16 Ağustos 2017 Çarşamba

İLMİHAL:YÜCE ALLAH'A VE O'NUN SIFATLARINA İMAN-6-


12- Yukarıda yazılı olduğu üzere imanın temelini teşkil eden altı şart vardır. Bunlardan birincisi Yüce Allah'a iman etmektir. Şöyle ki: "Allah Tealâ (Yüce Allah) diye ismini andığımız şanı büyük olan Yaratıcı vardır. Eşi ve benzeri olmayan o varlık bütün kemal sıfatları ile vasıflanmıştır. Bütün noksanlıklardan beri (münezzeh) dir. Bütün âlemleri yoktan var eden O'dur. O'nun kudret ve büyüklüğüne denk hiçbir şey yoktur. Bizleri ve bizim gördüklerimizle görmediğimiz sayısız âlemleri yaratan, yetiştirip besleyen ancak O'dur.

Yüce Allah'ın "Rahman, Rahim, Halık, Rezzak, Hakîm, Rabb, Mübdî, Azîz, Gaffar, Tevvab, Hak" gibi daha birçok mübarek isimleri ve büyük sıfatları vardır. Özellikle Vücud (Varlık) sıfatı vardır. 


Bundan başka mübarek sıfatları iki kısma ayrılır. 

Bir kısmı Selbi Sıfatlar'dır ki, Kıdem, Beka, Havadise Muhalefet(hiç bir yaratığa benzer olmamak), Kıyam Bizatihi(varlığı kendiliğinden oluş), Vahdaniyet (ortağı olmamak) sıfatlarından ibaret olmak üzere beştir.

Diğer kısmı da Sübut Sıfatları dır ki, bunlar Hayat, İlim, İrade, Kudret, Semi, Basar, Kelâm, Tekvîn sıfatları olmak üzere sekizdir. Bu sıfatların hepsine birden "Kemal Sıfatları" denir.

İşte biz, böyle kemal sıfatları ile vasıflı bulunan şanı yüce bir Allah'a ve O'nun bu büyük sıfatlarına iman ederiz. Bu büyük sıfatlarla ilgili biraz bilgi vereceğiz.

13- Vücud: Allah Tealâ'nın varlığı demektir. Allah Teala'nın varlığı hakdır ve en büyük varlık O'na mahsustur. O'nun varlığı, yarattığı şeyler bakımından yaratıkların hepsinden daha açık ve zahirdir. Çünkü Yüce Allah olmasaydı, hiç bir şey olmazdı. Gerek bizim varlığımız ve gerekse herhangi bir şeyin varlığı Yüce Allah'ın varlığına birer şahiddir.

Biliyoruz ki, bu alemde hiçbir şey kendiliğinden var olacak bir durumda değildir. Bunlardan hiç biri ne kendi kendine var olabilir, ne de kendi kendine yok olabilir. Başka bir deyişle, hiç bir şey kendi kendine yokluktan varlığa gelemez. Varlıkdan da yokluğa gidemez. Hiçbir yaratık da ne bir zerreyi var edebilir, ne de onu yok edebilir. İçinde yaşadığımız bu dünya ile beraber sonsuz alemler meydana gelmiş, birbiri ardınca vücuda gelip devam etmektedir. Nice şeyler de varken yok olmuştur.

İşte bütün bunları yokluktan var eden ve sonra yok eden, kuvvet ve hikmet sahibi Yüce bir yaratıcının varlığından asla şübhe edilemez.

14- Yüce Allah'ın varlığını isbat için Kelam (Akaid) ilminde felsefe kitablarında pek çok delil yazılıdır. Bunlardan bir kısmını "Muvazzah İlm-i Kelam Dersleri" adındaki eserimizde açıklamış bulunuyoruz. Şimdi burada:

"Şüphe yok ki, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün değişmesinde akıl sahibleri için (Allah'ın varlığını, kudret ve azametini gösteren) büyük işaretler vardır."
(Ali İmran: 190) ayetini okuyup yüksek anlamını düşünmek yeterlidir.

Bu ayet-i kerîme güzelce düşünülürse, Yüce Allah'ın varlığına, kuvvet ve kudretinin büyüklüğüne dair sayısız deliller önümüze çıkar. Bizim bu eserimiz onları açıklamaya yeterli değildir. Ancak astronomi, kozmoğrafya, biyoloji, kimya, ruhiyat (psikoloji) ve anatomi gibi ilimlerin verdiği bilgileri göz önüne getirenler, bu ayet-i kerîmenin işaret ettiği delillere pek güzel akıl erdirebilirler. Her sağduyu sahibi insan düşündükçe, Yüce Allah'ın varlığını kabule mecbur olur.

İşte yukarda Türkçe anlamını verdiğimiz ayet-i kerîme, bu gerçekleri haber veriyor ve bizi uyarıyor. Bundan sonra gelen:

"Akıl ve anlayış sahibleri o kimselerdir ki, ayakta iken, otururken, yanları üzere yatarken (her hallerinde) Allah'ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler (ve derler): Ey Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. (Boşuna bir şey yaratmaktan) sen münezzehsin. Bizi ateş azabından koru."
anlamındaki ayet-i kerime, gerçek anlayış ve akıl sahibi kimler olduğunu bize bildiriyor.


Bütün bu ayetler, İslam dininde aklın ve düşüncenin ne kadar büyük önem taşıdığını da bize göstermiş oluyor. Bir hadisi şerifde de:
"Düşünce gibi bir ibadet yoktur."
buyurulmuştur.

Gerçekten İslam dininde aklın ve düşüncenin büyük yeri vardır. İslam dini tamamen akla ve hikmete uygundur. Muhakeme ve eleştirme, onun hak ölçülerini değiştiremez. İslamiyet düşünen insanların dinidir.

İşte akıllı insanlar o kimselerdir ki, gökleri, arzı, gece ve gündüzleri, göklerde parıldayan ve her biri güneşten binlerce defa daha büyük yıldızların ihtişamını düşünürler, yeryüzündeki sayısız canlı ve cansız yaratıkları göz önüne alırlar. Hoş gündüzlerin, sakin gecelerin ne kadar sağlam bir düzen ve ölçü içinde yaratılış kanununa uyarak birbirini kovalayıp durduklarını düşünürler. İbret bakışları ile yapılan böyle düşünceler sonunda, bu aleme bu düzen ve ölçüyü vermiş olan Yüce Allah'ın kudret ve azametini insanlar isteyerek ve teslimiyetle kabule mecbur olurlar.

Hatta böyle büyük varlıkları değil, bir zerreden küçük olduğu halde büyük bir duygu ile hayat ve görevini sürdürmeye çalışan bir mikrobu, yine bir zerreden küçük olduğu halde başlıbaşına bir kuvvet hazinesi olan bir atomcuğu düşünmek bile, gerçek akıl sahibi bir insan için Allah'ın yüce kudret ve hikmetini tasdik etmeye yeterlidir.

Büyük bir nizam ve intizam içinde yaratılan bütün bu güzel ve acaib varlıklar rasgele mi olmuştur? Bunlar bilgi ve hikmetten yoksun olan yahut hayal edilen bir tabiatın eseri midir? Asla böyle yanlış bir hükme hiçbir akıl sahibi varamaz.

15- Yine tekrar ederek diyoruz ki, Yüce Allah'ın varlığını ve büyüklüğünü anlamak ve kabul etmek için, bundan önceki maddede anlamını yazdığımız ayet-i kerîmeyi güzelce düşünmek yeterlidir. Bunun içindir ki, Peygamber efendimiz (s.a.v.) buyurmuştur:
"Yazıklar olsun o kimseye ki, bu ayeti okumuş da üzerinde düşünmemiştir."

16- Kadim: Ezeliyyet, evveli olmamaktır. Evveli olmayana Kadim denir. Sonradan meydana gelene de Hâdis denir. Allahü Teala Kıdem sıfatı ile vasıflanmıştır. Çünkü Allah ezelîdir, kadîmdir, varlığının başlangıcı yoktur. O'ndan önce yokluk geçmemiştir. O'nun varlığı yanında milyonlarca seneler bir saniye bile sayılmaz. Yine gördüğümüz alemler, milyarlarca seneden beri mevcut bulunsa, yine Yüce Allah'ın ezeliliği yanında bir saniyelik bir hayata sahib sayılmaz.

Allah Kadîmdir, sonradan var olan şey Allah olamaz. Yüce Allah'dan başka ne varsa bunların hepsi hâdistir (sonradan olmuşlardır.) Bunlar Allah'ın kudreti ile yaratılmışlardır. Artık şüphe yoktur ki, yaratılanlar yaratana mahsus Kadîm sıfatını taşıyamazlar. Onun ezelî varlığı ile beraber hiçbir şey yoktur, alemler sonradan yaratılmıştır.

17- Beka: Ebediyet, sonu bulunmamak sıfatıdır. Sonu olana "Fânî", sonu olmayana da "Bâki" denir.

Yüce Allah Beka sıfatı ile vasıflanmıştır; çünkü ebedidir, bakîdir, varlığının sonu yoktur. O'nun yok olacağı bir zaman düşünülemez. Sonradan meydana gelen bütün varlıklar, Allah'ın kudreti ile meydana gelmişlerdir. Yine Allah'ın kudreti ile yok olurlar, yine var olurlar ve binlerce değişikliklere uğrayabilirler. Fakat Yüce Allah Bakî'dir, değişiklikten ve yok olmaktan beridir. Çünkü O, başkasının kudret eseri değildir ki, onun kudreti ile yokluğa gitsin veya değişikliğe uğrasın. Aksine bütün varlıklar O'nun kudretinin birer eseridir. Onun için Yüce Allah'ın şanında yokluk ve değişiklik nasıl düşünülebilir. Her şey yok olmaya mahkumdur; ancak azamet ve ikram sahibi Allah'ın varlığı kalıcı ve süreklidir.

