25 Eylül 2020 Cuma

Peygamberimiz Kur'ân-ı Kerîm okumada hangi yöntemi tavsiye etmiştir?


Soru: Peygamberimiz Kur'ân-ı Kerîm okumada hangi yöntemi tavsiye etmiştir? Kendisi nasıl okurdu? Makamla okumak sonradan oluşmuş bir gelenek midir?

Sorunuzla ilgili rivayetlere geçmeden önce Kur'an-ı Kerim'in makamla okunması konusunda biraz bilgi vermek gerekir düşüncesindeyiz.
Tarih boyunca Kur'an-ı Kerim'e duyulan saygı sebebiyle, okunuşundan anlaşılmasına, yorumlanmasından yaşanmasına kadar üzerinde durulması gereken hususlar, bütün yönleriyle, Müslümanlar tarafından ele alınıp incelenmiştir.
Kur'an'ın okunuşu da "kıraat" ve "tecvit" ilimleriyle, ayrıntılı bir şekilde tespit edilmiştir. Ancak kıraate makamın katılıp katılmaması tartışma konusu olmuştur. İslam'ın fıtrat dini oluşu, insanın yaratılışına en uygun din oluşu ve insanın güzelliğe meyli dikkate alındığında görülecektir ki, mûsikî de güzel sanatların en eskisi, en yaygını ve en etkili olanıdır.
Ayrıca Kur'an'ın kendisinde de üstün bir âhenk ve üslubun olduğu görülmektedir. Bunu sağlayan unsurların başında ise âyet sonlarında güzel bir uyum ve ahenkle yer alan fasılalar gelmektedir.
Öte yandan, konuyla ilgili âyet ve hadislerin işaret ettiği mana; tecvid kaidelerine uymak kaydıyla, okuyuşu güzel ses ve makam ile süslemenin caiz olduğu ve hatta teşvik edildiği şeklindedir. Bununla birlikte, işi çığırından çıkararak ses gösterisine dönüştürmek, makamı ön plana almak, tecvid kurallarından fedakarlık etmek ve okunanın Allah kelamı olduğu şuurundan uzaklaşmak elbette caiz değildir.
Konuyla ilgili rivayetlerden bazıları şöyledir:
-"Kur'an'ı tertîl ile (ağır ağır, tane tane, düşünerek) oku" (Müzzemmil 73/4)
-Ümmü Seleme ve Enes b. Malik'den gelen bilgilere göre Peygamberimiz Kur'an'ı tane tane okur, durulacak yerlerde durur, uzatılacak yerleri uzatırdı. (Buhari, fedailü'l-Kur'an 29)
-Bera b. Azib şöyle demiştir: "Resulullah'ı yatsı namazında Tûr suresini okurken işittim. Ondan daha güzel sesli, yahut okuyuşu ondan daha güzel hiç kimseyi işitmedim." (Buhari, Ezan 102)

Konuyla ilgili daha geniş bilgi için bkz.
Kur'an-ı Kerim'in Faziletleri ve Okunma Kaideleri, İsmail Karaçam.
Kur'an Okuma Esasları, Abdurrahman Çetin.

Meral Günel (Uzman İlahiyatçı)

24 Eylül 2020 Perşembe

Bir soru


Soru: Annelerin eğitim adına çocuğunu dövdüğünü düşünürsek cennet nasıl onların ayakları altında olur? Peygamberimizin bu konudaki tutumu nasıldı?

“Cennet anaların ayakları altındadır.” Hadis-i Şerifi, annelerin çocuklarını dövebileceği anlamına gelmez. Böyle bir yorum hadisin lafızlarını zahiri anlamlarıyla ele almak olur ki, bu yolla maksadın anlaşılması mümkün değildir. Bu sözden anlaşılması gereken, anaya hürmetin lüzumu ve onun rıza ve hoşnutluğu olmadan cennete gidilemeyeceği gerçeğidir. Yoksa ‘ana-baba evladı üzerinde kayıtsız-şartsız bir mülkiyeti haizdir ve evladına dilediğini yapabilir’ anlamına gelmez. İslam’da anne karnındaki ceninin bile, korunması gereken hakları vardır. Hiçbir yetişkin, çocuğu üzerinde dilediğince tasarruf edemez (bkz. Doç. Dr. Orhan Çeker, İslam Hukukunda Çocuk, Kayıhan Yayınları).
Peygamberimiz evliliği, çocuk sahibi olmayı ve çocukları iyi yetiştirmeyi teşvik etmiş ve bu konuda büyüklerin sorumluluğuna dikkat çekmiştir (bkz. Buhari, I, 215). Çocuklarına düşkün olan hanımları övmüş ve anneleri, çocuklarına karşı sevgi ve şefkatle davranmaya teşvik etmiştir (bkz. Buhari, VI, 120-121).
Hz. Peygamber çocuklarla ilgilenir, selam verir (İbn Mace, II, 1220), onların hatırını sorardı. Zaman zaman çocukları ve özellikle torunlarını sırtına bindirirdi. Hoşlanacakları adlar takarak çocuklarla şakalaşır ve onları eğlendirirdi. Bütün bu sıcak yakınlıktan dolayı çocuklar Onu (sav) çok sever, bir yolculuktan döneceği zaman kendisini karşılamaya çıkarlardı (İbn Hanbel, IV, 5; Ebu Davud, III, 219).
Hz. Peygamber çocuğa iyi bir terbiye ve eğitim verilmesini çocuğun babası üzerindeki hakları arasında saymıştır. Terbiyeyi ana-babanın çocuğuna bırakacağı en güzel miras olarak değerlendirmiştir (Tirmizi, IV, 337). Anne-babanın çocuklara (öpücüğe varıncaya kadar her konuda) eşit muamele yapmasının onların görevi ve çocuğun da doğal hakkı olduğunu bildirmiştir (İbn Hanbel, IV, 269). Bu konuda çocukların kız-erkek, büyük-küçük, öz veya üvey olması arasında fark yoktur.
İslam alimleri altı yaşından önce çocuğa herhangi bir nedenle vurulmasının haram olduğunu, ayrıca farzı ilgilendirmeyen konular için çocuğa asla vurulmaması gerektiğini klasik dönemden itibaren belirtmişlerdir. Hz. Peygamber'den rivayet edilen “on yaşına geldiği halde namazı ihmal ediyorsa döverek kıldırma” ifadesi hayatında hiçbir çocuğa vurmamış olan Peygamberimizin namaz konusunu ne kadar ehemmiyetli gördüğünün bir yansımasıdır. Bu hadisi yorumlayan ulema 10 yaşından sonra çocuklara terbiyevi amaçlı vurmayı “yaralayıcı olmamak, üç darbeyi geçmemek ve başa vurulmamak” gibi kurallarla sınırlamışlardır (bkz. Kütüb-i Site Tercüme ve Şerhi, İbrahim Canan, c.8, s.231).
Dayağın eğitim-öğretim işinin bir parçası olarak görüldüğü toplum düzenlerinde bu sınırlamalar bir gelişme olarak görülebilirse de eğitimin hiçbir aşamasında dayağın düşünülemeyeceği günümüzde daha etkin disiplin yöntemleri için bkz. Doç. Dr. Halis Ayhan, Din Eğitimi ve Öğretimi ve Dr. Thomas Gordon, Çocukta Dış Disiplin mi İç Disiplin mi.

