6 Mart 2019 Çarşamba

Büyük zatların söylediklerinin dini değeri


Bazen bize İslam büyüklerinin sözleri nakledilir ve bunların bağlayıcılığı konusunda kafalar karışabilir..

Dinin sahibi Allah’tır. Allah dinini vahiy ile Resulüllah’a bildirmiş ve onun vasıtası ile bize de öğretmiştir. Resulüllah sıradan bir insan değildir, vahyi anlayıp doğru uygulayacak özelliklerde yaratılmış ve onun uygulaması sürekli Allah’ın kontrolünde gerçekleştirmiştir. Buna onun ontolojik farklılığı diyebilirsiniz. Böylece Resulüllah’ın bu hatasız uygulaması da dinin, Kuranıkerim’e bağlı/mecazen bir kaynağıdır. O halde bu ikisi esastır ve din budur.

Bu iki kaynakta bulunmayıp, ulemanın onlardan anladıkları ise, her zaman bağlayıcı olmasa da yine de dindir. Çünkü bizim bu iki asıl kaynağı uygulayabilmemiz onları doğru anlamamıza bağlıdır. Bunu da ancak bilenler, yani âlimler yapabilir.

Âlimlerin görüşlerinin bu iki kaynaktakinden farkı şudur: Başka âlimler onların görüşlerine itiraz edip doğrusu öyle değil böyledir diyebilirler. Yine de onların anlamaları sıradan görüşler olmadığı için onlara ‘içtihat’ diyoruz. İçtihat denen anlama belli bir bilgi ve amel seviyesinin, cehdin, dikkatin, gayretin ve mücadelenin ürünüdür. Bu sebeple içtihat büyük bir seviyedir, çok az kişiye nasip olur, ancak ilke olarak buna kadın erkek her mümin ulaşabilir, yani müçtehidin ontolojik bir farklılığı yoktur.

Kuranıkerim’in bize olduğu gibi ulaştığı konusunda tereddüt yoktur. Onunla ilgili mesele sadece doğru anlaşılması meselesidir. Sünnetin ise bize olduğu gibi ulaşıp ulaşmadığı da ayrı bir anlama meselesidir ve âlimlerin öncelikli görevlerinden biri bunu tespit etmektir. Resulüllah’a nispetinin sıhhati tespit edilmeyen ve hadis diye nakledilen sözler zaten din olarak görülmez. Dolayısıyla bazı işi bilmezlerin, ‘bu kadar zayıf ve uydurma hadis var, bunları nasıl din kabul edebiliriz’ demeleri anlamsızdır. Çünkü dinin kaynağı Kitap ve Sünnettir derken kastedilen zaten onlar değildir.

Resulüllah’tan sonra, sahabe dâhil bütün insanlar hata edebilir. Ne var ki, dini kaynaklarıyla bilen ve yaşayan bir âlimin hata nispeti ile bizimki aynı olmaz. Biz yüz görüşümüzden yirmisinde hata edersek, öyle bir âlim belki sadece birinde hata eder. Varsa onun hatasını da başka âlimler düzeltir.

Bunun anlamı şudur; Resulüllah’ın dışında hiç kimsenin söyledikleri bizi mutlak olarak, yani kesinkes ve hiçbir şart aranmaksızın bağlamaz. İmam Malik’in Resulüllah’ın kabr-i şerifine işaret ederek söylediği gibi; ‘şu kabrin sahibinden başka söylediklerinin hepsine uyulması gereken bir insan yoktur’. Ancak en başta sahabenin âlim olanları olmak üzere, müçtehit âlimlerin anlayıp söyledikleri, doğruya isabet bakımından zannın üzerine çıkıp kesine yakın bilgi oluşturduğu için, dini olanı anlamada onların söylediklerine itibar etmek de yine dinin ve aklın gereğidir.

Diğer yönden bu ümmet Resulüllah’ın sünnetini olduğu gibi tespite verdiği önemi, başka hiç kimsenin söz ve davranışlarını tespite vermemiştir. Tarihi olaylar ise sünnetle ilgileri ölçüsünde değerli görülmüş ve Sünnete uygulanan tespit kıstasları ancak bu sebeple onlara da uygulanmıştır. Bu konuda İslamî ilimler geleneğinde şu kurallar meşhurdur:

SAHİH OLMAYAN SÜNNET BİZİ BAĞLAMAZ

Siyer, tarih ve tefsir kitaplarından hadis alınmaz. Tabii ki bu, onlardaki hadisler reddedilir anlamında değildir, hadisin sırf onlarda olması delil olması için yeterli olamaz, ayrıca sıhhatine bakılmalıdır demektir.
Elbette bir söz değerini, söylenen kadar söyleyenden de alır. Aynı bir sözü bizim söylememizle, mesela Hz. Ömer’in söylemiş olması aynı şey değildir. Bu yüzden bazı sözlerin, onlara dikkati artırmak için bazen büyük zatlara nispet edilmiş olduğunu da hesaba katmamız gerekir.

Bu sebeple; Hz. Ömer şöyle der, Ebu Hanife, Şafii, Gazali vb şöyle söyler diye duyduğumuz bilgileri değerlendirmede tavrımız şu olmalıdır: Önce bu zatlar kendilerine nispet edilen bu sözleri gerçekten söylemişler midir? Eğer söz kendi yazdıkları kitaplarda varsa bu, onu söylediklerine dair önemli bir delildir. Yine de imla hatası yapılmış olabilir, kitaplarının farklı nüshalarına da bakmak gerekebilir. Kitaplarında yok, ama hadis nakli kıstaslarına denk bir senetle kendilerine ulaştırılıyorsa sözü yine onların söylediğini kabul ederiz. Bu durumda söz hata ihtimali bize göre çok az olan birisinden sadır olma özelliği taşır ve sıradan sözlere göre değer kazanır. Ancak bu değer Kuranıkerim’e ve Sünnete aykırı olmaması şartına bağlıdır. Onların sözlerinde de bu ihtimal, diğerlerininkine göre az da olsa vardır. Bu sebeple yine de onu şaşmaz din olarak göremeyiz..

5 Mart 2019 Salı

Su içme adabı ve ayakta su içmek


Soru Detayı
- Ayakta su içmenin hükmü nedir?
- Bazı hadislere kendi yorumumla bakacak olursam, çok kaçınılması hatta haram denecek tarzda. Bu konuda bilgi verebilir misiniz?

Cevap
Değerli kardeşimiz,
Suyu içerken imkânlar ölçüsünde kıbleye yönelip, oturarak besmele çekip su bardağı sağ ele alınarak içmelidir. Her hususta olduğu gibi su içerken de itidal üzere hareket etmeli, aşırı derecede su içmemeli, çok soğuk ve çok sıcak olanlardan da sakınmalıdır.

Peygamber Efendimiz (asm) zaman zaman ayakta su içmiş ve bu şekilde su içmenin günah olmadığını göstermek istemiştir. Böylece Efendimiz ayakta su içerek ruhsat yönünü göstermiştir.

Konuyla ilgili rivayetleri beraber değerlendirdiğimizde, ayakta su içilebileceği, ancak oturarak içmenin ise daha uygun olduğu söylenebilir.

