Soru:
Adetli bir kadın Safa ile Merve tepeleri arasında kalan bölüme girebilir mi, sa'y yapabilir mi? Bu bölümler Mescid-i Haram'dan mı sayılır, yoksa direk olarak bu bölüme açılan kapılardan girip sa'y yapmakta bir mahzur yok mudur?
Cevap:
Temiz ve abdestli olmak sa'yin sünnetlerinden olduğu için, âdetli veya abdestsiz kadının da sa'yi sahih olur.
Soru:
Size hayız ve taharet konusunda danışmak istiyoruz. Kuzenim 20 yaşında tedavi görmesine rağmen adetleri oldukça düzensiz. Son 2-3 aydır 10 günde bir adet olmaya başladı. Biz ilmihallerde temizlik süresinin en az 15 gün olduğunu biliyoruz. Daha kısa olduğunda bu özür konusuna girip normal adet günleri dikkate alınarak ibadetlere devam edilir diye biliyorduk. Temizlik ve hayız üzerinde çok uzun zamandır araştırma yaptığını söyleyen bir hocaya (ismini bilmiyorum) ne yapalım diye konuyu iletmişler. O da fıkıhta temizlik süresi (en az 15 gün) diye bir şey olmadığını, aradaki 10 günde temiz, diğer günlerde abdestsiz olduğunu, ilmihallerde de 15 konusunun geçmediğini söylemiş. Nurul İzah'a ve Mürşide - Asım Uysal'ın ilmihaline- baktık temizlik süresi en az 15 gün yazıyor. Nurul İzah'ta Hanbeli görüşü olarak 1 gün dahi temiz olsa namaza ve oruca devam edileceğini belirtmiş. Sorum şu bu durum ne kadar devam eder bilmiyoruz, ama şimdi 10 günde bir adet gören kızımız ibadetlere nasıl devam edecek. Özürlü mü sayılacak? 10 günde bir adet olmuş kabul edilip namazı bırakacak m? Tutarsızlıktan psikolojisi de bozulmaya başladı. Bizi aydınlatırsanız memnun olacağız.
Cevap:
İslam, insanların tabîî olarak veya örf âdet gereği bildikleri, uygulayageldikleri konuları, eğer değiştirmeyecekse ve gerek yoksa tanımlamaz, sınırlamaz, kayıt ve şartlara bağlımaz; insanların bilgi ve uygulamalarını esas alır.
Kadınların âdetlerinin ve iki âdet arasındaki temizlik süresinin ne kadar süreceği konusu da böyledir; esasen bu konuda sabit bir süre de bulunmadığı, çeşitli sebeplerle sürelerde değişikliklerin meydana geldiği bir gerçek olduğu için İslam'ın, tabîata aykırı olarak bir süre belirlemesi uygun olmaz, onun fıtrata uygun oluş vasfına aykırı düşerdi.
Fıkıhçıların süreler konusunda kaydettikleri rakkamlar, naslara değil (bu konuda bazı hadisler rivayet edilmiş ise de bunlar sağlam kaynaklarda yoktur ve hadis alimleri tarafından sahih bulunmamıştır), kendi bölge ve çevrelerinde yaptıkları araştırma ve soruşturmaya dayanmaktadır( İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, Beyrut, 1987, C., s. 38).
Bu konu ile ilgilenen tıp bilim dalına bakıldığında şu bilgileri buluyoruz:
Adet kanamasının birinci günü, kadın peryodunun birinci günüdür. Gelecek kanamadan bir önceki gün ise son gündür. Bu sınırlarla adet peryodu kadınların %65'inde 28±3 gündür. Tüm kadınlar dikkate alındığında periyot 18 gün kadar kısa, 40 gün kadar uzun olabilmektedir. Adet kanamasının süresi ise ortalama 5±2 gündür. Ancak herhangi bir hastalığa bağlı olmaksızın, daha kısa ve daha uzun kanama süreleri de görülmektedir. Kadın peryodu genellikle aynı sürelerde devam etmekle beraber 1-2 günlük oynamalar da normaldir. Ancak gün oynamalarının beş günü geçmesi seyrektir. Kanama müddeti de yine her kadın için belirli süre devam eder. Kadınlar ne zaman, ne miktar kanamaları olacağını tahmin edebilirler. Ergenlik dönemi başlangıcında, hem peryodun toplam süresi hem de kanama süresi düzensizdir. Keza menopoz öncesinde de adetler düzensizleşir (Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Tıp Fakültesi Cinsel Eğitim Merkezi).