Fatma Bayram (Uzman İlahiyatçı)

23 Eylül 2020 Çarşamba

Belli Bir Vakte Bağlı Olmaksızın Yapılan Zikrin Fazileti Hakkındaki Deliller-EL-EZKÂR-İ.NEVEVİ


Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Kulun Allah'ı zikretmesi, diğer her şeyden daha büyüktür. "[19]
"İbâdetle beni zikredin, ben de size sevabım vereyim."[20]
"O Yûnus (peygamber) eğer tesbîh edenlerden olmasaydı, insanların öldükten sonra dirileceği (Kıyâmet) gününe kadar balığın karnında bekliyecekti."[21]
"(Melekler) gece gündüz (Allah'ı) tesbîh ederler, bıkmazlar. "[22]
10Ebû Hüreyre'den (Abdurrahmân ibn Sahr'den radıyallahü anh) otuz kadar ifade ile nakledildiğine göre demiştir ki, Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
İki söz vardır ki onlar dile hafiftirler, terazide ağırdırlar; Rahmân olan Allah'a sevimlidirler: (Bunlar: Sübhânellâhi ve bihamidihî, Sübhânellâhil'azîmi)
"Allah'a hamd ederek O'nu noksanlıklardan tenzih ederim, Yüce Allah'ı tenzih ederim."[23]

[19] Ankebût: 45
[20] Bakara: 152.
[21] Saffat: 143-144
[22] Enbiyâ: 20.
[23] Buhârî. Müslim. Tirmizî.

http://islamilimleri.com/Ktphn/Kitablar/13/005/Turkce/CiftSayfa.htm

22 Eylül 2020 Salı

Bi'datlere düşmeden şifa için nasıl dua edebiliriz?

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem şifa için nasıl dua edeceğimizi bizi öğretmiştir. Başka yollar aramak bize bi'dat kapısını açar. 

 Kur’an’ın şifa olduğunda hiçbir şüphemiz yoktur. Onu okuyan kendine dua etmiş olur, Kur’an, cin ve şeytan kaynaklı sıkıntılara karşı koruyucudur, Kur’an ruhi hastalıkların, şifasıdır, manevi desteğidir. 

Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem şu ayet, şu sure şu hastalık için şifadır dememişse bunun bir hükmü yoktur.

Ancak Kur’an’ın tamamı şifa maksadı ile okunabilir. Hadislere baktığımızda Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem'in Fatiha, İhlâs, Felak-Nas sûreleri ve Ayetel kürsi okunmasını tavsiye ettiğini görüyoruz. Halis bir niyetle bu belirtilen sûre ve ayetleri okuyana biiznillah şifa kaynağı olurlar.

 Hastaya okunan şeyler ya Kur’an ayetleri olmalı ya da hadisi şeriflerde okunması tavsiye edilen dualar olmalıdır. Birtakım rumuzlar, tılsımlarla okuma olmaz.

HADİSLERDE ŞİFÂ DUÂLARI

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hastalara şöyle duâ etmiştir:

Hazret-i Âişe –radıyallahu anha-’dan rivayete göre Nebiyy-i Ekrem –sallallahu aleyhi ve sellem– ailesinden bazı fertleri sağ eliyle sıvazlar ve şöyle duâ ederlerdi;

*«  اَللّٰهُمَّ ربَّ النَّاسِ ، أَذْهِبِ الْبَأسَ ، اَشْفِ  أَنْتَ الشَّافيِ، لاَ شِفَاءَ إِلاَّ شِفَاؤُكَ ، شِفاءً لاَ يُغَادِرُ سَقَماً »*

Allahümme Rabennas Ezhibil be’s, eşfi enteşşafi, laşefae illa şifauk şifaen la yuğadiru sekama.

Anlamı:“Bu hastalığı gider ey insanların Rabbi! Şifâ ver, çünkü şifâ verici sensin. Senin vereceğin şifâdan başka şifâ yoktur. Öyle şifâ ver ki hiç bir hastalık bırakmasın.” (Buhârî, Merdâ, 20; Müslim, Selâm, 46; Ebû Dâvud, Tıbb, 18, 19)

Yine Âişe –radıyallahu anha-’dan rivayete göre Nebiyy-i Ekrem –sallallahu aleyhi ve sellem, bir insan bir yerinden şikayet eder veyahut bir çıbanı veyahut bir yarası olursa şehadet parmağının içini yere değdirir, sonra da onu rahatsız olan yerin üzerine kor ve şöyle derdi:

 *« بِسْمِ اللّٰهِ ، تُرْبَةُ أَرْضِنَا ، بِرِيقَةِ بَعْضِنَا ، يُشْفَى بِهِ سَقِيمُنَا ، بِإِذْنِ رَبِّنَا »*


Bismillahi turbetu ardina birikati ba’dina yüşfa bihi sekimuna bi-izni rabbina.

Anlamı: “Allah’ın adıyla duâya başlarım. Bizim yerimizin toprağı ve birimizin tükrüğü vesilesiyle Allah’ın izniyle hastamız şifâ bulur.” (Buhârî, Tıbb, 38; Müslim, Selâm, 54; Ebû Dâvud, Tıbb, 19)

*   Ebu Said el -Hudri radıyallahu anh diyor ki: Cebrail Nebiyy-i Ekrem –sallallahu aleyhi ve sellem–e geldi: Ya Muhammed, bir şikayetin var mı, dedi. O da, evet, dedi. Cebrail şöyle dua etti:

*« بِاسْمِ اللّٰهِ أَرْقِيكَ، مِنْ كُلِّ شَيْءٍ يُؤْذِيكَ، مِنْ شَرِّ كُلِّ نَفْسٍ أَوْ عَيْنِ حَاسِدٍ، اَللّٰهُ يَشْفِيكَ، بِاسْمِ اللّٰهِ أَرْقِيكَ »*


Bismillahi erkıyke min kulli şeyin yu’zike min şerri kulli nefsin ev aynin hasidin, Allahu yeşfike bismillahi erkıyke.

Anlamı:“Allah’ın ismiyle seni rahatsız eden her şeyden sana okurum. Her nefsin veya hasetçi her gözün şerrinden Allah sana şifâ versin. Allah’ın adıyla sana okurum.” derdi.(Müslim, Selâm,2186)

Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bir rahatsızlıkları olduğu zaman Muavvizeteyn sûrelerini (Felak ve Nas sureleri) okur, kendi üzerine üfler ve onu eliyle üzerinden silerdi. Ve şöyle buyururlardı:

 *بِسْمِ اللّٰهِ اَللّٰهُمَّ دَاوِني بِدَوَاءِكَ وَاشْفِنِي بِشِفَاءِكَ وَأَغْنِنِي بِفَضْلِكَ عَمَّنْ سِوَاكَ وَاحْذَرْ عَنِّي أَذَاكَ.*


Bismillahi Allahümme dâvini bi devaike veşfini bi şifaike ve ağnini bi fadlike ammen sivâk vahzer anni ezake.

İbn Abbas radıyallahu anhumadan: Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm şöyle buyurdu: Kim eceli gelmemiş bir hastayı ziyaret eder de onun yanında yedi defa:

* أَسْأَلُ اللّٰهَ الْعَظِيمَ رَبَّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ أَنْ يَشْفِيَكَ »*


Es-elullahel-azime rabbel arşil azimi en yeşfiyek.

Anlamı: “Ulu arşın Rabbi ulu Allah’tan sana şifâ vermesini istiyorum!” derse muhakkak Cenab-ı Allah ona o hastalıktan şifa verir. (Ebû Dâvud, Cenâiz,316)

Abdullah bin Amr bin As radıyallahu anhumadan: Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hastalara şöyle buyurmuştur: Bir adam bir hastayı ziyaret etmeye geldiği zaman:

*اَللّٰهُمَّ اَشْفِ في عَبْدَكَ يَنْكَأْ لَكَ عَدُوًّا، أَوْ  يَمْشِي لَكَ إِلَى صَلَاةٍ*


“Allahümmeşfi abdeke yenke’ leke adüvven ev yemşî leke ilâ salatin.” 

Anlamı: (Allah’ım! düşmanın canını yakan, yahut namaza koşan kuluna şifa ver, desin.) Ebû Dâvud, Cenâiz, 3107;

* Osman İbnu Ebi'l-As radıyallahu anh vücudundaki bir ağrıdan dolayı Resûlullah aleyhissalâtu vesselâma şikayet etti. 
Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm da ona:
'Elini, vücudunda ağrıyan yerin üzerine koy; Üç kere,
'Bismillah'tan sonra yedi kere, 

*أَعُوذُ بِعِزَّةِ اللَّهِ وَقُدْرَتِهِ مِن شَرِّ مَا أَجِدُ وَأُحَاذِرُ »*


'Eûzü bi-izzetillahi ve kudretihi min şerri mâ ecidu ve uhâzir.'/ 'Bedenimde çekmekte olduğum şu hastalığın şerrinden Allah'ın izzet ve kudretine sığınıyorum.' de dedi.(Müslim, Selam,2202)

İbn Abbas radıyallahu anhuma diyor ki: Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm bütün ağrılardan ve sıtmadan şöyle dememizi buyururdu: 

*بِسْمِ اللّٰهِ الْكَبِيرِ ،نَعُوذُ بِاللّٰهِ الْعَظِيمِ مِنْ شَرِّ عِرْقٍ نَعَّارٍ، وَمِنْ شَرِّ حَرِّالنَّارِ*


Bismillahil kebir neuzu billahil azimi min şerri ırkın na'arin, ve min şerri harinnar.

