23 Eylül 2025 Salı

57-Hadîd Suresi - 18 . Ayet Tefsiri

                 Eûzu billahi mineş şeytânirracîm 

                 Bismillahirrahmanirrahim

﴾18﴿ Karşılıksız yardım eden erkeklere, karşılıksız yardım eden kadınlara ve Allah’a (O’nun muhtaç kullarına) güzel bir ödünç verenlere bu fazlasıyla ödenecektir. Ayrıca onlara pek değerli bir ödül de vardır.

                        Sadakallahul Azim

Tefsir (Kur'an Yolu)

Daha önceki âyetlerde iman ile infak arasındaki sıkı ilişkiye değinilmişti; burada infakın önemine yeni bir vurgu yapılmasını, 16 ve 17. âyetlerde sözü edilen ruhî yenilenmede bu davranışın olumlu etkisine ve Allah’ın hoşnutluğunu arama heyecanını beslemedeki rolüne işaret olarak anlamak mümkündür. Bir kıraate göre ilk iki kelime “tasdik eden erkekler ve tasdik eden kadınlar” anlamına gelmektedir. Bu takdirde imandaki derinliğin, peygamberin getirdiklerine içtenlikle ve hiçbir kuşku duymadan inanmanın değerine ve önemine yapılmış bir vurgu söz konusudur (Şevkânî, V, 200).

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 246-247

22 Eylül 2025 Pazartesi

57-Hadîd Suresi - 17 . Ayet Tefsiri

                 Eûzu billahi mineş şeytânirracîm 

                 Bismillahirrahmanirrahim

﴾17﴿ Bilin ki Allah, ölmüş toprağa yeniden hayat verir. Şüphesiz biz, düşünesiniz diye delilleri bir bir açıklamışızdır.

                        Sadakallahul Azim

Tefsir (Kur'an Yolu)

Kur’an’da değişik vesilelerle değinilen –cansız hale gelmesini takiben– toprağa yeniden hayat verilmesi örneğine, kalp diriliğinin birey ve toplum olarak insanın hayatiyet ölçüsü olduğuna dikkat çekilmesinden sonra yer verilmesi oldukça mânidardır. Böyle bir bağlamda, yakın planda gözlemlenebilen bir realite kanıt gösterilerek Allah Teâlâ’nın ölüye bile can verme kudretinin hatırlatılması, şöyle bir mesaj içermektedir: Bazı sebeplerle kalplerin kararmış, yüreklerin katılaşmış ve imanın küllenmiş olmasından ötürü ümit kesilmemelidir; zira Allah insanı hem birey hem de toplum düzeyinde kendisini yenileyebilecek bir varlık olarak yaratmıştır. Yeter ki o, zihnini kendisine gösterilen deliller üzerinde düşünmeye, gönlünü de bunlardan çıkacak sonuçları kabullenmeye açık tutsun; gaflet bataklığında kaybolup gitmek üzereyken küçücük bir dikenin batmasını bile vesile edinip silkinebilsin, insan olma sorumluluğunun ve yüce yaratıcısı karşısındaki konumunun bilinci içinde kalbinde bir ürperti duyabilsin.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 246

21 Eylül 2025 Pazar

57-Hadîd Suresi - 16 . Ayet Tefsiri

                 Eûzu billahi mineş şeytânirracîm 

                 Bismillahirrahmanirrahim

﴾16﴿ İman edenlerin, Allah’ı anmak ve vahyedilen gerçeği düşünmekten dolayı kalplerinin heyecanla ürperme zamanı gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilmiş ve üzerlerinden uzun zaman geçip kalpleri katılaşmış kimseler gibi olmasınlar. Onlardan birçoğu yoldan çıkmışlardır.

                        Sadakallahul Azim

Tefsir (Kur'an Yolu)

İniş zamanı ve sebebiyle ilgili rivayetler birbiriyle uyumlu olmadığı için âyetin daha çok bunlarla irtibat kurulmaksızın yorumlanması tercih edilmektedir. Bir yoruma göre bu, iman etmiş görünen münafıklar hakkında inmiş olmalıdır. Bu görüşü ileri sürenler muhtemelen müminin kalbinin huşûsuz olamayacağını ve Allah Teâlâ’nın böyle bir sözü ancak gerçek mânada mümin olmayanlar hakkında söylemiş olabileceğini düşünmektedirler. Fakat yaygın kanaat âyetin müminler hakkında olduğu yönündedir. Bu istikametteki yorumları da şöyle özetlemek mümkündür: 

a) Müminlerden bir grup, bazı konularda mümine yaraşır bir duyarlılık içinde davranmamış ve bu sebeple uyarılmış olabilir. 

b) Bazı müminler iman şuuruyla hareket etme hususunda büyük mesafe katetmişken zamanla bu özelliklerinde zayıflama görülmesi üzerine eski hallerine dönmeleri özendirilmiş olabilir.

c) Âyetlerin ilk muhatapları olan sahâbîler iyi birer müslüman olma ve imanın sıcaklığını kalbinin derinliklerinde hissetme konusunda geriledikleri için kınanmış olmayıp, onlara kemale doğru ilerlerken daha üstün bir mertebeye yaklaştıkları hatırlatılmış ve kendilerini bu seviyeye hazırlamaları için teşvikte bulunulmuş olabilir. Nitekim âyetin devamında, iman neşesi ve heyecanını kazanmanın yanı sıra onu korumanın ve sönmesini önlemenin de çok önemli olması dolayısıyla, bir kısım Ehl-i kitabın yaşadığı olumsuz tecrübeye dikkat çekilmektedir.

Meâlde “Allah’ı anma” mânası verilen kısım “Allah’ın Kur’an’daki öğütleri, Allah’ın onlara yaptığı uyarılar” gibi mânalarla da açıklanmıştır. “İnen gerçek” diye çevrilen kısım genellikle “Kur’an-ı Kerîm” şeklinde anlaşılmıştır. Her ikisiyle Kur’an-ı Kerîm’in kastedildiği görüşü de bulunmaktadır ki buna göre burada Kur’an’ın önemine yapılmış bir vurgu söz konusudur. Meâlde Ehl-i kitap’la ilgili kısım, bazı müfessirlerin kanaatine uygun olarak ve “Onlara şunu bildir” anlamındaki bir mâna takdir edilerek tercüme edilmiştir. Çoğu müfessir ise bunu âyetin başındaki ifadeye şu şekilde bağlamıştır: “İman edenlerin Allah’ı ve inen gerçeği anmaktan dolayı kalplerinin heyecanla ürpermelerinin ve daha önce kendilerine kitap verilmiş, üzerlerinden uzun zaman geçip kalpleri katılaşmış kimseler gibi olmamalarının zamanı gelmedi mi?” Bu ifadede “uzun zaman geçmesi”yle “kalplerinin katılaşması” arasında şöyle bağlar kurulmuştur: 

a) Peygamberleriyle kendi aralarındaki süre uzadı;

b) Dünyaya düşkünlük gösterdiler, Allah’ın buyruklarından yüz çevirdiler; 

c) Sonu gelmez hülyalar peşine düştüler; 

d) Daha önceki peygamberler ile Hz. Muhammed arasındaki süre uzadı, böylece kalpleri katılaştı (Râzî, XXIX, 228-230; Şevkânî, V, 200; İbn Âşûr, XXVII, 389-392; Elmalılı, IX, 4743-4746).

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 245-246

20 Eylül 2025 Cumartesi

57-Hadîd Suresi - 12-15 . Ayet Tefsiri

                 Eûzu billahi mineş şeytânirracîm 

                 Bismillahirrahmanirrahim

﴾12﴿ O gün mümin erkeklerin ve mümin kadınların ışıklarının önlerini ve çevrelerini aydınlattığını görürsün. “Bugün size müjde var; altından ırmaklar akan cennetlerde ebedî kalacaksınız” (denir). İşte en büyük murada ermek budur.

﴾13﴿ O gün münafık erkekler ve münafık kadınlar iman edenlere şöyle diyecekler: “Bizi bekleyin de yetişip nurunuzdan bir parça alalım.” Şöyle denecek: “Geriye dönün de başka bir nur arayın!” Ve hemen aralarına kapısı da olan bir duvar çekilir; duvarın iç tarafında rahmet, kendilerine bakan dış tarafında ise azap vardır.

﴾14﴿ Münafıklar onlara, “Sizinle beraber değil miydik?” diye seslenirler. Onlar, “Evet öyleydi” derler, ama siz başınızı belâya kendiniz soktunuz, fırsat kolladınız, hep şüphe içinde oldunuz ve Allah’ın emri gelip çatıncaya kadar geleceğe yönelik kuruntularınız sizi oyaladı; bundan ötürü o aldatan (şeytan) da Allah hakkında sizi kandırıp durdu.

﴾15﴿ Bugün artık ne sizden ne de açıkça inkâr edenlerden bir fidye kabul edilir. Varacağınız yer ateştir. Size yaraşan odur. Ne kötü bir gidiş!
                     

                    Sadakallahul Azim

Tefsir (Kur'an Yolu)

Âhiret hayatına ait önemli bir sahneye yer verilen bu âyetleri, kalabalık bir insan kitlesinin, etrafı uçurumlar ve tehlikelerle dolu bir ortamda, ama karanlıklar içinde yol almaya çalıştıklarını göz önüne getirerek anlamak daha kolay olacaktır. Bu şartlar altında önleri ve yanları özel olarak aydınlatılmış grup hızla ve kolayca yol alabilmekte ve esenliğe kavuşmakta; daha önemlisi kendilerine kurtuluşa erdikleri ve ebedî mutluluğu hak ettikleri müjdesi verilmektedir. İşte bunlar kadınıyla erkeğiyle müminlerdir. Arkalarında ise böyle bir aydınlıktan mahrum, onlara yetişmeye, ışıklarından yararlanmaya çalışan kadınlı erkekli münafıklar topluluğu bulunmakta ve onlara kendilerini beklemeleri veya ışıklarından yararlandırmaları için yalvarmaktadırlar. Ama onlara söylenecek olan şudur: Geriye dönün ve kendinize başka ışık arayın! Bu esnada iki kesim arasına –kapısı olan fakat aşılamaz– bir duvar konmuştur. Muhtemelen müminler kapıdan girecekler, müna­fıklar dışarıda kalacaklar; içerisi rahmet ve nimetle dolu olacak ama dış tarafında azap bulunacaktır. Münafıkların kullanabilecekleri tek argüman kalmıştır: “Dünyada sizinle beraber değil miydik?” diye sormak. Alacakları cevabın baş kısmı olumludur: “Evet.” Gerçekten, müna­fıklar içlerindeki inkârcılığı ve müminlere besledikleri husumeti gizledikleri için zâhiren müslüman muamelesi görmüşler, hatta mescidde beraberce namaz bile kılmışlardı. Ne var ki artık her şeyin içyüzü, hakikati ortaya çıkmış ve onların dünyada iken ne yaptığı ayan beyan anlaşılmıştır; bu sebeple müminlerin cevabı şöyle devam edecektir: “Ama siz başınızı belâya kendiniz soktunuz, fırsat kolladınız, hep şüphe içinde oldunuz ve Allah’ın emri gelip çatıncaya kadar geleceğe yönelik kuruntularınız sizi oyaladı; bundan ötürü o aldatan (şeytan) da Allah hakkında sizi kandırıp durdu.”

12. âyette geçen nûr kelimesi “hidayet” ve “içinde bulundukları hoşnutluk hali” mânasıyla da açıklanmıştır; fakat genel kanaate göre maksat gerçek anlamda “ışık ve aydınlık” demektir. “Sağ yanlarından” ifadesi bazı müfessirlerce “bütün yönlerinden” mânasında anlaşılmıştır. Bazılarınca bu ifadeyle Araplar’da sağ tarafın uğurlu ve değerli sayılması telakkisi arasında bağ kurulmuştur. Diğer bir yoruma göre burada, amel defterlerinin sağ yanlarından verilmesine işaret vardır (İbn Atıyye, V, 261; ayrıca bk. Vâkıa 56/1-10).

13. âyette “Bizi bekleyin de yetişip nurunuzdan bir parça alalım” diye çevrilen cümle, “Bize bakın da nurunuzdan bir parça alalım” şeklinde de anlaşılmıştır. Bu âyetteki “Geriye dönün de başka bir nur arayın!” anlamına gelen sözü meleklerin veya müminlerin söyleyeceği yorumları yapılmıştır. Bu sözde asıl amaç onları azarlamaktır. “Geriye” denirken “nurun elde edilmesine vesile olan amellerin işlendiği dünya” veya “nur taksim edilen yer” ya da –istihza yollu– “arkalarındaki karanlık” kastedilmiş olabilir; fakat ilk ihtimal daha kuvvetli görünmektedir. Yine bu âyette geçen ve “duvar” diye çevrilen sûr kelimesi “a‘râf, münafıkların müminlerden talepte bulunmalarına mani olacak engel, cennet ile cehennem arasında bir set” mânalarıyla açıklanmıştır (Zemahşerî, IV, 65-66; İbn Atıyye, V, 261-262; Şevkânî, V, 197; Elmalılı, VII, 4739-4740; a‘râf hakkında bilgi için bk. A‘râf 7/46-48).

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 243-245

19 Eylül 2025 Cuma

57-Hadîd Suresi - 11 . Ayet Tefsiri

                 Eûzu billahi mineş şeytânirracîm 

                 Bismillahirrahmanirrahim

﴾11﴿ Kim Allah’a güzel bir borç verirse Allah bunu fazlasıyla öder. Ayrıca ona pek değerli bir ödül de vardır.

                        Sadakallahul Azim

Tefsir (Kur'an Yolu)

“Allah’a güzel bir borç verme” ifadesi mecazi olup İslâmî literatürde âyetteki terkip esas alınarak “karz-ı hasen “şeklinde terimleştirilmiştir (bilgi için bk. Bakara 2/245).

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 241

18 Eylül 2025 Perşembe

57-Hadîd Suresi - 10 . Ayet Tefsiri

                 Eûzu billahi mineş şeytânirracîm 

                 Bismillahirrahmanirrahim

﴾10﴿ Göklerin ve yerin tamamı zaten Allah’a ait olduğu halde ne diye hâlâ Allah yolunda harcama yapmıyorsunuz? İçinizden fetihten önce harcayan ve savaşanlar ötekilerle bir değildir. Onların derecesi, daha sonra harcayan ve savaşanlardan üstündür. Bununla birlikte Allah her birine en güzel olanı vaad etmiştir. Allah, yaptıklarınızdan tamamen haberdardır.

                        Sadakallahul Azim

Tefsir (Kur'an Yolu)

İnsanların bu dünyada sahip oldukları servet ve diğer imkânların asıl mâliki ve kişilerin gerçek konumları hakkında 7. âyette yapılan hatırlatmayı takiben burada bir de bütün bu imkânların âkıbeti hakkında bir uyarı yapılmakta, “Mal sahibi mülk sahibi! Hani bunun ilk sahibi?” mısralarında özetlenen gerçeğe dikkat çekilmektedir. İnsan ister uzun süre yaşama emeli ve hayatını refah içinde geçirme düşüncesiyle isterse mirasçılarına çok şey bırakma hevesiyle ne kadar servet biriktirirse biriktirsin, bir gün asıl mâlik olan Allah’ın imtihan sebebiyle kullarına bu servet üzerinde tanıdığı yetkiler sona erecektir. “Göklerin ve yerin mirasının Allah’a ait” yani “tamamının zaten O’na kalacak olduğu”nun belirtilmesi işte bu anlamdadır. Daha sonra “Ne diye hâlâ Allah yolunda harcama yapmıyorsunuz?” buyurularak soru şeklinde bir uyarıya yer verilmesi, belirtilen gerçeği göz önüne alan müminin infak konusunda daha duyarlı davranmasının kaçınılmaz olacağına vurgu yapma anlamı taşımaktadır (ayrıca bk. Âl-i İmrân 3/180).

Âyette geçen “fetih” kelimesiyle Mekke fethinin kastedildiği kanaati yaygındır. Bununla birlikte bazı müfessirler Hudeybiye Antlaşması’nın da fetih anlamı taşıdığını ve burada bu antlaşmanın kastedildiğini belirtirler (İbn Atıyye, V, 259; “fetih”in bu anlamı için bk. Fetih 48/1). Zor dönemlerde özveride bulunmanın ve güçlüklere katlanmanın normal zamanlara nazaran daha değerli olduğuna ilişkin bir örneğe yer verildikten sonra Allah Teâlâ’nın, kendi yolunda infakta bulunma ve canını feda etmeyi göze alma noktasında buluşan her iki gruba da güzel ödüller vaad ettiği belirtilmektedir. Böylece belirli bir döneme yetişememiş olanların bu sebeple hayıflanmalarına gerek olmadığı; bütün zamanlarda, iyi niyetle çaba harcayıp özveride bulunacaklara tanınmış fırsatlar bulunduğu, bununla birlikte istisnaî özellikler taşıyan gayret ve fedakârlıklara müstesna bir mevki tanınmasının normal karşılanması gerektiği bildirilmiş olmaktadır. Derveze bu âyetin Hz. Ebû Bekir hakkında indiği yönündeki rivayete değindikten sonra şöyle der (XII, 35-36): Bu kümedeki âyetlerin ruhundan ve bağlamından edindiğimiz izlenim, anılan âyetin bir kişi hakkında değil, Tevbe sûresinin 100. âyetinde “es-sâbikūne’l-evvelûn” diye nitelendirilen ilk tabaka muhacir ve ensar hakkında olduğudur. Ona göre âyetin iniş vesilesi de İslâmiyet’e yeni girmiş, özellikle görevlerini yerine getirme ve özveride bulunma hususunda tereddütlü ve gevşek davranan kimselerin uyarılmasına ihtiyaç duyulmasıdır. Nitekim onların bu gibi tutumlarına başka birçok âyette değinilmiştir (bk. Bakara 2/264-267; Nisâ 4/52-57, 71-87, 95-100, 114-115, 140-147 ve bu sûrenin daha sonra gelecek âyetleri).

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 240-241

17 Eylül 2025 Çarşamba

57-Hadîd Suresi - 8-9 . Ayet Tefsiri

                 Eûzu billahi mineş şeytânirracîm 

                 Bismillahirrahmanirrahim

﴾8﴿ Peygamber rabbinize iman etmeniz için çağrıda bulunup dururken, O da sizden kesin söz almışken -bir şeye inanmaktaysanız- ne diye O’na iman etmezsiniz?

﴾9﴿ Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak üzere kuluna apaçık âyetler indiren O’dur. Kuşkusuz Allah size karşı çok şefkatli, çok merhametlidir.

                        Sadakallahul Azim

Tefsir (Kur'an Yolu)

Bu âyetler önceki âyetin iman unsuruyla, 10. âyet de infak unsuruyla ilgili açılımı gibidir. Burada, bütün şartlar hazır olduğu halde hâlâ iman etmeyenler kınanmakta, iman etmenin gerekçeleri özetlenmektedir.

Ağırlıklı yoruma göre 8. âyette geçen ve “kesin söz” diye tercüme edilen mîsâk, bu bağlamda “Allah’a verilmiş olan söz” demektir. Ancak bunun mahiyeti hakkında farklı iki yorum bulunmaktadır. 

Birinci yoruma göre maksat, “bezm-i elest” diye terimleşmiş olan farklı bir âlemde Allah Teâlâ’nın insanlara kendileri hakkında şuur verip kendi zâtını da rab olarak tanıttıktan sonra onlardan kulluk sözü almış olmasıdır (A‘râf 7/172).

 İkinci yorum ise şöyledir: Cenâb-ı Allah insanlara akıl nimeti ve düşünme yeteneği bahşetmiş, önlerine imana götüren açık deliller koymuştur. Şu halde peygamberin çağrısı ve bildirdikleriyle (nakil) akıl arasındaki uyumun açıkça görülmesi imanın gerekliliği yargısına ulaştıracak kesin bir kanıt yani mîsak oluşturmaktadır. 

Râzî, şu gerekçeyle birinci yorumu zayıf bulur: Yüce Allah mîsak almış olmayı, insanların iman etmemeleri için hiçbir mazeret kalmadığını belirtmek üzere zikretmiştir. Halbuki o âlemdeki sözleşme ancak peygamberin bildirmesiyle bilinebilir. Şu halde önce onun sözünün doğruluğunun yani peygamberliğinin kabul edilmiş olması gerekir, dolayısıyla bu gerekçe peygamberi tasdik etmeyi gerektiren bir delil olarak kullanılamaz; 

ikinci yorumda sözü edilen kanıtlar ise herkes için açıktır (Zemahşerî, IV, 64-65; Râzî, XXIX, 216-217; “bezm-i elest” hakkında bilgi için bk. A‘râf 7/172). Ancak ezelde verilen sözün dünya hayatında insanlarda din duygusu ve mâneviyat ihtiyacı olarak var olduğu ve kendini hissettirdiği de dikkate alınmalıdır. Öte yandan 8. âyette geçen “söz almıştı” fiilinin öznesinin Hz. Peygamber olduğu ve burada Hudeybiye Antlaşması öncesinde Resûlullah’ın 1500 kadar sahâbîden aldığı bağlılık sözüne atıfta bulunulduğu kanaatini taşıyanlar da vardır (Elmalılı, VII, 4734-4735; Ateş, IX, 259; anılan bağlılık sözü hakkında bk. Fetih 48/8-10, 18-19).

8. âyetin sonundaki “inanmaya açıksanız” şeklinde çevirdiğimiz ifade değişik şekillerde açıklanmıştır: 

a) Şayet iman edecekseniz şu an buna en uygun zamandır; çünkü peygamber size peşpeşe deliller getirmekte ve sizi, doğruluğu sizce de anlaşılmış bulunan bildirim, delil ve mîsaka uymaya çağırmaktadır (Taberî, XXVII, 218). 

b) Delile dayalı bir çağrıyı kabul etmeye açıksanız, “Kanıt gösterilsin inanalım” diyorsanız, aklî ve naklî deliller öylesine açık ve örtüşmüş durumda ki artık bunlardan daha güçlü kanıt olmaz (Zemahşerî, IV, 64; Râzî, XXIX, 217). c) 

Burada cümlenin bir ögesi gizlenmiştir ve imanın sonucuna dikkat çekilmek istenmektedir. Asıl mâna şudur: “Şayet iman ederseniz, yani başladığınız gibi devam eder, bu imanınızı sürdürürseniz değerinizi korursunuz ve en yüce mertebeleri hak edersiniz” (İbn Atıyye, V, 258. 9. âyette geçen zulumât ve nûr kelimeleri ve “karanlıklardan aydınlığa çıkarma” ifadesiyle ilgili yorumlar için bk. Bakara 2/257; Mâide 5/15-16; En‘âm 6/1).

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 239-240

16 Eylül 2025 Salı

57-Hadîd Suresi - 7 . Ayet Tefsiri

                 Eûzu billahi mineş şeytânirracîm 

                 Bismillahirrahmanirrahim

﴾7﴿ Allah’a ve resulüne iman edin; O’nun size emanet olarak verdiklerinden, başkaları için de harcayın. İçinizden iman edip böyle harcamada bulunanlara büyük mükâfat vardır.

                        Sadakallahul Azim

Tefsir (Kur'an Yolu)

Buradaki hitapla ilgili farklı açıklamalar yapılmış olmakla beraber, hita­bın genel olduğu dikkate alındığında, henüz iman etmemiş muhatapların inanmaya çağırıldığı, müminlerin ise imanlarını pekiştirmelerinin isten­diği söylenebilir (İbn Atıyye, V, 258; Şevkânî, V, 193; başka yorumlar için bk. Râzî, XXIX, 215; Ateş, IX, 259). 

