ENBİYA SÛRESİ
11 Haziran 2023 tarihli dersten
Prof. Dr. Halis AYDEMİR
https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q
https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1
11 Haziran 2023 tarihli dersten
Prof. Dr. Halis AYDEMİR
https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q
https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1
O mecbur bırakmaz
Kul, kendi kulluk acziyetini, çaresizliğini, kul olarak ne kadar muhtaç ve fakir olduğunu bilirse Cenâb-ı Hakk’ın o kadar mutlak muktedir, mutlak zengin, mutlak ihtiyaçsız yani Ğani olduğunu kestirmeye başlar.
Kul, kendisini bir şey zannetmeye başladıkça, biraz biraz kendisine yeter sanmaya başladıkça o kulun Cenâb-ı Hakk’ı tasavvuru da bundan yara almaya başlar. O kulun Allah Azze ve Celle’ye bakışı da bozulmaya başlar. Zenginleştikçe, kendisini kendisine yeter sanmaya başladı mı bu kez Cenâb-ı Hakk'ın nasıl mutlak ‘’Ğani’’ olduğunu anlaması bozulmaya başlar.
Dolayısıyla kul kendisini, acziyetini, kulluğunu, hiçliğini daha doğrusu; eline geçenlerin nasıl kaybolup gideceğini, kendisinin bunlar ile sadece sınandığının farkındalığını iyi yaşarsa, bu da onun sürekli oksijen alır gibi kendi bilincini tazelemesi gerekir ki kul, kendi kulluğunun farkındalığı hususunda yanlış bir eksene sapmasın.
Yanlış bir eksene saparsa da bu kez Cenâb-ı Hakk’ı da olması gerektiğinden daha farklı, daha yanlış tasavvur etmeye başlar.
Kulun, kendi ve Allah Teala hakkındaki tasavvuru bozulunca, artık bir hayalin yani batılın peşine düşmüş olur ki Cenâb-ı Hakk buna çok uzun müsaade etmez. Bir süre sonra o kula, hayatın içerisindeki herhangi bir sebeple, bir çelme ile düşürür ki, kendine gelsin, tekrar acziyetinin farkına varsın, Rabb'ine olan ihtiyacının zaruretine uyansın, düzelsin, ıslah olsun diye.
Demek ki Cenâb-ı Hakk'ın huzuruna biz gelmezsek, Cenâb-ı Hakk, bizi huzuruna çağırır.
Ezanla gelmezsek hemşire ile çağırır, doktorla çağırır... Bunların hepsi Cenâb-ı Hakk'ın ordularının birer elemanı gibi. Bizler de öyleyiz, farkında olmadan bir adamın kapısını çalarken aslında Cenâb-ı Hakk'ın ona götürdüğü mesajı ulaştırırız.
O bakımdan Allah Azze ve Celle, kulunu çağırıp kendisini ıslah etmesi için onu zorlar ama bu cebir ile olmaz, mecbur bırakmaz.
Kul iyileştikçe kendisi, yolun kalan kısmını gönüllü devam etmeyi isterse o zaman bakmışsın ki sağlığına kavuştuğu halde, fakirlikten çıkıp zenginliğe ulaştığı halde, itibar sahibi, iş güç sahibi olduğu halde yine Cenâb-ı Hakk'ın nidasına kulak verip huzura gelmiş ve; bu kez kendisi isteyerek bunu yapıyor.
—Ya Rabb'i!.. Arkada hiçbir zorlama, baskı yok, sırf seni sevdiğim için buraya geldim... Diyebiliyor, İşte bu;
Dolayısıyla kul, Cenâb-ı Hakk’a sevgisini yaşamaya kalktı mı Cenâb-ı Hakk böyle, ona yüz vermeyen, ona bu hususta yaklaşmayan, yüz vermeyen, zorluk çıkaran, sevgiye karşılık vermeyen asla olmaz.
Allah Azze ve Celle, kullarının sevgisine daha baştan, peşinen açıktır, kul yeter ki Cenâb-ı Hakk'ın kapısını çalsın. Kul yeter ki Cenâb-ı Hakk’a;
—"Ya Rabb'i ben, ‘Sensiz’ yaşamaktan vazgeçtim. Bundan böyle Sen’inle yaşayacağım. Sabahtan kalkıp yürüdüğüm yolda, attığım adımda, yaptığım işte hep
‘’Rabb'im ne der, O bundan memnun olur mu olmaz mı?..’’ Hep Sen’in düşüncen ile hareket edeceğim. Bana verdiğin imkanları, Sana karşı kullanmayacağım. Bana verdiğin hayat imkânını, Seni ‘yok sayarak’ Sen ‘yokmuşçasına’ kendi başına buyruk yaşamayacağım. Bundan böyle farkındalığımı, zemine ayaklarımı basarak; “Bu hayatı bana, Cenâb-ı Hakk ihsan etti. O’nun havasını soluyup O’nun gıdasını tüketiyorum. Sağlıklı olduğum bugünlerde, zengin olduğum, imkân sahibi olduğum, itibar sahibi olduğu olduğum
bugünlerde ben, Allah Azze ve Celle‘yi sevdiğim için O’nun istediği gibi yaşayacağım..."desin.
Kul bu kapıyı böyle çalar.
Yoksa Cenâb-ı Hakk’a, uzaktan uzağa selam göndermek gibi bir şey yok. Kulun Cenâb-ı Hakk’a;
—"Artık Ya Rabb'i barışalım..." demesi, Allah Azze ve Celle’ye itaate yönelmesi demektir. Cenâb-ı Hakk'ın istediği gibi hayatı yaşamaya başlaması demektir.
Kulunun; menhiyata (Dînin yasak ettiği, nehyettiği şeyler, yasaklar)gitmiş, yanlış istikametlere gitmiş, Cenâb-ı Hakk’ı yok saymış, varmış gibi değil de sanki hiç Rabb'i yokmuş gibi davranmış, yaptığı hiçbir işte;
Cenâb-ı Hakk buna kızar mı veya bundan memnun olur mu kaygısı duymamış bir kimseden bahsediyoruz. Bu fısk hali... Bu kimse “Allah bir” dese de durumu çok sıkıntılı, çünkü fasık, Cenâb-ı Hakk’ın hiçbir sözü, onun hayatında karşılık bulmuyor veya çok az sayıda karşılık buluyor.
Halbuki kul dediğimizde Müslüman dediğimizde, Cenâb-ı Hakk’ın emrine teslim olmuş kimseden bahsediyoruz, o;
Allah Azze ve Celle ne der?..kaygısıyla, düşüncesiyle hareket ediyor. Onun Cenâb-ı Hakk ile ilişkisi barışçıl, irtibatı kavi, düzgün. Yoksa namaz bile kılmıyor ama;
—Ben, Rabb'imle çok iyiyim, diyor.
Cenâb-ı Hakk'ın emir ve yasaklarına karşı kayıtsız ama “Ben, Rabb'imle çok iyiyim” diyor.
Bunlar sözde şeyler. Söz ile olsaydı çok şey olurdu ama söz kâfi değil. Burada, içinde bulunduğumuz bir hayat var. Cenâb-ı Hakk, o yüzden bizi hayatın içerisine getirdi.
Sonra sizi yeryüzünde, onlardan sonra halefler kıldık;
Bakalım nasıl amel edeceksiniz?
Dolayısıyla Cenâb-ı Hakk, nasıl amel edeceğiz, nasıl yapacağız diye bizi hayatın içerisine getirdi. ‘Nasıl söyleyeceğiz’ diye değil;
Sözlerimizi nasıl hayatımıza iz düşüreceğiz, tatbik edeceğiz?..
Öyleyse kulun fiiliyle, hareketleriyle, davranışlarıyla ‘hamd’ı Alemlerin Rabb'i olan Allah Azze
ve Celle’ye tahsis etmesi lazım.
Fatiha Suresi 13. DERS
23.10.2020 tarihli Cuma Vaazından
Prof. Dr. Halis AYDEMİR
https://youtu.be/UIrQ6eKJXKU
https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1
İlahi sanatın en büyük tezahürleri
Kalem 1-2: “Nûn. Kaleme ve onun satır satır yazdıklarına andolsun ki sen -Rabbinin nimeti dolayısıyla- bir deli değilsin.”
Kur’an-ı Kerîm’de Cenâb-ı Hâkk’ın üzerine kasem ettiği varlıklar son derece dikkat çeker. İlahi sanatın en büyük tezahürlerindendir. Örneğin yıldızların konumuna kasem ediyor Cenâb-ı Hâkk. Oradaki sanatın, ilmin, büyüklüğün önemi için Cenâb-ı Hâkk kasem etmektedir. Cenâb-ı Hâkk bu kadar önemli bir şeye kasem ettikten sonra, neyin önemini neyin doğruluğunu neyin gerçekliğini insana hatırlatacak?
Bu ikisi arasındaki ilişki kasem-cevap ilişkisidir. Bunu bazı insanlar Allah azze ve celle açısından yadırgamaktadırlar. Demektedirler ki; Allah kuluna inandırmak için yetmiyor bir de yemin billah çekiyor. Belli ki bu bir beşer sözü. Çaresiz kalınca yemine başvuruyor. Allah’ın sözü olsaydı yemine ihtiyaç duyar mıydı? Bu bir çaresizliğin eseri… şeklinde yorumlar yapıyorlar.
Halbuki kasem-cevap ilişkisi bu denli basit bir düzeyde ele alınamaz. Ayeti kerimedeki kalemin satır satır yazdıklarını okuyunca aklımıza akıl dolu ifadeler geliyor, bilgi geliyor. Bunların ciddiyeti önemini ifade edip “Sen bir deli, mecnun değilsin” diyor.
Ölüm sonrası kemikler çürümüşken, sonrasında dirilip yeni bir hayattan söz ettikleri için bunu ancak şaşıran, cinnet geçiren, akli dengesini kaybeden kimseler söyler zannıyla maksatlı bir şekilde, Nuh aleyhisselam’dan başlayarak resullere mecnun yakıştırmasında bulunuyorlar. Bu çok yerici, çok küçük düşürücü bir ifade. (Sanki anlaşmış, söz birliği yapmış gibi her topluluk kendilerine gelen resulüne ya mecnun ya sihirbaz ithamı yapmış)
Resullerin çağrıları karşısında öfkeye sarılıyorlar. Öfkeyle de yapabildikleri şeyler; hakaret, aşağılamak, işkence ve sonucunda da katletmek. Bu bâtıl cephenin verdiği tepkidir.
Prof. Dr. Halis AYDEMİR
https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q
https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1
259. Ebü Hüreyre radıyallahu anhdan rivâyet edildiğine göre, Resül-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Söylemediğim bir sözü, “Peygamber böyle söyledi? diye bana isnâd eden, cehennemdeki yerine hazırlansın.”
“Kendisine fikir danışan Müslüman kardeşine yanlış yolu gösteren kimse, ona ihânet etmiş olur.”