18- Havadise Muhalefet: Sonradan var olmuş şeylerden ayrı olmak sıfatıdır. Yüce Allah havadise (sonradan var olan şeylere) aykırı ve muhalif bulunmak sıfatı ile vasıflanmıştır. Çünkü Allahü Teala yaratılmış şeylerden hiçbirine hiçbir yönden benzemez, hepsine muhaliftir. Hatırlara gelen her şeyden Allahü Teala mutlak surette başkadır.

Mükevvenat ve mümkünat (yaratılan ve yaratılabilen) dediğimiz şeyler değişirler, başkalaşırlar, birbirine benzeyebilirler ve sonunda yok olurlar. Bütün bu ölümlü varlıklar, her hal ve şekilleri ile asla Allah'a benzemezler. Hiç birinde İlah ve Mabud olma sıfatlarından en küçük biri bile bulunmaz. Hiç yaratılan, yokluğa mahkum olan aciz şeyler, yok olmaktan beri bulunan yaratıcı Yüce Allah'a benzeyebilir mi? Hiç sonradan meydana gelmiş bir nesne Kadîm olan hikmet sahibi Allah'a ortak olabilir mi? Böyle sapık bir düşünceye kapılanlar, kendi ölümlü varlıklarını İlah olmaya yükselterek Allah'ın yüce varlığını da, kendi değersiz varlıkları derecesine düşürmeye varacak kadar küstahlıkta bulunuyorlar.

İnsanların ve diğer yaratıkların birçok ihtiyaçları vardır. Bunlar mekana, zamana, yeyip içmeye, gezip dolaşmaya, doğmaya, doğurmaya ve benzeri hallere muhtaçtırlar. Allah ise, bütün bunlardan beridir. O'nun Arş ve Kürsî'si, yedi kat sema denilen daha nice alemleri vardır. Fakat o, bunlardan hiç birine muhtaç değildir. Bunlar yok iken O, yine vardı.

Başkasına muhtaç olan ve yaratıkların ölümlü vasıfları ile vasıflanan bir insan İlah olamaz. Yüce dinimiz bu gibi yanlış düşüncelerden ve inançlardan kesin surette bizleri yasaklamıştır. (Allah'ın benzeri hiç bir şey yoktur; O, her söyleneni işitendir, her yapılanı görendir.)

19- Kıyam Bizatihi: Varlığı ve durması kendi zatıyla olmak manasında bir sıfattır. Bu sıfat da Yüce Allah'a mahsustur. Öyle ki, Hak Teala'nın ezelî ve ebedî olan varlığı kendi zatıyla kaimdir. Kendi varlığı mukaddes zatının gereğidir, asla başkasından değildir. Bunun için Allahü Teala'ya Vacibü'l-Vücud (varlığı kendinden dolayı gerekli) denilir. O'nun varlığı, başka bir var edene muhtaç olmaktan beridir. Allah'ı var eden bir varlık olsaydı, o zaman var eden o varlık Allah olurdu. Onun için "Allah'ı kim yarattı?" diye sorulmaz; çünkü O, kendiliğinden vardır, kadîmdir. Başkasının var etmesine muhtaç değildir. Eğer böyle olmasaydı, ne kainat bulunurdu, ne de başka bir şey... Bu gerçek kabul edilmeyince, içinde yaşadığımız alemin varlığını izah etmeye imkan kalmaz. Allah'dan başka var olan (mümkünat dediğimiz) şeyler ise, hem var olmaya, hem de yok olmaya bağlı oldukları için, bir var ediciye muhtaçtırlar.

Sonuç olarak denilir ki, Yüce Allah'ı var eden bir varlık düşünülemez ve O'ndan başka bir yaratıcı varlık da olamaz. "Allah'dan başka bir yaratıcı olur mu?"

20- Vahdaniyet: Birlik, yalnız başına olmak, benzeri olmamak; çoğalmaktan, parçalara ayrılmaktan ve eksilmekten beri bulunmak gibi manaları ifade eden bir sıfattır. Bu sıfatları taşıyana "Vahid" denir ki, gerçekte var olan, parçalara bölünmekten ve cüzlerin bir araya gelerek toplanmasından beri bulunan zat demektir. Bu sıfat da Yüce Allah'a mahsustur. Onun için denir ki, Yüce Allah zatında, ulûhiyetinde, mabudiyetinde ve diğer bütün sıfatlarında birdir. Ortaktan, eşi ve benzeri bulunmaktan beridir. Kendisinde artmak, eksilmek, cüzlere ayrılmak, başka şeylerle birleşmek gibi haller asla bulunmaz.

Allahü Teala her yönü ile birdir. Nasıl düşünülürse düşünülsün, sağduyulu bir insan, anlayış ve hikmet sahibi bir kimse Allah'tan başka bir İlah bulunduğuna inanamaz. Başkasının İlah ve Mabud olma imkanına yer veremez. İki ve daha çok ilahın bulunamayacağı kesin delillerle sabit bulunmaktadır. Şu gördüğümüz kainatın varlığı, onun devamı ve intizamı hep Allahü Teala'nın birliğine şahiddir.

Yüce Allah ulûhiyetinde, zatında ve mabudiyyetinde bir olduğu gibi, yaratıcı olmasında da birdir. Yaratılmaya ve yok edilmeye mahkum olan ve böylece mümkün adını alan her şeyi yaratan ve yok eden ancak Allah'dır. O'ndan başka yaratıcı yoktur. İşte mümkünatı yaratıp yaşatmaya ve yok etmeye gücü yetmeyen bir zat ise Allah olamaz. Bunun için ikinci bir İlah'ın varlığına asla imkan yoktur. Çünkü iki İlah düşünüldüğü takdirde, bunlardan biri kendi başına mümkünatı yaratmaya kadir ise, diğeri fazladan olmuş olmaz mı? Fazladan olan yahut aciz bulunan bir zat ise nasıl Allah olabilir? Bu bakımdan akıl sahibi hiç kimse, Allahü Teala'nın zat ve sıfatlarında eşit ve benzeri bulunmadığından, bir olduğundan şüphe etmez. Birden çok yaratıcıların ve mabudların varlığına inanan milletler ise, akla ve hikmete aykırı bir inancın esiri olmuştur. Böylece gerçeği anlama bakımından büyük bir cehalet içinde kalmışlardır.

21- Hayat: Dirilik demektir. Allah kendi şanına mahsus bir hayat sıfatı ile vasıflanmıştır. Allah'ın ilim, irade ve kudret sıfatları ile vasıflanmasının bir gereği olarak hayat sıfatı da vardır. Hayatı olmayan bir şey, bilmekten, dilemekten ve yapabilmek gücünden yoksun olur. Bu ise, yaratıcı için büyük bir noksandır.
Bu sıfatlardan mahrum olan bir varlık, kendi kendine hiç bir şey yaratamaz. Hele bilgi, düşünce, dileme ve güç sahibi olan varlıkları yaratmaya asla kabiliyetli bulunamaz. Çünkü hiçbir eser, yaratıcısında bulunmayan bu gibi vasıfları taşıyamaz. Onun için doğa adı verilip gerçekte ilim, irade ve kudretle nitelenmeyen ve varlığı nesnelere bağlı olarak düşünülüp, onun dışında varlığı bulunmayan şuursuz bir varlık asla bir yaratıcı sıfatını taşıyamaz. Özellikle böyle bir varlık, akıl, irade ve kudret sahibi milyarlarca yaratığın mucidi hiçbir şekilde olamaz.

Sonuç şudur ki, kainatın yaratıcısı olan Allah, Hayat sıfatı ile vasıflanmıştır. Hayyü'l-Kayyûm'dur. (Hem kendisi diri hem de her şeyi dirilten ve ayakta tutandır.)

22- İlim: Bilmek, idrak etmek sıfatıdır. Allahü Teala ilim sıfatı ile vasıflanmıştır. O'nun ilmi, yaratıkların ilmi gibi basit ve sınırlı değildir, bütün kainatı çevreler. Allah her şeyi bilir. Onun bilgisinden hiçbir zerre hariçte kalmaz. Hiçbir varlık da düşünce ve hareketini Yüce Allah'dan saklayamaz. Zira her şeyi bilmeyen, her hareket ve düşünceden haberi olmayan bir varlık Allah olamaz, bu kadar güzel ve acaib nesneleri meydana getiremez, bu kadar yaratığı idare edemez.

Allah'ın böyle her şeyi bildiğini güzelce düşünüp doğrulayan bir insan, elbette daima uyanık bulunur, her söz ve hareketini bir edeb üzere düzenler. Fena sözler söylemez, fena işler düşünmez, başkasına sarkıntılık etmez, hiç bir kimsenin görüp bilmeyeceği bir yerde bile Allah'ın buyruklarına aykırı bir iş yapmaz. Çünkü her yaptığını bilen Yüce Allah'ın varlığına imanı vardır.

23- İrade: Dileyebilmek, ihtiyar edebilmek sıfatıdır. Yüce Allah irade sıfatı ile vasıflanmıştır. O'nun iradesi ezelîdir. Allah yaratacağı şeyleri bu irade sıfatı ile hikmetine göre meydana getirmeyi diler ve dilediği şey mutlaka olur. O dilemedikçe hiç bir şey vücuda gelmez. Hiç bir şey kendiliğinden var olmaz ve kendiliğinden yok olmaz. Ancak Allah'ın dilemesiyle var olur ve yine O'nun dilemesiyle yok olur.

Allah bütün bu kainatı ezelî olan iradesi üzere yaratmıştır. Yaratılmış şeylerin milyonlarca cins ve nevilere, ayrı ayrı vasıflara sahib olması, çeşitli özellikleri taşımış olması, hele bir topraktan, bir sudan, bir havadan yararlanan sayısız ağaçların, ekinlerin, meyvelerin çiçeklerin ve canlıların başka başka renklerde ve tadlarda meydana gelmesi ezelî bir iradenin neticesinden başka değildir.