Hayızın müddeti ve hükümleri konusunda fıkıh kitaplarından bir özet vermek gerekirse:
1.Hanefî mezhebinde yazılmış ilmihal kitaplarının önemli kaynaklarından biri olan el-Muhtâr ve şerhi el-İhtiyar'dan:
Hayız (âdet, regl) kadının ergenlik çağına girdiğini gösteren kanamadır. Hayızın en az süresi geceli gündüzlü üç gün, en fazlası da tam on gündür. En azından az ve en çoğundan çok sürelerdeki kanamalar ile hamile kadınların kanamaları hayız değildir, rahatsızlık (istihâza) kanamasıdır. İstihâza namaza, oruca, cinsel temasa engel değildir. Âdet gören kadının, süresi içinde kanamalarının bütün renkleri -akıntı beyaza dönüşünceye kadar- hayız sayılır. Süre içinde geçici kanama kesilmeleri de hayız süresine dahildir. Hayız kadından namaz yükümlülüğünü tamamen düşürür, oruç tutmasını haram kılar, ancak bunu sonra kaza eder. Âdet gören kadınla cinsel temas yapılamaz, İmam Muhammed'e göre cinsel organ dışında, diğer iki İmama göre göbeğin yukarısında kalan kısımlar yasak değildir. İki hayız arasındaki en az temizlik süresi onbeş gündür, temizlik süresinin en çoğuna dair bir sınırlama yoktur.
Diğer mezheplere göre:
Hayızn en az süresi Mâlik'e göre yoktur; bir defalık kanama bile hayızdır, en uzun süresi ise onbeş gündür. Şâfi'î'ye göre en az geceli gündüzlü bir gündür, en çoğu ise onbeş gündür.
İki hayız arasındaki en az temizlik süresi konusunda İmam Mâlik'ten farklı rivayetler vardır; bunlardan biri olan onbeş günde Şâfi'î ve Ebû Hanîfe ile birleşmektedirler. Sekiz, on, onyedi gün diyenler de vardır.
İlk defa âdet görmeye başlayan kadın, âdetin en uzun süresine kadar kendini hayızlı sayar ve buna göre hareket eder, en uzun süre geçince kanama durmazsa artık hayızlı değil, hastadır.
Daha önce âdet görmüş ve belli bir âdet düzeni bulunan kadının âdeti değişirse, Şâfi'î'ye göre âdetine göre hareket eder, Mâlik'e göre ise buna -en uzun süreyi aşmamak şartıyla- üç gün daha ekler.
Sahih bir hadise göre âdeti aşan kanamalar hastalık sayılır, bu durumda kadın yıkanır ve hayız yasakları kalkar (İbn Rüşd, s. 37-43).
Bu genel bilgilerden sonra soru sahibinin kuzeni olan genç kızımıza şunları söylemek mümkündür:
Din, âdetin ve aradaki temizliğin süresini belirlememiş, bunu her kadının kendi durumuna ve düzenine (âdetine) bağlamıştır. Kadın doktora muayene olarak veya kendi tecrübesine dayanarak gelen kanın hayız kanı olduğunu anlarsa süre ve âdet geçersiz olur; kan geldiği sürece hayız da devam etmiştir. Gelen kanın hayız kanı mı, başka kan mı olduğunu -kan muayene ettirerek veya başka bir yoldan- bilmenin mümkün olmadığı durumlarda önümüzde üç ihtimal vardır:
a) Henüz âdeti bulunmayan genç kadın, yukarıda açıklananlar içinden tercih edeceği bir ictihada göre hayızın ve aradaki temizliğin en az ve en fazla sürelerine uyar, fıkhın verdiği süreler tıbbın verdiği sürelerin dışına çıkarsa tıbbı esas alır, hayız ve temizlik sürelerini buna göre ayarlar. Mesela hanefî mezhebine göre hareket edecekse, aradaki temizlik onbeş günden az olamayacağı için, bu süre geçinceye kadar kendini hayızlı değil, hasta sayar. Tıpçıların verdiği bilgiye göre âdet peryodu 18 gün bile olabilmektedir; bu peryoddan üç gün süren kanama çıkarılırsa temizlik süresi onbeş olur ki, bu da Hanefî, Şâfi'î ve Mâlikîlerin verdikleri rakkama uygun düşmektedir.
b) Âdeti (âdet düzeni) bulunan kadın bu düzene uyar. Daha azını ve çoğunu âdet saymaz. Hadis bunu ifade ettiği için ben de bunu tercih ediyorum. Bu durumda değişme uzun süre devam eder, eski düzene dönmezse, âdet düzeni değişmiş sayılacağı için artık yeni düzene göre davranır.
c) Düzeni bozulan kadın, tercih ettiği mezhebe göre sürelere riayet eder.
Soru:
Arkadaşlar arasında, yenenin kola, tatlı vs. ısmarlayacağı şekilde futbol vb. oyunlar oynuyorlar. Bu da kumara girer mi?
Cevap:
Evet, bu (oyunda yenen veya yenilenin bir şeyler ısmarlaması ve tarafların bunu yiyip içmesi) da kumara girer. Caiz olan oyunların kumara alet edilmemesi, kazananın, kazanma sonucunda oyuna girenden (girenlerden) bir menfaat elde etmemesi gerekir.
http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00036.htm
Soru:
Bu soru mahrem bir hususta olduğu için affınıza sığınırım. Beni sevgili Peygamberimizin Ensar kadınlarını, dinlerini öğrenme noktasında utanmalarının bir engel teşkil etmemesini övmesi cesaretlendirdi. Hocam elimdeki tüm kaynaklar taramama rağmen konuya direk temas eden bir delile rastlamadım ve size sormaya karar verdim. Hanımlardan genital yoldan gelen akıntı doktorların ifadesiyle bir sağlık işareti ve buluğ çağından başlayarak menopoz dönemine kadar devam etmesi de (sık veya seyrek) gayet normal. Fıkıh kitaplarımızın "özür" bahsinde ise bir namaz vaktini aşan tüm arızî hallerin özür sayılacağı belirtilmiş ve ibadetlerini ona göre düzenleyebilmesi için bu şahıslara bazı kolaylıklar sağlanmış. Fakat bizim içinden çıkamadığımız durum şu, şayet bu ifrazat normal ise ağız ve burundan çıkan ve alışılmış sıvılar gibi mi algılanmalı? Bir ömür boyu devam edecek olan özür hali mi? Özür kapsamına girmediğinde abdesti muhafaza son derece zorlaşıyor, veya tampon ile önlenmek istendiğinde bir takım allerjik veya mikrobik hastalıklar oluşuyor.
Cevap:
Klasik fıkıh kitaplarında bu akıntılar hakkında genel olarak şu hükümler yazılmıştır:
"Kadınların cinsel organlarından gelen devamlı akıntı, kan olmadığı sürece ay hali ile ilgili olamaz. Beyaz, sarı vb. renklerdeki akıntılar, organın dışına çıktığı, kilota bulaştığı zaman abdest bozulur. Eğer organın çıkışını tıkayan bir nesne kullanılırsa, gelen akıntı veya bunun ıslaklığı tamponun, tüpün, pamuk yumrusunun dışına çıkmadıkça, dışardan bakıldığında görülmedikçe abdest de bozulmaz. Eğer akıntı bir namaz vaktinin tamamında (abdest alp namaz kılmaya yetecek bir sürede kesilmeksizin), diğer vakitlerin de bir kısmında bulunmak suretiyle hep devam ediyorsa kadın özürlü sayılır ve bu durumda, her namaz vaktinde bir kere abdest alır ve bu vakit içinde akıntı -dışarı çıksa bile- abdesti bozmaz, onunla -akıntı bulaşmış giysi çıkarılarak- istendiği kadar namaz kılınır; sonraki namazın vakti girince abdest bozulmuş olur ve yeniden alınır."
Bizim kadın doğum uzmanı kırk kadar hanımla yaptığımız iki seminerde tespit ettiğimiz gerçek duruma göre, kadının cinsel organından gelen akıntıyı ikiye ayırmak gerekiyor: a) Necis olanlar, b) Necis olmayanlar.
Sağlıklı bir kadının organından devamlı olarak gelen ve gelmediğinde bazı problemler oluşan vaginal salgı temizdir; gözyaşı ve tükürük gibidir, bunun dışarı çıkması, kilota bulaşması abdesti bozmaz ve onu yıkamak da gerekmez. Bu normal akıntı dışında kalan ve bir arızadan (mesela enfeksiyondan) kaynaklanan akıntı ise pistir, dışarı çıktığında abdesti bozar ve elbiseye bulaşırsa yıkanması gerekir.
(Benzer soru:)
Soru:
Öncelikle özür diliyorum hocam, merak ettiğimiz bir konuda sizden bilgi almak istiyoruz. İlmihallerden aradığımız cevaba tam olarak ulaşamadık. Kadınların temizlik döneminde (özür olmayan) akıntı namaz esnasında olursa namazı ve abdesti yenilemek gerekir mi? Yoksa bu akıntı namazda olursa ibadetimize engel değil midir?
Cevap:
Hastalıktan olmayan, ağızdaki tükürük, gözdeki yaş gibi vajinanın rutubetli kalmasını sağlayan normal, beyaz akıntı temizdir, abdesti de bozmaz.
(Benzer soru:)
Soru:
İş ortamlarında abdest için çok müsait ortam yok. Sabah abdest alıp çıkıyoruz, öğleni bu abdestle kılmak zorundayız. Ama bazen bayanlarda görülen akıntı meydana geliyor. Bu akıntı abdesti bozar mı? Yeniden abdest almak gerekir mi? Tam olarak bizi aydınlatır mısınız? Çok özür diliyorum, bu bizim için çok önemli, içimiz rahat olarak ibadetimizi eda etmek istiyoruz.
Cevap:
Hastalıktan (mesela rahimde veya başka bir yerdeki iltihaplanmadan) kaynaklanmayan, gözyaşı ve tükürük gibi normal bir sıvı olan akıntı temizdir ve abdesti bozmaz.
Soru:
Selamünaleyküm, hemen sorumu soruyorum: wc de taharetlenirken vesveseden kurtulamıyorum. Taharetlenmenin dinimizdeki hükmü nedir? Eksik yapmış olsak veya hiç yapmamış olsak bile namaz kılınabilir mi veya dinen bu durumun sakıncası nedir? (taharetlenmeyi bırakmıyorum ama vesveseden kurtulup zaman kaybını önlemek için tam temizlenmemiş olsa da olur diyebilmek istiyorum. İbadetim kabul olur demek istiyorum). Cevablarsanız sevinirim hocam, teşekkürler...
Cevap:
İslam'ın ilk tebliğ edildiği coğrafyada su kıt olduğu için taharet taşlarla yapılıyordu. Mesela üç adet uygun büyüklükte taş alınıyor ve bunların her biri ile bir kere (toplam üç kere) pisliğin çıktığı yer siliniyor ve böylece temizlik yapılmış oluyordu. Böyle bir temizlenmede pisliğin çıktığı yerde bazı şeylerin kalmaması imkansızdır, ama bu temizlenme ibadet edebilmek için (necasetten taharet olarak) yeterli görülmüştür. Siz su ile yıkıyorsunuz, elinize bir şey gelmeyecek kadar yıkadığınız zaman pislik vücuttan yok edilmiş olur, artık vehim ve vesveseye kapılmak, "acaba olmadı mı, yine de pislik kalmış mıdır..." gibi takıntılara kendinizi kaptırmak doğru değildir.
http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00033.htm
Tedavi maksadıyla yapılan dolgu, alçıya alma, sargı vb. caiz, hatta dince de gereklidir. Bu durumda deriyi yıkamak mümkün değildir veya çok zordur; işte bu "mümkün olmamak veya zor olmak" durumlarında din ruhsat verir (kolaylık sağlar) ve dolgu, sargı, alçı vb. nin üstü meshedilir (dolguda yıkanır), bu mesih ve yıkama hem gusül hem de abdest için yeterli hale gelir. Aksini iddia etmek dini bakımdan doğru ve isabetli değildir.
http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00032.htm
Soru:
Diş dolgusu hakkında sizin görüşünüzü almak istiyorum. Bu konu hakkında bir çok cami imamı ile görüştüm ve farklı farklı cevaplar aldım. Hatta birçok ilmihali de okudum. Konu biraz sizin için basit olabilir fakat konuya bir açıklık getirebilirseniz memnun olurum. Ben hanefi mezhebine riayet eden bir kişiyim ve dişime dolgu yaptırmak istiyorum. Dolgu yaptırdıktan sonra belli mevzularda Şâfiî mezhebini taklit edeceğini okudum. Sizce dolgu yaptırdıktan sonra [gusül, abdest gibi konularda] başka mezhepleri taklit etmem gerekir mi? Dolgu yaptırmam mı uygun olur, dişi çektirmem mi? Şimdiden teşekkür eder, böyle bir konuda rahatsız ettiğim için özür dilerim.
Cevap:
Diş doldurmak bir tedavidir. Tedavi edilen uzvun üstünün -sargı, dolgu, alçıya alma gibi- geçici veya devamlı olarak kapatılması gerekiyorsa (tedavi bunu gerektiriyorsa) kapatılır. Kapatılırken (dolgu, sargı, alçı yapılırken) hastanın abdestli ve gusüllü olması da gerekmez. Abdestli olmak, yaranın, çürüğün, kırığın üstünü kapatırken değil, sağlam ayağa, üzerine meshetmek üzere mest giyerken gereklidir.
Diş doldurulduktan ve dolguyu korumak için üstü de kaplandıktan sonra dolgu ve kaplamanın dışı, dişin dışı yerini alır. Bu sebeple ağız yıkanırken kaplı dişler de yıkanmış sayılır. Sargı gibi kabul edenlere göre, ağza su alınca diş de meshedilmiş olur.
Bu hükümde mezhepler arasında bir ihtilaf olamaz ki siz başka mezheplere uyasınız. İhtilaf, abdest ve gusülde ağzı yıkamanın farz olup olmaması ile ilgilidir. Bizim meselemizde ağız yıkanmaktadır. Kaplamanın üstünün yıkanması veya meshedilmesi, dişin kendini yıkama yerine geçtiğine göre -ki bu konuda da ihtilaf olamaz; çünkü hüküm zarurete dayanmaktadır- kaplı dişlerle abdest alan ve gusledenin bu amelleri bütün mezheplere göre sahih olacaktır.
Eğer yaptığınız amel (abdest, namaz...) bir mezhebe göre sahih, diğerine göre bâtıl (hükümsüz, bozuk) olsaydı -müctehid değilseniz- sizin yükümlülüğünüz, aldığınız fetvaya göre amel etmekten ibaret olurdu. Bir müftü (âlim) size, "kaplı veya dolgulu dişlerle alınan gusül ve abdest sahihtir" der, siz de böyle yaparsanız artık başka mezheplere de riayet etmek gibi bir yükümlülüğünüz olmaz.
(Aynı konuda başka birinden soru:)
Soru:
Diş dolgusu yaptırırken adet dönemine denk geldiğinde dolgu yaptırmakta sakınca var mıdır?
Not: Hastaneler randevu sistemiyle çalışıyorlar gününü biz tespit edemiyoruz
Cevap:
Dişini doldurtacak olan bir müminin abdestsiz veya cünüb (mesela adetli) olmasında bir sakınca yoktur. Bu bir tedavidir ve her durumda caizdir. Diş doldurulunca dolgunun dış yüzeyi normal dişler gibi olur, bunların yıkanması asıl dişlerin yıkanması yerine geçer.
Diş dolgusu ve kaplaması yarayı sargılamaya benzer, bunun için abdestli olmak gerekmez. Meshedebilmek için abdestli giyme şartı ayaklara giyilen mest içindir. Dişi doldurulmuş veya kaplanmış müslüman abdest ve guslünü alır, ağız yıkanırken dişin de kaplaması yıkanır, bu içinin yıkanması gibi olur.
Soru:
Kur'an'da "Gaybı ancak Allah bilir" buyuruluyor, yağmurun ne zaman yağacağı ve rahimde ne olduğu da gaybe dahil olarak gösteriliyor. Halbuki bugün, bu iki husus biliniyor; bu konuda bir açıklama yaparsanız memnun olacağız. Selam.
Cevap: Lokman sûresinin son âyetinde gaib olan bilgilerle ilgili beş şeyden söz ediliyor: 1. Kıyametin ne zaman kopacağı, 2. İnsanın yarın ne yapıp ne ile karşılaşacağı, 3. Nerede öleceği, 4. Yağmurun gökten indirilmesi, 5. Rahimdekinin ne olduğunun bilinmesi. Bunlardan ilk üçü için "yalnızca Allah'ın bileceği, başkalarının bilemeyeceği" açıklaması yapılıyor. Diğer ikisi için böyle bir açıklama yok; yalnızca bunları Allah'ın bildiği ifade ediliyor, başkasının bilemeyeceği söylenmiyor. Bu iki şeyin, mutlak değil, göreceli olarak bilinemez olduğu anlaşılıyor; yani rahimdeki çocuk ve gökten yağmurun ne zaman ineceği normal duyularla veya akıl ile bilinemiyor, âletlerle biliniyor.
Soru:
Sayın Hocam,
Gayb bilgilerine muttali olmayla ilgili bir sorumu ve müşkilimi çözmenizi sizden istirham ediyorum. Vakit ayırır ve bu soruma cevap verirseniz çok memnun olacağım. Şimdiden Allah razı olsun.
Geçenlerde STV deki bir programınızı 'burçlar'la ilgili bölümünden itibaren izleme şansını yakaladım. Bu bölümden önce sorumun cevabı geçmişse bilemiyeceğim. Ancak benim bu sorum sizin programınızı seyretmeden önce de zihnimde cevap bekleyen bir müşkildi. Bu problem ise aşağıda vereceğim hadisleri okuduktan sonra oluştu. Hadis-i Şerifler şöyle:
A- "İbn Abbas'dan (r.a.), o da Ensar'dan bir sahabiden: "Onlar bir gece Peygamber s.a.s. ile beraber otururlarken bir yıldız kaydı ve ortalığı aydınlattı. Onlara sordu: 'Siz Cahiliye'de böyle yıldız atılmasına (kaymasına) ne derdiniz?'
'Allah ve Resulu daha iyi bilir. Ancak biz Cahiliye döneminde böyle bir olayda şöyle derdik: 'Galiba büyük bir adam doğdu. Ya da büyük bir adam öldü'. Bunun üzerine şöyle buyurdu: 'O ne bir adamın doğumuna ve ne de bir adamın ölümüne kaymaz. Lakin Rabbimiz Teala bir şey takdir ettiği zaman, Arş'ın taşıyıcıları olan melekler tesbih eder. Sonra bunları takiben gelen sema ehli tesbih eder. Nihayet tesbihler dünya seması ehline kadar ulaşır. Sonra Arş'ın taşıyıcılarını takip edenler Arş'ın taşıyıcılarına sorarlar: 'Rabbiniz ne dedi? Onlar da Rablerinin ne dediğini onlara bildirirler. Göklerin ehilleri birbirlerine sora sora nihayet bilgi bu dünya seması ehline ulaşır. Cinler gizlice kulak verir ve bu haberi dostlarına iletirler. (Ancak bu esnada yıldızla) taşlanırlar. Aldıkları gibi hiç saptırmadan onlardan gelen haber doğru olur. Ne var ki onlar o haberi aktarırlarken kendilerinden de yalan bir şeyler ilave edip öyle aktarırlar" Müslim, Selam, s. 1750-1; Tirmizi, (3224).
B- "Hz. Aişe'den (r.a.): "Peygamber'e (s.a.s) kahinler hakkında sordular; 'Onlar hiçbir şey değildir.' buyurdu. Dediler ki: 'Ey Allah'ın Resulü onların bazen söyledikleri doğru çıkmaktadır'
'Bu doğru olan sözdür. Cin onu kapıp dostunun kulağına söyleyiverir. Ne var ki onunla birlikte yüz tane de yalan katar'
Ahmed (V,87) ; Buhari, Tıb, 47,V, 28; Edep, 117,V,123; Tevhid, 57/2, V,218 ; Müslim, Selam, 12-3, s.1750.
Diğer taraftan 15/Hicr Suresi, 16-18. ayeti kerimelerde şöyle buyuruluyor: "Andolsun, biz gökte birtakım burçlar yarattık ve bakıp temaşa edenler için onu süsledik. Onları, taşlanmış her şeytandan koruduk. Ancak kulak hırsızlığı eden müstesna. Onun da peşine açık bir ateş alevi düşmüştür."
Malumunuz aynı konuda 37/Saffat, 8-10 ayetleri de mevcut.
Yukarıdaki hadisler bu ayetlerin bir tefsiri açılımı gibi görünüyorlar. Ayette peşlerine ateş alevi düşen, gaybi haberleri çalan cin/şeytanlarının yanıp kül olduklarına dair bir serahat yok. Hadisler de zaten bu noktadan sonraki durumu açıklığa kavuşturuyor.
O halde, temel sorum şu; bu hadislerle gaybı sadece Allah'ın bilebileceğine dair ayetler bir birini nakzetmiyor mu? Aradaki bu çelişki gibi görünen problemi nasıl çözeceğiz? Gaybi bilgileri kategorize etmemiz mi gerekecek. Hatırladığım kadarıyla mutlak gayb nisbi gayb diye bir ayırımdan söz ediliyordu...?
Diğer taraftan cinler yoluyla bazı doğru bilgilerin alındığına dair değerlendirmeleri de hep duyuyoruz ki söz konusu ettiğimiz hadislerle bu iddalar örtüşüyorlar gibi?
İnşaallah zihnimdeki problemi doğru ve vazıh bir şekilde ortaya koyabilmişimdir. Hakkınızı helal edin.
Cevap:
Konu ile ilgili hadis rivayetlerinde verilen bilgilerin -detay bir yana- özüne baktığımızda ve bunları bir yandan akıl ve kesin bilgiler, diğer yandan Kur'an âyetlerinin ışığında değerlendirdiğimizde Resûlullah'ın (s.a.), Cahiliye devrinde olduğu gibi bugün de devam eden bir takım batıl inançları ve gaybı bilme iddiaların reddettiğini görüyoruz. Peygamberimiz, bugün de sık sık tekrarlanan "ama cincilerin, falcıların, medyumların... bazı dedikleri doğru çıkıyor" şüphesine de bir açıklama getiriyor. Bu açıklamanın özü şudur: Her şey Allah'ın ilmi, iradesi, kudreti ve yaratması ile olur. Allah Teâlâ madde âleminde yapacağı, yaratacağı bazı şeyleri meleklere bildirir, onlara vazifeler verir. Meleklerin bulunduğu ve bu bilgilerin alıp verildiği semâ, yüce âlem (mele-i a'lâ), yıldızlar gibi maddî varlıkların bulunduğu sema (maddi evren) değildir. Maddenin bittiği, arş ile ayrılan (arşın sınır olduğu) rûhânî (fizik ötesi) semadır. Cin şeytanları, bu rûhânî, gayr-i maddî semaya sokulmazlar. Sınıra yaklaşarak girmek istediklerinde ateş topuna benzer bir silahla ateş edilerek uzaklaştırılırlar. Ancak yaratılışları icabı sınıra kadar yaklaşınca bazı bilgi kırıntılarını, kulak hırsızlığı yoluyla elde ederler. Elde ettikleri bilgi az, eksik ve yetersizdir; bu sebeple onların gaybı öğrendikleri ve bildikleri söylenemez. Bu eksik bilgilerin yanına birçok yalanı, hurafeyi, batıl inanca esas teşkil eden bilgiyi katarak insan şeytanlarına (falcılar, kahinler, cinciler... bunlara dahildir) bildirirler. İşte insan şeytanlarının söylediklerinden bir kısmının doğru çıkmasının sebebi budur; yani doğru kısım, meleklerden çaldıkları kısımdır, yalan ve yanlış kısım ise kendilerinin uydurup adamlarına bildirdikleridir.
"Onları, taşlanmış her şeytandan koruduk" şeklindeki çeviri bize göre isabetli değildir. Zamiri semaya ait kılarak "Onu... koruduk" şeklinde çevrilmesi gerekir. Korunan maddi yıldızlar değil semâdır; yani meleklerin yeri olan ve şeytanların sokulmadığı madde ötesi âlemdir.
Yıldız kayması, göktaşları, gökte yanıp parlayan ve sönen gazlar... ile "cin şeytanlarının madde ötesi semadan kovulması için kullanılan ve mahiyeti de (ne olduğu da) bizce bilinmeyen silahı" birbirine karıştırmak doğru değildir. Peygamberimiz (s.a.) yıldız kayması ile ilgili bir Cahiliye inancını reddederken "şeytanlara karşı kullanılan ateş topu misali silah"tan da söz ettiği için bu ikisi birbirine karıştırılmış olmalıdır. Âyetlerde "şeytanlara karşı kullanılan silah"ın yıldız veya yıldız kayması olduğu söylenmiyor. Hadislerde böyle ifadeler veya îmâlar var; ancak mütevatir olmayan haberler (hadisler) itikad ve kesin bilgi için yeterli değildir; yani bilgi kaynağı olmaz.
Müslümanların, âyet ve hadislerin lafzı yanında amacını da göz önüne almaları, inanç ve davranışlarını buna göre ayarlamaları gerekirken, hadislerin asıl amacı olan "Cahiliye inanç ve anlayışlarının reddini, asılsız olduğunu" öğrenecek ve hala devam eden bazı saçmalıklardan kurtulacak yerde, din ve dünya hayatlarıyla bir ilgisi bulunmayan "ateş topu" silahının ne olduğunu merak etmeleri, yıldız kayması ile bunlar arasında aynılık ilişkisi kurmaları da düşündürücüdür.
Gayb bilgisi, gözle görülemeyen, daha doğrusu herkeste bulunan tabîî bilgi araçları ile elde edilemeyen bilgidir. Bu da ikiye ayrılır: Mutlak ve nisbî (göreceli). Kıyametin ne zaman kopacağı mutlak gayba örnektir, bunu Allah'tan başkası; tabîî olsun, icat edilmiş bulunsun hiçbir araç ile bilemez. Yağmurun ne zaman yağacağı, rahimde çocuğun varlığı ve cinsiyeti ise göreceli gaybe örnektir; bu bilgiler tabîî araçlara göre gayb bilgisidir, meteorolojik ve tıbbî araçlara göre insanların elde edebileceği bilgilerdir. Bu çeşit gaybı (göreceli gaybı), araçlar vasıtasıyla bilmek mümkündür; ancak bunu bilmekle insanlar gaybı bilmiş olmazlar; çünkü araç icat edilince onunla ilgili bilgi "gayb bilgisi" olmaktan çıkmıştır.
Fitnelere karşı imanı korumayı asıl dava olarak görmek ve uğrunda fedakârlık yapılmasının gereğine inanmak şarttır. Belki de yüzeysel bir imanla köklü bir iman arasındaki açık farklardan biri budur. Her asrın getireceği fitnelere hazır olmak, iman etmenin gereğidir. Öncekilerin yaşadığı fitnelerin üzerinde yoğunlaşırken bizim için planlanmış fitnelerin tuzağına takılı kalmamız mümkündür.
1- İman, korunması ve geliştirilmesi gereken bir değerdir. Allah Teâlâ’ya imanın parçalanamayacağını, imanın gereklerinin o imanın içini doldurup ona hayatiyet kazandıracağını bilmek şarttır. Allah’a iman ediyor olmanın, O’nu mutlak hâkim olarak görmeyi gerektirdiğini, O’na tevekkül etmemenin imanla çelişeceğini bilmeyi, O’nun kaderinin yürüdüğünü benimsemek gerekmektedir.
Allah’a imanın en önemli sonuçlarından biri, O’nun kitabı Kur’an’ı rehber edinmektir. Kur’an’ın bizim gözümüzde fiilen veya sonuç olarak rehber ve bağlayıcı olma özelliğini kaybetmesi halinde ilk fitne rüzgârına kapılmak mukadderdir. Kur’an’ı ve Kur’an’ın tefsiri durumundaki sünneti yaşam için ölçü olarak benimsemek, şeytan ve nefsin telkinatına karşı çaresizlikten kurtulmaktır. Bu anlamda Kur’an’ı okuma kitabı düzeyinde bırakmayıp okunan ve amel edilen kitap haline yükseltmek, en müessir ilaç gibi durmaktadır. Kur’an’a rağmen yaşanabilecek bir Müslümanlık’tan söz edilemez.
Ne kadar Kur’an’ın etkisinde olduğumuz, ne kadar onun paralelinde yürüdüğümüz, namazda okuduğumuz Kur’an’dan önce ticaretimizden, ailevi ilişkilerimizden belli olmalıdır. Yürüyen Kur’an oluncaya kadar katetmemiz gereken mesafe uzundur. Kur’an’la paralel bir hayat için de yaygın bir Kur’an eğitimi almamız ve bu eğitimi sürekli hale getirmemiz önemli bir ihtiyaçtır. Dini bilgimiz çocukluk yıllarındaki dersler ve camilerde kaza ile kulağa giren bilgilerle mahdut olmamalıdır.
2- Salih amel boşluğunu tehlikeli görmeliyiz. İslam’ı namazla ve hacla sınırlı gören anlayış yerine, güneşin ışıklarıyla aydınlanan her yerde insanın yaptığı ne varsa onu Allah’ın rızasına muvafık yapmaya özen gösteren anlayışı İslam olarak görmeliyiz. Bu anlayış, camideki ibadet anlayışımızı evimize, işimize ve bütün sosyal ilişkilerimize taşıyacaktır. Bu da -eğlencesi de dâhil- hayatı Allah’ın rızasına uygun yaşamayı sağlayacak, mü’min kimliğimizin yıpranmasını, imana rağmen ikiyüzlü yaşamayı önleyecektir.
Hayatın genelinde, yasal süreçte olduğu zaman karşı çıktığımız laikliğin fertler olarak özel hayatımızda yer bulabilmesi; toplum önünde laikliği benimsemeyen, ama özünde laik olan tiplerin yaşantılarında oluşturduğu çelişki bu şekilde çözülebilir. Allah’tan korkup murakabesinden çekinmemek, dili, gözü, kulağı kuralsız bırakmak, mü’min kimliğimizle çelişiyor olmaktır.
Özellikle fitnelere karşı ibadet ve tilavet önemli bir koruyucudur. Fitne zamanında ve ortamında ilk darbeyi ibadetler yemektedir. Bu nedenle de fitne zamanında ibadet titizliği hadisi şerifte hicret olarak adlandırılmaktadır.
3- Günahların bünyemizde kökleşmesine karşı tedbirli olmalıyız. İşlenen bir günah, kendi hacminden çok, kimlik yıpranmasına neden olmasıyla sorun olmaktadır. Kökleşen bir günah, klasikleşen bir taviz yeni günahlara zemin hazırlamakta, günaha karşı cüreti artırmaktadır. Günahlardan istiğfarı önemli ve acil reçete görmeliyiz. Tevbe kavramının hacca gidenlere mahsus hale gelmesi, anlayışta bir erozyondur. Sokaklarda dolaşan sarhoşların veya teröre bulaşmış katillerin tevbeye aday olarak bilinmesi ve onları tevbenin en yakın adayları görüp kendini aklayan faizci beyin ciddi bir yuvarlanıştadır.
Günahlar konusuyla beraber ele alınacak önemli bir konu da, bu ümmetin temel karakterlerinden biri olan ‘iyiliği emir ve kötülüğü yasaklama’ karakterinin canlı tutulması konusudur. Dinin ayakta kalmasını sağlayan en önemli unsurlardan biri, şüphesiz ona iman eden herkesin kendi hacmi kadar destek olmaya çalışmasıdır. Din adına görevlendirilmişlerden önce, dine mensup olanların dini yayması ve tavizleri önlemeye çalışması, hayatiyeti sağlayan temel yapıda vardır. İyiliğin çoğalmasından haz almak, kötülüğün yayılmasından endişe etmek iman alâmetidir. Bu hissiyatın belli bir düzeyin altına düşmesi halinde imandan hiçbir eser kalmamaktadır. Bu, bir tür otokontroldür; kontrol sisteminin erimesi halinde din, insanlar üzerindeki tesirini kaybetmektedir.
Nefislerle baş başa kalınan durumlarda gözlerden uzak olmanın tavize düşmedeki etkisinin bir izahı bulunabilir. Ama gözler önünde olduğu halde nefislerin arzularına taviz verilmesinden çekinilmiyor olmasını iman dairesinde iken izah etmek zordur. Birbirimizin koruyucuları olmamız, sadece bağ bahçemize yabancının girmesine karşı bir komşuluk görevi olarak anlaşılamaz. İmandaki kayma ve amelde isyan belirtilerine karşı ‘kardeşlik hattımız’ devreye girmelidir.
4- Yalnızlıktan kaçınmak şarttır. Her şeye rağmen, ‘mü’min cemaat’ vasfına en yakın cemaatle beraber bulunmak, kurda kapılmadan yaşamanın şartıdır. Cemaat olmanın gerektireceği bedellere razı olarak bulunulan bir cemaat, kendi zatında ibadettir. Ancak cemaat içinde bulunmak, sosyal etkinliklerden yararlanmak tarzında anlaşılmamalıdır. Yüküyle ve gölgesiyle cemaatte bulunmak, birbirine kenetlenmiş, hedef birliği içindeki cemaat olmaktır.
5- Şeytanın, mü’mini istikametten uzaklaştırmada kullandığı en yaygın silahı haramlardan önce mübahlardan oluşmaktadır. Mesela fiili zinaya düşmeden önce, zinaya davetiye olan göz ve kulak zinası devreye girmiştir. Onlardaki serbestlik, neticede ana harama kapı açmıştır. Bunu herhangi bir harama tatbik etmemiz mümkündür.
Mübahlardaki serbestliğin verdiği rahatlık, bir noktadan sonra tehlikeli bölgeye kaymaya neden olmaktadır. Ancak bir noktadan sonra gelinen noktayı tahlil etme imkânı da kalmadığı için mübahların verdiği rahatlıkla haramlara, haramlardan da sınır noktasına gelinebilmektedir.
Bazen israf, bazen kör taklit olarak karşımıza çıkabilen bu mübahlara dalma, en sathi ifadeyle dengesiz yaşamanın sonucudur. İbadette bile dengeyle memuruz. Rabbinin hakkını, bedeninin hakkını, ailenin hakkını düşünmeyi emreden anlayış, önemli bir kural koymaktadır. Mübahlara dalmanın akıbetini düşünmek zorundayız.
Sonuç
Bizden öncekiler, onların zamanlarının gereği olan, bir imtihanla iman sınavına tabi tutuldular. Biz de bizim zamanımızın sınavına tabiyiz. Bizim zamanımız, teknoloji ve imkânlar zamanı olduğuna göre imtihanımızın ağırlık noktası da onlar üzerinden olacaktır. İmanda gevşemeye, ibadette ihmale, ahlâkta seviye düşüklüğüne neden olan neyimiz varsa onu imtihanımız olarak görmeliyiz.
Bizim imtihanımız ne ise ona ağırlık vermek, onu fitnemiz olarak telâkki edip gereken tedbiri almak, görevimiz olmalıdır. Yoksa Ebu Cehil’in putuyla lüzumsuz yere ilgilenmiş oluruz.
Nureddin Yıldız