“Kime yanlış fetvâ verilirse, bunun günahı fetvâ verenedir.”
Hadisin Açıklaması
* Hadis-i şerifler bize dinimizi öğretir. Hadisler aynı zamanda Kur'ân-ı Kerim'in de tefsiridir. Bu sebeple Peygamber Efendimiz'in söylemediği bir sözü, O Söyledi diye iddia etmek, dine ilâvede bulunmaktır. Buna hiç kimsenin hakkı yoktur. Böyle bir işe yeltenen en büyük günahlardan birini işlediği için, cehennemi hak etmiş olur.
* Bir konuda görüşü alınmak istenen kimse, kendisine güven duyulan insandır. Bu kişi kendisine danışana bildiği doğruyu söylediği zaman, bir emâneti yerine getirmiş olur. Kendisine güvenen ve danışan kimseye doğru bildiği şeyi söylemeyen ise onu aldatmış, kardeşine ihânet etmiş olur.
* Fetvâ, bilenden istenir. Bir konuda fetvâ vermek, o konuda sorumluluğu üzerine almak demektir. Bu sebeple fetvâ verecek olan, acele etmeden o konuyu araştırmalı, kesin kanaate vardıktan sonra cevabını vermelidir. Verilen cevap yanlış da olsa fetvâ isteyenin günahı yoktur.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1. Hadis-i şerifler bize dinimizi öğretir. Resül-i Ekrem'in söylemediği bir sözü onun söylediğini iddia ederek nakleden kimse dine ilâvede bulunmuş olur. Bu ise en büyük günahlardan biridir.
2. İnsan, güvendiği kimseye akıl danışır. Fikri sorulan kimse, ona bildiği doğruları söylemelidir. Söylemezse din kardeşine ihânet etmiş olur.
3. Fetvâ vermek Zor iştir. Araştırmadan yanlış fetvâ veren, ağır bir vebâl, büyük bir günah yüklenmiş olur. Ancak o fetvâyı uygulayanın bir günahı yoktur.
EL EDEBÜ'L MUFRED - Prof. Dr. Mehmet Yaşar Kandemir
İrade Allah Teala'nın mahlukatları arasında sadece insana verilmiş bir özgürlük ve akıbetimizi belirleyen bir unsur.
Bir seçim yapıyorsun ve sonu ya cennet ya da cehennem.
Karakterimizi biz şekillendiriyoruz. Ne olmak istediğimize biz karar veriyoruz. Allah azze ve cellenin emaneten verdiği irademizi ister günaha yönelerek küfredenlerden olacağız istersek hidayete tutunup şükredenlerden olacağız.
Biliyoruz ki, insanın arkasında iradesi, niyeti olmadığı sürece bir amelden insanın getirisi olmaz.
Niyet esastır. Eğer Cenab-ı Hak’tan umduğu bir şey yok ise bir hayra vesile olmak kişiye bir şey sağlamaz.
O yüzden eski alimler “Ne yap et ufak işlerinde bile büyük niyet koy” diyorlar.
İnsanın akıllısı hele ki dinde, böyle olur. Küçük ameller yapar ona bile büyük niyetler koyar. O niyet Cenab-ı Hak makamında önemlidir. Onun umduğu yatırım yaptığı o beklentiye göre karşılık verilir.
O kadar niyet odaklı yaşamalıyız ki attığımız her adımımız bile niyetli olmalı.
Allah Teâlâ insanı akıllı, iradeli ve iyiyi kötüden ayırma kabiliyetine sahip değerli bir varlık olarak yaratmış; görevlendirdiği peygamberler ve indirdiği vahiyle ona doğru yolu göstermiş, aynı zamanda kendisine irade ve seçme hürriyeti vermiştir. Artık Allah’ın gösterdiği doğru yola girip şükredici olmak veya şeytana ve nefse uyarak Allah’ın verdiği imkân ve kabiliyetleri baskı altına alıp nankör olmak insanın kendi elindedir.
İrade, insanı insan yapan içgüdülerini denetleyebilmesi, erteleyebilmesi ve onlara hakim olabilmesidir. Bizi hayvanlardan ayıran en önemli özelliğimiz olan irademizi güçsüz kılmak ya da geliştirmek her türlü bizim elimizdedir.
Bir düşünün ‘’yapmak istemiyorum aslında’’ dediğiniz durumları. İstemeden içinde kaldığınız durumları, ihtiyacınız yokken aldığınız onlarca eşyayı, nefes almaya yeriniz yokken yediğiniz tabaklar dolusu yiyeceği. Bizler artık hazzımızı erteleyemeyen, anı yaşamayı hazzın keyfine varmak sanan canlılar olduk.
Halbuki anı yaşamak, tüm duyuların ile bulunduğun anı hissetmek ve iradeni kaybetmemek demektir.
İrademizi nasıl güçlendirebilirizi cevaplamadan iradenin ne olduğunu biraz detaylandıralım ve serbest irade ile mutlak irade arasındaki farktan da bahsedelim:
Cüzi irade yani serbest irade, kulun tercihini ortaya koyduğu esnada herhangi bir cebir altında kalmamasıdır. Yani isterse A seçeneğini, isterse B seçeneğini, isterse de C seçeneğini seçebilmesidir.
Veya isterse iyi ve doğru davranışları, isterse kötü, yanlış ve en aykırı davranışları, hatta bir başkasının hakkında cürüm dolu fiilleri, hatta ve hatta kendi bedenine kastedecek şekilde haksız, en kötü işlemleri yapabilmesidir. Sınırlı seçenekler arasında olsa da bu durum aslında tam bir serbestliktir ancak bu yaptıklarının bir muhasebesi ve bu muhasebe neticesinde de ödül ya da ceza cinsinden sonuçları olur. Dolayısıyla serbest irade sınırlı ve sorumlu bir özgürlüktür.