“Allah’a iman” buyruğunun hemen ardından gelen iki unsur âyetin asıl mesajının şu iki noktada odaklandığını göstermektedir: 

a) Yukarıda sıfatlarından söz edilen Allah’a imanla birlikte O’nun resulüne de inanmak şarttır, 

b) İnfak yani kişinin sahip olduğu imkânları paylaşmaya, başkaları için ve özellikle Allah ve resulünün hoşnut olacağı biçimde harcamalar yapmaya razı olması bu imanın gereklerindendir.

Harcamaya (infak) ilişkin buyrukta kullanılan ifade, dünyada elde ettiğimiz imkânların asıl sahibini hatırlatan ve bulunduğumuz konumun bilincinde olmamız gerektiğine dikkat çeken bir incelik taşımaktadır. Hak tasniflerinde “mülkiyet”, eşya üzerindeki en güçlü hak olarak nitelenir; zira mâlik, mülkiyetinde bulunan eşyayı kullanma, semerelerinden yararlanma ve gerektiğinde onu tüketme yahut başkalarına temlik etme hususunda –istisnaî bazı sınırlamalar bir yana– mutlak bir yetkiye sahiptir. Fakat bu, insanların birbiriyle ilişkileri açısından böyledir. Mülkün asıl sahibinin insanı ve bütün evreni yaratan olduğu dikkate alındığında ise başka insanlara nisbetle mâlik konumunda olan kişi, Yüce Allah’a nisbetle emanetçi konumundadır. Şu var ki bu, –“vedia”da olduğu gibi– kendisine bırakılan şeyi korumakla yükümlü olmaktan ibaret bir emanetçilik değildir; kişi kendisine verilen imkânları belli ölçüler içinde kullanmakla da görevlidir. Âyette bu durumu anlatmak üzere kullanılan müstahlefîn kelimesi, hem Allah tarafından bu imkânları kullanmaya yetkilendirilmiş olma hem de mal, mülk ve başkalarına aktarılabilir birikimlerin önceki nesillerden devralınmış olması mânasıyla açıklanmıştır (Zemahşerî, IV, 64). İnfakın konusu olarak ilk hatıra gelen şey servet olmakla beraber bunu, başkalarıyla paylaşılabilecek her türlü imkân olarak düşünmek gerekir. Meselâ insanın sahip olduğu bilgi birikimi de bu kapsamdadır.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 238

15 Eylül 2025 Pazartesi

57-Hadîd Suresi - 1-6 . Ayet Tefsiri

                 Eûzu billahi mineş şeytânirracîm 

                 Bismillahirrahmanirrahim

﴾1﴿ Göklerde ve yerde bulunanlar Allah’ı tesbih etmektedir. O üstündür, her yaptığında hikmet vardır.

﴾2﴿ Göklerin ve yerin hükümranlığı yalnız O’nundur. Hem hayat verir hem öldürür. O’nun her şeye gücü yeter.

﴾3﴿ O, evvel ve âhir, zâhir ve bâtındır. O her şeyi bilir.

﴾4﴿ Gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra arşa istivâ eden O’dur. Toprağa giren ve ondan çıkan, gökten inen ve ona yükselen her şeyi bilir. Nerede olursanız olun O sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görmektedir.

﴾5﴿ Göklerin ve yerin hükümranlığı yalnız O’nundur ve bütün işlerin dönüp varacağı merci ancak Allah’tır.

﴾6﴿ Geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katar. O kalplerde olanı çok iyi bilir.

                        Sadakallahul Azim

Tefsir (Kur'an Yolu)

Evrendeki bütün varlıkların Allah’ı tesbih ettiklerinin belirtilmesini takiben, O’nun eşsizliğini ve benzersizliğini gösteren niteliklerine dikkat çekilerek bu tesbihin gerekçesi sayılabilecek bir açıklama yapılmaktadır: O, üstün güç ve engin hikmet sahibidir (azîz ve hakîmdir); göklerde ve yerde mutlak egemenlik O’nundur; O, hem hayat verme hem hayatı sona erdirme kudretini haizdir ve gücünün yetmeyeceği iş yoktur; O, evvel ve âhir, zâhir ve bâtındır, ilmi her şeyi kuşatmıştır; belli hikmetlerle gökleri ve yeri yaratmıştır, kendisi ise zamandan ve mekândan münezzehtir, ama her yerde hâzır ve nâzırdır. Yerde ve gökte cereyan eden her şeyi ve yapılanları görmektedir. Göklerin ve yerin egemenliği öylesine O’nundur ki onların ve oralarda bulunanların âkıbetine hükmedecek olan da yalnız O’dur ve bütün işler dönüp dolaşıp O’na varır. Kulların içinde yaşadığı zamanın gece ve gündüz şeklinde dilimlere ayrılması da O’nun kudretinin eseridir, dolayısıyla O’ndan gizlenebilecek hiçbir şey yoktur. O kalplerin derinliklerinde bulunanları dahi bilmektedir. Tesbih, kısaca, bir yandan şuurlu varlıkların iradî olarak Allah Teâlâ’nın her türlü noksanlıktan uzak olduğunu söz ve davranışlarla ortaya koymaları diğer yandan da evrendeki bütün varlıkların ilâhî yasalara zorunlu olarak boyun eğip O’nun hükümranlığını itiraf etmeleri anlamına gelir (ayrıca bk. İsrâ 17/44).

3. âyette zikredilen “evvel, âhir, zâhir, bâtın” isimleri Hz. Peygam­ber’in, Allah’ın doksan dokuz isminin sayıldığı “esmâ-i hüsnâ” ile ilgili hadisin yanı sıra, onun şu şekilde başlayan bir münâcâtında da yer alır: “Allahım! Sen evvelsin, senden önce olan yoktur; sen âhirsin, senden sonra da hiçbir şey yoktur. Sen zâhirsin, senden daha açık ve üstün olan yoktur; Sen bâtınsın, senden daha gizli ve senden öte hiçbir şey yoktur...” (Müslim, “Zikr”, 61; Tirmizî, “Da‘avât”, 19). 

Bunların anlamları kısaca şöyledir: 

a) Evvel: Allah Teâlâ kadîmdir, ezelîdir; varlığının başlangıcı yoktur; O, her şeyin başlangıcı ve başlatıcısıdır. 

b) Âhir: Allah Teâlâ bâkidir, ebedîdir; varlığının sonu yoktur; her şey sonludur ve sonunda O’na ulaşmak üzere vardır. 

c) Zâhir: Allah Teâlâ’nın varlığı ve varlığının kanıtları, kudretinin eserleri açıktır. O açıkta olanları bilir; üstündür, yücedir, hikmet sahibidir. 

d) Bâtın: O’nun zâtının mahiyeti gizlidir, yaratılmışlarca bilinemez; gözler O’nu göremez, akıllar O’nu idrak edemez, muhayyileler O’nu kuşatamaz. O ise bütün gizlilikleri bilir, her şeye nüfuz eder (bilgi için bk. Bekir Topaloğlu, “Âhir”, “Bâtın”, “Evvel” maddeleri, DİA, I, 542, V, 187, XI, 545). 

Âyeti “O evveldir, âhirdir, zâhirdir, bâtındır” veya “O evvel, âhir, zâhir ve bâtındır” şeklinde de çevirmek mümkündür; meâlde, “ve” bağlaçlarının rolüyle ilgili olarak Zemahşerî’nin yaptığı açıklama (IV, 63-64) esas alınıp bu isimlerden ilk ikisiyle son ikisi arasındaki bağı belirginleştiren bir tercüme yapılmıştır. İbn Âşûr ise bu yaklaşımı isabetli bulmaz (bk. XXVII, 363; bu konudaki bazı mâna incelikleri ve kelâm problemleri hakkında bilgi için bk. Râzî, XXIX, 209-214; Allah’ın gökleri ve yeri altı günde yaratması ve arşa istivâ etmesi hakkında bilgi için bk. A‘râf 7/54; “gökten inen ve ona yükselen” ifadesi için bk. Sebe’ 34/2; Allah’ın geceyi gündüze, gündüzü geceye katması hakkında bk. Âl-i İmrân 3/27).

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Had%C3%AEd-suresi/5076/1-6-ayet-tefsiri

14 Eylül 2025 Pazar

57- Hadid Sûresi-Hakkında-Nuzülü-Konusu-Fazileti

Hakkında

Medine döneminde inmiştir. 29 âyettir. Sûre, adını 25. âyette geçen “elHadîd” kelimesinden almıştır. Hadîd, demir demektir. Sûrede başlıca, tüm kâinatın Allah’a ait olduğu ve kâinatta dilediği gibi tasarruf edeceği, Allah’ın dinini yüceltmek için can ve mal ile mücadelenin gerekliliği, dünya hayatının geçiciliği ve aldatıcılığı konu edilmektedir.

Nuzülü

Mushaftaki sıralamada elli yedinci, iniş sırasına göre doksan dördüncü sûredir. Zilzâl sûresinden sonra, Muhammed sûresinden önce nâzil olmuş ve genellikle Medine’de inen sûreler arasına yerleştirilmiştir. İbn Âşûr bunun, Mekkî mi Medenî mi olduğu hususu en tartışmalı sûre olduğunu ifade eder. Fakat hemen bütün âlimler hem Mekkî hem Medenî âyetler ihtiva ettiğini kabul ederler (bk. İbn Atıyye, V, 256; İbn Âşûr, XXVII, 353-354).

Konusu

Allah Teâlâ’nın bazı sıfatlarına, evrendeki mutlak egemenliğine dikkat çekilerek başlayan sûrede, iman ve infakın önemi üzerinde durulmakta, âhirette müminler münafıklardan ve kâfirlerden ayrılıp kurtuluşa ererlerken diğerlerinin içine düşeceği acı durum tasvir edilmekte, dünya hayatının âhiret inancından bağımsız olması halinde anlamını yitireceği, buna karşılık insanın iyi bir kul olabilmek için hıristiyan rahiplerinin yaptığı gibi dünyayı tamamen terketmesinin gerekmediği hususu işlenmektedir.

Fazileti

Tesbih ifadesiyle başladıkları için “müsebbihât” diye anılan beş sûrenin ilkidir (diğerleri Haşr, Saf, Cum‘a ve Tegābün sûreleridir). Bu ve devamındaki dört sûrenin faziletiyle ilgili olarak şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: Hz. Peygamber yatmadan önce “müsebbihât”ı okur ve bunlarda bin âyetten faziletli bir âyetin bulunduğunu söylerdi (Tirmizî, “Fezâilü’l-Kur’ân”, 21, “Da‘avât”, 22).

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/57-hadid-suresi

13 Eylül 2025 Cumartesi

49-HUCURÂT SÛRESİ BİZE NE ANLATTI?

Medine döneminin son yıllarında muhtemelen Feth sûresinin ardından nâzil olmuş, 13. âyetin Mekkî olduğu yolunda Abdullah b. Abbas’tan nakledilen rivayete ise itibar edilmemiştir. Âlûsî, 13. âyetin Mekkî olduğu kabul edildiği takdirde sûrede yer alan âyetler arasındaki uyumun bozulacağına dikkat çekmektedir (Rûḥu’l-meʿânî, XXVI, 131). Sûre on sekiz âyet olup fâsılaları ر، م، ن harfleridir.