İbni Abbas radıyallahu anhümâ şöyle dedi:

Ali radıyallahu anh ayakta su içti. Sonra da:

"Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin benim içtiğimi gördüğünüz gibi su içtiğini gördüm."
dedi. (Buhârî, Eşribe 16)

İbni Ömer radıyallahu anhümâ şöyle dedi:

"Biz Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin zamanında, yürürken bir şey yer, ayakta iken de su içerdik."
(Tirmizî, Eşribe 12. Ayrıca bk. İbni Mâce, Et`ime 25)

Abdullah İbni Amr şöyle dedi:

"Ben Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin ayaktayken de otururken de su içtiğini gördüm." (Tirmizî, Eşribe 12. Ayrıca bk. Nesâî, Sehv 100)

Enes radıyallahu anhın rivayetine göre Resûli Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem bir kimsenin ayakta su içmesini yasaklamıştır. Râvi Katâde şöyle dedi: Biz Enese, "Ya ayakta yemek nasıldır?" diye sorduk. Enes: "Ayakta yemek daha beter (veya kötüdür)", dedi. (Müslim, Eşribe 113. Ayrıca bk. Tirmizî Eşribe 11)

Resûli Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem “Ayakta su içmeyi yasaklamıştır.” ifadesi, Müslimin bir başka rivayetinde “Ayakta su içmekten men etmiştir.”(zecere) şeklinde geçmektedir. (Müslim, Eşribe 112, 114)

Ebû Hüreyre radıyallahu anhdan rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Hiçbiriniz ayakta su içmesin. Unutarak içen de kussun!” (Müslim, Eşribe 116)

Ayakta su içmenin lehinde ve aleyhindeki hadisler dikkate alındığı zaman, Peygamber Efendimiz (asm)’in ayakta su içtiğine dair rivayetlerin, ayakta su içmeyi yasakladığını belirten hadislerden daha fazla olduğu anlaşılmaktadır.

İmâm Buhârî’nin de Kâmil Miras’ın dediği gibi (Tecrid Tercemesi, XII/53), ayakta su içmekte bir sakınca olmadığı sonucuna vardığı anlaşılmaktadır.

Demek oluyor ki, Peygamber Efendimiz (asm), kendisi de zaman zaman ayakta su içmek suretiyle bunun yasak olmadığını göstermiş, belki de sağlık açısından uygun görmediği için bunun alışkanlık haline getirilmesini istememiştir. Suyu oturarak içmenin daha uygun olduğunu belirtmek, insanları buna yönlendirmek ve tercihinin bu yönde olduğunu daha açık bir şekilde anlatmak için de ayakta su içmenin aleyhinde bulunmuştur.

Peygamberimiz (asm)'in “Ayakta su içen kussun!” tehdidi kesin bir emir (yani vücup için) değildir. Bazı âlimler, “Ayakta su içen kussun!” sözünü Resûl-i Ekrem (asm)’in değil, Ebû Hüreyre’nin söylediği kanaatindedir.

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Çarşıda pazarda ayakta bir şey içmek gerektiğinde ve oturacak bir yer bulunmadığında, mutlaka oturacak yer aramamalı; bununla beraber oturarak içmenin sağlığa daha elverişli olduğu unutulmamalıdır.

1. Peygamber Efendimiz (asm) ile ondan gören bazı sahâbîler ayakta su içmişlerdir Bu sebeple ayakta su içmek günah değildir.

2. Peygamber Efendimiz (asm)’in ayakta su içmeyi yasaklaması, oturarak içmeyi daha uygun gördüğünü belirtmektedir.

3. Resûl-i Ekrem (asm)’in, ayakta su içenin içtiğini kusmasını söylemesi, mutlaka böyle yapılmasını istediği anlamına gelmez. Zira Efendimiz (asm) Müslümanları eğitmek için bazen bu üslûbu kullanmıştır.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet


4 Mart 2019 Pazartesi

Tıbbın zararlı dediği her şeyin yenilmesi haram mı?


Soru Detayı:

Bu devirde yediklerimize nasıl dikkat edebiliriz helal haram konusunda?
Mesela tıbbın insan vücuduna zararlı dediği her şeyin yenilmesi haram diye bir şey duydum. O zaman hayatımızda şu an yemekte olduğumuz her şeyi çıkarmamız gerekiyor, çünkü hemen hemen her şeyde katkı maddesi var, buna nasıl bir çözüm getirebiliriz? Cips olsun ve buna benzer kıraker gibi birçok şey tüketiyorum, onları hayatımdan çıkarmam mı gerekiyor? Bu devirde yeme içme konusunda bir müslümanın yapması gereken nedir?

Cevap

Tıbbın zararlı dediği her şey haram olmaz, böyle bir genel hüküm isabetli değildir.

Zarar ne kadar, az mı çok mu, zarar az ise zararsızı onun yerine koymak kolayca mümkün mü, zararı başka tedbirlerle önlemek mümkün mü, hiç zararı olmayan yiyecek ve içeceklere herkesin normal bir çaba ile ulaşması mümkün mü?

İşte bu sorulara alacağımız cevaplar hükmü etkiler ve değiştirir.

Vücudun tahammül edebileceği, başka yollardan giderilmesi mümkün olan zararlara katlanılır; yeter ki bu gıdalar ismen haram kılınmış veya bunlara kıyasen yasaklanmış olmasın.

Ayrıca hemen hasta eden veya öldüren yahut başka şekilde kötü etkisi olan gıdaların yerine iyilerini koymak ve bulmak mümkün olmazsa bunlar da yenir ve içilir.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
Yazar:
Hayrettin Karaman 

3 Mart 2019 Pazar

"Şefâat yâ Resûlallah" demek şirk midir?


Dinî bir terim olarak şefâat, 'günahkâr bir müminin affedilmesi veya yüksek derecelere ulaşması için, Allah nezdinde mertebesi yüksek olan birinin O'na dua etmesi, dilekte bulunması' ve daha çok 'bu yüksek mertebeli kulların, âhirette günahkârların bağışlanması yönünde vukû bulacak aracılık ve dilekleri' demektir.

Mu'tezile bilginleri, âhirette günahkârlara şefâat edilmesinin sözkonusu olmayacağını, ancak sadece sevaba müstahak olanlara mükâfatlarının arttırılması yönünde şefâat edilebileceğini ileri sürmüşlerdir.
Ehl-i sünnet âlimleri ise haklı ve isabetli olarak her iki durumda da şefâatin mümkün olduğunu, günahkâr kullara peygamberler ve Allah nezdinde itibarı yüksek olan diğer seçkin insanlar tarafından şefâat edilebileceğini savunurlar. Ancak Allah'ın izin vermediği hiçbir kimse şefâat edemeyecektir (meselâ bk. Bakara 2/255; Meryem 19/87; Tâhâ 20/109).

Allah'a ortak koşan kâfirlerin bir kısmı, bu ortakların O'na denk olduğuna değil, O'nun nezdinde reddedilemez şefâat, geri çevrilemez aracılık hakkına sahip bulunduklarına inanmakta ve putlara bu anlayış içinde tapınmaktadırlar. Âyetü'l-kürsî içinde yer alan 'Allah katında, O izin vermedikçe hiçbir kimse şefâat edemez' meâlindeki cümle bu inancın asılsızlığını ortaya koymakta, şefâatin de izne bağlı bulunduğunu, O izin vermedikçe ve dilemedikçe kimsenin böyle bir yetki ve imkâna sahip olamayacağını özlü ve etkili bir şekilde zihinlere yerleştirmektedir. Allah katında şefâatlerine izin verilecek olanlar da Allah'a yakın ve sevgili kullar olacaktır. Ayrıca bunların başkaları hakkında istediklerinin Allah tarafından kabûl şansı daha fazladır.