Külli irade yani mutlak irade ise her şeyi yapabilmek ve yaptığı hiçbir şeyden ötürü asla sorumlu olmamaktır.
Bu açıdan bakıldığında mutlak irade tekildir; iki ayrı zatta bulunması olanaksızdır. Çünkü çakışma meydana gelir; biri diğerine karşı sorumlu olmak zorunda kalır.
Burasını kavradıysak mutlak iradenin ancak ve ancak var eden Yüce Allah’a (c.c.) has olduğunu anlayabiliriz.
Zebur’un aslında geçtiği söylenen ifadelerde: Cenabı Allah Davud aleyhisselam’a sesleniyor ; “Ya Davud, sen de istiyorsun ben de istiyorum. Ancak benim istediklerimden gayrısı olmaz. Eğer kendi istediklerinin peşinde koşarsan, seni yorarım, yine de benim dediğim olur. Benim istediklerim peşinde koşarsan, senin istediklerini veririm. Sonuçta yine sadece benim istediklerim olur.”Burada Cenabı Hakk’ın mutlak iradesinin mutlak olarak her şeyi yönettiğini, kontrol ettiğini görüyoruz.
O halde sorumluluktan kaçan bazı insanların serbest irade ile yetinmeyip mutlak bir iradeye heves etmeleri Allah’a (c.c.) benzemeye çalışmak veya O’nu taklit etmek anlamına geldiğini anlayabiliriz.
İşte bu, tam manasıyla kulun Yaratıcısına karşı büyüklenmesidir. Çünkü mutlak irade ancak âlemlerin Rabbi olan Allah’ındır. Kulluğumuzu reddedip ilahlaşma arzusu içerisine girersek ve böylece bize bahşedilen bu irademizle Cenab-ı Hakk’a karşı diklenirsek Yüce Yaradan bu istikbarımızın karşılığını sonsuz bir azap ile cezalandıracağını bizlere haber vermiştir.
Bunu bir de şöyle ifade edelim: Çoğu insan iradesini sınırsız yaşamak varken sorumlu davranmak ve onu kontrol altına almaya çalışmaktan hoşlanmaz.
Çünkü büyüklenmek ve her istediğini sorumsuzca yapabilmek arzusu nefse hoş gelir. Ancak akleden insanlar serbest iradenin Allah tarafından bir süreliğine ve emaneten verildiğini ve bu süre sonunda bunun bir muhasebesinin yapılacağını görürler. İradenin nihai muhasebesi ahirettedir.
Dolayısıyla kişi iradesini yaşarken sonuçlarının bir kısmını daha bu dünyadayken göreceğini ve esas karşılığını ise din günü Yaradan’ın huzurunda verileceğinin bilincindedir.
Allah (c.c.) gönderdiği peygamberler ile bu gerçeği insanlara hep hatırlatmış ve onları uyarmıştır. Cenab-ı Hak buyuruyor ki:
“Yoksa sizi abes olsun diye yarattığımızı mı sandınız?” (Müminun, 23/115.)
Allah Teala yaşadığımız bu hayatın ve hayatta elde ettiğimiz imkânların bir hiç uğruna sebepsiz ve anlamsız olmadığını hatırlatır. Bunları iyi yönde kullananlarla kötü yönde kullananların akıbetlerinin aynı olmayacağının ikazını yapar.
Hak Teâlâ buyuruyor ki: “Yoksa kötülükleri işleyenler bizim onları hayatlarında ve ölümlerinde iman eden ve salih amelleri yapanlarla bir mi tutacağımızı zannettiler? Ne kötü hüküm veriyorlar!” (Casiye, 45/21.)
Kendi kazancı neyse akibeti de ona bağlıdır. Ya yüce Allah’a karşı sevgi ve saygıda bulunur ya da Rabbimizin kudretini bilmesine rağmen heva ve arzularına uyar. Bu, kişinin kendi bileceği şeydir ki sonucuna kendisi katlansın.
Demek ki irade ne olmak istediğimize karar verdiğimiz bir süreçtir.
İRADE EĞİTİMİ NASIL OLMALI?
Dürtüleriyle değil de aklıyla hareket eden insan için en büyük nimet, irade kabiliyetinin olmasıdır. İnsanın en güçlü yönü bir şeyi arzu ettiği hâlde yapmama iradesi göstermesidir. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem'in ifadesiyle “Güçlü kimse güreşte rakibini yenen değil, öfke anında kendisine hâkim olandır.” (Müslim, Birr, 107.)
Dürtülerini yönetmek, kâmil insan için değeri ölçülemeyecek kadar büyük bir kazanımdır. Bütün başarısızlıkların, aldanışların ve günaha sürüklenmenin temelinde irade zayıflığı yatar. "Kendimi tutamadım, şeytana uydum" gibi yakınmalar problemin bilgi kaynaklı değil irade kaynaklı olduğunu gösterir.
Bu yüzden irade eğitimi ihmal edilmemesi gereken bir meseledir. Maddi dünyamızda fizik kanunları olduğu gibi iç dünyamızın da psikoloji kuralları vardır. Ancak, o yasalara uyarak akıl, duygu ve irademizi eğitebiliriz.
İrade üzerine yapılan çalışmalar iradenin aynen vücuttaki bir kasa benzetilebileceğini söyler. Nasıl bir kas uzun süre hiç ya da az kullanıldığı zaman zayıflarsa irade de kullanılmaz ya da az kullanılırsa süreç içerisinde zayıflar.