Hucurât sûresinin nüzûl sebebi olarak Temîmoğulları kabilesinden bazı kişilerin Medine’ye gelip Hz. Peygamber ile görüşmek isterken ortaya koydukları kaba tavır gösterilir. Rivayete göre Resûl-i Ekrem, mescide bitişik odalardan birinde gündüz vakti istirahat ederken bu bedevîler dışarıdan yüksek sesle, “Hey Muhammed, kalk, biz geldik!” diye bağırıp çağırmışlar, bunun üzerine Resûlullah alelacele giyinip yanlarına çıkmış, onları mescide alarak görüşmeye başlamış, fakat kaba tutumlarından rahatsız olmuştu (Vâhidî, s. 386-387).

Sûre ismini 4. âyette geçen ve “hücre” kelimesinin çoğulu olan “hucurât”tan alır. Hücre “başkalarının girmesine engel olacak şekilde taş duvarla çevrilmiş yer” demektir. Arapça’da tahtadan, çalı veya hurma dallarından yapılmış tek gözlü basit evlere de bu ad verilir. Sûrede ise Mescid-i Nebevî’nin yanındaki Hz. Peygamber ve ailesine ait odalar kastedilmektedir. Bunların hurma dallarından ve çadır parçalarından yapılmış basit meskenler olduğu, daha sonra Emevî halifelerinden Velîd b. Abdülmelik zamanında Mescid-i Nebevî’nin genişletilerek yeniden inşası sırasında bu odaların mescide katıldığı, bu esnada Saîd b. Müseyyeb’in, “Ben bu odaların kendi haline bırakılmasını ve öylece korunmasını isterdim ki Medine halkı ile dışarıdan gelen müslümanlar peygamberlerinin nasıl yaşamış ve ne kadar az şeyle yetinmiş olduğunu gözleriyle görsünler” dediği kaynaklarda belirtilmektedir (Âlûsî, XXVI, 139).

Resûl-i Ekrem, yalnızca vahyin tebliğiyle değil aynı zamanda onun müslümanların hayatında uygulanıp topluma mal edilmesiyle de görevliydi. İşte Hucurât sûresi daha çok Hz. Peygamber’in ahlâk alanındaki eğitimcilik göreviyle ilgili bir sûredir. Sûrenin muhtevası iki bölüm halinde incelenebilir. Birinci bölümde (âyet 1-10) iyi huylara ve erdemli davranışlara dair buyruklar, ikincisinde (âyet 11-18) kötü huylar ve çirkin davranışlarla ilgili yasaklar yer almaktadır. Allah’a ve resulüne saygılı olmayı emreden ilk beş âyette bütün toplumların ahlâk anlayışında önemli bir yeri olan saygı konusu üzerinde durulmaktadır. Resûl-i Ekrem’i odaların arkasından kaba bir tavırla çağıranların bu yanlış tutumları dolayısıyla büyüklerin önünde bağıra çağıra konuşmanın yanlışlığına, insanların birbirlerinin mahremiyetine, haklarına ve zamanlarına saygılı olmaları gerektiğine işaret edilir. Bu uyarının ardından her duyulan şeye inanmamayı, özellikle güven vermeyen kişilerin aktardığı yanlış haberleri mutlaka araştırmayı emreden âyet gelir. Önemli hususların çözümünde Allah resulünün ölçülerine uyulması gerektiği ve bu ölçüleri kendi çıkarları doğrultusunda yorumlamanın müslümanları sıkıntıya sokacağı bildirilir. Birbiriyle çatışan iki müslüman topluluğun barıştırılması ve saldırganlığını sürdüren tarafa karşı zor kullanılarak çatışmanın önlenmesi istenir. Müslüman topluluklar arasında barışı sağlamanın bütün müslümanlara düşen önemli bir görev olduğu vurgulandıktan sonra ilk bölüm bütün inananların kardeş sayıldığını, bundan dolayı kardeşlerin arasını bulmanın da onlara düşen bir görev olduğunu hükme bağlayan âyetle son bulur.

İkinci bölüm, toplulukların üstünlük iddiasıyla başka bir topluluğu hor görüp onunla alay etmesini yasaklayan 11. âyetle başlar. Kendileriyle alay edilenlerin alay edenlerden daha hayırlı olabileceğine dikkat çekildikten sonra birbirini aşağılamanın, birbirine çirkin ve küçültücü lakaplar takmanın kötülüğü üzerinde durulur. Bu uyarılara rağmen bu tür kötülüklerden vazgeçmeyenler “zalimler” olarak nitelenir. İnsanlar hakkında kötü düşünmenin ve gizli kusurlarını araştırmanın çirkinliği, arkadan çekiştirmenin ölmüş kardeşinin etini yemekten farksız olduğu, bu kötü huy ve alışkanlıklardan vazgeçmek gerektiği vurgulanır. Bu uyarıların ardından, Kur’an’da çeşitli vesilelerle ortaya konmakla birlikte Hucurât sûresinde en mükemmel ve veciz üslûpla ifade edilen bütün insanların eşit olduğu şeklindeki tezin temel gerekçesi olmak üzere insanların bir erkekle bir kadından yaratıldığı, Allah katında en büyük değer ölçüsünün takvâ olduğu belirtilir. Müslüman olmakla mümin olmak arasında fark bulunduğuna, mümin olabilmek için her şeyden önce kalben inanmanın gerektiğine işaret edildikten sonra çıkar sağlamak için müslüman olanlarla, Allah yolunda canları ve malları ile cihad eden gerçek müminlerin aynı değerde olmadığı ortaya konulur. Allah’a dini öğretmeye kalkışmanın, “müslüman oldum” diye Peygamber’i ve müminleri minnet altına sokmaya yeltenmenin yanlışlığına dikkat çekilir. Sûre, göklerde ve yerde olup biten her şeyi hakkıyla bilen Allah’ın insanların yaptıklarını da görmekte olduğunu bildiren bir âyetle sona erer.

Hucurât sûresi İslâmî edep ve ahlâkın önemli ilkelerini belirleyen bir sûredir. 

Bu kısa sûrede “ey iman edenler” hitabı beş defa tekrarlanır. 

Birincisinde Allah’a karşı saygılı olunması emredilir. 

İkincisinde Hz. Peygamber’e karşı saygılı davranma ve küstahça hareketlerden sakınma tavsiye edilir. 

Üçüncüsünde sorumsuzların sözlerine güvenilmeyeceği, onların getirdiği haberlerin araştırılması gerektiği vurgulanır; toplum ilişkilerinde dürüstlük, açıklık, adalet ve barış ilkelerinin geçerli olması istenir. 

Dördüncüsünde toplulukların birbirlerini aşağılamaktan uzak durması emredilir. 

Beşincisinde kötü düşünce ile hareket etmenin, buna bağlı olarak dedikodu yapmanın çirkinliği üzerinde durulur. 

Nihayet bütün insanlara şâmil olmak üzere “ey insanlar” şeklindeki hitaptan sonra çeşitli kavim ve kabilelerin var oluşunun savaş sebebi değil tanışma ve anlaşma vesilesi olduğuna dikkat çekilir.

Başından sonuna kadar umuma hitap eden ifade tarzıyla Hucurât sûresi toplumların hukuk ve ahlâk ilkelerine dayanması gereğini vurgulamaktadır. İslâm’dan önce yeryüzünde kavmiyet esasına ve kan bağına dayanan toplum gerçeği hüküm sürmekteydi. İslâmiyet kavmiyet ve kan bağının yerine iman kardeşliğini getirmiş, üstün ırk iddialarına dayanan toplum düzeni anlayışını reddetmiştir. Sadece kişiler arasında değil renkleri ve soyları ayrı olup farklı dilleri konuşan çeşitli kavimler arasında da kardeşliği öngören, haklara ve haysiyetlere saygı ilkesi üzerine kurulması istenen modern toplumun temellerini atmıştır. 

Bu açıdan bakıldığında Hucurât sûresi muhteva bakımından en çok Ahzâb sûresiyle ilgili görünmekte, orada temas edilen çeşitli meseleler bu sûrede hükme bağlanmaktadır. 

Eğitim ve ahlâk yönünden bakıldığında ise sûrenin daha çok Feth sûresiyle ilişkili olduğu dikkati çeker. Çünkü Feth sûresi zaferlerden ve zaferlerle elde edilecek menfaatlerden söz eder. Zafer ve başarı toplumu şımartır, zenginlik görgüsüzleri küstahlaştırır, zevk ve eğlenceye iter ve tembelleştirir. Feth sûresinin hemen ardından gelen Hucurât sûresi, bu mahzurları bertaraf etmek için toplum hayatında riayet edilmesi gereken ahlâkî kuralları ortaya koymakta ve böylece dolaylı olarak bir toplumun hayatında eğitim ve ahlâkın zaferden daha önemli olduğuna işaret etmektedir.

Müellif: EMİN IŞIK

BİBLİYOGRAFYA

Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “ḥcr” md.

Taberî, Câmiʿu’l-beyân, XXVI, 116-146.

Vâhidî, Esbâbü’n-nüzûl (nşr. İsâm b. Abdülmuhsin el-Humeydân), Beyrut 1411/1991, s. 385-396.

Fahreddin er-Râzî, Mefâtîḥu’l-ġayb, XXVIII, 110-144.

Fîrûzâbâdî, Beṣâʾiru ẕevi’t-temyîz (nşr. M. Ali en-Neccâr), Beyrut, ts. (el-Mektebetü’l-ilmiyye), I, 435-436.

Süyûtî, Esbâbü’n-nüzûl, Kahire, ts. (Dârü’l-Menâr), s. 179-183.

Âlûsî, Rûḥu’l-meʿânî, XXVI, 131-170.

Elmalılı, Hak Dini, VI, 4444-4487.

Ömer Rıza Doğrul, Tanrı Buyruğu, İstanbul 1947, II, 796-800.

Abdullah Mahmûd Şehhâte, Ehdâfü külli sûre ve maḳāṣıdühâ fi’l-Ḳurʾâni’l-Kerîm, Kahire 1980, II, 73-85.

M. Mahmûd es-Savvâf, Naẓarât fî sûreti’l-Ḥucurât, Beyrut 1405/1985.

Mevdûdî, Tefhîmü’l-Kur’ân (trc. Muhammed Han Kayanî v.dğr.), İstanbul 1987, V, 401-428.

https://islamansiklopedisi.org.tr/hucurat-suresi

12 Eylül 2025 Cuma

49-Hucurât Suresi - 14-18 . Ayet Tefsiri

                 Eûzu billahi mineş şeytânirracîm 

                 Bismillahirrahmanirrahim

﴾14﴿ Bedevîler, “İman ettik” dediler. Şunu söyle: “Henüz iman gönüllerinize yerleşmediğine göre, sadece boyun eğdiniz. Bununla beraber Allah’a ve resulüne itaat ederseniz yaptığınız hiçbir şeyi boşa çıkarmaz; Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.”

﴾15﴿ Müminler ancak, Allah’a ve resulüne iman eden, sonra şüpheye düşmeyen, Allah yolunda malları ve canlarıyla cihad eden kimselerdir. İçleri dışları bir olanlar işte bunlardır.

﴾16﴿ De ki: “Allah göklerde ve yerde olanları bildiği halde Allah’a dininizi öğretmeye mi kalkışıyorsunuz! Allah her şeyi bilmektedir.”

﴾17﴿ Boyun eğmelerini sana bir iyilik yapmış gibi gösteriyorlar. Onlara şöyle de: “Boyun eğmenizi bana yapılmış bir iyilik saymayın. Eğer samimi iseniz (bilmelisiniz ki) sizi imana yöneltmekle asıl Allah size lütufta bulunmaktadır.

﴾18﴿ Allah göklerin ve yerin gizlisini bilir. Allah bütün yaptıklarınızı görmektedir.

                        Sadakallahul Azim

Tefsir (Kur'an Yolu)

Yerleşim bölgeleri dışında göçebe olarak yaşayan Arap kabileleri Hz. Peygamber’e geliyor, sosyal yardımlardan pay almak için kendisine boyun eğiyor, teslim oluyorlardı. Bu davranışlarını “iman etmiş olmak için” yeterli saymaları, kendilerini mümin olarak göstermeleri üzerine bu âyetler gelmiştir.