Kur'ân'ın ilgili âyetlerinin üslûbundan, âhirette şefâat mümkün olmakla birlikte bunun son derece sınırlı tutulacağı ve insanların şefâate bel bağlamadan, kendi kurtuluşları için yine kendilerinin çaba göstermesi gerektiği anlaşılmaktadır. Bu durum karşısında insan için gerekli olan şey, zaman kaybetmeden tevhid inancına sarılarak, Allah'a karşı kulluk görevlerini yerine getirmek ve ahlâkını düzeltmek, geçmişteki günahlarından dolayı da tövbe etmektir.

Çünkü gerek Kur'ân-ı Kerîm'de gerekse hadîslerde içtenlikle yapılacak tövbelerin geri çevrilmeyeceğine dair çok açık ve kesin açıklamalar vardır. Kur'ân'ın şefâat konusundaki -2/48. âyette olduğu gibi- ümit kırıcı üslûbu, şefâat beklentisinin insanları dinî ve ahlâkî hayatlarında gevşekliğe sürüklemesini engellemek içindir; yine Kur'ân'ın tövbelerin kabûl buyurulacağına dair çok net ifadeleri ise tövbenin kişiye hatâlı inanç ve davranışlarını terkettirmesinden, böylece düzeltici ve ıslâh edici bir fonksiyon icrâ etmesinden ileri gelmektedir.

Buhârî, Müslim gibi sahîh hadîsleri toplayan müelliflerin kitaplarında yer alan birçok hadîs, bütün insanların mahşerde, korku içinde bekleşirken işlemin bir an önce başlaması konusunda Peygamberimiz'e (s.a.v.) mahsus şefâatten ve bunun yanında gerek O'nun ve gerekse diğer peygamberlerin, salih kulların, hocaların, talebelerin, dostların şefâatlerinden söz etmekte, bu şefâatlerin hak ve gerçek olduğunu söylemektedir.

Dünyada insanların Hz. Peygamber'in (s.a.v.) kabrini ziyaret etmek, O'na salât ve selâm okumak, ezan okunduktan sonra vesîle duasını yapmak, iyi insanlarla beraber olmak, onların sevgisini kazanmak, iyi evlât ve öğrenci yetiştirmek gibi amellerinin (iş, hizmet ve eserlerinin) ilgililerin şefâatlerini hak etme bakımından tesirleri olduğunu ifade eden sahîh hadîsler de mevcûttur.

Bütün bu delîller karşısında bir kimse, diğerine 'bana şefâat et' derse bunda bir yanlışlık olmaz. 'Şefâat yâ Resûlallah!' demek de böyledir. Bunu diyen kimse, Hz. Peygamber'in (s.a.v.) şefâatini istemektedir. Bunu isterken de Allah'ın O'na şefâat selâhiyet ve izni verdiği bilgisine dayanmaktadır. 'Allah izin versin vermesin sen bunu yapabilirsin' diyen yoktur ve bu talebin açık veya gizli bir şirkle alâkası bulunamaz.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
Yazar:
Hayrettin Karaman (Prof. Dr.)


2 Mart 2019 Cumartesi

Sıla-ı rahim


Akraba ve yakınları ziyaret etme, hallerini ve hatırlarını sorma, gönüllerini alma.

İslam'da insanlar arası ilişkilere önem verildiği gibi özellikle yakınlardan başlayarak anne ve babanın ve sırayla diğer akrabaların ziyaret edilip gözetilmesi prensibi son derece önemlidir.

Sıla-i rahmin birkaç derecesi vardır. En aşağı derecesi akrabalarımıza karşı tatlı sözlü, güler yüzlü olmak; karşılaştığımızda selâmlaşmayı, hal hâtır sormayı ihmâl etmemek; dâima kendileri hakkında iyi şeyler düşünmek ve hayır dilemektir. 

İkinci derece de ziyâretlerine gitmek ve yardımlarına koşmaktır. Bunlar daha çok bedenî hizmetlerdir. Özellikle yaşlıları zaman zaman yoklayarak, yapılacak işleri varsa onları takib etmek kendilerini sevindirecektir.

Sıla-i rahmin üçüncü ve en önemli derecesi akrabalara malî yardım ve destek sağlamaktır.

üç derecedeki yardımdan hangisine güç yetiniyorsa, onun yapılması anlaşılmalıdır. Yapabileceği görevi yapmamak müslümanı bu konuda sorumlu kılar.

İyilik, karşılık bekleyerek yapılmamalı, sadece görüp gözeten yakınlara karşı sıla-i rahimde bulunulmamalı; aksine, unutan, akrabalık bağlarını koparanlara karşı da bu görev yerine getirilmelidir. Hz. Peygamber şöyle buyuruyor:

"İyiliğe benzeri ile karşılık veren kişi, tam anlamıyla akrabasını görüp gözetmiş olmaz. Hakiki sıla, kişinin kendisi ile ilgiyi kesenleri görüp gözetmesidir" (Buharî, Edeb, 15).


İtikadında sıkıntı olan, haramlar içinde olan, kötülük yapanlara karşı tavrımız nasıl olmalı?


Selamı kesme,


Acil vakalarda seyirci kalma, 

Hastalıkla ve cenaze ile ilgilenin.

Menfi konuşmalar yapmayın. Gıybet etmeyin, ettirmeyin.

Oturup kalkmayı sıklaştırma, mesafeli ve seviyeli ilişki içinde ol,

Şahsiyetini de yıpratma.

Böylece seviyeni de korumuş olursun, onların hak ettiğini de vermiş olursun.

Rabbinin rızasını da kaybetmezsin. 

Gerginliği zamana yayarak azaltın… Bunlar yeter. Bunlardan sonra da belli bir seviyede mesafeli davranmanız hakkınızdır. Durumun düzeldiğini hissettiğinizde siz de mesafeyi yeniden ayarlarsınız. 

şahsiyetimizi eritecek, bizi zorluklara itecek bir ilişki de mecburi değildir. 

bizi kulluğumuzda sıkıntılı duruma düşüren şahsiyetlere karşı ise seviyeli bir tavır göstermemizde sakınca yoktur. 

sılayırahim, zoraki sevmek, haftada bir ziyarete gitmek değildir. Sılayırahim, bağın kopmaması için asgari gerekleri yapmaktır. 

itikadi problemi olan biri ile sılayırahim yapabilmeniz için size bir zararının olmaması gerekir. İmanınıza ve şahsiyetinize zarar verdikleri sürece sılayırahim yapmanız gerekmez.

Amca, birinci dereceden sayılacak bir akrabadır. Sılayırahim açısından sizin amcanızı ziyaret etmeniz görevinizidir. Onun kendi görevini ihmal etmesi sizin onu ihmal etme nedeniniz olmamalıdır. Mesafeli de olsa siz en az yılda bir kere bağlantı kurun. Onun yaptığını yapmanız seviyesine düşmeniz demektir. Allah için yapılan işlere ‘şu veya bu gerekçe’ getirilmez.