Büyük Allah'ın adıyla, zonklayan her damarın şerrinden ve cehennem ateşinin hararetinin şerrinden ulu Allah'a sığınırız. (İbn Sünni,571;Tirmizi,Tıb,2075;İbn Mace,Tıb,3526)

Bu gibi durumlarda  da yine kendine Fatiha,İhlas ile muavvizeteyn okuması da uygundur. Eline üfler, ağrıyan yerine sürer.

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

21 Eylül 2020 Pazartesi

Müslüman olmadan iyi bir insan olunabilir mi?


İnsan olmak demek iyi de kötü de olabilmek demektir.

Biz insanın hangi özelliklerle iyi olduğunu bilelim ki, onun dindarlığından ya da ‘tanrı’ya inanmasından önce iyi bir insan olup olamayacağını anlayalım. Buradaki iyi de elbette kişisel iyi değil Allah’ın iyi dediği olacaktır. Bunu da Kuranı kerim’den öğrenebiliriz. Allah (cc) iyiliğe ‘birr’ diyor, iyi olan da ‘berr’ olmuş olur. İyiliğin kaynağı Allah olduğu için O’nun ‘el-Berr’ diye de ismi vardır. Peki, O’nun iyi/birr dediği hasletler nelerdir ki, onları kendisinde bulunduran insan da iyi bir insan olmuş olsun? Şu ayet bunu bütünüyle özetliyor:

‘İyilik yüzünüzü doğuya ya da batıya çevirmeniz değildir. Aksine iyilik; Allah’a, hesap gününe, meleklere, Kitaba, peygamberlere inananların; mallarından yakınlarına, yetimlere, miskinlere, yolda kalmışlara, dilenenlere seve seve verenlerin, köleleri özgürleştirmek için harcayanların, namazı dosdoğru kılanların, zekâtı verenlerin, sözleştiklerinde ahde vefa gösterenlerin, yoklukta hastalıkta ve şiddet anında sabredenlerin yaptığıdır. İşte sadakat gösterenler bunlardır, işte takvalı olanlar da bunlardır’ (Bakara 177). 


Demek ki, Kuranı Kerim’e göre iyi insan budur. Yani iman eden ve bu salih amelleri yapandır, çünkü Allah şöyle buyuruyor: ‘İman ederek salih amelleri yapanlar yaratılanların en iyisidirler’ (Beyyine 7).

 ‘İnkâr edenler de yaratılanların en kötüsüdürler’ (Beyyine 6).

 O halde Kuranıkerim’e göre konuşacak olursak, “insan olmadan Müslüman olunmaz” gibi sorunlu bir aforizma yerine, “Allah’a inanıp salih amelleri yaparak iyi bir Müslüman olmadan iyi bir insan olunmaz” dememiz gerekir.

Prof. Faruk Beşer'in
 "Müslüman olmadan iyi bir insan olunabilir mi?" yazısından alıntıdır.

20 Eylül 2020 Pazar

Nasıl bir tebliğ?


Allah Teâlâ bizden tebliğ etmemizi istemektedir; ikna etmemizi değil. Biz duyururuz, sonucu hasıl etmek Allah'ın işidir. Bize düşen doğru bilgiyi doğru bir yöntemle anlatmaktır.

Biz öncelikle İslam'ı doğru kaynaklardan en güzel şekilde öğrenmeye, öğrendiklerimizi gücümüz nispetinde yaşamaya çalışmalıyız. Bu şekilde ortaya koyacağımız "Müslüman" profili en etkili tebliğ olacaktır. Anlatırken de söylediklerimizin İslami kaynaklara dayalı (ilmi) olması, zarif ve incitmeyen bir üslupla söylenmesi, muhatabımızın içinde bulunduğu zihni, ilmi, sosyal seviyenin gözetilmesi, tebliğ sırasında söylenenleri kişiselleştirmekten kaynaklanan her türlü tartışmadan uzak kalınması uymamız gereken tebliğ kurallarındandır.

Rabbimiz her adımımızda isabet edebilmeyi nasip etsin.


Fatma Bayram (Uzman İlahiyatçı)

17 Eylül 2020 Perşembe

Hz. Peygamber sas kendisinin peygamber olacağını biliyor muydu?


Soru: Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem kendisine peygamberlik gelmeden önce gerek çocukluk devresinde gerekse de gençlik devresinde kendisinin peygamber olacağını biliyor muydu? Peygamber olacağını ilk olarak ne zaman anlamıştır?

Risalet öncesinde Hz. Peygamber'in peygamber olacağını bildiğine dair bir bilgi bulunmamaktadır. İlk vahyi aldıktan sonraki şaşkınlığı, eşi Hatice ile olan diyaloğu, fetret döneminde yaşadıkları peygamber olacağı bilgisine sahip olmadığını göstermektedir. Şu hususta dikkatten kaçmamalıdır ki böyle bir bilgi ancak vahiyle geleceği için, bu bilgiyi aldığı an peygamberlik vasfını da kazanmıştır.


 Nimet Yılmaz (Uzman İlahiyatçı)

16 Eylül 2020 Çarşamba

Hz. Muhammed (sav)'in Son Günleri, Hastalığı ve Vefatı


Rasûl-i Ekrem, Veda Haccı’ndan Medine’ye döndükten sonra sağlığı bozuldu. Rahatsızlandığı günler içinde Uhud şehitlerini ziyaret edip cenaze namazı kıldı. Yine bir gece evinden çıkarak Cennetü’l-bakî‘ mezarlığına gitti ve orada yatanlara Allah’tan mağfiret dileyip evine döndü. Aynı günlerde Yemen’de Mezhic kabilesine mensup Esved el-Ansî, peygamberlik iddiasıyla ortaya çıktı.

Kabilesinden topladığı 600 kadar süvari kuvvetiyle San‘a üzerine yürüyen Esved; kendisine karşı çıkan, buranın ilk Müslüman valisi Bâzân’ın yerine tayin edilen oğlu Şehr’i öldürdü ve karısı Âzâd’la zorla evlenip bölgeye hakim oldu. Hz. Peygamber bölgenin valileri ile ileri gelenlerine onun ortadan kaldırılması için mektup gönderdi. Sonunda Esved, Âzâd’ın yardımıyla öldürüldü (8 Rebîülevvel 11/3 Haziran 632). Öte yandan Medine’ye bir heyet gönderen Benî Hanîfe’ye mensup Müseylimetülkezzâb, heyetin Yemâme’ye dönüşünde irtidad ederek peygamberlik iddia etmeye başladı. Rasûlullah bir mektup göndererek onu yeniden İslam’a davet etti. Müseylime, yazdığı cevabi mektupta Rasûlullah’a ortaklık teklif etti ve yeryüzünün yarısının kendisine yarısının da Kureyş’e ait olduğu iddiasında bulundu. Rasûl-i Ekrem; cevabında yeryüzünün Allah’a ait olduğunu, ona kullarından dilediğini vâris kılacağını bildirdi. Müseylime, Hz. Ebû Bekir’in halifeliği döneminde ortadan kaldırıldı.

Hicretin 11. yılı Safer ayının sonlarında (Mayıs 632) Hz. Peygamber, Mûte Savaşı’nın yapıldığı Bizans topraklarına Üsâme b. Zeyd kumandasında bir ordu göndermeye karar verdi. Hazırlanan ordu Medine’nin dışında Cürüf mevkiinde karargâh kurdu. Bu sırada Rasûlullah’ın hastalığı ağırlaşınca Üsâme harekete geçmeyip beklemeyi tercih etti.

Rasûl-i Ekrem bu arada zaman zaman şiddetlenen baş ağrısı ve yüksek ateşten mustaripti. Hastalığı sırasında yakınlarının yardımıyla Mescid-i Nebevî’ye gelip namaz kıldırıyordu. Bir gün minbere çıkıp “Allah kulunu dünya ile kendisine kavuşmak arasında muhayyer kıldı ve kulu da ona kavuşmayı tercih etti” buyurdu. Söz konusu kulun Hz. Peygamber olduğunu anlamakta gecikmeyen Hz. Ebû Bekir “Anamız babamız sana feda olsun yâ Rasûlallah!” diyerek ağlamaya başladı. Hz. Peygamber onu teskin etti ve kendisinden memnun olduğunu söyledi. Ardından Ensâr ve Muhacirlerin karşılıklı fedakârlıklarını ve faziletlerini hatırlatarak birlikte hareket etmeleri konusunda nasihatte bulundu. Daha sonra kimin kendisine hakkı geçmişse gelip almasını istedi. Kul hakkı konusunda hassas davranılması, borçların zamanında ödenmesi ve tarihte bazı örnekleri görüldüğü gibi kabrinin tapınak haline getirilmemesine dair uyarılarda bulundu.

Hz. Peygamber’in kızı Fâtıma ve halası Safiyye’ye yaptığı şu vasiyet de dikkat çekicidir. “Allah katında değer taşıyan güzel işler yapınız. Yoksa helal haram konularında Allah’ın sorgusundan ben sizi kurtaramam”.

Rasûlullah’ın Müslümanlara son vasiyetlerinden biri de sorumlulukları altındaki insanlara iyi davranmaları, ahirette Allah huzurunda hesaba çekilecekleri bilinciyle gerekli hazırlığa özen göstermeleri ve yabancı elçilerin güzel bir şekilde ağırlanıp hediyeler verilmesi gibi husuları içermektedir.

Son günlerini Hz. Âişe’nin yanında geçiren Hz. Peygamber, vefatına üç gün kala hastalığı ağırlaşınca namazları Hz. Ebû Bekir’in kıldırmasını emretti. Kendisini iyi hissettiği bir sırada Hz. Ali ve Fazl b. Abbas’ın yardımıyla mescide gitti; halka namaz kıldırmakta olan Ebû Bekir geri çekilip mihrabı kendisine bırakmak isteyince devam etmesi için işarette bulundu ve yanında namaza durdu. Vefat ettiği günün sabah namazından sonra Ebû Bekir kendisini ziyaret etti ve hastalığının hafiflediğini görünce izin isteyip evine gitti. Fakat Hz. Peygamber’in durumu birden ağırlaştı. Hz. Âişe’nin söylediğine göre Rasûlullah vefat etmeden önce hafif bir sesle “Lâ ilâhe illallah, ruh teslimi ne zor şeymiş!” dedi ve onun kolları arasında “Maa’r-refîki’l-a‘lâ” (en yüce dosta) sözüyle ruhunu teslim etti (13 Rebîülevvel 11/8 Haziran 632 Pazartesi).

Hz. Peygamber’in vefatı, bütün Müslümanları derinden üzdü, hatta münafıkların sevindiğini hisseden Hz. Ömer gibi bazı sahabeler şaşkınlık içinde onun ölmediğini söylüyordu. Durumdan haberdar olan Hz. Ebû Bekir doğruca Peygamberimiz’in naaşının başına geldi, yüzündeki örtüyü kaldırıp öptü ve “Anam babam sana fedâ olsun ey Allah’ın elçisi! Sağlığında güzeldin, ölümünde de güzelsin” dedi. Ardından mescide giderek şunları söyledi: “Ey insanlar! Muhammed’e tapan biri varsa bilsin ki Muhammed ölmüştür. Kim de Allah’a tapıyorsa bilsin ki O ölümsüzdür. (İbn Hişâm, II, 655-656). Sonra da şu ayeti okudu: “Muhammed sadece bir peygamberdir. Ondan önce de nice peygamberler gelip geçmiştir. O ölür veya öldürülürse gerisin geriye mi döneceksiniz? Şunu da bilin ki geriye dönecek kimse Allah’a hiçbir şekilde zarar vermiş olmayacaktır. Allah takdirine rıza gösterenlerin mükâfatını verir” (Âl-i İmrân 3/144). Rasûlullah’ın cenazesi, amcası Abbas’ın oğulları Fazl ve Kusem ile Üsâme b. Zeyd’in yardımıyla Hz. Ali tarafından salı günü yıkandı ve bulunduğu odada muhafaza edildi. Cenaze namazı cemaatle kılınmadı; önce erkekler, ardından kadınlar, daha sonra çocuklar cenazenin bulunduğu yere sığabilecek gruplar halinde girip tek başlarına cenaze namazı kıldılar. Naaşı, Hz. Ebû Bekir’in Rasûlullah’tan naklettiği bir hadise dayanılarak vefat ettiği yerde kazılan mezara Hz. Ali, Fazl, Kusem ve Üsâme tarafından indirildi.

Sade bir hayat yaşayan, elde ettiği maddi imkânları Allah yolunda harcayan Rasûl i Ekrem’den geriye son derece mütevazi bir miras kalmıştır. Zira kendisi “Biz peygamberler zümresi miras bırakmayız. Bizim geride bıraktığımız her türlü servet sadakadır” buyurmuştur (İbn Sa‘d, II, s. 314; Buhârî, “Humus”, 1). Vefatında mülkiyetinde beyaz bir katır, silahları ve bir miktar arazisi vardı. Arazilerinin gelirinin ailesi için harcanmasını ve kalanının devlet hazinesine devredilmesini emretmişti. Ölümünden kısa bir süre önce bununla Allah’ın huzuruna çıkmaktan hayâ edeceğini söyleyerek elinde kalan 7 dirhemin fakirlere dağıtılmasını istedi. Kendisine ait bir zırh da borcu karşılığında bir Yahudinin elinde rehin olarak bulunuyordu.

Hz. Peygamber’in manevi mirası ise gerek ümmeti ve gerekse bütün insanlık için son derece büyük ve değerlidir. O, Veda Hutbesi’nde de belirttiği üzere Kur’ân ve Sünnet’i en değerli miras olarak bırakmış, bu iki temel kaynak etrafında şekillenen İslam dini ve medeniyeti asırlar boyunca geniş bir coğrafyada etkisini hissettirerek insanlık tarihindeki yerini almıştır.



15 Eylül 2020 Salı

Veda Haccı ve Veda Hutbesi


Rasûl-i Ekrem’in Ramazan aylarında her gece Cebrâil ile buluştuğu ve o zamana kadar nazil olan ayetleri okuduğu bilinmektedir. Hicret’in 10. yılı Ramazan ayında ise (Aralık 631) Cebrâil kendisine Kur’ân-ı Kerîm’i iki defa tilavet ettirdi. Resûlullah bunu ecelinin yaklaştığına işaret olarak gördü ve bu hususu kızı Fâtıma ile de paylaştı. Diğer taraftan her yıl Ramazan ayında on gün itikâfa giren Rasûlullah hayatının bu son Ramazan ayında yirmi gün itikâfta kaldı.

Aynı yıl (10/632) Rasûlullah hacca gitmek için hazırlığa başladı ve bütün Müslümanların katılmasını istedi. 26 Zilkâde 10 (23 Şubat 632) tarihinde yanında hanımları ve kızı Fâtıma da olduğu halde, Muhâcirler, Ensâr ve Medine’ye gelen kabilelerden oluşan Müslümanlarla birlikte yola çıktı. Zülhuleyfe’de ihrama girdi. Yolda kendisine katılanlarla birlikte 4 Zilhicce’de Kasvâ (Kusvâ) adlı devesinin üzerinde olduğu halde Mekke’ye ulaştı; umre yaptıktan sonra Ebtah mevkiinde kendisi için kurulan çadırda kaldı. 8 Zilhicce Perşembe günü Mekke’den ayrılıp Mîna’ya gitti ve orada geceledi; 9 Zilhicce Cuma günü güneş doğduktan sonra, Müzdelife yoluyla Arafat’a hareket etti ve kendisi için Nemire’de kurulmasını emrettiği çadıra yerleşti. Öğle üzeri Arafat vadisinde sayıları 120.000’i aşan ashabına Veda Hutbesi diye anılan konuşmasını yaptı.

Hz. Peygamber, konuşmasında Allah’a hamd ü senâdan sonra bütün insanların Allah’ın kulu olup aynı anne-babadan türediklerini hatırlattı; ırk, renk, dil ve sınıf farkı gözetilmeksizin bütün insanların eşit olduğunu, Allah katında üstünlük ölçüsünün “takva” olduğunu belirtti. Genellikle insan hakları üzerinde duran Rasûlullah can, mal ve ırz güvenliğine vurgu yaparak kul hakkı konusunda dikkatli davranılmasını, zulümden ve haram lokmadan kaçınılmasını, emanete riayet edilmesini, eşler arasında karşılıklı hak, görev ve sorumlulukların gözetilmesini istedi. Bütün Müslümanların kardeş olduğunu ifade ederek birlik ve beraberliğin önemine dikkat çekti. Kur’ân ve Sünnet’in vazgeçilmez hidayet kaynağı olduğunu belirten Rasûl-i Ekrem namaz, oruç, zekât ve hac gibi dinî ibadetlerin yerine getirilmesi ve ahlak kurallarına uyulması konusunda hassasiyet gösterilmesini istedi. Hz. Peygamber Cahiliye dönemine ait bazı anlayış ve geleneklere de işaret ederek ribânın ve kan davasının yasaklandığını, hacılara su temini vazifesi (sikâye) ile Kâbe’nin perdedarlığı ve anahtarlarının muhafazası (sidâne) dışında kalan, başta nesî (ayların yerlerini değiştirmek) olmak üzere Mekke ve hac idaresine dair Câhiliye çağı kurumlarını ve uygulamalarını kaldırdığını ilan etti. Kendisini dinleyen ashabına sık sık “Tebliğ ettim mi?” diye sorup söylediklerini tasdik ettiren Hz. Peygamber, “Şahit ol yâ Rab! Şahit ol yâ Rab!” diyerek konuşmasını tamamladı. Hz. Peygamber, Arafat’tan ayrılmadan önce nazil olan ayette de dinin kemale erip tamamlandığı ve Hakk’ın rızasına uygun dinin İslam olduğu açıkça zikredilmektedir: “Bugün size dininizi kemale erdirip nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’ı seçtim” (el-Mâide 5/3).

Rasûlullah, devesinin terkisinde Üsâme b. Zeyd olduğu halde Arafat’tan indi. Muzdelife’ye ulaştığında akşam ve yatsı namazlarını burada kıldı. Sabah namazını da burada eda ettikten sonra Cemretü’l-Akabe’ye vardı ve her defasında tekbir getirerek yedi taş attı (şeytan taşlama). Oradan Mina’ya geçti ve burada da ashabına bir konuşma yaptıktan sonra kurbanını kesti. Sonra tıraş olup ihramdan çıktı ve Kâbe’ye gelerek tavaf yaptı. Tekrar Mina’ya dönüp cemreleri (şeytan taşlamayı) tamamladı. Ertesi gün Mekke’ye döndü ve güneş doğmadan önce veda tavafını yaptı. Bayramın beşinci günü Hz. Peygamber’in müsadesiyle Mekke ve Medine dışından gelen hacılar memleketlerine gitmek üzere ayrıldı. Ardından Rasûlullah, Muhâcirler ve Ensârla birlikte hac vazifesini ifa etmiş, aynı zamanda bu ibadetin nasıl yapılacağını Müslümanlara öğretmiş olarak Medine’ye döndü.

Hz. Peygamber’in Arafat’ta yaptığı konuşmada, “Bu yıldan sonra sizinle burada belki de bir daha buluşamayacağım” buyurması ve bir süre sonra da vefat etmesi dolayısıyla onun bu haccına “Veda Haccı”, hutbeye de “Veda Hutbesi” denilmiştir. Esasen Hz. Peygamber’in bu hac sırasında çeşitli yer ve zamanlarda birden fazla konuşma yaptığını da belirtmek gerekir.




14 Eylül 2020 Pazartesi

Müşriklere Son Çağrı


Mekke’nin fethiyle şehrin ve Kâbe’nin idaresi Müslümanların eline geçmiş ve birçok müşrik Arap kabilesi İslam’a girmiş olmakla birlikte putperest inançlarını devam ettirenler hâlâ mevcuttu. Bu müşrik kabilelerin bir kısmı Müslümanların müttefikiydi. Mekke’nin fethinden sonra, Hz. Peygamber, Hicret’in 1. yılından itibaren iyi münasebetler kurduğu Medine’ye komşu Damre, Gıfâr, Cüheyne ve Eşca‘dan başka Huzâa ve Müdlic gibi müşrik kabilelerle, hac ve umre amacıyla Kâbe’yi ziyarete gelenlere engel olunmayacağına ve haram aylarında kimsenin korku içinde bulunmayacağına dair antlaşmalar yapmıştı. Tebük Seferi’nden döndükten sonra Mekke’de hâlâ müşriklerin bulunacağını ve bazılarının âdetleri olduğu üzere çıplak bir şekilde Kâbe’yi tavaf edeceğini bildiğinden, bu yıl içinde farz olan hacca bizzat gitmeye gönlü razı olmadı. Hz. Ebû Bekir’i emîr-i hac tayin ederek 300 kadar sahabe ile birlikte Mekke’ye gönderdi (Zilkade-Zilhicce 9/ Mart 631). Ardından müşriklerin genel konumu ve onlarla Hz. Peygamber arasındaki antlaşmalar hakkında Tevbe suresinin ilk yirmi sekiz ayeti nazil oldu. Rasûl-i Ekrem, bu ayetlerin hükümlerini tebliğ için -antlaşmalar üzerinde başkan veya ailesinden birinin söz sahibi olabileceği şeklindeki yaygın Arap geleneğine uyarak- Hz. Ali’yi görevlendirdi. Ali, Mekke’ye gitmekte olan Ebû Bekir’e yolda ulaşıp durumu anlattı ve kendisine emîr-i hac olarak vazifeye devam edeceğini bildirdi. Hz. Ali, 10 Zilhicce yani bayramın birinci günü Mina’da toplananlara, Tevbe suresinin müşriklere “ihtar” mahiyetindeki ilk ayetlerini okudu ve şu hususları açıkladı: “Kâfirler ebedî kurtuluşa eremeyecek ve cennete giremeyecektir. Bu yıldan sonra müşrikler haccedemeyecek ve Mescid-i Harâm’a yaklaşamayacaktır; kimse Kâbe’yi çıplak tavaf edemeyecektir, Hz. Peygamber’le antlaşmaları bulunanlar, antlaşmanın süresi nihayete erinceye kadar haklarını kullanabilecekler, daha sonra Müslüman olmadıkları takdirde can güvenlikleri kalkacaktır.” Bu bildiri etkisini göstermiş, orada bulunan müşriklerin bir kısmı itiraz etmişse de ardından “Kureyş bile Müslüman oldu” diyerek dört ay beklemeye gerek duymaksızın hemen hepsi Müslüman olmuştur. Böylece Arap yarımadasındaki putperestlik ortadan kaldırılmış, Kâbe Hz. İbrâhim ile Hz. İsmail’in kurduğu esasa uygun olarak yalnızca tevhid inancına sahip müminlere tahsis edilmiş oldu. Aynı surenin 29. ayetiyle de başta Ehl-i kitap olmak üzere diğer din mensuplarına cizye ödemeleri şartıyla can ve mal güvencesi sağlanması ve kendi dinlerinde kalma hürriyeti verilmesi şeklindeki temel İslami anlayış uygulamaya konulmuştur.



13 Eylül 2020 Pazar

Kıyamet alametlerinden olan Dabbetül Arz ile ilgili ayet ve hadisler


“Dâbbe”, yeme ve içmeye muhtaç olan varlıklara denir. Dâbbetü’l-arz, “yerden çıkacak canlı” demektir. Kıyâmetin büyük alâmetlerinden olan “Dâbbetü’l-Arz” hakkında Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulur:

“O söz başlarına geldiği (kıyâmet veya azap yaklaştığı) zaman, onlara yerden bir dâbbe (canlı) çıkarırız da, bu onlara, insanların âyetlerimize kesin bir îman getirmemiş olduklarını söyler.” (en-Neml, 82)

DABBETÜL ARZ NE ZAMAN GELECEK, NE YAPACAK?

Allah Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Üç şey vardır ki onlar çıktığı vakit «önceden inanmayan veya îmânıyla bir hayır kazanmayan kimseye, artık îmânı fayda vermez». Bunlar; Güneş’in battığı yerden doğması, Deccâl ve Dâbbetü’l-Arz’dır.” (Müslim, Îman, 249; Ahmed, II, 445)

“Dâbbetü’l-Arz, beraberinde Süleyman’ın -aleyhisselâm- mührü ve Mûsâ’nın -aleyhisselâm- asâsı olduğu hâlde çıkar. Mü’minin yüzünü asâ ile parlatır ve kâfirin burnunu mühürle damgalar. Öyle ki, sofra ehli toplanınca biri diğerine (yüzündeki parlaklıktan dolayı) «Ey mü’min!» der, diğeri de (öbürüne, burnundaki mühür damgası sebebiyle) «Ey kâfir!» der. (Yani mü’min de kâfir de yüzünden tanınır.)” (Tirmizî, Tefsîr, 27/3187; İbn-i Mâce, Fiten, 31)

“Ortaya çıkış itibâriyle kıyâmet(in büyük) alâmetlerinin ilki, Güneş’in battığı yerden doğması ve kuşluk vakti insanlara Dâbbetü’l-Arz’ın çıkmasıdır. Bunlardan hangisi önce çıkarsa, diğeri de hemen onun peşinde ve yakındır.” (Müslim, Fiten, 118; Ebû Dâvûd, Melâhim, 12)

Dâbbetü’l-Arz, yerden çıkacak bir canlıdır. Ama bunun nasıl bir canlı olduğu, sahih hadislerde açıklanmamıştır. Konuşarak insanları îkaz edeceği anlaşılmaktadır. Emr-i bi’l-mârûf ve nehy-i ani’l-münker’in terk edildiği bir zamanda ortaya çıkacağı ve İslâm’dan başka bütün dinlerin bâtıl olduğunu îlân edeceği nakledilmektedir.

Ayrıca bu hâdise, inkâr edenlere, Allah Teâlâ’nın ölüleri nasıl dirilttiğini de açıkça göstermiş olacaktır.

Dâbbe, inkârcılara kıyâmetin yaklaştığını haber verecektir. Allah Teâlâ bu canlıyı konuşturarak, kâfirleri rezil rüsvâ edecektir. Çünkü onlar, en fasih lisân ile konuşan ve insanlığın en şereflisi olan Peygamber Efendimiz’in getirdiği en beliğ kelâmı, yani Kur’ân-ı Kerîm’i kabul etmekten yüz çevirmiş bedbahtlardır. Cenâb-ı Hak da onlara farklı bir canlının lisânından, onların anlayacağı üslûpla hakîkatleri bildirecektir. Kâfirlerin bundan sonra îman etmeleri, artık onlara fayda vermeyecektir.