İşte bütün bunlar, Allah'ın irade sıfatı ile vasıflı bulunduğuna birer şahiddir. Yüce Allah hakkında mecburiyet düşünülemez; O, her şeyi kendi dilemesiyle yaratır. Hiç bir şeyi yaratmaya veya yok etmeye mecbur değildir. Mecburiyet bir acizlik halidir ki, Allah'ın şanına uygun olmaz.

"Allah dilediğini hemen yapar." (Hûd: 107)

24- Kudret: Güç ve kuvvet manasında bir sıfattır. Ezelî ve ebedî kemal üzere bir kudret Allahü Teala'ya mahsustur. Allahü Teala her mümkün varlık üzerinde dilediğini yapmaya kadirdir. Onları yaratmaya ve yok etmeye güçlüdür. O'nun kudretine nihayet yoktur. Bu büyük kainat, O'nun kudretine çok açık ve kuvvetli bir şahiddir.

Yüce Allah dilerse bir anda binlerce alemi yoktan var eder ve dilerse onları bir anda yok eder. Çünkü dilediğini bir anda yerine getiremeyen, istediğini yapamayan bir varlık kainatın İlah'ı olamaz.

Yüce Allah'ın bu büyük kudretini iyi düşünen bir mü'min, O'nun büyüklüğü önünde eğilir, O'nun kudretinden titrer, O'nun kutsal emirlerini yerine getirir ve yasaklarından sakınır.
"Allah her şeye kadirdir."

25- Semi': İşitme kuvvetidir. Allah, Semi' (işitme) sıfatı ile vasıflanmıştır. O'nun işitmesi, yaratıkların işitmesi gibi noksan ve hudutlu değildir. Yüce Allah her şeyi vasıtasız olarak işitir, ancak vasıtalardan ve vasıtalar vasıtasiyle işiten de O'ndan başkası değildir. O, gizli ve aşikar söylenenlerin hepsini işitir, hiçbir şey O'nun işitme sıfatının dışında kalamaz. Kullarının dualarını ve zikirlerini, gizli-aşikar dilek ve yalvarışlarını işitip kabul eder ve onları mükafatlandırır. Yüce Allah'ın böyle her şeyi işittiğine iman eden uyanık bir insan, daima güzel konuşur, her zaman Allah'ı anar, O'nu yüceltir. Her sözünü ve işini Allah'ın rızasına uygun yapar.

26- Basar: Görme kuvveti demektir. Yüce Allah kendi şanına uygun bir halde Basar (görme) sıfatı ile vasıflanmıştır. Allah alet ve vasıta olmaksızın her şeyi görür. Fakat alet ve vasıta ile görenlerin gördüklerini de görür. Her gözden gören O'dur. Bazı şeyleri görmesi, diğer şeyleri görmesine engel olmaz ve O'nun görmesinden hiç bir şey gizli kalmaz. En karanlık gecelerde, karıncaların ve daha küçük yaratıkların kımıldamalarını, hareketlerini görür ve bilir. Şüphe yok ki, görememek ve bilememek büyük bir noksanlıktır. Böyle noksanlıklara sahib olan kör kuvvetler, İlah ve yaratıcı olamazlar. Yüce Allah ise böyle bütün noksanlıklardan beridir ve bütün kemal sıfatları ile vasıflanmıştır.

Kalbi iman dolu bir insan, Yüce Allah'ın kendisini görüp gözetmekte olduğunu bilir ve üzerinde düşünür. Böylece durumunu düzeltir, edebe aykırı hiçbir harekette bulunmaz, melekler gibi temiz bir hayat içinde yaşamaya çalışır durur.
"Biliniz ki, Allah bütün yaptıklarınızı görür." (Bakara: 233)

27- Kelam: Bir manayı belirten, bir maksadı anlatan söz demektir. Yüce Allah Kelam sıfatı ile de vasıflanmıştır. O'nun kelamı (sözü) harf ve sesden beri ve kadîmdir (başlangıcı yoktur.)

Yüce Allah, kendi kadîm kelamını, dilediği zaman şanına uygun bir şekilde meleklerine işittirir, bildirir ve anlatır.

Allahü Teala'nın peygamberlerine dilediği şeyleri vahy ve ilham etmiş olması da bu kelam sıfatının bir tecellisidir. Semavî kitablar hep bu Kelam sıfatı ile meydana gelmiştir. "Kelâm-ı Kadîm" dediğimiz Kur'an-ı Kerîm de bu sıfatlarla Peygamberimize inmiş ve asırlardan beri hidayet rehberliği yapmıştır.

28- Tekvîn: Var etmek, yaratmak manasınadır. Bu da Allah'ın bir sıfatıdır. Yüce Allah bu tekvin sıfatı ile dilediği herhangi bir şeyi yoktan var eder veya var iken yok eder.

Yüce Allah'ın bu alemleri yaratıp yok etmesi, kullarını yaratıp yaşatması, onları beslemesi sonra da öldürüp başka bir aleme onları götürmesi, hep bu tekvîn sıfatının tecellisi ile olur.

"Allah bir şeyin olmasını dilediği zaman, ona "ol" der, o da oluverir." (Yasin: 82)

29- Yüce Allah'ımızın kutsal sıfatlarına ait verdiğimiz bilgiye bir özet yaparak deriz ki:


 Yüce Allah'ın varlığı ve birliği büyüklüğü ve kudreti, ezelî ve ebedî oluşu ve diğer yüce sıfatları apaçıktır. Bunları inkar etmeye, düşünüp de doğrulamamaya imkan yoktur.

Bir düşünelim: Bu kainatta hiç bir şeyin kendiliğinden var ve yok olamayacağını kendiliğinden kımıldanamayacağını ilim ve fen haber vermiyor mu? Biz ise, milyonlarca alemin, milyonlarca parlak yıldızların varlığını, bunların hareket ve sükun hallerini görüp biliyoruz. Artık bunları var eden ezelî ve ebedî eşsiz bir Allah'ın varlığından nasıl şüphe edilebilir?

Yine biliyoruz ki, bilgisi olmayan, kudret ve iradesi bulunmayan bir şeyin, bir gaye ve hikmete yönelik birtakım güzel ve üstün eserleri var etmesi mümkün değildir. Oysa ki biz bu alemde her neye bakacak olsak, onun bir gayeye, bir hikmet ve düzene bağlı bulunduğunu görürüz. En büyük varlıktan en küçük varlığa varıncaya kadar bakılırsa, bunların öyle gelişi güzel bir raslantı eseri olmadığı görülüyor, bunların boşuna yaratılmadığı anlaşılıyor. Bu varlıkların her birinde üstün bir sanat ve letafet eseri, bir irade ve ihtiyar alameti görülmüş oluyor.

Artık bu kadar yararlı olan bu güzel eserlerin, ilim, kudret ve hikmet sahibi olan ezelî bir yaratıcıya muhtaç olmadığını kim söyleyebilir?

Şimdi biz, bütün bu dış alemdeki varlıklardan bakışlarımızı çevirip kendi nefsimize ve duygularımıza bakalım. Vücudumuzun her parçası ve hücresi, vicdanlarımızın bütün duygu ve kavramları, şanı çok yüce olan büyük bir Allah'ın, yaşatıp rızık veren bir yaratıcının varlığına daima şahidlik edip durmuyor mu?..

O halde şübhe yok ki, kendi varlığını ve sorumluluğunu yitirmedikçe, hiç kimse, Allah'a iman inancından, bir yaratıcının var olduğu düşüncesinden asla yoksun olamaz.

"Gökten ve yerden size rızık veren Allah'dan başka bir yaratıcı var mı?"


Ö.NASUHİ BİLMEN



15 Ağustos 2017 Salı

İLMİHAL:İMAN İLE İSLAM'IN ŞARTLARI-5-


10- İslâm dininde Yüce Allah'a, meleklere, Allah'ın kitablarına, peygamberlere, ahiret gününe, kaza ve kadere iman etmek esastır. Bunları bilip kabullenmek imanın temel şartıdır. Onun için imanın şartları altıdır, denilir. Bu şartlar müslümanlıkta kesinlikle mevcut esaslardır. Bunlara, inanılması zorunlu din ilkeleri denir. Bunlara inanmak mecburiyeti vardır. Bunları doğrulamadıkça iman gerçekleşemez. Bunlardan herhangi birini inkar etmek -Allah korusun- insanı hemen dinden çıkarır.

Biz bu imanımızı; "Amentü billahi..." sözlerini okumakla daima açıklıyor ve isbat ediyoruz. Bu sözleri okuyan şöyle demiş oluyor:

"Ben Yüce Allah'a, O'nun meleklerine, O'nun kitablarına, O'nun peygamberlerine, ahiret gününe, kaderin (iyi ve kötü her şeyin yaratılışı) Allah'dan olduğuna inandım. Öldükten sonra dirilip mahşerde (hesab yerinde) toplanmak hakdır ve gerçektir. Şahidlik ederim ki, Allah'dan başka ilah yoktur ve yine şahidlik ederim ki, Hazreti Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) O'nun kulu ve peygamberidir."

11- İslâmın şartları ise, beştir. Peygamber Efendimiz'in bir hadislerinin manası şudur: "İslâm dini beş şey üzerine kurulmuştur: Şahadet sözünü getirmek (Eşhedü en lâ İlahe İllallah ve Eşhedü enne Muhammeden Resûlüllah, demek), namaz kılmak, zekat vermek, ramazan ayı oruç tutmak ve hac etmek."

İşte bu beş şey İslâm'ın şartıdır. Bu şartları gözetip onları yerine getiren insan, İslâm şerefine ermiş, Müslüman rütbesini kazanmış olur.

"Eşhedü en lâ İlâhe İllallah ve Eşhedü enne Muhammeden Abdühu ve Resûlühu" = Allah'dan başka ilah olmadığına şahidlik ederim. Yine Muhammed'in (a.s.) Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna şahidlik ederim." sözlerine "Kelime-i Şehadet" denir. 


"La İlâhe İllallah, Muhammed'ün Resûlüllah"sözüne de "Kelime-i Tevhid" denir.

 Biz bu mübarek kelimeleri daima okuruz.

Ö.NASUHİ BİLMEN


14 Ağustos 2017 Pazartesi

İLMİHAL:İMAN VE İSLAMIN NİTELİĞİ-4-

7- İman, lügat manası bakımından, bir şeye inanmak ve bir şeyi doğrulamak demektir. "Bu iş böyledir, şöyledir" diye hüküm vermektir.

Din teriminde ise, Yüce Allah'ın dinini kalb ile kabul edip Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem'in bildirdiği şeyleri kesin olarak kalb ile doğrulamaktır.

İmanın aslı bu olmakla beraber bir engel hal bulunmadığı takdirde kalb ile kabul edilip inanılan bu hükümleri dil ile söylemek ve şahadette bulunmak lazımdır. Çünkü inanılması gereken şeyleri kalb ile benimseyip kabul eden kimse, bunları dili ile söylemezse, onun iman durumu insanlar tarafından bilinmez, onun müslüman olduğuna hükmedilmez.

Kalb ile doğrulamak, dil ile söyleyip ikrar etmekle meydana gelen imanla beraber namaz kılmak ve oruç tutmak gibi ameller de gereklidir. Çünkü biz, bu görevleri yapmakla sorumluyuz. Bu görevleri yapmak imana kuvvet verir, imanın kalbdeki nurunu çoğaltır. İnsanı azabdan kurtarır. Yüce Allah'ın ihsan ve ikramlarına kavuşturur.

8- "İslâm" sözüne gelince; Lügat manası bakımından İslâm, teslim olmak, boyun eğmek ve itaat etmektir. Din teriminde ise, Yüce Allah'a ve O'nun peygamberine itaat etmek, Peygamber Efendimiz'in din adına bildirmiş olduğu şeyleri kalb ile kabul edip dil ile söylemek ve onları güzel görmektir. İslâm aynı zamanda din manasına gelir.

9- Gerçek din ile İslâm arasında esasta bir fark yoktur. Her gerçek din İslâmdır. Her İslâm da gerçek bir dindir; Buna müslümanlık da denir.

Allah Teala'nın dinine sadece "din" denildiği gibi, millet şeriat, İslâm ve İslâm dini de denir. Bununla beraber "İslâm" sözü, bazen güzel ameller manasında, bazen da İman manasında kullanılır. Şeriat sözü de, ibadetler ve insanlar arasındaki ilişkilerle ilgili olan hükümlerin tümünde kullanılır.


Ö.NASUHİ BİLMEN


13 Ağustos 2017 Pazar

İLMİHAL:İSLAM DİNİNİN GENELLİĞİ VE MUTLU SONUÇLARI-3-


5- İslâm dini, hak dinlerin en sonu ve en olgunudur. Bu kutsal din, yalnız bir millete ve bir zamana özgü değildir. Bütün insanlara kıyamete kadar gerekli olan Allah'ın tabii dinidir. İnsanların yaratılışlarına ve yaşayışlarına tamamiyle uygundur. Bu yüce din, bir kurtuluş ve selamete eriş yoludur, bu mutluluk kaynağıdır. Allahû Teala'nın razı olduğu dindir. Cenab-ı Hak buyurmuştur:
"Allah katında din İslâm'dır."
(Al-i İmran: 19)

6- İslâmiyetin ortaya çıkışından önce, bütün yeryüzü din bakımından cehalet karanlığı içinde kalmıştır. Hak dinler, sönmüş, İlahî ilim ve irfan güneşi batmış, ufukları karanlıklar kaplamıştı. İnsanlar yalnız kendi hırsları uğrunda çalışıyor, çırpınıyor ve çarpışıyordu. Birbirlerini esir ediyorlardı. Arab yarımadasının halkı ise, büsbütün cehalet içinde kalmıştı. İnsanlar kendi elleriyle yaptıkları putlara tapıyorlardı. Bu davranışları onları utandırmıyordu. Kız çocuklarını canlı olarak toprağa gömüyorlardı. Bundan da hiç bir üzüntü duymuyorlardı. Bayağılık içinde başka milletlerin hakimiyeti altında yaşıyorlardı ve bundan da bir tasaları yoktu. Netice olarak güzel inançtan, iyi ahlakdan, yararlı işlerden ve yüce duygulardan hiçbir eser kalmamıştı.

Fakat İslâm güneşi doğmaya başlayınca, yeryüzünün birçok yerleri hemen aydınlanmaya başladı. İnsanlık alemi hakdan, adaletten, eşitlikten ve kardeşlikten haberdar oldu. Putlara tapan, insanların ayaklarına kapanan başlar, yalnız noksanlıklardan beri olan bir Allah'a secde etmeye başladı. Ruhlar yükseldi, diller Yüce Allah'ı anmakla bezendi. Gözler, büyük yaratıcımızın güzel eserlerini seyretmekten meydana gelen uyanıklık nurları içinde kaldı.

Sonuç olarak;
İslâm dini sayesinde gerçek bir medeniyet, sağduyulu insaniyet, yararlı bir ilerleme ve çok mutlu bir devrim oldu. İnsanlık alemi bu mukaddes dine sarıldıkça şüphesiz daima yükselecektir.


Ö.NASUHİ BİLMEN



12 Ağustos 2017 Cumartesi

İLMİHAL:GERÇEK BİR DİNİN VASIFLARI VE YARARLARI-2-


3- Gerçek bir dinin belirgin vasıfları, kendini diğer dinlerden seçkin kılan özel nitelikleri pek çoktur. Özetle diyebiliriz ki, gerçek din insanlara yalnız bir Allah'ın varlığını bildirir, yalnız bir Allah'a ibadet edilmesini emreder, bütün kainatın Allah'dan başka yaratıcısı bulunmadığını haber verir. Bütün peygamberlere ve bütün semavî kitaplara ayırım yapmaksızın inanılmasını ister. Sonsuz olan bir ahiret hayatının varlığını anlatır. İnsanları bir düzen içinde birleştirir ve aralarında bir kardeşlik meydana getirir. İnsanların yaratılışında eşitlik bulunduğunu gösterir. Allah katında üstünlüğün takva ve güzel ahlakla olduğunu öğütler. Her yönü ile akla ve hikmete uygun bulunur, insanların kurtuluşuna ve mutluluğuna vesile olur.
İşte bütün bu niteliklere sahip olan din, bugün yeryüzünde var olan ve kıyamete kadar devam edecek olan yalnız İslam dinidir.

4- Hak dinin yararlarına gelince:Bu yararlar çoktur ve pek önemlidir. Böyle bir din sayesinde insanların kazanacakları yararları ve mutlu halleri anlatmaya hiç bir kalem yeterli değildir. Şu kadarını bildirelim ki, insan hak bir din sayesinde ne için yaratıldığını öğrenir, kendisini yaratıp büyüten, sayısız nimetlere eriştiren mukaddes kutsal mabudunu tanır. Allah'ın seçkin kulları olan Peygamberlerin varlığına inanır ve onların güzel huyları ile hayatını aydınlatmaya çalışır. Böylece insanlığa yaraşır bir yaşayışla yaşar ve ölünce de sonsuz bir mutluluğa kavuşur.

Şunu da arz edelim ki, gerçek bir din, insana güç verir, onu hayata hazırlar, onu en düşünceli ve en üzüntülü günlerinde teselli eder. Böylece insanın gelecekteki hayatını korumuş olur.

Düşününce şu gerçeği anlarız: İnsan bu dünya hayatında yaratıklardan bir yaratıktır. İnsan bu alemdeki yaratıkların yanında bir zerre mikdarıdır. Birçok ihtiyaçlar içinde çırpınmaktadır. Mevcut alemin bir takım kuvvetleri karşısında pek aciz bir durumdadır. Sonra da, daha açılmadan solan çiçekler gibi bütün varlığını kaybederek ölüp gitmektedir. O halde insanlık bu ölümlü hayattan ibaret olsa, insanlar kadar durumlarına acınacak bir yaratık olamazdı.

O halde bu maddî ve ölümlü hayat bakımından insanın yaşantısı tam bir huzur ve bahtiyarlık içinde olamaz. Fakat diğer bir yönden insan çok bahtiyar ve pek mutludur. Çünkü gerçek dine sarıldıkça, insan kalben huzur içinde olur. Sonsuz bir mutluluğa erişme hazırlığındadır. Bu geçici hayatın sona ermesi, kendisini hiç bir tasaya düşürmez. Böyle bir insan, ebedî bir varlığın kendisini rahmeti ile koruyacağından emindir. Hiç bir zaman kaybolmayacak olan bir hayata kavuşmakla mutlu olacağına inanmıştır.

İşte bütün bunlar, gerçek bir dinin insanlık alemine kazandıracağı yararların bir kısmıdır.

İnsan, ancak böyle bir din sayesinde hayatını kanaat üzere düzenler, büyük yaratıcısına seve seve ibadette bulunur, hakları gözetir, ebedî olan cennet mükafatına kavuşma isteği ile dindaşlarına ve bütün insanların hidayete ermelerine hizmet etmek ister. Böylece cemiyetin çok kıymetli bir organı olur.

Sonuç:
İnsanlığa bu yüksek ruhu veren, bu güzel yaşayış şeklini öğreten, gerçek dinden başkası olamaz.

11 Ağustos 2017 Cuma

İLMİHAL:GERÇEK DİNİN ESASLARI VE BAŞLICA DİNLER-1-

1- Gerçek din, Yüce Allah'ın bir kanunudur ve birtakım sağlam hükümlerin kutsal bir mecmuasıdır. Allah bunu, peygamberleri aracılığı ile insanlara ikram ve ihsan, buyurmuştur. Bu kanun, insanları hayırlı olan şeye götürür. İnsanlar, bu Allah kanununun buyruklarına kendi güzel irade ve arzuları ile uydukça, doğru yol üzerinde bulunur ve hidayete ermiş olurlar. Hem dünyada, hem de ahirette mutluluğa ve selamete kavuşurlar.