Kuralımız şudur:
 Bir işi yaparken, o iş bir emir bile olsa açık bir haram işleyeceksek onu yapmayız (Örn.Gıybet). Sılayı rahim bizi bir harama kaydıracak ve biz de onu önleyemeyeceksek, sılayı rahimi terk ederiz. Yeter ki başka bir bahaneye bunu alet etmiş olmayalım. Bir de, haramları önlemek için mücadele etmemiz de gerekir. Önleme imkânımız yoksa yapacağımız budur.



1 Mart 2019 Cuma

"Siz otururken yanınıza birisi gelirse ayağa kalkmayın." anlamında bir hadis var mıdır?


Soru: Babama, misafire, büyüklere kalmak günah mıdır?

Cevap: Ebu Ümame anlatıyor: Hz. peygamber elinde bastonu olduğu halde yanımıza geldi. Biz de onu karşılamak üzere ayağa kalktık. Bunun üzerine şöyle buyurdu:

“Acemlerin / Arap olmayanların birbirine karşı -saygı göstermek için- kalktıkları gibi kalkmayın.” (Ebu Davud, Edeb,165)

- İbn Hacer, Taberi’den naklen bu hadisin zayıf olduğunu belirtmiştir. (bk. İbn Hacer, Fethu’l-Bari, 11/49-50)

Bu konuda başka hadis rivayetleri de vardır:

"Kim bir zengine eğilir, onu yücelttiği ve elindekilere göz diktiği için kendini küçültürse, şahsiyetinin üçte ikisi ve dinin yarısı gider." (Beyhakî, es-Sünenü’l Kübrâ; Alâuddin Abidin, el-Hediyye'l-Alâiyye, 249; Benzer bir hadis ve açıklaması için bk. Fetâvay-i Ibn Salah,18)

"Kim insanların kendisi için hazırola geçmesinden (el-pençe divan durmasından) hoşlanırsa, ateşten yerine hazırlansın." buyurdular. (el-Beyan vet-ta'rif, 2/205)

Ayrıca birisinin önünde ayağa kalkmanın caiz olduğunu gösteren hadisler de vardır:

a. Ebu Said el-Hudrî anlatıyor: Beni Kureyza Yahudileri Hz. Sad b. Muaz’ın hükmünü kabul ettikleri zaman, kendisi (hasta haliyle) bir merkebin sırtında geldi. Peygamberimiz onu görünce oradakilere,

“Efendinizin / reisinizin önünde kalkın.” buyurdu. (Buharî, Atk,17; İstizan, 26)

b. Hz. Aişe anlatıyor:

"Hz. Peygamber, kızı Fatıma’nın geldiğini gördüğü zaman, 'hoş geldin' der ve hemen yerinden kalkar, onu öper ve kendi yerine oturturdu.” (İbn Hacer, 11/50)

c. Hz. Kab’ın tövbesinin kabul edilmesi üzerine ilk defa camiye geldiğinde, Hz. Talha önünden kalkmış ve onu ayakta karşılamıştır. Hz. Peygamber ise bu davranışına bir şey dememiştir. (İbn Hacer, 11/52)

İmam Nevevî ve Hattabî gibi bazı alimlerin de ifade ettikleri gibi, önünden kalktığımız kişi gerçekten faziletiyle buna layık ise, bu kalkmak bir saygının ifadesi olduğu için müstehaptır. (İbn Haceri, 11/51). Çünkü,

“Büyüklerimize saygı, küçüklerimize şefkat göstermeyen bizden değildir.” (Câmiu's-sağîr, 5/388)

hadisi de bunu emretmektedir.

Şayet bu kalkma işi, bir saygıdan çok, gelen adama aşırı bir büyüklük atfetmekten kaynaklanıyorsa bu caiz değildir. Kalkmayı uygun görmeyen hadisleri bu manaya yorumlamak daha uygun görülmektedir.

Bazı fıkıh kitaplarında; "Mescidde oturanın ve Kur'ân okuyanın da yanlarına giren için -eğer kalkılmağa layık birisi ise- saygı için kalkmaları mekruh olmaz." denir. (en-Nemenkanî, el-Fethur'-Rahmani, 2/256)

Tahavî, "Ayağa kalkmanın kendisi (liaynihi) mekruh değildir. Mekruh (haram) olan ayağa kalkılmasından hoşlanmak ve kalkılmayacak kimse için kalkmaktır." derken, İbn Vehbân: "Bana göre günümüzde ayağa kalkılması güzel (müstehap) olmalıdır. Çünkü kalkılmaması kin, nefret ve düşmanlığa -özellikle de kalkma adeti olan yerlerde- sebep olabilmektedir." der. (en-Nemenkanî, a.g.e., 2/257)

Ezraî ise; "Hatta günümüzde, İbn Abdisselam'ın da işaret ettiği gibi, düşmanlığı ve ilişkilerin kesilmesini önlemek için kalkmak vacip bile olmuştur, mefsedetleri önleme cümlesine dahil olmuştur." görüşünü bildirir. (bk., İbn Hacer el-Mekkî, ez-Zevacîr, 2/171) Ama onun bu görüşünü el-Mekkî, büyük günahları saydığı kitabında "üç yüz doksan yedinci büyük günah, halkın kendisine saygı ve hürmetle kalkmasını insanın sevmesidir" başlığı altında verir. Sonra şu açıklamayı yapar: "Demek ki, ilim, şeref, ahlâk, evlat-baba ilişkisi, arkadaşlık vb. duygularla kalkmanın sakıncası yoktur. Hatta Nevevî'nin bunu kabul etmeyenlere cevap olarak yazdığı bir risalesi vardır." der. (el-Mekkî, a.y.)

Asr-ı saadette müminlerin Hz. Peygamberi (asm) gördüklerinde ayağa kalkma adetleri yoktu. Hatta Enes b. Malik der ki:

"İnsanların Hz. Peygamber (asm)’den daha çok sevdikleri bir kimse yoktu. Buna rağmen onu gördüklerinde ayağa kalkmazlardı. Çünkü onun bundan hoşlanmadığını bilirlerdi. Fakat uzaktan gelen birisini karşılamak üzere ayağa kalkarlardı." (Fetavây-ı Hindiyye, 5/325, 369; Bezzâziye, 6/354; Nevevî, el-Fetâva, 79)

Sonuç olarak:

1. İnsanların kendileri için ayağa kalkılmasını ve el pençe divan durulmasını sevmeleri ve istemeleri haramdır.

2. İlim ehli, edepli, ahlâklı kimseler, baba, dede gibi yakınlar, yolculuktan gelenler için bir gönül alma ve ikram için kalkmak güzeldir, (müstehaptır).

3. İnsanlara zenginliklerinden ötürü ayağa kalkmak haramdır.

4. Kalkılmadığı takdirde, bu hareketin saygısızlık sayılacağı, kine, nefrete ve düşmanlığa ya da kalkmayanın başka bir zarar görmesine sebep olacağı yerlerde ayağa kalkmak, kalkan için günah değildir, ama kalkılan için haramdır. (krş İbn Hacer,11/51-52; Aynî, Umdetü'l-kârî, 20/252; Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nun Yayıncılık, İstanbul 1997, s.476-479)

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
https://sorularlaislamiyet.com/siz-otururken-yaniniza-birisi-gelirse-ayag-kalkmayin-anlaminda-bir-hadis-var-midir-babama-misafire

28 Şubat 2019 Perşembe

Erkeklerin, akraba veya yabancı bayan ve erkeklere karşı mahrem yerleri nerelerdir?


Kadın ve erkekte örtünmesi gereken yerlere avret denir. Dört çeşit avret vardır:

1. Erkeğin erkeğe nisbetle avreti: Diz ile göbeğin arasıdır. Diz ile göbeğin arasındaki yerlere bakmak haramdır. Cumhuru ulemaya göre böyledir. Malikîlerin bazılarına göre baldır avret değildir.

2. Kadının kadına nisbetle avreti: Kadının kadına nisbetle avreti, yine diz ile göbeğin arasıdır. Ne hamamda ne başka yerde diz ile göbeğin arasındaki kısma bakmak caiz değildir.

3. Erkeğin kadına nisbetle avreti: Erkeğin, hem erkeklere, hem de kadınlara göre avreti, göbeği ile diz kapağı arasıdır. Ancak bedeninin belden yukarısını (karnını ve sırtını) da kadınların yanında açması mekruhtur.

4. Kadının erkeğe nisbetle avreti: Şafiî ve Hanbeli'ye göre "yüz ve el dahil bütün vücut avrettir." Hanefi ve Malikî mezheblerine göre ise yüz ve el müstesna bütün vücut avrettir.

Avret olan yerlere bakmak haram olduğu gibi mes etmek, yani dokunmak da haramdır. Doğum ve tedavi gibi bir zaruret varsa, ihtiyaç nisbetinde müsamaha edilir.

(Geniş bilgi için bk. Prof. Hamdi Döndüren, Delilleriyle Âile İlmihâli, Erkam Yayınları, sh. 50-70; Dr. Faruk Beşer, Hanımlara Özel ilmihâl, Nûn Yayıncılık, sh. 221-246)

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
Yazar:
Halil Günenç


27 Şubat 2019 Çarşamba

Özel hayat sigortası caiz midir?


Sigorta, bir takım risk (tehlike)lerin zararlarından korunma müessesesidir ve Türkiye için "Sosyal sigortalar" ve "Özel sigortalar" diye ikiye ayrılır. Sosyal Sigortalar Emekli Sandığı, İşçi Sigortası ve Bağ-Kur olmak üzere üç birimden oluşur ve resmi bir kurumdur. Kâr düşüncesi yoktur, ideal şekliyle yardımlaşma (sosyal dayanışma) ve sosyal risklerin zararlarını daha çok kişiye dağıtarak azaltmayı hedefler. İslâm`da böyle bir müesseseye hiç ihtiyaç yoktur, ancak yardımlaşma esprisi taşıdığı için birçok çagdaş İslâm alimince caiz görülmüştür.

Soruda sözü edilen özel hayat, yangın, araba vb. sigortalar ise, bünyelerinde haram unsur taşıyorsa caiz olmaz. Örneğin, bu sigortalar "garar" (taraflardan biri için aldanma ve zarar) içeriyorsa, kumar, faiz, başkasının malını bedelsiz alma, lûzumlu olmayanı lûzumlu kılma, borcu borca karşılık satma, müşterek bahis ... gibi durumlar ihtiva ederse, sigorta işlemi de haram olur. (bk. Dr. Muhammed Biltacî, Ukûdût-Te`min min Vicheti`l-Fıkhıl1-İsâmî, 150)

Eğer bu sayılanlar veya başka haram yollar yoksa, sigortalar da caiz olur. Özellikle yardımlaşma maksatlı kurulan sigortaların caiz olduğunu söyleyebiliriz.

Günümüzde, özellikle Türkiye'de, sigorta öncelikle zorunlu ya da sosyal sigortalar, özel ticari sigortalar, özel dayanışma sigortaları (mütüel sigortalar, tekâfül sigortaları) diye üçe ayrılır.

Üçüncüsü tamamen bir yardımlaşama ve dayanışma örgütlenmesi olduğu için caizdir ve bunda pek farklı düşünen de yoktur.

Birincisi de aslında bundan farklı bir şey değildir ve bu nevi sigortaların amacı vatandaşın aralarında dayanışmalarını sağlayarak hayatın risklerini aralarında bölüşmelerinden ibarettir. Diğerinden farkı, sadece bunun zorunlu olmasıdır.

Tartışmanın olduğu sigorta türü ise ikincisi, yani özel ticari sigortalardır. Aslında işleyiş olarak diğerlerinden farklı olmayan bu sigorta türünde iki olumsuz yön vardır. Birincisi bu sigortaların, bankada bloke etmek zorunda oldukları meblağ sebebiyle, genellikle bir bankanın yan kuruluşu olup, topladıkları parayı faizde kullanmaları, ikincisi ise bazı hayat sigortası türlerini faizli bir özellikte uygulamalarıdır. Bunun dışında bu sigortaların mesela sosyal sigortalardan farkı sadece birini devletin, diğerini ise ticari bir şirketin organize etmesinden ibarettir. Bu ise hükmü değiştirmez.

Bu iki olumsuzluğun birincisi, akdin dışında bir durum olduğu için akdi fasit ya da batıl kılmaz. Sadece benim alışveriş yaptığım, mesela bir bakkalın kazandığı para ile haram işler de çevirmesi gibi bir şeydir. Böyle bir alışveriş haram olmaz, ama kötülüğe dolaylı destek anlamı taşıdığı için sakıncasız da değildir. Çünkü Allah (cc): “İyilik ve takvada yardımlaşın, günah ve düşmanlıkta yardımlaşmayın” buyurmaktadır. Öyleyse bu kabil sigortaların, bu olumsuzluğu içermeyen alternatifleri varsa onlarla çalışmalı, bunlarla çalışmamalıdır. Ancak yoksa bunlarla çalışılabilir.

İkinci olumsuzluk ise doğrudan faiz işlemidir ve bu akdin bizzat kendisi haramdır. Sigortalı belli bir süre primini yatırır, bu sürenin sonunda, reel faiziyle birlikte parasını geri alır. Bu elbette faizdir. Bizce bu iki olumsuzluğu giderme imkânı bulunduktan sonra özel sigortaların da caiz olduğu söylenebilir. (bk. Faruk Beşer, Sosyal Riskler Sigorta ve İslam)

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet


26 Şubat 2019 Salı

Kadın sesi erkeğe haram mıdır? Kadının konuşma adabı nasıl olmalıdır?


Soru: Bir bayan yanında çocuğu olsa aynı anda tanıdığı bir erkekle konuşabilir mi ya da böyle bir durumda tanıdığı erkekle konuşmanın hükmü nedir?

Cevap:İslâmiyet kişiyi fitne ve fesada sürükleyen görüntü, davranış ve hâllere karşı koruyucu tedbirler alır. Çünkü İslâm'da insanın safiyet ve vakarının muhafazası ve bozulmaması esastır. Bu tedbir ve koruma hem erkek için, hem de kadın için eşit seviyede düşünülür.

Diğer yandan insana verilmiş olan özellik, kabiliyet ve farklılıklar bir başkasının vebal altına girmesine sebep olmamalı, yanlış duygulara kapılmasına meydan vermemeli, nefsini azdırmamalıdır. Yaratıcı tarafından kadına ihsan edilen sesi de bu çerçeve içinde düşünmek gerekir. Esas itibariyle başta insan olmak üzere hiçbir varlığın sesi mutlak olarak haram ve günah sınıfına sokulmaz. Çünkü yaratılışında bir haramlık mevcut değildir. Bunun içindir ki, hiçbir âyet ve hadis kadının sesini haram kılıcı bir hüküm bildirmez.

Başta Hanefi ve Şâfiî imamları olmak üzere, mezhep sahibi müçtehid imamlarımızın kanaatleri de bu merkezdedir. Hattâ bütün fıkıh kitaplarında şu hükmü görüyoruz:

"Cumhura göre kadının sesi avret değildir. Yani bütün müçtehidlere göre kadının sesi haram değildir."

Şâfiî mezhebi âlimleri ve diğer müçtehidler şöyle derler:

“Kadının sesi avret değildir. Çünkü kadın alışveriş yapar, mahkemede şahitlikte bulunur. Bunun için sesini yükselterek konuşmak zorunda kalır."1

Kadının sesinin avret olmadığının gerekçesi, İslâm'ın ilk uygulamalı devri olan Saadet Asrıdır. Yani Peygamber Efendimizin (a.s.m.) ve sahabilerin uygulayış biçimidir. Bu uygulanış biçimi üç şekilde görülüyor:

Birincisi: Peygamber Efendimizin (a.s.m.) sahabi hanımlarla konuşması, onların sorularına cevap vermesi, şikâyetlerini dinlemesi, ihtiyaç ve taleplerini karşılamasıdır.

Bir örnek olması bakımından şu hadis-i şerifi nakledelim:

Amr bin Şuayb rivayet ediyor:

Bir kadın yanında kızı ile birlikte Resulullaha (a.s.m.) geldi. Kızın kolunda iki altın bilezik vardı. Resulullah (a.s.m.) kadına sordu:

“Bu bileziklerin zekâtını veriyor musun?”

Kadın, “Hayır, vermiyorum.” diye cevap verdi.

Bunun üzerine Resulullah (a.s.m.) tekrar sordu:

“Peki, kıyamette bu iki bilezik yerine Allah’ın sana ateşten iki bilezik taktırması hoşuna gider mi?”

Kadın iki bileziği hemen çıkarıp Resulullaha (a.s.m.) uzattı ve “Bunlar artık Allah ve Resulüne aittir.” dedi.2

İkincisi: Sahabiler gerek Peygamberimiz (asm)'in hanımlarına, gerekse diğer hanım sahabilere hadis ve benzeri durumlarda soru sorarlar, konuşurlar ve bazı konularda bilgi alırlardı.

Üçüncüsü: Yine Sahabe döneminde kadınlar, halifelere şikâyetlerini dile getirirler veya dinî meselelerde diğer sahabilere bilmediklerini sorup öğrenirlerdi.

Bu mesele için de bir örnek verelim:

Kadının biri Hazret-i Ömer’e gelerek,
“Yâ Emîrelmü’minîn! Kocam geceleri ibadet eder, gündüzleri de oruç tutar.” şeklinde şikâyette bulundu.
Hazret-i Ömer,
“Ne demek istiyorsun? Kocanı geceleri ibadet etmekten ve gündüzleri oruç tutmaktan alıkoymamı mı istiyorsun?”
Bunun üzerine kadın başka bir şey söylemeden çıkıp gitti ve biraz sonra bir daha gelip aynı şikâyetini dile getirdi. Hazret-i Ömer, kadına yine aynı cevabı verdi. Bu durumu gören Kâ’b bin Sûr söze karıştı ve
“Yâ Emîrelmü’minîn, kadının hakkı var. Cenab-ı Hak erkeğe dört kadınla evlenebileceğine müsaade ettiğine göre, dördüncü gün kadının hakkıdır.” dedi.

Bunun üzerine Hazret-i Ömer (ra) kadının kocasını çağırtıp dört günde bir oruç tutmamasını ve her dört gecede bir kadının yanında yatmasını emretti.3

Ancak diğer bütün mübah meselelerin mahiyet değiştirip mahzurlu bir hal almasında olduğu gibi, kadının sesi meselesinde de aynı durum söz konusudur. Kadının sesi mübah, masum ve meşru olmasına karşılık hangi sebeplerden dolayı “avret” olur, nasıl olursa yasak sınıfına girer, yabancı erkeklerin dinlemesi haram olur?

Kadının sesi yaratılışı icabı dikkat çekicidir. Özellikle ses normalin dışında bir tonda çıkarsa birtakım mahzurları beraberinde getirmektedir ve dinî tabiriyle “fitneye” sebep olmaktadır. Demek ki, haram olan sesin kendisi değil de, kontrol dışı bir mahiyet taşımasıdır.

Ahzab Sûresinin 32. âyet-i kerimesi bu husustaki ölçüyü Peygamber (a.s.m.) hanımlarının şahsında şöyle veriyor:

“Ey Peygamber hanımları! Siz herhangi bir kadın gibi değilsiniz. Eğer halinize layık bir takva ile korunacaksanız, yabancılarla câzibeli bir şekilde konuşmayın ki, kalbinde fesat bulunan kimse bir ümide kapılmasın. Konuşurken ciddiyet ve ağırbaşlılıkla söz söyleyin.”

Müfessir Vehbi Efendi bu âyeti tefsir ederken, şöyle izah getirmektedir:

“Söylediğiniz söz fitneye sebep olmasın. Yani cazibeli ve ecânibi şüpheye düşürecek bir halde edalı ve naz ü istiğna ile söylemeyin.”

Elmalılı’nın ifadesiyle “Yayılarak, kırıtarak, sınık, yılışık” olduğunda “kalbi çürük, kötülüğe meyilli kimseler” bir ümide kapılırlar. Bundan dolayı da günaha girilmiş olur.

Vehbe Zühaylî bunu normal konuşmalardan ziyade dinî muhtevada da olsa aynı gerekçe ile mahzurlu görür:

“Kadının, Kur’ân şeklinde de olsa, coşkulu ve nağmeli olarak okumakta iken seslerini işitmek haramdır. Çünkü bunda fitneye sebep olma korkusu vardır.”4

İbni Âbidîn ise meseleye şu şekilde bir açıklık getirir:

“Tercih edilen görüşe göre kadının sesi avret değildir. Yalnız zekâsı kıt olanlar zannetmesinler ki, ‘biz kadının sesi avrettir demekle konuşmasını kasdetmiyoruz. İhtiyaç halinde ve benzeri durumlarda kadının yabancı erkeklerle konuşmasına cevaz veriyoruz. Yalnız kadınların yüksek sesle konuşmalarını, seslerini uzatmalarını, yumuşatmalarını ve nağmeli bir şekilde okumalarını caiz görmüyoruz. Çünkü bunlarda erkekleri kendilerine meylettirmek ve şehvetlerini tahrik etmek vardır. Kadının ezan okuması da bundan dolayı caiz olmamıştır.”5

Bizim de katıldığımız hükmü Faruk Beşer Hoca veciz bir şekilde şöyle dile getirir:

“Kadın her şeyiyle olduğu gibi sesiyle de çekici, büyüleyici ve tahrik edicidir ve aslında bu onun çirkin olduğunu değil, güzel olduğunu gösterir. Birer nimet demek olan çekici yönlerini, bu arada sesini fitneye sebep olmak ve tahrik etmek için kullanırsa, yani konuşmasını kırıla döküle ve kadınsı biçimde yaparsa, ya da nağmeli sözlerle normal konuşurken zaten tahrik edici olan sesini daha da etkileyici hale getirirse, sesi avret olduğundan değil de, fitneye sebep olacağından haram olur. Vakarlı ve karşısındakine ümit kestirici edayla konuşursa haram olmaz."6

Son olarak zamanımızın müfessirlerinden Muhammed Ali es-Sabûnî’nin yorumuna yer verelim:

“Açıkça görüldüğü gibi, eğer fitneden emin ise kadının sesi haram olmaz. Ancak, erkeklerin, kadınları fitne ve fesada götüren hallerden uzak tutmaları gerekir.”7

Sorudaki unsurlara gelince, şiir ve ilahide ses incelip kalınlaştığı, nağmeli olduğu ve câzip bir mahiyete büründüğü için, yabancı erkeklerin duyacağı şekilde söylemek beraberinde mahzurları taşımaktadır.

Hanımların sesli olarak zikretmeleri de şayet yabancı erkekler duyacaksa, yine aynı kategoriye girmekte ve birtakım yanlış duyguların uyanmasına sebebiyet vereceğinden, ezanda olduğu gibi müsaade edilmemektedir. Ancak kendi aralarında sesli olarak Kur’ân okumalarında ilâhi söylemelerinde ve zikretmelerinde haliyle mahzur olmaz.


Dipnotlar:

1 Tefsîrü Âyâti’l-Ahkâm, 2: 167.
2 Tirmizî, Zekât: 12.
3 Hayâtü’s-Sahâbe, 3: 349.
4 İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, 1: 467.
5 Reddü’l-Muhtar, 1: 272.
6 Hanımlara özel ilmihal, 314.
7 Tefsîrü Âyâti’l-Ahkâm, 2: 167.

(bk. Mehmed Paksu, Aileye Özel Fetvalar)

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet


25 Şubat 2019 Pazartesi

Tesettürün Modası Olamaz mı?


Tesettür ya da hicab Hz. Âdem'den beri insanla beraber var olan hem bir ihtiyaç, hem bir nimet, hem de bir ibadettir. Hz. Âdem ve eşi Havva'nın yasak meyveden yemeleri sonucu çıplaklıklarını fark edip avretlerini cennet yapraklarıyla örtmeye çalışmaları, haramı işlemekle açılıp saçılma arasındaki ilişkiye işaret etmesi bakımından da anlamlıdır.

Kur'an-ı Kerim'de giyim kuşamla ilgili olarak; siyab/sevb, libas, ziynet, rîş/süs, humur/himar, cilbab, hicab, serabîl/sirbal, tezemmül, tedessür ve bunların zıddı olarak da teberruc, avrât, sev'ât gibi kelimeler yer alır. Bu ifade farklılığının bir anlamı da elbette giyinmenin çok farklı fonksiyonlarının olabileceğine işaret etmesidir.

Bizim kullandığımız tesettür kelimesi, Kur'an-ı Kerim'de geçmez. Onun yerine hicab kelimesi yer alır. Onun için bizim dışımızdaki İslam ülkeleri bizim tesettür dediğimiz şeye hicab derler.

Giyinmenin en temel fonksiyonlarının şunlar olduğunu söyleyebiliriz;

- İnsanın avretini ya da Allah'ın bir emaneti olarak koruması gereken cinselliğini başkalarından saklamak,
- Sıcak soğuk gibi tabiat olaylarından korunmak,
- İffetini ve Müslüman kimliğini ilan ve izhar etmek ve süslenmek.

Bunların hepsi Allah'ın nimet olarak saydığı, insanoğlunun da en azından bir kısmını doğal olarak yapmak durumunda olduğu ya da yapmak istediği eylemlerdir.

Bu fonksiyonlardan ikisi tesettürde özellikle önemlidir: Avrâtı/cinselliği gizlemesi, ayrıca kişinin Müslüman ve iffetli olma kimliğini karşı tarafa göstermesi.

Ahzâb 59 Cilbab ayetindeki 'tanınsınlar da taciz edilmesinler' ifadesinden böyle bir şey anlaşılabilir. Bundan, kadın ya da erkek cinsel cazibesini başkalarına teşhir etme ya da bunun için namahreme cazip görünme hakkına sahip olmadığı manası da çıkar.

Kur'an-ı Kerim'de özellikle de kadın için ziynetin, yani süslenmenin mutlak anlamda yasaklanması söz konusu değildir. Ziynet, özellikle de kadının fıtratında var olan bir duygudur. Tabii ve fıtrî olan bir şeyin tamamen yasaklandığı hiç yoktur. Kur'an-ı Kerim kadının bu fıtratına işaret eder. Onu, “zinetler içinde yetiştirilen ama tartışmada meramını çok iyi anlatamayan…” (Zuhruf 18) diye niteler.

O halde ziynet kadının doğal hakkıdır, tesettür ise ziynetini yabancılardan saklamanın aracı olarak bir görev ve bir ibadettir. Öyleyse elbisenin bizatihi kendisinin ziynet olması bu fonksiyonuyla tezat oluşturabilir ve bu itibarla da tesettürün moda ile bağdaştırılması zorlaşır.

Aslında cennette avretlerinin açılması ve yapraklarla kapanma hem Âdem hem de Havva için söz konusu idi. Ama günümüzde tesettür denince daha çok kadın akla geliyor. Elbette erkek için de olması gereken asgari bir tesettür vardır.

Bunda cinsel cazibe açısından kadının erkekten daha ileri ve çekici olmasının da etkisi olmuş olabilir. Bu açıdan tesettür denince ilk akla gelen erkek değil de kadın olmuştur. Erkeğin elbisesinin süs olma özelliği de, fıtrat farklılığı sebebiyle kadınınkine göre daha az istenen bir şeydir.

İslam geleneğinde kadının tesettürünün şeklinden çok onda bulunması ya da bulunmaması gereken özelliklerden söz edilir.

Bu özellikleri kadın elbisesi için sayan âlimler şu şartlarda ittifak ediyor gibidirler:

- Kadının elbisesi bütün bedenini, Hanefilere göre eller ve yüz hariç, örtmelidir.
- Dış elbisesi bir süslenme ve teberruc aracı kılınmamalıdır.
- Vücut hatlarını belirtecek şekilde dar ve şeffaf olmamalıdır.
- Gayrimüslimlerin özel elbiselerine benzememelidir.
- Erkek elbisesi gibi olmamalıdır.
- Yabancı erkeklerin bulundukları ortamlarda çekici kokular taşımamalıdır.
- Şöhret elbisesi olmamalıdır.

Teberruc, burçlaşma çabasıdır, yani namahremler için kendini görünür ve bakılır kılma için yapılan her uğraştır.

Şöhret elbisesi ise erkek için de söz konusudur ve bir hadisi şeriften alınmadır. Resulüllah (sa) dikkat çekecek derecede lüks ve mutantan, yine dikkat çekecek derecede pılı pırtı ve pejmürde giymeyi yasaklamıştır.

Mesele bu şartları taşımakla beraber tesettürle modanın birlikte bulunup bulunamayacağı meselesidir. 


MODA İLE TESETTÜR BAĞDAŞIR MI?

Tesettürün ittifakla kabul edilen şartları ile modayı moda kılan özellikleri yan yana düşündüğümüzde moda ile tesettürün ne ölçüde bağdaşabileceğini, ya da bağdaşamayacağını anlayabiliriz:

Tesettürde namahreme bakmama ve baktırmama esastır. Yani tesettürlü bir kadın tesettürü ile 'bana bakma!' demiş olur. Oysa moda 'bana bak' demenin ifadesidir.

Tesettürde 'teberruc' haramdır. Teberruc, burçlaşma, yani görünür olma çabasıdır. Oysa moda baştan ayağa teberruçtur.

Tesettür ucu Hz. Âdem'e dayanan bir geleneğin devamıdır. Oysa moda eskiyi çöpe atmanın adıdır, yarın tekrar değişecek olan şu anı yaşamaktır.

Tesettürde şöhret, istenmeyen bir şeydir. Resulüllah (sav) 'şöhret libasını' lanetlemiştir. Şöhretin her iki ucu da yerilmiştir.

Tesettür israfın haram olduğu bir düşüncenin ve ihtiyacın ürünüdür. Oysa moda safi israftır.

Tesettür bir kişiliği, kimliği ve aidiyeti sembolize eder. Oysa moda özentinin ve öykünmenin ürünüdür.

Tesettürün asıl boyutu manevi yönüdür, o bir ibadettir, moda ise gösterişten, riyadan ve görünenden ibarettir.

Moda bir bakıma da 'karargâhınız evleriniz olsun' denen kadınların toplumsal hayatta ve aktif iş hayatında bir ihtiyaca bağlı olmaksızın, sırf ekonomik özgürlük adına arzı endam etmesinin kaçınılmaz bir sonucudur.

Moda ve gösteriş tarzındaki tesettür modernliğin ve dünyevileşmenin bir tezahürüdür.

Bütün bu sebeplerden ötürü moda ile tesettüre bağdaştırma imkânı gözükmemektedir. Ama Müslümanların kendi aralarında yaygın bir örf haline gelmiş bir giyim kuşam biçimine uymak da, ayrılıp dikkat çekmeme adına olması gereken bir şeydir.

Yazar:
Faruk Beşer (Prof. Dr.)


24 Şubat 2019 Pazar

Beyan ile davet farklı olmalıdır-Faruk Beşer


Beyandan maksadım dini açıklamaktır, davet ise insanları İslam’a çağırmak, Müslüman olmalarına yardımcı olmaktır.

Yazılı veya sözlü olarak İslam açıklandığında, tamamlanmış olan dinin değişmez hükümleri olduğu gibi açıklanmalı, kimsenin hatırı için eksik bir taraf bırakılmamalıdır.

İmanda ve amelde eksikli Müslümanları kâmil İslam’a davet ve Müslüman olmayanları İslam’a çağırma ve hidayetlerine yardımcı olma faaliyetine geldiğimizde tedriç, ehem-mühim, öncelik kurallarına riayet etmek maksada ulaşmak için gereklidir...



..İman konusunda şüpheleri olan bir kimseye bu şüpheleri ortadan kaldıracak ve iman etmesini kolaylaştıracak bir usul uygulanmalıdır; bunun yerine mesela İslam ceza hukuku anlatılmakla işle başlamak aklı başında bir Müslümanın yapacağı şey olmamalıdır.

Dine davet ve din eğitimi herkesin yapabileceği bir iş değildir; dinde marufu emir münkeri nehiy (iyi olanı emretmek kötü olanı yasaklamak) var diye usulsüz olarak bunu yapmaya kalkışanlar insanları ıslah etmekten ve İslam’ı sevdirerek hidayetlerine yardımcı olmaktan ziyade nefret etmelerine ve işi inada bindirmelerine sebep olurlar ki, dinin maksadı asla bu olamaz.

Peygamberimiz’in (s.a.) tebliği ile din tamamlanmış olsa da nasıl tamamlandığını bilmekte fayda olsa gerektir.

Önce Hz. Aişe’nin hikmetli bir ifadesine bakalım:

“Kur’an-ı Kerîm’in mufassal sûrelerinden ilk nâzil olanları, Cennet-Cehennem gibi konuların anlatılmış olduğu sûrelerdir. İnsanların kalbleri ısınıp İslâm’ın emir ve yasaklarını tâkibe başlayınca helâl ve haramla ilgili hükümler inmiştir. Eğer ‘içki içmeyiniz, zina yapmayınız’ gibi emirler, ilk inen hükümler olsaydı, mutlaka ‘içkiyi ve zinayı asla terketmeyiz’ derlerdi.”

Peygamberimiz (s.a.) hayatta iken fıkhın oluşumunun üç özelliği vardır: Tedrîc, kolaylık ve nesih.

Tedrîc hükümlerin zamana yayılarak, toplumun hazırlanması ve hazmı sağlanarak derecelerin ve parçaların bir araya getirilerek tamamlanmasıdır. Zaman açısından tedrîc yirmi üç yılı kaplamıştır. Hazım, hazırlanma, aşamalar halinde tamamlanma bakımından namaz, zekat, içki ve faiz yasağı, cihad örnekleri ilgi çekicidir.

Kolaylık yasamada, kural koymada, uygulamada insanın tabiatını, yaratılıştan gelen özelliklerini ve ihtiyaçlarını göz önüne alarak din ile muhatabı arasına zorluk engelini koymamak, tekamül eğitiminde tabii olan uygulamalar dışında sevdirme ve kolaylaştırmayı esas almaktır. İbadetlerin günün kısa sayılacak parçalarına dağıtılması, insanların tabiî ihtiyaçlarını karşılayan nesnelerin mübah kılınması, hastalık, yolculuk, baskı, yanılma, unutma gibi hallerin mazeret olarak kabul edilmesi ve darda kalma (zaruret) halinde haramların mübah hale gelmesi önemli kolaylaştırma örnekleridir.

İslâm alimleri arasında tartışma konusu olan nesih de alıştırma, kolaylaştırma hikmetine bağlı olarak bazı hükümlerin önce konup, sonra kaldırılması şeklinde gerçekleşmiştir.

Fıkhın füru kısmından Mekke dönemine ait olanlar arasında gusül, abdest, necasetten taharet, namaz, cuma namazı gibi önemli ibadetler vardır.

Medine döneminin birinci yılında hutbe, ezan, nikah, cihad, belediye nizamı; ikinci yılında oruç, bayram namazları, fıtır sadakası, kurban, zekat, kıblenin değiştirilmesi, ganimetler ve taksimi; üçüncü yılında miras hükümleri, boşanma; dördüncü yılında yolculukta ve tehlikeli durumlarda namaz, toprak ıktâ’ı, teyemmüm, iffete iftira (kazif) cezası, örtünme, evlere izinle girme, hac ve umre; beşinci yılında yağmur duası ve namazı, îlâ (kadına yaklaşmama yemini); altıncı yılında milletlerarası anlaşmalar, hac ve umre yolunda engellenme (ihsar), içki ve kumarın yasaklanması, zıhar (eşini anasına benzetme şeklinde bir yemin), vakıf, isyan ve haydutluğun cezası; yedinci yılında ehli eşeğin, dişi ve pençesiyle avlanan etoburların haram kılınması, zirai ortaklık; sekizinci yılında Mekke’nin kutsiliği ve dokunulmazlığı, kısas, içki satışının ve geçici nikahın yasaklanması, hukuk karşısında insanların eşitliği, kabir ziyaretine izin verilmesi; dokuzuncu yılında çıplak tavafın yasaklanması, mülâ’ane; onuncu yılında insan haklarının ilanı, vasiyet, neseb, nafaka ve borçla ilgili bazı hükümler, cezanın şahsiliği, faiz yasağı hükümleri gelmiştir.


Yazının tamamı için: