11 Temmuz 2020 Cumartesi

Hz. Muhammed (sav)'in Hz. Hatice ile Evlenmesi


Hz. Hatice (r.anha) Kureyş’in ileri gelenlerinden Huveylid b. Esed’in kızı olup soyu dedelerinden Kusay’da Hz. Muhammed (sav)’in nesebi ile birleşir. Hz. Peygamber’den önce iki defa evlilik yapmış olan Hz. Hatice (r.anha) soylu, güzel ve zengin bir hanımdı. İkinci kocasının ölümünden sonra Kureyş’in ileri gelenlerinden evlilik teklifleri almakla birlikte hiçbirine olumlu cevap vermemekteydi. Güvenilir bulduğu kimselerle ticaret yaparak hayatını sürdüren Hz. Hatice (r.anha), bu sıralarda bir tavsiye üzerine çevresinde üstün ahlak sahibi ve güvenilir bir genç olarak tanınan Hz. Muhammed (sav)’le ortaklık antlaşması yaptı ve O'nun, kölesi Meysere ile birlikte ticaret için Suriye’ye gitmesini istedi. Hz. Muhammed (sav)’in bu yolculuğu ticari açıdan oldukça başarılı geçti. Bu sonuçtan memnun kalan Hz. Hatice (r.anha), Hz. Muhammed (sav)’in dürüst ve doğru sözlü olduğunu gördü. Meysere’nin Hz. Muhammed (sav)’in ahlakı ve davranışları hakkında hayranlık uyandıran övgü dolu sözleri de dinleyen Hz. Hatice (r.anha), Hz. Muhammed (sav)'e daha çok güven duydu ve O'na karşı takdir hisleri gün geçtikçe arttı. Rivayete göre bir süre sonra da bizzat kendisi veya Nefîse bint Ümeyye (Münye) adlı bir kadın aracılığıyla Hz. Muhammed (sav)’e evlilik teklifinde bulundu. Beklemediği bir durumla karşılaşan Hz. Muhammed (sav) biraz düşündükten sonra teklifi kabul etti. Ebû Tâlib ve diğer amcaları, babası vefat etmiş olduğu için Hatice’yi amcası Amr b. Esed’den istediler. Cevabın olumlu olması üzerine de evlilik gerçekleşti. Hz. Muhammed (sav) Ebû Tâlib’in evinden Hz. Hatice (r.anha)’nin evine taşındı; böylece mutlu yuva kurulmuş oldu. Bu sırada Hz. Peygamber’in yirmi beş, Hz. Hatice (r.anha)’nin de kırk yaşında olduğu kaydedilmektedir. Hatice’nin daha küçük yaşlarda olduğuna dair rivayetler de vardır. Hz. Peygamber ve Hz. Hatice (r.anha)’nin bu evliliğinden Kâsım, Zeynep, Rukıyye, Ümmü Külsûm, Fâtıma, Abdullah (Tayyib) ve Tâhir adlı çocukları dünyaya geldi. Abdullah ve Tâhir peygamberlikten önce vefat etti. Bazan Tayyib ve Tâhir iki ayrı çocuk olarak zikredilmekle birlikte bunların Abdullah’ın lakabı olduğu da kaydedilmektedir. Hz. Peygamber’in en küçük kızı Fâtıma dışındaki çocukları kendisinden önce vefat etmiş, Hz. Fâtıma ise babasının vefatından sonra altı ay kadar daha yaşamıştır. Hz. Peygamber, ilk oğlu Kâsım dolayısıyla “Ebü’l-Kâsım” künyesini almıştır. Hz. Hatice (r.anha) ile evliliği sırasında Hz. Peygamber’in ailesine iki kişi daha katılmıştır. Bunlardan biri Hz. Hatice (r.anha)’nin kendisine hediye ettiği ve O'nun da hürriyetine kavuşturup evlatlık edindiği Zeyd b. Hârise’dir. Diğeri ise Mekke’de ortaya çıkan kıtlık yüzünden maddi sıkıntı ile karşılaşan amcası Ebû Tâlib’e destek olmak üzere yanına aldığı ve o sıralarda beş yaşında olduğu rivayet edilen Ali b. Ebû Tâlib’dir. Hz. Peygamber daha sonra kızı Fâtıma’yı Hz. Ali ile evlendirmiş ve soyu bu evlilikten doğan, çok sevdiği torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin ile devam etmiştir.

Hz. Hatice (r.anha) yirmi beş yıla yakın bir süre evli kaldığı Hz. Peygamber’e her zaman maddi ve manevi açıdan destek oldu. Hz. Peygamber’e ilk inanan kimse Hz. Hatice (r.anha) olup en sıkıntılı zamanlarda onun yanında yer aldı. Hz. Peygamber’in ilk eşi ve İbrahim dışındaki çocuklarının annesidir. Hz. Peygamber onun iyiliklerini ve vefasını hiçbir zaman unutmadı. Bilindiği gibi Hz. Peygamber onun sağlığında başka bir kadınla evlenmemiş, onun vefatından bir süre sonra da çeşitli sebeplere dayalı olarak evlilikler yapmıştır. Hz. Hatice (r.anha)’yi her zaman hayırla yâd eden Hz. Peygamber bir defasında şöyle demiştir: “Allah bana ondan daha hayırlısını vermemiştir: Herkes benim peygamberliğimi inkâr ederken, o bana inandı. Herkes beni yalanlarken o tasdik etti. İnsanlar mallarını esirgerken o malıyla bana destek oldu. Allah bana ondan çocuklar nasib etti."

10 Temmuz 2020 Cuma

Hz. Muhammed (sav)'in Çocukluğu ve Gençliği


Hz. Muhammed (sav) doğumunun ardından bir süre annesi Âmine’nin yanında kalmış, daha sonra âdet olduğu üzere sütanneye verilmiştir. Çocukların sütanneye verilmesinde temel sebep çocukların şehir yerine daha sağlıklı olan çöl havasında büyümelerini sağlamak, ayrıca konuşma çağında fasih Arapça öğrenmelerine imkân vermekti. Hz. Peygamber de bu geleneğe uyularak Hevâzin kabilesinin Sa‘d b. Bekir koluna mensup Halîme bint Ebû Züeyb’e verildi. Halîme, sütanneliği yaparak geçimini sağlayan diğer bedevi kadınlarla ve kocası ile birlikte bir kıtlık yılında Mekke’ye gitmiş ancak genellikle tercih edildiği üzere zengin bir aile çocuğu bulamamıştı. Hz. Muhammed (sav)’in yetim olduğunu öğrenince de O'nu almakta tereddüt göstermiş, bununla birlikte Mekke’den boş dönmemek için sütanneliği yapmak üzere O'nu yanında götürmeye razı olmuştu. Hz. Muhammed (sav) iki yıl sonra sütannesi Halîme tarafından Mekke’ye getirilmiş ancak Âmine, çöl havasının çocuğuna yaradığını gördüğü, bazı rivayetlere göre ise o sıralarda Mekke’de veba salgını bulunduğu için onun bir müddet daha Halîme’nin yanında kalmasını istemişti. Hz. Muhammed (sav) dört veya beş yaşına kadar sütannesinin yanında kaldıktan sonra Mekke’ye getirilerek annesine teslim edildi. Hz. Peygamber’in sütbabası Hâris b. Abdüluzza, sütkardeşleri de Abdullah, Üneyse ve Şeymâ idi. Rivayete göre Halîme ve Hâris, Muhammed (sav)’i yanlarına aldıktan sonra bolluk ve berekete kavuştular; deve ve koyunları eskisinden çok daha fazla süt vermeye başladı. Ayrıca Hz. Muhammed (sav)'in, sütannesinin yanında bulunduğu dönemde “şakk-ı sadr” adı verilen hadisenin vukû bulduğu kaynaklarda zikredilmektedir. Buna göre iki melek gelip Hz. Muhammed (sav)’in göğsünü yarmış, kalbini çıkararak kötülüklerden arındırmış, semavi bir suyla yıkadıktan sonra yerine yerleştirmiştir. Bu olaydan haberdar olan Halîme ve Hâris’in baştan beri birçok olağanüstü yönüne şahit oldukları Hz. Muhammed (sav) hakkında olup biteni izah edememekten kaynaklanan bir endişe yaşadıkları ve çocuğu ailesine iade etmenin daha doğru olacağını düşünmeye başladıkları nakledilmektedir.