Günlük dilde ve terim olarak İslâm, Hz. Muhammed’e vahiy yoluyla bildirilen dinin adıdır. Bu dine iman eden ve gereğini yerine getirmeye çalışan kimselere de müslüman denir. Ancak İslâm kelimesinin sözlük mânasında “boyun eğmek, teslim olmak” da vardır. Bedevîlerin yaptığı da İslâm’ın bu sözlük mânasını gerçekleştirmekten ibaret idi. Çünkü 15. âyeti de göz önüne aldığımızda bir kimsenin gerçekten iman etmiş olabilmesi için kendisinde şu inanç ve davranışların gerçekleşmiş olması gerekmektedir: 

1. İslâm’ın taleplerini yerine getirirken bunların Allah ve resulünün emirleri olduğuna, Allah’tan geldiğine, O’nun emirlerine itaat etmenin insana, dünya ve âhiret mutluluğunu sağlayacağına kalbi ile de iman etmiş, inanmış olmak. 

2. Bu inancında asla şüpheye düşmemek, aklı ve duygularıyla ikna olmuş, bu inanca bağlanmış bulunmak. 

3. İslâm’ı ve müslümanları korumak, dininin güçlenmesi için malını ve gerektiğinde canını vererek çalışmak, çabalamak, olanca gücünü harcamak. Bağlamdan anlaşıldığına göre “Biz de müminiz, inandık” diyen bedevîler henüz cihad ile sınanmış ve imanlarını ispat etmiş değillerdi. İmanlarının kalplerine yerleşmiş olmadığı hükmüne gelince, bunu ancak Allah bilirdi ve peygamberine böyle olduğunu bildiriyordu. Şayet Allah bildirmeseydi, peygamber dahil herkesin, “Ben müminim” deyip emirlere itaat edenleri gerçekten ve kalpten inanmış saymaları, böyle bilmeleri gerekecekti.

Bedevîlerin Hz. Peygamber’e teslim olmalarına, onun yanında yer almalarına iki yönden bakılabilir: 

a) Müminlere düşman olmak yerine dost olup destek sağlamak; 

b) Ganimetten, sosyal yardımlardan yararlanmak, daha da önemlisi müslümanlar arasında yaşayarak gerçek ve kâmil mânada imana kavuşmak. Bu âyetler geldiği dönemde müslümanların bedevî desteğine ihtiyaçları kalmamıştı; halbuki onların hem maddî yardıma hem de hidayete, doğru ve kurtarıcı bir kılavuza ihtiyaçları vardı. Teslim olmalarının, itaat etmelerinin karşılığını eksiksiz olarak aldılar, Hz. Peygamber ve ashabı tarafından eğitilerek hem medenîleştiler hem de birçoğunun gönlüne iman yerleşti. Şu halde ortada sözü edilecek bir iyilik, bir lutuf varsa bu, onların teslim (İslâm) olmaları değil, bu sayede elde ettikleri idi; bundan dolayı asıl minnettar olması gerekenler kendileriydi.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 100-101

11 Eylül 2025 Perşembe

49-Hucurât Suresi - 13 . Ayet Tefsiri

                 Eûzu billahi mineş şeytânirracîm 

                 Bismillahirrahmanirrahim

﴾13﴿ Ey insanlar! Şüphesiz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık, tanışasınız diye sizi kavim ve kabilelere ayırdık, Allah katında en değerli olanınız O’na itaatsizlikten en fazla sakınanınızdır. Allah her şeyi hakkıyla bilmektedir, her şeyden haberdardır.

                        Sadakallahul Azim

Tefsir (Kur'an Yolu)

Müslümanların dünya görüşlerini ve değer ölçütlerini dayandır­dıkları âyetlerden biri de budur. Fertler, gruplar, kavimler, ümmetler, milletler siyasî, kültürel, biyolojik, coğrafî vb. farklarla birbirinden ayrılır; bu farklara bağlı olarak farklı kimlik sahibi olur, bu kimlikle tanınır ve tanışır. Ayrıca her biri kendi farkını, özelliğini bir gurur, değer ve övünç vesilesi yapar. Âyet farklı yaratılmanın “kimlik edinme ve bu kimlikle tanınma, tanışma” fonksiyon ve hikmetini onaylıyor; ancak farklı sosyal ve etnik gruplara mensup olmanın üstünlük vesilesi olarak kullanılmasını reddediyor; insanın şeref ve değerini, kendi iradesi ile elde etmediği etnik aidiyete değil, kendi irade ve çabasıyla elde ettiği evrensel değerlere bağlıyor. Âyetteki etka kelimesinin içerdiği takvâ kavramı, evrensel değerleri, erdemleri edinme ve bunların zıtlarından titizlikle kaçınma ve sakınmayı ifade etmektedir (bk. A‘râf 7/26). Hak dine iman dışındaki evrensel değerler hangi kişi ve grupta bulunursa o, diğerlerinden daha üstündür, daha değerlidir. Sıra hak dine imana gelince, özellikle ebedî kurtuluş bakımından başka hiçbir değer ve erdem imanın yerini tutamaz, imandan üstün olamaz. Âyetin ortaya koyduğu insanlık değeri ile gruplar arası ilişkiyi –konuyla ilgili başka âyetleri de göz önüne alarak– şöyle özetlemek mümkündür: Bütün insanlar bir erkekle (Âdem) bir kadından (Havvâ) yaratılmış, meydana getirilmiştir. Allah Âdem’i topraktan, eşini de Âdem’in aslından yaratmış, bunların karı-koca olmalarından sonra da doğum yoluyla insanlık vücuda gelmiş, üremiş ve çoğalmıştır. Şu halde bütün insanların aslı birdir, aynı özden yaratılmışlardır; hem kök hem de biyolojik temel özellikleri farklı değildir, bu yönden bir üstünlük veya aşağılık söz konusu olamaz. Kök itibariyle kardeş olan insanlar birçok hikmet yanında farklı kimliklerle tanınıp tanışmaları için gruplara ayrılmışlardır. Her grup, başkalarından farklı, kendi aralarında ortak özelliklerine dayalı olarak birleşir ve dayanışırlar. Bu birleşme ve dayanışmada temel unsur dindir. Dini bir olanlar birbirini kardeş bilirler ve genellikle diğer özelliklerdeki ortaklık bu özel bağın üstüne çıkamaz. Dinin insana kazandırmak istediği en önemli değer ahlâktır (takvâ), hem bir grup içinde hem de gruplar arasında üstünlüğün, üstün değerin ölçütü ahlâk olmalıdır.

Kur’an’ın nâzil olduğu zamanda Araplar’da da kavimleri ve kabileleri ile övünme, kendilerini bu yüzden başkalarından üstün görme âdeti (kültürü) güçlü bir şekilde mevcuttu. İslâm insanların eşitliği gerçeğini ilân edince bunu sindirmekte zorlananlar oldu, bazı soylu aileler ve kabileler kızlarını diğerlerine veya âzatlı (eski) kölelere vermek istemiyorlardı. Hz. Peygamber bunlarla mücadele etti, müminleri eğitti ve meşhur Vedâ hutbesinde bütün insanlığa şöyle seslendi:

“Ey insanlar! Şunu iyi biliniz ki rabbiniz birdir, babanız birdir. Arap’ın başka ırka, başka ırkın Arap’a, beyazın siyaha, siyahın beyaza, dindarlık ve ahlâk üstünlüğü dışında bir üstünlüğü yoktur. Dinleyin! Bu ilâhî gerçeği size tebliğ ettim mi, bildirdim mi?” Kendisini dinleyenler hep birden “evet” dediler. “Öyleyse burada olanlar olmayanlara bildirsin!” buyurdu (Müsned, V/411).

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 97-98

10 Eylül 2025 Çarşamba

49-Hucurât Suresi - 12 . Ayet Tefsiri

                 Eûzu billahi mineş şeytânirracîm 

                 Bismillahirrahmanirrahim

﴾12﴿ Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakının; çünkü bazı zanlar günahtır. Gizlilikleri araştırmayın, birbirinizin gıybetini yapmayın; herhangi biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? Tabii ki bundan tiksindiniz! Allah’a itaatsizlikten de sakının. Allah tövbeleri çokça kabul etmektedir, rahmeti sonsuzdur.

                        Sadakallahul Azim

Tefsir (Kur'an Yolu)

Bu âyette üç kötü huy ve alışkanlık ele alınmış, etkili bir üslûpla yasaklanmıştır: Gerçek bilgi ve kanıta değil, tahmine dayalı hüküm (zan), insanların gizliliklerini araştırmak (tecessüs) ve insanları arkalarından çekiştirmek (gıybet).

Gerçeklik ihtimali yüzde ellinin üzerinde bulunmakla beraber kesin olmayan bilgi ve hükme zan denir. Başkalarını suçlamak, aleyhlerinde olacak bir karar almak ve davranışta bulunmak söz konusu olduğunda zanna dayanılamaz, zan şeklindeki bilgi dayanak ve delil kılınamaz. Çünkü insanlar hakkında sahip olunan zan ve tahminlerin birçoğu isabetsiz olmakta, beklendiğinin, sanıldığının aksi gerçekleşmektedir. Şu var ki, kimsenin aleyhinde olmayan, hakların zayi edilmesi ihtimali bulunmayan alanlarda, kesin bilgi bulunmadığında kuvvetli zana (zann-ı galip) dayalı hükümler ve uygulamalar yasak kapsamına dahil değildir. Sosyal bilimlerin önemli bir kısmı kesinliğe değil, kuvvetli zan ve ihtimale dayanmaktadır.

Sâbıkalı olmayan, suç işleme bakımından ciddi şüpheye sebep olacak davranışları bulunmayan bir kimsenin gizlediği bir işini, davranışını, halini araştırmak ve açıklamak ise âyette yasaklanan tecessüs kapsamına girmekte olup İslâm ahlâkçılarına göre ayıptır, dine göre de câiz değildir, günahtır. Ancak düşmanların müslümanlar hakkındaki plan, program ve niyetlerini anlamak, zamanında tedbir almayı sağlamak gibi amaçlara yönelik casusluk faaliyeti, bunda zaruret bulunduğu için yasak kapsamına dahil edilmemiştir.

Bir kimsenin gıyabında, arkasından hoşuna gitmeyeceği bilinen bir şeyini konuşmak, başkalarına aktarmak gıybettir ve câiz değildir. Peygamber efendimize, “Birisinin arkasından söylediklerimiz doğru ise, onda bu kötü nitelik varsa yine de yasak olan gıybet gerçekleşir mi?” diye soranlar şu cevabı almışlardır: “Söylediğiniz onda varsa gıybet etmiş olursunuz, yoksa yaptığınız iftira olur” (Müslim, “Birr”, 70). 

Şu hadis de bu kötü huylar ve alışkanlıklarla ilgilidir: “Zanna kapılmaktan sakınınız, zan en fazla asılsız olabilen haber ve bilgi türüdür. Kulak kabartmayınız, gizlilikleri araştırmayınız, başkalarını kıskanmayınız, öfkenize kapılmayınız, birbirinize sırtınızı dönmeyiniz. Ey Allah’ın kulları! Kardeşler olunuz” (Müslim, “Birr”, 28).

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 96

9 Eylül 2025 Salı

49-Hucurât Suresi - 11 . Ayet Tefsiri

                 Eûzu billahi mineş şeytânirracîm 

                 Bismillahirrahmanirrahim

﴾11﴿ Ey iman edenler! Bir topluluk diğer bir toplulukla alay etmesin; zira onlar kendilerinden daha iyi olabilirler. Kadınlar da başka kadınlarla alay etmesinler; çünkü alay edilenler edenlerden daha iyi olabilirler. Biriniz diğerinizi aşağılamayın, birbirinize kötü ad takmayın. İman ettikten sonra fâsıklıkla anılmak ne kötüdür! Günahlarına tövbe etmeyenler yok mu, işte zalimler onlardır.

                        Sadakallahul Azim

Tefsir (Kur'an Yolu)

Araştırmadan inanıp hüküm vermek, mâsum insanlar hakkında kötü kanaate sahip olmak ve kötü davranışta bulunmak, haksızlıklar karşısında pasif kalmak, hakkın yerini bulması ve adaletin gerçekleşmesi için çaba harcamamak gibi toplumda barışı, düzeni, birlik ve beraberliği, kardeşçe dayanışmayı olumsuz etkileyen davranışlardan birkaçına yukarıda geçen âyetlerde temas edilmişti. Aynı sonuçları doğuran ve öteden beri topluluklar içinde çokça görülen bazı hatalara da bu ve sonraki iki âyette, bazı uyarılarla birlikte yer verilmiştir.

İnsanları alay etmeye iten psikolojik faktörler içinde büyüklenme, kendini beğenme, karşısındakini küçük ve kusurlu görme gibi hal ve duygular da vardır. Sırf gülüp eğlenmek için bir kimse ile alay edilmiş olsa bile alay konusu olan şahsın buna lâyık görülmesi ve aşağılanması söz konusudur. Bir kimse, toplum içinde yükselen değerlere göre –bu değerleri ölçü olarak alanlar bakımından– ikinci sınıf, “değersiz ve önemsiz” görülebilir, ama evrensel değerler ve konumuzla ilgili olarak da dinî ve mânevî değerler söz konusu olduğunda aynı şahıs önemli ve değerli olabilir; hele Allah nezdinde kimin nasıl değerlendirildiğini tam olarak bilmek mümkün değildir. İnsanları küçümseyenler, alay edenler, aşağılayıcı, küçümseyici lakaplar takanlar işin bir de bu yönünü düşünmelidirler.

“Birbirinizi karalamayın” şeklinde tercüme ettiğimiz cümlenin lafzî karşılığı, “Kendinizi karalamayın” şeklindedir. Müminlerin kardeş olduğu ilân edildikten sonra birinin diğerini karalaması, kişinin kendini karalaması gibi kabul edilmiştir. Meâldeki “karalama”nın Arapça karşılığı lemzdir. Bu kelimenin mânası ise “el ve dil ile, kaş göz işaretiyle bir kimseyi aşağılamak, küçük düşürmek, şeref ve haysiyetine leke sürmek”tir. Allah’a iman edenler böyle bir haksızlığı, öz kardeşleri gibi olan dindaşları bir yana düşmanlarına bile yapamazlar.

Bir başka kötü alışkanlık da insanları onların hoşlanmadıkları, kendilerini küçük düşüren, üzen nitelik ve lakaplarla anmaktır; “kör, topal, kambur, cüce, sırık, şapşal ...” bu lakaplara bazı örneklerdir. Ancak insanların tanınmasını sağlayan ve onları üzmeyen, alışılmış bazı lakaplar bu yasağın dışındadır; “Topal Osman, Uzun Hasan” gibi. Ashaptan bazılarının, günahkâr iken tövbe etmiş, hıristiyan veya yahudi iken müslüman olmuş kimseleri eski aidiyetleriyle nitelemeleri ve anmaları, bu cümlenin nüzûl sebebi olarak zikredilmiştir. Tövbe sâbıkayı sildiği için bir kimseyi eski haliyle anmanın hem din hem de ahlâk yönünden tutarsızlığı, anlamsızlığı açıktır.

“İman ettikten sonra fâsıklıkla anılmak ne kötüdür!” cümlesi iki şekilde anlaşılmaya müsaittir: 

1. Yasaklanan fiil ve davranışları işleyenler fâsık (günahkâr, yoldan çıkmış) olurlar; bu nitelik de bir mümine yakışmaz.

2. Bir kimse iman ve tövbe ettikten sonra onu yine eski dini ve günahı ile anmak çirkin, yersiz ve yakışıksızdır.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 94-95

8 Eylül 2025 Pazartesi

49-Hucurât Suresi - 10 . Ayet Tefsiri

                 Eûzu billahi mineş şeytânirracîm 

                 Bismillahirrahmanirrahim

﴾10﴿ Müminler ancak kardeştirler, öyleyse iki kardeşinizin arasını düzeltin, Allah’a itaatsizlikten sakının ki rahmetine mazhar olasınız.

                        Sadakallahul Azim

Tefsir (Kur'an Yolu)

Müminler hem bütün insanlıktan hem de iman kardeşlerinden sorumludurlar; dünyada haksızlığın engellenmesine (Âl-i İmrân 3/108), din ve vicdan özgürlüğü başta olmak üzere temel hak ve hürriyetlerin uygulanmasına katkıda bulunmak (Nisâ 4/75; Hac 22/40), ülkede ise bunlara ek olarak mümin kardeşler arasındaki anlaşmazlıkları adaletle çözüme kavuşturmak, haksızlıkta ısrar edenlere karşı haklının yanında yer almakla yükümlüdürler. Bu âyet ikinci yükümlülüğe –bunun dayanağı olan kardeşliğin altını çizerek– dikkat çekmektedir.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 93

7 Eylül 2025 Pazar

49-Hucurât Suresi - 9 . Ayet Tefsiri

                 Eûzu billahi mineş şeytânirracîm 

                 Bismillahirrahmanirrahim

﴾9﴿ Eğer müminlerden iki grup birbiriyle kavgaya tutuşursa hemen aralarını düzeltin; ikisinden biri diğerinin hakkına tecavüz etmiş olursa -Allah’ın emrine geri dönünceye kadar- haksızlığa sapanlara karşı savaşın; dönerlerse aralarındaki anlaşmazlığı adaletle çözüme bağlayın ve herkese hakkını verin. Allah hakkı yerine getirenleri sever.

                        Sadakallahul Azim

Tefsir (Kur'an Yolu)

İslâm’dan önce Arap kabileleri arasında sık sık anlaşmazlıklar ve çatışmalar olur, çözüm ise adaletten çok, güce dayanır, gücü ve arkası olanlar istediklerini alırlardı. Allah’ın isimlerinden biri “hak”, diğeri de “âdil”dir, Kur’an hakkı hâkim kılmak için gönderilmiş, dine “hak din” ve “hak dini” denilmiş; ümmete de hakkı yerine getirmek, haksızlıkları önlemek (emir bi’l-ma‘rûf nehiy ani’l-münker) ödevi verilmiştir. Toplu hayatta fertler ve gruplar arasında anlaşmazlıkların ortaya çıkması, karşılıklı taleplerin haklısı yanında haksızının da bulunması, haksız olanların kuvvete başvurmaları, –istenmemekle beraber– nâdir olaylardan değildir. Nitekim İslâm, hem bütün insanların kök itibariyle kardeş hem de müminlerin aynı dine mensup, aynı hukuk, ahlâk ve değerler sistemine bağlı bulundukları için kardeş olduklarını ilân ettiği halde müminler arasında da anlaşmazlıklar çıkmış, anlaşmazlığın tarafları birbirine saldırmış, dalaşma ve çatışmalar olmuştur. 

Hz. Peygamber’den sonra birinci halife Hz. Ebû Bekir zamanında zekât yükümlülüğünü yerine getirmeyen ve devletin memurlarını kovan bazı gruplara karşı askerî tedbire dahi başvurulmuştur. Üçüncü halife Hz. Osman zamanında iç karışıklıklar ve halifeye karşı isyan hareketi ortaya çıkmış, ancak Hz. Osman askerî tedbire başvurmamayı tercih etmiştir. Hz. Ali’nin halifeliğinde Muâviye ve çevresindekiler, halifeye biat etmeyip Hz. Osman’ın katillerini yakalayarak kendilerine teslim etmesini biat şartı olarak ileri sürmüşler, Hz. Ali müzakere ve nasihatle yola gelmeyen muhaliflerine karşı savaşmak mecburiyetinde kalmış ve meşhur Sıffîn Savaşı yapılmıştır. Hz. Âişe, Talha, Zübeyir gibi önemli kişilerin Hz. Ali’ye karşı olan tarafta yer aldıkları Cemel Savaşı da siyasî ihtilâf ve itaatsizlik sebebine dayalı bir iç savaştır. 9. âyet haksız yere devlete baş kaldıran gruplar ile devlet arasındaki savaştan değil, halk arasında meydana gelen anlaşmazlık ve kavgalardan, bunlara karşı güçlü çoğunluğun, halkın geri kalanlarının adalet ve hakkaniyet ölçüleri içinde tarafları anlaştırma, aralarını bulma ve gerekirse güce başvurarak haksızlığı önleme yükümlülüğünden bahsetmektedir. Devlete baş kaldıran, hukuka boyun eğmeyen âsi gruplar (bâğîler), halkın geri kalanına karşı da haksız yere savaş ilân etmiş oldukları ve zarar verdikleri için müctehidlerce bu âyetin kapsamına alınmışlar; –bazı istisnalar dışında– aynı hükme ve muameleye tâbi tutulmuşlardır. Fıkıh kitaplarının “bağiy ve cihad” bölümlerinde bu konu detaylarıyla işlenmiştir. Özet olarak İslâm toplumu, hem dışarıda hem içeride meydana gelen haksız çatışmalar karşısında ilgisiz ve duyarsız kalamaz, barış ve adaletin gerçekleşmesi için elinden geleni yapmakla yükümlüdür.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 92-93

6 Eylül 2025 Cumartesi

49-Hucurât Suresi - 8 . Ayet Tefsiri

                 Eûzu billahi mineş şeytânirracîm 

                 Bismillahirrahmanirrahim

﴾8﴿ Bilin ki Allah’ın elçisi aranızdadır. Birçok durumda o sizin dediklerinizi yapsaydı işiniz kötüye giderdi, fakat Allah size imanı sevdirdi ve onu gönlünüze sindirdi; inkârcılığı, yoldan çıkmayı ve emre aykırı davranmayı da size çirkin gösterdi. Allah tarafından bahşedilmiş bir lutuf, bir nimet olarak doğru yolu bulmuş olanlar işte onlardır (bu vasıflara sahip olan sizlersiniz). Allah her şeyi bilmekte, yerli yerince yapmaktadır.

                        Sadakallahul Azim

Tefsir (Kur'an Yolu)

Bilin ki Allah’ın elçisi aranızdadır. Birçok durumda o sizin dediklerinizi yapsaydı işiniz kötüye giderdi, fakat Allah size imanı sevdirdi ve onu gönlünüze sindirdi; inkârcılığı, yoldan çıkmayı ve emre aykırı davranmayı da size çirkin gösterdi. Allah tarafından bahşedilmiş bir lutuf, bir nimet olarak doğru yolu bulmuş olanlar işte onlardır (bu vasıflara sahip olan sizlersiniz). Allah her şeyi bilmekte, yerli yerince yapmaktadır.

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Hucur%C3%A2t-suresi/4620/8-ayet-tefsiri

5 Eylül 2025 Cuma

49-Hucurât Suresi - 7 . Ayet Tefsiri

                 Eûzu billahi mineş şeytânirracîm 

                 Bismillahirrahmanirrahim

﴾7-8﴿ Bilin ki Allah’ın elçisi aranızdadır. Birçok durumda o sizin dediklerinizi yapsaydı işiniz kötüye giderdi, fakat Allah size imanı sevdirdi ve onu gönlünüze sindirdi; inkârcılığı, yoldan çıkmayı ve emre aykırı davranmayı da size çirkin gösterdi. Allah tarafından bahşedilmiş bir lutuf, bir nimet olarak doğru yolu bulmuş olanlar işte onlardır (bu vasıflara sahip olan sizlersiniz). Allah her şeyi bilmekte, yerli yerince yapmaktadır.

                        Sadakallahul Azim

Tefsir (Kur'an Yolu)

İnsanların çoğunda özellikle kötü, aleyhte ve tehlike bildiren haberleri hemen kabul etme eğilimi vardır. Bu yüzden insanlar arasında birçok kötü zan, düşünce ve eylem ortaya çıkmış; pişmanlıklar, bazan telâfisi mümkün olmayan zararlar görülmüştür. Hz. Peygamber ile onun ahlâkında ve yolunda olanlar böyle haberler karşısında tedbiri elden bırakmaz, acele ile hüküm vermez, harekete geçmezler. Yetkin önderler böyle tedbirli davranırken onlar kadar birikimli ve deneyimli olmayan sıradan insanlar telâşa kapılır, önderlerin tedbirli davranmalarının hikmetini kavrayamazlar; bunların, “Neden hemen harekete geçilmiyor?” diye söylendikleri, hatta aleyhte konuştukları olur. Ama gerektiği şekilde tahkik edildiğinde bu tür haberlerin, bilgilerin yalan, yanlış, eksik olduğunun veya yanlış anlaşıldığının sayısız örnekleri vardır. Önderin davranışı karşısında teslimiyet göstermek, acelecilik göstermemek ve isyan etmemek için sahâbede iman, peygambere güven ve sevgi vardı. Şu halde daha sonraki zamanlarda da insanların, peygamber ahlâkındaki önderleri seçmeleri ve onlara güvenmeleri gerekmektedir.

Bazı fıkıhçılar âyetten şu hükümleri de çıkarmışlardır: “Dinin emirlerine aykırı hareket eden, günah kaygısı taşımayan kimsenin verdiği habere ve bilgiye dayanarak hükmetmek ve harekete geçmek câiz olmadığına göre, böyle kimseleri iş başına getirmek, önder seçmek, arkalarında namaz kılmak da câiz olmaz. Fâsık imamların arkasında namaz kılmak mecburiyeti hâsıl olursa, kılınmadığı takdirde zulmetmeleri ihtimali bulunmak şartıyla, durumu kurtarmak ve fitneyi önlemek için namaz kılınır, ama sonra bu namaz yeniden kılınır” (Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, IV, 1716). Fıkıhçıların, içinde yaşadıkları güç şartlar çerçevesinde çıkardıkları bu hükümlerin ibret alınacak evrensel yönü, din, siyaset ve cemiyet hayatında istibdadın çirkinliğini, özgürlüğün önemini vurgulaması ve erdemli toplumun erdemli önderlerle birlikte düşünülmesi gerektiğine dikkat çekmesidir.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 90-91

4 Eylül 2025 Perşembe

49-Hucurât Suresi - 6 . Ayet Tefsiri

                 Eûzu billahi mineş şeytânirracîm 

                 Bismillahirrahmanirrahim

﴾6﴿ Ey iman edenler! Bilmeden birilerine zarar verip de sonra yaptığınıza pişman olmamanız için, yoldan çıkmışın biri size bir haber getirdiğinde doğruluğunu araştırın.

                        Sadakallahul Azim

Tefsir (Kur'an Yolu)

Âyetin, güvenilmez kimselerin getirdikleri haberleri, doğruluğunu araştırmadan kabul etmenin uygun olmadığı yönündeki mânası ve hükmü geneldir, her zaman ve mekânda geçerlidir. Sosyal ve hukukî hayatın düzenli yürümesi, haksızlık ve huzursuzlukların önüne geçilmesi bakımından çok önemli olan bu tâlimatın vahyedilmesi ibretli bir olay üzerine olmuştur. Hadis kaynaklarının teyidi bulunmamakla beraber nüzûl sebeplerini anlatan kitaplarla tefsirlerde olay şöyle nakledilmektedir: Velîd b. Ukbe, Benî Mustalik kabilesinin zekât vergisini toplamak üzere gönderilir. Velîd yolda iken birisi, bu kabileden silâhlı bir grubun yola çıktığı haberini getirir. Velîd, onların savaşmak için çıktıklarını düşünerek geri dönüp Peygamberimize durumu anlatır. O da haberin doğru olup olmadığını araştırmak ve gereğini yapmak üzere Hâlid b. Velîd’i gönderir. Hâlid kabileye yakın bir yerde konaklayarak durumu araştırır; söz konusu grubun ezan okuyup namaz kıldıklarını, İslâm’a bağlılıklarının devam ettiğini tesbit eder ve Medine’ye döner. Sonunda onların, zekât tahsildarı geciktiği için durumu öğrenmek veya zekâtı kendi elleriyle Hz. Peygamber’e teslim etmek üzere yola çıktıkları anlaşılır (Müsned, IV, 279; Kurtubî, XVI, 296 vd.).

“Yoldan çıkmış” diye çevirdiğimiz fâsık, “dinin emirlerine uymayan” demektir; yalan haber taşıyan kimse de bu kavrama dahildir. Hz. Peygamber’in ashabı genel olarak doğru, dürüst, takvâ sahibi insanlar olarak kabul edilmişlerdir. Buna göre âyette geçen fâsık kelimesi, Velîd’in değil, ona yalan haberi taşıyan meçhul kişinin niteliğidir. Âyetten çıkan genel hüküm, durumu bilinmeyen veya yalancı, günahtan çekinmez olarak tanınan kimselerin verdikleri haberlere ve bilgilere güvenilmemesi, bunlara göre hüküm verilmemesi, harekete geçilmemesidir.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 89-90

3 Eylül 2025 Çarşamba

***MEVLİD KANDİLİ


Faruk Beşer Hoca'nın Mevlid kandili ile ilgili videosunu izlemenizi tavsiye ederim.

http://www.dailymotion.com/video/x8v6nw_kandiller-mevlit-kandili_people

Rabbimiz bize bir gün değil her gün Resulullahı hatırlamak, her an o sevgi hissetmek ve sünnetine sıkı sıkıya yapışmayı nasip et.


***İçine Bid’at Karıştırmadan Mevlid Kandili Nasıl Kutlanır?-EBUBEKİR SİFİL

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Okuyucu soruyor:“Hocam, içine bid’at karıştırmadan meşru ölçüler içinde Mevlid Kandili nasıl kutlanacaktır? Buna günümüzden örnekler verebilir misiniz? Ayrıca bu günün bu şekilde de olsa kutlandığına dair Peygamber(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’den nakledilen bir hadis, ya da sahabeden ve tabiundan bize bildirilen herhangi bir haber var mıdır?

“Bir de hocam, kullanılan bid’at kavramının kelimenin sözlük anlamında kullanılmasından dolayı bu olaya meşruiyyet sağlar mı? Bid’at kavramının, sözlük anlamında kullanıldığı yerler, o yapılan işin aslının Kur’an ve Sünnet’te bulunmasından dolayı değil midir? Mesela, Kur’an’ın toplanması işi. Teravih namazı gibi. Kur’an’ın Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ölmeden önce inmesi bitmiş olsaydı o da öyle yapmayacak mıydı? Aynı örnek toplanması için de geçerli.”


 1.İçine bid’at karıştırmadan, meşru ölçüler içinde bir Mevlid Kandili kutlaması bolca Kur’an okuyarak, Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’e salavat getirerek, O’nu alemlere rahmet olarak gönderdiği için Allah Teala’ya hamd-ü sena ederek, O’nun gelişiyle insanlığın neler kazandığını ve O’nun diriltici soluğundan mahrum kalmakla neler kaybettiğini hatırlayarak ve hatırlatarak, insanları hayra teşvik ederek, sadaka ve infakta bulunmak suretiyle ihtiyaç sahiplerini sevindirerek yapılabilir. 

2.Mevlid Kandili’nin Efendimiz 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ve Selef zamanında kutlandığına dair herhangi bir nakil mevcut değildir. “Bid’at” nitelemesi de bu babda bu sebeple kullanılmaktadır.

3. Burada “bid’at” kelimesinin sözlük anlamıyla kullanılmış olması bu olaya elbette tek başına bir meşruiyet sağlamaz. Herhangi bir bid’atin “bid’at-ı hasene” olarak tavsifi için olmazsa olmaz bir şart vardır: Şer’î nasslarla çatışma teşkil etmeyecek ve Şer’î kavaide uygunluk arz edecek. (Bu noktada konumuzla ilgili olarak bir de “kıyasa uygunluk” boyutu söz konusudur ki, biraz sonra değineceğim.) Şu halde bu iki unsuru bünyesinde barındıran her bid’at “bid’at-ı hasene”dir gibi bir tesbit yaparsak inşaallah yanlış olmaz.


Mevlid Kandili kutlamaları Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ve Selef döneminde rastlanmadığı halde neye dayanılarak “bid’at-ı hasene” diye nitelendirilmektedir?

Bu soruya es-Süyûtî, biri İbn Hacer’e, diğeri kendisine ait olan iki tesbit ile cevap verir ki, Mevlid Kandili kutlamalarının istinad ettiği kıyasın aslını bu iki rivayet oluşturmaktadır:


4. Efendimiz 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Medine’ye hicret ettiğinde Yahudiler’in Muharrem ayının 10. (Aşure) gününde oruç tuttuğunu görmüştü. Bunu niye yaptıkları sorusuna Yahudiler’in verdiği cevap, Hz. Musa (Aleyhisselam) liderliğinde Mısır’dan çıkarken Firavun ve ordusunun sulara gömülüşünün ve kendilerinin kurtuluşunun bu güne rastlaması sebebiyle bir şükran nişanesi olarak oruç tuttukları tarzındadır. Bilindiği gibi Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), “Biz Musa’ya sizden daha yakın ve evlayız” buyurmuş ve Ramazan orucu farz kılınana kadar bu orucu (bir-iki gün ilavesiyle) benimsemiş, daha doğrusu “sahiplenmiş”tir!1
Bu, belli bir olay sebebiyle belli bir günün Allah Teala’ya arz-ı hamd ve şükür için vesile ittihaz edilmesinin meşruiyetine delalet eder.


5. Efendimiz 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem), doğduğu zaman dedesi Abdülmuttalib tarafından kendisi için akika kurbanı kesildiği halde, bi’setten sonra kendisi için bir akika kurbanı daha kesmiştir.2
Bu da Efendimiz 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’in, alemlere rahmet olarak gönderilişi sebebiyle bir şükür izharı anlamı taşımaktadır. Dolayısıyla bizim de O’nun doğumu sebebiyle şükür ve sürur izharında bulunmamızda Şer’an bir sakınca olmamalıdır. Vallahu a’lem.

Ebubekir Sifil - Milli Gazete – 14 Nisan 2007


Kaynakça/Dipnot
1. el-Bezzâr ve et-Taberânî rivayet etmiştir. et-Taberânî’nin senedi kavidir. Bkz. el-Heysemî, Mecma’u’z-Zevâid, IV, 94; İbn Hacçer, Fethu’l-Bârî, IX, 95. el-Mübârekfûrî’nin Tuhfetu’l-Ahvezî’de (V, 97) İbn Hacer’in bu rivayetin sadece zayıf isnadları hakkındaki değerlendirmesini naklettiğine dikkat edilmelidir!
2. el-Buhârî, “Savm, 68, “Fedâilu’s-Sahâbe”, 80…; Müslim, “Sıyâm”, 127-8; Ebû Dâvûd, “Sıyâm”, 64…

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR      

49-Hucurât Suresi - 4-5 . Ayet Tefsiri

                 Eûzu billahi mineş şeytânirracîm 

                 Bismillahirrahmanirrahim

﴾4﴿ Odaların dışından sana seslenenlerin çoğu kuşkusuz düşünemiyorlar.

﴾5﴿ Sen yanlarına çıkıncaya kadar sabredip bekleselerdi elbette kendileri için daha iyi olacaktı. Yine de Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.

                        Sadakallahul Azim

Tefsir (Kur'an Yolu)

Benî Temîm isimli bedevî kabilesi Hz. Peygamber’i görmek, tanı­mak ve buna göre bir ilişki kararı almak üzere Medine’ye gelmişti. Peygamber efendimiz her öğleden sonra yaptıkları gibi bir süre dinlenmek (kaylûle yapmak) üzere odalarına çekilmişlerdi. Kabile mensupları, kendilerine bu durum bildirildiği halde Resûlullah’ın evinin önünde, kaba bir şekilde “Muhammed, Muhammed!” diye bağırmaya başladılar. Bu davranışları hem edebe aykırı idi hem de onu rahatsız etmişti. Ama eğitim ve idrak seviyeleri henüz yaptıklarının kabalığını, yersizliğini anlayacak ölçüde değildi (Kurtubî, XVI, 294 vd.). Böyle yapanların medeni inceliklerden uzak bedevîler olduğu düşünüldüğünde davranış tabii de görülebilirdi. Buna rağmen Allah Teâlâ’nın vahiy göndererek uyarıda bulunması iki önemli ve evrensel değer ve kurala dikkat çekmektedir: 

1. Medenî inceliklerin, insanî erdemlerin bütün topluluğa yayılması; köylünün, bedevînin, şehirlerden uzak yaşayanların da uygarlıktan nasiplendirilmesi, bütün ümmetin medenîleşmesi gereklidir. 

2. Hz. Peygamber’in Allah katındaki yeri ve değeri çok yüksek olup onun karşısında herkes bu idrak içinde olmak zorundadır.

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Hucur%C3%A2t-suresi/4616/4-5-ayet-tefsiri

2 Eylül 2025 Salı

49-Hucurât Suresi - 3 . Ayet Tefsiri

                 Eûzu billahi mineş şeytânirracîm 

                 Bismillahirrahmanirrahim

﴾3﴿ Allah resulünün yanında seslerini alçaltanlar var ya, işte onlar, Allah’ın kalplerini takvâ hususunda sınadığı kimselerdir. Onlar için büyük bağışlanma ve büyük bir ödül vardır.

                        Sadakallahul Azim

Tefsir (Kur'an Yolu)

İşin önemini idrak etmedeki kusur ve İslâm öncesi alışkanlıkların etkisi yüzünden Hz. Peygamber’e karşı edepte kusur edenler ilâhî ikazı alınca imanları, takvâları ve iyi niyetleri sebebiyle derhal kendilerini toparladılar, onun yanında zor işitilen bir sesle konuşmaya başladılar. Allah’ın uyarısını ve rızasını hem alışkanlıklarının hem de öfkelerinin önüne geçirerek büyük bir takvâ imtihanı verdiler ve bu imtihandan başarılı çıktılar. Başarılan her imtihanın bir ödülü vardır, takvâ imtihanının ödülü de bu erdemin önem ve ölçüsünde büyük olacaktır.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 88

1 Eylül 2025 Pazartesi

49-Hucurât Suresi - 2 . Ayet Tefsiri

                 Eûzu billahi mineş şeytânirracîm 

                 Bismillahirrahmanirrahim

﴾2﴿ Ey iman edenler! Seslerinizi peygamberin sesinden daha fazla yükseltmeyin, birbirinize bağırdığınız gibi ona bağırmayın; sonra farkında olmadan amelleriniz boşa gider.

                        Sadakallahul Azim

Tefsir (Kur'an Yolu)

Söz, karar ve davranışta Allah ve resulünün iradelerini aşmamak, onların rızalarının dışına çıkmamak gerektiği önceki âyette bildirilmişti. Buna nisbetle daha hafif bir ihlâl ve kusur teşkil eden iki davranışın daha çirkinliği de bu âyette ifade edilmektedir: 

1) Hz. Peygamber’in yanında başkalarıyla konuşurken onun sesini bastıracak kadar yüksek bir sesle konuşmak. 

Buhârî’nin rivayetine göre Hz. Peygamber ile görüşme yapmak üzere Temîmoğulları’ndan bir heyet gelmişti. Görüşme sırasında Hz. Ebû Bekir ile Ömer de orada idiler. Kabileye başkan yapılacak kişi üzerinde bu ikisi ihtilâfa düşüp Hz. Peygamber’in yanında seslerini fazla yükselttiler. Bu âyet inince çok pişman oldular, üzüldüler. Artık onun yanında o kadar alçak sesle konuşuyorlardı ki, çoğu kere Peygamber efendimiz “İşitemedim, tekrarlar mısın?” diyordu (“Tefsîr”, 49/1-2). 

2) Onunla konuşurken, sıradan bir kimse ile konuşur gibi bağırıp çağırarak konuşmak. İslâm’dan önce Araplar bu gibi inceliklere riayet etmez, ilâhî bir dinin eğitiminden geçmedikleri için bir peygambere nasıl davranılacağını da bilmezlerdi. Âyetler hem onlara edep dersi vermekte hem de daha sonra gelecek olan müminlere, vefatından sonra da olsa peygamberlerine karşı besleyecekleri saygı ve sevgi konusunda örnekli açıklama yapmaktadır. 

Râzî’ye göre “sesi, peygamberin sesinin üstüne çıkarmak”, onun huzurunda çok konuşmak şeklinde de anlaşılabilir. Çünkü bir kimse konuşuyorsa (sesi çıkıyorsa) diğeri susuyor ve dinliyor demektir. Hz. Peygamber’in yanında olabildiğince az konuşmak ve çok dinlemek gerekir; çünkü hayırlı olan onun konuşmasıdır (XXVII, 112).

“Farkında olmadan amelin boşa gitmesi” iki türlü olabilir: 

a) Âhiret hesaplaşmasında günahlar ile sevapların denkleştirilmesi, başkalarının haklarıyla ilgili bazı günahlardan kurtulabilmek için sevap hanesinden aktarmalar yapılması söz konusudur. Bu durumda insana büyük dereceler ve ödüller kazandıracak birçok amel (ibadet, hayır, güzel iş) tazminata gitmekte, bir mânada heder edilmektedir. 

b) İman olmazsa ebedî kurtuluş bakımından amelin bir değeri yoktur. Hz. Peygamber’e karşı gerekli edep ve saygıyı göstermeyen, onu hayatında örnek almayan kimselerin zaman içinde din duyguları, dinî pratikleri ve imanları –kendileri işin farkında olmadıkları halde– zayıflayabilir. Bu zayıflama imanın varlığı ile yokluğu eşit olan bir dereceye vardığında ibre, fikirde veya fiilde inkâra doğru yönelir, inkâr gerçekleşince de amellerin değeri kalmaz, âhiret sermayesi olarak boşa gitmiş sayılır.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 87-88

31 Ağustos 2025 Pazar

49-Hucurât Suresi - 1 . Ayet Tefsiri

                 Eûzu billahi mineş şeytânirracîm 

                 Bismillahirrahmanirrahim

﴾1﴿ Ey iman edenler! Allah ve resulünün önüne geçmeyin, Allah’a itaatsizlikten sakının! Şüphesiz Allah her şeyi işitmekte ve bilmektedir.

                        Sadakallahul Azim

Tefsir (Kur'an Yolu)

“Geçmeyin” şeklindeki tercüme, aslında geçişli olan lâ tükaddi­mû fiilinin nâdiren geçişsiz de olabileceği ve burada bu ikinci kullanımıyla yer aldığı yorumuna dayanmaktadır (bk. Şevkânî, V, 68). Bazı kıraatlerde bu kelime, “geçmeyin” anlamında lâ tekaddemû şeklinde de okunmuştur. Ancak kelimenin geçişli okunuşuna dayanan diğer yorumları da kapsayacak şekilde bunu “geçmeyin (başkalarını da geçirmeyin)” şeklinde anlamak yerinde olacaktır. Bu yasaklamaya göre mümin, gerek hüküm, karar ve tercihlerinde ve gerekse davranışlarında Allah ve resulünün önüne geçmemekle yükümlü kılınmaktadır. Yalnızca “Allah’ın...” demek yeterli olacağı halde resulün de zikredilmesi, onun dinin tebliği yanında dini açıklama, uygulama ve ilâhî bildirime dayalı olarak tamamlamadaki önemli rolüne işaret edilmekte; resule itaatin de dolaylı olarak Allah’a itaat mânasına geldiği gerçeğinin altı çizilmektedir. Hz. Peygamber zamanında, onun yanında bulunan müminler, hem irade ve kararda hem de fiil ve davranışta onun önüne geçmemek, onu beklemek, gözetmek, peşinden gitmek, izni ile hareket etmek durumundadırlar. Onun bulunmadığı yer ve zamanlarda “öne geçmemek ve geçirmemek”, dine aykırı bir karar vermemek, bir şey yapmamak mânasına gelmektedir. “Allah ve resulünün önüne geçirmemek” de, önemi ve değeri ne olursa olsun –kişinin kendi nefsi dahil– hiçbir kimsenin irade ve rızasını, Allah ve resulünün irade ve rızasının önüne geçirmeme, onu buna tercih etmeme, önceliği ilâhî irade ve rızaya verme anlamına gelmektedir.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 86-87

30 Ağustos 2025 Cumartesi

49-Hucurât Sûresi-Hakkında-Nuzülü-Konusu

Hakkında

Medine döneminde inmiştir. 18 âyettir. Sûre, adını dördüncü âyette geçen “Hucurât” kelimesinden almıştır. Hucurât odalar demektir. Burada Hz.Peygamber’in aile efradıyla birlikte ikamet ettiği odalar kastedilmektedir. Sûrede başlıca, mü’minlerin, gerek Hz. Peygambere karşı, gerek kendi aralarında uymaları gereken bazı görgü ve ahlâk kuralları konu edilmektedir.

Nuzülü

Hucurât sûresi, Tahrîm sûresinden önce ve Mücâdele’den sonra Medine’de, hicretin 9. yılında nâzil olmuştur. Sûrelerin ve âyetlerin gelmesi için mutlaka özel bir sebebin bulunması gerekmemekle beraber bir olay, soru ve beklenti üzerine gelmiş birçok âyet ve sûrenin de bulunduğunu biliyoruz. Bu sûrenin ilk âyetinin, sözde veya davranışta Hz. Peygamber’in önüne geçerek veya onun sözünü keserek edebe aykırı davrananları uyarmak için geldiği nakledilmiştir (Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, IV, 1712).

Konusu

Sûrede, müslümanların Allah’a ve resulüne karşı riayet etmeleri gereken edep, kendi aralarında ve başkalarıyla ilişkilerinde takınmaları gereken ahlâkî tavır konularında buyruk ve tavsiyelere yer verilmiş, müminler arasında çıkacak ihtilâfların nasıl çözüleceği açıklanmış, insanların kök birliği ve eşitliği etkili bir üslûp içinde ilân edilmiş, üstünlüğün fırsat eşitliği içinde yapılacak yarışla elde edileceği vurgulanmış, iman ve islâm kavramlarıyla ilgili önemli açıklamalar yapılmıştır.

Râzî’nin, sûrenin ana konularıyla ilgili olarak yaptığı sistematik açıklama ilgi çekicidir: Bu sûrede müminler, güzel ahlâk kurallarına yönlendirilmektedir. Riayet edilmesi gereken edep ve ahlâk kuralları ya Allah ya resulü ya da başkalarıyla ilgilidir. Başkaları ya iman, ibadet ve güzel ahlâk yolunu tutanlardır yahut yoldan sapanlardır (fâsıklardır). Doğru yolda olanlar da ya bir arada bulunurlar veya ayrı yerlerde. Böylece ahlâk ve davranış bakımından müminin karşısında beş farklı muhatap vardır. Sûrenin 1, 2, 6, 11 ve 12. âyetlerine “Ey iman edenler” diye başlanmış ve her birinde yukarıda sıralanan muhataplardan biriyle ilgili ahlâk, edep ve davranış kurallarına yer verilmiştir (XXVII, 118).

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/49-hucurat-suresi