Öncelikle tasavvurumuzu Allah Teala karşısında aciz, diğer canlılar karşısında aziz olduğumuz ön bilgisiyle şekillendirmeliyiz. Allah Teala karşısında insan sınırını bilmeli, kendisi için çizilmiş sınırlara riayet etmelidir.
İnsan bu şekilde bir hayat yaşamaya çalıştığında canlılar arasındaki izzet ve şerefini de muhafaza etmiş olacaktır.
İrade terbiyesindeki ön kabulümüz inandığımız ve bildiğimiz şeylere teslimiyettir. Teslim olunan bir dayanak noktasının olmaması kişinin hedefini belirsizleştirir ve azmini kırar.
Hayatın anlam ve gayesini imanından alan insan, ömrünü sadece beşerî istek ve arzularını tatmin etmekle geçirmez. Beşerî ihtiyaçların bir amaç değil kulluk için bir araç olduğunu bilir. O halde ilk olarak imanımızı sağlamlaştırmalıyız. İman işin temeli olduğu için o noktada atılacak adımlar diğer bütün adımları da etkileyecek ve olumlu manada onlarında değişimine vesile olacak.
İrade terbiyesi, duygu ve arzuları görmezden gelme ya da yok etme değil, yönetmek ve istenilen hâle getirmektir. Mesela, az uyumak, az yemek ve az konuşmak, bizi bir noktada bedensel bağımlılıklardan kurtaracak asıl amacımıza yönelten fiillerin başında gelir.
İrade zayıflığının en önemli sebebi tembelliktir, meşguliyetsizliktir. Şeytanın en çok musallat olduğu kişiler bunlardır.
İçinde çaba, meşakkat bulunmayan tembellik, kişiye anlık haz verdiği için çekicidir ve çabuk alışılır. Çözüm ise basittir; Bir işle uğraşmak. Az ya da çok, basit ya da önemli daima planlı bir hareket içinde bulunmak.
“Öyleyse bir işi bitirince diğerine koyul. ”(İnşirah, 94/7.) buyuran Rabbimiz cc ve “İki günü birbirine denk olan ziyandadır.” diyen Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem meşguliyetin çok önemli olduğunu belirtmişlerdir.
Diğer bir husus ibadetlerdir. Her zaman nefse karşı koyma hususunda insana kuvvet verip irademizi güçlendiren bir unsurdur. İradesini güçlendirmeyi hedefleyen insan ibadetlerine dikkat etmeli, günahlardan uzak durmalı ve kendisine ve insanlığa faydalı işlerle meşgul olmalıdır.
Bir başka madde; insanın iradesini kullanması, isteklerine hayır diyebilmesi, dertlerine kulak vermemesi için bir sebebinin olması gerek. İrade terbiyesinde kişinin iradesine güç alabileceği hedefler, idealler bulması gerektir.
Bu noktada hiç şüphesiz kişinin hayatını anlamlandırması, varlığına bir mana giydirmesi çok ciddi önem arz eder. Bunu yaptıktan sonra ne kadar sağlam sebepler ve ne kadar gerçekçi anlamlar bulursa iradesi onlara dayanacağından o kadar güçlü bir iradeye sahip olacaktır.
İrade eğitiminde diğer önemli bir konu, ısrarlı bir şekilde tekrar etmektir.
Düzenli ve sürekli yapılmayan bir iş neticesiz kalır.
Alışkanlık kazanmak önemlidir. Çünkü meyiller fiilleri belirler. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem alışkanlık kazanmanın yolunu “Allah katında en makbul amel az da olsa devamlı olanıdır.” (Buhari, İman, 32.) hadisiyle göstermiştir.
Alışkanlık, devamlı yapılan amelle gerçekleşir. Tekrar ve ısrar, alışkanlığın şartıdır. Alışkanlık edinmek ya da edinilmiş olandan kurtulmak kolay değildir. İlk seferi en zorudur, sonra ikinci ve üçüncü denemenin ardından zorluk derecesi azalacaktır.
Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem'in “Kim önemsemediğinden dolayı cuma namazını üç kez terk ederse kalbi mühürlenir.” (İbn Mace, İkamet, 93.) hadisi, kişinin artık ümmetin içinde bulunmamaya, cemaate katılmamaya alışmasına işaret eder.
İbadet, belirli zaman ve mekânlarda yoğun olarak yapılan bir olgu olarak görülemez. Günde belirli aralıklarla beş kez kılınan namazın bilincimizi sürekli açık tutmak, rehavete düşürmemek gibi bir hikmetinin olduğu açıktır.
Nefsi eğitmenin bir yolu da istediğini vermeyerek onu zorlamaktan geçer. Diyet yapanlarda olduğu gibi isteklerimize ket vurarak başarıya ulaşırız.
Ramazan ayı bu noktada tam bir irade terbiye kampı gibidir. Bedensel bağımlılıklarımızı terbiye eden ibadetleri içinde barındırır. Yemeğe alıştırdığımız midemizi kısıtlı bir şekilde kendimizi doyurarak, uykuya alıştırdığımız bedenimizi sahura kalkarak terbiye ederiz.
Çoğumuzun aktif kullandığı sanal mecraları hayra kullanarak buralara gayesini hatırlatan uyarıcılar koymalıdır. Çünkü görsel ya da işitsel olarak yapılan telkin sürekli oldukça kişide bir hassasiyet oluşmaya başlayacaktır. Ömer radıyallahu anh’ın kendisine sürekli ölümü hatırlatan bir memur tayin etmesi dikkat çekici bir örnektir.
Terbiye sürecinde kendine destek olacak salih ve sadık arkadaşlar edinmeli ya da sohbet ortamlarında bulunmalıdır. Bize Allah Teala'yı hatırlatan, hakkı ve sabrı tavsiye eden insanların etrafımızda olması irademizi güçlendirmek ve onu muhafaza etmek noktasında çok fayda sağlayacaktır. Çünkü aynı ortamı paylaşan ve vakit geçiren kişiler birbirlerinin huylarından ve karakterinden etkilenir.
İrade terbiyesinde kişinin hedef ve ideallerini şaşırmaması, kendini istek veya dertlerinin içinde kaybetmemesi için irade terbiyesi ve hedefler konusunda kendisiyle aynı hassasiyetlere sahip iyi bir çevreye sahip olması önemlidir. Bu çevrede insanlar birbirlerine ümit aşılayacak, birbirlerinin dertlerine yardımcı olacak, güzelliklerini takdir ve teşvik edecek, planlarını gerçekleştirmesini kolaylaştıracaktır.
Uzun ve meşakkatli bu terbiye sürecinde tökezlediğinde, kişiye düşen, olduğu yerden kalmak, umudunu kaybetmeden ısrarla nefsini ıslaha devam etmek olmalıdır.
İrade terbiye sürecinde defalarca deneyip olmamış, zaafiyetlerimizden kurtulamamış olabiliriz; biz ısrarcı olmalıyız. Kararlı bir şekilde tekrar tekrar aynı heyecanla yeniden başlamalıyız.
Kendimizden kesinlikle umut kesmemeliliyiz, "ben yapamıyorum değil bu sefer muhakkak yapacağım" demeliyiz. Bu irademizi güçlendirme adına tetikleyici bir şeydir. Çünkü umudumuzu yitirdiğimiz anda başaramayız.
Gafletle yapılan bir hatanın yüreğimizde iz bırakmasını istemiyorsak hemen o günahı iyilik yaparak temizlemeliyiz. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem'in işaret ettiği gibi “Kötülüğün ardından iyilik yap ki onu yok etsin.” (Tirmizi, Birr, 55.)
Günaha alışmak en büyük günahtır. Günahtan rahatsız olmama alışkanlığı kalbin ölmesine neden olur. Bu yüzden iman göstergesi olan pişmanlık, yeniden denemek için kişiye güç verir. Tecrübelerinden çıkardığı ders, pes etmesine mâni olacaktır.
Bir başka madde; güzel alışkanlık kazanmak için günlük vazifeler edinilmeli, sorun nerdeyse oraya odaklanılmalıdır. Dağınık ve plansız yapılan davranışlar ayağı kaydırır. Ne aradığını bilmeyen ne bulduğunu anlayamaz.
Değişmeyi ertelememeliyiz çünkü erteleyenler helak olmuştur. İsyankâr ruhumuzu itaatle eğitmeliyiz.
Her türlü günahın ilacı olan infakı arttırmalıyız. İnfakı arttırdıkça içimizdeki zaafiyetleri, nifakı, tembellikleri gidermiş olacağız. Gerçekten infak deva bir ameldir.
Keyif ve konforun rehavete sebep olduğunu bilmeliyiz. Bu yüzden enerjik olmalıyız. Meşakkat gereklidir. Bereket harekettedir. Kendini değiştirme iradesini gösterirsen Allah seni değiştirir. Bu bir kanundur:
“Bir toplum kendilerinde bulunan (iyi davranışlar)ı değiştirmedikçe Allah onlara verdiği bir nimeti değiştirmez ve şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (Enfal, 8/53.)
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de ashâbına nefsi kontrol eğitimi uygulamıştır. Şeddâd b. Evs (r.a.)’ın rivayet ettiği bir hadiste Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Akıllı kişi, nefsine hâkim olan ve ölüm sonrası için çalışandır. Âciz kişi de, nefsini duygularına tâbi kılan ve Allah’tan dileklerde bulunup durandır” (Tirmizî, Kıyamet 25; bk. İbni Mace, Zühd 31)
“Şu hadiste de bir arzu ve irâde eğitimi vardır:
"Sizden birinizin arzu ve istekleri, benim getirdiğim esaslara uymadıkça iman etmiş olmaz."9) Müstedrek, IV, 164.
Bütün günahlar, arzu ve şehvetin Allah ve Resulullah sevgisinin önüne geçirilmesinden kaynaklanır.
Tercih bizim. Hangisini seçelim?
Prof. Dr. Halis AYDEMİR/Doç. Dr. Mehmet DİNÇ/Vaiz Hüseyin YILDIRIM/Muhammed Yıldırım yazılarından faydalanılmıştır.Bid’at kelimesi birşey icat etmek, ortaya çıkarmak, üretmek, hatta yaratmak manaları ihtiva ediyor.
Dini terminolojide bidat kelimesi daha önce bilinmeyen, daha önce yok olan bir şeyi ortaya çıkarma manasındadır.
Bid'at kelimesi dinimiz açısından itikadi ve taabudi yani ibadetler konularındadır.
İslam dininin sabiteleri, yani değişmeyecek olan hususlar itikat ve ibadet konularında Peygamber Sallallahu aleyhi ve sellem'in bize öğrettiği neyse odur; onun dışında herhangi bir kimsenin gerek itikadi alanda gerekse ibadet konusunda yeni bir şey belirlemesi ortaya çıkarması bir usül, yöntem belirlemesi bunların tamamı bidattir.
Namaz dinin direğidir. Son derece önemlidir, farz ibadetimizdir dolayısıyla Peygamber Efendimiz Sallallahu aleyhi ve sellem bize ne öğrettiyse, kaç rekat olduğu, vakitleri, nasıl kılınacağı vs. din ondan ibarettir. Onun dışında Peygamber Efendimiz Sallallahu aleyhi ve sellem'in bize öğretmediği zamanlarda, şekillerde, reçete gibi belli tariflerle kılınması istenen namazların hiç birisi makbul ibadet değildir.
Nafile namaz kılmanın sınırı yok. Ancak Peygamber Efendimiz Sallallahu aleyhi ve sellem'in şu rekatta şunu okuyun, şu kadar rekat kılın gibi belli bir tarifte namaz bildirdiğini görmüyoruz.
Herhangi biri çıkarda belli zamanlarda, belli gecelerde özel bir namaz tarif ediyorsa bu namaz konusunda yeni bir ihdas, yeni bir uygulama ortaya koymak demektir. Ve bidattir.
Kadir gecesi namazı, Berat gecesi, Regaib gecesi namazı gibi, her gecenin özel namazı gibi tarif edilen şu sure şu kadar okunacak gibi tarif edilen namazların dinimizde kıymeti yoktur. Çünkü efendimiz as böyle bir namaz tarif etmemiştir.
İbadet belirlemek de kimsenin haddine değildir. O halde namaz, oruç, hac ve diğer ibadetler konusunda Peygamber Efendimiz Sallallahu aleyhi ve sellem ne öğrettiyse onu yaparız. Onun dışında Sahabe de, alimlerde olsa- ki onlar böyle bir şey yapmamıştır-bu tür ibadet icat etmişse uzak durmamız gerekir.
Bir konuda bidat ve sünnet tamamiyle birbirine zıt kavramlardır.
Bir şeyin sünnet olduğunu bilirsek orda bidat ortaya çıkamaz.
Bidatler ortaya sünnet bilinmediğinde ortaya çıkıyor.
Bir bid'atin ortaya çıkması o konudaki sünnetin ölmesi sebebiyledir.
İnsanlar sünneti bilmedikleri için o konuda doğru bir şey yapıyorum zannıyla yanlış iş yapıyorlar.
İkindi namazından sonra nafile namaz kılan bir adama Said İbni Müseyyeb “ Allah seni cezalandıracak “ demiş. “Allah beni namaz kıldım diye mi cezalandıracak “diye soran bir adama Said İbni Müseyyeb “hayır namaz kıldın diye değil sünnete muhalefet ettin diye cezalandırılacaksın. Peygamber Sallallahu aleyhi ve sellem bu vakitte nafile kılınmaz diyor sen kılıyorsun” diye cevap vermiştir.
Biz sünneti bilirsek orada bidatin çıkmasını engellemiş oluruz.
İnsanlar sünneti doğru öğrenmelidirler. Aksi halde sünneti bilmemekten kaynaklanan bir çok yanlışı doğru zannıyla yapabiliriz. Sünneti öğrenmenin bir yolu da hadis okumaktır, hadisleri bilmektir. Çünkü hadisler bize neyin sünnet olduğu bilgisini verir.
Bir konuda bir hadis yoksa biz ona sünnet diyemeyiz. Sağlıklı bir şekilde Sünnete ulaşabilmek için hadis kitabı okumaya ihtiyacımız var. Sağlam kaynaklardan hadis öğrenmemiz gerekiyor. Aksi halde başkalarının bize hadis diye, sünnet diye kabul ettirmeye çalıştığı bir çok yanlış davranışı yapıp durmaya devam ederiz.
Prof. Dr. Hayati Yılmaz ile Hadis Okumaları - 7. Bölüm videosunun özetidirİslâm dünyasında her yıl manevî bir iklimin hüküm sürdüğü ve ramazan bayramıyla sona eren üç aylar, müslümanlara dinî hissiyat ve ibadet yoğunluğu eşliğinde gündelik hayatlarını sorgulama, yenileme ve zenginleştirme fırsatı sunmaktadır. Üç ayların faziletine dair Hz. Peygamber’den nakledilen rivayetlerin yanı sıra dinî kültürde mübarek sayılıp kutlanan Regaib, Mi‘rac, Berat ve Kadir gecelerinin bu aylarda yer alması üç aylara ayrı bir önem verilmesine, ibadet, dua, zikir ve hayırlı işlerle daha fazla meşgul olunarak dinî duyarlılığın daha yoğun olarak yaşanmasına zemin hazırlamıştır. Ancak hadis âlimleri receb ve şâban aylarının fazileti hakkında kaynaklarda mevcut rivayetlerin çoğunun uydurma, önemli bir kısmının zayıf olduğunu ifade etmektedir. Resûl-i Ekrem’in receb ayı girdiğinde, “Allahım, receb ve şâbanı bize mübarek kıl ve bizi ramazana ulaştır!” şeklinde dua ettiği yolundaki rivayet (Taberânî, el-Muʿcemü’l-evsaṭ, IV, 189; Ebû Nuaym, VI, 269; ayrıca bk. Müsned, I, 259) zayıf kabul edilmektedir. Resûlullah’a isnat edilen, “Receb Allah’ın ayıdır, şâban benim ayımdır, ramazan ise ümmetimin ayıdır” rivayetinin ise aslı bulunamamıştır (Süyûtî, s. 114).
Üç aylarda yerine getirilmesi gelenek halini almış nâfile ibadetlerden biri oruçtur. Receb ve şâban aylarının tamamının oruçlu geçirilerek ramazanla birleştirilmesi “üç aylar orucu” şeklinde adlandırılır. Ramazan ayında kasten bozulan oruçtan dolayı yerine getirilmesi gereken iki aylık kefâret orucunun receb ve şâban aylarında tutularak böylece üç ayların oruçlu geçirildiği de görülmektedir. Üç aylar orucunun âdet haline gelmesinde, bu ayların faziletine dair Hz. Peygamber’den nakledilen rivayetlere dayanıp ramazan ayını dinî duyarlılık ve ibadet yoğunluğu içinde karşılama niyetinin etkili olduğunu söylemek mümkündür. Resûl-i Ekrem’in şâban ayında diğer aylara oranla daha fazla oruç tuttuğu, bazan da tamamını oruçlu geçirdiği hadis kaynaklarında yer almaktadır (Buhârî, “Ṣavm”, 52; Müslim, “Ṣıyâm”, 175, 176). Ancak Resûlullah’ın receb ve şâban aylarını birleştirerek aralıksız oruç tuttuğuna, böylece üç ayları oruçlu geçirdiğine dair sahih kaynaklarda herhangi bir rivayet mevcut değildir. Belirli günler dışında her zaman nâfile oruç tutulması mümkündür; ancak fazileti hakkında hadis bulunan ya da belirli zamanlarda tutulması tavsiye edilen nâfile oruçlar arasında üç aylar orucu mevcut değildir.
Receb ayının fazileti ve bu ayda oruç tutulmasıyla ilgili rivayetlerin zayıf olması dolayısıyla bu orucun hükmü hakkında âlimler değişik görüşler ileri sürmüştür. Bazı âlimler receb ayında oruç tutmayı müstehap kabul ederken bazıları, receb ayına özel bir kutsiyet atfedilmesi ve halkın bunu zorunlu bir ibadet şeklinde algılaması endişesiyle bu ayda oruç tutmayı sakıncalı görmüştür. Bir kısım âlimler de özellikle receb ayının tamamını oruçlu geçirmeyi hoş karşılamamıştır. Şâban ayının büyük kısmını ya da tamamını oruçlu geçiren Hz. Peygamber ramazan dışındaki en faziletli orucun şâbanda tutulan oruç olduğunu ifade etmiştir (Tirmizî, “Zekât”, 28). Bundan dolayı şâban ayında oruç tutulması çoğunluk tarafından mendup sayılmakla birlikte Resûl-i Ekrem’in ramazan ayından başka hiçbir ayın bütününü oruçlu geçirmediğine dair hadislere (Buhârî, “Ṣavm”, 52; Müslim, “Ṣıyâm”, 175, 178) ve şâbanın on beşinden sonra orucun terkedilmesine yönelik rivayetlere dayanan bazı âlimler, orucu farz olan ramazan ayına şevkle girmeyi zorlaştıracağı düşüncesiyle bu ayın ikinci yarısında oruç tutmayı mekruh görmüştür.
Dinî gelenekte üç aylara önem verilmesinin sebeplerinden biri de bu aylarda bulunan kandil geceleridir. Receb ayının ilk cuma gecesi Regaib, aynı ayın yirmi yedinci gecesi Mi‘rac, şâban ayının on beşinci gecesi Berat ve ramazan ayının yirmi yedinci gecesi Kadir gecesidir. Regaib ile Berat’ın kutsallığı kesin olmadığı gibi bu gecelerde ifa edilecek ibadetler hakkında kaynaklarda sahih hadislere rastlanmamaktadır. Kandil gecelerinin en önemlisi Kadir gecesidir. Aynı adı taşıyan sûrede Kur’an’ın inmeye başladığı bu gecenin bin aydan daha hayırlı olduğu bildirilmektedir (el-Kadr 97/1-3). Kadir gecesinin ramazan ayının yirmi yedinci gecesine rastladığı görüşü âlimlerin çoğunluğu tarafından benimsenmiştir. Üç aylarda nâfile namaz kılınması, itikâfa girilmesi, bu aylarda yedi sene oruç tutulduktan sonra kurban kesilmesi gibi özel ibadet şekilleri kaynaklarda yer almamaktadır. Üç aylarda vefat eden kimsenin sorgusunun yapılmayacağı yolundaki inanışın da aslı yoktur.
Müsned, I, 259.
Taberânî, el-Muʿcemü’l-evsaṭ (nşr. Târık b. Avazullah – Abdülmuhsin el-Hüseynî), Kahire 1415/1995, IV, 189.
Ebû Nuaym, Ḥilye, Beyrut 1405, VI, 269.
İbn Teymiyye, Mecmûʿu fetâvâ, XXV, 290-291.
Süyûtî, el-Leʾâli’l-maṣnûʿa fi’l-eḥâdîs̱i’l-mevżûʿa, Kahire, ts. (el-Mektebetü’t-ticâriyyetü’l-kübrâ), s. 114.
Süleyman Ateş, “Üç Aylar”, Kur’ân Mesajı İlmî Araştırmalar Dergisi, sy. 10-12, İstanbul 1998, s. 44-48.
Faruk Beşer, “Üç Aylar”, İslâm’da İnanç, İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi (ed. İbrahim Kâfi Dönmez), İstanbul 2006, IV, 2077-2078.
Hacı Mehmet Günay, “Ramazan”, DİA, XXXIV, 433-435.
a.mlf., “Receb”, a.e., XXXIV, 506-507.
M. Kâmil Yaşaroğlu, “Şâban”, a.e., XXXVIII, 207.