Hz. Peygamber altı yaşına geldiğinde annesi Âmine O'nu da câriyesi Ümmü Eymen’le birlikte yanına alarak Yesrib’e (Medine) götürdü. Burada hem Abdullah’ın mezarını hem de Abdülmuttalib’in annesi dolayısıyla ailenin dayıları sayılan Benî Neccâr mensuplarını ziyaret ettiler. Âmine, Yesrib’de bir ay kadar kaldıktan sonra Mekke’ye dönerken Medine’ye yaklaşık 190 km. mesafede bulunan Ebvâ’da hastalandı ve genç yaşta vefat etti. Âmine’nin, ölümünden önce küçük yavrusuna bakarak şöyle söylediği anlatılır: “Her yaşayan ölür. Her yeni eskir. Her çok azalır. Her büyük yok olur. Şüphesiz ben de öleceğim, ama devamlı anılacağım. Çünkü dünyaya oğlumu hayırlı bir gelecek olarak bırakıyorum.” Annesinin ölümüyle öksüz kalan Hz. Peygamber, Ümmü Eymen tarafından Mekke’ye getirilip dedesi Abdülmuttalib’e teslim edildi. Hz. Peygamber daha sonra Hicret'in altıncı yılında (milâdî 628) Ebvâ’ya uğrayıp annesinin mezarını ziyaret etmiştir. Kabri eliyle düzelten, Hz. Peygamber bu arada annesinin şefkat ve merhametini hatırlayarak göz yaşı dökmüştür. Onun bu tutumundan etkilenen sahabeler de göz yaşlarını tutamayıp onunla birlikte ağlamışlardır.

Abdülmuttalib çok sevdiği ve genç yaşta kaybettiği oğlu Abdullah’ın değerli hatırası olan Muhammed (sav)’e büyük özen gösteriyordu. Sofraya onunla birlikte oturup yemek yiyor; onu zaman zaman Kâbe duvarının gölgesindeki minderine oturtuyor; Dârünnedve’deki toplantılara başkanlık ederken yanına alıyor; bütün davranışlarıyla O'na baba şefkati ve sevgisinin eksikliğini hissettirmemeye çalışıyordu. Yaşı seksenin üzerinde olan Abdülmuttalib o sırada sekiz yaşındaki torunu Muhammed (sav)’in bakım ve himayesini amcası Ebû Tâlib’e verdikten kısa bir süre sonra vefat etti. Ebû Tâlib Hz. Peygamber’in babası Abdullah’ın anne-baba bir kardeşi idi. Ebû Tâlib, yeğenini çocuklarından fazla sevdi, O'nun uğurlu olduğuna inandı ve iyi yetişmesi için gayret sarfetti. Çıktığı bazı seyahatlerde onu da yanına alırdı. Nitekim Hz. Muhammed (sav)’in dokuz (veya on iki) yaşında bulunduğu sırada amcası ticaret amacıyla Suriye’ye gitmeye karar verdiğinde O da amcasıyla birlikte gitmek istedi. Yeğeninin bu konudaki ısrarını gören Ebû Tâlib O'nu da yanına aldı. Kervan Suriye topraklarındaki Busrâ’da konakladı. Burada bir manastırda yaşayan Bahîra adlı rahip kafileyi yemeğe davet etti. Bahîra Ebû Tâlib’e, Muhammed (sav)’in İncil’de gönderileceği vaad edilen peygamber olduğunu söyledikten sonra başına gelebilecek bazı tehlikelere dikkat çekmiş ve onu iyi korumasını tavsiye etmiştir. Ebû Tâlib bunun üzerine seyahatini yarıda kesip Mekke’ye döndü.

Hz. Muhammed (sav)’in on yaşlarındayken, kalabalık bir aileye sahip bulunan amcası Ebû Tâlib’e yardımcı olmak amacıyla bir süre çobanlık yaptığı bilinmektedir. Peygamberliği döneminde O, bu hatırasına atıfla “Hiçbir peygamber yoktur ki koyun gütmüş olmasın” buyurmuştur. Etrafında bulunan sahabelerin “Siz de mi koyun güttünüz yâ Rasûlallah?” şeklindeki sorusu üzerine “Evet. Ben de Mekkelilerin koyunlarını güttüm” cevabını vermiştir.

Ebû Tâlib’in hanımı Fâtıma bint Esed Muhammed (sav)’e kendi çocuklarından daha fazla ilgi gösterdi. Hz. Peygamber de büyüdüğünde yengesinin iyiliklerini hiçbir zaman unutmadı. Onu Medine’deki evinde ziyaret eder, zaman zaman orada öğle uykusuna yatardı. Yengesi vefat ettiğinde çok üzülmüş, gömleğini ona kefen yapmış, cenaze namazını da kendisi kıldırmıştır. Ölümünden duyduğu üzüntüyü etrafındakilere anlatırken şöyle diyerek vefa duygusunu göstermiştir: “Ben onun himayesine muhtaç öksüz bir çocuktum. O kendi çocukları aç olduğu halde beni doyururdu. Kendi çocuklarını bırakır benim saçlarımı tarardı. O benim annem gibiydi.” Ebû Tâlib, peygamberliğinden sonra da yeğeninin yanında yer aldı ve onun İslam’ı kabul etmesi için yaptığı ısrarlı tekliflerini cevapsız bırakmakla birlikte kendisini korumak için elinden geleni yapmaya çalıştı.

Cahiliye dönemi'nde Arap kabileleri arasında çeşitli sebeplerle sık sık savaşların çıktığı bilinmektedir. Öyle ki, kan dökmenin yasak olduğu haram aylarda (Zilkade, Zilhicce, Muharrem, Receb) bile savaşların yapıldığı olurdu. Haram aylarda cereyan ettiği için bu savaşlara Ficâr savaşı adı verilirdi. Hz. Peygamber de gençliğinde böyle bir savaşa katılmak durumunda kalmıştı. O'nun müttefik Kureyş-Kinâne ve Kays-Aylân kabileleri arasında çıkan şiddetli savaşa amcalarıyla birlikte katıldığı ancak fiilen savaşmayıp amcalarına ait eşyaları koruduğu, ayrıca gelen okları da kalkanla karşılayıp toplamak suretiyle amcalarına verdiği bu konudaki farklı rivayetler içinde tercih edilen bir görüştür. Bu sırada yaşının on dört, on beş, on yedi veya yirmi olduğu zikredilmektedir.

Hz. Muhammed (sav) yirmi yaşında olduğu sırada Hilfü’l-fudûl adı verilen antlaşma için yapılan toplantıya katıldı. Toplantı Mekke’ye hac ve ticaret için gelen zayıf ve güçsüz kimselere yapılan haksızlıklar, ayrıca sık sık ortaya çıkan kabileler arası savaşlar karşısında Hz. Peygamber’in amcası Zübeyr b. Abdülmuttalib’in girişimiyle Mekke’nin en zengin, yaşlı ve nüfuzlu kabile reisi durumundaki Abdullah b. Cüd‘ân et-Teymî’nin başkanlığında yapıldı. “Erdemli insanların yemini” anlamına gelen bu hareket içinde yer alanlar, yerli veya yabancı olsun haksızlığa uğrayan herkesi koruyacaklarına, hakkı verilinceye kadar tek bir el gibi hareket edeceklerine ve birbirlerine maddî yardımda bulunacaklarına yemin etmişlerdi. Rasûl-i Ekrem peygamberliğinden sonra da bu ittifaktan övgüyle bahsetmiş ve şöyle demiştir: “Ben Abdullah b. Cüd‘ân’ın evinde yapılan bir antlaşmaya katılmıştım ki bunu güzel ve kızıl develere değişmem. Bugün de böyle bir antlaşmaya çağrılsam tereddüt etmeden giderim.”

Belâzürî’nin rivayetine göre İslam döneminde Erâş kabilesine mensup birinden mal satın alan Ebû Cehil parasını ödemedi. Ebû Cehil’in Hz. Peygamber’e düşmanlığını bilen bir müşrik alay etmek amacıyla mağdur tâcire o sırada Kâbe’de bulunan Hz. Peygamber’i göstererek ona başvurduğu takdirde parasını alıp kendisine verebileceğini söyledi. Bunun üzerine tâcir Hz. Peygamber’in yanına gitti ve olayı anlatıp yardım istedi. Hz. Peygamber onunla birlikte Ebû Cehil’in evine kadar gitti ve herhangi bir güçlükle karşılaşmadan parayı aldı.

Hz. Muhammed (sav) Mekke’deki birçok Kureyşli gibi ticaret ile meşgul olmuştur. Kumaş ve tahıl ticaretiyle uğraşan Ebû Tâlib’e yardım etmek suretiyle ticaret hayatına başlayan Hz. Muhammed (sav) amcasının yaşlandığı yıllarda kendisi ticarete devam etti. Bu dönemde Hz. Muhammed (sav)’in çeşitli yerlere ticaret amacıyla seyahat ettiği bilinmektedir. Ergenlik çağında Hubâşe panayırına, bir veya iki defa Yemen’e, ayrıca Doğu Arabistan’daki Muşakkar ve Debâ panayırlarına, hatta Habeşistan’a gittiği tesbit edilmektedir. Bu seyahatler sebebiyle bir taraftan ticari hayatın gereklerini öğrenirken diğer taraftan Arabistan’ın muhtelif yerlerinde yaşayan insanları yakından tanıma, onların dil ve lehçelerini, dinî, siyasi ve sosyal durumlarını öğrenme imkânını elde ediyordu. Kaynakların ittifakıyla Cahiliye döneminin yaygın kötülüklerinin hiçbirine bulaşmaksızın temiz bir hayat yaşayan ve yirmi beş yaşlarına gelen Hz. Muhammed (sav) çevresinde iffeti, mertliği, merhameti ve hak severliğinin yanısıra ticaret hayatında da doğruluğu ve güvenilirliği sebebiyle “Muhammedü’l-emîn” veya sadece “el-emîn” unvanıyla bilinmekteydi. Mekkeli tacirlerden Kays b. Sâib, Hz. Muhammed (sav)’le birçok ticari iş yaptığını ve ondan daha iyi bir ortağa rastlamadığını belirterek şöyle demiştir: “O ticari bir yolculuğa çıkacağı zaman kendisine bazı işleri havale ettiğim olurdu. Seyahatten döndüğünde benim tamamen memnun kalacağım bir şekilde hesap görmeden kendi evine çekilip gitmezdi. Buna karşılık ben seyahate çıktığımda bana bir iş havale ederse dönüşümde herkes bana kendi işleri ile ilgili hususları sorup dururken O, bana sadece sağlık ve afiyette olup olmadığımı sorardı.”




9 Temmuz 2020 Perşembe

Hz. Muhammed (sav)'in Doğumu

Hz. Peygamber Arap yarımadasının batısındaki Hicaz bölgesinde yer alan Mekke şehrinde dünyaya geldi. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Bunun sebebi o sırada Araplar arasında belirli bir takvimin kullanılmamasıdır. Genel kabul gören kanaate göre Fil Vak‘ası’ndan 50-55 gün sonra Rebîülevvel ayında Pazartesi günü dünyaya gelmiştir. Farklı hesaplamalara göre Hz. Peygamber’in doğum tarihi 20 Nisan (9 Rebîülevvel) 571 veya 17 Haziran (12 Rebîülevvel) 569 Pazartesi şeklinde belirlenmektedir. Bu tarihlerden birincisi Mısırlı astronomi âlimi Mahmut Paşa el-Felekî’ye (ö. 1302/1885), ikincisi ise çağımızın meşhur İslam âlimi Muhammed Hamidullah’a (ö. 2002) aittir.

Hz. Muhammed (sav)’in babası, Kureyş’in Benî Hâşim kolundan Abdullah b. Abdülmuttalib, annesi ise Kureyş kabilesinin Benî Zühre koluna mensup Vehb b. Abdümenâf’ın kızı Âmine’dir. Hz. Peygamber onların evliliklerinden dünyaya gelen tek çocuklarıdır.

Hz. Peygamber’in babası Abdullah, akranları arasında çok beğenilen yakışıklı bir gençti. Yüzünde diğer gençlerde bulunmayan bir güzellik ve parlaklık vardı. Bunun Hz. Peygamber’e ait “nübüvvet nuru” (peygamberlik nuru, Nûr-i Muhammedî) olduğu kabul edilir. Rivayete göre Abdullah’ın babası (Hz. Peygamber’in dedesi) Abdülmuttalib Zemzem Kuyusu’nu yeniden ortaya çıkarıp onardığı sırada Kureyş’in bazı ileri gelenleri onu alaya alıp küçük düşürmek istemişlerdi. O sırada Hâris’ten başka oğlu olmayan Abdülmuttalib onlara karşı savunmasız bir durumda olduğundan, on oğlu olursa birini kurban edeceğine dair adakta bulunmuştu. Bir süre sonra duası gerçekleşip on oğlu dünyaya geldiğinde gördüğü bir rüyada kendisine adağı hatırlatılmış, o da oğullarından hangisini kurban edeceğini belirlemek için kuraya başvurmuştu. Kura o sırada en küçük oğlu olan Abdullah’a çıkınca onu kurban etmeye karar vermiş ancak buna başta kızları olmak üzere pek çok kimse karşı çıkmıştı. Adağını yerine getirebilmek için bir çözüm arayan Abdülmuttalib kendisine yapılan bir tavsiye doğrultusunda Abdullah ile o günkü örfe göre diyet olarak kabul edilen on deve arasında kura çektirmiş, fakat kura yine Abdullah’a çıkmıştı. Abdülmuttalib deve sayısını onar onar artırarak kuraya devam etmiş, sayı yüze ulaşınca kuranın develere çıkması üzerine 100 deve kurban etmişti. Böylece çok sevdiği oğlu Abdullah’ı da kurtarmıştı. Bundan dolayı Hz. Peygamber, hem babası Abdullah’ın hem de büyük atası Hz. İbrahim (as)’in oğlu Hz. İsmail (as)’in kurban edilmekten kurtulmuş olduğunu kastederek “Ben iki kurbanlığın oğluyum” demiştir.

Abdullah gençlik çağına ulaştığında kendisine gelen birçok evlilik teklifini kabul etmemiş, nihayet babasının teşebbüsüyle Vehb’in kızı Âmine ile evlenmiştir. Abdullah’ın bu sırada on sekiz yaşında olduğu anlaşılmaktadır. Abdullah ticaret için gittiği Suriye’den dönerken Yesrib’e (Medine) uğramış ve orada babasının dayıları olan Adî b. Neccâr oğullarını ziyaret etmişti. Ancak bu sırada hastalanıp akrabalarının yanında bir ay kadar hasta yattıktan sonra vefat etmiş ve Medine’de defnedilmiştir. Abdülmuttalib Abdullah’ın hastalığını haber alınca büyük oğlu Hâris’i Yesrib’e göndermiş ancak Hâris şehre ulaşmadan kardeşi vefat etmiştir. Bu sebeple Hz. Peygamber yetim olarak dünyaya gelmiştir. İslam âlimlerinin büyük çoğunluğu, oğlunun peygamberliğine yetişemeyen Abdullah’ın ahirette azap görmeyip kurtuluşa ereceği kanaatindedir.

Hz. Peygamber’in annesi Âmine Kureyş kızları arasında iyi bir yere sahipti. Babası Vehb de Zühre oğullarının ileri gelenlerinden biriydi. Abdülmuttalib, oğlu Abdullah’ı yanına alarak Âmine’yi babasından veya diğer bir rivayete göre amcası Vüheyb’den istemiş, olumlu cevap verilmesi üzerine evlilik gerçekleşmiştir. Zamanın âdetleri doğrultusunda evliliğin ilk üç günü Âmine’nin evinde geçmiştir. Bu evlilikten sonra Abdullah’ın alnındaki peygamberlik nûrunun Âmine’ye intikal ettiği kabul edilir. İslâm kaynaklarında Hz. Muhammed (sav)’in ana rahmine intikalinden doğumuna kadar geçen zaman içinde bazı olağanüstü olayların meydana geldiğine dair rivayetler yer almaktadır. Rivayete göre Âmine Hz. Peygamber’e hamile olduğu sırada bir rüya görmüş, rüyada kendisine önemli bir kişiye hamile olduğuna işaret edilerek doğacak çocuğa Muhammed veya Ahmed adını vermesi söylenmiştir. Âmine’nin doğum sancısı çekmediği de bu rivayetler arasındadır. Yine meşhur rivayete göre Hz. Peygamber sünnetli olarak doğmuştu. Ayrıca melekler tarafından yıkanmış ve sırtına peygamberlik mührü vurulmuştu. Dede Abdülmuttalib torununun dünyaya geldiği müjdesini alınca onun şerefine bir ziyafet vermiş, ziyafette ona Muhammed adını koymuş, Allah’ın ve insanların onu hayırla anması için bu ismi verdiğini söylemiştir.


Prof. Dr. Casim Avcı

8 Temmuz 2020 Çarşamba

Hz. Peygamber'in Soyu


Hz. Peygamber’in soyu yirmi birinci kuşaktan atası olan Adnân vasıtasıyla Hz. İbrahim’in oğlu Hz. İsmail’e dayanmaktadır. Bu sebeple Hz. Peygamber’in soyunun da mensup olduğu Kuzey Araplarına İsmâilîler veya Adnânîler gibi isimler de verilmektedir (Araplar’ın diğer ana kolu, anayurdu Güney Arabistan olan Kahtânîler’dir). Hz. Peygamber’in Adnân’a kadar soy kütüğü kesin olarak bilinmekte olup şöyledir: Muhammed b. Abdullah b. Abdülmuttalib (Şeybe) b. Hâşim b. Abdümenâf b. Kusay b. Kilâb b. Mürre b. Kâ‘b b. Lüey b. Gâlib b. Fihr (Kureyş) b. Mâlik b. Nadr b. Kinâne b. Huzeyme b. Müdrike b. İlyâs b. Mudar b. Nizâr b. Mead b. Adnân. Bu tabloya göre Hz. Peygamber, Araplar’ın, Hz. İbrahim’in oğlu Hz. İsmail’in soyundan gelen Adnânîler kolundan, Kureyş kabilesinin Hâşimoğulları sülâlesine mensup Abdullah b. Abdülmuttalib’in oğludur.

Prof. Dr. Casim Avcı


7 Temmuz 2020 Salı

İSLAM ÖNCESİ MEKKE


Âlemlere rahmet olarak gönderilen Allah’ın elçisi ve son peygamberi Hz. Muhammed (sav), eski dünya olarak bilinen Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarının ortasında yer alan Arabistan yarımadasının batısındaki Hicaz bölgesinde Mekke şehrinde dünyaya gelmiştir. Bu sebeple ana hatlarıyla Mekke tarihi ve bu arada Kâbe ve Kureyş’ten bahsetmek faydalı görülmektedir.

Mekke’nin bilinen tarihi Hz. İbrahim (as) dönemine kadar inmekte, daha önceki tarihi hakkında fazla bilgi bulunmamaktadır. Hz. İbrahim (as) Allah’ın emriyle, henüz çok küçük yaşta olan oğlu Hz. İsmail’i ve annesi Hacer’i Mekke’ye getirip bıraktıktan sonra Filistin’e dönmek üzere ayrıldı. Kur’ân-ı Kerîm’de “ekin bitmeyen bir vadi” olarak nitelenen (İbrahim 14/37) Mekke vadisi, çöl karakterli bir araziye sahip olup iklimi sıcak ve kuraktır. Bu sebeple anne-oğul bir süre sonra susuzluk problemi ile karşılaştılar. Dinî rivayetlere göre su bulmak için Safa ve Merve tepeleri arasında koşturan Hacer’in, çaresiz kalıp oğlunun hayatından ümit kestiği bir sırada Yüce Allah’ın emriyle çocuğun bulunduğu yerden bir su kaynağı fışkırdı. Zemzem adını alan ve suyu bol olan kaynak sebebiyle burası kervanların konak yeri oldu. Bir süre sonra Yemen’den gelen Cürhümlüler, Mekke çevresine yerleştiler. İsmail onlardan Arapça öğrendi ve bu kabileden bir kızla evlendi.

Filistin’de yaşayan Hz. İbrahim zaman zaman Hacer ile İsmail’i ziyarete gelmekteydi. Hz. İbrahim Mekke’yi üçüncü ziyaretinde Allah’ın emri doğrultusunda oğlu İsmail ile birlikte Kâbe’yi inşa etmeye başladı. Kur’ân-ı Kerîm’deki bazı ayetlerden (el-Bakara 2/127; Âl-i İmrân 3/96; el-Hacc 22/26) hareketle Kâbe’nin Hz. İbrahim (as)’den önce de var olduğu ancak yıkılıp uzun zaman içinde yerinin kaybolduğu ve Hz. İbrahim tarafından bulunarak yeniden yapıldığı anlaşılmaktadır.(1) Kurân’da Hz. İbrahim (as)’den önce kimin tarafından inşa edildiği hususunda herhangi bir bilgi yer almamakla birlikte bazı kaynaklarda Hz. Âdem (as) yahut oğlu Şît (as) tarafından yapıldığı kaydedilmektedir. Hz. İbrahim (as) Kâbe’nin inşâsını tamamlayınca Cebrail gelip kendisine hac ibadetinin nasıl yapılacağını öğretti. O da insanları hac ibadetine davet edip oğlu ile birlikte görevini tamamladıktan sonra İsmail’i burada bırakarak Filistin’e döndü.

Mekke ve Kâbe’nin idaresi Hz. İsmail (as)’den bir nesil sonra Cürhümlüler’in eline geçti. Önceleri Hz. İsmail (as)’in tebliğ ettiği dini benimsemiş olan Cürhümlüler zamanla sapıklığa düştüler, çeşitli ahlâksızlıklar yanında Kâbe’ye takdim edilen hediyeleri çaldıkları gibi hac maksadıyla şehre gelenlere de kötü davranmaya başladılar. Bir süre sonra Güney Arabistan’dan göç ederek Mekke civarına gelen Huzâa kabilesi Cürhümlüler’le yaptıkları savaşta onları mağlup ederek şehirden çıkardı. Cürhümlüler Hacer-ül Esved’i yerinden söküp bir yere gömdükten ve Zemzem kuyusunu kapatıp yerini belirsiz hale getirdikten sonra tekrar ilk yurtları olan Yemen’e gittiler. İsmailoğulları ise sayılarının azlığı sebebiyle savaşta taraf olmadı ve Benî Huzâa ile anlaşarak şehirde kalmaya devam etti. Huzaalılar zamanında kabilenin ileri gelenlerinden Amr b. Luhay, Mekke ve Kâbe idaresini eline alınca tevhid geleneğini bozup şehirde putperestliğin başlamasına sebep oldu.

V. Yüzyılın ilk yarısında Hz. Peygamber’in beşinci kuşaktan dedesi Kusay b. Kilâb liderliğindeki Kureyş kabilesi, Huzâalılar’a karşı mücadele ederek Mekke yönetimini ele geçirdi. Böylece büyük şeref ve saygınlık ifade eden Kâbe hizmetleri de Kureyş’e geçmiş oldu. Kusay Mekke civarında dağınık halde yaşayan Kureyş kollarını birleştirerek Kâbe çevresinde yerleştirdi. Ayrıca gerekli düzenlemeler yaparak Mekke idaresi (Dârünnedve idaresi), başkumandanlık (kıyâde), sancaktarlık (livâ), Kâbe’nin bakımı, kapısının ve anahtarlarının muhafazası (hicâbe veya sidâne), hacılara su temini (sikâye) ve hacıları ağırlama (rifâde) hizmetlerini elinde topladı. Onun yaptırdığı Dârünnedve önemli meselelerin görüşülüp karara bağlandığı ve çeşitli törenlerin düzenlendiği bir toplantı yeri olarak İslâm dönemine kadar devam etti.

Kusay’dan sonra Mekke idaresi ve Kâbe hizmetleri onun çocukları ve torunları tarafından sürdürüldü. Kusay’ın torunu ve Hz. Peygamber’in üçüncü kuşaktan dedesi Hâşim b. Abdümenâf gerek Mekke’ye gelen hacıların gerekse Kureyş kabilesinin yiyecek ve su ihtiyacını karşılamak için çalıştı. Cömertliği ile tanınan Hâşim ile kardeşleri Muttalib, Abdüşems ve Nevfel, Bizans, Yemen, Habeşistan ve İran devletleri nezdinde ticaret antlaşmaları yaptılar. Ayrıca ticaret güzergâhı üzerindeki kabilelerle saldırmazlık antlaşmaları imzaladılar. Böylece Mekke ticareti milletlerarası bir mahiyet kazandı. Kureyşliler gerek antlaşmalar gerekse Kâbe hizmetlerini yürütmenin vermiş olduğu itibar sayesinde emniyet içerisinde kışın Yemen’e ve Habeşistan’a, yazın Suriye ve Anadolu’ya kadar ticari amaçlı yolculuklar yapmaya başladılar. Hâşim ticaret için Suriye’ye giderken bir süre kaldığı Yesrib’de (Medine) Neccâroğulları’ndan Amr b. Zeyd’in kızı Selma ile evlendi. Bu evlilikten Hz. Peygamber’in dedesi Abdülmuttalib (Şeybe) dünyaya geldi. Hâşim seyahati sırasında Filistin’deki Gazze’de öldü ve oraya defnedildi. Abdülmuttalib sekiz yaşına kadar Medine’de kaldıktan sonra amcası Muttalib tarafından Mekke’ye getirildi. Abdülmuttalib’i amcası yetiştirdi ve ölümüne yakın bir zamanda kabile reisliği görevini ona devretti. Abdülmuttalib gördüğü bir rüya üzerine Cürhümlülerin Mekke’yi terkederken kapattıkları Zemzem kuyusunun yerini bularak yeniden açtı. Hacılara yiyecek ve su temini görevlerini üstlendi.

İslam öncesinde Mekke coğrafi konumu yanında dinî ve ticari bir merkez olmasından dolayı Bizans, İran (Sâsânî) ve Habeşistan gibi dönemin devletlerinin dikkatini çekmiştir. Habeş Krallığı’nın müstakil Yemen valisi Ebrehe Arapların Kâbe’yi ziyaretlerini engellemek üzere San‘a’da bir kilise yaptırmış ancak amacına ulaşamayınca Kâbe’yi yıkmaya karar vermiş, şehri zaptederek dinî merkez olma özelliğini ortadan kaldırmayı ve Mekkelilerin ticari faaliyetlerine son vermeyi planlamıştı. Ebrehe ordusuyla birlikte Mekke yakınlarına kadar gelip konakladı. Bu sırada Kureyş’in Hâşimoğulları kolunun reisi olan, Hz. Peygamber’in dedesi Abdülmuttalib; Ebrehe ile görüştü ve Allah’ın evi (Beytullah) olarak bilinen Kâbe’yi, sahibinin mutlaka koruyacağını ona hatırlattı. Kâbe’yi yıkmaya kararlı olan Ebrehe hücum emri verdi ancak ordusunun önünde bulunan fil, Kâbe’ye doğru asla hareket etmediği gibi ordusu da Fîl sûresinde belirtildiğine göre (105/1-5) Allah tarafından gönderilen kuş sürülerinin attığı küçücük taşlarla helâk oldu. Bu olaya "Fil Vak‘ası", meydana geldiği yıla da "Fil Yılı" adı verilmiştir. Ebrehe’nin girişiminin başarısızlıkla sonuçlanması Araplar’ın Kâbe’ye ve hac ibadetine daha önce görülmemiş derecede değer vermeye başlamalarına yol açtı; Mekke ve Kureyş’in itibarı arttı.

Mekke Hicaz bölgesinin üç önemli şehrinin başında geliyordu (diğer ikisi Yesrib [Medine] ve Tâif). Güneyde Yemen’e, kuzeyde Akdeniz’e, doğuda Basra körfezine, batıda Kızıldeniz limanı Cidde’ye ve Afrika istikametine giden yolların kesişme noktasında bulunan Mekke ekonomik açıdan çok elverişli bir mevkide yer almaktaydı. Öte yandan Kâbe dolayısıyla şehir, Arabistan’ın dinî merkeziydi. Yılın belirli aylarında Arabistan’ın her tarafından Kâbe’yi ziyarete gelen insanlar şehrin ticarî faaliyetlerine canlılık kazandırır, panayırlar kurulur ve şiir yarışmaları yapılırdı. Coğrafi şartlar yüzünden tarıma elverişli olmayan Mekke’de ekonomik hayatın temelini ticaret oluşturmaktaydı.

Mekke’de Arabistan yarımadasının genelinde olduğu gibi putperestlik hâkimdi. Kâbe ve çevresinde sayıları 360’a ulaşan putların en büyüğü Hübel olup bu, Kureyş’in en önemli putu idi. Bunların dışında evlerin çoğunda da put vardı. Araplar; gökleri ve yeri yaratan, idare eden en yüce tanrı olarak Allah’ın varlığını kabul etmekle birlikte kendilerini Allah’a yaklaştıracağı ve O’nun katında şefaatçi olacağı düşüncesiyle putlara tapıyorlardı. Böylece sadece Allah’a kulluğu öngören tevhid inancından saparak Allah’a ortak koşmak suretiyle şirke düşmüş oluyorlardı. Öte yandan Mekke’de sayıları az olmakla birlikte Hz. İbrahim’den gelen tevhid inancına sahip Hanîfler de bulunuyordu.


Hz. Muhammed (sav)'in Hayatı Prof. Dr. Casim Avcı

6 Temmuz 2020 Pazartesi

Belli Bir Vakte Bağlı Olmaksızın Yapılan Zikrin Fazileti Hakkındaki Deliller-EL-EZKÂR-İ.NEVEVİ


11Ebû Zer'den (radıyallahü anh) bize rivâyet edildiğine göre şöyle demiştir: Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem bana şöyle buyurdu:
"Allah katında en sevimli olan sözü sana bildireyim mi? Allah'a en sevimli olan söz: (Sübhânellâhi ve bihamdihî) dir." ve bir rivâyette, de: Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'e soruldu, hangi söz daha faziletlidir? Peygamber buyurdu:
Allahü teâlâ'nın melekleri için yahut kulları için seçtiği şu sözdür: Sübhânellâhi ve bihamdihî (Allah'a hamd ederek onu noksanlıklardan tenzih ederim).[24]
12- Semüre b. Cündeb'den rivâyet edildiğine göre, Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
"Allah katında sözlerin en sevimlisi dörttür: Sübhânellâhi, Elhamdü-lillâhi, Lâ ilâhe illallâhu, Allahü Ekber. Bunlardan hangisi ile (Zikre) başlarsan zarar vermez."[25]
Sübhânellah: Allah noksanlıklardan münezzehtir. Elhamdü Lillâh: Bütün hamdler (övgüler) Allah'a mahsustur. Lâ İlahe İllallah: Allah'dan başka mâbud (ilâh) yoktur. Allahü Ekber: Allah her şeyden yüce ve büyüktür.
13- Ebû Mâlik el-Eş'ârî'den rivâyet edildiğine göre demiştir ki, Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
"Temizlik îmânın yansıdır; Elhamdü Lillâh (Hamd Allah'a mahsustur), sözü teraziyi doldurur; Sübhânellah (Allah noksanlıklardan münezzehtir) ve Elhamdü Lillâh, sözleri göklerle arz arasını doldururlar (yahut doldurur)."[26]


[24] Müslim. Tirmizî.
[25] Müslim. Ebû Dâvud. Tirmizî
[26] Müslim. Tirmizî. Nesâî.

http://islamilimleri.com/Ktphn/Kitablar/13/005/Turkce/CiftSayfa.htm

5 Temmuz 2020 Pazar

Sabah Namazının İki Rekât Sünnetinden Sonra Okunacak duâlar-EL-EZKÂR-İ.NEVEVİ


107- Ebû'l-Melih'den (Amr b. Üsame'den) o da babasından (radıyallahü anh) rivâyet edildiğine göre; babası sabahın iki rekâtını (sünnetini) kıldı; peygamber de onun yanında hafif (uzatmaksızın) iki rekât kıldı. Sonra Peygamber otururken üç defa şöyle buyurdu:
Allahümme rabbe Cibrîle ve İsrâfîle ve Mikâîle ve muhammedini’n-nebiyyi (sallallahü aleyhi ve sellem) eûzü bike mine'n-nâri"
(Cibril'in, İsrafil'in, Mikâil'in ve Peygamber Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve selleme) Rabbı olan Allah'ım! Ateşten (cehennemden) sana sığınırım."[17]
108Enes (radıyallahü anh) yolu ile rivâyet edildiğine göre, Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Kim cuma günü sabahın farz namazından önce üç defa şöyle söylerse, günahları deniz köpükleri kadar dahi olsa, Allah onun günahlarını bağışlar:
"Estağfirullâhe'llezî lâ ilâhe illâ hüve'l-hayye'l-kayyûme ve etûbü ileyhi"
(O Allah'dan mağfiret dilerim ki, O'ndan başka ilâh yoktur; O, hayat sahibidir, her şeyi idare edendir, ben de ona tevbe ederim)"[18]
[17] İbn Sünnî.
[18] İbnü’s-Sünnî.
http://islamilimleri.com/Ktphn/Kitablar/13/005/Turkce/CiftSayfa.htm

4 Temmuz 2020 Cumartesi

Mazlum Âşık 'Ebû Hureyre radıyallahu anh'


Bize Rasûlullah sevgisini öğreten sahâbî efendilerimiz arasında Ebû Hüreyre'nin müstesna bir yeri vardır. Zira Kur'an-ı Kerîmden sonra dinimizin ikinci kaynağı olan hadîs-i şeriflerin bize gelmesinde en büyük gayreti sarf eden odur. Yüce dinimize yaptığı bu büyük hizmet sebebiyle müslümanlar ona şükran borçludur. Peygamberler Sultanı'na olan aşkı, âşıklar defterinin şeref sayfalarında yazılıdır.

İslamiyet'e yaptığı büyük hizmet sebebiyle Müslümanlar onu ne kadar çok severse, din düşmanları ile onların çömezleri de bu büyük insanı o kadar sevmezler. Sevmemekle kalsalar neyse, ama onu gözden düşürmek dolayısı ile rivayet ettiği binlerce hadisi devre dışı bıraktırmak için her terbiyesizliği yaparlar.

Yemen'de yaşayan Devs kabilesinden seksen hane, hicretin beşinci yılında, İslamiyet'i kabul ederek Medine'ye hicret etti. Bunlar arasında, henüz otuz yaşlarında bulunan Ebû Hüreyre de vardı.

Rasûlullah sallellahu aleyhi ve sellem'i gördüğü günden itibaren Ebû Hüreyre ondan hiç ayrılmadı. Zira onun yanık gönlü Rasûlullah aşkıyla doluydu. Hz. Peygamber'e duyduğu bu derin sevgiyi "seni görünce mutlu oluyorum, gözüm gönlüm aydınlanıyor' diye açığa vururdu. (Ahmed ibni Hanbel, Müsned, II, 929).

Evini barkını bırakıp Medine'ye gelen Ebû Hüreyre, Allah Rasülü'nden ayrı geçen yılların kaybını telâfi etmek için kendini Rasûlullah'ın hizmetine verdi. Bir yandan daha önce duymadığı hadis-i şerifleri öğrenirken, Kâinâtın güneş'inin yaptığı her işi, söylediği her sözü hafızasına kaydetmeye başladı. Peygamber Efendimiz'in vefatından sonra yirmi altı yıl daha yaşadığına göre, ömrünün tam otuz yılını hadis öğrenmeye ve öğretmeye verdi.

Sevgilim dediği Hz. Peygamber'in vefatından sonraki zamanlarda Mescid-i Nebevî'de hadis rivayet ederken gözyaşını tutamaz ağlardı. Fahr-i Cihan Efendimiz'in aralarından ayrılışından sonra, onsuz bir hayatın kederiyle nasıl boğulduğunu şu olayda görmek mümkündür.

Bazılarının sahabi sandığı tâbiîn muhaddislerinden Şüfey İbni Mâti' el-Esbahî Medine'ye gittiği zaman ,halkın bir zatın etrafında toplanıp onu merakla dinlediğini gördü.

- Kim bu? diye sordu.

- Ebû Hüreyre, dediler.

Ebu Hüreyre konuşmasına devam ederken Şüfey yavaşça ona sokuldu ve gelip tam önüne oturdu. Sohbet sona erince, dinleyenler kalkıp gittiler. O zaman Şüfey Ebû Hüreyre'ye biraz daha yaklaşarak:

- Rasûlullah'tan dinlediğin, iyice anlayıp öğrendiğin bir hadisi bana anlatır mısın? dedi.

Hayatı hadis öğretmekle geçmiş olan Ebû Hüreyre, bu samimi arzuyu memnuniyetle kabul etti:

- İsteğini yerine getireceğim. Rasûlullah'ın bana söylediği, iyice anlayıp öğrendiğim bir hadisi sana rivayet edeceğim, dedi. Daha sözünü bitirir bitirmez, Rasûlullah'ın yokluğundan dolayı hissettiği derin hasret ve üzüntü sebebiyle hıçkırıklara boğuldu. Öyle içli ağlıyordu ki, Şüfey onun bayılıp düşeceğini zannetti.

Ebû Hüreyre biraz sonra kendine geldi. Şüfey'e olan va'dini hatırlayarak ona:

"İstediğini yerine getireceğim. Rasûlullah'ın bu Mescid'de, ikimizden başka kimse yokken bana söylediği bir hadisi sana rivayet edeceğim" dedi. Sonra tekrar kendinden geçercesine hıçkırıklara boğuldu. Biraz sonra kendine geldi. Yüzünü sildi ve üçüncü defa:

"İsteğini yerine getireceğim. Rasûlullah'ın bu Mescid'de, ikimizden başka kimse yokken bana söylediği bir hadisi sana rivayet edeceğim" dedi. Fakat bu defa öncekilerden daha çok hıçkırıp ağlamaya başladı, sonra eğilip yüzükoyun yere düştü. Şüfey Ebû Hüreyre'yi kucaklayıp göğsüne bastırdı ve uzun süre öylece kaldı.

Ebû Hüreyre kendine gelince, bu meraklı hadis talebesine, kıyamet gününde hesabı görüldükten sonra cehennem ateşi kendileriyle tutuşacak olan üç riyakar kimse hakkındaki hadisi okudu. Hadîs-i şerif bu üç günahkarın:

Kur'an-ı Kerîm öğrenen, fakat bir daha Kur'an'la meşgul olmadığı halde, Allah Teala'ya onu elinden hiç düşürmediğini söyleyen sahtekâr;

Zengin olduktan sonra yakınlarını ve yoksulları görüp gözetmediği halde, onlara Allah rızası için yardım ettiğini iddia eden yalancı;

Harpte Allah rızası için çarpıştığını ileri süren gösteriş meraklısı savaşçı olduğunu belirtiyordu. (Hadis için bk. Tirmizi, Zühd 48; Hakim, Müstedrek, l, 418;)

Abdullah İbni Mübârek, kitabü'z-Zühd (nşr. Habîburrahman EI-Azami), s. 159-160).


Prof Dr. M. Yaşar KANDEMİR

3 Temmuz 2020 Cuma

İlâhi Kurtuluş Reçetesi Olarak Sünnet


“İslâm’ı sünnetteki yorumu dışında kavramaya ve yaşamaya çalışmak ümmet olmakla bağdaşmaz."

Kur’ân ve onun Efendimiz (s.a.v.) tarafından hayata geçirilmiş şekli diyebileceğimiz sünnetin teşekkül ettirdiği kimlikten her geçen gün biraz daha uzaklaşmaları günümüz Müslüman toplumlarının en temel sorunu haline gelmiştir. Var oluşundan günümüze buhranlı dönemlerinden ancak peygamberler aracılığı ile gönderilen ilâhi burhanlara sarılarak kurtulabilmiş olan insanlık, bu yegâne kurtuluş reçetesine günümüzde tüm zamanlardan daha fazla muhtaç görünmektedir. Cehâlet asrını saadet asrına çeviren, rahmet Peygamberi Efendimiz (s.a.v.) vasıtasıyla âhir zamana kadar tüm insanlığa son bir kez daha sunulmuş olan bu ilâhî reçetenin günümüzde de işlevini sağlıklı bir şekilde görebilmesi Efendimiz (s.a.v.) ’in getirdiği hakikatlere uymaya, sahip çıkmaya ve aslını muhafaza etmeye bağlıdır. İnsanlığın gidişatına yapılan ilâhî müdahaleler sadece bu dünyada huzur ve mutluluk değil, bilakis asıl yurdumuz olan (dâr-ı bekâ) ahirette de huzur ve mutluluk getireceği için konunun ehemmiyeti daha iyi anlaşılmaktadır.

Bir toplumun İslâmî kimliğe sahip olması, belirli esasları ilke edinmesi anlamına gelir ki; bu esasların başında dinin temel kaynaklarından biri olan Hz. Peygamber (s.a.v.)’in İslâm’ı yaşayış şekli yani “sünnet” gelmektedir. Dinin, O’nun tarafından yapılmış yorumu ile bir kültür oluşmuş ve bu kültür, dünyanın dört bir yanında yaşamakta olan Müslüman toplumlara müşterek bir kimlik kazandırmıştır. Ancak özellikle son iki asırda yaşanan ve tüm dünyayı etkisi altına alan birtakım değişim ve dönüşümlerden Müslüman toplumlar da nasibini almışlardır. Batı’daki dine karşı başlatılan ve sonrasında her alanı kapsayan reformist düşüncenin etkisi ile İslâm dünyasında da her alanda değişim yapma gereği ve ilerleme fikri tartışma kabul etmeyen bir mevkiye çıkarılmıştır. Dinî konuların da bu alana dâhil edilmek istenmesi ile bundan en çok zarar gören “sünnet” olmuştur. İslâm istikrar ve değişimi bir arada bulunduran bir inanç sistemi olmasına rağmen bu, dikkatlerden kaçmış, değişme ve ilerleme ifade eden her şeyin gerçekten doğru veya iyi olup olmadığı yeterince tartışılmamıştır. Oysa İslâm her değişmeyi gelişme olarak kabul etmemektedir. O halde öncelikli olarak yapılması gereken şey ’değişim’ ile ’kurallardan sapma’ arasındaki farkı iyi değerlendirmektir.

Bir Müslümanın Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet’in yol göstericiliğine inanması ve güvenmesi gerekmektedir.

Din itaattir, güvenmektir, bağlanmaktır. Nitekim sahâbîler, sünnete uyarken rehber bir iradeye kendilerini teslim etmenin anlayışı içinde hayatlarının her dakikasının Rasûlullah (s.a.v.) ’in hayatına uyması için gayret sarf etmişler, sünnete göre yaşama imkânlarını sonuna kadar kullanmışlardır. İslâm âlimlerine göre dinin üçte biri sayılan “Kim bizim işimizden olmayan bir iş yaparsa o reddedilir.” hadîsi Hz. Peygamber (s.a.v.) ’in emrine muhalefet edilmemesi gerektiğini ifade etmektedir. Çünkü doğruya ve kurtuluşa ancak kendisi doğru yolda olan birisi götürebilir. Dolayısıyla bütün hayırlı işlerin Rasûlullah (s.a.v.)’in getirdiklerinde olması ve Hz. Peygamber’in dosdoğru bir yol üzere bulunması sebebiyle O’na uymak gerekir. Bu inanç içerisinde olduktan sonra kaynaklardan hareketle çözümler üretmek zor değildir.

Aksi halde Abdullah İbn Mes‘ûd’un (r.a.) ifadesiyle “Sünneti terk ederseniz dalâlete düştünüz demektir.”

Efendimiz (s.a.v.): “Benim ve Allah’ın benimle gönderdiği İslâm’ın durumu, bir topluluğa gelip şöyle diyen adamın durumuna benzer: ‘Ey milletim! Gerçekten ben üzerinize gelmekte olan bir orduyu gözlerimle gördüm. Ben size bu tehlikeyi veren apaçık bir haberciyim. Kendinizi kurtarmaya bakın.’ Bu sözler üzerine ahâlinin bir kısmı ona itaat etti ve akşamdan yola çıkarak kurtuldular. Bir kısmı da onu yalanladı ve yerlerinde kaldılar. Ordu onlara sabaha karşı baskın yaptı ve hepsinin kökünü kazıdı. İşte bu durum, bana itaat edip getirdiklerime ittibâ edenler ile bana isyan edip Hak’tan getirdiklerimi yalanlayan kimselerin durumunun ta kendisidir” buyurarak bizzat kendisini kurtuluş için çözüm olarak göstermiştir.

Sünnet bir Müslümanın hayatından koparılıp alınırsa o kişi için Kur‘ânî emirler anlamsızlaşır, uygulanamaz hale gelir. Kur’ân’a ittibâ ancak sünneti takip ile gerçekleşebilir. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hayatı, Kur’ân’ın yönlendirmelerinin tatbikatıdır. Onun sîreti yaşayan Kur’ân’dır. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in Kur’ân’ı açıklama görevinin olması, sünnetin İslâm’da hayâtî bir yeri olduğunu göstermektedir. Diğer bir ifade ile Hz. Peygamber (s.a.v.)’in İslâm’daki yeri ne ise sünnetin İslâm şeriatındaki yeri odur.

Hz. Peygamber (s.a.v.)’in, üzerinde bulunduğu yol olan sırât-ı müstakîmin tanınması sünnet ile olur. Sünnet, İslâmî olmayan kültür ve medeniyetlere dayalı fikrî akımlardan etkilenmekten, çeşitli fikrî akımların yol açtığı karışıklıklardan toplumu kurtarmakta ve doğru olan itikadı korumakta önemli bir görev yerine getirmiştir.

Sünnet, İslâmî çizgiyi korumuştur. Aynı zamanda sünnet, inanç ve ibadet konularına ilavelerde bulunmak veya tebdîl etmek girişimleri karşısında durmuş, ibadet ve inançları ilk haliyle muhafaza etmiştir. Nitekim sahâbîler sünnetin bu özelliğinden istifade etmişlerdir. Hz. Ali halife olduğu dönemde İbn Abbâs’ı Hâricîlerle görüşmek üzere gönderirken onlara Kur’ân’dan değil sünnetten delil getirmesinin yeterli olduğunu şu sözlerle ifade etmiştir: “Onlarla Kur’ân’ı öne sürerek tartışma, sünnetteki delillerden istifade et. Çünkü Kur’ân’ın farklı yorumları vardır. Sünnete dayanarak onlarla tartışırsan, kaçacak yer arayacaklardır ama bulamayacaklardır.” Bunun için sünneti fikrî ve günlük hayatın içine yerleştirmek gerekir. Sünnet, bir hayat tarzı olarak kişilerin dünyasına ve topluma yerleşirse örneği gerçekleştirilmiş olan mutlu insanların bulunduğu gelişmiş, huzurlu bir toplum oluşur. İlk Müslüman nesil olan sahâbîlerin sünneti vazgeçilmeyecek bir konumda görüp imkânsızlıklarda dahi sünneti uygulama gayretleri, sünneti bir hayat tarzı olarak görmelerinin sonucudur. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ve sahâbîlerin sünnet konusundaki tutumları ve titizlikleri, sünneti İslâm medeniyeti ve kültürünün temeline oturtma gayretlerinin göstergesidir. Müslüman kimliği, medeniyeti Kitâb ve sünnetten beslenir ve bu kaynağa uygunluğu ölçüsünde özgünlüğünü korur. Bu iki asla dayanmayan görüş ve uygulamalar İslâmî değildir. Dünya görüşünün ve zihniyetin İslâm’a uygun olması için sünnetin yol göstericiliğine ihtiyaç vardır.

Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda toplumda yenilenmeye, canlanmaya ihtiyaç duyulduğunda tam bir azim ve şuurla Rasûlullah (s.a.v.)’in sünnetiyle amel etmekten başka bir yol gözükmemektedir. Bu noktadan hareket ederek geçmişten beri sünnetle ilgili yapılan çalışmaların pek çoğunun gerekçesi, İslâmî çizginin dışına çıkıldığında toplumu uyarmak ile dindeki unutulmuş prensip ve uygulamaları canlandırma gayretlerinin bir sonucudur. Gerek bilgi gerek yaşama olarak ulaşılmak istene son nokta sünnettir. Yapılan araştırmalar bir nebze de olsa Rasûlullah (s.a.v.)’in anlayışına ulaşma çabalarıdır.

Yard. Doç. Dr. Aynur URALER
Marmara Ünv. İlahiyat Fak. Hadis Öğretim Üyesi

2 Temmuz 2020 Perşembe

Evrim nedir?

Evrim nedir?

Evrim kelimesi; başkalaşma, farklılaşma, kademeli olarak gelişme ve değişme ve ilerleme gibi aralarında değişik farklar bulunan pek çok kelime, tabir ve deyim yerine kullanılmaktadır.

Evrimin yerine kullanılan tabirler

Tekâmül, istihale, tatavvur, tahavvül, tebdil, tebeddül, tağyir, tegayyür, terakki, sudur, zuhur, techid, ontojeni, filojeni, evolüsyondur.
Şayet  “EVRİM” terimiyle “TEKÂMÜL” manası, yani kademeli değişimi ifade ediliyorsa, bu manadaki evrim, teori değil, bir kanundur. Mesela bir elma çekirdeğinin; filiz, fidan ve meyveli ağaç haline gelişi kademeli değişimin bir ifadesidir. Aynı şekilde; bir insan embriyosunun; zigottan itibaren gelişerek, çok hücreli embriyo, bebek, çocuk, genç ve yetişkin insan safhaları da kademeli gelişmenin bir başka örneğidir. Bu manada bütün canlılar her an değişme, başkalaşma ve farklılaşma kanunlarına tâbidirler.
Şayet evrim teriminden TAHAVVÜLAT, yani hal değiştirme kastediliyorsa, o da teori değil bir kanundur. Elementlerin hal değiştirmesi, TAHAVVÜLAT-I ZERRAT olarak ifade edilir.
Kısaca ifade edersek, atom ve moleküllerin, bir halden bir başka hale geçerek, yani hal değiştirerek canlıların bünyesinde yer almaları, bir takım biyoloji ve fizik kanunları çerçevesinde olmaktadır. Dolayısıyla elementlerin bu şekilde hal değiştirmesi, teori değil kanundur.
İnsan yaklaşık yüz trilyon hücreden meydana gelmiştir. Her bir hücrede bir saniyede üç bin değişik reaksiyon olmaktadır. Bir saniye sonraki insan, madde cihetiyle bir saniye önceki insan değildir. Bünyesinde pek çok element değişim ve başkalaşıma uğramıştır. Bütün canlı varlıklar her an değişim içerisindedir. Bu ve benzeri bütün değişim ve başkalaşımlar EVRİM olarak ifade ediliyor. Bu manadaki bütün değişim ve başkalaşımlar teori değil bir kanundur.

Evrim teorisi’nin bilimsel değeri

Evrim Teorisi, bilimsel kıstasları taşımayan, yani laboratuvarda denenemeyen, çoğunlukla metafiziğe dayalı görüşleri bünyesinde barındıran felsefi bir düşünce tarzıdır.
Evrime her ne kadar bilimsel bir şekil verilmeye çalışılsa da, metafiziksel varsayımlara yapışıldığı görülmektedir. İstenilse de bu metafizik düşünceden kaçınmak mümkün değildir. Çünkü, maddenin ve âlemin varlığı,  canlılığın mahiteyi, Yaratıcı’nın kimliği ve vasıfları gibi konuların büyük bir kısmı Evrim Teorisi’nin gündeminde olduğu sürece, metafizik yaklaşımlar kaçınılmazdır.
Evolüsyon manasında kullanılan ve canlıların tesadüfen ve tabiatın eseri olarak silsile halinde birbirinden meydana geldiğini ileri süren evrim görüşü bilimsel değildir. Çünkü, gerek ele aldığı konuları açıklaması ve gerekse takip ettiği metot bakımından bilimsel bilimin kriterlerine ve kurallarına uymamaktadır.
Hunter, Darwin’in, Antik Çağ’dan beri süregelen ve metafiziğe dayalı evrim düşüncesini teolojik, yani inanca dayalı bir yaklaşımla sunduğunu belirtir. (Hunter, C.G. Darwin’in Tanrısı. Gelenek Yayıncılık. Çev. Orhan Düz. İstanbul, 2003, s. 195)

Ön kabuller ve evrim teorisi

Evrimin eldeki en iyi açıklama olduğu sıkça ileri sürülür. Böyle bir iddia ise, bilimsel olmayan bir hükümdür.
Evrimin doğruluğunu başta kabul edip, onu destekleyecek deliller aramak, bilimsel olmayan maksatlı bir davranıştır.
Norman Geisler ve Ronald Brooks, evrimin bilimsel bir metotla irdelenmediğini ve ön kabullere dayandığını dile getirir ve şöyle derler:
“Evrimi eleştiren kimse, evrimin yanlış olduğunu göstermekle yetinmeyip, meseleyi de çözmelidir.
Evrimi yanlışlamak yeterli değildir. Çünkü, daha iyi bir çözüm bulana kadar onun doğru olduğu kabul edilecektir. Ancak, bilim böyle yapılmaz. Burada evrime, bilimde yeri olmayan özel bir konum verilmiştir. Sırf bir alternatif henüz ileri sürülmediği için, onların muhakkak doğru olduğu ileri sürülemez. Dahası, henüz yanlışlanamadıkları için, doğru oldukları da varsayılamaz.
Bu tür varsayımlar, formel olmayan yanlışlar diye adlandırılır ve bunlar pratikte bilimsel düşünme biçiminin antitezini oluşturur.” (Geisler, N.L. and Brooks, R. M. Come let us Reason. Grand Rapids: Bakir,  1990, S. 95–96)
Meşhur antropolog Servier evrimciliğin laik bir din dogması haline geldiğine ve bu nüfuzun kırılması gerektiğine şöyle işaret eder:
“Evrimcilik, batı’nın laik din dogması haline gelmiştir. Yeni kurum ve değerlendirmelerin ortaya konabilmesi için, önce evrimciliğin reddi gerekir.” (Servier, J. Etnoloji. Tercüme M. Ali Kayabal. İletişim Yayınları, 1992, s. 113, 124)
Hunter’e göre, evrim teorisinde esaslı, ama gizli bir dinî etki vardır. Hem Darwin ve hem de günümüzün evrimcileri, metafizik önermelere başvurmaktadırlar. (Hunter, C. G. Darwin’in Tanrısı. Gelenek Yayıncılık. Çev. Orhan Düz. İstanbul, 2003, s. 12, 15, 208)
Kant, Yargı Gücünün Eleştirisi adlı eserinde, bir bilimin ancak matematiksel olduğu oranda gerçek bilim olduğunu belirtir.
Kant’a göre, Evrim Teorisi’nin içinde matematiksel argümanların çok az oluşu, onun bilimsel bir teori sayılmasını tartışmalı hale getirmektedir. (Mayr, E.  The Growth of Biological Thought. The Belknap Press of  Harward University Press, Cambridge, 1982, s. 862)
Ünlü felsefeci Bernard Russell de evrimin gerek metot ve gerekse ilgilendiği problemler bakımından bilimsel bilgi olmadığını dile getirerek şunu söyler:
“Evrimcilik, şu ya da bu biçimde çağımızın ağır basan bir inanç şeklidir. Evrimcilik, gerek metoduyla ve gerekse ele aldığı problemlerle, gerçek bir bilim değildir.” (Russell, B. Dünya Üzerine Bildiğimiz. Terc. Vehbi Hacıkadiroğlu. Alaz Yayınları. İstanbul, 1980, s. 24-25)
Hunter de evrim metodunun bilimsel olmadığını şöyle dile getirir:
“Evrim bilim dışı değerlendirmelere dayanan düzenleyici bir fikirdir. Evrim, çeşitli bilim disiplinlerine baş vurmaktadır ama, kendisi bilimsel değildir. Bu bakımdan daha iyi bir bilimsel açıklama sunması beklenmemelidir.” (Hunter, C. G. Darwin’in Allah’ı. Gelenek Yayıncılık. Çev. Orhan Düz. İstanbul, 2003, s. 212)
Çağımızın seçkin bilim felsefecisi Karl Popper’e göre bilimselliğin ölçütü doğrulanmaya değil, yanlışlanmaya elverişliliktir. Ona göre bilimsel bir bilgi veya sonuç, yanlışlamaya müsait olmalıdır.
Halbuki Darwinciliğin öyle bir teste elverdiği söylenemez. Darwinciliği doğrulayan bazı olgusal veriler gösterilebilir. Ama bilimselliğin ölçütü doğrulanmaya değil yanlışlanmaya elverişliliktir.
Başka bir ifadeyle, Darwinciler teorilerinin hangi muhtemel gözlem sonuçlarıyla yanlışlanabileceğini ortaya koymuş değillerdir. Dolayısıyla Darwincilik bilimsel bir teori olmaktan çok metafiziksel bir yapıya sahiptir. (Popper, K. Unended Quest, Fontana-Collins, 1976, s. 171)

Sonuç

İşte işin püf notası bir takım doğrularla yanlışların birlikte verilmesidir. Yani, evrim teorisinde test edilen, denen hususlar, yukarıda zikredilen tekamül ve tahavvül gibi tabirlerdir.
İtiraz konusu olan ise, evolüsyon manasında kullanılan evrimdir. Yani, bir canlı türünden bir başkasının, ondan da bir başkasının silsile halinde meydana geldiği görüşü. Bunun hiçbir ilmi delili ve dayanağı yoktur.
Evrimciler, doğruların yanında böyle yanlışları da bilimsel bilgi gibi takdim etmektedirler. Bunu nazarlardan gizlemek için teorinin tanımına sarılmaktadırlar. Ama evrim teorisi ile kastettikleri evolüsyon manasındaki değişikliği ve ideolojik düşünce tarzını, bir takım doğrularla birlikte bilimsel bir düşünce ve teori gibi vermektedirler.

1 Temmuz 2020 Çarşamba

Belli Bir Vakte Bağlı Olmaksızın Yapılan Zikrin Fazileti Hakkındaki Deliller-EL-EZKÂR-İ.NEVEVİ


26- Muhacirlerden sahabiye Yüseyre hanımdan rivâyet edildiğine göre, "Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem kadınlara (Tekbîr, Takdîs, Tesbîh) ve Tehlîl getirip bunları gözetmeyi (ihmal etmemeyi) ve parmak uçları ile saymalarını (böylece zikir sayısını doldurmalarını) emretmiştir; çünkü parmaklar ve (bütün iş organları) yapılanlardan sorumludurlar ve yapılan işleri haber vermek için konuşturulurlar), buyurdu. "[Buhârî ve Müslim, hasen bir isnadla.]


http://islamilimleri.com/Ktphn/Kitablar/13/005/Turkce/CiftSayfa.htm