2- Dinler başlıca üç kısma ayrılır.

Birincisi: Hak dinlerdir. Bunlar yukardaki tarife uygun olanlardır. Yüce Allah tarafından konulup peygamberler aracılığı ile insanlara bildirilen dinlerdir. Bunlara "İlahî ve Semavî" dinler de denir.

Semavî dinlerin hepsi esas bakımından birdirler. Yalnız bazı ibadetler ve hukuk kuralları bakımından aralarında ayrılık olmuştur.


Hazret-i Adem'den Hazret-i İsa'ya kadar gelen bütün mübarek peygamberlerin insanlara bildirmiş oldukları dinler, iman esaslarında bir olup yalnız bir Allah'a iman etmeye dayalı iken, bunlar sonradan bozulmuş ve asılları kaybolmuştur. Yüce Allah en son ve en büyük Peygamberi olan Hazret-i Muhammed'i Sallallahu aleyhi ve Sellem'i bütün insanlara Peygamber olarak göndermiştir. Onun aracılığı ile de hak dinlerin en sonu ve en mükemmeli, olan İslam dinini kullarına Allahü Teala ihsan etmiştir. İşte bugün yeryüzünde hak din olarak kıyamete kadar yaşayacak olan yalnız bu İslam dinidir.

İkincisi:
Asılları değişmiş ve bozulmuş olan dinlerdir. Bunlar, yukarıda söylendiği gibi asılları bakımından birer gerçek din iken sonradan bozulmuş, İlahî niteliklerini kaybetmiş olan dinlerdir.

Üçüncüsü:
Batıl dinlerdir. Bunlar asılları bakımından da gerçek din ile ilgisi bulunmayan dinlerdir. Bunlar birtakım milletler tarafından ortaya konmuş olan uydurma inançlardır. Bunlarda akla ve mantığa uygun olan bazı hükümler bulunsa bile konuluşları itibariyle İlahî olmak şerefinden yoksun olup hiç bir bakımdan din kutsallığını taşımazlar. Ateşe, yıldızlara ve putlara tapan milletlerin dini bu türdendir.


Ö.NASUHİ BİLMEN


10 Ağustos 2017 Perşembe

DOĞRU SÖZLÜLÜK-(Sıdk)- Riyâzü's Sâlihîn-İmam Nevevi- 2-


56.Ebû Muhammed Hasan İbni Ali İbni Ebû Tâlib radıyallahu anhümâ şöyle dedi:

 Ben Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den:

 “Şüpheliyi bırak, şüphe vermeyene bak. Zira gönül, (sözde ve işde) doğrudan huzur, yalandan kuşku duyar” buyurduğunu belledim. Tirmizî, Kıyâmet 60 

Hasan İbni Ali İbni Ebû Tâlib 

Resûl-i Ekrem Efendimiz’in sevgili torunu Hz. Hasan, hicretin üçüncü yılı ramazanında doğdu. Kendisine Hasan ismini ve Ebû Muhammed künyesini Hz. Peygamber verdi. Efendimiz’in yakın alâkası, şefkati ve terbiyesi altında büyüdü. Râşid halifelerin beşincisidir. Halifelik hakkından Muâviye lehine vazgeçmek suretiyle müslümanlar arasındaki birliği temin etmeye çalıştı. Cömert ve hakîm bir zattı.

 Hz. Peygamber’den 13 hadîs rivayet etti. Rivayetleri Sünen’lerde yer aldı. 

50 (670) yılında vefat eden Hz. Hasan’ın kabri Bakî’dedir. 

Allah ondan razı olsun. 

Açıklamalar 
Ahmed İbni Hanbel’in Müsned’inde yer alan rivayete göre Hz. Hasan’a, “Hatırında Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den ezberlediğin neler var?” diye sormuşlar. O verdiği cevapta bu hadîs-i şerîfi de zikretmiştir.

 594 numarada tekrarlanacak olan hadis, genel bir kural olarak “şüphe veren şeyi şüphe vermeyenle değiştirmeyi” öğütlemektedir. Şüphe veren ile vermeyeni tayin işinde ölçü, müslümanın gönlüdür. Çünkü kalp, doğrudan tatmin, yalandan tedirgin olur. 

Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den zayıf bir sened ile rivayet edilen bir başka hadiste: 

- Bir şeyin bana şüphe verip vermediğini nasıl anlayabilirim? diyen kişiye Hz. Peygamber şu tavsiyede bulunmuştur: 

- “Elini kalbinin üzerine koy. Çünkü kalp haramdan irkilir ve çırpınır, helalden de sükûn ve huzur bulur” (Heysemî, Mecme’u’z-zevâid, X, 294). 

Eli kalp üzerine koyup kalp atışlarını dinlemek, günümüzdeki “yalan makinası” uygulamasını andıran psikolojik bir yöntemdir. 

Diğer taraftan, iman kesinlik (yakîn) ister. İmandan kaynaklanan söz ve davranışların da doğru ve kesin olması gerekir. Kuşkulu ve tereddütlü işler yapmak, bir başka hadiste belirtildiği üzere (bk. 589. hadis), yasak bölge yakınında gezinmektir. Her an harama düşme tehlikesi ile başbaşa olmak demektir.. Oysa “Korkulu rüya görmektense uyanık durmak yeğdir.” Şüpheli şeyleri terketmek, bir çok sıkıntıdan peşinen kurtulmak demektir. 

Helâl ve haram şuuru, şüphelilere karşı gösterilecek dikkatli tavırlarla canlı tutulabilir. Özellikle haram sınırlarının hızla yok edildiği günümüzde bu konu daha bir nezâket ve ehemmiyet kazanmıştır. Şüphelileri terketmek, müslümanı günah işlemiş olma ihtimalinin kahredici endişesinden kurtaracaktır. 

Hadisten Öğrendiklerimiz 
1. Şüphelilerden uzak durup helâl olanlara yönelmek gerekir. Harama düşmekten korunmak böylece sağlanmış olur.

2. İnsan “içine sinmeyen” veya “ içinin ısınmadığı” konulardan uzak kalmalıdır. Gönül yatkınlığı herkes için özel ölçüdür. “Müftiler fetvâ verse de sen gönlüne bak!” (Ahmed İbni Hanbel, Müsned IV, 194) hadîs-i şerîfi daima ölçü alınmalıdır. 

3. Allah saygısı ile dolu olan müslümanlar, büyük günahlara düşme endişesi ile küçük günahlardan uzak dururlar.

9 Ağustos 2017 Çarşamba

DOĞRU SÖZLÜLÜK-(Sıdk)-Riyâzü's Sâlihîn-İmam Nevevi- 1-


“Ey inananlar! Allah’a karşı saygılı olun ve özü-sözü doğru olanlarla beraber bulunun.” Tevbe sûresi (9), 119 

Âyet-i kerîme, Tebük Savaşı’na katılmayan fakat sonra tövbeleri kabul buyurulan üç sahâbî ile ilgili âyetlerden hemen sonra gelmektedir. Müslümanları, imanlarında, verdikleri sözlerinde ve dinlerinde, gerek niyet, gerek söz, gerekse davranış bakımından dürüst kimselerle birlikte olmaya çağırmaktadır. 

Sıdk, sözde ve özde doğruluk demektir. “Sâdıklar” bu âyette, - önü sonu dikkate alınınca- öncelikle “Hz. Peygamber ve ashâbı” anlamına gelmektedir. Muhammed aleyhisselâm ve ashâbının yolunu izlemeye gayret eden has müslümanlarla beraber olmak, kulun Allah saygısını arttıracak ve dolayısıyla ona dünya-âhiret mutluluğunu kazandıracaktır.

 “Doğrularla beraber olmak”, netice itibâriyle “doğruya destek vermek” demektir.

2. "Doğru sözlü, doğru özlü erkek ve kadınlara Allah, bağışlanma ve büyük ecir hazırlamıştır.” Ahzâb sûresi (33), 35 

Âyet, özünde, sözünde ve işinde doğru olmanın iki önemli neticesini açıklamaktadır: Geçmişteki hataların bağışlanması (mağfiret) .. Gelecekte büyük ecir (mükâfat)... Bu, geçmişi ve geleceğiyle en büyük güvenceye sahip olmak demektir.

 3. “Allah’a karşı dürüst ve samimi davransalardı, elbette kendileri için çok daha iyi olurdu.” Muhammed sûresi (47), 21 

Hicretten sonra Medine’de müslümanlar güçlenmeye başlayınca içlerinden bir kısmı, “düşmanla harbetmeye izin verilse, bu konuda bir âyet gelse” diye temennide bulunmuşlardı. Savaşa izin verilince “kalplerinde hastalık bulunan” münâfıklar böyle bir durumu kendileri istememişler gibi baygın baygın bakakalmışlardı. Halbuki onlara düşen itaat etmekten ibâret idi. Çünkü bunu kendileri istemişlerdi. Durum kesinleştikten sonra Allah’a karşı dürüst ve samimi davranmak, herkesten önce kendileri için hayırlı ve iyi olacaktı. Dürüstlük özellikle önceden temenni edilen şeylerin bedeline katlanmakla isbat edilebilir. Faydasını da ancak bu bedeli ödemeye hazır olanlar görür. Müslümana özünde, sözünde ve işinde dürüst olmak yaraşır. 

Hadisler

55. Abdullah İbni Mes’ud radıyallahu anh’den rivâyet edildiğine göre Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: 

“Şüphesiz ki sözde ve işde doğruluk hayra ve üstün iyiliğe yöneltir. İyilik de cennete iletir. Kişi doğru söyleye söyleye Allah katında sıddîk (doğrucu) diye kaydedilir. Yalancılık, yoldan çıkmaya (fücûr) sürükler. Fücûr da cehenneme götürür. Kişi yalancılığı meslek edinince Allah katında çok yalancı (kezzâb) diye yazılır.” Buhâri, Edeb 69; Müslim, Birr 103-105. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 80; Tirmizi, Birr 46; İbni Mâce, Mukaddime 7; Duâ 5 

Açıklamalar 
1545 numarada tekrar karşılaşacağımız hadîs-i şerîfte dört önemli tâbir, iki grup halinde birbirlerinin zıddı olarak zikredilmektedir. Sıdk-Kizb, birr-fücûr. Ayrıca bunlara bağlı olarak da sıddîk ile kezzâb aynı şekilde birbirinin karşıtı iki nitelik ve sonuç olarak yer almaktadır. 

Sıdk, sözünde ve işinde dürüst olmaktır. 

Kizb ise, bunun tam aksi davranmaktır. 

Birr, bütün hayr ve iyilikleri ihtivâ eder.

Fücûr ise, kötülüğe meyl ve muhabbet etmek, yoldan çıkmak demek olup her çeşit şer ve fesâdı ifade eder.

 Sıddîk, doğruculuğu; kezzâb yalancılığı âdet edinmiş kişi demektir. Her iki kelime de mübâlağa ifâde etmektedir. 

Dürüstlük, üstün iyilik demek olan birr’e; birr ise, cennet’e uzanan bir çizgidir. Sözünde ve işinde doğru olmaya gayret edenler, Nisâ sûresi’nin 69. âyetinde belirtildiği üzere, peygamberlikten sonraki en yüksek mertebeye (sıddîkıyet) ereceklerdir. Doğruluğu âdet edinmenin yolunu yüce Allah Tevbe sûresi’nin 119. âyetinde, “Ey iman edenler! Allah’a karşı saygılı bulunun ve sâdıklarla beraber olun” fermânıyla göstermektedir. 

Yalan ve yalancılık her türlü kötülüğün başı olan fücûra sebep olacaktır. Fücûr ise cehenneme götürür. Yalancılığı âdet edinenler Allah katında kezzâb diye tescil edilecektir. Bu önemli bir tesbit ve büyük bir uyarıdır. Bu demektir ki, sahteciliğin İslâm’da yeri yoktur. 

Hadisin Müslim’deki rivayetlerinde doğruluğu düstur edinenlerin sıddîk, yalancılığı meslek edinenlerin ise kezzâb diye yazıldığı kaydedilmektedir. Bu kayıt, hadisteki teşvik ve tehdidin, bilerek ve isteyerek doğrunun veya yalanın peşine düşenlere yönelik olduğunu göstermektedir. O halde daima doğruyu aramak, doğru söylemek gerekmekte, yalana ve yalancılığa asla müsâmaha göstermemek lâzım gelmektedir. Zira alışkanlıklar, bilinçsiz hoşgörüler sonucu oluşurlar. 

Hadisten Öğrendiklerimiz 

1. Her hayrın sebebi olan doğruluk teşvik edilmekte, her kötülüğün sebebi olan yalandan uzak kalınması istenmektedir. 

2. Mükâfat ve cezâ, kulun yaptığı iyi ve kötü amellere göre söz konusu olur. 

3. Doğrularla beraber olmak insanda “takvâ” duygusunu geliştirir. 

8 Ağustos 2017 Salı

Riyâzü's Sâlihîn'in Namaz Bölümü Hadis Rehberi-11-

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


24. Ebû Hüreyre radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Birtakım melekler geceleyin, diğer birtakımı da gündüz vakti birbiri ardınca gelip sizin aranızda bulunurlar. Onlar sabah namazı ile ikindi namazında bir araya gelirler. Geceleyin aranızda kalmış olanlar Allah'ın huzuruna çıkarlar. Allah Teâlâ, kullarının halini çok iyi bildiği halde, meleklere:

-Kullarımı ne halde bıraktınız? diye sorar. Melekler:

-Onları namaz kılarken bıraktık; yanlarına da namaz kılarken varmıştık, derler."


Buhârî, Mevâkît 16, Tevhîd 23,33; Müslim, Mesâcid 210. Ayrıca bk. Nesâî, Salât 21

Açıklamalar
Sabah ve ikindi vakitlerini ve bu vakitlerin namazını daha faziletli kılan sebeplerden biri, belki en önemlisi, bu namazlarda meleklerin de hazır bulunmaları ve Allah'ın mü'minlere bir lutfu olmak üzere, onların güzel hallerine meleklerin Cenâb-ı Hakk'ın huzurunda şahitlik etmeleridir. Mü'minlerin birbiri hakkında şahitlik etmeleri, lehinde şahitlik edilen kimse için Allah katında rahmet vesilesi olduğuna göre, meleklerin şahitliği öncelikle ve daha çok rahmete nâil olmanın vesilesidir. Âlimlerimizden bir kısmı bu meleklerin hafaza melekleri olduğunu, bir kısmı da kâtip melekler olduğunu söylemişlerdir. Bu gibi mahiyeti tamamen açıklanmayan konularda kesin söz söylemek mümkün olmadığına göre, bu anılanlardan herhangi biri veya daha başka melekler olabilir.

Meleklerin inmeleri, ilgili hadislerden anladığımız kadarıyla şöyle olmaktadır: Bir grup melek ikindi namazında iner ve mü'minlerin arasında kalırlar. İkinci grup sabah namazında iner ve bir araya gelirler. Sonra geceyi mü'minlerin arasında geçiren melekler gökyüzüne ve Allah'ın huzuruna çıkarlar, diğerleri ise ikindiye kadar yeryüzünde kalırlar. İkindi olunca başka melekler iner, onlar da yeryüzündekilerle birlikte ertesi günün sabahına kadar birlikte kalır, sonra sırası gelenler Allah'ın huzuruna çıkarlar. Böylece meleklerin inişi ikindi vaktinde, çıkışı ise sabah vaktinde olmuş olur. Hadisin birçok tarikinde meleklerin sadece sabah namazında toplandıklarının zikredilmesi, bu rivayete aykırı düşmez. Çünkü bir hadiste sabah namazında toplanmalarının zikredilmiş olması, ikindide toplanmamalarını gerektirmez.

Allah Teâlâ'nın ilmi her şeyi kuşattığı ve hiçbir şey O'nun bilgisi dışında olmadığı halde, yeryüzünden huzuruna çıkan meleklere "Kullarımı ne halde bıraktınız?" diye sormasının bazı hikmetleri üzerinde durulmuştur. Bunlardan biri, kendisine ibadet eden, saygı gösteren, emir ve yasaklarını dinleyen kullarının kıymetini, merhamet ve mağfirete lâyık olduklarını kullarına göstermesidir. Bir başka hikmeti ise, şu âyetteki gerçeği meleklere göstermesidir. Cenâb-ı Hak, Âdem aleyhisselâm'ı yarattığında melekler kendisine: "Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz" demişler, Allah Teâlâ da: "Şüphesiz ben sizin bilmediklerinizi bilirim" buyurmuştu [Bakara sûresi (2), 30]. 


İşte Allah Teâlâ, yeryüzündeki mü'min kullarının da tıpkı gökyüzündeki melekler gibi kendisinin emir ve yasaklarına itaat ve O'nu zikir ve tesbih etmelerine melekleri şahit kılarak, daha önceki zanlarında yanıldıklarını onlara göstermiş olmaktadır.

Hadisten Öğrendiklerimiz
1. İnsanların bütün hal ve hareketlerini takip edip, Cenâb-ı Hakk'a onlar hakkında rapor vermekle görevli melekler vardır.

2. Sabah ve ikindi namazı vakitleri, yeryüzünde kulların davranışlarını takip edip Allah'a bildirmekle görevli meleklerin buluştuğu ve mü'minlerle birlikte namaz kıldıkları faziletli zamanlardır.

3. Melekler, sabah namazı vaktinde gökyüzüne çıkar, ikindi namazı vaktinde de yeryüzüne inerler.

4. Namaz ibadetlerin en büyüğüdür.

5. İnsan her an Allah'ın gözetimi altındadır.

http://www.namazzamani.net/


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR      

7 Ağustos 2017 Pazartesi

Husuf namazı (Ay Tutulması Namazı)

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Bugün Ay tutulması 

18.50.02 Kısmi Tutulma Başlangıcı
20.22.55 Parçalı Tutulma Başlangıcı
21.20.32 Azami Tutulum
22.18.10 Parçalı Tutulma Sonu
23.50.56 Kısmi Tutulma Sonu
Ay; İstanbul’da saat: 20.03’de
Tekirdağ’da saat: 20.08’de doğacak.

Hicri takvime göre Ay tutulması zamanında kılınan husûf namazı nasıl kılınır?

Peygamber Efendimiz’in (sas) namaz ve dua tavsiyesinde bulunmuştur.


 Ay veya Güneş tutulmasını gördüğünüz zaman, açılıncaya kadar namaz kılın, dua edin.” (Buhârî, “Küsûf”, 1, 15)

Husuf namazı:


Ay tutulduğu zaman, herkes kendi evinde tek başına olarak güneş tutulması namazı gibi, kıraati gizli veya açıktan okuyarak iki veya dört rekat namaz kılması iyi olur. Bu namazın camide cemaatle kılınması da, caizdir.

Bu namaz, iki rekat kılınırsa sabahın sünneti gibi, dört rekat kılınırsa ikindinin sünneti gibi kılınır.

Güneş tutulduğu zaman, ezansız ve kametsiz olarak, en az iki rek`at olmak üzere toplu olarak namaz kılınır. İmam her rek`atta normal namazlara göre daha uzun ve açıktan kıraatte bulunur. Namazdan sonra imam kıbleye karşı ayakta veya cemaate dönük şekilde oturarak dua eder. Cemaatle kılınmadığı durumlarda bu namaz tek başına da kılınabilir.

Küsûf namazının sünnet olduğu ve cemaatle kılınmasının daha faziletli sayıldığı konusunda müctehidler arasında görüş birliği bulunmakla birlikte, hüsûf namazının sünnet olup olmadığı ve cemaatle kılınıp kılınmayacağı tartışmalıdır.

Ebû Hanîfe ve Mâlik, ay tutulması güneş tutulmasından daha fazla olduğu halde Peygamberimiz'in bu sebeple namaz kılmadığını öne sürerek, hüsûf namazının sünnet olmadığını söylemişlerdir. Ancak böyle bir durumda tek başına iki rek`at namaz kılınabilir, müstehaptır. Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel'e göre ise hüsûf namazı da küsûf namazı gibi sünnettir, cemaatle kılınır.

Şiddetli rüzgâr, aşırı yağmur, aşırı soğuk ve benzeri durumlarda, bunların can ve mal kaybına yol açabilecek doğal âfete dönüşmemesi için dua etmek ve bu anlamda iki rek`at namaz kılmak güzel (müstehap) bulunmuştur. 

Nitekim Peygamberimiz şiddetli bir rüzgâr estiğinde şöyle dua etmiştir:

"Allahım! Senden rüzgârın en hayırlısını, rüzgârla gönderdiklerinin en hayırlısını isterim. bu rüzgârın kötülüğünden, bu rüzgârdakilerin kötülüğünden ve rüzgârla gönderdiğin şeylerin kötülüğünden sana sığınırım" (Tirmizî, "Da`avât", 48, 88; Müslim, "İstiska", 15).

Bu durumlarda namaz ve dua, tabiat olaylarının insanlarda ve çevrede hâsıl edebileceği olumsuz etkilere karşı Allah'tan yardım dileme mahiyetindedir.


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

Hoşa Gitmeyen Bir Şey Görüldüğünde Vaaz Ve İlim Öğretmede Öfkelenmek

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
3. BÖLÜM İLİM

28. Hoşa Gitmeyen Bir Şey Görüldüğünde Vaaz Ve İlim Öğretmede Öfkelenmek

90- Ebû Mes'ud el-Ensarî 
(radıyallahu anh) şöyle demiştir:

Bir adam Peygamberimiz 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e Ey Allah'ın Resulü! Falanca bize namaz kıldırırken namazı uzattığından neredeyse cemaatle namaza yak­laşmıyorum (arasıra terk ediyorum)"demişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'i o gün verdiği vaaz sırasındaki öfkeli halinden daha öfkeli olarak görmedim.O (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu:

"Ey insanlar! Sizler nefret ettiriyorsunuz, insanlara namaz kıldıran kişi (namazı) hafif tutsun. Çünkü namaz kılanların (cemaatin) içinde hasta, zayıf ve ihtiyaç sahibi olanlar vardır."
[Hadisin geçtiği diğer yerler:702,704,6110,7159]

Açıklama
Hz. Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem), namaz kıldıran kişilerin namazı uzatmalarını yasakladığı halde bu olay meydana geldiği için bu kadar öfkelenmiştir.

Bu hadis ile ilgili ayrıntılı bilgi Namaz bölümünde gelecektir,

91- Zeyd Ibn Hâlid el-Cühenî 

(radıyallahu anh)'den rivayet edilmiştir.

Bir adam Hz. Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e buluntu mal hakkında soru sordu.

Hz. Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) "Bağını (veya kabını), kılıfını iyice belle, sonra bir yıl boyunca mal bulduğunu etrafa duyur. Sonra onu kullan. Sahibi gelirse malı ona ver". 

Adam: "Yitik deve de böyle midir?" diye sordu.

Hz. Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) yanakları (yahut yüzü) kızaracak dere­cede öfkelendi ve şöyle buyurdu:

"Deveden sana ne? Onun su tulumu da (suluğu da), tabanı da vardır. Suya gider, ağaç (yapraklarından) yer. Sahibi buluncaya kadar onu kendi haline bırak".

Adam: "Ya yitik davar?" diye sordu.

Hz. Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem): Ya senin, ya kardeşinin, ya da kurdun­dur" buyurdu.[Hadisin geçtiği diğer yerler:2372,2427,2428,2429,2436,2438,5292,6112]

Açıklama
Hz. Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in kızması ya yitik develeri almayı daha önce yasaklamasından yahut da soru soran kişinin anlayışının kıt olması sebebiyle alınabilecek yitik malı böyle olmayan yitik mala kıyas etmesindendir.

Bu hadisle ilgili geniş açıklama Alım-Satım konusunda gelecektir.[Buluntu mal bölümü,2,3,4.bölümler,29,28,27,24.hadisler]

92- Ebû Musa 
(radıyallahu anh) şöyle demiştir:

Hz. Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e hoşuna gitmeyecek şeyler soruldu. Ona sorulan sorular çoğaldıkça öfkesi arttı ve "Bana istediğinizi sorun" buyurdu. Bunun üzerine bir adam: "Benim babam kimdir?" diye sordu. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) "Baban Huzafe'dir" dedi. Başka bir adam kalkarak "Benim babam kimdir ey Allah'ın Resulü?" diye sordu. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) "Senin baban Şeybe'nin azatlısı Sâlim'dir" buyurdu. Hz. Ömer (radıyallahu anh), Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in yüzünde kızgınlığın belirtisini görünce şöyle dedi: "Ey Allah'ın Resulü biz Allah'a (Celle celaluhu) tevbe ediyoruz.[Hadisin geçtiği diğer yer:7291]

Açıklama
Hz. Ömer 
(radıyallahu anh)'in "Allah'a tevbe ediyoruz" sözü Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e "Seni kızdıracak bir şey yaptığımızdan dolayı tevbe ediyoruz" anlamına gelir.

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

6 Ağustos 2017 Pazar

Bir Kimsenin Binek Vb. Bir Şey Üzerinde İken Fetva Vermesi

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
3. BÖLÜM İLİM

23. Bir Kimsenin Binek Vb. Bir Şey Üzerinde İken Fetva Vermesi

83- Abdullah İbn Amr İbnü'l-As' 
(radıyallahu anh)ın rivayet ettiğine göre, Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) veda haccı sırasında Mina'da durdu. İnsanlar ona soru soruyorlardı.

Bir adam gelerek:
"Farkında olmadan kurban kesmeden önce tıraş oldum" dedi.

Hz. Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) "Şimdi kurbanını kes, sakıncası yok" buyurdu.

Bir başkası gelerek:
"Farkında olmadan şeytan taşlamadan önce kurban kes­tim", dedi.

Hz. Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem): "şimdi şeytanı taşla, sakıncası yok" buyurdu.

Yapılması gerekenden önce veya sonra yapılmış olan şeylerle ilgili olarak Hz. Peygamber'e sorulduysa Hz. Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) "Yap, bir sakıncası yok" buyurdu. [Hadisin geçtiği diğer yerler:124,1736,1737,738,6665]

Açıklama
Buhârî konuya bu başlığı koyarak, binek üzerinde olsa bile âlimin öğrenci­sinin (soru soran kişinin) sorusuna cevap verebileceğini belirtmek istemiştir.

"Sakıncası yok": Sıranın takip edilmemesi ve fidyenin de terk edilmesinden dolayı mutlak olarak senin için bir günah söz konusu değildir.

Bazı fakihlere göre bu ifade ile yalnızca günahın söz konusu olmadığı belir­tilmiştir. Oysa bu tartışmalıdır. Çünkü diğer bazı sahih rivayetlerde: "Hz. Pey­gamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) keffareti emretmedi" denilmektedir. Bu konu Hac bölümünde ayrıntılı olarak ele alınacaktır.[Bkz.Hac,131.,1736.hadis]

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

5 Ağustos 2017 Cumartesi

İlmin Kaldırılması Ve Cehaletin Yaygınlaşması

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
3. BÖLÜM İLİM

21. İlmin Kaldırılması Ve Cehaletin Yaygınlaşması

Rebîa şöyle demiştir:
"İlimden bir şey bilen kişinin nefsini unutması ona ya­kışmaz."

80- Enes 
(radıyallahu anh), Hz. Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)
in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

"ilmin kaldırılması, cehaletin yerleşmesi, içkinin içilmesi ve zina­nın yaygınlaşması kıyamet alâmetlerindendir."[Hadisin geçtiği diğer yerler:81,5231,5577,6808]

Açıklama
Bu konunun amacı, ileride daha açık bir şekilde açıklanacağı üzere ilim öğrenmeye teşvik etmektir. Zira ilim, âlimlerin vefat etmesiyle kaldırılacaktır. İlim öğrenenler mevcut olduğu sürece ilim kaldırılmayacaktır. Bu konudaki hadisten, İlmin kaldırılmasının kıyamet alâmeti olduğu anlaşılmaktadır.

Rebîa'nın Sözünün Anlamı

Burada adı geçen Rebîa, Medineli fakih îbn Ebû Abdurrahman'dır. İctihadla çokça meşgul olması sebebiyle Rebîatü'r-re'y adıyla tanınmıştır. Rebîa'nın bu söz ile şunlardan birini kasdetmiş olması mümkündür:


Kendisinde anlayış ve ilim öğrenme kabiliyeti bulunan kişinin kendisini ihmal ederek, ilimle meşgul olmayı terk etmesi uygun değildir. Yoksa bu, ilmin kaldırılmasına sebep olur.

Yahut onun kastı, ilmi ehil olan kimseler arasında yaymaya teşvik etmektir. Âlim bunu yapmadan önce ölürse bu, ilmin kaldırılmasına yol açar.

Kasdedilen mânâ alimin ilminin zayi olmaması için kendisini halka tanıtması ve halkın kendisinden ilim almasına teşvik etmeside olabilir.

Diğer bir görüşe göre onun kastı ilmi yüceltmektir. Kişi, ilmi dünyalık elde etmeye vesile kılarak kendisini küçültmemelidir, Bu, güzel bir yorumdur.

Daha önce geçtiği üzere kıyamet alâmetlerinin bir kısmı normal olaylar şek­linde, bir kısmı ise anormal (harikulade) olaylar şeklinde gerçekleşecektir.

İlmin kaldırılmasından kasıt, ilmi taşıyan kişilerin ölmesidir. İçki içilmesinden kasıt bunun çokça olması ve yaygınlaşmasıdır.

81- Enes 
(radıyallahu anh) şöyle demiştir: Size benden sonra kimsenin anlatmayacağı bir ha­dis anlatacağım. Hz. Peygamber(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in şöyle dediğini işittim:

"İlmin azalması, cehaletin yaygınlaşması, zinanın yaygınlaşması, elli kadının bir erkeğin yönetiminde kalacağı şekilde kadınların çoğalarak erkeklerin azalması kıyamet alâmetlerindendir".
Açıklama
Enes 
(radıyallahu anh), Basra'da vefat eden son sahabî olduğundan, bu hadisi Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'den işiten kimsenin kalmadığını bildiği için "Size benden sonra kimsenin anlatmayacağı bir hadis anlatacağım" demiştir. Bu sözü Basralılara söylemiş olması muhtemeldir. Yahut da bu, daha geneldir. Enes (radıyallahu anh) bu hadisi ömrünün sonuna doğru anlatmıştır. Çünkü ondan sonra Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'den hadis dinlediği sabit olan çok az kişi kalmış olup, rivayetleri de bu derece sağlam değildi. İbn Battal şöyle demiştir: "Enes (radıyallahu anh) , ilmin değiştirildiğini ve azaldığını gördüğü için bu sözü söylemiş olabilir. Yani ortamın bozuk olması sebebiyle gerçeği başka kimsenin söylemeyeceğini bildiğinden mevcut durum bu sözü söylemesini gerektirmiştir". Ancak ilk yorum daha güçlüdür.

Kadınların Sayısının Çoğalması

Kıyamete yakın, kadınların sayısının çoğalmasının sebebi fitnelerin çok ol­ması, bu sebeple erkekler arasında savaşların artmasıdır. Bilindiği gibi savaşçılar kadın değil, erkektir.

Ebû Abdülmelik şöyle demiştir: "Bu, fetihlerin çok olacağına, bu sebeple esir kadınların sayısının artacağına, bir kişinin çok sayıda cariye edineceğine işarettir."

Ben (İbn Hacer) derim ki: Bu tartışılır. Çünkü zekât konusunda gelecek olan Ebû Musa hadisinde erkeklerin sayısının az olacağı açık olarak şu şekilde belir­tilmiştir: "Erkeklerin azlığı ve kadınların çokluğu sebebiyle...". Anlaşıldığı kada­rıyla bu olay, başlıbaşına bir kıyamet alâmeti olup başka bir şey sebebiyle değil­dir. 

Allah kıyamete yakın doğacak erkeklerin az olmasını, kadınların ise çok ol­masını takdir edecektir. Kadınların çok olması; cehaletin yaygınlaşması ve ilmin ortadan kaldırılmasına da uygun düşen alâmetlerdendir.

"Elli" sayısı ile gerçek anlamda bu rakam kasdedilmiş olabileceği gibi mü­balağa için mecazen de zikredilmiş olabilir. Nitekim Ebû Musa hadisindeki "Bir erkeği kırk kadının izlediğini göreceksin" denilmesi bu ihtimali desteklemektedir.

Kıyamet Alametleri Olarak Bu Beş Şeyin Zikredilmesi
Dünya ve âhirete yönelik işlerin düzgün gitmesi bu beş şeyin korunmasına, işlerin bozulması da bunların bozulmasına bağlı olduğundan bu beş şey özellikle zikredilmiş gibidir. Bu beş şey şunlardır:

1. Din: İlmin ortadan kalkması dine zarar verir.

2. Akıl: Şarabın içilmesi akla zarar verir.

3. Nesep: Zinanın yaygınlaşması nesebe zarar verir.

4. Can mal: Fitnelerin çok olması can ve mala zarar verir.

Kirmani şöyle demiştir: Hadiste sayılan beş şeyin zarar görmesi dünyanın harap olacağını gösterir. Çünkü insanlar başıboş bırakılmazlar. Bîzîm Peygambe­rimiz Hz. Muhammed 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'den sonra hiçbir peygamber gelmeye­cektir. Geriye dünyanın harap olması kalır.

Kurtubî el-Müfhim adlı eserinde şöyle demiştir: Bu hadis, peygamberlik mu­cizelerinden birini barındırmaktadır. Çünkü o gelecekte gerçekleşecek şeyleri bildirmiş ve bunların bir kısmı da özellikle zamanımızda aynen gerçekleşmiştir.

Kurtubî Tezkire adlı eserinde ise şöyle demiştir: Burada bir erkeğin elli ka­dını yönetip hepsinin işine bakması, cinsel ilişki konusunda olabileceği gibi baş­ka hususlarda da olabilir. Bu olay "Allah" diyen kişinin kalmayacağı kıyamete çok yakın olan zamanda da gerçekleşecek olabilir. O zaman kişi dinin hükmünü bilmediğinden bir sayıya bağlı olmaksızın birden fazla kadınla evlenir.

Ben (Ibn Hacer) derim ki: Zamanımızda da Müslüman olduklarını iddia et­tikleri halde Türkmen emirleri ve bunların dışındaki bazı kimselerde bu durum görülmektedir.

Kendisinden yardım istenecek olan yalnızca Allah'tır.

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

4 Ağustos 2017 Cuma

Öğrenen Ve Öğreten Kişinin Fazileti

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
3. BÖLÜM İLİM

20. Öğrenen Ve Öğreten Kişinin Fazileti


79- Ebû Musa 
(radıyallahu anh), Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in  şöyle bu­yurduğunu söylemiştir:

"Allah'ın benim aracılığımla gönderdiği hidayet ve ilim, bol yağ­mura benzer.

Bu yağmur bazen toprağın öyle bir kısmına isabet eder ki bu kısım bereketlidir, suyu kabul eder, çayır ile bol ot yetiştirir. Bir kısmı da bir kayalık gibi olur, suyu üstünde tutar da Allah insanları onunla fayda­landırır. Bu sudan hem içerler hem de hayvanlarını sularlar, ekin ekerler.

Diğer bir kısmı ise düz ve kaypaktır. Ne suyu tutar, ne çayır bitirir.

Allah'ın dinini anlayıp da Allah'ın benim aracılığımla gönderdiğin­den yararlanan, bunu öğrenen ve öğreten kimse ile bunu duyduğu vakit kibrinden kafasını kaldırmayan ve 
Allah'ın benim aracılığımla gön­derdiği hidayeti kabul etmeyen kişinin örneği işte budur".

Açıklama
Hadisin aslında geçen "hüdâ" kelimesi, elde edilmek istenen şeye ulaştıran kılavuz anlamına gelir. Burada kasdedilen ilim, şer'î delilleri bilmektir.

Kurtubî ve diğer hadis yorumcuları şöyle demiştir: Hz. Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) kendisi aracılığı ile gönderilen dini, ihtiyaç duydukları sırada insan­lara gelen bol yağmura benzetmiştir. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in pey­gamber olarak gönderilmesinden önce insanlar bu durumda idi. Yağmur ölü bölgeleri dirilttiği gibi dinî ilimler de ölü kalpleri diriltir. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) kendisini dinleyenleri, yağmurun isabet ettiği farklı toprak parçalarına benzetmiştir. Onu dinleyenlerin bir kısmı âlim, amel eden ve insanlara öğreten­dir. Bu kişi; suyu kabul eden böylece kendisine yararı olan, bitki bitiren ve böylece başkasına yararı olan bereketli toprak parçasına benzer. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)i dinleyenlerden bir kısmı da ilmi toplar, zamanının tümünü ilme harcar ancak nafileleri yerine getirmez, yahut topladığı bilgileri tam olarak kavramaz. Bununla birlikte bu ilmi başkalarına aktarır. İşte bu kişi suyu üzerinde tutan ve bu sayede insanlara yarar sağlayan toprak parçasına benzer. Hz. Pey­gamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in "Benim sözümü işiten ve işittiği gibi başka­sına aktaran kişinin Allah yüzünü nurlandırsın" sözü ile işaret ettiği kişi budur. Bazı insanlar da vardır ki ilmi işitirler ancak bunu öğrenemezler, bununla amel etmezler ve başkalarına da aktarmazlar. Bunlar suyu kabul etmeyen veya suyu başkasının kullanamayacağı şekilde bozan düz ve kaypak toprak parçasına benzerler. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bu benzetmede, insanların kendile­rinden yararlanılması konusunda ortak olan övülen ilk iki insan tipini bir arada zikretmiş, insanlara yarar sağlamayan ve yerilen üçüncü insan tipini ise ayrı olarak zikretmiştir.

Tîbî şöyle demiştir: Hadiste zikredilmeyen iki kısım daha vardır:

1. Kendisi ilimden yararlanmakla birlikte bunu başkalarına öğretmeyen,

2. Kendisi ilimden yararlanmamakla birlikte bunu başkalarına öğreten.

Ben (İbn Hacer) derim ki bunların ilki, Hz. Peygamber'in zikrettiği ikinci gruba girer. Çünkü farklı derecelerde olsa da neticede kendisin­den bir yarar sağlanmaktadır. Yerin bitirdikleri de böyledir, bunlardan bir kısmı insanlara yarar sağlarken diğer bir kısmı kuruyup çer çöp olmaktadır. İkincisine gelince, şayet farzları yapan, nafileleri ihmal eden bir kimse ise ikinci gruba girer. Farzları da terk ederse bu fasıktır, bundan ilim alınması caiz değildir. Bu kişinin "kibrinden kafasını kaldırmayan" kişiler grubuna girmesi mümkündür.


Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR