15 Ağustos 2014 Cuma

357.SON NEFESTE İMANSIZ GİTMENİN SEBEPLERİ

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

En büyük ve korkunç olanı, can çekişme ızdırabı anında gönülde şüphe veya inkarın galebe çalması ve bu vaziyette ölmekte ve bu halin ebedi olarak ALLAH cc ile kendi arasında perde olmasıdır. Çünkü bu ebedi ve daimi azabı gerektiren, küfür ve inkardır. 


Ölüm anında dünyalıktan ve dünya zevklerinden bir şey'in gönlüne galebe çalması ve gözünün önünde canlanarak onu düşünmesidir. Bu, gönlünü öyle kaplar ki, artık başka bir şey almaz olur. Böylece ölürse, kalbi tamamen dünyaya dönük olarak ölmüş olur ki, gönül, ALLAH'tan C.C. ayrıldığı anda araya perde girer. Perde girince azab başlar. ALLAH'ın C.C. yaktığı ateş, ALLAH'tan C.C. mahcub olan gönülleri kaplar. Kalbi, dünya sevgisinden salim, himmeti ALLAH'a C.C. dönük olan Mü'mine ise Cehennem: "Geç ey Mü'min, senin Nur'un, benim narımı söndürüyor" der.
Dünya sevgisinin galebe çaldığı sırada ölen bir adamın durumu tehlikelidir. Zira kişi, yaşadığı gibi ölür. Öldükten sonra başka durum almasına, kalbin imkanı yoktur. Zira gönüllerde tasarruf, azaların ameli ile mümkündür. Halbuki ölüm ile azalar atalete uğradığından, artık amel imkanı ve hatta geriye dönüp yeniden amel etme fırsatı kalmamıştır. İşte bu anda hasret çoğalır. Ancak , imanın aslı ve ALLAH C.C. sevgisi (ALLAH C.C. sevgisi ile dünya sevgisi bir kalbde toplanmaz) uzun müddet kalıp yerleşir ve salih amel ile kuvvetleşir ise, ölüm anında doğacak olan bu hali siler atar. Şayet kalbindeki imanı bir miskal kuvvetinde ise, onu tezden Cehennemden çıkarır. İmanı daha az ise, azlığı nisbetinde Cehennemde daha uzun kalır. Bir habbe ağırlığı kadar imanı varsa da eninde sonunda -ve binlerce yıl sonra da olsa- yine Cehennemden çıkar.
Şayet, senin bu anlattığına göre, ölür ölmez hemen Cehennem'e girmesi lazımdır, halbuki kıyamete kadar bekliyor. Bu nasıl olur? Dersen, bilmiş ol ki; Kabir azabını inkar eden herkes bid'at sahibi, ALLAH'ın C.C., Kur'ân'ın ve imanın nurundan mahrumdur.

Su-i Hatime yani şüphe ve inkar üzere ölmenin, tafsilatıyla anlatılamayacak kadar çok sebepleri vardır. Lakin özet olarak iki sebebi vardır.

Birincisi: Tam manasıyla zühd, vera ve amelde salah ile de düşünülebilir. Mesela, zahiddir amma bid'at sahibidir. Ameli iyi olsa bile, bunun sonu çok ciddi olarak korkunçtur. bid'at sahibi derken herhangi bid'at sahibi olan bir mezhebi kasdetmiyorum. ALLAH'u Teâlâ'nın, Zat, Sıfat ve Ef'ali hakkında gerçeğe uymayan bir inanca sahib olmayı ve bununla hasmını ilzama kalkışmayı kastediyorum. Bu inancı, kendi görüş ve kanâatına bağlı olup, ona aldanmasıyla veya kendisi gibi bir bid'at sahibini taklit etmekle olur. Ölümün yaklaştığı, ölüm Meleğinin görüldüğü ve içinde olanı ile kalbi çırpınmağa başladığı vakit, çoğunlukla cehaleti sebebiyle inançlarının batıl olduğunu anlar. Çünkü ölüm, perdenin aradan kalkma halidir. Ölüm sancıları da ölümün başlangıcı olduğu için, bazı şeyler kendisine keşfedilebilir. Kendi kafasına göre kesin olarak inandığı şeylerin boş ve batıl olduğunu anlayınca, inandığı her şeyin aslı olmadığını sanır. Çünkü ona göre ALLAH C.C. ve Rasulüne(SAV) inancı ve diğer sahih itikadları ile fasid inançlarının farkı yoktur. Cehaleti sebebiyle yanlış olarak edindiği bazı inançlarının batıl olduğunu görünce bu hal, doğru inançlarının da batıl veya şüpheli olmasına sebep olur. İmanın aslına dönmeden bu hatıralar içinde ölürse, işte Su-i Hatime(imansız) ile ölmüş ve ALLAH korusun, ruhu, şirk üzere bedeninden ayrılmış olur.

ALLAH'u Teâlâ'nın: "Halbuki o gün onlar için ALLAH'tan hiçde zannetmeyecekleri(nice) şeyler zuhura gelmiştir." Zümer / 47 ve "De ki: Yaptıkları işler bakımından en çok ziyana uğrayanları, kendileri muhakkak iyi yapıyorlar sanarak dünya hayatında sa'yleri boşa gitmiş olanları size haber vereyim mi? " Kehf / 103 buyurduklarından muradı bunlardır. Dünya meşgalesinin azlığı sebebiyle bazen rüyada, gelecekteki işlerin bazıları açıklandığı gibi, ölüm sancıları anında da bazılarına bazı şeyler gösterilebilir. Çünkü dünya meşgalesi ve bedeni şehvetler, Melekut alemine bakmağa ve oradakileri olduğu gibi görmeğe engeldir. Fakat ölüm öncesi keşfin sebebi, keşifde geri kalan inançlarda şüphenin sebebi olabilir.
Bu tehlikeden insanı, ancak gerçeğe dayalı sağlam itikad kurtarabilir. Saf ve ebleh insanlar, yani kısa ve kesin olarak ALLAH'a C.C., Ahirete ve inanılması gereken şeylere inananlar, bu tehlikeden korunmuşlardır. Bedeviler, köylüler ve diğer halkın avamı gibi. Bunlar bu hususlarda münakaşalara girmez, söz sahibi olduklarını iddia etmezler. Bunun için bu gibiler hakkında Resul-i Ekrem(SAV) : "Cennet halkının çoğu bühdler, yani saf ve gönlü temiz kimselerdir" buyurmuştur.

Selef, Resul-i Ekrem'in(SAV), ALLAH C.C. tarafından getirdiği her şeye inanın, ALLAH'ı bir şeye benzetmeyin, te'vil ile uğraşmayın, derlerdi. Zira ALLAH'ın C.C. sıfatlarından bahsetmekte tehlike büyük, yolları sarp ve ALLAH'u Teâlâ'nın Celâlini idrak etmekten akıllar kasır ve noksandır.

Ne yazık ki şimdi dizginler gevşedi, boyunlar uzadı, boş laflar aldı yürüdü. Her cahil, kendi görüşüne uygun olanın doğru ve gerçek iman olduğuna kâni oldu. Kendi tecrübe ve tahminlerinin gerçek olduğunu sandı. Fakat ilerde gerçeği anlayacaklardır. Perde aradan kalktığı vakit onlara :
Güzel olduğu için gündüzlere hüsn-ü zann ettiniz de mukadder akıbetinize uğrayacağınızdan korkmadınız,
Geceler sizi selamete ulaştırdı ve onlarla aldandınız, halbuki karanlıklar aydınlandığı vakit, kederler başlayacaktır.


ALLAH'u Teâlâ'nın Zât ve Sıfatı ile ilgili münazaralara giren adam, deniz ortasında gemisi parçalanıp dalgaların kucağına düşen adam gibidir.
Bu dalgaların, birbirine devretmek suretiyle adamı selamet sahiline atmaları imkanı varsa da bu pek az bir ihtimaldir. Fakat dalgalar arasında boğulup gitmeleri daha kuvvetlidir.

İkincisi: Aslında imanın zayıflığı ve dünya sevgisinin kalbi kaplamasıdır. İman zayıfladıkça ALLAH C.C. sevgisi de zayıflar ve dünya sevgisi öyle kuvvetleşir ki, bir hatıradan başka ALLAH C.C. sevgisi namına kalpte bir şey kalmaz. Nefsin arzularına uymamak ve şeytanın yollarından ayrılmak gibi bir şeyi düşünmez olur. İşte bu, şehvetlere uymak meylini ortaya kor. Böylece kalb, kararır ve katılaşır. Nefsin zulmetleri(karanlıkları) kalbde teraküm eder ve zayıfda olsa kalbdeki iman nurunu tamamen söndürür. Artık bu, kendisinde bir tabiat halini alır. Ölüm sancıları başladığı vakit, ALLAH C.C. sevgisi daha da azalır. Çünkü en büyük sevgilisi olan dünyalığından ayrılma hasretine dalar ve bunun acısını duyar. Sevdiği dünyasından ayrılmağı, ALLAH'tan C.C. bildiği için, ölümün mukadder olmasına canı sıkılır ve ALLAH'tan C.C. geldiği için O'ndan hoşlanmaz olur. Sevgi yerine, içinde ALLAH'a C.C. karşı bir kin doğmasından korkulur. Bu, çocuğunu az ve fakat malını daha çok seven bir adamın durumuna benzer. Çocuk, malını mahvettiği vakit, çocuğuna olan az sevgisi husumete döner. Şayet bu hal içerisinde ölürse, Su-i Hatime(imansız) ile ölür ve ebedi helakte kalır. İnsanı bu helake sürükleyen sebep, ALLAH sevgisinin zayıflamasına sebep olan iman zayıflığı ile beraber, dünyaya temayül, dünyalık ile sevinmek ve dünya sevgisinin üstün gelmesidir. Dünya sevgisi, bütün hataların başıdır. O, müzmin bir hastalıktır. Ne yazık ki ALLAH'ı C.C. marifet azlığından bütün halka sirayet etmiştir. Zira ALLAH'ı C.C. bilen sever.
"De ki : Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, kabileniz, elinize geçirdiğiniz mallar, kesâda uğramasından korkageldiğiniz bir ticaret ve hoşunuza gitmekte olan meskenler, size ALLAH'tan, O'nun peygamberinden ve O'nun yolundaki bir cihâd'dan daha sevgili ise, artık ALLAH'ın emri gelinceye kadar bekleye durun"
Tevbe / 24 buyurmuştur.


Demek ki ölümü anında aklından bu gibi inkar şeylerini geçiren ve içinden ALLAH'u Teâlâ'nın kendisini çoluk çocuğundan ve diğer dünya varlıklarından ayırdığı için kızan kimsenin ölümü, sevmediğine gitmek ve sevdiğinden uzaklaşmak olur da, efendisinden kaçtığı halde, zorla yakalanıp efendisinin huzuruna getirilen bir kölenin durumuna düşer. Artık uğrayacağı rezalet ve kepazelik ortadadır.

İnsan ömrü boyunca ne ile ünsiyet ederse, ölümü anında da aklına o gelir. Meyli, daha çok taat ve ibadete ise hatırına o gelir. Daha çok isyana temayül ederse, son nefeste daha çok aklına gelecek olanda odur. Çoğu kere canı çıkarken dünyevi şehvetlerden ve günahlardan biriyle meşgul olurda ALLAH'tan CC mahrum kalır.Pek seyrek isyan eden, bu tehlikeden uzaktır.Hiç günah işlemeyen ise tamamen kurtulmuştur.Günahı ibadetinden çok olup, günahtan zevk alan kimsenin tehlikesi, çok ciddi ve çok daha büyüktür.
Bunun misali: Herkesin bildiği bir gerçektir ki, insan, çoğunlukla rüyasında gündüzleri meşgul olduğu şeyi görür. Gündüzleri ilim ile uğraşan, çoğunlukla rüyasında ilmi, ticaretle uğraşan da ticaret işlerini görür. Ölüm de uykunun benzeridir. Bununla beraber ondan daha ağırdır. Ancak ölüm öncesi, uykuya daha yakındır. O da ünsiyet ettiği şeyleri hatırlamasını gerektirir. Herhangi bir şeyin kalbde yerleşmesinin sebeplerinden birisi de uzun ülfettir(birliktelik). Uzun müddet taat veya isyana alışmak , kalbde yerleşmenin tercih sebebidir. Bunun gibi, Salihlerin rüyaları ile fâsıkların rüyaları da birbirine uymaz. 


Alışkanlık kalbde yerleşir ve gönül ona meyleder. İşte kötülüğe alışıp onunla ünsiyet eden, son nefesinde o kötülük gözünün önünde canlanır. Her ne kadar bundan kurtulması ümid edilecek şekilde imanın aslı baki ise de, bu hali, bir nevi Su-i Hatimeye(imansız ölmeye) sebep olur.
Ölüm anında hatıralarını günah ve şehevi arzularından uzak tutmak isteyen için tek yol, şehveti gönlünden çıkarmak ve nefsini bunlardan uzak tutmakla uzun müddet mücâhede etmektir. Böylece günahlardan uzaklaşıp iyiliklere devam etmek ve aklından kötülükleri çıkarmakla, ölüm anı için bir hazırlık yapmış olur. Çünkü insanlar yaşadıkları gibi ölür ve öldükleri gibi de haşr olurlar.
Resul-i Ekrem SAV "Kişi, elli yıl Cennet ehli amelini işler, hatta kendisi ile Cennet arasında bir devenin iki sağımı arasındaki mesafe kadar mesafe kalır ve şekavet-i asliyesi galebe çalarak son nefesde imansız gider" buyurmuştur. Bunun için bulunduğumuz hallere aldanmamalı ve son nefes korkusu devamlı olmalıdır. Zira son nefesde ne olacağımızı ve akibetimizin Cennet mi, Cehennem mi olduğunu da bilmiyoruz.


Sakın biraz daha keyfime bakayım ilerde tevbe ederim, deme. Çünkü alıp verdiğin her nefes, senin için bir hatimedir. Zira o anda ölmen mümkündür.Uyanıklığında hazır olduğun gibi, uykuya yatarken de abdestini ihmal etme. ALLAH'ın C.C. zikri kalbine galebe çaldıktan sonra uyu. Dikkat et ki, dilin zikirde iken uyu demiyorum. Aslolan kalbini zikrULLAH ile uyutmaktır. Şunu bil ki uykudan önce aklında ne varsa, uyku anında da aklına o gelir. Uykudan önce, uyku anında ve uyuduktan sonra kalbin ne ile meşgul idiyse, o meşgale ile uyanırsın. Bunun gibi insan, yaşadığı gibi ölür ve öldüğü gibi dirilir.

Her an  nefesini yokla. Bir an ALLAH'ı C.C. unutma! Bütün bunlara dikkat ettiğin halde yine büyük tehlikede olduğunu bil! Yâ bu dediklerime riayet etmezsen, işte onu da sen düşün? Ne yazık ki insanlar helaktedir. Yalnız alimler kurtulmuştur. Alimlerde helaktedir, yalnız ilmiyle amel edenler kurtulmuştur. Bunlarda helaktedir, yalnız ihlâs ile amel edenler kurtulmuştur. Bunlarda yine büyük tehlikededir.

Şunu da bil ki, dünyalıktan zaruret miktarı ile yetinmedikçe, bu hususta başarıya ulaşamazsın. Zaruret miktarı ise yemek, giymek ve meskenindir, diğerleri fuzulidir. Az yemeli, seni sıcak ve soğuktan koruyacak elbise ile yetinmeli daha kıymetlisini aramamalısın. Yoksa yeter deyip duracağın bir nokta kalmaz. Daima ilerisini isteyeceksen, o zaman senin karnını ancak toprak dolduracaktır.
Eğer zaruret miktarı ile yetinirsen, ALLAH C.C. ile baş başa kalır ve Ahiretin için çalışır da su-i hatime için hazırlıklı olursun. Şayet zaruret miktarını aşarsan, sıkıntıların çoğalır ve o zaman hangi vadide seni helak edeceğine ALLAH'u Teâlâ aldırış etmez.


Yüce ALLAH C.C. "Öyle ise siz onlardan değil, Benden korkun eğer iman etmişlerseniz." Al-i İmran / 175 buyurdu ve korkuyu emrederek, onu imanın şartından kıldı. Bunun için zayıf olsa da hiçbir mü'min korkusuz olamaz. Korkunun zafiyeti, iman ve marifetin zafiyetinden ileri gelir. 

"Saadetin alâmeti, şekavetten korkmaktır. Zira 'korku' kul ile ALLAH C.C. arasında, kul için bir köstektir. Bu köstek koparsa helâkta olanlarla beraber helâk olur" demiştir.


Hatemm-i Esamm: "Bulunduğun mevkiin şerefine güvenme. Cennet'ten daha şerefli bir makam olmasın. Adem'in başına gelenler ortada. İbadet çokluğuna aldanma, İblis'in başına gelenler belli. İlminin çokluğuna bel bağlama, Bel'am İsm-i Âzam'ı bilirdi, akibetini düşün. Salihlerle görüşüp onlarla düşüp kalkmaya aldanma. Peygamberimizden SAV üstün zat ve sima olmasın. Akrabaları dahi ondan yararlanamadı.

Dilimizle "ALLAH'ım C.C. bizi affet, bize merhamet et" demekle yetinir ve O'na güveniriz. Halbuki 'O' C.C.: "İnsan için ancak çalışması vardır." Buyurdu. Necm / 39 - Başka bir Ayet-i Kerime'de "Keremi bol Rabbine karşı seni aldatan ne?" Buyurulmuştur.


Ahirette ALLAH'a C.C. kavuşmak mutluluğuna ancak dünyada O'nun sevgisini ve O'nunla ünsiyeti kazanmakla ulaşılacağı meydandadır. Sevgi ise marifet ile , marifet de ancak devamlı tefekkürle hasıl olur. Ünsiyette devamlı zikir ile, zikir ve fikre devam da dünya sevgisini gönlünden çıkarmakla, dünya sevgisini atmak da zevk ve şehvetleri terketmekle, bunları terketmek de şehveti kırmakla, şehveti kırmak da en çok korku ateşi ile mümkündür. Demek ki korku şehvetleri yakan bir ateştir. Korku nasıl faziletli olmasın ki, ALLAH'a C.C. yaklaştırıcı en makbul ameller olan iffet, vera, takva ve mücâhede korku sayesinde temin edilir.
Elbette peygamberler, veliler ve alimlerin akıl, ilim ve amelleri ile ALLAH C.C. katındaki mevkileri, senden daha az olmadığını kabul edersin! Gözünün ışığının kısalığı ve basiret gözünün körlüğü ile onların hallerini, neden fazla korkup uzun müddet mahzun olup ağladıklarını düşün. Hatta bazıları şaşırdı, bazıları bayıldı ve bazıları da ölü olarak yerlere serildi. 

İmam-ı GAZALİ 

Aşağıdaki günahlara karşı çok dikkatli olmak lazımdır:
ALLAH'ın C.C. emir ve yasaklarını bilmemek, itikadi meseleleri bilmemek yada şüphede olmak,

ALLAH C.C. ve Rasûlü'nün (Sallahu aleyhi ve sellem) emrettiği gibi yaşamamak,

Kafirlerle dostluk kurmak ve onlara benzemek (saç sakal şeklinden, giyime kadar) en önemlisi onları sevmek,

Kafirlerin bayramlarını kutlamak, (Yılbaşı,sevgililer günü, nevruz v.s.)

Dini emirleri hafife almak, o hükümlerle ilgilenmemek yada ciddiye almamak, alaycı olmak,

Anne ve babaya itaat etmemek,

Büyü yapmak ve yaptırmak,

İçki satmak, içki içmek ve içki müptelası olmak,

Çok küfretmek, Yüce ALLAH'ı C.C. zikretmek ve dua edilmesi için yaradılan ağızdan küfrün eksik olmaması,kızdığı zaman küfretmek münafıklık alametidir.

Dünyalık ve dünya sevgisi, gelen dünyalığa sevinmek, elden çıkana üzülmek, 


Fakirliğe ve ALLAH'ın (Celle Celalühü) kazasına isyan,


Namaz kılmamak ki en tehlikelilerinden birisidir, (Peygamber Efendimize Sallallahü Aleyhi Vesellem, ölüm döşeğinde bir genç var kelime-i şehadet getiremiyor haberi geldiğinde, şu soruyu sordular "Namaz kılarmıydı?"


Son nefeste imanı kurtarma duası: 
Sabah namazının sünnetiyle farzı arasında 3 defa okunur.

"Ya Hayyu Ya Kayyumü, Ya Zel Celâli Ve'l İkrâm, eselüke en tühyiye kalbi bi Nûri ma'rifetike ebeden, Ya ALLAHü, Ya ALLAHü, Ya bediassemavati velard." Sabah namazının sünnetiyle farzı arasında okunur.

İ.Gazali

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

13 Ağustos 2014 Çarşamba

356.EHL-İ KİTAP İLE İLİŞKİMİZ

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

   
 yazıma ek olarak Ebubekir Sifil'in bir yazısını paylaşıyorum.

Son ikiyüz elli yıldır İslâm dünyasına hakim olan Batılılaşma anlayışıyla birlikte son derece önemli bir mesele gündeme geldi: Gayrimüslimlerle, özellikle de Ehl-i Kitap ile ilişkilerimiz nasıl olmalıdır? Ülkeler arasında anlaşmalar, birliktelikler, paktlar olur; bu uluslararası siyasetin gereğidir. Peki dinler arası ilişki nasıl olmalıdır?

Ülkeler arasında çıkara dayalı birliktelikler kurulabilir. Bunun için siyasi, ekonomik, askeri... unsurlar bir araya getirilebilir. Çünkü bunların bir araya gelmesi milletin kimliğine, şahsiyetine bir zarar vermez.

Fakat milletlere asıl karakterini veren dinî inanç, değer ve kabulleri bir araya getirip ortak bir zemin tedarikine çalışmak beyhudedir. Eşyanın tabiatına aykırı bu çabanın sonuç verebilmesi, ancak tabiatınızı değiştirmenize, inancınızı dönüştürmenize bağlıdır.

Tarihte Ehl-i Kitab’ın (yahudiler ve hıristiyanlar) İslâm’a ve müslümanlara bakışı, insaf, hakkı teslim etme, doğruyu ikrar etme noktasına hiçbir zaman ulaşmamıştır.

Geçmişten devralınan miras
Yahudiler kendilerini son hak dinin temsilcileri (!) olarak gördükleri için Hz. İsa a.s.’ın zuhurunu hazmedemediler ve o yüce peygamberi öldürmeye kalktılar. Hıristiyanların İslâm’a ve onun muazzez peygamberine bakışı da aynen böyle oldu. Kur’an’ın nüzulü ve Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in peygamberler silsilesinin son halkası olarak zuhuru, Ehl-i Kitab’ın her iki kanadı tarafından bu sebeple asla hazmedilememiştir.

Bununla birlikte geçtiğimiz yüzyılda önce Katolik dünyası tarafından (1962-65 yılları arasında yapılan 2. Vatikan Konsili’nde alınan kararlar doğrultusunda) dile getirilen, arkasından da diğer birçok hıristiyan mezhep tarafından paylaşılan bir anlayış kendisini yavaş yavaş hissettirmeye başladı. Bu anlayış, savaşın kimseye fayda getirmediğini, insanlığın ortak problemlerine dinler tarafından ortak çözümler getirilebileceğini söylüyor, daha da önemlisi, dinlerin arasında “ortak noktalar” bulunduğunu ileri sürüyordu!

İslâm dünyası, alışık olmadığı bu tavır karşısında önce bir süre kararsız ve mütereddit davrandı. Arkasından yavaş yavaş bu çağrıya olumlu karşılık verilmesi gerektiğini dile getirenler görülmeye başlandı.

Bugün itibariyle başta hıristiyanlar olmak üzere diğer din mensuplarıyla, görüşmeyi, konuşmayı, birlikte hareket etmeyi ve ortak noktalar tesisini amaçlayan oluşumlar, varlığını İslâm dünyasında sürdürmektedir. Bu durum ülkemiz için de söz konusudur.

Ancak gerek teorik zeminde, gerekse uygulamalar seviyesinde bu oluşumların doğurduğu bir takım önemli problemler var ki, zaman zaman İslâm’ın tek ve son Hak Din olduğu gerçeğinin tartışma gündemine getirilmesi gibi sonuçlar dahi doğurabilmektedir.

Bu bakımdan meselenin Kur’an ve Sünnet çerçevesinde arz ettiği manzara ile tarihî durumun netleştirilmesine ihtiyaç bulunduğunu düşünüyoruz.

Tarihî durum
Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz Mekke’de İslâm’ı tebliğe başladığında, ilk muhatapları müşrikler olmuştu. Çünkü Mekke’de o dönemde Ehl-i Kitap’tan kimse ikamet etmiyordu. Hz. Hatice
ranha validemizin amcasının oğlu Varaka b. Nevfel ve köle olduğu anlaşılan birkaç hıristiyan dışında ne yahudi, ne de bir başka din mensubunun Mekke’de ikamet ettiğine dair bilgi yoktur. Varaka b. Nevfel’in, Efendimiz s.a.v.’in çağrısının Hak olduğunu ikrar ettiği ve kendisine icabet edilmesi gerektiğini vurguladığı malumdur.

Mekke döneminde Efendimiz s.a.v., tebliğe memur kılındığı yüce hakikatleri önce yakınlarına ve yakın çevresindeki insanlara, ardından da Taif’teki Abduyelîloğulları gibi civar kabilelere tebliğ etti. Bu aşamada Efendimiz s.a.v. ile gayrimüslimler arasındaki ilişkinin daima “tebliğ” zemini üzerinde yürüdüğü görülmektedir.

Burada hatırlanması gereken bir diğer nokta da, Habeşistan’a hicret meselesidir. Gayrimüslimlerle ortak hareket edilmesi anlayışında bu olayın da etkili olduğu görülmektedir. Ancak hatırlamalıyız ki, bir hıristiyan olan Habeşistan Necaşisi, ülkesine hicret eden müminleri dinledikten sonra Efendimiz s.a.v.’in Hak Peygamber olduğunu belirtmiş, Hz. İsa a.s. ile Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in tebliğleri arasında herhangi bir farklılık bulunmadığını söylemiştir.

Hz. İsa a.s.’ın tebliğ ettiği tevhit inancını aslî safiyetiyle muhafaza eden bu adil hükümdar ülkesine hicret eden sahabilerin tebliği sonucunda çok geçmeden müslüman olmuş, yıllar sonra bir müslüman olarak ruhunu teslim ettiğinde vefat haberi Medine’de bulunan Efendimiz s.a.v. tarafından mucizevî bir şekilde Sahabe’ye bildirilmiş ve cenaze namazı kılınmıştır.

Medine dönemi
Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz Medine’ye hicret ettiğinde, Mekke’deki durumun aksine müslümanlarla yahudi ve hıristiyanlar arasında yoğun münasebetler oluştu. Mekke’de iken müşriklere muhalefet temel strateji idi ve bu bağlamda Ehl-i Kitab’a kısmî bir yakınlık söz konusu idi. Hatta hıristiyan Bizans İmparatorluğu ile mecusi Sâsânî İmparatorluğu arasındaki savaşta Sâsânîler’in galip gelmesi müşrikleri sevindirmiş, mü'minleri üzmüştü. Müşrikler, “Siz de kitap ehlisiniz, onlar da. Şimdi kitap ehli hıristiyanlar Fars kardeşlerimiz tarafından nasıl mağlup edildiyse, siz de bizimle karşılaştığınızda aynen öyle mağlup olacaksınız!” diyerek müminleri tahkir ediyorlardı.

O esnada nazil olan Rum Suresi bu duruma değinmiş, bir süre sonra ikinci bir savaş yapılacağını ve bu defa Bizanslılar’ın galip geleceğini ve mü'minlerin sevineceğini haber vermişti (Rum, 2-4). Bunun üzerine Hz. Ebu Bekr r.a. müşriklerle Bizans’ın 3 yıl içinde galip geleceği konusunda bahse tutuşmuş ve konuyu Efendimiz s.a.v.’e de bildirmişti. Efendimiz s.a.v., süreyi 9 yıla uzatıp, bahsi de artırmasını söyledi. Hz. Ebu Bekr r.a., Efendimiz s.a.v.’in buyurduğu gibi süreyi uzatıp bahsi artırdı. Nihayet aradan 9 yıl geçtikten sonra Hudeybiye barışı zamanında Bizans ile Sâsânîler arasında ikinci bir savaş daha oldu ve bu defa Bizans galip geldi.

Ancak belirtmeliyiz ki, müminlerin Ehl-i Kitap ile kısmî yakınlığı Medine döneminde tamamen ortadan kalkmıştır. Zira bu dönem, müşriklerin etkinliğinin tamamen yok edildiği, buna mukabil İslâm’a Ehl-i Kitab’ın cephe aldığı bir dönem olarak dikkat çekmektedir.

Yahudilerle ilişkiler

Medine döneminde gayrimüslimlerle ilişkilerin biraz daha farklı bir zeminde geliştiği görülmektedir. Efendimiz s.a.v.’in burada uygulamaya koyduğu “Medine Sözleşmesi”, yahudi kabilelerini de içine alan bir çerçeve getirmiş, yahudilerle ilişkiler belli kurallara riayet ettikleri sürece barış zemininde yürütülmüştür.

Bu sözleşmenin metnini yakından inceleyenlerin, hakim mevkide bulunanlar ile teba arasındaki ilişkileri düzenleyen bir hava sezmemesi mümkün değildir. Bundan daha tabii bir şey olamaz. Zira Medine’nin iki hakimi olan Evs ve Hazreç kabileleri müslümandır ve yahudiler de bu iki kabile ile aralarında bulunan anlaşmalar çerçevesinde orada ikamet etmektedir. Efendimiz s.a.v. buraya hicret ettiğinde İslâm’ın hakimiyeti tartışmasız biçimde tescillenmiş ve ilan edilmiş oldu.

Bir süre sonra Medine’deki bu yahudi kabileleri birer birer sözleşmeyi ihlal etmeye başladığında, kendilerine karşı Hayber, Benî Kaynuka, Benî Mustalık... gazveleri düzenlenmiş, kimi Medine dışına sürülmüş, kimi de daha sıkı şartları kabul ederek Medine’de kalabilmiştir.

Nihayet Hz. Ömer r.a. dönemi geldiğinde Medine’de kalan küçük gruplar da taşkınlığa devam ettikleri için buradan sürülmüştür.

Efendimiz s.a.v.’in yahudilere muhalefet tavrı, Aşure orucu meselesinde de net bir şekilde gözlenmektedir. Medine’ye ilk hicret vaki olduğunda buradaki yahudilerin Muharrem ayının 10. günü oruç tuttuğunu gördüler. Efendimiz s.a.v., Hz. Musa a.s.’ın İsrailoğulları’nı Mısır’dan çıkarışının anısına tutulan bu orucu hemen benimsedi; ancak yahudilere muhalefet olsun diye Muharrem’in 10. gününe, öncesinden veya sonrasından bir gün daha eklenmesini emir buyurdu.

Keza Medine’ye hicretin ilk zamanlarında -tıpkı Mekke’deki gibi- namazlarda Beyt-i Makdis’e doğru dönülürken, bilahare Kur’an’ın emriyle kıble olarak Kâbe tayin edilmiştir (Bakara, 141-144). Burada da yahudilere muhalefet tavrını görmemek mümkün değildir.

Hıristiyanlarla ilişkiler
Bu dönemde hıristiyanlarla ilişkiler de yoğun bir mahiyet arz etmiştir. Bilhassa Yemen tarafında bulunan Necran hıristiyanları ile ilişkilerin önemli bir yere sahip olduğunu görüyoruz. Âl-i İmrân Suresi’nin ilk 80 küsur ayetinin inişine sebep teşkil eden hadise şöyle gelişmiştir:

Efendimiz s.a.v., tebliğ vazifesi çerçevesinde, komşu devlet başkanlarına ve kabile reislerine İslâm’a davet mektupları göndermiştir. Bu meyanda hicretin 8 veya 9. yılında Efendimiz s.a.v., Necran hıristiyanlarına da bir davet mektubu gönderdi. Bunun üzerine Necran hıristiyanları, başlarında ileri gelen din adamları ve kabile reisleri olmak üzere 60 kişilik bir heyeti Medine’ye gönderdiler.

Heyet geldiğinde Efendimiz s.a.v. ile görüşmelerde bulundu ve mesele gelip Hz. İsa a.s.’da kilitlendi. Onlar Hz. İsa a.s.’ın -hâşâ- ilâh olduğu iftirasını tekrarlayınca, Âl-i İmrân Suresi’nin 61. ayeti indi. “Mübâhale/lânetleşme ayeti” denen bu ayette Efendimiz s.a.v.’e Necran heyeti ile “Allah’ın, lânetini yalancılar üzerine yağdırması için” lânetleşmesi emir buyuruldu.

Heyet konunun ciddiyetini anlayıp, ilâhi gazaba muhatap olmaktan korktuğu için lânetleşmeye yanaşmadı ve Efendimiz s.a.v.’in (cizye vergisi ve diğer) şartlarını kabul ederek Necran’a döndü.

Daha sonraki dönemler
Efendimiz s.a.v. Ehl-i Kitab’a muhalefeti fiilî olarak ortaya koyduğu gibi, ümmetine de “Ehl-i Kitab’a muhalefet edin.” talimatını vererek (Muvatta, Nesâî, Ahmed b. Hanbel), bunun bir “davranış biçimi” haline getirilmesini istemiştir.

Bu sebeple tarih boyunca müslümanlar, Ehl-i Kitap ile bir arada yaşamış olmasına rağmen asla onlarla kaynaşmamış, onların değerlerini paylaşmamış, onlara ihtiram ve saygı anlamına gelecek davranışlardan titizlikle uzak durmuştur. Zira onların inanç ve değerlerine saygı göstermek, küfre saygı göstermek demekti.

Özellikle Hz. Ömer r.a. döneminden itibaren yaygınlaşan fetihler sonucunda İslâm ülkesinin sınırlarının hızla genişlemesi, başta Ehl-i Kitap olmak üzere farklı dinlere mensup toplumlarla yoğun bir ilişkiler süreci yaşanmasına yol açtı. Müslümanlarla fethedilen bölgelerde yaşayan yerli halk arasında yaşanabilecek kaynaşma ve etkileşimin doğurabileceği sakıncaları ortadan kaldırmak üzere Hz. Ömer r.a., temelini Efendimiz s.a.v.’in uygulamalarında bulan bir dizi tedbir aldı.

“Şurût-u Ömeriyye” diye bilinen bu tedbirler, gayrimüslimlere müslümanlara mahsus kıyafetleri giymekten, çocuklarına müslüman isimleri koymaya kadar birçok hususta yasaklama ve sınırlama getiriyordu.

Hz. Ömer r.a. bununla da kalmamış, fetih için yabancı topraklarda bulunan İslâm askerlerine kendi giyim-kuşam tarzlarını, yemeklerini, hatta davranış biçimlerini değiştirmemeleri konusunda uyarılarda bulunmuştur ki, bunların İslâm askerlerini gayrimüslimlere benzeyerek “kültür erozyonu”na uğramaktan korumaya dönük tedbirler olduğu açıktır.

Daha sonra Emevîler, Abbâsîler ve nihayet Osmanlılar döneminde Ehl-i Kitab’ın müslümanlarla birlikte iç içe yaşadığını, ancak genel olarak din ve kültür farklılığının hep muhafaza edildiğini görüyoruz. Bürokraside bir yabancının çıkabileceği en üst mevkilere kadar çıkabilmiş olmaları Ehl-i Kitab’ın İslâm toplumlarında (istisnai durumlar dışında) herhangi bir baskıya maruz kalmadığını gösteren en önemli göstergedir.

Günümüzde durum

Bütün bunlar bir noktayı açık biçimde dikkatimize sunmaktadır: Tarih içinde müslümanlar ile Ehl-i Kitap arasında hep savaşa, çatışmaya, gerginliğe dayalı bir ilişki yürütülmüş değildir. Aksine, İslâm toplumunda yaşayan Ehl-i Kitab’ın, ülkenin aslî unsuru olan müslümanlardan ayrı bir millet olarak varlığını sürdürmesi, kendi dinî ve kültürel kimliğini muhafaza etmesi temin edilmiştir.

Öte yandan ne Ehl-i Kitap’tan ne de müslümanlardan, İslâm ile diğer dinler arasında ortak noktalar temin ve tesisine çalışmak gibi bir çaba müşahede edilmiştir. Herkes kendi dinî ve kültürel varlığını muhafaza etmiştir. İslâm’ın diğerlerine tebliği dışında müslümanlarla Ehl-i Kitap arasındaki ilişki, İslâm alimleriyle diğer dinlerin müntesipleri arasında ilmî münakaşa ve münazaralar cereyanı şeklinde vücut bulmuştur.

Günümüzde de yahudiler ve hıristiyanlar ne dinlerinden ne de kültürlerinden ve tarihî geçmişlerinden vazgeçmemişlerdir.

Gerek Ehl-i Kitap ile, gerekse diğer din mensuplarıyla mesela içki ve uyuşturucu kullanımı, fuhuş, insan ticareti, organ kaçakçılığı... gibi insanlığın ortak problemlerinin çözümü için işbirliği yapabiliriz. Fakat herhangi bir din ile ortak zemin arayışlarına, İslâm dışındaki herhangi bir dinin de Hak Din olduğu ve Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in peygamberliğini kabul etmenin zorunlu olmadığı anlamına gelebilecek tavır ve beyanlardan mutlaka uzak durmalıyız.


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

11 Ağustos 2014 Pazartesi

355.RABBİMİZİN cc 22.NASİHATİ

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Yüce Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır: "Ey âdemoğlu!
Nefsine ve tüm yarattıklarıma bak; eğer kendin için nefsinden daha kıymetli birini bulabilirsen onun ikram ve iyiliklerini kendine çek. Yok, eğer senin için nefsin kıymetli ise, o halde ona tövbe ve salih amellerle ikramda bulun. Allah'ın sana verdiği nimetlerini ve sizinle yaptığı sözleşmeyi hatırla. Hani siz 'işittik, itaat ettik' diyerek Allah'a söz vermiştiniz!


Kıyamet günü gelip çatmadan önce Allah'tan korkun ve O'na dönün. O gün niceleri için bir aldanma ve zarar günüdür. O gün gelmesi hak olan bir gündür. O gün, bir günü dünya günleriyle elli bin güne denk bir gündür. 
Meâric 70/4. O gün, kimsenin konuşmaya güç yetiremediği ve mazeret sunmalarına izin verilmeyen bir gündür.Mürselât 77/35-36.O gün, her şeyi alt üst eden bir gündür.
O gün, sayha (çığlık) günüdür.
Kaf-42
.O gün, çok çetin ve belâlı bir gündür. Müddesir 9

O gün hiç kimsenin (kendi başına) kimseye bir şey yapmaya imkan sahibi olmadığı bir gündür. O gün, bütün iş ve emir Allah'a aittir. 
İnfitâr 82/19


O gün, dünyanın harap olduğu gündür. O gün, yeryüzünün sarsıldığı ve birbirine çarpıp toz duman olduğu gündür. O gün, dağların kökünden sökülüp atıldığı bir gündür.
O gün, azabın gelip çattığı, yok oluşun çabuklaştırıldığı, yıkım için görevli meleğe sür'a üfürülme emrinin verildiği ve kainatın yıkıldığı gündür. O gün, dehşetten küçük çocukların saçları ağarır. Artık sizler hakkı duyduk deyipte duymayanlar gibi olmayın.


Rabbimizin 104 Kitaptaki Öğütleri (Meva'ız-i Kudsiyye)

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

8 Ağustos 2014 Cuma

354.ALLAH-U TEALA'DAN İNKARCILARA HODRİ MEYDAN !!

***AĞUSTOS 9-10-11 GÜNLERİ ORUÇLUYUZ!

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Eyyam-ı Biyz adı verilen ve kameri ayların 13, 14, ve 15. günleri yarın başlıyor.Bu sünneti yerine getirmek isteyenler 
Yarın(9 Ağustos Cumartesi), 10 Ağustos Pazar ve 11  Ağustos Pazartesi günlerini oruçlu geçirmeliler.

Her hicri ayın 13, 14 ve 15. günlerinde oruç tutmak sünnettir. Nitekim Hz. Hafsa (ra) diyor ki:

«Dört şeyi Resûlüllah (asm) Efendimiz hemen hemen hiç terketmedi diyebilirim: Âşûrâ orucu, Zilhicce'nin ilk on gününün oru­cu, her ayın 13, 14, 15. günlerinde oruç ve bir de sabah farzından ön­ce iki rek'at namaz...» (Ahmed bin Hanbel, Nesâi)
Allah kabul etsin.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

7 Ağustos 2014 Perşembe

353.DİL CENNETE DE CEHENNEME DE GÖTÜRÜR

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Dil, büyük bir nimettir. İyiliği de kötülüğü de büyüktür. Cennete de, Cehenneme de götürür. Îmân ve küfür dildeki ifadeden anlaşılır. Dil ile, ya hak veya bâtıl konuşulur. İnsanda bulunan diğer uzuvların sahası, dil gibi geniş değildir. Bir kimse Peygamber efendimize;

-Ya Resûlallah! Cennet'e götürecek bir ameli bana öğret diye arz edince, Resûlullah efendimiz;

-"Aç kimseleri doyur, susuz olana su ver, Allahü teâlânın emirlerini insanlara öğret, haram ve yasak olan kötü şeyleri de insanlardan menet. Bunlara gücün yetmezse, hayırlı, güzel olmayan sözlerden dilini sakındır." buyurmuştur.

Diline sahib olan kimse dünyada düşmanlarından, âhirette ise, ateşten kurtulur. Hadîs-i şerîfte;

(Ya hayır söyle veya sus. Susan kurtulur) buyurulmuştur

Faydasız konuşmak, münâkaşa etmek, alay etmek, söz taşımak, yalan söylemek, lânet etmek ve gıybet etmek gibi fiiller, hep dil ile olmaktadır. Halbuki Şeyh Sa'dî-i Şîrâzî hazretleri;

"Dil; şükretmek içindir. Rabbini bilen, dilini gıybet için kullanmaz. Kulak; Kur'ân-ı kerîm ve nasîhat dinlemek içindir. Bâtıl ve boş sözler için değildir. İki göz; Allahü teâlânın kudret ve san'atını görmek içindir. Eşin dostun ayıbını görmek için değildir" buyurmaktadır.

Dil, yırtıcı bir hayvan gibidir, serbest bırakılırsa sahibini parçalar. Sükût eden, hataya düşmekten, yalandan, dedikodudan, söz taşımaktan, kendini övmekten, boş konuşmaktan ve daha birçok dil âfetlerinden kurtulur.
Çok konuşanın dili sürçer, kalbi kararır. Kalbi kararan da, hata üstüne hata yapar ve kalb kırar da farkında bile olmaz. Diline sahip olan, dinini korur.

Çok konuşan hata eder. Eshâb-ı kirâm hep hayır konuştukları halde, yanlış konuşmak için değil, belki boş bir söz söyleriz diye sükût ederlerdi. Bunun için hazret-i Ebu Bekir, ağzına taş koyar ve;

“Başa gelen bütün felâketler bundan gelir” buyururdu.

Diline sahip olmayanı, şeytân her sahada oynatır. Büyük bir uçurumun kenarına getirip, yüzüstü yuvarlar, felâkete sürükler. Dile ahlâk dizgini vurulursa, dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşur. Başıboş bırakılırsa zarardan zarara girer. Uzuvlarımızdan en çok isyân edeni dildir. Kolaylıkla istediği tarafa gider. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:

(Her sabah, bütün uzuvlar, yalvararak dile derler ki: Bizim hakkımızı gözetmekte, Allahdan kork, kötü söz söyleme, bizi ateşte yakma! Bizim dine uyup uymamamız senin sebebinledir. Sen doğru olursan biz de doğru oluruz. Sen eğri olursan biz de eğri oluruz.) 


Eshâb-ı kirâmdan Ukbe bin Âmir hazretleri, Resûlullah efendimize;

-Dünyâ ve âhirette kurtuluş ne ile olur yâ Resûlallah? diye suâl edince, Peygamber efendimiz;

-Dilini muhâfaza eyle. Zarûret olmadıkça evinden çıkma. Günahlarını hatırlayıp, ağla. Kurtuluş bunlarla olur buyurmuştur.

Peygamber efendimize, Cehenneme girmeye sebep olan şeylerin başlıcası nelerdir diye suâl edildiği zaman cevaben;

(Diline ve şehvetine hâkim olmamaktır) buyurmuşlardır.

Netice olarak susmak, dilini korumak, açık bir hikmet ve güzel bir haslettir. Dilin susması kalbin susmasına, kalbin susması da kişinin Rabbini tanımasına sebep olur. İnsanın selâmeti, dilini korumasındadır. Peygamber efendimizin buyurduğu gibi:

(Bir kimse, dilini tutarsa, Allahü teâlâ onun utanacak şeylerini örter. Gadabını tutarsa, kıyâmet günü, Allahü teâlâ azâbını ondan çeker. Bir kimse Allahü teâlâya yalvarırsa, onun duâsını kabûl eder.) 


Dinimiz İslam
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

6 Ağustos 2014 Çarşamba

352.KİBİRLİ MİYİZ? ve NASIL KURTULURUZ?

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Kibir, Allahü teâlâyı unutmanın alametidir. Kibir her iyiliğe engeldir, her kötülüğün anahtarıdır. Kibir şeytanın sıfatı ve kovulma sebebidir. Güçlü insan mütevazı, âciz insan kibirli olur. Kibirle küfür arasında çok ince bir zar vardır. Kibrin bir adım ötesi küfürdür. Âciz insan, noksanlığını tamamlamak için kibirli olur. Faziletli kimsenin kibirlenmeye ihtiyacı yoktur. Bütün kötülüklerin başı kibirdir. Kibirli olan çok ahmak ve akılsız olur. Kârını, zararını düşünemez. Kibir, şirkin kardeşidir.

 Allah-u Zülcelal kibirlenen insanları; eğer, bu hallerinden vazgeçmez ve bu hastalıklarından kurtulmaya çalışmazlarsa: “Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları âyetlerimden uzaklaştıracağım.” (Araf;146) diye uyarırken, başka bir ayet-i kerimede de: “Bana kulluk yapmayı büyüklüklerine yediremeyenler aşağılanmış olarak cehenneme gireceklerdir.” (Mümin;69) buyurarak, şimdiden tedbir almaları için insanları ikâz etmektedir.

Kibir olan sıfatlar ve kibirden kurtuluş yolları

İnsan, kendisinde bulunan kibri, ancak onu tedavi edecek ilaçları kullanmak suretiyle yok edebilir. Tedavi olmak demek, kibri kalpten kökünden söküp atmaktır. Bunun ilacı da ilim ve ameldir. İnsan, ancak bu ilaçları kullanarak tedavi olabilir.

İlim, insanın kendisini ve Rabbini tanımasına vesile olur. İnsan kendisini bildiği zaman, her şeyden daha aşağı ve her şeyden mahrum olduğunu anlar. Bunu anlayan kimse tevazu ehli olur. Rabbini bildiği zaman da kibir ve azametin, yalnız O'nun şanı olduğunu idrak eder. Nitekim Allah-u Zülcelal bir ayet-i kerimede; “İnsan, kendisini bir nutfeden yarattığımızı görmez mi ki, hemen apaçık bir hasım kesilir.” (Yasin;77) buyurmuştur. Bunu bilen bir kimse, daha nasıl kibirlenebilir ki?

Kibrin tedavi edilmesinin bir yolu da ameldir. Bu da Allah için bütün insanlara tevazu göstermekle olur ve yolu da ancak Peygamber Efendimiz (sav)'e, ashab-ı kiram ve sadatın ahlakına, denizden bir damla da olsa ittiba ve onları taklit etmekle mümkündür.

Kibiri tedavi etmenin diğer bir yolu da yukarıda kibire sebep olan şeyler diye saydığımız sebepleri terk etmektir.

Birincisi; asaletle övünmektir. Asâleti ile kibirlenen kimse, iki şeyi bilmekle kendisini tedavi edebilir:

1. Başkasının kemali ile öğünmek, büyük bir cehalettir.

2. Hakiki asaleti bilmektir. Bunun ise başı meni, sonu topraktır.

İkincisi; güzellikle övünmektir. Bunun çaresi de, hayvan gibi dış görünüşe değil, aklı başında olan bir insan gibi kalbine, ruhuna, sırrına bakmaktır. İnsan maneviyatına yöneldiği zaman, güzelliği ile övünmesini engelleyecek birçok çirkin sıfatları olduğunu görür ve kendisinde bulunan kibrin yanlış olduğunu anlar. Bunları düşünüp muhasebe eden kimse, güzelliği ile nasıl övünebilir ki?

Üçüncüsü; kuvvet ve kudretine güvenerek kibirlenmektir. Halbuki insan hastalıklara dayanamadığını, bir sinekle başa çıkamayacağını, bir dikenin vücuduna batmasıyla nasıl aciz kaldığını düşünse, kuvvet ve kudreti ile kibirlenmenin ne kadar da boş olduğunu anlar ve bu kibrinden vazgeçer.

Dördüncüsü; servet, aile efradı ve etrafında bulunan adamların çokluğu ile kibirlenmektir. Bu, kibrin en çirkin olanıdır. Çünkü, bu mal ve servet kendisinin değildir. Kendisi bunların sadece çobanıdır. Allah-u Zülcelal tüm bunları nasıl vermişse, öyle de geri alabilir. İnsanın yanında emanet bulunan bir şeyle kibirlenmesi de ahmaklıktır.

Beşincisi; ilim ile kibirlenmektir. İlim ile kibirlenmek, afetlerin en büyüğüdür. Hastalıkların en ağırı ve tedaviyi en zor kabul edenidir. Bunu tedavi edebilmek için çok büyük gayret göstermek lazımdır. Alim bir kimse, cahillere baktığı zaman, kendisini onlardan üstün görmekten alıkoyamaz. Alim, ancak şu iki şeyi bilmekle kendisini kibre düşmekten koruyabilir:

1- Allah-u Zülcelal'in katında âlimin sorumluluğu daha fazladır. Çünkü, bir günahı bilerek işleyen bir kimse ile onun günah olduğunu bilmeden yapan kimse elbette bir değildir. Nitekim Peygamber Efendimiz (sav) bir hadis-i şeriflerinde; “Kıyamet gününde bir âlim getirilir ve cehenneme atılır. (Onun) bağırsakları dökülür. Su çeken merkep gibi onların etrafında döner durur. Cehennem halkı onun başına toplanır ve: ‘Bu halin nedir?’ diye sorarlar. O da şöyle cevap verir: ‘Ben dünyada iken hayrı, emreder kendim yapmazdım; kötülükten men eder kendim yapardım; işte cezamı çekiyorum.” (Buhari, Ebu Usame) buyurmuştur.

İşte, âlim olan kimseye, bu tehlike yeter de artar bile. Bir âlim herhangi bir cahilden kendisini üstün görüp kibirlense, bu tehlikeyi düşünüp, hemen o kibri terk etmelidir.

Âlim olan kişi, zahiri ve manevi kusurlarını düşünüp Allah-u Zülcelal'in emir ve nehiylerindeki kusurlarını hatırlar ve kendisini bekleyen tehlikeleri düşünürse, muhakkak kendisini esir eden kibrinden vazgeçer.

2- Kibir, ancak Allah-u Zülcelal'e mahsustur. Alim olan kişi bunu bilir ve kibir yaptığı zaman, Allah-u Zülcelal'in kendisine gazaplanacağını, ancak tevazu ehli olmakla Allah'ı razı edebileceğini bilmelidir.

Allah-u Zülcelal’e karşı kibir yapanın hali ve sonu perişanlık olur. İşte bunları bilen alim, nefsini kibir yapmamak için zorlar ve böylelikle kalbinden kibir hastalığı çıkar.

Bir kimse, son nefesinde akibetinin ne olacağını düşünür ve nasıl bir tehlike ile karşı karşıya bulunduğunu idrak ederse, değil bir fasığa, bir kâfire karşı dahi kibirlenmesi mümkün değildir.

Demek ki, insanın görevi, kim olursa olsun, hiç kimseye kibir yapmamaktır. İnsan bir cahil gördüğü zaman; “Bu adam cahil olduğu için günah işliyor olabilir; bense bilerek günah işliyorum. Bunun mazereti vardır, benim hiçbir bahanem yok” demelidir. Bir alim gördüğünde; “Bu benim bilmediklerimi biliyor. Ben buna nasıl emsal olabilirim.” demelidir. Yaşlı birini gördüğünde: “Bu kişi benden daha fazla Allah-u Zülcelal'e ibadet etmiştir.” Kendisinden küçük birisini gördüğü zamanda; “Bunun günahı benden daha azdır” demelidir.

Bütün bunlara bakarak, herkese düşen görev, kendi akibeti için nefsini ıslah etmek ve kalbini Allah-u Zülcelal'e karşı düzeltmekle meşgul olmaktır. Kendisi tehlikede olduğu halde, başkasına acıyan kimse, büyük bir yalancıdır.

Altıncısı ise; ibadet ve vera ile kibirlenmektir. Bu da insan için çok büyük bir tehlike olabilir. Bundan kurtulmanın çaresi, bütün insanlara karşı tevazu halini kalbe yerleştirmeye çalışmak; “Ben bu kadar ibadet yapıyorum, şu kadar zikir yapıyorum, onlar yapmadı ama benim bu yaptıklarımı Allah-u Zülcelal kabul etmemiş olabilir” diye insan düşünmelidir.

Netice olarak, akibetini bilmeyen ve kötü kimselerden olabileceği ihtimalini düşünen kimsenin kibirlenmesi mümkün değildir. Bir kimse de bu korku hakim olduğu sürece, herkesi kendinden üstün görmeye başlar. Bu da en faziletli ve doğru olandır. İşte kibri kalpten söküp atacak çareler bunlardır.

Kibirden kurtulduğunun anlaşılması

1- İnsan herhangi bir meselede kendi emsali ile kendisini tecrübe edip kibrinin kaybolup kaybolmadığını anlayabilir. Eğer bir hakikati, karşısındaki dile getirdiğinde, bu ağırına gider, memnunlukla karşılamaz ve kabul etmezse, henüz kalbinde gizli bir kibir var demektir.

Bundan Allah-u Zülcelal'e sığınıp, ilim ve amel yapmak suretiyle bu halden kurtulmaya çalışmak lazımdır.

2- İnsan, emsal ve akranları ile aynı meclislere gidip, yolda onları öne geçirmek ve meclislerde arkada oturmak suretiyle, kendisinde kibrin bulunup bulunmadığını öğrenebilir. Şayet onları öne geçirmek, onların arkasında oturmak, kendisine ağır geliyorsa, henüz daha kalbinde kibir var demektir.

Eğer böyleyse, kendini buna zorlayarak ve buna alışmaya, bu ağırlığı üzerinden atmaya gayret etmesi lazımdır. Ancak böyle davranarak kalbindeki kibri kırabilir.

3- Fakir kimselerin davetine katılmak, arkadaş ve yakınlarının işlerini görmekten geri kalmamak suretiyle, kibirli olup olmadığını anlayabilir.
Bu davranış ağırına gidiyorsa, kendisinde kibir var demektir. Halbuki bu davranışlar hem güzel ahlaktır, hem de mükâfâtı çoktur. 


Bunlardan kaçınmak, kalbinde manevi kirlerin bulunmasındandır. Bu gibi işleri yapmak suretiyle içindeki bu kirlerden temizlenmeye çalışmalıdır. Ancak böylelikle kibir hastalığından kurtulabilir.


4- Kendisinin ve arkadaşlarının eşyalarını bizzat kendisi taşıyarak, kendisinde kibir olup olmadığını anlayabilir. Bundan çekinirse, yine kalbinde kibir var demektir.

5- Eski elbise giymekle kendisinde kibir olup olmadığını anlayabilir.

 Kibir, çok tehlikeli bir kalp hastalığıdır. Aynı zamanda Allah-u Zülcelal'in rızasına giden cennet yolunda çok büyük bir engeldir.

Bunun bir an önce tedavi edilmesi gerekir. Çünkü, kalbin bu gibi manevi hastalıklardan temizlenmesi, sonsuz olan ahiret saadetinin kazanılması demektir.

Kaynak: Seyda Muhammed Konyevi; Cennet Yolunun Rehberi, Reyhani Yayınları, (3. baskı) Konya, 2006.


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

5 Ağustos 2014 Salı

351.ALLAHIMIZIN cc BİZİ SEVMESİNİ İSTİYORSAK...

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Hem bizim Allah’ı sevdiğimizin anlaşılması, hem de Allah’ın bizden razı olduğunu anlamanın yolunu şu ayeti kerime de Allah’ımız bildiriyor. “Ey Muhammed de ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tabi olun, ta ki Allah ta sizi sevsin.” (Al-i İmran, 3/31)

 Allah’ı cc sevmemizin göstergesi Hz. Peygamber Efendimize uyarak islamı yaşamaktır. Biz Peygamberimize uyarak hayatımızı yaşarsak, netice de Allah’ın cc da bizi sevdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. 


Allah cc Peygamberimizi sas bir model olarak yaratmış ve en güzel örnekleri onda göstermiştir. Allah’ın cc bizi sevdiğinin göstergesi, bizim ne kadar Hz. Muhammed’e sas benzediğimizdir.

Demek ki, Allah’ı (c.c.) seviyorsak Peygamber efendimize (sav) uymamız bekleniyor. Onun sünnetine, onun emirlerine, yap dediği şeyleri yapmakla, yapma dediği şeylerden uzak durmakla, Allah’a (c.c.) olan sevgimizi gösterebiliriz. Nitekim Peygamber efendimizin sas emirleri Allah’ın emirleridir. Resulullah efendimizin (sav) sünneti üzere yaşamak, Kuran’a göre yaşamak demektir. 


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

1 Ağustos 2014 Cuma

349.İSLÂMDA FIKHİ MEZHEPLER TARİHİ:10-İcma´ Üzerindeki İhtilâflar

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Mezhepler tarihi notları devam ediyor:

Bir kısım icma´ vardır ki onu inkâr etmek bir müslüman için im­kânsızdır. İslâmiyetin esaslarına ait olan bu türlü icma´lar, namazın rekâtları ve rükünleri, farz namazların sayısı, Ramazan orucu ve ze­kâtın farz oluşu gibi hususlara dairdir. Bu gibi icma´ların inkârı, bu esaslardan birini inkâr demek olduğundan, böyle bir inkâra sapan kimse îslâmiyetin dışına çıkmış olur.

İslâm´ın bu emirleri üzerinde icma´ hâsıl olduğu gibi bunları isbat eden Kur´an nass´ları, tevatür yoluyla gelen Peygamber´in kavlî ve fiilî sünnetleri pek çoktur. Bunlar üzerinde icma´, nass´ların en kuvvetlisine dayanmıştır. Dolayısiyle bu icma´a muhalif hükümler ifa­de eden cüz´î nass´lar ikinci plâna bırakılmıştır. Esasında bu icma´a muhalif hüküm ifade eden cüz´i nass´ların bulunması, zihnî bir feraziyeden ibarettir. Büyük bilginlere göre dînin kesin emirleri ictihad konusu olamaz. İmâm Şafiî bu hususta şöyle söylemiştir: «Dî­nin bu kesin emirleri hakkındaki bilgi bütün ümmete malolmuştur. Yani bunları bilmeyen hiçbir müslüman yoktur.» Esasen Şafiî İlim­leri ikiye ayırır:


1 Her müslümanın bilmesi lâzım gelen İlim. Bu, dînin kesin emirlerini bilmektir.

2 Müslüman İlim adamlarının sahip olduğu İlim. Bu, ictihad konusu olan meseleleri bilmektir. Halk bunu bilmez, fakat bilginler­den sorarak öğrenir.


Bir kısım hakîkata nüfuz edemeyen kimseler, her icma´ın bütün nass´lardan üstün olduğunu zannederler, bu bir anlayış hatasıdır, fa­kat çok yaygındır. Hattâ müslüman olmayan birtakım yazarlar, ic­ma´ ile dinî hükümlerin değişebileceğini ve îslâm cemaatının icma´ sayesinde bu hükümleri istedikleri gibi değiştirme imkânları olduğu halde değiştirmediklerini iddia etmektedirler.

Dinde kesin olarak bilinen emirlerin dışındaki bazı meselelerde hâsıl olan icma´ üzerinde bir hayli anlaşmazlık çıkmıştır. Daha çok ihtilâf bu türlü icma ile ilgili olan meseleler üzerindedir. Mezheple­rin metodlarına göre bu ihtilâf azalıp çoğalmaktadır.

îslâm hukukçularının büyük çoğunluğu, Haricîleri, Şiîleri ve bir kısım Mûtezilîleri istisna edersek sahabînin icma´ını hüccet ola­rak kabul etmek hususunda ittifak etmişlerdir. Sahabîlerin icma´ı bir vakıadır. Bunun üzerinde dört mezhebin İmamları ve Zeydîler ittifak etmişlerdir.


Mutezileden Nazzam, dînin kesin emirleri dışındaki meseleler üzerinde icma´ olamıyacağını söylemiştir. Ona göre icma´, ancak müctehidlerin icma´ıdır. Halbuki içtihadın mânâsı üzerinde bile îslâm ül­kelerindeki âlimleri ittifak edememişler ve her biri diğerinden farklı görüşe sahip olmuştur.


Nazzam´ın bu görüşü şöyle reddedilmektedir: Müctehidlerin ic­ma´ı sahabiler devrinde vâki olmuştur. Bunu hiçbir kimse inkâr ede­mez, îcma´, sahabîler devrinde vâki olunca, onun, daha sonraki de­virlerde de vâki olması mümkündür.

Sahabiler devrinde icma´ın varlığı bir vakıa olduğu halde, birçok îslâm hukukçusu, daha sonra icma´ üzerinde ihtilâfa düşmüşlerdir. ´Ahmed b. Hanbel´den yapılan bazı rivayetlere göre O, sahabîlerden sonra icmaın imkânsız olduğunu söylemiştir. Ahmed b. Hanbel ta­lebelerine, «Bir mesele hakkında bilginler icma´ ettiler demeyiniz, bu hususta bilginlerin ihtilâfını bilmiyoruz, deyiniz» diye öğüt verirdi.

Şafiî, sahabîlerden sonra icma´ın imkân dahilinde olduğunu in­kâr etmezdi. Fakat kendisine delil olarak gösterilen ve sahabîlerden sonraki zamanlara ait olan icma´ı reddederdi. Gerçekte bu, icma´ın vukuunu inkârdır; fakat onun vuku imkânını inkâr değildir.

Şafiî ve Ahmed b. Hanbel´den başkaları birçok meselelerde icma´ın vâki olduğunu iddia etmişlerdir.

Birçok ittifaklar vardır ki bunların, icma´ sayılıp şer´î bir delil teşkil etmesi hususunda ihtilâfa düşülmüştür; şöyle ki:

1 Sükuti icma´: Belli bir mesele hakkında müctehidler arasında bir görüş ileri sürülür ve bu görüşün ilân edilmesinden son­ra bütün müctehidler susarlarsa, konuyu inceleyecek bir zaman geç­tikten sonra bu bir icma´ sayılır mı husususunda mezhep İmamları ihtilâfa düşmüşlerdir. Bazısı bunu kesin olarak hüküm, ifade eden bir icma´ saymıştır. Bazısı da zannî hüküm ifade eden bir delil ola­rak kabul etmiştir. Bir kısmı onu delil olarak kabul ettiği halde ic­ma´ saymamıştır. Diğer bir kısmı da ona hiç itibar etmemiş ve onun dayandığı delili de nazarı itibara almamıştır.

2 Herhangi bir asırda bir hüküm üzerinde bilginler iki veya üç türlü görüş ileri sürerlerse bu bir icma´ olur mu? Daha´sonraki­ler için üçüncü bir görüşü ortaya atmak caiz midir? Bu üçüncü gö­rüş de bir icma´ sayılamaz mı? Bu hususta da bjlginler anlaşama­mışlardır. Bir kısmı bunun icma´ olamıyacağmı söylemiştir. Çünkü burada müctehidlerin ittifak ettiği bir görüş mevcut olmayıp, bir­çok görüşler vardır. Bir kısmına göre bu bir icma´dır. Çünkü öncekilerden ayrı bir görüş ortaya atmak, onların görüşünü kabul et­memektir. Böylece son görüş bulunduğu asra göre icma´ sayılır. Ba­zıları da; bir meselede görüş birliğine varılamamış, fakat umumî olarak meselenin bir yönünde ittifak hâsıl olmuşsa bu bir icma´ sa­yılır, buna muhalif davranışta bulunmak doğru olmaz, demişlerdir. Meselâ; dede´nin öz kardeşlerle veya baba bir kardeşle mirasçı olup olmıyacağı ihtilaflı bir meseledir. Ebu Bekr (R.A.), dedeyi baba mev­kiinde görmüş, ölünün öz kardeşlerini veya baba bir kardeşini dede vâsıtasiyle mirastan mahrum etmiştir. Hz. Ali (R.A.), bu durumda dedeyi kardeş gibi itibar etmiş, terekeyi aralarında paylaştırarak de­deye altıdabir (1/6) den az olmamak şartıyîe, miras hakkı tanımış­tır. Zeyd b. Sabit, üçtebir (1/3) den az olmamak şartiyle, dedeyi mi­rasçı olarak kabul etmiştir. Görülüyor ki burada dedenin mirasçı olması üzerine icma hasıl olmuş fakat mirasın miktarında anlaşmazlık çıkmıştır. Bu durum karşısında dedeyi mirastan etmek caiz değildir.

3 Müctehidlerin ekserisi bir görüş üzerinde ittifak ederlerse bu bir icma´ sayılır mı? Burada da İslâm hukukçuları farklı görüş­ler ileri sürmüşlerdir. Bir kısmı bunu icma´ saymamıştır. Çünkü ic­ma´nın mânâsı, bütün müctehidlerin bir hüküm üzerinde birleşmesi demektir. Burada ise böyle bir birleşme yoktur. Diğer bir kısmı da, birkaç kişinin muhalefeti, icma´ı bozmaz, demiştir. Bunlar Zeydîler´-dir. Onlara göre herhangi bir görüşe karşı mutlak olarak muhale­feti önlemek imkânsızdır. O halde birkaç kişinin muhalefet etmesi icma´ı bozmaz. İslâm bilginlerinden bir kısmına göre muhalif olan görüş şaz ve Peygamber´den vârid olan hadislere aykırı ise icma´ı bozmaz. Meselâ, mut´a nikâhının yasaklanışına Abdullah b. Abbas´m muhalefeti böyledir. O, mut´a nikâhına cevaz vermiş, Sahabîler ise onun muhalefetine önem vermemişlerdir.

Abdullah b. Abbas alım-satımdaki faiz hakkında da sahabîlere muhalefet etmiş; meselâ, buğdayı buğdayla veresiye satışta faz­la alınmasını caiz görmüştür. Abdullah b. Abbas´m bu görüşü nass´-lara muhaliftir. Eğer muhalif görüş ŞAZ bir re´y´e dayanmıyor ve nass´larla da tezat teşkil etmiyorsa icma´ı bozar. Meselâ; Abdullah b. Abbas, tereke, mirasçılar arasında taksim edilirken paydanın artmasına itiraz etmiştir. Ömer (R.A.) paylar (Farzler) ın art­tığını görünce paydayı avl ettirmiştir. Şöyle ki: Ölenin vârisleri ko­cası, kız kardeşi ve annesinden ibaretse-, anne üçtebir (1/3), koca yarım (1/2), kızkardeş de yarım (1/2) hisse alırlar. Bu durumda mesele (ortak payda) altı (6) iken sekiz (8) e çıkmaktadır. Hz. Ömer terekeyi altı (6) değil, sekiz (8) sehme ayırmış ve mirasçılara pay­laştırmıştır. İbni Abbas´tan başka fakihlerin hepsi, Hz. Ömer´in gö­rüşünü tasvip etmişlerdir. Abdullah b. Abbas ise meselenin avletmiyeceğini söylemiştir. Ona göre mirasçının hissesi ancak bir erkek , asebe vâsıtasiyle azalır. Meselâ, kız kardeşin hissesi erkek karde­şiyle azalır. Erkek kardeşi olsa idi burada onların her ikisi sadece kalanı, yani altıdabir (1/6) hisseyi alacaktı. Burada da erkek kar­deş var farz edilir ve ona altıdabir (1/6) hisse, verilir. ez-Zührî, bu hususta İbni Abbas´ın görüşü âdil bir Halifenin tatbikatı ile reddedilmese idi, ona hiçbir kimse itiraz etmiyecekti, demiştir.

4 İcma´ üzerindeki ihtilaflı meselelerden biri de delil hakkındaki´ icma´dır. Meselâ; bilginler muayyen bir Hadis veya Kur´an nassı ile sabit olan bir hükmün delili üzerinde icma´ etseler, bu delilden başkasıyla aynı konu üzerinde istidlal etmek caiz midir, değil midir? îslâm hukukçularından pek azı delil üzerinde icma´ın muteber oldu­ğunu söylemişler ise de, ekseri hukukçular bu görüşe iltifat etmemiş­lerdir.

İslâm hukukçuları, kimlerin icma´ selâhiyetine sahip oldukla­rında da ihtilâf a düşmüşlerdir. Fatihlerin büyük çoğunluğu re´y ve kıyası tanımayanların icma´ı bozmayacaklarını beyan etmişlerdir. Nitekim Şiilerin muhalefeti ile icma´ bozulmaz. Çünkü onlar bid´at ehli sayılmaktadır. O" halde bid´at ehlinin muhalefeti icma´ı bozma­yacağı gibi, onlar, icma´ı meydana getiren elemanlar arasına da gi­remezler.

İmamiyye mezhebi mensubları, ancak kendi müctehidlerinin icma´ını kabul ederler. Sahabîlerin ve kendilerine muhalif olanların icma´ına önem vermezler. Onlara göre icma´ bir hüccettir. Çünkü o, gizli İmamın görüşünü ortaya koymaktadır. Onların inancına göre kendi mezheblerindeki mûctehidlerin icma´ı doğru ve isabetlidir. Eğer bâtıl olacak olursa gizli İmam susmaz, ve derhal hakikati orta­ya kor.

İmamiyye müctehidlerinden bir kısmı bir görüş ortaya atsa öte­kiler de buna karşı sussalar, bu, o görüşün doğru olduğunu ortaya kor. Eğer yanlış olsaydı İmam ortaya çıkar, uyulması gereken doğ­ru görüşü bildirirdi. Onların bilginleri bir konuda iki görüş ileri sü­rerek ihtilâfa düşseler, yine İmam ortaya çıkar ve doğru olan görü­şü bildirir. Kısaca, onlara göre icma´ın her çeşidi o mesele hakkın­daki İmamın görüşünü meydana kor. İmamın görüşü ise, uyulması gereken dinî bir prensiptir.

îcma´ üzerinde ihtilâfa düşenleri bir yana bırakalım; bu husus­ta ittifak edenler de icma´ hâsıl olan meselelerde ihtilâfa düşmüş­lerdir. Meselâ; Hanefîler, bazı konular hakkında icma´ bulunduğu­nu ileri sürerken, Şafiîler, bu konular üzerinde icma olmadığını id­dia etmişlerdir. İmam el-Evzaî, ganimet hisseleriyle ilgili bazı me­seleler üzerinde icma´ olduğunu ileri sürmüş, Ebu Hanife´nin tale­besi Ebu Yusuf da, O´nun iddiasını reddetmiş ve bu meseleler hakkında icma´ bulunmadığını söylemiştir.

İcma´ meselesi, mezhepler arasında çok geniş ihtilâflara se­bep olmuştur. Fakat bu ihtilâflar, dînin özüne ve kesin olarak bili­nen esaslarına dokunmadığı için, zararlı olmamıştır.

Medînelilerîn İcma´ı
İslâm hukukçuları arasında İmam Malik, tek başına, Medine­lilerin icma´ının bütün müslümanları ilzam ettiğini, ileri sürer. O, Mısır´lı Leys b. Sa´d´e gönderdiği mektupta bunu açıkça belirtmiştir. İslâm hukukçularının büyük çoğunluğu bu konuda O´nu yalnız bı­rakmıştır. Şafiî, önce Ona uymuş ise de sonra vazgeçmiş, «îhtilâfu Mâlik» adlı kitabında O´nun görüşünü çürütmüştür.

Bazı bilginlere göre İmam Malik, Medînelilerin amelini kendisi hüccet olarak kabul etmiş, fakat onu diğer memleketlerin kabul et­mesini şart koşmamıştır.

Bu hususta İbni Kayyim el-Cevziyye şöyle söyler: «Harun er-Reşid, îmam Malik´in Medînelilerin ameline dayanan mezhebini kabul etmek için bütün müslümanları zorlamaya teşeb­büs etmiş; Malik de, buna bizzat engel olmuş ve şöyle söylemiştir-:Peygamber (S.A.)´in sahabîleri bütün ülkelere dağılmışlardır. Her gurubun kendine göre başkalarında olmayan bir ilmi vardır.» Bu gösteriyor ki Medinelilerin ameli İmam Malik´e göre,bütün müslümanların uyması gereken bir hüccet değildir. Ancak onu, İmam Ma­lik, amel bakımından benimsemiştir. O, Muvatta´ında ve başka eserlerinde, Medinelilerin amelinden başkasıyla amel etmek caiz ol­maz, dememiştir. Fakat Medinelilerin amelini mücerret bir haber olarak vermiş ve kırk küsur meselede onların icma´ını iddia etmiş­tir. Bu meseleler üç gurupta toplanabilir.

«1 Medinelilere başkalarının muhalefet ettiği bilinmeyen me­seleler.

«2 Medinelilere başkalarının muhalefet ettiği meseleler.

«3 Bizzat Medinelilerin kendi aralarında ihtilâf ettiği meseleler.«İmam Malik, Medine ehlinin ameli için hiçbir zaman, bu üm­metin icma´ıdır ve aksini yapmak caiz olmaz, dememiştir»

İbni Kayyim´in bu ifadesine rağmen gerçekte îmam Malik, Me­dinelilerin icma´ını başkaları için de hüccet saymıştır. . Şafiî, Mâlik´in bu görüşünü «İhtilâfu Mâlik» ve «Cimau´l-îlm adlı kitabında münakaşa etmiştir. Şafiî´ye göre araştırmalar göstermiştir ki Medi­nelilerin farzların asılları üzerinde yaptığı her icma´, diğer İslâm memleketlerinin bilginlerince de uygun görülmüş ve dolayısıyla bu umumî bir icma´ olmuştur.

Bunun içindir ki, İbni Kayyim el-Cezviyye´nin söylediği ikinci ihtimale Şafiî hiç temas etmemiştir. Eğer Medineliler kendi aralarında ihtilâfa düşmüşlerse, bu takdirde onların ameli, tabiatiyle bir hüccet teşkil etmez. Bunda herkes müttefiktir.

Maliki kitaplarında zikredildiğine göre Medine´lilerin ameli, re´y´e değil de nakle dayanıyorsa, bu, İmam Malik´in indinde bir hüccettir. Öte yandan,imam  Malik´ten bunun mutlak bir hüccet ol­duğu da rivayet edilmiştir.

Şafiî, ilk önceleri İmam Malik´in bu fikrini kabul etmiştir. Beyhaki, bu hususta, Şafiînin bir muarızına şöyle söylediğini rivayet eder:

«Vallahi sana nasihat olarak söylüyorum, eğer Medinelilerin yaptığı birşeyi görürsen, onun hakîkata uygun olduğunda kalbine hiçbir şüphe girmesin. Bu hususta seni meşgul eden şüpheye hiç al­dırma.»

Şafiî´nin bu sözü, O´nun fıkıh konusundaki ictihad devrelerin­den birine aittir. Bu devrede O, Medinelilerin amelini, hüccet olarak kabul edecek kadar saygıyla karşılıyordu. Fakat O´nun eski ve yeni mezhebinde Medinelilerin amelini âhad hadisler derecesinde dahi görmediği muhakkaktır.

Diğer memleketlerin fakihleri, îmam Malik´in metoduna muva­fakat etmemişlerdir. Gerçi Ebu Hanife´nin Ebu Yusuf ve Muhammed gibi talebeleri, Medine´deki sahabîlerden intikal eden bazı hu­susları kabul etmişlerdir. Meselâ; vakıf, Ebu Hanife´ye göre vâkı­fın «Vakfettim» demesiyle kesinleşmez. Vâkıf bundan istediği za­man cayabilir. Vakıf, ancak hâkimin hükmü veya onu ölümüne iza­fe eden vâkıfın ölmesiyle kesinleşir. Buna mukabil İmam Malik, o güne kadar ayakta duran sahabîlerin vakıfları üzerine Ebu Yusuf, ve Muhammed´in dikkatini çekmiş, onlar da bu hususta hocalarına açıkça muhalefet etmişlerdir.


M.Ebu Zehra

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"



Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

25 Temmuz 2014 Cuma

347.AHİRETTE YAPTIKLARIMIZIN KARŞILIĞINI BULACAĞIZ!

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Allahü teâlânın kullarına olan ihsânları ve teklifleri, herkese eşit değildir. Meselâ, bâzı mü'min kullarına zenginlik verir, ona hac yapmasını emreder. Bâzı mü'min kullarına fakîrlik verip, ona hac yapmasını emretmez. Kimine, güç, kuvvet ve sıhhat verip, oruç tutmasını emreder. Kuvveti ve sıhhati müsâit, uygun olmayanların da sonra tutmalarına izin verir. Kimi kullarına nisâp miktârı, zenginlik ölçüsüne ulaşacak kadar mal ihsân edip, zekât vermelerini ve fakîr olan akrabâlarının nafakalarına yardım etmelerini emreder. Kimi kullarına da fakîrlik verip, zekât alacak hâlde bırakır. Bütün bunlar Allahü teâlânın adâlet-i ilâhiyyesine tam muvafıktır, uygundur.

Allahü teâlâ, kimi kullarına çok ihsân eder. Onlar da ni'mete şükredip, şükredenler derecesine kavuşurlar. Kimi kullarına da, az ihsân eder. Onlar da sabrederler, sabredenler derecesine ulaşırlar. Allahü teâlâ, hiçbir kulunun amelini zâyi etmez, boşa çıkarmaz. Herkes yaptığının karşılığını alır. Allahü teâlâ, zerre kadar iyilik yapana, karşılığını verecektir. Kimsenin iyiliği karşılıksız kalmayacaktır. Zilzâl sûresinin 6, 7, ve 8. âyetlerinde meâlen;

(O gün, insanlar amellerinin karşılığını görmek için, fırka fırka hesâp yerine giderler. Kim zerre miktârı kadar hayır işlemiş ise, onun mükâfatını görür. Kim de zerre miktârı bir kötülük işlemiş ise, onun cezâsını görecektir) buyurulmuştur.

Mü'min ve kâfir herkes kıyâmette, dünyâda yapmış olduklarını görür. Zerre kadar iyilik eden iyiliğinin karşılığını bulacaktır. Hadîs-i şerîfte;

(Allahü teâlâ, iyilik edenlere, karşılığını elbette verecektir) buyuruldu.

Bir gün seyyid Emîr Külâl hazretleri, sevenlerine hitaben buyurur ki:

"Ey dostlarım, Nefsinizin isteklerini terk ediniz ki, âhirette utanıp, mahcûp olmayasanız. Eğer şükrederseniz, Allahü teâlâ size her istediğinizi ihsân eder. Bu dünyâda ne yaparsak, âhirette onun karşılığını bulacağız."

Vüheyb bin Verd hazretlerine;

-Ölümden bahseder misiniz? diye arz edilince, onlara;

-Bir insan vefât edince, dünyâda amelini yazmakla vazifeli iki melek onunla berâber olur. O kimsenin amelleri iyi ise, o melekler kendisine derler ki:

"Allahü teâlâ sana büyük hayırlar versin. Biz senin yanında bulunmakla çok rahatız. Dünyâda hayırlı ameller işledin. Şimdi de hayırlı şeylere kavuştun."

Sonra melekler bunun rûhunu semâvât, gök ehli ile tanıştırırlar. Onlar da onu tebrik edip;

"Allahü teâlâ, kavuşmuş olduğun bu nîmetleri mubârek etsin" derler.

Dünyâda hep kötülük işleyen kimse de vefât edince, dünyâda iken onun amellerini yazan iki melek yine onunla berâber olur. Fakat o, kötü amellerinin karşılığı olarak azâb görmekte olduğundan, onun yanında olmakla rahatsız olurlar ve derler ki:

"Sen, burada dünyâda yaptığın kötülüklerin karşılığını görüyorsun."

Sonra melekler onu kötü amelli kimse diye tanıtırlar. Diğerleri de bundan tiksinirler. Oraya hep kötülük işleyerek gelmiş olan kimse, bu karşılaştığı hâle çok üzülür, yaptığı kötülüklere çok pişman olur. Tekrar dünyâya gelip sâlih ameller işlemek ister. Lâkin, artık bu pişmanlık ona fayda vermez, buyurur...

Muhammed bin Ka'b el-Kurezî hazretlerinden; (Kim zerre miktarı hayır yapmışsa, onu görür. Kim de zerre mikdarı şer işlemişse onu görür) meâlindeki Zilzâl sûresinin 7 ve 8. âyet-i kerîmelerinin tefsiri sorulunca buyurur ki:

"Kâfir olan bir kimse hayırdan zerre miktarı bir iş yapsa karşılığını dünyâdan ayrılmadan önce kendisinde veya ehlinde veya malında bulur. Karşılığını dünyâda görmesi kendisi için bir hayır değildir.

Mümin kişi de şerden, kötülükten zerre miktarı bir iş yapsa, âhirete gitmeden onun cezâsını kendisinde, ehlinde ve malında görür. Böyle olması kendisi için şer değildir."

Netice olarak Allahü teâlâ, herkese, ne yapmış ise, çalışmasının, tercihinin karşılığını elbette verir. Herkes istediğini yapar, yaptıklarının karşılığını da bulur. Erginlik çağına ulaşmış, aklı başında olan her erkek ve kadın, yaptıklarından, tercihlerinden, kendisi sorumludur, dünyâda da, âhırette de bunların karşılığını görür... 


Dinimiz İslam

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

24 Temmuz 2014 Perşembe

ŞİFA AYETLERİ

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Hastaya okunan şeyler ya Kur’an ayetleri olmalı ya da hadisi şeriflerde okunması tavsiye edilen dualar olmalıdır. Birtakım rumuzlar, tılsımlarla okuma olmaz.

Hasta üzerine okunup tesiri olan belli başlı ayetler şunlardır: 

Fatiha sûresi,

Bakara sûresinin ilk bölümü,

Ayet’el Kürsi,

Bakara sûresinin sonu,

Haşr sûresinin sonu,

Kalem sûresinin 51. ayeti,

İhlas, Felak, Nâs sûreleri.

Fatiha sûresi
1- Bismillahirrahmânirrahîm.
2- Elhamdü lillâhi rabbil'alemin
3- Errahmânir'rahim
4- Mâliki yevmiddin
5- İyyâke na'budü ve iyyâke neste'în
6- İhdinessırâtel müstakîm
7- Sırâtellezine en'amte aleyhim ğayrilmağdûbi aleyhim ve leddâllîn

Anlamı
1- Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle.
2,3,4- Hamd, Âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, hesap ve ceza gününün (ahiret gününün) maliki Allah'a mahsustur.
5- (Allahım!) Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz.

6,7- Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanlarınkine ve sapıklarınkine değil.

BAKARA SÛRESİNİN İlk 5 Ayeti
Bismillâhirrahmânirrahîm
1- Elif, Lam Mim.
2- Zalikel Kitabu Lareybe Fihi. Hüdenlil Müttekin.
3- Ellezine Yü’Minune Bil Gaybi Ve Yukimunesselate Ve Mimma Rezaknahüm Yunfikun.
4- Vellezine Yü’Minune Bima Unzile İleyke Ve Ma Unzile Min Kablike Ve Bil Ahireti Hüm Yukinun.
5- Ulaike Ala Hüden Min Rabbihim Ve Ulaike Hüm-Ül Muflihun.

 Anlamı
Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle.
1. Elif Lâm Mîm.
2. Bu, kendisinde şüphe olmayan kitaptır. Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için yol göstericidir.
3. Onlar gaybe inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiğimizden de Allah yolunda harcarlar.
4. Onlar sana indirilene de, senden önce indirilenlere de inanırlar. Ahirete de kesin olarak inanırlar.
5. İşte onlar Rab’lerinden (gelen) bir doğru yol üzeredirler ve kurtuluşa erenler de işte onlardır.

Bakara Suresi 285. Ayeti
1. Amener resûlü bimâ ünzile ileyhi min rabbihî vel mü’minûn.
2. Küllün âmene billâhi ve melâiketihi ve kütübihi ve rusulih;
3. lâ nuferriku beyne ahadin min rusulih.
4. Ve kâlu, semi’na ve etâ’na, gufraneke rabbena ve ileykel masiyr.
 Anlamı
1. Rasûl, rabbinden kendisine inzâl olana (indirilene) iman etti. Hepsi de (mü’minlerin), iman ettiler,
2. Allâh’a; meleklerine; kitaplarina; resûllerine de iman ettiler
3. “Onun peygamberlerinden hiçbirini (diğerinden) ayırt etmeyiz” dediler.
4. 
Ve dediler “işittik ve itâat ettik, magfiretini (gufranını) dileriz, rabbimiz dönüsümüz sanadir.”

Bakara Suresi 286. Ayeti
1. Lâ yukellifullahu nefsen illâ vüs’aha,
2. leha ma kesebet ve aleyha mektesebet.
3. Rabbena lâ tuahizna innesiyna ev ahta’na.
4. Rabbena ve lâ tahmil aleyna isran kemâ hameltehu alelleziyne min kablina.
5. Rabbenâ ve lâ tuhammilna ma lâ tâkate lena bih.
6. Va’fuanna, vagfirlena, verhamna.
7. Ente mevlâna, fensurna alel kavmil kâfiriyn.

 Anlamı
1. Allah, bir kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü kılar. 
2. Onun kazandığı iyilik kendi yararına, kötülük de kendi zararınadır. 
3.(Şöyle diyerek dua ediniz): “Ey Rabbimiz! Unutur, ya da yanılırsak bizi sorumlu tutma! 
4. Ey Rabbimiz! Bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme. 
5. Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği şeyleri yükleme! 
6. Bizi affet, bizi bağışla, bize acı! 
7. Sen bizim Mevlâmızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et.”


AYET-EL KÜRSİ (Bakara Sûresi, 255. Ayet)

Bismillahirrahmânirrahîm.
Allâhü lâ ilâhe illâ hüvel hayyül kayyûm, lâ te’huzühu sinetün velâ nevm, lehu mâ fissemâvâti ve ma fil’ard. Men zellezî yeşfeu indehû illâ bi’iznih, ya’lemü mâ beyne eydîhim vemâ halfehüm velâ yühîtûne bi’şey’in min ilmihî illâ bimâ şâe vesia kürsiyyühüssemâvâti vel ard, velâ yeûdühû hıfzuhümâ ve hüvel aliyyül azîm.

Anlamı
Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle.
Allah'dan başka hiç bir ilah yoktur. O, daima yaşayan, daima duran,
bütün varlıkları ayakta tutandır. O'nu ne gaflet basar, ne de uyku.
Göklerdeki ve yerdeki herşey O'nundur. O'nun izni olmadan huzurunda şefaat etmek kimin haddine! Onların önlerinde ve arkalarında ne varsa hepsini bilir.
Onlar ise, O'nun dilediği kadarından başka ilminden hiçbir şey kavrayamazlar.
O'nun hükümdarlığı, bütün gökleri ve yeri kucaklamıştır. Her ikisini görüp gözetmek,
ona bir ağırlık da vermez. O, çok yüce, çok büyüktür.

Haşr sûresinin son 3 ayeti
Bismillahirrahmanirrahim
1. Huvallahullezi le ilehe illa hu alimulgaybi veşşehedeti huverrahmanurrahim.
2. Huvallahullezi la ilahe illa huve el melikul kuddusus selamul mu’minul muheyminul ‘aziyzul cebbarul mutekebbir. Subhanallahi ‘amma yuşrikun.
3. Huvallahul halikul bariul musavviru lehul esmaul husna yusebbihu lehu ma fis semavati vel’ard. Ve huvel’azizulhakim.

Anlamı
1. O, kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan Allah’tır. Gaybı da, görünen âlemi de bilendir. O, Rahmân’dır, Rahîm’dir.
2. O, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. O, mülkün gerçek sahibi, kutsal (her türlü eksiklikten uzak), barış ve esenliğin kaynağı, güvenlik veren, gözetip koruyan, mutlak güç sahibi, düzeltip ıslah eden ve dilediğini yaptıran ve büyüklükte eşsiz olan Allah’tır. Allah, onların ortak koştuklarından uzaktır.
3. O, yaratan, yoktan var eden, şekil veren Allah’tır. Güzel isimler O’nundur. Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nu tesbih eder. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.

Kalem sûresinin 51. ayeti
Ve in yekâdullezîne keferû le yuzlikûneke bi ebsârihim lemmâ semiûz zikra ve yekûlûne innehu le mecnûn(mecnûnun).

Anlamı
Şüphesiz inkâr edenler Zikr’i (Kur’an’ı) duydukları zaman neredeyse seni gözleriyle devirecekler. (Senin için,) “Hiç şüphe yok o bir delidir” diyorlar.

İHLAS SURESİ
Kul hüvellâhü ehad. Allâhüssamed. Lem yelid ve lem yûled. Ve lem yekün lehû küfüven ehad.

Anlamı
(Ey Muhammed!) De ki: O Allah bir tektir. Allah her şeyden müstağni ve her şey O'na muhtaçtır. O doğurmamış ve doğmamıştır. Hiç bir şey O'na denk değildir.

FELAK SURESİ
Kul e'ûzü birabbilfelak. Min şerri mâ halak. Ve min şerri ğasikın izâ vekab. Ve min şerrinneffâsâti fil'ukad. Ve min şerri hâsidin izâ hased.

Anlamı
1. De ki:"Ben ağaran sabahın Rabbine sığınırım,
2. Yarattığı şeylerin şerrinden,
3. Karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden,
4. Ve düğümlere üfürüp büyü yapan üfürükçülerin şerrinden ,
5. Ve kıskandığı vakit kıskanç kişinin şerrinden sabahın Rabbine sığınırım!

NÂS SURESİ
Kul e'ûzü birabbinnâsi. Melikinnâsi. İlâhinnâs. Min şerrilvesvâsilhannâs. Ellezî yüvesvisü fî sudûrinnâsi. Minelcinneti vennâs.

Anlamı
1. De ki: Sığınırım ben insanların Rabbine,
2. İnsanların Melikine (mutlak sahip ve hakimine),
3. İnsanların İlâhına.
4. O sinsi vesvesenin şerrinden,
5. O ki insanların göğüslerine (kötü düşünceler)fısıldar.
6. Gerek cinlerden,gerek insanlardan(olan bütün vesvesecilerin şerrinden Allah'a sığınırım!

1-“Ve yeşfî sudûra kavmi’m-mü’minîne ve yüzhib ğayza kulûbihim.”(Tevbe Sûresi. 14-15)
Meali: (Allah mü’minler topluluğunun gönüllerini ferahlandırsın, şifâ versin ve kalplerindeki ıztırabı gidersin.)

2- “Yâ eyyühe’n-nâsü kad câet küm mev’ızatun min Rabbikum ve şifâü’l-limâ fi’s-sudûri ve hüden ve rahmetün li’l-mü’minîn.”Yûnus Sûresi: 57,
Meali: (Ey İnsanlar! Size Rabb’inizden bir öğüt, gönüllerin derdine şifâ, mü’minlere bir hidâyet ve rahmet gelmiştir.)

3- “Yahrucu mim-butûnihâ şarâbüm-muhtelifün elvânühû fîhi şifâü’l-linnâsi inne fî zâlike le’âyete’l-likavmi’y-yetefekkerûn.” Nahl Sûresi: 69,
Meali: (Onların karınlarından çeşitli renklerde bir şerbet çıkar ki, onda insanlar için şifâ bulunur. Düşünen bir topluluk için şüphesiz bunda bir delil vardır.”)

4- “Ve nünezzilü mine’l-Kur’âni mâ hüve şifâü’v-ve rahmetü’l-li’l-mü’minîn.” İsrâ Sûresi: 82.
Meali: (Biz Kur’ân’da mü’minler için şifâ ve rahmet olan âyetleri indiriyoruz.”

5- “Ve izâ meridtü fehüve yeşfîn.”Şuarâ Sûresi: 80,
Meali: (Hastalandığımda bana şifâ veren Allah’tır.”

6- “Kul hüve li’llezîne âmenû hüden ve şifâün.” Fussilet Sûresi: 44.
Meali: (De ki: Kur’ân, inananlar için hidayet ve şifadır.)

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hastalara şöyle duâ etmiştir:

1-“Allahümme rabbi’n-nâsi ezhibi’lbe’se işfi. Ente’ş-şâfî. Lâ şifâe illâ şifâüke. Şifâen lâ yüğâdiru sekamen. Allahümme işfi abdeke yenke’ leke adüvven ev yemşî leke ilâ salatin.”Ebû Dâvud, Tıb, 3883; Ebû Dâvud, Cenâiz, 3107.
(Allah’ım! Ey insanların Rabbi! Şifa ver! Şifa veren ancak Sen’sin! Sen’den başka şifâ verecek kimse yoktur! Allah’ım! Şu kuluna şifa ver ki, Senin bir düşmanına acı versin veya Senin rızânı kazanmak için namaz kılmak üzere yürüsün.)

2- “Bismillâhi erkîke min külli şey’in yü’zîke min şerri külli nefsin ev aynü hâsidin. Allahümme yeşfîke bismillâhi erkîke.”

(Sana ıztırap veren her şeyden, her kıskanç nefisten, her hasetçi gözden Allah’ın adıyla sana şifa dilerim. Allah sana şifa versin. Allah’ın adıyla sana şifa dilerim.) - Tirmizî, Cenâiz, 972.


3-''Es'elüllahel'aziyme, Rabbel'arşil' aziymi, en yeşfiyke.'' Bu dua hakkında Yüce Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: ''Bir kimse, eceli gelmemiş bir hastaya bu duayı (7) kere okusa, o hasta şifa bulur.''
(Ebu Davud,Cenaiz:12,no:3106,2/204)


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"



Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

18 Temmuz 2014 Cuma

***BUGÜN DE BAŞKA BİR HEDİYE!!

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Bugün cuma hem de Ramazan ayındaki bir cuma.Yani yapacağımız bir hayır katlanarak bize geri dönecek inşallah.Bu sebepten bu günü en güzel şekilde değerlendirebiliriz belki. Gelin bugün de

Ölmüş yakınlarımızın günahlarına,yapamadıkları ibadetlerine kefaret olarak  bir miktar  sadaka verelim.

Yaradanımız cc o yüce merhametiyle muamele eder ve bağışlar inşallah.Onları da bizi de.

Allah cc kabul etsin.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR