Şafii nin benimsediği esaslardan hareket etmiştir. Mesela Fahru r-Razî el-Mahsul de sadece dört mezhep imamının ittifakının icma sayılıp sayılamayacağı konusunu işler ki, bu konunun dört imamdan biri olan İmam-ı Şafii nin döneminde gündeme gelmesi mümkün değildir. Neticede Fahru r-Razi böyle bir ittifakın icma sayılamayacağını belirtir ki, bu görüş İmam-ı Şafii nin benimsediği icma anlayışıyla da örtüşmektedir. Sonuç olarak İmam-ı Şafii, Allah rasulü (s.a.v) ve sahabe tarafından kaba hatları belirlenen usul anlayışını döneminin gelişmelerine paralel olarak detaylandırıp geliştirdiği gibi Fahru r-Razi de, İmam-ı Şafii den devraldığı usul mirasını kendi döneminin koşullarını göz önünde bulundurarak özüne uygun biçimde geliştirip zenginleştirmiş ve asrının metodolojik problemlerini çözebilecek donanıma kavuşturmuştur.

İslamî ilimlerdeki açılım / gelişim süreci sadece Usul-i fıkıhla sınırlı kalmamış diğer İslamî ilimlerde de benzer durum yaşanmıştır. Buna bir diğer örnek olarak Akaid-Kelam farklılaşmasında yaşanan gelişim sürecini gösterebiliriz. Bir döneme kadar Akaid alanındaki eserler; muhalif bir inanç ya da felsefe muhatap kabul edilmeden sadece bir müslümanın inanması gereken inanç esaslarıyla sınırlı bir çerçeve çizerken (Akaid), Müslüman toplumu tehdit eden muhalif inançlarla tartışma zemininin oluştuğu sonraki dönemlerde, bu esasların yanında, İslamın Allah, varlık ve alem tasavvurunu da belirleyen felsefî bir tarz kazanmıştır (Kelam). Bu durum Akaid ilmi için bir inhiraf değil, bilakis yeni dönemin icapları karşısında kendi kendini açımlamasıdır. Örneğin İmam-ı Tahavî nin akidesiyle yine Fahru r-Razî nin Mealim-i Usulüddin adlı eserini mukayese edecek olursak, zamanla islamî ilimlerin gövdeden dallara doğru nasıl geliştiğini daha net görebiliriz. Akaid ilminin tedvin dönemlerinde yaşayan İmam-ı Tahavî, dönemin felsefî kavramlarını kullanmadan konuları ayet ve hadislerle ispatlama yoluna gitmiştir. İmam-ı Tahavî den yaklaşık üç asır sonra Kelam ilminin olgunlaşmaya yüz tuttuğu dönemde yaşayan Fahru r-Razî, kelamcıların varlık ve bilgi tasavvuruyla söze başladığı kitabında meseleleri takrir ederken felsefî / kelamî kavramları kullandığı gibi, ayet ve hadislerden çok mantıkî istidlal tarzını esas aldığı aklî delillere başvurmuştur.

Bunun gibi ilk dönem tefsir eserlerinde ayetler tefsir edilirken sadece sahabe ve tabiinden gelen rivayetlerle yetinildiği halde daha sonraki dönemlerde bunun yanında, rivayetlerle örtüşen yorumlara da yer verilmiştir. Kuran tefsirinde dirayet/yorum yolunun açılmasının ardından zamanla tefsirde ihtisaslaşmaya gidilmiş; dil bilim uzmanları ayetleri daha çok sarf-nahiv-belağat zaviyesinden, fıkıhçılar fıkhî hükümler, sûfîler ruhî haller açısından tefsir etme eğilimi göstermişlerdir. Bir dilbilimcinin, Kuran ayetlerini okurken mesleği gereği ayetlerin nahvî ya da belağî özelliklerine ağırlık vermesi ve ayetlerden diğer kimselerin anlayamayacağı bir takım lügavî nükteler çıkarması olsa olsa Kuran ın zenginliğine yorulur ki, bu durum tefsir ilminin özünden uzaklaştığını değil bilakis geliştiğini gösterir.

Sonuç olarak makalenin başından beri ama doğrudan ama dolaylı olarak anlatmak istediğimiz şey, Usul-i fıkıh başta olmak üzere İslamî ilimlerin doğallığı ve orijinalliğidir. Bu ilimlerin temelinde yukarıda örneklerine yer verdiğimiz gibi ayet, hadis ve sahabenin tecrübesi vardır. Dolayısıyla bu ilimleri İslamî kılan şey, Müslüman coğrafyada tedvin edilmiş olmaları değil, bilakis temellerini teşkil eden malzeme ve bu malzemeye mütenasip olarak iman, dirayet ve ilham tarafından işlenen teferruat örgüsüdür. Bu ilimler asr-ı saadetten itibaren dışarıdan müdahalelere meydan verecek her hangi bir kopukluk yaşanmadan günümüze kadar ulaşmış ve dünden bugüne İslam diniyle aramızdaki irtibatı sağlayan bir köprü işlevi görmüştür. Oluşumlarında ne her hangi bir ideolojinin ne de her hangi bir siyasi otoritenin etkisi olmuştur. Bu ilimler sadece Kuran ın muhafazası vaadinin doğal bir uzantısı olarak ilahî bir inayetle oluşmuş ve gelişmiştir. Çünkü Kuran ın anlam bütünlüğü bu ilimlerin teminatı altındadır. Allah resulünün getirdiği dinî hükümlerin bugüne kadar değişmeden muhafaza edilmiş olması usul-i fıkıh prensipleri sayesindedir. Usul-i fıkhın net bir dille vazettiği mevrid-i nasta içtihada mesağ yoktur (açık ayet ve hadislerin bulunduğu konularda içtihada yer yoktur) ilkesi olmasaydı, bugün Müslümanlığımızı anlamlı kılan bir çok dinî hüküm tarih içerisinde Hammurabi kanunları gibi - geçerliliğini kaybedecek ve bu hükümleri beyan eden ayetler, varlık amacının tersine sadece tarih ve edebiyat araştırmalarının konusu olacaktı.

Makalemizin ebatları dahilinde modernistlerin İslamî ilimlerle ilgili eleştirilerine cevap vermeye çalıştık. Şimdi biraz da onların nerede hata ettikleri konusu üzerinde düşünelim.

Modernistlerin gerek islamî ilimlere yönelttikleri eleştirilerde gerekse metot geliştirme çabalarında kendilerini başarısızlığa iten en büyük sebep onların ön yargılı, parçacı ve kurgucu yaklaşımlarında gizlidir.
Modernistler ön yargılıdır; çünkü onların Müslümanlık tarihine olan olumsuz bakışları bu tarih içinde oluşup gelişen İslamî ilimleri de kapsamış ve kendilerini İslamî ilimler hakkında ön yargılı olmaya itmiştir. Ayrıca üniversite yıllarından beri aldıkları modern eğitim kendilerine anlamak/öğrenmek yerine eleştirme ve sorgulamayı öğretmiştir. Nitekim modern eğitim anlamanın mantıkî / felsefî boyutuyla ilgilenirken ahlak boyutunu ihmal eder.

Modernistler parçacıdır; Çünkü onlar alternatif metodoloji denemelerinde on binlerce örnek içinden ilk bakışta yerleşik usul anlayışıyla çatışan sadece birkaç tanesiyle yetinirler. Dolayısıyla bütünü göremez ve böylece bütünü kuşatan bir metot da geliştiremezler. Oysa yerleşik usul anlayışının mimarı makale boyunca da ifade etmeye çalıştığımız gibi sadece bir kişi değildir. Bu usul anlayışının temeli Allah resulü (s.a.v) tarafından atılmış; sahabe, tabiin, tebe-i tabiin ve son asırlara kadar binlerce İslam aliminin titiz muhakemeleriyle gelişip bugünkü şeklini almıştır. Modernistlerin parçacı yaklaşımları biraz da kolaycı olmalarından kaynaklanır. Onlar on binlerce rivayeti ezberleme ve gerektiğinde hepsini tarama külfetine girmeyi göze alamazlar. Onlar ancak sayıları sınırlı şaz rivayetleri tesbit etmekle yetinirler. Aslında bunu da tam olarak yapamazlar; çünkü bu rivayetlerin varyantlarını cem edip aralarını tevfik etme gibi bir niyetleri yoktur. Bunu yapacak olsalar ellerindeki malzemeyi de yitirecekleri bellidir. Oysa büyük kelamcı Fahru r-Razî, Kelam ilmiyle alakalı on iki bin yaprak tutarında kitap ezberlemeden bana Kelam ilminde ders vermem için izin verilmedi demektedir[15]. 


Evet modernistler kolaycıdırlar; çünkü alternatifini ikame etmeye çalıştıkları Usul-i fıkıh anlayışının bir an olsun doğru olabileceği ihtimalini göz önünde bulundurarak lehteki deliller üzerinde düşünmezler. Yine Fahru r-Razi Ehl-i sünnet inanç ve usulünü incelediği kitaplarında muhaliflerin görüşlerini destekleyen delillere de yer verir ve bu konuda o kadar ileri gider ki, gündeme getirdiği bu deliller çoğu zaman muhaliflerin kendileri tarafından bile gündeme getirilmemiştir.

Modernistler kurgucudur; çünkü onlar birkaç aykırı örneği gözlerinde büyüterek bunlar üzerine bir sistem tasarlarlar. Onlar bilgiyle kuşatamadıkları İslam tarihini varsayımlarla kuşatmak, bilgi açığını yorumla kapatmak isterler. Nitekim modernistlerin teklif ettiği kısmî metodoloji incelendiğinde bunların uygulanabilirlik vasfından mahrum ütopik şeyler olduğu ve mevcut malzemeler/rivayetler üzerinde tatbik edilemeyeceği ortaya çıkmaktadır. Ehl-i sünnet alimlerinin ortaya koyduğu usul ise kurgu değil, on binlerce rivayeti kucaklayan istikra ve tahkik mahsulüdür. Üstelik bu usul tarih boyu uygulanarak gereken güveni vermiştir. Oysa modernistlerin teklif etmek istediği usul Müslümanlarda değil, Hıristiyan Avrupa da uygulanmıştır ve baştan sona Hıristiyan kültürünün mahsulüdür. Bu metodolojiyi intaç eden felsefî arka plan peygamberi sıradan bir beşer olarak görür ve onun getirdiği vahyi beşerî tecrübeye atfeder. Beşerî ilimlerdeki pozitivist, akılcı yöntemi ilahî ilmi temsil eden vahye tatbik ederek merkeze Allah yerine insanı koyan (hümanist) ve toplumsal alandan yalıtılmış (seküler) bir din anlayışına hizmet eder.

Hasılı bugün modernistlerin hararetle savundukları metodoloji; akıl yerine vahyi, insan yerine Allah ı, dünya yerine ahireti merkeze alan İslam diniyle taban tabana zıttır. Dolayısıyla dinin modernize edilmesi yönünde gösterilen bütün bu çabalar, bilerek ya da bilmeyerek dinin tahrifine yol açmaktadır.


[1] es-Süyûtî, el-Camiu s-Sağîr, hadis no, 908; el-Münavî, Feyzu l-Kadir, c. 1, s. 588.
[2] İbn-i Kayyım el-Cevziyye, İ lamü l-Muvakkıîn, c. 1, s. 10.
[3] Ahmed bin Hanbel, el-Müsned, hadis no, 17978.
[4] Tirmizi, hadis no, 1327, 1328; Ebu Davud, hadis no, 3592, 3593.
[5] Tirmizî, hadis no, 2093; İbn-i Mace, hadis no, 3940.
[6] İbn-i Kayyım el-Cevziyye, İ lamü l-Muvakkıîn, c. 1, s. 49.
[7] Ed-Debûsî, Takvimü l-Edille, s. 183; Sadru ş-Şeria, et-Tavzîh, c. 2. s. 19.
[8] Sadru ş-Şeria, et-Tavzîh, c. 2. s. 19.
[9] el-Beyhakî, Kitabü l-Esma ve s-Sıfat, s. 345.
[10] Bir illet bu vasfı kesp ettiği takdirde gereğince hüküm verilmesi zorunludur.
[11] Sadru ş-Şeria, et-Tavdîh, c. 2. s. 164.
[12] Er-Risale aslen Abdurrahman bin Mehdî nin sorularına cevaben yazılmış bir mektup/risale niteliğinde olsa da, Mısır a yerleştikten sonra İmam-ı Şafii tarafından genişletilip bir kitap hacmine ulaşmıştır. Bugün mütedavel olan nüsha Mısır da genişletilen nüshadır. Bkz., er-Risale, s. 11.
[13] Eş-Şafii, er-Risale, s. 471.
[14] Fahru r-Razî, el-Mahsul, c. 4, s. 19.
[15] Er-Razî, El-Mebahisü l-Meşrikıyye, Mukaddime, s. 15.


T.H.Alp

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

19 Eylül 2014 Cuma

Hz.EBUBEKİR'İN ra DUASI

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Hz. Ebubekir'in ra bu duası beni çok etkiliyor; size de aktarıyorum.

**Allah'ım! İflas ettim,benim azığım yetersizdir. Beni cennete götürecek yollar kapalı biliyorum. Günahlarımı itiraf ediyorum. Bu fakir kapına geldi Allah'ım onu kapından çevirme,kovma beni. 

Allah'ım bu kulun günahı çoktur ama Senden başka kimsesi de yoktur. Hangi kapıya gideyim? kime yalvarayım?

Ya Rab! ben zelilim, kapına geldim büyük günahlarımı bağışla. Biliyorum isyanım çoktur, Senin nimetini unuttu Ya Rab. Biliyorum günahlarım kum zerresi kadar çoktur, lakin Senin rahmetin ondan daha fazladır. Beni affet, beni itme ateşe. Hayırlı amelim yok biliyorum; kötü amelim ise çok. İtaatim çok azdır bunun da farkındayım. Benim bir kalbim var, hastadır; hasta kalbime şifa ver ya Rab, nurlandır onu.

Allah'ım Sen İbrahim'in ateşini suya çevirmiştin; beni yakacak olan ateşi de suya çevir Ya Rab. Merhamet et bana. Mahşerde hakim Sen olacaksın,karar Sendedir; Senin vereceğin kararları bozacak kimse yoktur. O gün şu zelil kula, bana acı Ya Rab.

Bu çok sevdiğim tevbe duasını da paylaşmak istiyorum

**Allah'ım! Hatalarımı, bilsizliğimi, siretimdeki aşırılığımı ve Senin benden daha iyi bildiğin kusurlarımı benim için bağışla. Bunların hepsi bendendir.Önceden işlediğim, geride bıraktığım, gizlice işlediğim, alenen işlediğim ve Senin benden daha iyi bildiğin kusurlarımı bağışla. İleri götüren Sensin geri bırakan Sensin. Ve Sen herşeye gücü yetensin. 


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

375.NAMAZDA EN ÇOK YAPILAN YANLIŞLAR

17 Eylül 2014 Çarşamba

373.ARAF SURESİ 146.AYETİN TEFSİRİ

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Araf suresi 146. meali-" Yeryüzünde haksız yere böbürlenenleri ayetlerimden uzaklaştı­racağım. Onlar, her âyeti görseler yine ona iman etmezler. Doğru yolu gör­dükleri zaman onu kendilerine yol edinmezler. Fakat azgınlık yolunu gör­düklerinde onu kendilerine yol edinirler. Bunun sebebi ise, âyetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gafil kalmalarıdır."

Tefsiri
Yeryüzünde haksız yere böbürlenerek bana itaat etmeyenleri gururlanma­larının cezası olarak, yüceliğimi gösteren delillerimi anlamaktan mahrum edece­ğim. Onlar, ibret alıp düşünmeyeceklerdir. Onlar, Allah´ın varlığını ve birliğini gösteren herhangi bir delil ve alâmeti gördükleri zaman ona inanmayacaklar ona "Bu bir sihirdir." veya "Efsanedir" şeklinde iftiralarda bulunacaklardır. Onlar, doğru yolu gördüklerinde onu takip etmeyecekler, sapıklık ve bozgunculuk yo­lunu gördüklerinde ise ona sahip çıkıp onu takip edeceklerdir.

Bizim, onları, âyetlerimizi düşünüp ibret almalarından mahrum etmemiz, âyetlerimizi yalanlamalarından ve onlara kayıtsız kalmalarındandır.

Âyet-i kerime´de geçen ve "Âyetlerimden uzaklaştıracağım" diye tercü­me edilen ifadesi, iki şekilde izah edilmiştir:

İbn-i Uyeyne´ye göre bu ifadenin mânâsı şöyledir:


 "Yeryüzünde haksız yere böbürlenen kâfirlerin kalbinden Kur´ân´ı anlama kabiliyetini çekip olaca­ğım ve onları, ayetlerimi anlamaktan uzaklaştıracağım. Çünkü onların, iman etmeyecekleri kesindir. Buna göre âyet, Resulullah dönemindeki ve günümüzdeki kafirlere hitabetmektedir.

İbn-i Cüryc ise bu ifadenin şu manayı içerdiğini zikretmiştir:


"Yeryüzün­de haksız yere böbürlenenleri gerçekleri gösteren delillerden öğüt ve ibret al­maktan uzaklaştıracağım. Onlar, göklerin ve yerin yaratılışındaki delillerden ve onlarda bulunan çeşitli alametlerden uzak kalacaklar, düşünüp ibret almaya­caklardır." Bu izaha göre âyet, bütün kafirlere hitabetmektedir.

Taberi bu son görüşün âyetin genel ifadesine uygun olması hasebiyle da­ha evla olduğunu söylemiştir. Çünkü Allah Teâlâ, kullarına emrettiği ibadetlerin hak olduğunu gösteren, kendisinin birliğini ve âdil olduğunu ortaya koyan delil ve alametlerini, yeryüzünde haksız yere böbürlenenlerden uzaklaştıracağını, on­ların artık iman etmeyeceklerini beyan etmiştir. Elbetteki, gökler, yer ve bütün yarattıklar, Alllah´ın, bu türden olan delillerindendir. Kur´an-ı Kerim de bu delil­lerden biridir. İman etmeyecekleri kesinleşen kâfirler, bunların hiçbirinden ib­ret almazlar. [184]


[184] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/118-119. 


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

15 Eylül 2014 Pazartesi

372.KUR'AN'A ABDESTSİZ DOKUNULABİLİR Mİ?

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Kur'an'a abdestsiz dokunabilir miyiz-dokunamaz mıyız ile ilgili ayet ve hadisleri vermeden önce yanlış bir algımızdan bahsetmek istiyorum. Son dönemlerde, bu konu veya buna benzer konular tartışılmaya başlandı. Bu konudan bahsetmeden önce bizi böyle düşünmemize sevk eden nedenlere bir göz atalım istiyorum; çünkü bu yanlış algının kökünü temizlemezsek bütün ayet ve hadisleri önümüze koysakta inanmayacak olan yine inanmayacaktır : 

Kesin hükümle bildirilmiş yada bildirilmemiş ayet ve hadislerin açıklamasında kim doğruyu söylüyor? Kime inanacağız ? Bunu nasıl tespit edeceğiz? İşte size küçük ipuçları:

Öncelikle ülemanın birleştiği konularda birileri çıkıpta aykırı birşey söylüyorsa bilinki orada bir sıkıntı var ;o kişiyi ve beyanını tasdik etmeden önce dayandığı delillerini sorgulamanız gerekir. Delillerini söylerken ayetleri şu ana kadar onun gibi yorumlayan hiç kimsenin yada birkaç kişinin olduğunu görürseniz veya bazı hadislerin zayıf veya uydurma olduğunu söylüyorsa (Tabi bunu anlayabilmek için küçük bir araştırmayla çoğunluğun o konudaki icmasını bulmanız gerekiyor) o zaman bunlar kendi heva ve hevesiyle ve aklıyla yaptığı yorumlardır ve  onun Kur'an'dan kendi anladığıdır. Biz ise Efendimizden sas bize nakil yoluyla gelen (ve hadisle de bildirilen) ilk  300 yıl içindeki ulemanın naklini kabul ederiz. Yok eğer siz hala körükörüne "ya evet çok mantıklı,bence de bu böyle "diyorsanız bilin ki sizin deliliniz de "aklınız".

Elbette sorgulayacağız; ama ayetleri,hadisleri değil! Sorgulayacağız;ama doğru bilgiyi kimden alacağız onu sorgulayacağız. Aklımızı devreye sokacağız ve Peygamberimizden sas bugüne bize nakil yoluyla gelmiş bilgiyi bulacağız. Bu bilgiyi bize ulaştıran  sahabeyi,tabiini(sahabeyi görenler), tebe-i tabiini (tabiini görenler), hak mezhep imamlarını tanıyacağız; ilmi seviyelerini ,bize nasıl ve ne şartlarda nakil yaptıklarını hayatlarını okuyarak öğreneceğiz. Ülemanın bilgisini her konuya nasıl vakıf olduklarını, nasıl bir ilime sahip olduklarını bileceğiz. Bu bilgileri edindikten sonra aklımızı devreye sokup düşüneceğiz: Elimde bu kadar delil var iken Peygamberim sas bana hadislerle de kimlerden nakil alacağımı da belirtmişken ben elbetteki ulemanın hiç tereddütsüz birleştiği konulara iman edeceğim. Yoksa son yüzyılda kendi "aklını" devreye sokup hiçbir delili olmadan yada ayetleri kendi "akıl"larıyla yorumlayan, kendi heva ve hevesleriyle "vardır-yoktur" diyen kişilere mi inanacağım.

Buradaki  asıl gayemizin  doğru itikadı bulup kurtuluşa ermek olduğunu hatırlatıp  bu meseleyi delilleriyle masaya yatırmadan evvel Peygamberimizin sas bizi nasıl yönlendirdiğine bakalım ki  aklımızla değil Efendimiz'in sas buyurduğu gibi davranalım inşallah :(Aşağıda verdiğim 4 hadis, benim istikametimi çizen en önemli verilerdir.)


Peygamberimiz sas buyuruyor:

*"Size ashabımı (onlara tâbi olmayı) tavsiye ederim, sonra onların peşinden gelenleri, sonra da onların peşinden gelenleri. Daha sonra yalan yaygınlaşacaktır."

*Ümmetimin icmasında çoğunluğun dediği geçerlidir; ümmetim sapıklıkta birleşmez.” (Eğer yukarıda bahsettiğim konularla ilgili hiçbir bilginiz yok; araştırmak için vaktiniz de yok ise sadece bu hadisle amel etmeniz yeterli.)

*"İçinizde benden sonra yaşayanlar birçok ayrılıklara şahit olacaktır. Size sünnetimi, hidâyete erdirilmiş, doğru yolu bulmuş halifelerinin sünnetini (yolunu) tavsiye ederim. Ona sımsıkı sarılın, âdeta dişlerinizle tutun, sonradan çıkacak şeylerden sakının. Çünkü her uydurma, bid'at; her bid'at sapıklıktır" (Ebû Dâvûd, Sünne, 5).

* "Ümmetim, sapıklık üzerinde bir araya gelmez. İhtilâf gördüğünüz zaman size 'sevâdu'l a'zam (en büyük olan ve hak üzere bulunan topluluğa katılmayı) tavsiye ederim" (İbn Mâce. Fiten. 8).
Sevâdu'l-a'zam: Sırât-ı Müstakim metodunu benimseme hususunda görüş birliği içinde bulunan topluluk olarak tefsir edilmiştir (İbnü'l-Esir, en-Nihâye, II, 419).

Hz. Peygamber, cemaâta, sevâdu'l a'zama tabi olunmasını emretmiştir. Cemaât; ilk dönemde, sahabîler; sonraki dönemlerde ise sâlih amel sahibi bilginlerdir. Abdullah b. Mübarek'e cemaat kimlerdir? denilince "Ebû Bekr, Ömer (r.a.)dır" diye cevap vermiş, "Onlar öldü", denilince de yine "falan ve falandır" demiştir. Onlar da öldü, denilince "işte şu Ebû Hamza es-Sekkerî cemaâtdır" der (Tirmizî, Fiten, 7). İmâm Tirmizî şöyle der: Âlimler, cemaâtı şöyle tarif etmişlerdir: "Ehl-i fıkıh, ehl-i ilm ve ehl-i hadis cemaâttir" (Tirmizî, Fiten, 7). Bu anlamıyla, âlimler cemaâtının sapıtması mümkün değildir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) "Allahu Teâlâ ümmetimi sapıklık üzerine bir araya getirmez. Allah'ın rahmet eli cemaâtledir. Kim cemaâtten ayrılırsa; cehenneme atılacaktır" (Tirmizî, Fiten, 7) diye buyurmuştur.

Konuya geçmeden evvel bir de "Edille-i şer'iyye"nin ne demek olduğundan bahsetmek istiyorum ki daha iyi anlaşılabilsin:

Edille-i şer'iyye dörttür:
Kitâb (Kur'ân-ı kerîm),
Sünnet (Peygamber efendimizin söz, fiil ve takrirleri, bir iş yapılırken görüp de ona mâni olmadıkları şeyler),
İcmâ (müctehid âlimlerin dînî bir işin hükmünde söz birliği etmeleri) 
Kıyâs (hükmü bilinmeyen bir şeyi hükmü bilinene benzeterek anlamak). (Abdülganî Nablüsî)

*İslâmiyet, edille-i şer'iyye ve ona bağlı ikinci derecedeki delil ve vesîkalar ile bize gelmiştir. Bu delîllere dayanmayan, bunların dışında kalan her şey bid'attir, red olunur. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

*Din ile ilgili hükümlerin isbâtında edille-i şer'iyye, mû'teberdir. Tasavvufçuların keşif ve kerâmetleri değil. (İmâm-ı Rabbânî)

*Edille-i şer'iyyenin dört olması müctehidler içindir. Mukallidler yâni dört mezhebden birinde olanlar için delil, sened,bulunduğu mezheb reisinin ictihadı ve sözüdür. (Hâdimî)

Tarih boyunca hiçbir bid’at fırkası mütevatir Sünnetle sabit olan itikadi unsuları inkar etmemiştir. 

Yüzyılımızın başlangıcında ise bu inkarların başladığını görüyoruz. Modernist zihniyetin mütevatir sünnetle sabit olmuş bu tür meseleleri inkardaki esas problemi sünnet/hadis alanındadır. Onların kafasında farklı bir İslam anlayışı olduğu için edille-i şer’iyye’nin her biri için devre dışı bırakma formülleri vardır. Mesela kıyas hakkında derler ki; “bu lafızcı bir anlayışın ürünüdür. Oysa asl olan maksaddır. Nassların maksadına, hedefine bakalım.” 

Mesela icma için derler ki; “icma her devirde vardır. Sahabenin bir icması varsa kendi dönemlerini bağlar. Biz kendi dönemimizde kendi icma’mızı oluşturabiliriz. Dolayısıyla geçmiş icma’ya aykırı icma’da bulunabiliriz.”     

Sünnete gelince, burada birkaç mekanizma devreye girer. 

Birincisi nakil problemi var derler. "İşin içine ravi girdiyse orada problem var demektir;dolayısıyla rivayetlere tam anlamıyla güvenmemiz, en azından Kur’an’a itimad ettiğimiz gibi itimad etmemiz mümkün değildir" derler. 

İkincisi rivayetlerin mana ile nakledilmesi gibi bir hadise var. "Burada Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm’ın tam olarak ne dediğini tesbit etmemiz hemen imkansızdır" derler. 

Üçüncüsü "Efendimiz aleyhisselam Sünnet vazederken kendi dönemini, şartlarını, toplumunu dikkate almıştır. O, tarihin o döneminde kalmıştır. Bugün her şey değişiyor. Efendimizin kendi toplumu için vazettiği bir takım uygulamaları biz bugünün toplumunu dikkate alarak yeniden yorumlamalıyız" gibi bir takım mekanizmalarla edille-i şer’iyye’yi devre dışı bırakırlar. Sünnet konusunda, Mehdî, nüzul-i İsa (a.s) üzerinde bunu çok yaparlar. Özellikle bu meseleler hakkında araştırma yaparken sık sık şu iddialarını görürüz: “Rivayetlerin, hadislerin sahih kabul edilebilmesi için birincisi Kur’an’a uygun olması, ikincisi akla uygun olması, üçüncüsü vakıaya uygun olması gerekir. Bunlardan birisiyle çatışırsa rivayet sahih değildir. Hanefiler de zaten böyle demişler. Onlar da bizim gibi düşünürler” derler. İyi ama siz zaten aklı ve Kur’an’ı kendinize göre yeniden tarif ediyorsunuz. Bir şeyin Kur’an’a uygun olup olmadığına nasıl karar vereceğiz.Örneğin  recm Kur’an’a uygun mudur, aykırı mıdır diye bakarsak; bu ümmetin seleften halefe bütün alimlerine göre Kur’an’a aykırı değildir. Ama modernistlere göre aykırıdır. Peki burada kim hakemlik yapacak o zaman? Bu akıl hangi akıl? İslami akıl mı, hristiyanın aklı mı, ateistin aklı mı, kimin aklı? Eğer akıl yeknesak bir şey olsa idi hiç kimsenin Allah’ı inkar etmemesi lazımdı. Oysa bakıyorsunuz ateistlerin de kendilerine göre bir akli zeminleri var. Onun için bu tamamen İslam itikadiyatının, bilhassa Kelam ilminin vazettiği çerçeve içersinde hareket edilmesi gereken bir alandır. İşte bu sebepten akla uygun mudur değil midir meselesi girdiği zaman orada Kelam ilmi devreye girer.

Peki Bu akıl nasıl çalışacak? Bu akla çalışma ilkelerini kim verecek? Ölçüsü ne olacak? Hangi zeminde hareket edecek, neyi hedef alacak?


Akıl, sahibine göre şekillenen bir şey. Herhangi bir konu  hakkındaki rivayetlerin sünnet temelli olması bu rivayetlerin herhangi bir biçimde zayıf noktasını oluşturmaz. Biz herhangi bir hususun hakikat olarak telakki edilebilmesi için özellikle Kur’an’da açık bir şekilde yer alması şartı aramayız. Çünkü Kur’an’ı bize nakleden, tebliğ eden, tefsir eden Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz aynı zamanda Allah Teala’dan aldığı emirle ve selahiyetle mecazen şari’dir
(şeriat koyan). Onun şari olması bu dinin tebliği ve tefsiri bağlamında Kur’an dışı bir vahiyle bize pek çok şey söylemiş, pek çok hüküm koymuş olması, Kur’an’ın yanında ikinci bir kaynak olarak Sünnetine itibar etmek zorunda bırakıyor bizleri. Efendimiz sas bize sadece Kur’an’ın lafızlarını tebliğ etmemiş, aynı zamanda muradullah nedir bunu bilfiil göstermiş. Dolayısıyla biz İslam’ı Kur’an’dan ibare görmüyoruz, ortada bir peygamber gerçeği var. Peygamber Aleyhisselâm’ın sünneti aynı zamanda Kur’an’ın etrafında bir mahfazadır. O mahfazayı, o fanusu kaldırdığınız zaman Kur’an tabiri caizse korumasız kalır. Dileyen ona dilediği yerde dilediği şeyi söyletebilir. Evet Kur’an korunmuştur, lafzı kıyamete kadar korunmuştur. Ama ortada birçok da yanlış Kur’an yorumları vardır. Allah Teala Kur’an’da  bir şey buyurmuş, biri çıkıyor başka bir şey söylüyor. Bunu yorum yapmak suretiyle yapıyorlar. Zaten Ehl-i Kitab da kendi kitaplarını yorumla tahrif etmişlerdi.  İncil’i sadece çıkarmalar veya ilavelerle değil, yorumla da bozmuşlardı. Hatta İncil araştırmacıları İncil’deki tahrifin en fazla yorum yoluyla yapıldığını söylerler. Tevrat’ta da bu geçerlidir. Aynı şey Kur’an için de geçerlidir. Kimse Kur’an’dan bir ayeti silemez. Ama yorumlarında öyle şeyler söylerler ki Kur'an'ı tahrif ederler.
 Mesela Hindistan’da bunu Kur’aniyyûn ekolü yapıyor. "Salât (namaz) kelimesi dua demektir, günde üç kere kıbleye dönersiniz dua edersiniz bu emir yerine getirilmiş olur diyorlar." Bu bir tahriftir. Kur’an’ın metni apaçık dururken  ve Efendimiz'in bilfiil uygulaması varken; o namaz emrini dua olarak yorumluyor ve bu temel ibadet başka bir şeye dönüşüyor.

Bu bilgilerden sonra reformcu yeni müçtehidlerin sözlerinden birini ele alalım istiyorum: Diyorlar ki "abdestsiz olarak Kur’ana dokunabiliriz."


Abdest ayetinde “Kuran’a dokunulmaz” ifadesi geçmiyor diye “Kuran’da yok”deyip bu konuda delil olan şu ayetleri de çarpıtma peşine düşüyorlar.

Vakıa suresi
77. O, elbette değerli bir Kur’an’dır.
78. Korunmuş bir kitaptadır.
79. Ona, ancak tertemiz olanlar dokunabilir.
80. Âlemlerin Rabb’inden indirilmedir.

“Ona ancak tertemiz olanlar dokunabilir” ifadesini açıklayan iki görüş var:

1- “ona” ifadesinin bir önceki ayette belirtilen “levhi mahfuza” işaret ettiği
2- “ona” ifadesinin “Kur’an-ı Kerime” işaret ettiği

1. manaya göre Kur’an korunmuş bir kitaptır ve ona temiz olmayanlardan yani meleklerden başkası yani şeytanlar dokunamaz.
2. manaya göre ise Kur’an-ı Kerime gusül ve abdesti olmayanlar dokunamazlar.


İkinci mana çok daha kuvvetlidir ve Müfessirlerin çoğu(yukarıdaki hadisi hatırlayın) bu ayetin “Kuran’a abdestsiz dokunulmayacağına delil” olduğunu kabul etmişlerdir.

Çok önemli bir başka konu da; Kur’an-ı Kerim bir bütündür ve bütün olarak ele alındığı takdirde hükümleri anlaşılmaktadır. 

Bakınız abdest ve teyemmümü emreden ayet-i kerime de nasıl bir ifade geçiyor:

“Ey iman edenler! Namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi ve -başlarınızı mesh edip- her iki topuğa kadar da ayaklarınızı yıkayın. Eğer cünüp iseniz iyice yıkanarak temizlenin. Hasta olursanız veya seferde bulunursanız veya biriniz abdest bozmaktan (def-i hacetten) gelir veya kadınlara dokunur (cinsel ilişkide bulunur) da su bulamazsanız, o zaman temiz bir toprağa yönelin. Onunla yüzlerinizi ve ellerinizi meshedin (Teyemmüm edin). Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez. Fakat O sizi tertemiz yapmak ve üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister ki şükredesiniz.” (Maide 6)

Allahu Teala bu ayet-i kerimesinde insanlar için “tertemiz” ifadelerini kullanıyor ve abdest ile teyemmüm alınarak “tertemiz” olunmasını emrediyor. Vakıa suresinde de aynı ifade ile “tertemiz olanların” dokunabileceğini buyuruyor.

Sadece bu bütünlükten bile tertemiz olanların abdest alanlar olduğu ve Kur’an-ı Kerime tertemiz olanların el sürebileceği manası anlaşılmaktadır.

Yani formülünü şu şekilde yapalım:
Maide 6: Abdest-teyemmüm alın ve TERTEMİZ olun
Vakıa 79: O’na ancak TERTEMİZ olanlar dokunabilir…

Bu çok önemli bir ayrıntıdır;


Tefsirlerin verdiği mana:
Vakıa suresinin 79. ayeti: “Ona ancak temiz olanlar dokunabilir”

*Ayetin manasında diğer bazı alimler şöyle dedi: Yani: Cünüplükten ve hadesten temiz olanlar. Ayetin lafzı haber verme üzeredir, ama manası taleb (yasaklama) dır. Burda Kur’andan murad, Mushaf’tır. (İbni Kesir: 7/545)

*Bağavi Tefsiri’de aynı şekilde hadesten ve cünüplükten temiz olanların ancak Kur’ana dokunabileceği manasını verdi. (Bağavi: 8/23)

*Kur’ana ancak, Allahu teala’nın her türlü âfet ve günahtan tertemiz kıldığı keremli melekler dokunabilir. Aynı şekilde Kur’ana, şirkten, cünüplükten ve hadesten temiz olanlar dokunabilir. (Tefsiri Müyesser 15/10)

*Hadeslerden ve necasetlerden temiz olanlar. (Cami-ul Ahkam-ul Kur’an 17/226)



KUR’AN-I KERİMDE TEMİZ OLANLAR KİMLER?
Kur’an-ı Kerimin diğer hiçbir yerinde meleklerden “tertemiz” gibi ifadeler ile BAHSEDİLMEZ. Tam aksine Kur’an-ı Kerimin bir çok yerinde insanların “tertemiz” olmasından bahsedilmiştir.

Ahzab 33. "Evlerinizde oturun. Önceki cahiliye dönemi kadınlarının açılıp saçıldığı gibi siz de açılıp saçılmayın. Namazı kılın, zekâtı verin. Allah’a ve Resülüne itaat edin. Ey Peygamberin ev halkı! Allah sizden ancak günah kirini gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor."

Zümer 73. "Rablerine karşı gelmekten sakınanlar da grup grup cennete sevk edilirler. Cennete vardıklarında oranın kapıları açılır ve cennet bekçileri onlara şöyle der: “Size selam olsun! Tertemiz oldunuz. Haydi, ebedi kalmak üzere buraya girin.”


Ali İmran 164. "Andolsun, Allah, mü’minlere kendi içlerinden; onlara âyetlerini okuyan, onları arıtıp tertemiz yapan, onlara kitab ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler."

Tevbe 108." Onun içinde asla namaz kılma. İlk günden temeli takva (Allah’a karşı gelmekten sakınmak) üzerine kurulan mescit (Kuba mescidi), içinde namaz kılmana elbette daha layıktır. Orada temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah da tertemiz onları sever."


KUR’AN-I KERİM DE TERTEMİZDİR
Beyyine
2. Bu delil, tertemiz sahifeleri okuyan, Allah tarafından gönderilen bir peygamberdir.
3. O sahifelerde dosdoğru hükümler vardır.

abese
11- (Habîbim!) Hayır! (Bir daha böyle bir şey yapma)! Şüphesiz ki o (Kur’an ayetleri, kendisiyle amel edilmesi gereken) büyük bir öğüttür!
12- Artık dileyen onu düşünüp öğütlenir (veya onu ezberler)!
13- (O Kur’ân, Allah tarafından) değerli kılınmış (Levh-i Mahfûz’daki) pek kıymetli birtakım sahifelerdedir.
14- (O sayfalar ki; yedinci kat semada) yükseltilmiş ve (şeytanların ulaşmasından ve Allah kelâmı dışındaki her şeyden) tertemiz kılınmış)

Şimdi inceleyelim:
Vakıa 80. ayette: “Âlemlerin Rabb’inden indirilmedir.” buyruluyor,

Abese 13-14. ayette: “tertemiz ve çok değerli sahifelerdedir” buyruluyor,

Maide 6. ayette Gusül ve abdest alanların tertemiz olduğunu buyuruyor,

Vakıa 79. ayette de “Ona ancak tertemiz olanlar dokunabilir” buyuruyor.

Peygamber Efendimiz de: “Kur’ân’a temiz olandan başkası dokunmasın”buyuruyor…

Bütün bunlardan Rabbimizin katından indirdiği ve tertemiz olduğu beyan edilen bir Kitab’a, tertemiz olan insanların dokunabileceği açıkça anlaşılıyor…


Eğer inkarcıların iddia ettiği gibi “kutsal olan sadece ayetlerin maneviyatları” olsaydı Peygamber Efendimiz de böyle buyurmazdı. Demek ki önemli olan şey, Mushaf-ı şerife abdestsiz bir şekilde dokunulamamasıdır. 


İçerisinde Rabbimizin kelamının yazılı olması da başlı başına bir sebeptir…

Takva sahibi bütün müçtehiler ve mezheb imamları Kur’ana layık edeble tazim edilmesini, abdestli olarak dokunulmasını emretmişlerdir.

Kur’an-ı Kerimi şerh eden, Şeriatın açıklayıcısı dinin nasıl yaşandığını canlı olarak gösteren peygamber Efendimizin sas de bu ayet-i kerimeyi destekleyen hadis-i şerifleri mevcuttur. Bu sebeple ayet daha kuvvetli bir delil olmaktadır.


*Ehl-i Sünnet ulemâsının herhangi bir itikadî esası, hatta herhangi bir fıkhî esası bile, haram-helâl meselesini bile isbat ederken, ortaya koyarken takip ettikleri bir metot vardır: 
 Âyet-i kerimenin o konuya temâsı ama açıktır, ama kapalıdır, ama işârî bir ifade vardır, ama sarih bir ifade vardır, önce konuyu Kur’ân-ı Kerim âyetiyle ortaya koyarlar; (bizim burada yapmış olduğumuz gibi)
 sonra konu hadislerle desteklenir, teyit edilir. Daha sonra sahabenin, tâbiînin, müctehid imamların konuyla ilgili icmaına, ittifakına yer verilir. İşte şimdi biz de bu metodu takip etmek sûretiyle âyetlerden çıkan bu sonucu bir de Hz. Peygamber Efendimizden nakledilen hadisler bağlamında ele alalım inşallah.

İbni Ömer dedi: Nebi sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu: “Kur’ana ancak temiz iken dokun” (Lübab: 18/437)


Ulema, İmamı Malik’in r.a. Muvatta’sında zikrettiği şu rivayetle delil getirdiler: Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in Amr ibni Hazm’e yazdığı mektupta şöyle buyurmuştur “Kur’ân’a temiz olandan başkası dokunmasın”  (Kurtubî, 17/225; Mâlik b. Enes, Muvatta, K. el-Kur’ân 15/1; Darimi, Talak: 3; Taberani, El-Mecmuu’l-Kebir, Beyhaki, es-Sünenü’l-Kübra, Darekutni, Sünen, Hakim el-Müstedrek)

Cumhur fukaha yani Hanefi, Şafii, Maliki fukahası, ayrıca ashabın pek çoğu, evlatlarını Kur’ana dokunmak için abdest almalarını emrederlerdi. Bu hususta Hazreti Ömer’in r.a. müslüman olurken zikredilen kıssası yeterlidir. "Önce temizlendi, sonra Kur’an yazılı sahifeleri eline verdiler de okuyup müslüman oldu."

İmam Serahsi’nin Mebsut’unda şu ibare vardır:
Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem, bazı kabilelere yazdı:

“Kur’ana hayızlı ve cünüb dokunmasın”

(Hüküm bakımından, abdestsiz olan, cünüp olan, hayız ve nifas olan kadınlar aynıdır.)

Ne Peygamberimizden, ne sahabeden ve de ashabından bu yazılanların tersi bir beyanat yoktur…

**Salim ibni Abdillah ibni Ömer, babasından rivayetle Nebi sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Kur’ana ancak temiz olduğun halde dokun” (Bunun üzerine ashabın icması vardır.)

**Ali’ye r.a. soruldu: Abdestsiz olan, Mushafa dokunur mu?

- Hayır, dedi.

**Rivayet edildiki Mus’ab ibni Sa’d ibni ebi Vakkas, Mushaf’tan okurdu. Elini avret yerine sokup kaşıdı. Babası (Ebi Vakkas r.a) elinden Mushafı aldı ve dedi:

“Kalk abdest al, sonra Mushafı tut.”

Bunlara ashabtan muhalif olan bulunmamıştır.


**Ata’ derki: “Mushafın yapraklarını ancak abdestli olan çevirir.”

Abdestsiz Kur’ana dokunulmasına cevaz verenler, Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in Kisraya yazdığı mektubu delil getirirler. 
(Abdestsiz olarak Kisra'nın bu mektubu okuduğu kastedilerek)

Orda şöyle yazılıdır:

“Bismilahirrahmanirrahim. De ki ey ehli kitab, bizimle sizin aramızda ortak olan kelimeye gelin…”


Buna cevab olarak alimlerimiz der ki: Zaruret olduğu zaman, veya bir özür buna sevkettiği zaman caiz olur. Yani tebliğ edilmesinde başka çare yoktur. (Tefsiri Sa’lebi: 1/2224)

Ayrıca mektubu götüren, Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in elçisidir, onlara kendisi okumuşta olabilir.


 Birileri çıkıpta 1400 yıldır uygulanan ve söylenenin aksi birşey  söylüyorsa o zaman bizde şöyle deriz:
“Açıklamayı Allah yapmaz da insanlar yaparsa, kim olursa olsun, karşı taraf bunu Allah’ın açıklaması zanneder; Allah’a itaat ettiği düşüncesiyle bir insana itaat eder. O insan kendisini Allah’ın yerine koymuş olur…” HAŞA.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR