17 Ocak 2014 Cuma

249.İHLAS VE TEBBET SURELERİ VE NÜZUL SEBEPLERİ

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Kur'an'da ALLAH lafzı 1746 yerde geçiyor. Ben de mukaddes kitabımızda Allah-u Teala nasıl anlatılıyor ve tevhid inancını araştırırken karşıma ilk olarak 'İhlas suresi' çıktı hemen paylaşmak istedim.


İslamiyet bir tevhid dinidir. Bunu, insanüstü bir anlatımla ve içerikle İhlas süresinde görmekteyiz. Esasen Allah (cc) Kur'an'da "Her kavme bir peygamber gönderdik" diye buyurmasından diğer dinlerin de özünde tevhid dini olduğunu, zamanla tahrif edildiklerini anlamaktayız.

İhlas süresinin önemine dikkat çekmek için Peygamberimiz bir hadislerinde "Her kim kulhuvallah süresini okursa Kur'an'ın üçte birini okumuş gibi olur" buyurmuşlardır.

İhlas süresinin nuzül sebeplerine baktığımızda; tarih boyunca çok tanrılı değişik dinlere rastlamaktayız. Görevleri ve özellikleri farklı olan ve birbirleriyle baba-oğul gibi akrabalık bağları da olabilen ve heykellerle tasvir edilen Eski Roma ve Eski Yunan dinlerinden, tabiat kuvvetlerini, Güneş'i, Ay'ı, yıldızları tanrı olarak kabul eden dinlere kadar, tevhid inancından uzak bir sürü dinler var olmuştur.

İslamiyetin doğduğu sırada da Arabistan'da Yahudiler, Hıristiyanlar ve Putperestler yaşamaktaydı. Yahudiler Üzeyr'i, Hıristiyanlar İsa'yı Allah'ın oğlu olarak kabul ediyorlar, Putperestlerse, her birinin başka bir adı olan sayısız putlara tapıyorlardı.

İhlas süresinin, bu sapık inançları reddetmek sebebi dışında, bir de özel sebebi olduğu söylenmektedir. Buna göre Mekke Müşrikleri Hz. Muhammed'e Amir ibn-i Tüfeyl'i elçi olarak göndermişlerdir. Amir Hz Muhammed'e: Sen bizim asamızı yardın yani bizleri tefrikaya düşürdün ve tanrılarımıza sövdün, babalarımızın dinine karşı çıktın, eğer sen fakir isen seni zengin kılalım, mecnun isen tedavi ettirelim, bir kadına düşkünsen onu alalım, demiştir. Hz Muhammed sas de bunları reddederek: Ben Allah'ın Resuluyum, sizi putlara tapmaktan kurtararak Allah'a ibadete davet ediyorum, cevabını vermiştir. Bunun üzerine Amir tekrar gelerek: Sen kendi mabudunun neshebini (hangi soydan geldiğini ) bize beyan et; diye sormuştur. İşte bunun üzerine İhlas süresi nazil olmuştur:

De ki: O Allah birdir.
Allah bütün yaratılmışların kendisine yöneleceği ve sığınacağı eşsiz bir varlıktır.
O doğurmadı ve doğurulmamıştır.
Ve ona hiçbir şey denk olmamıştır.

Allah'ın birliğini, yüksek vasıflarını en mükemmel ve halisane bir şekilde bildirdiği için bu süreye İhlas süresi adı verilmiştir.

İhlas süresi, döneminin sapık inanışlarını temelden reddettiği ve onları hükümsüz kıldığı için o dönemde bu süreye karşı çıkanlar olduğu gibi tarih boyunca da karşı çıkanlar olmuştur ve olacaktır da...

İhlas süresinde anlamını bulan tevhit inancına ve bu inancı tebliğ eden Hz Peygambere karşı çıkanların akibeti Tebbet süresinde anlatılmıştır.

Tebbet süresiyle İhlas süresi arasında bu şekilde derin bir münasebet olduğu için Kur'an'da Tebbet süresinden hemen sonra İhlas süresi gelmektedir.

Tebbet süresinde bir simge isim olarak Ebu Leheb'in başına gelenler anlatılmaktadır.

Tebbet süresinin nüzül sebebi hakkında Sahih-i Buhari'de ve tefsirlerde şöyle deniliyor: "En yakın aşiretini korkut" mealindeki ayet-i kerime nazil olunca Resul-i Ekrem Safa tepesine çıkmış ve Kureyş kabilesini çağırmış, onlar da gelip toplanmışlar, Ebu Leheb de gelmişti. Hz. Peygamber sas buyurdu ki: Size bir düşmanın sabahleyin ya da akşamleyin gelip hücum edeceğini haber versem, beni tasdik eder misiniz? Onlar da dediler ki: Evet, tasdik ederiz. Çünkü hepsi de Resul-i Ekrem'in "Muhammed-ül Emin" olduğunu bilip itiraf ederlerdi. Onların arasında yüksek bir ahlak ile yetişmişti. Bunun üzerine Peygamberimiz sas buyurdu ki: Ben sizi ilerideki bir azaptan dolayı korkutucuyum. Yani öyle bir azaba uğramamak için İslam dinini kabul ediniz. Bu ihtarı dinleyen Ebu Leheb hemen inkara başladı: "Tebbenlek" (Vay sana!), sen bizleri bunun için mi davet ettin, dedi. Hz. Muhammed'e hakaret ederek oradan ayrıldı. İşte bu hadise üzerine Tebbet süresi nazil olmuştur:

Ebu Leheb'in iki eli helak oldu, kendisi de hüsrana uğradı.
Ona ne malı bir zenginlik verdi ve ne de kazandığı şey.
Bir alevli ateşe girecektir.
Odun yüklenmiş karısı da. (Odun yüklenme ifadesi fitne çıkaran insanlar için kullanılan bir deyimdir)
Boynunda bükülmüş bir ip olduğu halde -ateşe atılacaklardır-

Bu sürenin bir ve ikinci ayetlerinde dili geçmiş zaman ekleri kullanılmıştır. Allah-u teala mutlak ilmiyle Ebu Leheb'in başına gelecekleri kablel vuku, yani olmadan önce olmuş gibi bildiriyor. Ebu Leheb ve karısı İslam'a karşı çıkmanın, engellemenin dışında Peygamberimize başkaca birçok eza ve cefa yapmışlardır. Nitekim Ebu Leheb, Tebbet süresinde bildirildiği gibi; Bedir savaşından yedi gün sonra bir küçük sivilceyle başlayan kötü bir hastalığa yakalanmış, geçici olduğu ve bütün vücudu da koktuğu için çoluk çocuğu bile yanına yaklaşamamış ve feci bir şekilde ölmüştür. Üç gün sonra defnedilebilmiştir. Yani Tebbet süresinde bildirildiği gibi; çoluk çocuğu ve zenginliği ona bir fayda getirmemiş, hüsranla helak olup gitmiştir.

 Ebu Leheb'den başka o dönem müşriklerinden hiçbirinin adı Kur'an'da geçmemektedir. Sadece Ebu Leheb. Ve Ebu Leheb adı İslam dininin yakınından, içinden çıkan ve ona düşmanlık eden bir simge isim olarak kalmıştır...

İnananlarla inanmayanlar olduğu sürece Ebu lehebler de hep var olacaklardır.



 Ömer Nasuhi Bilmen (Kur'anı Kerim'in Türkçe Mealisi ve Tefsiri, Cilt: 8)

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

16 Ocak 2014 Perşembe

248.KÜÇÜK NOTLARIM(13)Allah'a cc itaat ve O'nu anlamak

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Bismillahirrahmanirrahim

 Allah’ı anlayın. O’nun şanına bilgisizlik yakışmaz, cahil olmayın. O’nu bilin ve itaat edin. O’nun yoluna baş koyun. Allah’ın bütün hükümlerine razı olun.

O, zengin kılar, dilerse bir pula muhtaç eder. Yararlı olan O’dur. Öldüren, dirilten O’dur. İşleri O takip eder. O’ndan korkulur. O’ndan ümit kesilmez. Hataya düşünce O’ndan korkunuz. Bir şeyler beklerseniz O’nun kapısına koşunuz. Başka kapılardan fayda ummayınız.

Bütün işlerinizde, Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in kurduğu yola girin.  Emir ve yasaklar altında kötülükleri eziniz. O’na uyanlara uyunuz. Peygamber (s.a.v) Efendimiz’e uymayı iyi biliniz.

 O’nun hükmüyle iş tut. Doğru hattan çıkma. Ahdi unutma. Hepsini yapmaya gayret et. Şeytanı yık. Kötü olan arzularını yen. Allah’ın yardımından ümit kesme.

Nefsin dilini tut. Bu hâlde nefsine can düşmanı ol. Ona ve diğer kullara, Hak kulluğunu emret. Yasak olanları yaptırmamaya çalış. Onları bozuk hâllerden kurtar. Hak anlayışına ve tabiatına uymayan şeyleri bıraktır. Allah’ın kitabına ve Peygamber’in âdetine çek onları.

 Allah’tan korkunuz. Kalp gözünüzle O’na bakınız. O’nun önünde kendinizi yere seriniz. Nefsinizi O’na teslim ediniz. Şükür yoluna girmekle O’na ‘koşunuz. Nimetleri şükürle devamlı kılmak sizin elinizdedir. O’na itaat edin. Bu hâller sizi kuşatınca Hakk’ın her çeşit iyiliği sizi bulur. Dünyada cennetlik olursunuz, artık öbür âlemde her şey sizin olur.

İsyan hastalığına çare, itaattir. Zulmü, adalet yıkar. Hata bir hastalıktır, ilacı ise doğruluktur. Hak Teâlâ’ya isyan bir suçtur. Bundan kurtuluş çaresi ise tevbedir. Ama asıl ilaçların tümü, halkı kalpten atmaktadır. Bunu yapabildiğin an, işlerin tamam olur. Hakk’a vasıl olursun. Semalara yükselirsin. Ruhun yücelerin sesini duyar. Kalıbın, yeryüzündeki evinde yaşar. Kalbin, Hak’la olur. O’nun bilgi denizinde yaşarsın. İlim bakımından Hakk’a vasıl olursun, amel itibariyle de kullara karışık durursun. Ne tamamen Hakk’ın malı olur, ne de halka yönelebilirsin. Öbür âleme geçinceye dek böyle gider. Kimse sana fert olarak sahip çıkamaz. İç âlemin Mevlâ ile olur. Dış âlemin halk arasında kalır.

Nefsini, tek başına yola salma. Ona varlığını yükle, ağırlığını duyur. Aksi hâlde sana yüklenir ve varlığını duyurur. Nefsi yere sermeye bak. Seni bir yere vurursa zor kalkabilirsin. Sana itaat etmeli, etmiyorsa aç bırak, az su ver. Açlık ve susuzluk kamçısını ona vur. Onu perişan etmeye bak. Her şeyini soy, çıplak kalsın. Hiç kimsenin bulunmadığı bir yere koy, akıllansın. Bunlar ona birer acı darbe sayılır. Yola geldiğine inanıncaya kadar böyle yap. Her hâlde bu kamçılar onun üzerinde olsun. Nefsini Allah’a itaat ettirmelisin. İtaate başladıktan sonra onu yine boş bırakma! Ara sıra yine yaptığı eski hataları hatırlat, pişmanlık duygularını tahrik et. O Allah yoluna devam ettiği müddetçe uy, pek kırma. Çünkü nefsin de dünyada alacakları vardır, onları ver. Vermeyecek olursan, ibadet için kuvvet bulamazsın.

İçin dışın bir olmalı. Her şeye uyar ol. İsyan bayrağını yırt. Muhalefet sıfatını bırak. Sükût yoluna gir. Küfrü bırak. Daima Hakk’ı an. Hayır düşün. Şer yollarını bırak, hata görme. Kalbinde Hak’tan başka biri olsa, yıllarca Hak kulluğuna koyulsan faydasızdır. Bin yıl ateş üstünde Hakk’a ibâdet etsen, kalbinle de başkasını görsen ve başkasından bir şeyler beklesen hayır yoktur. Saadet, Allah sevgisi ile başlar. Kula gönül kapıldığı an, her şey bitmiş olur.

Hak’tan başka her şeyi yok bil. Dış hâlinle eşyadan uzak durman ve iç âlemini onların peşinde sürüklemen neye yarar? Allah kalplerde olanı bilir. Bunu biliyor musun? Kalbinde başkası var, dilinde tevekkül, ne demek? Bu hâlin seni utandırmaz mı?

Allah’ım, bana tevbe yolunu göster, onlara da göster. Hepimizi Peygamber (s.a.v) uğruna bağışla. Babamız İbrahim Peygamber’in yoluna ilet. Allah’ım, bizi birbirimize düşürme, birbirimize faydalı olalım.

Cümlemizi rahmet deryana daldır. Âmin!

A.Geylani
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

14 Ocak 2014 Salı

247.KİMLER MÜÇTEHİDDİR?

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Kur'an'ın anlaşılması, tefsiri ve tefsir ekollerinden bahsettikten sonra artık kimler müçtehiddir, her ilim sahibi müçtehid olabilir mi bunu anlamaya çalışalım inşallah:

Müçtehit; Kur’an’ın esrarına hakkıyla vâkıf, içtihada ehil, İslâmî ilim­lerin bütün ahkâmında mütehassıs olan her fakîhtir. Bu zâtlar âyet ve ha­dislerin sırlarına mazhar olma istidadına hâiz mümtaz insanlardır. Aklî ve nakli ilimlerin derinliklerine dalmış, keşfettikleri çeşitli cevherleri müslü­manların istifadesine sunmuşlardır.
Müçtehitlik, âlî ve mümtaz bir makam ve yüksek bir mertebedir. Kişi o makama iddia ile değil; ilimde rüsuh kazanma yanında Cenâb-ı Hakk’ın ikram ve ihsanı ile çıkabilir. İlâhî hükümlerdeki maksatları idrak etmek onları tatbik sahasına koymak vazifesi onlardadır.

Sahabeden sonra şartlar değişmeye başladı. Muamelatta, ticarette, sa­natta, ziraatte yeni inkişaflar meydana geldi ve yeni meseleler ortaya çıktı. Örf ve adetlerde değişmeler oldu. Elbetteki, bu ihtiyaçlara lakayd kalına­mazdı. İşte bu devrede herbir müçtehid, kendisine terettüb eden vazifenin ağırlığını takdir ederek büyük bir gayret ve ihtimam ile içtihatta bulun­dular. Bütün himmet ve iktidarlarını sarfederek fıkıh ilminin kaide ve ka­nunlarını tesbit ettiler. İşte bu zâtlar sayesinde içtihat ilmi kemal noktasına vasıl oldu.

Müçtehidde Bulunması Gereken Şartlar Şunlardır: 


1.Arapça’nın kaidelerini bütün incelikleriyle bilmelidir.

2.Kur’an’a ait ilimlere kemaliyle vâkıf olmalıdır.

3.Müçtehidin, icma-i ümmete muhalefet etmemek için hakkında icma meydana gelmiş bütün hükümleri bilmesi lâzımdır. Bunu bilmesi içinde tâ ashabdan itibaren bütün İslâm fukahasının nerelerde ihtilaf edip, hangi meselelerde ittifak etmiş olduklarını tahkik etmiş olması îcab eder.

4.Müçtehit, kıyasın vecihlerini bilmelidir. Zira, içtihadın ruhu kıyasdır. Bu sebeple bir müçtehit, ilm-i usulün kıyas bölümündeki bütün rü­künleri, nevileri, hükümleri, şartları teferrualiyle bilmelidir.

5.Müçtehit örf ve adetlere vâkıf olmalıdır.

6.Müçtehit olan zâtın, hükümlere taaluk eden hadisleri hıfz edip onla­rın senetlerini, râvîlerini; mütevâtir mi, meşhur mu, ah ad mi, men­suh mu olduğunu bilip ihata etmesi şarttır. Yine bu hadisleri rivayet eden zâtların cerh ve ta’dil açısından ahvallerine de vâkıf olmalıdır.

7.Ûsul-ü fıkıhta zikredilen esaslar, kaideler ve şartlar müçtehidde me­leke haline gelmelidir.

Sadece bu şartların olması da kâfi değildir. İçtihat için fıtrî bir istidat, dehâ derecesinde bir zekâ ve kabiliyette şarttır. Abdulkerim Zeydan, Usûl-ü Fıkıh adlı eserinde, bu hususu şöyle açıklıyor:

“Müçtehit latif bir idrake, fıkıh ilmine müstaid bir akla, safi bir zihne, nafiz bir basirete, güzel bir anlayışa, harika bir zekaya sahip olmalıdır. Bunlara sahip olamayan bir kimse içtihat kaidelerini bilse bile müçtehit olamaz.” Bundan sonra da şöyle bir misal verir: “ Bir insan edebiyat ve şiirde ne kadar bilgisi olursa olsun, fıtrî bir istidadı yoksa şair olamaz.”

Evet, içtihat için ilahî bir mevhibe de şarttır. Yani kesbî olan şartlar iç­tihadın cesedi ise, mevhibe-i İlahî de içtihadın ruhu hükmündedir. Takva ve amel-i salihde yeterince hassas olmayan bir insan ilimde ne kadar ileri olursa olsun onun içtihadına itibar edilmez.

Bir kimsede mezkûr şartlardan birisi veya bir cüzü bulunmazsa, o kim­seye ıstılâhi manasiyle müçtehit denilmez.

İçtihat için büyük bir kabiliyet ve geniş malûmat yanında büyük bir takva, salahat ve yüksek bir ahlâk da gerekmektedir. Hafızalarını bü­tün Kur’an ile ve yüz binlerce hâdis-i şerifle tezyin etmiş nice büyük zâtlar bile içtihada cesaret edememiş, içtihat iddiasında bulunmamışlardır. Çünkü bu selahiyeti hâiz olmayanların içtihat yapmaları, mesuliyeti mucibdir. Bi­naenaleyh içtihada ehil olmayanların bir müçtehidi taklid etmekten başka çıkış yolları yoktur. Aksi halde, dinin kudsi ahkâmını muhafaza ve idame etmek kabil olmaz.

Ehl-i sünnet dairesinde olan müçtehitlerin cümlesinin, kâmil bir hidâyet ve müstakim bir yol üzerinde olduklarına itikat etmek, müslü­manlar üzerine bir vecibedir. Çünkü, başta Peygamber Efendimizin (a.s.m.) ve sahabe-i kiramın en güzide, en salahiyetli vârisleri bu büyük müçtehit­lerdir. Allah, dine ait hükümleri ikâme ve şeriatın hikmetlerini Kur’an-ı Kerim ve Sünnetten çıkarma hususunda bu zâtlara hususî bir ihsanda bulunmuş­tur.

 Şu halde onlardan herhangi birini hafife almak, tezyif etmek veya onlarla müsavat dava etmek en azın­dan haddini bilmezlikdir.

Müçtehitlerden bazıları Sahabe-i Kiram Hazretlerini gördüler, onlarla sohbette bulundular ve onlardan ilim ve edeb tahsil ettiler. Şer’i ahkâma ait kaide ve kanunları Kur’an ve hadislerden istihrac ettiler. Bu hükümle­ri istinbat hususunda azamî derecede ihtimam gösterdiler. Akıl ve nakle istinad eden şer’i meseleleri ihtiva eden kitablar yazdılar. İşte onların bu fedakârâne çalışmaları ile fıkıh ilmi tam bir istikrar ve istikamet kazandı.

Onlar, hak ve hakikatin aşığı idiler. Hakikat kimin ağzından çıkarsa çık­sın, onu kabulde ve teslimde asla tereddüt göstermezlerdi. Benlikten, gu­rurdan, kibirden son derece nefret ederlerdi.

İmam-ı Azam, Ahmed bin Hanbel gibi büyük müçtehitler en zâlim sul­tanlara karşı hakikati söylemekten çekinmemişlerdir. İmâmı Azam kendi­sine teklif edilen rütbe ve payeleri reddederek hapishaneye girmeyi, hatta mazlum olarak ölmeyi tercih etti. İmâm-ı Ahmed de hapishanede zulüm ve işkencelere maruz kaldığı halde hakikatleri söylemekten çekinmedi.

Müçtehitler, hakkı ihya, batılı iptal yolunda hatır ve gönül tanımazlardı. Öyleki, haksız taraf babaları ve çocukları dahi olsa hiç tereddütsüz aleyh­lerine hüküm verirlerdi. Yegane maksatları Rızây-ı Bâri’yi tahsil etmekti.
Onlar; gördükleri, işittikleri, okudukları şey­leri zihinlerinde, hafızalarında muhafaza ederlerdi. Bu nimeti Hak Teâla Hazretleri onların fıtratlarına bahşetmişti.

Hafızaları çok kuvvetliydi. Meselâ; İmâm-ı Mâlik, bir milyon hadis-i şerifi hıfzetmişti.
Bununla beraber, nice erbâb-ı hadis vardır ki, binlerce, yüzbinlerce hadis ezberledikleri halde, o hadislerin ihtiva ettikleri şer’î hükümleri istihra­ca muktedir olamamışlardır.

Nitekim, birgün hadis üstadı İmâm-ı A’meş, fıkıh imamlarından İmâm-ı Ebu Yusuf’tan bir meselenin hükmünü sorar. İmâm-ı Yusuf cevap verince, İmâm-ı A’meş; “bu hükmü nereden istihrac ettin?” diye sorar. Ebu Yusuf da; “senin bana rivayet ettiğin hadisten” der ve hadisi okur. Bunun üze­rine İmam-ı A’meş: “Ben bu hadisi, sen daha dünyaya gelmeden ezberle­miş olduğum halde bu güne kadar manasını böyle anlamamıştım” diyerek İmâm-ı Ebu Yusuf 'un fıkıh ilmindeki derecesini takdir eder.

Müçtehitlerin bir kısmı tabiîn, diğer kısmı da tebe-i tabiîn devrinde ye­tişmişlerdir.
Bu devirler ilim ve marifet için en güzel bir zemindir; ilim ve irfanın baharıdır. Meselâ; Süfyan b. Uyeyne dört yaşında hafız olmuştu.

Müçtehidîn-i İzam Efendilerimiz ilim ve irfanlarını sahabelerden aldılar ve onların malûmatına kemaliyle vâris oldular. Sahabelerin bütün ahvalle­rini, faziletlerini, tercüme-i hallerini bilirlerdi. Herhangi bir hâdisenin zuhurunda evvela Kitap ve Sünnete sonra sahabe-i kiramın içtihatlarına mü­racaat ederlerdi. Bunlarda açık bir hüküm bulamadıkları meselelerde kendi rey ve içtihatları ile amel ederlerdi.

Onların mertebeleri, istidatları., ilim ve irfanları gayet yüksekti. Bun­lar asr-ı saadete daha yakın olduklarından bizzat o asrın feyzine vâris ol­muşlardı. Bir kısmı, Sahabe-i Kiram efendilerimizi bizzat görüp onlardan ulum-u İslâmiyeyi tahsil etmişler, içtihada ait prensipleri onlardan ders almışlardı. Bu ise, ulvi bir şereftir.
Müçtehitler, Sahabe-i Kiram gibi Kur’an âyetlerinin bütün meziyet ve sırlarını anlamışlardı. Ashab-ı Kiramın ittifak ettikleri meseleleri aynen kabul ederlerdi. Üzerinde icma hasıl olan meselelerde içtihada teşebbüs etmezlerdi. Müçtehitler Sahabe-i Kiram Hazretlerine hayru’l-halef oldular. Dine ait meseleleri tedkik ve tahkikde ümmet-i Muhammed’e nokta-i isti­nad olup müşkillerini hallettiler. Usul ve fürua ait fıkhî meseleleri bir araya toplayıp kitab haline getirerek, ümmet-i Muhammede kıyamete kadar isti­fade edecekleri engin ve zengin bir hazine bıraktılar.
İçtihatta kemal mertebesine nail olmak şerefi ancak dört büyük imama nasib olmuştur.


Müçtehidin-i İzamın Tabakaları
Usul-ü Fıkıh uleması, müçtehitleri ikiye ayırıyorlar: Müçtehid-i mutlak ve müçtehid-i mukayyed. Müçtehid-i mutlak, bütün şer’i meselelerde iç­tihat ehliyetine haiz olan zâtlardır. Müçtehid-i mukayyed ise bazı mese­lelerde içtihada muktedir olup, bazı konularda ise içtihada ehil olmayan fakîhlerdir. Bunlar içtihat edemedikleri konularda diğer mutlak müçtehitleri taklid ederler.

Müçtehit kendi akıl, hayal ve hissiyatından mes’ele istihraç edemez. Ancak bütün gücünü kullanmış olmak şartiyle, şer’i deliller içinde saklı olan ve dinin itikatla ilgili olmayan fer’i meselelerini istihraç edebilir; aksi halde mesul olur.

Müçtehitlerin tabakaları birbirinden farklıdır. Bazısının derecesi daha yüksek ve daha feyizdardır.


Tabaka-i fukaha yedidir:

1.Müçtehid-i fi’ş-şer’îa: Buna müçtehid-i mutlak denir. Usûl ve furû’da bir başka müçtehidi taklide mecbur olmayan İmâm-ı Ebu Hanife, İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Şâfiî, İmâm-ı Hanbeli gibi zevattır.

2.Müçtehîd-i fi’l-Mezhep: İçtihatta tâbi olduğu mezhep imamlarının takdir ettiği usul ve kaideler üzerine hareket eden müçtehitlerdir; îmâm-ı Ebu Yusuf, İmâm-ı Muhammed gibi.

3.Müçtehid-i fi’l-mes’ele: Kendi mezhebinde hükmü mevcud olma­yan bir meselede içtihada muktedir olan fukahaya denir. Meselâ: Ebu Hasan el-Kerhi, Şemsü’l-eimme el-Hülvânî, İmâm Serahsi gibi birçok zevat. Bu zâtlar ne usûlde, ne de füruda mezheb imamlarına asla muhalefet etmemişlerdir. Yalnız yeni hâdiselerde onların koy­duğu usûl ve kaideler üzere içtihat yapmışlardır.

4.Ashab-ı Tahriç: Bu zâtlar, içtihat iktidarına sahip olmayan mukal­litlerdir. Bunlar kendi mezhep imamlarından nakil olup da bir kaç cihete ihtimâli olan mücmel ve müphem meseleleri tefsir ve tavzi­he muktedir olan fukahadır. Meselâ: Cessâs, Ebu Bekir er Razi gibi meşhur zâtlar.

5.Ashab-ı Tercih: Halkın örfünü, adetini ve zamanın ihtiyacını dikka­te alarak mezhebindeki muhtelif rivayetlerden en muvafık olanını tercih iktidarına sahip olan ulema-i kiramdır. Meselâ: Meşhur “Ku­duri” sahibi Ebu’l Hasan, Hidaye Sahibi Şeyh-ül İslâm Merğinâni gibi.

6.Ashab-ı Temyiz: Bunlar tercihe iktidarları olmayıp, kendi mezhep­lerinde mevcud bulunan kavi ile zayıf hüküm arasını temyize muk­tedir olan zevattır. Meselâ, Kenz’in müellifi Nesefı, Muhtar’in sahibi Ebu Fazl Müceddidi el-Mevsili, Vikaye’nin sahibi Tâcü’ş-Şerîa Mah­mud Buhari, gibi...

7.Ashab-ı Taklid: Müçtehit derecesinde olmayan fıkıh alimleridir. İbn-i Abidin gibi...

Hanefî mezhebinin temel kitaplarından olan sekiz ciltlik fıkıh kitabının sahibi olan böyle büyük bir âlimin, müçtehitlerin yedinci tabakasından sa­yılması, günümüzde içtihat davasında bulunanların üzerinde insafla d­şünmeleri gereken bir husustur.

M.Kırkıncı


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

13 Ocak 2014 Pazartesi

246.TEFSİR EKOLLERİ

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Kur'an herkes tarafından anlaşılabilir mi? Kur'an'ın "apaçık bir kitap" oluşu, muhkem,müteşabih ayetlerden bahsettikten sonra "tefsir ilmiyle" ilgili onlarca soru oluştu beynimde. Neden farklı tefsirler vardı? Neye göre farklılıklar oluşuyordu? Siz de merak ediyorsanız işte o bilgiler:


İndiği dönemden günümüze kadar gençliğini ve tazeliğini muhafaza etmiş olan yüce kitabımız Kur'ân-ı Kerim, aslı olduğu gibi muhafaza edilen tek mukaddes kitaptır. Çünkü o, İlâhî koruma altındadır.

Müslümanlar, ilk günden itibaren Kur'ân'ı anlamak için gayret sarfetmişlerdir. Onu en başta, vazifelerinden birisi de Kur'ân'ı tebyîn olan Hz. Peygamber'den (s.a.s.) sorarak öğrenmişler, daha sonra gelenler sahabeden, arkadan gelenler sahabeden öğrenenlerden, daha sonrakiler ise kendi gayret ve uğraşıları, tedarüs ve tezakür yolları ile öğrenmişler ve anlamaya çalışmışlardır. Asırların geçmesiyle, Kur'ân'ı anlama, yani tefsîr metodları da değişmiştir. Başlangıçtan zamanımıza kadar lugat, belâgat, edeb, nahiv, fıkıh, mezheb, felsefe, tasavvuf ve daha pek çok yönlerden tefsîrler meydana getirilmiş, bu farklı tefsîrler farklı usûller takip etmiştir. Hedef, okuyup anlaşılması ve ona göre yaşanması için gönderilen bu ilâhî kitabın her seviyeden insanın anlayışına sunulması ve ondaki mânâ zenginliklerinin ortaya çıkarılması olmuştur.

I. TEFSÎR TARİHİNE KISA BİR BAKIŞ

A. Tefsîr'in Istılahî Mânâsı

Âlimler, ıstılahî açıdan çeşitli tefsîr tariflerinde bulunmuşlardır:
"Tefsîr, Allah kelâmının açıklamasıdır." yahud "Tefsîr, Kur'ân lâfızlarının ve mefhumlarının açıklayıcısıdır." (el-Hûlî 1995, 13)

Diğer bir tarife göre ise; "tefsîr, insan gücü ve Arapça dil bilgisinin verdiği imkân nispetinde Kur'ân metninin mânâsından bahseden bir ilimdir." (Kâtip Çelebi 1971-72, 1/427)

Tefsîrin âlimler arasındaki yaygın anlamı: "Kur'ân-ı Kerim'in mânâlarını keşfetmek, ondaki müşkil ve garîb lâfızlardan kastedilen şeyi beyan etmektir." (Lisanü'l-Arab; Tâcü'l-Arûs; Zerkeşî 1972, 2/147; Zerkanî, 1/471) Ancak bu mânâda tefsîr kelimesi yalnız Kur'ân'a has bir açıklama olmayıp, ilmî, edebî ve fikrî eserlerdeki açıklama ve izahlar için de kullanılır. Beyân ehline göre tefsîr kelimesi, kapalı ve anlaşılmaz olan sözün kapalılığını giderip açıklayacak şekilde sözü uzatıp fazlalaştırmaktır. (Tehavenî 1984, 2/1115-1116)

"Tefsîr; insan gücünün yettiği kadarıyla Kur'ân-ı Kerim'de Allah'ın muradını araştıran bir ilimdir". (el-Beyumî, 3/4)

Tefsîr ilminin konusu, bütünüyle Kur'ân âyetleridir. Bu ilmin gâyesi; gerek bu dünyada, gerekse âhirette kişilerin selâmete ve saadete ulaşmalarını sağlamak için Allah'ın kitabını onun ifâde etmek istediği maksada yakın olarak anlamak, anlatmak ve faydalı sonuçlar çıkarmaya çalışmaktır.


B. Kur'ân-ı Kerim'in Tefsîrine Duyulan İhtiyaç

Kur'ân-ı Kerim, "mânâsı açık bir Arapça ile" (Şuarâ Sûresi, 26/195) Cenab-ı Hak tarafından Peygamberimize sas vahyedildi.

Selîkaları bozulmadığı için, Kur'ân'ın indiği devrin Arapları lûgat bakımından Kur'ân'ı anlıyorlardı. Ancak, lûgavî mânâları bilmekle birlikte, lâyıkıyla anlayamayacakları meseleler de vardı. Hadislerden de anlaşılıyor ki, Kur'ân-ı Kerim'deki bazı kelime ve âyetler hususunda bazı sahabiler, gerek Hz. Peygamber'e ve gerekse âlim sahabilere müracaat ederdi. Bir taraftan müteşabih âyetler, diğer taraftan Arap alfabesinin o zamanki büyük noksanlığı olan hareke ve noktaların bulunmayışı, nihayet muhtelif kıraatların mevcudiyeti, Kur'ân-ı Kerim'in bazı yerlerini tefsîr etmek ihtiyacını zaruri kılmıştır. (Okiç 1995, 144-145)

Kur'ân, mü'minlerin şahsî ve içtimaî hayatlarını düzenlemek gayesiyle teşriî hükümler vazediyordu. Bu hükümleri istinbat etmek, sadece Arapçayı bilmekle mümkün olmaz. Onda müteşâbih âyetler, müphem bırakılan hususlar, tahsisi murad edilen umumî hükümler vardır. Bu sahalarla alâkalı âyetleri lâyıkıyla anlamak, o mevzularda yüksek bir ilmî seviyeye bağlıdır. Bir kısım mühim vasıflarını hulâsa ettiğimiz böyle bir kitabın, herkes tarafından kolayca ve incelikleriyle anlaşılması elbette kolay değildir. Bu sebeple Ashab-ı Kiram, umumiyetle Kur'ân'ı en iyi anlayan insanlar idiyse de, içlerinde, tabiatıyla, seviye farkları vardı. Kur'ân'la meşguliyet, Peygamberle müsâhebet, aklî muhâkeme kabiliyeti, Arap dili ve şiirine vukuf, tarihi malûmat derecelerine göre Kur'ân hakkındaki bilgileri de farklı oluyordu. Temâyüz ettikleri sıfatlarına rağmen en ileri gelenlerinin dahi anlayamadıkları âyetler oluyordu. Bundan dolayı Kur'ân'ın açıklanmasına ihtiyaç vardı. (Yıldırım 1983, 17-20)

Ayrıca Dîn-i İslâm, yalnız bir zamana, yalnız Arap kavmine mahsus değil, bütün müstakbel zamanlara, kavimlere de şâmil, umumî bir dindir. Binaenaleyh, Kur'ân'ın mânâsından her Müslüman kavmin bihakkın istifâde etmesi bir vecîbedir. Bu istifâde ise, ancak tefsîr vâsıtasıyla kâbil olabilir. Bu sebeple Kur'ân-ı Kerim'in güzelce anlaşılması için salâhiyet sahibi, dinî ilimlerde ve sâirede mütebahhir olan İslâm âlimleri tarafından tefsîrler yazılmasına dâimâ ihtiyaç vardır. (Bilmen 1973, 1/105-107)

C. Hz. Peygamber'in (s.a.s.) Kur'ân'ı Tefsîri

Yüce Allah'ın rahmet ve hikmeti, ilahî Kitabı insanlara vahiy sûretiyle göndermeyi iktiza ettiği gibi, vahye mazhar olan Peygamber'in de onu bizzat açıklamasını istemiştir. Allah'ın kitabının mânâ ve ahkâmını, Peygamber'in izah etmesi bundan dolayı gereklidir. Çünkü Kur'ân-ı Kerim'deki hakikatleri bize en iyi öğretecek, bizzat kendisine kitap gelen mümtaz zât Hz. Peygamber'dir (s.a.s.). O, Kur'ân tefsîrinin aslı ve esasıdır. Zira Kur'ân Ona indirilmiştir. O, mutlak olarak Kur'ân'ı insanlar içinde en iyi bilen ve en iyi anlayandır. Bu bakımdan O, mübelliğdir ve tebyinle mükelleftir. Bu hususlar âyetlerde açık olarak belirtilmiştir. (Maide Sûresi, 5/67; Nahl Sûresi,16/44; Nisâ Sûresi, 4/105)

Şimdi de Hz. Peygamber'in tefsîrinin özelliklerinden bahsedelim:
Hz. Peygamber'in (s.a.s.) tefsîri, Kur'ân'ın mücmel olan âyetlerini tafsil, umumî hükümlerini tahsis, müşkilini tavzih, neshe delâlet etme, müphem olanı açıklama, garip kelimeleri beyan, tavsif ve tasvir ederek müşahhas hâle getirme, edebî incelikleri muhtevî âyetlerin maksudunu bildirme gibi belli başlı kısımlara taalluk eder. (Yıldırım 1983, 31)

Ahkâma, âhiret ahvaline, kısas ve ahbâra ait bazı hususlar vardır ki, Kur'ân'da zikredilmezler. Bunların tefsîri Peygamberimize bırakılmıştır. "Biz sana da Kur'ân'ı indirdik. Tâ ki insanlara, kendilerine ne indirildiğini açıkça anlatasın." (Nahl Sûresi,16/44) âyetiyle, Hz. Peygamber açıklamakla mükellef kılınmıştır. Onun beyanı kavliyle, fiiliyle ve ikrarıyla olurdu. (a.g.e., 33-34)

Kur'ân'daki hükümlerin ekserisi küllî olduğundan, o küllî hükümleri izâh ve açıklamak için dâima Sünnet'e ihtiyaç duyulmuştur. Başlangıçtan beri Sünnet, İslâm teşrî'nin ikinci kaynağı olmuştur. (Cerrahoğlu, 1/46-47)

Allah Resûlünün sas Kur'ân'ı tefsîr ettiğini, muhtelif hadis kitaplarındaki rivâyetlerden öğrenmekteyiz. O'nun bu tefsîri, hadis kitaplarının "Kitâbu't-Tefsîr" bölümünü oluşturmuştur.

D. Sahabe Devrinde Tefsîr


Hz. Peygamber'den sas sonra tefsîr sahasında en büyük rolü Sahabe yüklenmiştir. Çünkü Sahâbe, sarsılmaz imanları, hâdiseleri izlemeleri ve sebeb-i nüzûle vakıf olmaları sebebiyle Kur'ân'ı en iyi anlayan topluluk idi. İslâm'a davette, Hz. Peygamber'in ilk muhâtabı olan bu muhterem zâtlar, O'ndan her zaman, imanlarını kuvvetlendirecek feyzi almışlar, gerek Kur'ân'ın, gerekse Hz. Peygamber'in emirlerine derhal itaat ederek, Hz. Peygamber'den Kur'ân'ın mânâsını ve tatbikâtını öğrenmişler, öğrendikleri sûreyi ezberleyinceye ve anlayıncaya kadar üzerinde durmuşlar, iyice bellemeden başka sûreye geçmemişlerdir. (Cerrahoğlu 1962, 9/34-36)
Yalnız hepsinin Kur'ân'ı anlamada eşit seviyede olmadıkları da gözlenmiştir. Sahabenin bilgi ve kültür yapısıyla Arap dil ve edebiyatına vâkıf olma husûsundaki yetişkinlik dereceleri, ayrıca Hz. Peygamber'in sas yanında devamlı bulunma veya bulunamama durumları böyle bir anlayış farklılığını getirmiştir. Bunun için de, en bilgili ve en kültürlü olanlar tefsîr ile meşgul olabilmişlerdir. (Okiç 1995, 145)

Sahabe, Kur'ân âyetlerini tefsîr ederken Kur'ân'ın kendi beyanına ve Hz. Peygamber'den işittikleri ve gördükleri bir şey olup olmadığına bakıyorlardı. Hakkında nass mevcut olanlar üzerinde konuşmuyorlardı. Bunların dışındaki tefsîrine ihtiyaç duydukları âyetlerin açıklanmasında re'y ve içtihada başvuruyorlardı. Çoğunlukla âyetlerin sebeb-i nüzûllerini anlatmak sûretiyle tefsîr yapmışlardır. İçtihatla yaptıkları tefsîrde dil ve din yönü ağırlık kazanmıştır. Âyetteki müşkili halletmek için farklı metodlar takip ederek, farklı görüşleri ortaya koymuşlardır.

Sahâbeden, Kur'ân tefsîrine dair en çok rivâyette bulunan ve tefsîr alanında ün kazanan şu kişileri sayabiliriz:

Ali ibn Ebî Tâlib (40/660); Abdullah ibn Mes'ûd (32/652); Ubeyy ibn Kâ'b (19/640); Abdullah ibn Abbâs (68/687); Ebû Musa'l-Eş'arî (44/664); Zeyd ibn Sâbit (45/665); Abdullah ibn Zübeyr (73/692). (Ayrıca ayrıntı için: Zehebî, 1/57/59; Cerrahoğlu, 1/69-75, 86-90)

E. Tâbiîler Devrinde Tefsîr

Gerek Hz. Peygamber (s.a.s.), gerekse Dört Halife devrinden itibaren, yeni fetihlerle İslâm devletinin sınırları Arap Yarımadasını aşmıştı. Fethedilen her beldeye İslâm'ı öğretmek için muallimler, asayişi temin etmek için de valiler görevlendiriliyordu. Bu şekilde muhtelif şehirlere dağılan Sahâbe, oralarda ilmî hareketlere başlamıştı.

İslâm Dini'nin hükümran olduğu beldelerde, sahabenin güzîde bilginleri, tedrîs halkalarını kuruyor ve etraflarına toplanmış olan tabîûndan öğrencilerine Kur'ân'dan anladıkları ve Hz. Peygamber'den öğrendikleri tefsîri öğretiyorlardı. Bilhassa Müslümanların yaşadıkları birçok bölgede, fitnenin zuhuruyla ihtilafların artması, görüş ve kanaat farklılıkları neticesinde grupların ortaya çıkması, her grubun, haklılığını isbat etmek için öncelikle Kur'ân'a sarılması, bazan yanlış ve bozuk te'villerle halkın yanıltılmaya çalışılması... gibi sebepler, Sahabe'den bazılarının yaptığı üzere, Kur'ân'ın tefsîri hakkında ihtiyatlı davranmak ve mes'ûliyetinden korunmak gâyesiyle Tabiûn'dan bazılarının da karşı çıkmasına rağmen Kur'ân'ın makûl ve doğru bir şekilde tefsîr edilmesine şiddetli ihtiyaç duyuluyordu. İşte bu ve buna benzer daha başka sebeplerden dolayı Sahabe'nin ileri gelen âlimlerine müracaat sıklaşıyor, onların çevrelerinde Kur'ân ve Hadîs tedrîs ediliyordu. (Duman 1992, 133)

Bu faaliyetin tabiî sonucu olarak, hocaları Sahabîler, öğrencileri tâbiîler olan mektepler (medreseler) oluştu.

1.Mekke Medresesi. 2.Medîne Medresesi. 3.Irak (Kûfe) Medresesi. 

Tâbiîler buralarda tefsîr ve ilmî hayata yeni bir hareket kazandırmışlardır. Bu üç tefsîr okulu ayrı bölgeler ve ayrı şahıslar tarafından kurulduğu için, aralarında ayrılıklar bulunduğu gibi müşterek taraflar da mevcuttur. (Ayrıntılı bilgi için: es-Suyutî, 2/242; ez-Zehebî, 1/99-132)

F. Tâbiîler Devrinden Sonraki Tefsîr

Sahabe ve Tâbiîn rivâyetleriyle başlayan tefsîr ilmi, tedvîn edilinceye kadar böyle devam etmiştir. Yani ilk asırlarda tefsîr ilmini hadis ilminin bir kolu olarak görmekteyiz. Fakat müteakip asırlarda rivâyet tefsîrinin yanısıra dirâyet tefsîri de gelişmeye başlamış, böylece hicrî ikinci asırdan itibaren hadis ilminden bağımsız olarak tefsîrler meydana getirilmiştir. Sözlü rivâyet karakterinden dolayı Hz. Peygamber ve Sahabe dönemine "tefsîrin birinci merhalesi"; hadisin bir cüz'ü olma özelliğiyle Tâbiîler dönemine "tefsîrin ikinci merhalesi" denilmiştir. Tefsîr, Etbau't-Tâbiîn döneminde müstakil bir ilim hüviyeti kazandığı için bu devre de, "tefsîrin üçüncü merhalesi" olarak değerlendirilmiştir. (ez-Zehebî, 1/140; Cerrahoğlu, 1/174)

Tefsîrin müstakil bir ilim hüviyetini kazandığı Etbau't-Tâbiîn döneminde her bir âyet, mushaf tertibi gözetilerek tefsîr edilmiştir. İlk tefsîrlerin çoğu kaybolmuş ve bize kadar ulaşmamıştır. Bu bakımdan Taberînin (310/922) tefsîri bu eski tefsîrleri koruyan tefsîrler kolleksiyonu sayılmıştır. (Cerrahoğlu 1991, 269-270)


II. TEFSİR ÇEŞİTLERİ

Kur'ân Tefsîrindeki Farklılığın Sebepleri


Kur'ân tefsîrindeki farklılıkların, biri Kur'ân'ın yapısı, muhtevası ve üslûbundan, diğeri de müfessirlerin görüş, düşünce ve tavırlarından kaynaklanan iki ana sebebi bulunmaktadır.

Bunlardan birincisi: Kur'ân'ın, insan hayatının bütün yönlerini ihtiva etmesi ve insan bütünlüğüne dair bilgiler vermesi, yani Kur'ân'ın muhtevasında yer alan bilgilerin, çok yönlü ve çok gayeli, bir de bu bilgilerin, aynı zamanda çok mükemmel şekilde sunulmuş olmasıdır. Hem indiği asrın ve daha sonraki asırların realitelerine uygun kavramların seçimi, hem de bu kavramlarla ifade edilen bilgilerin koordinasyonundaki mükemmellik, Kur'ân tefsîrinde farklılıklar meydana getirmiştir. Kur'ân-ı Kerim'in lâfzından kaynaklanan ihtilâflar denince de akla müteşâbih âyetler gelmektedir. Müteşâbihlik, kendi yapısı icabı, farklı anlayışları içinde barındırmakta, farklı anlayışlar da farklı yorumlara yol açmaktadır. Buna, ayrıca şunları da ilâve edebiliriz:

Kıraat farklılığından doğan ihtilaflar; irap yönünden hasıl olan ihtilâflar; müsemmanın tek, ismin birden fazla olması sebebiyle ihtilâf; kelimenin lügat mânâsında dilcilerin ihtilafları; âyette ıtlâk ve takyîd ihtimalinin bulunması sebebiyle ihtilaf; âyette, hakîkat veya mecazî mânânın kasdedilmesi ihtimalinden doğan ihtilâf; âyetin mânâsının umum veya husus ifade etmiş olmasından doğan ihtilâf; kelimenin zait olup olmadığından doğan ihtilâf; hükmün mensuh olup olmaması konusundaki ihtilâf; Hz. Peygamber ve seleften farklı rivâyetlerden doğan ihtilâf; âyet içerisindeki kelimelerin takdim ve te'hiri sebebiyle ihtilâf; zamirin merciinin âyette açıkça belli olmaması sebebiyle ihtilâf. (Duman 1992, 186-189; misaller için bkz: Kırca, 39-42)

İkincisi ise: İnsandan ve insanın yapısından, görüş, düşünce ve tavırlarından kaynaklanmaktadır. Müfessirin bir insan olarak fıtrî yapısı, hususi kabiliyetleri, bilgi yoğunluğu, temayülleri, ön bilgili veya ön yargılı olup olmaması, idealleri, siyasî, iktisadî ve sosyal olayların kendisine olan etkisi vs. gibi sebebler, müfessirin Kur'ân'a yöneliş ve bakış açısını şekillendiren ve bir ölçüde tayin eden etkenlerdir. Bu etkenler de, Kur'ân tefsîrinde farklılıkları ortaya çıkartmaktadır. (Kırca, a.y.)

Şimdi de tarihî süreç içinde ortaya çıkmış tefsîr çeşitlerini kısaca tanıtalım:

Tefsîrciler, ötedenberi tefsîr çeşitlerini genellikle "rivâyet tefsîri" ve "dirâyet tefsîri" olmak üzere iki ana bölümde ele almışlardır. (Kâfiyeci, 54; Bilmen 1973, 1/107; Sofuoğlu 1981, 263) Bunlardan birincisi Kur'ân-ı Kerim, Resûlüllah'ın (s.a.s.) sünneti, Sahabe ve Tâbiûn sözlerine dayanan tefsîrdir. Bu kaynaklarla yapılan tefsîre "rivâyet tefsîri" denildiği gibi, "naklî tefsîr" veya "me'sûr tefsîr" de denilir.

İkincisi yani "dirâyet tefsîri" ise, Arap dili ve edebiyâtı, dinî ve felsefî ilimler ile çeşitli müsbet ilimlere dayanan tefsîrdir. Bu usûl ile yapılan tefsîre de "dirâyet tefsîri" veya "rey ile tefsîr" ya da "ma'kûl tefsîr" denir.

Biz, şimdiye kadar genellikle tercih edilen bu taksimden biraz farklı bir taksim yapmak istiyoruz. Öncelikle tefsîri: 1. Mevdûî/Konulu tefsîr ve 2. Mevziî/tecziî/âyet âyet tefsîr olmak üzere ikiye ayırmak, daha sonra da bunları kendi aralarında taksime tabi tutmak istiyoruz.

1. Mevziî*/tecziî/âyet âyet tefsîr: Bu tefsîr çeşidi de kendi arasında bölümlere ayrılır: a.Tahlîlî tefsîr, b. İcmâlî tefsîr, c. Mukâren/karşılaştırmalı tefsîr.

Tahlîlî tefsîr de kendi arasında bölümlere ayrılır: a.Rivâyet tefsîri, b.Dirâyet tefsîri.

Dirâyet tefsîri de kendi arasında iki kısma ayrılır: a.Mutlak dirâyet tefsîri. Yani hiçbir görüş ile kayıtlanmamış tefsîr. b.Mukayyed dirâyet tefsîri. Belli bir görüşün hâkim olduğu tefsîr.

Mukayyed dirâyet tefsîri de kendi arasında birtakım kısımlara ayrılır:

a. Tasavvufî/Sûfî tefsîr, b. Felsefî tefsîr, c. Fıkhî tefsîr, d. Fennî tefsîr, e. Edebî-İçtimaî tefsîr, f. Lügavî tefsîr, g. Tarihî tefsîr, h. Fırka tefsîrleri, ı. İlhâdî tefsîr.


Şimdi de bunlar hakkında kısaca bilgi verelim.

1. Mevziî/Tecziî/Âyet Âyet Tefsîr

Kur'ân-ı Kerim âyetlerinin, mushaf tertîbine göre âyet âyet ve sûre sûre tefsîr edilmesine Tefsîru'l-Mevziî denir. Bazıları buna teczîî (Sard, 7-9) ve taklîdî de (Fûde 1985, 45) demişlerdir. Bu çeşit tefsîrde, âyetlerin mushaftaki tertibine riâyet edilir. Her âyetin belli bir mevzii, yani yeri ve mekânı olduğu için bu çeşit tefsîre "mevziî tefsîr" ismi verilmiştir. Bazıları ise bu çeşit tefsîre "müselsel" (Şarkavî 1980, 106) "atomik tefsîr, geleneksel metod" (Kırca 1993, 190) isimlerini vermişlerdir
Bu çeşit tefsîrde müfessir, baştan sona mushafla birlikte ilerler. Onun bölümlerini, kısımlarını, parçalarını daha önceden tesbit ettiği metoda göre açıklamaya çalışır. Âyetleri olaylarla, görüşüne göre, yahut rivâyetlerle, veya söz konusu başka âyetle mefhum ve ıstılahta ortak yanı bulunan başka âyetlerin mütâlâasıyla açıklamaya çalışır. Böylece tefsîr edilmek istenen Kur'ân parçasının anlamına imkân nisbetince ışık tutmaya çalışırken bu tefsîr metodlarının tümünde, yalnız söz konusu edilen Kur'ân parçasının kapsamına girdiği siyak nazar-ı itibara alınır.
Daha önce de belirtildiği gibi âyet âyet yapılan bu tefsîr çeşidi tahlîlî, icmâlî ve mukâren olmak üzere üçe ayrılır.

A. Tahlîlî Tefsîr: Kur'ân âyetlerinin mushafın tertibine göre sûre sûre ve âyet âyet tefsîr edilmesidir ki, müfessir, âyetleri bütün yönleriyle araştırıp hedeflerini ortaya çıkarır. (el-Kumî 1982, 16)

B. İcmâlî Tefsîr: Kur'ân âyetlerinin icmâlî olarak (kısaca) tefsîr edilmesidir. Tefsîrî tercemeye benzer. Bu çeşit tefsîrde de mushaf tertibine göre sûre sûre ve âyet âyet tefsîr yapılır. Öncelikle garib kelimelerin ve cümlelerin mânâları verilir, birazcık ilim sahibi olanların anlayabileceği şekilde âyetlerin hedefi zikredilir ve âyetler arası irtibat belirtilir. (el-Ömerî 1986, 41)

C. Mukâren Tefsîr: Türkçe olarak "karşılaştırmalı tefsîr" diyebileceğimiz bu çeşit tefsîr metodu şöyledir: Müfessir tefsîrini yapacağı âyetin tefsîri için daha önce yazılan tefsîrlere müracaat eder. Onların âyet hakkındaki görüşlerini araştırır. Müfessirlerin değişik tefsîr metodları ile yaptıkları tefsîrlerini karşılaştırır. Bu görüşler içinde itimad ettiği görüşü alır, beğenmediği görüşleri terk eder. (a.g.e., 44)

A.Tahlîlî Tefsîr

Tahlîlî tefsîr de ikiye ayrılır: 1.Rivâyet tefsîri. 2.Dirâyet tefsîri.

1. Rivâyet Tefsîri: Kur'ân-ı Kerim, Resûlüllah'ın (s.a.s.) sünneti, Sahabe ve Tâbiûn sözlerine dayanan tefsîrdir. Bu kaynaklarla yapılan tefsîre "rivâyet tefsîri" denildiği gibi, "naklî tefsîr" veya "me'sur tefsîr" de denilir. Rivâyet tefsîrleri bize, âyetlerin mânâlarını, kırâat vecihlerini, muhkem veya müteşâbih olduklarını, nüzûl sebeplerini, nâsih ve mensûhunu bildirdiği gibi, geçmiş ümmetler ve onlarla ilgili âyetler hakkında da bilgi verir. Bu tür bilgiler, daha ziyâde hadîs, siyer, megâzi ve tarih kitaplarında yer alır. Bu çeşit tefsîr, başlangıçta rivâyetle başlamış, Hz. Peygamber'den Sahâbeye, onlardan da Tâbiîlere intikâl etmiştir. Daha sonra rivâyetler toplanmış, tefsîrler tedvîn edilmiştir.

Şimdi en meşhur rivâyet tefsîrlerinin isimlerini müellifleriyle birlikte zikredelim:

1. İbn Cerîr et-Taberî, Câmiu'l-Beyân an Tefsîri'l-Kur'ân. 2. Ebu'l-Leys Semerkandî, Tefsîru Ebi'l-Leys. 3. el-Vâhidî, el-Vecîz fî Tefsîri'l-Kur'âni'l-Azîz. 4. el-Begavî, Meâlimu't-Tenzîl. 5. İbn Atiyye, el-Muharraru'l-Vecîz fî Tefsîri Kitâbi'l-Azîz. 6. İbn Kesîr, Tefsîru'l-Kur'âni'l-Azîm. 7. Celâleddin es-Suyutî, ed-Dürrü'l-Mensûr fi't-Tefsîr bi'l-Me'sûr.

2. Dirâyet Tefsîri: Dirâyet tefsîri, rivâyetlere münhasır kalmayıp Arap dili ve edebiyâtı, dinî ve felsefî ilimler ile çeşitli müsbet ilimlere dayanılarak yapılan tefsîrdir. Bu kaynaklarla yapılan tefsîre de "dirâyet tefsîri" veya "rey ile tefsîr" ya da "ma'kûl tefsîr" denir. Zehebî'nin ifadesine göre re'y ile tefsîr, müfessirin, Arap sözlerini, konuşma şekillerini, Arapça lafızların mânâlarını ve delâlet vecihlerini, câhiliyye devri şiirinden yararlanarak, nüzûl sebeplerine de vâkıf olarak Kur'ân âyetlerinin nâsih ve mensûhunu ve tefsîr bilgininin muhtaç bulunduğu diğer konuları bildikten sonra Kur'ân'ı içtihâd ile tefsîr etmekten ibârettir. (ez-Zehebî, 1/255) Yani dirâyet tefsîrinde asıl bahis mevzûu olan husûs, şahsî hamûleye ve kabiliyete dayalı olarak görüş ve ictihâddır.

Bir âyet hakkında onu açıklayan bir âyet veya bir hadîs bulunmadığında, tabiî olarak re'y ve içtihâdla tefsîr edilir. Bu durumdaki müfessirin, tefsîr usûlüne göre kendisi için şart olan ilimleri öğrenmiş olması gereklidir. Aksi takdirde, mücerred re'y ile yapacağı tefsîr, Kur'ân'a ters düşeceğinden makbûl değildir.

Dirâyet tefsîri kendi arasında ikiye ayrılır: 1. Mutlak Dirâyet tefsîri. 2. Mukayyed Dirâyet tefsîri.

2a. Mutlak Dirâyet Tefsîri: Kendisinde muayyen bir görüşün, meselâ sûfî, felsefî veya fennî görüşün hâkim olmadığı dirâyet tefsîridir. (el-Beyumî, 16) Şimdi de bu tarzda yazılmış birkaç önemli mutlak dirâyet tefsîr ve müfessirlerini zikredelim: 1. Fahruddin er-Razî, Mefâtîhu'l-Gayb (Tefsîr-i Kebîr). 2. Kâdî Beyzavî, Envâru't-Tenzîl ve Esrâru't-Te'vîl. 3. Nesefî, Medârikü't-Tenzîl ve Hakâkiku't-Te'vîl. 4. Ebussuûd Efendi, İrşâdü'l-Akli's-Selîm ilâ Mezâye'l-Kur'âni'l-Kerim.

2b. Mukayyed Dirâyet Tefsîri: Kendisinde muayyen bir görüşün, meselâ, sûfî, felsefî, fıkhî, edebî-içtimaî görüşün hâkim olduğu tefsîrdir. Mukayyed dirâyet tefsîri kendi arasında kısımlara ayrılır. Şimdi de mukayyed dirâyet tefsîrinin bu kısımlarını kısaca açıklayalım.


a. Sûfî/Tasavvufî Tefsîr


Peygamber Efendimizin sas vefatından sonra özellikle fetih hareketleri sırasında yeni Müslüman olanların da etkisiyle dinî yaşayışta bazı farklılıklar ortaya çıkmıştır. Bu da, fert ve toplum seviyesinde kurulan dengelerde bazı değişiklikleri beraberinde getirmiş, birtakım sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik sebeplerin de etkisiyle ibadete fazla düşkünlük, uzlet, dünyadan uzaklaşma ve zühd hayatı gibi davranışların ön plana çıktığı görülmüştür. Bu düşünce ve davranışlarda bulunan kişiler, insanları kendileri gibi düşünmeye ve yaşamaya teşvik etmek için en kolay ve en kestirme yolun Kur'ân'ı, kendi anlayışları istikametinde yorumlamak olduğunu görerek Kur'ân'a yönelmişlerdir. Neticede bu hareket, Kur'ân'da yer alan bazı ahlakî kavramları batınî bir mânâ ile yorumlamaya çalışmıştır. Böylece Kur'ân lafızlarının biri zahirî, diğeri de batınî olmak üzere iki çeşit yorumu ortaya çıkmıştır.

Tasavvuf, nazarî ve amelî olmak üzere ikiye ayrılır. Her iki kısmın görüşlerine uygun olarak iki çeşit sûfî tefsîr meydana gelmiştir. 1.Nazarî sûfî tefsîr, 2.İşârî sûfî tefsîr.

1. Nazarî Sûfî Tefsîr: Kur'ân'ı, tetkiklerine ve felsefî görüşlerine dayandırıp, onu arzu ettikleri şekilde mânâlandırma ekolü olarak ortaya çıkmıştır. (Zehebî, 2/340; Ateş 1974, 167)

2. İşarî Sûfî Tefsîr
: Zâhir mânâsı ile bağdaştırılabilen, sülûk erbabının bilebileceği birtakım anlamlara ve işâretlere göre Kur'ân'ı tefsîr etmektir. Burada, nazarî sûfî tefsîrde olduğu gibi sûfî müfessirlerin ön fikir ve yargıları yoktur. Müfessir, bulunduğu makamda içine doğan ilhâm ve işâretlerle âyetleri mânâlandırmaya çalışır. Kalblerine doğan bilgiyi kapalı bir üslûp ile, remiz ve işâret yoluyla ifade ederler. Yaptıkları tefsîrlere de tefsîr değil, işaret adını verirler. Bunun için tasavvufî tefsîre "işarî tefsîr" adı verilir. Diğer bir ifade ile bu tefsîr, ilk anda akla gelmeyen, fakat tefekkürle, âyetin işaretinden kalbe doğan mânâları ihtiva eder. İşarî tefsîrler, makbûl ve makbul olmamak üzere iki gruba ayrılırlar. (Zerkanî, 1/546-556; Kayhan 1991, 92) Bazı tasavvufî tefsîrlere örnek olarak şunları zikredebiliriz:

1. et-Tüsterî, Tefsîrü'l-Kur'ân'i'l-Azîm; 2.Sülemî, Hakâiku't-Tefsîr; 3.Muhammed el-Kuşeyrî, Letâifu'l-İşârât.

b. Felsefî Tefsîr

Felsefenin İslâm dünyasında yayılıp gelişmesini müteâkıben İslâm'ın bazı itikâdî mes'elelerini felsefî yorumlarla açıklama gayretleri görülmeye başladı. Bunun sonucunda- diğer bazı tefsîr faâliyetlerinde müşahede etmiş olduğumuz gibi- Kur'ân âyetlerinin felsefî terminoloji ile izah edilmesi gayreti ortaya çıktı. Böylece, "felsefî tefsîr" diyebileceğimiz bir anlayış belirdi. Ancak bu anlayışın taraftarları Kur'ân'ın felsefî olarak izahını ihtiva eden tam bir tefsîr yazmış değillerdir. Daha çok münferid âyetlerin felsefî yorumunu hedef alan birtakım çalışmalar göze çarpmaktadır. Bu çalışmanın ilk örneklerini ünlü filozof Kindî'de görmekteyiz. (Karlığa, Çetiner 1988, 16/198) Tefsîrle en çok ilgisi tesbit edilen İbn Sinâ ise, felsefede Farabî ve İhvân-ı Safâ'yı tamamlamıştır. (Ayrıntı için: Zehebî, 2/419-431; Turgut 1991, 289-293)

c. Fıkhî Tefsîr
Fıkhî tefsîr, Kur'ân-ı Kerim'in amel yani ibâdât ve muamelât yönleri ile meşgul olan, bu konu ile ilgili bulunan âyetleri açıklayan ve onlardan hükümler çıkarmaya çalışan bir tefsîr koludur. Bu nevi tefsîrin gayesi, İslâm'ın ilk temel kaynağı olan Kur'ân'ın ihtiva ettiği amelî hükümleri, kâide ve prensipleri ortaya çıkarıp onları açıklamak ve onların nasıl uygulanacaklarını göstererek, insanlara dünya ve âhiret saadetini temin etmektir. Fıkhî Tefsîr, Kur'ân'ın inzâli ile beraber başlamıştır. (Güngör 1996, 51-52) Genellikle Kur'ân-ı Kerim tefsîrlerinde az veya çok olarak, Kur'ân'ın ahkâmına taalluk eden âyetlere temâs edilir. Fakat onun sırf bu yönüne temas eden müstakil fıkhî tefsîrler de yazılmıştır. (Zehebî, 2/432-473; Ebû Huzeyfe 1988, 49-52) Bu tefsîrleri de, "Ahkâmu'l-Kur'ân", "Fıkhu'l-Kur'ân", "Tefsîru Âyâti'l-Ahkâm" adları altında görmemiz mümkündür. Bütün bunlar, isimleri değişik olsalar da, Kur'ân âyetlerinin fıkhî yönden yapılmış tefsîrleridir.

Fıkhî tefsîr sahasında yazılan eserlerin bazıları: 1.eş-Şâfiî, Ahkâmu'l-Kur'ân; 2.Ebû Bekir el-Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'ân; 3.Ebû Bekr ibn Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân; 4. el-Kurtubî, el-Câmi'u li Ahkâmi'l-Kur'ân.

d. Fennî Tefsîr

Kur'ân'ın fennî tefsîrinde, Kur'ân'ın bütün ilimleri ihtivâ ettiği esası, ağırlık noktasını teşkil eder. Bu yolu benimseyen kimselerin nazarında Kur'ân, dinî itikadî ilimleri ihtivâ etmekle beraber, onun diğer çeşitli ilimleri de kapsadığı fikri revaç bulur. Kur'ân'ın dinî ilimler dışındaki tecrübî ilimlerle olan münasebeti, onlara olan tesiri, insanları onları öğrenmeye teşviki günümüzde yeni ortaya çıkmış değildir. İslâm'ın ilk devirlerinden beri bu fikirleri savunanlar hep var olmuş ve bu konuda risâle, kitap ve tefsîrler yazılmıştır. Her zaman ve her yerde meydana gelen bir hareketin tasvipkârları bulunduğu gibi, o hareketi benimsemeyen hattâ ona mahâlefet eden cereyanlar da meydana gelir. Fennî tefsîr hareketi de bazı mütekaddimîn ve müteahhirîn tarafından makbul görülmemiş ve tenkide uğramıştır. (Aydüz 2000, 67-100)

e. Edebî-İçtimaî Tefsîr

1. İçtimaî Tefsîr: Asrımızda yeni bir tefsîr tarzı olarak kabul edilen ekolün en belirgin özelliği, Onun içtimaî sahaya bakan yanlarını öne çıkararak, hidâyet gayeli tefsîre konu edilmesidir. Kur'ân, toplum için inmiştir. Bu yüzden tefsîr edilirken, çağın içtimaî problemleri Kur'ân âyetlerinin ışığında çözüme bağlanmalıdır. Yani tefsîrin konusu insan, insanın hidâyeti, içtimaî meseleler olmalıdır. Bu eğilime "İçtimaî Tefsîr Ekolü" denilmesinin nedeni budur. Bu eğilime mensup olanlara göre önceki tefsîrler, fantazi türünden bazı konuları öne çıkarmış hayattan uzak tefsîrlerdir. Kimi isrâiliyyâta dalarken, kimi dil kuralları üzerinde durmuştur. Kimi de mezhebî kavgalar ve nazarî çatışmalarla doludur. Halbuki tefsîr, Müslüman'ın günlük hayatını ilgilendiren meseleleri ele almalıdır. (Şimşek 1995, 36) Çünkü, Kur'ân'da yer alan bilgilerin önemli bir bölümü insanın insanla olan ilişkilerine, bir başka ifade ile fert-toplum ilişkilerine aittir. Nitekim Kur'ân'da insanın sosyal yapısından, aile nizamından, evlenme ve boşanmadan, muhtaçlara yardımdan, miras ve özel mülkiyetten, kabileler ve milletlerarası ilişkilerden ve farklılıklardan, yönetim biçiminin dayandığı kurallardan, savaş ve barıştan ve daha pek çok sosyal konulardan bahsedildiği görülmektedir.

Tasvip edilmeyen yönleriyle ilim çevrelerinde tahlile tâbi tutulan bu tefsîr hareketinin mümessili Muhammed Abduh'tur. Daha sonra Reşid Rıza, Mustafa el-Meraği, Seyyid Kutub, Said Havva ve Mevdudî gelmektedir. (Ayrıntılı bilgi için: Zehebî, 2/547-609; Ebû Huzeyfe, 56-62)

2. Edebî Tefsîr: Edebî tefsîre yönelenler, Kur'ân'ın belâgat, muhteva zenginliği, ihtiva ettiği esasların insanlığa yetmesi, gaybî haberler ihtiva etmesi, daima yeni kalması, Hz. Peygamber'in arzusuna göre değil de, Cenab-ı Allah'ın takdirine göre gelmesi gibi konuları ele alırlar. Ayrıca Kur'ân'ın dil ve üslûbuyla birlikte, inişini, Mushaf hâlinde toplanmasını ve tabiat ilimlerini ilgilendiren yanlarını da mevzu edinirler. Buna Kur'ân'ın i'câzını, yani az lafızla çok mânâ ifade etmesini de ilave edebiliriz. Kur'ân'ın i'câz yönü üzerinde duranlar, daha ziyade onun belagatı, dil ve üslûbu üzerinde yoğunlaşmışlardır.

Edebî Tefsîr ekolünün kurucusu olan Emin el-Hûlî ve talebesi Dr. Aişe Abdurrahman ile birlikte, Muhammed Ahmed Halefullah, Seyyid Kutub, Abdulkadir el-Mağribî, Muhammed el-Mübârek, Şevkî Dayf, Tahîr b. Aşur, bu eğilime mensup olanların ileri gelenleridir. (Ayrıntılı bilgi için: Şerif 1982, 595-610; Sağir 1983, 103-107)

D.Aydüz

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

245.OCAK 14-15-16 GÜNLERİ ORUÇLUYUZ

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Eyyam-ı Biyz adı verilen ve kameri ayların 13, 14, ve 15. günleri yarın başlıyor.Bu sünneti yerine getirmek isteyenler 
Yarın(14 Ocak Salı), 15 Ocak Çarşamba ve 16 Ocak Perşembe günlerini oruçlu geçirmeliler.

Her hicri ayın 13, 14 ve 15. günlerinde oruç utmak sünnettir. Nitekim Hz. Hafsa (ra) diyor ki:

«Dört şeyi Resûlüllah (asm) Efendimiz hemen hemen hiç terketmedi diyebilirim: Âşûrâ orucu, Zilhicce'nin ilk on gününün oru­cu, her ayın 13, 14, 15. günlerinde oruç ve bir de sabah farzından ön­ce iki rek'at namaz...» (Ahmed bin Hanbel, Nesâi)

Hadiste geçen günler, Hicri Takvime göre Kameri ayların 13, 14 ve 15. günleridir. Sabah kılınan sünnet ise, sabah namazının sünnetidir.


Allah kabul etsin.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

9 Ocak 2014 Perşembe

Hz. PEYGAMBERİN sas KUR'AN TEFSİRİ

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim
 

Kur'an'ın tefsir edilmesine gerek yok diyenler için devam ediyor ve bu yazıyı paylaşıyorum:

Kur'an-ı Kerim'i anlama konusunda, İslâm tarihi boyunca farklı yaklaşımlar olmuştur. Asırlar boyunca meydana gelmiş olan çeşitli tefsir tarzları, bunun neticesidir.
Tefsir ilminin yapacağı ilk iş, Kur'an'ın açıklanmasında, Peygamber aleyhisselamın işlevini gözönünde bulundurmaktır. Allah Tealâ gönderdiği Kitabın tefsirini birinci derecede Resulüne havale etmiştir. Ve şöyle buyurmuştur:

"Biz sana zikri indirdik. Tâ ki kendileri için indirilen Kur'an'ı insanlara açıklayasın ve tâ ki onlar da iyice fikirlerini kullansınlar" (Nahl, 44). İndirilen zikr, vahy-i gayr-i metlüv olarak sünnettir. Kur'an'ı tefsir edip açıklamak üzere Peygamberimize bildirilmiştir. Bu âyetle bu manayı ifade eden birçok âyete dayanarak müslümanlar, Kur'ân tefsirinde Hz. Peygamber'in açıklamalarına birinci derecede yer verme konusunda ittifak etmişlerdir.

Allah Tealâ kitabını, insanların elleriyle tutacakları kağıtlar şeklinde değil, aramızdan seçtiği Resulünün kalbine vahiy yolu ile indirdi. O da kitabın metnini tebliğ etmekle yetinmedi, sözleriyle ve davranışlarıyla onu açıkladı ve uyguladı.

Demek ki Hz. Peygamberin Kur'an'la ilgili başlıca üç görevi vardı:
1- Tebliğ
2- Tebyin (açıklama)
3- Tatbik.
O'nun bütün hayatı bu işlerle doludur. Vahiy metninin ulaştırılması, izhar edilmesi işi için Kur'an, belağ ve tebliğ kelimelerini kullanmıştır. Mesela;"Ey Resul, Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer yapmazsan, sana verdiği risaleti (mesajı) tebliğ etmemiş olursun" (Mâide, 67). Kur'ân mesajı ulaştırmak hakkında tebliğ kelimesini defalarca kullanırken, demin zikrettiğimiz Nahl, 44 âyetinde tebyin kelimesinin tebliğ, ulaştırma, açığa vurma manasında kullanıldığını iddia etmenin hiçbir değeri olamaz.

Diğer taraftan bir âyette de şöyle buyurulmuştur:
"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Resule ve sizden olan ulü’l-emre de itaat edin. Eğer herhangi bir hususta tartışıp ihtilaf ederseniz onu Allah'a ve Resulüne irca edin" (Nisa, 59).

Allah'a irca etmek O'nun kitabına götürmek, Resulüne irca etmek ise hayatta iken kendisine, vefatından sonra da O'nun hadislerine irca ederek, hadisleri hakem kılarak konuyu vuzuha kavuşturmak manasına gelir.
Sahabe neslinin sonlarında, dinin tek kaynağının Kur'an olduğunu iddia eden tek tük insan ortaya çıkmış, sahabiler bunlara karşı çok net bir tavır takınmışlardır. Bunlardan bildiğimiz iki hadiseyi nakledelim:

İmran İbn Husayn'ın (r.a) (öl. 52/672) bulunduğu bir mecliste adamın biri: "Kur'an'da bulunmayan şeyden bahsetmeyin" deyince İmran: "Sen ahmak bir adamsın! Öğle namazının dört rek'at olduğunu, onda kıraatin cehredilmeyeceğini Kitabullah’ta gördün mü?" Sonra namazı, zekâtı ve emsali hükümleri sıraladı ve ilave etti: "Bütün bunları Allah'ın Kitabında tefsir edilmiş olarak buluyor musun? Kitabullah bunları mübhem bırakmış, sünnet de tefsir etmiştir"

Sahabenin en ileri gelen müfessirlerinden İbn Mes'ud'a göre, sünnetin öngördüğü bütün davranışlar, temelde Kur'an'ın istediklerini yerine getirmektir. Haşr suresinin 7. âyeti, Hz. Peygamber'in sünnetine bu işlevi vermiştir. Nisa, 119. âyeti, Allah'ın yarattığını değiştirmeyi yasaklar. Fakat bu âyetin maksat ve kapsamını ancak Resulullah'ın anlayışı ve uygulamasıyla öğrenebiliriz.
Abdullah İbn Mes'ud'a (r.a) Beni Esed kabilesinden bir kadın gelip şöyle dedi: "Ey Eba Abdirrahman! Senin dövme yaptırana ve yapana, yüzündeki kılları aldırana ve dişlerini güzellik için birbirinden ayırana lanet ettiğini duydum?" Abdullah İbn Mes'ud ona şu cevabı verdi: "Ben kim oluyorum ki, Resulullah (a.s)'in lanet ettiğine ve Kur'an'da belirtilene lanet etmeyeyim?" Kadın cevaben; "İki kapak arasındaki Kur'ân'ı (Kur'ân'ın tamamını) okudum. Fakat böyle bir şeye rastlamadım?" deyince İbn Mes'ud'un cevabı şöyle oldu: "Eğer layık-i veçhile okumuş olsaydın bulurdun. Zira Allah Tealâ buyuruyor ki: "Peygamberin size bildirdiği her şeyi alıp kabul edin, O'nun menettiği her şeyden vazgeçin" dedi.
Hicri ikinci asrın son çeyreğinde Basra'da bir grubun, hadislerin sübutu meselesinde şüpheye düştüklerinden sünneti ihmal ettiklerini görüyoruz. Bunlardan bazıları, âhad yolu ile rivayet edilen hadisleri kabul etmeyip mütevatirleri kabul ederken bazıları hepsini birden reddediyordu. Şüpheleri yersiz idi. Fakat şuna dikkat edelim ki bunların itirazı sünnetin Kur'ân'ı tefsir etmesine değildi; rivayetlerin sübutuna idi. İmam Şafiî el-Umm adlı eserinin Cimau'l-ilm bölümünde bu grubun sözcüsü ile olan münazarasını nakleder ve çok ikna edici delillerle sünnetin, Kur'ân'ı açıklayan, ümmeti bağlayan bir kaynak olduğunu açıklar. Şafiî'ye göre "İmamların bütün söyledikleri sünnetin şerhidir. Bütün sünnet de Kur'an-ı Kerim'in şerhidir."

Üçüncü asırdan itibaren sünnetin dindeki yerini reddeden müslümana rastlanmamıştır; tâ ki Avrupalıların 19. asırda İslâm ülkelerini istila etmeleri neticesi sömürge idaresi kurmalarına kadar, bu sapıklık görülmemiştir. Sömürgeciler Hz. Peygamber'e duydukları kin, peşin hükümle şartlanarak İslâm'a nefretle bakışları, müslümanların birliklerini parçalama, İslâm medeniyetini çekememe, müslümanlar arasında fitne ve ihtilaf çıkararak onları birbirleriyle uğraştırırken kendi hakimiyetlerini kolayca devam ettirme, müslümanların servetlerini yağmalamaya devam etme gayeleriyle bu ihtilafları körüklemişlerdir.

Zaten onların bu gayeye hizmet etmek için yetiştirdikleri oryantalistler, İslâmî incelemeler uzmanı olduklarını iddia ederek, İslâm aleyhinde birçok şüphe uyandırmaya çalışıyorlardı. İşte sömürgeci idare, birçok oryantalist tarafından üretilen bu iddiaların kulaklarına üfleneceği, bazı gafil, cahil, gevşek, ecnebi taklitçisi, menfaat peşinde koşan müslümanlar bulma imkânı verdi.
Müslüman toplumlarca hiç kabul görmemesine rağmen bu kabil iddiaların iki asır boyunca, arada bir ısıtılıp tekrar piyasaya sürülmesi de bu fitnenin gayr-i müslimler tarafından kaynatıldığının bariz delilidir. Zira onlarca önemli olan, bu görüşün galip gelmesi değildir. Bu aykırı iddiaların müslümanlar arasında yerleşemeyeceğini onlar da pek iyi bilirler. Ama hiç değilse bir fitne çıkarıp müslümanları, hayatî meseleleriyle meşgul olmaktan, bir süre için bile olsa uzaklaştırmaları, onları birbirine düşürmeleri kendilerine yetmektedir. Her dönemde kulaklarına üflenecek beş-on gafil bulmak hiç de zor bir iş değildir.

Fakat bu gafil müslümanların aynı iddiaları ilmî olarak ileri süren oryantalistlerden temel farkları şudur: Onlar Kur'an'ın Allah tarafından gönderildiğine inanmazken, berikiler Kur'an'a iman ettiklerini söylerler. Bu da kendilerinin durumunu, daha da zorlaştırmaktadır. Zira bu iddialar İslâm toplumunun içinde çıkmış, bünyenin ihtiyacından ileri gelmiş meseleler olmayıp, Kur'ân'a ve İslâm'a inanmayan ecnebiler tarafından üretilmiştir. Dolayısıyla Kur'ân'a inanmadığını iddia ederek o sapıklıkları kabul ettirebilmek çok zordur, hatta imkânsızdır. Çünkü, eskiden bazı müslümanlar hadislerin sübutundan emin olmadıkları iddiasıyla hadisleri ihmal etmişlerdi. Ama bunlar Allah'ın Kur'an'da Resulüne verdiği Kitabı açıklama yetkisine itiraz etmektedirler. Oryantaliste göre iş kolay. Hatta Kur'an'da olması da onlar için çok şey ifade etmez. Onun içindir ki, hadiste ve Kur'an'da bulunan hakikatleri reddetmek veya saptırmak veya sathî olarak değerlendirmek veyahut pek önemsememek onlara göre normaldir. İşte görüyoruz ki, bu hususta onları taklid eden müslümanlar da onlardan etkilenmiş, dinî hassasiyetleri azalmış bulunmaktadır.
Bunlar Kur'an-ı Kerim'in bütün âyetlerini gözönünde bulundurarak değerlendirme yapan klasik İslâm âlimleri gibi davranmayıp, hevalarına göre mana vereceklerini düşündükleri bazı âyetleri münferit olarak ele alırlar. Şöyle ki: "Kur'an ''Allah size kitabı mufassal olarak indirmişken ondan başkasının hakemliğini arar mıyım?" (En'am, 114) buyurmaktadır. Demek ki hem Kur'an'ın açıklanmaya ihtiyacı yoktur, hem de Allah'tan başkasının hüküm yetkisi yoktur" derler.

Cevaben şöyle deriz: Bu âyet, Hz. Peygamber'in nübüvvetine itiraz eden kafirleri reddetmek muhtevasında varid olmuştur. Onlar keyiflerinin istediği bazı hârikulade şeyler, sihirbazvarî işler, Hz. Peygamber'in nübüvvetini başka otoritelerin onaylaması gibi şeyler peşinde idiler. Allah Tealâ ise birçok hakikatleri mufassal olarak açıkça bildiren ve mucize özelliği olan Kur'an'ı indirmesiyle kendisinin bu nübüvveti onayladığını bildirmişken, başka harikalara ve otoritelere hiçbir ihtiyaç olmadığını belirtmektedir.
Zira ilâhî hükmü anlamak için, diğer harika hallerin, mucizelerin delâleti Kitabın mucizesi kadar kuvvetli, açık ve tafsilatlı değildir. Mesela ay'ın ikiye yarılması mucizesinden bile Peygamberimiz'in nübüvvetine delâlet, ancak kısa bir an için ve onu gören mahdut kimseler için söz konusudur. Ama bundan istifadenin gerek açıklığı, gerek devamlılığı, kelâma, yani Kitaba dayanır. İşte burada bu mana hatırlatılarak buyuruluyor ki: "Allah, size diğer mucizelere muhtaç olmayacak olan böyle mufassal bir kitap indirmiş ve böylece hükmünü kesin olarak beyan ve tebliğ etmiş olduğu halde, ben şimdi şeytanların yaldızlı sözlerine meyledeceğim de (bundan önceki En'am 112 âyetinde bu durum sözkonusu edilmektedir) aramızda haklıyı haksızı ayırmak için Allah'ın hükmünü bırakıp, ona karşı Allah'tan başkasını mı hakem seçeceğim? Hayır, asla!"
Bu âyet, Allah'ın fermanıyla olan bu şehadetini kabul etmeyip, insanlardan birtakım hakemler, otoriteler teklif eden müşrikleri reddediyor. Nitekim nüzul sebebi rivayetine göre müşrikler Hz. Peygamber (a.s)'a "Seninle bizim aramızda yahudi hahamlarından veya hıristiyan piskoposlarından senin durumun hakkında hükmedecek bir hakem tayin et" diye teklifte bulunmuşlardı. Bunun üzerine bu âyetler indirilmiştir.
Demek âyet-i kerime, birinci derecede Hz. Peygamber'e hitab ederek nübüvvetinin başka otoritelerin tasdikine ihtiyacı olmadığını, Allah'ın Kur'ân'la olan şehadetinin buna fazlasıyla kâfi geldiğini bildirmek için nazil olmuştur.

Bu âyeti, Hz. Peygamber'in, hadisleriyle Kur'ân'ı açıklamasının aleyhinde delil getirmenin hiçbir manası yoktur. Bir kere böyle yapmak âyeti siyakından, muhtevasından çıkarmaktır.

Diyelim ki bu tuhaf iş yapıldı. Bu âyetten Hz. Peygamber'in hüküm koyma yetkisi olmadığı mânâsı çıkarıldı. Bizim buna itirazımız yok. Zaten hükmün tek kaynağının Allah olduğunu biz de söylüyoruz. Yalnız bunu hadislerin tefsir etme özelliğini reddederek değil, hadisi yerine yerleştirerek yapıyoruz. İşte bakın bu konuyu Şah Veliyyullah Dihlevî nasıl güzelce ifade ediyor:

"Helâl ve haram kılmak, herhangi bir şeyin melekût âleminde o fiil sebebiyle sorumlu tutulup tutulmayacağı hakkında geçerli bir hüküm icad etmektir. İşte bu icad, sorumlu tutulmaya veya tutulmamaya bir sebep teşkil eder. Bu ise, Allah'ın sıfatlarındandır. Helâl ve haramın bazen Resule nisbet edilmesinin sebebi, O'nun sözünün, Allah'ın helâl veya haram kılmasına delil olmasındandır. Müçtehidlere nisbeti ise, ya Şari'in nassından veya rivayet veya onun sözünden kasdedilen manayı istinbat etmeleri cihetiyledir.'

Demek ki müslüman gelenek, hadis-i şerifleri değerlendirmesiyle müçtehidlerin gayretleriyle; tefsir, hadis, usul-i fıkıh, fıkıh gibi ilimleriyle Allah'tan başka hakem, O'ndan başka hüküm kaynağı ortaya çıkarmış değil. Bilakis Allah Tealâ'yı tek hüküm kaynağı olarak bilmiş ve fakat o hükmün nasıl anlaşılıp tatbik edilmesi gerektiğini arayıp öğrenme yoluna girmiştir.

Haricîler Hz. Ali'yi (r.a.) hakem tayin ettiği için kâfir ilân ettiler. Zira "Allah'tan başka hakem yoktur" dediler. Hz. Ali buna karşı meşhur cevabını şöylece vermişti: "Bu hak ve doğru bir sözdür, fakat bâtıl maksat için ileri sürülmektedir." Hz. Ali: "Tamam, Allah'tan başka hakem yok. Fakat O, hükmünü Kur'ân'da bildirmiştir. Kur'ân ise, hükmü uygulama mercii değildir. Ondaki hükmü insanların anlayıp uygulaması gerekir" diyordu.
Diğer bir iddia, Kur'ân'ın mufassal vasfını ileri sürerek, ayrıca tefsir edilmesine ihtiyaç olmadığını ileri sürmektir. Kur'ân-ı Kerim hak ile bâtılı iyice belli edip açıklamıştır. Birçok helâl ile haramı bildirmiştir. Onda birçok hakikat açıkça bildirilmiştir. Bu itibarla elbette mufassaldır.
Keza Kur'ân'ın mübîn vasfını ileri sürerler. Mübîn "açık, zahir veya açıklayan" mânâlarına gelir. Kur'ân Allah'ın fiil, isim ve sıfatlarına, ahiret hayatına, vahiy ve nübüvvete, önceki ümmetlerin hallerine, insanın dünyadaki vazifelerine, güzel ahlâk prensiplerine, Allah'ın insanlara vaz'ettiği talimat ve ahkâma dair birçok hakikati açıklamıştır. Demek ki Kur'ân'ın mübîn olması şu demektir:
1- Kur'ân'ın i'cazı, Hak Tealâ'dan geldiği aşikârdır, açıktır.
2- Dünya ve âhirete, mülk ve melekûta, gaybe dair bilgiler verir, birçok kıssa ve mev'izaları açıklar.
3- Hakkı bâtıldan, hayrı şerden, doğruyu eğriden, güzeli çirkinden ayırt eder.
4- Kur'ân'ın dili açık, fasih Arapça'dır. Arap dilinin muazzam ifade imkânlarını kullanmak suretiyle, ifade-i meram etmiş, diller içinde en sağlam bir beyan aracı ile gelmiştir.
Bütün bunlar, Kur'ân'ın mübîn vasfını fazlasıyla göstermektedir. Fakat Kur'ân'ın mübîn olması, ondaki her şey, her insanın, her seviyenin hemen anlayacağı şekilde meydandadır, tefsire hacet yoktur, demek değildir. Kur'ân, Kitap olarak gönderilmiştir. Kitap birçok ilimler ihtiva etmektedir. Muallimsiz kitap, insanlara bir şeyler öğretmek için geçerli olan bir yol değildir. Öğretimde kitap ile yetinen, öğretmeni ve okulu reddeden öğretim sistemi olamaz. Onun içindir ki Allah, Kitabını, mesajını sahipsiz, muallimsiz bırakmamıştır. Birçok âyette Peygamber'in kitap ve hikmeti öğretmesinden, açıklamasından bahsetmiştir.
Peygamberine tam bir itaat istemiş, O'na itaatin Allah'a itaat olduğunu bildirmiş, O'na itaat etmemenin, O'nun verdiği hükme boyun eğmemenin imansızlık alâmeti olduğunu bildirmiştir. Sadece birkaçının mealini verelim:
"O ümmilere kendilerinden bir peygamber gönderen Allah’tır. O Peygamber, onlara Allah'ın âyetlerini okur, onların iç ve dışlarını arındırıp temizler, onlara kitabı ve hikmeti öğretir" (Cumu'a, 2).
"Kim Peygamber'e itaat ederse, muhakkak Allah'a itaat etmiştir" (Nisa, 80).
"Peygamber'in size bildirdiği her şeyi alıp kabul edin O'nun menettiği her şeyden vazgeçin" (Haşr, 7).
"Hayır, hayır! Rabbine yemin ederim ki, aralarında tartışıp çekiştikleri şeylerde seni hakem kabul edip, sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde bir sıkıntı duymaksızın tam bir teslimiyet göstermedikçe iman etmiş olmazlar" (Nisa, 65).
"Ey Resulüm de ki; (Ey insanlar) Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin, günahlarınızı bağışlasın. Allah gafurdur, rahimdir"'(ÂI-i Imran, 31).
İşte Peygamber'in Kitabı öğretmesi, hikmeti yani sünneti öğretmesi, işte O'na yani O'nun hadislerinde bildirdiği hususlara itaat etmenin lüzumu, işte O'nun hakemliği... Bunlar, bu ve benzeri birçok âyette güneş gibi aşikârdır.
Kitapta, elbette o kitabı esas alarak öğretim yapan o en büyük Muallimin (a.s) öğreteceği, açıklayacağı, uygulayacağı birçok şey vardır. Mesela Kur'ân'ın en çok üzerinde durduğu farzlardan biri salat yani namazdır. Namaz emri açıktır, kesindir. Ancak nasıl ifa edileceği, o en büyük Muallimin açıklayıp öğretmesine havale edilmiştir. O'nun öğretmesine başvurmadan namazın eda edilişini Kur'ân'dan anlamak mümkün değildir.
Yoksa Kur'ân'ın mübîn ve mufassal olmasından, onu herkesin, okur yazar olmayan birinden tutun, ilimde en ileri seviyede olan, tefsir, fıkıh, kelâm âlimlerinin aynı şekilde anlayacağı manasını çıkaran kimse, bu iddiasını kimseye inandıramaz. Hele buna karşı: "İşte Kur'ân mucize olduğu içindir ve mübîn olduğu içindir ki onu herkes anlar, tefsir edilmesine ihtiyaç yoktur" demek tam bir mugalâtadır.
Dipnotlar
1 İbn Abdilberr, Camiu Beyâni’l-ilm II, 234; Şatıbî, el-Muvafakat, IV. 19
2 Haşr, 7 Şatıbî, Muvafakat IV. 24; İbn Abdilberr, Camiu Beyani'l-İlm, II, 188
3 S. Yıldırım, Peygamberimiz'in Kur'ân'ı Tefsiri, İstanbul. 1983, s.102.
4 Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, En'am, 114 ayetinin tefsirinde
5 Ebu's-Suud, İrşadu'l-Akli's-Selim, En'am 114 âyetinin tefsirinde
6 Hüccetullahi'l-Bâliğa, 1, 129-130
7 Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili, Yusuf, 1 âyetinin tefsirinde


S.Yıldırım

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

8 Ocak 2014 Çarşamba

242.MUHKEM VE MÜTEŞABİH AYETLER ve TEVİLİ

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

 Kur'an'ı Kerim'in anlaşılması ile ilgili 

yazılara ek olarak biraz daha detaya girmek istedim.

Kur’an-ı Kerim ayetlerinin bir kısmı herkesin anlayabileceği bir şekilde (muhkem), bir kısmı da herkesin anlamayacağı bir şekilde (müteşâbih) dir. Kur’an-ı Kerîm’de muhkem ve müteşâbih ayetlerin varlığına işaret eden bizzat yine Kur’an-ı Kerîm’in kendisidir. Cenab-ı Hak şöyle buyurur:

“(Habibim) sana kitabı indiren O’dur. Ondan bir kısım ayetler muhkemdir ki bunlar Kitab’ın anası (temeli)dir. Diğer bir kısmı da müteşâbihlerdir. İşte kalblerinde eğrilik bulunanlar, sırf fitne aramak (ötekini berikini saptırmak) ve (kendi arzularına göre) Onun te’viline yeltenmek için Onun müteşâbih olanına tabi olurlar. Hâlbuki Onun te’vîlini Allah Teâlâ’dan başkası bilmez. İlimde yüksek payeye erenler ise, “Biz O’na inandık. Hepsi Rabbimiz katındandır” derler. (Bunları) salim akıllardan başkası iyice düşünmez.”
(
Al-i İmran suresi: 7)

Bununla birlikte Cenab-ı Hak diğer bir ayet-i kerimede “(Bu sana indirilen) Ayetleri muhkem kılınmış bir kitaptır.”
(
Hud suresi: 1) buyurarak Kur’an-ı Kerîm’in tamamının muhkem olduğunu, diğer bir ayet-i kerimede de: “Allah (ayetleri) müteşâbih olan kitabı, sözlerin en güzeli olarak indirmiştir.”(Zümer suresi: 23) buyurarak Kur’an-ı Kerim’in tamamının müteşâbih olduğunu açıklamıştır. Başta zikrettiğimiz ayeti kerimede ise, Kur’an-ı Kerim’in bir kısmının muhkem, bir kısmının da müteşâbih olduğunu zikretmiştir. Farklı gibi görünen bu üç hususu şöyle anlamak mümkündür:

Kur’an-ı Kerim ayetlerinin tamamının muhkem olması, hepsinin doğru ve gerçek olup, hiçbirinin fuzulî, ciddiyetten uzak olmaması demektir.


Hepsinin müteşâbih olması ise güzellikte, fesahat ve belagatta, birbirine benzemesi demektir. Kur’an-ı Kerîm’in baştan sona lafızları; anlatım üslubu ve manaları birbirine benzemekte ve birbiriyle uyum içerisindedir. Kur’an-ı Kerîm’in bir ayet-i kerimesi, başka bir ayet-i kerimesiyle çelişmez. Bazısının muhkem, bazısının müteşâbih olması hususunda ise, ulemanın değişik sözleri vardır.

Muhkem: Hükme delâleti açık, te’vil, tahsis ve Hazreti Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in hayatında dahi neshe (hükmün kaldırılması) ihtimali olmayan lafızdır. Kur’an-ı Kerim’de helâl, haram, namaz, hac, zekat, oruç ve bunlar gibi ahkamla ilgili ayetler muhkemdir. Yani manası kolaylıkla anlaşılan, haricî bir tesire ihtiyaç göstermeyen ve tek manası olan ayetlerdir.

Yüce Allah Teâlâ’dan başka ilah olmadığına, O’nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe iman gibi dini ayakta tutan temel hükümlere veya adalet ve ahde vefa gibi fazilet prensiplerine delâlet eden yahut süreklilik ve kesintisiz devamlılık ifade eden nasslar da böyledir.

Muhkeme şu prensipler örnek verilebilir: Kur’an-ı Kerîm’de Allah Teâlâ’ya, meleklere, kitaplara, peygamberlere ve ahiret gününe iman gibi zamanın değişmesi ile değişmeyen, temel hükümlere delâlet eden ayetler ile fazilet ve ahlak esaslarını bildiren ve selim fıtratın benimsediği kurallarla, zulüm, hıyanet, yalan, sözde durmama, ana-babaya karşı gelme ve fısk (bozgunculuk) gibi kötü hasletleri yasaklayan hükümler de muhkemdir.

Muhkemin hükmü:
Kesin olarak delâlet ettiği manaya uygun amel etmenin gerekliliğidir. Zahirinden anlaşılan mananın başka bir manaya çekilebilme ihtimali bulunmadığı gibi, nesih ve iptal ihtimaline de kapalıdır.

Müteşâbih ise Kur’an-ı Kerim’de manası kapalı, bir çok anlama gelebilen, tefsirinde güçlük çekilen ayet veya kelimeler olup bunlara müteşâbihât denir. Bunların hangi manaya geldikleri yalnız kendilerinden anlaşılmaz. Başka haricî bir delile ihtiyaç gösterirler. Müteşâbihin karşıtı muhkemdir. Allah Teâlâ’nın sıfatları, kıyametin durumu, cennet nimetleri, cehennem azabı vs. hakkındaki lafızlar müteşâbihtir.

Nasslar üzerinde tümevarım yoluyla yapılan incelemeler sonunda, şer’î-amelî hükümleri beyan etmek üzere gelen ayet ve hadislerde müteşâbihin bulunmadığı neticesine varılmıştır. Çünkü ahkam hususu (hukukî temel metinler) ile kast edilen, kulların bu nasslarla amel etmeleri ve onları hayatlarında tatbik etmeleridir; sadece itikad ve iman etmek değildir. Eğer onlar müteşâbih olurlarsa, kendileriyle amel etmeye imkân olmaz. Gereğine göre hareket olunmak üzere meşru kılındıklarından kendilerinde herhangi bir anlaşılmazlık, teşabüh ve iştibah (tereddüt) bulunmamak lazımdır.

Şu halde, müteşâbih, ancak ahkâm ayetleri ve hadisleri dışındaki nasslarda bulunur. Müteşâbihlik ya lafız yönünden, ya mana yönünden ya da her ikisi yönünden olur.

Lafızda müteşâbihlik ya kelimede ya da cümlede olur. Kelimenin garib bir kelime olması veya birden fazla anlama gelmesi onu müteşâbih kılar. Cümlede müteşâbihlik ise, cümlenin kuruluşunda takdim-te’hir gibi cümlenin üslubundan kaynaklanan durumdur. Mana yönünden müteşâbihlik; Allah Teâlâ’nın sıfatları, kıyamet ile ilgili hususlar gibi insan aklının künhüne (içyüzüne, aslına, özüne) varmaktan aciz olduğu hususlardır.

Hem mana ve hem lafız yönünden müteşâbihler ise; âmm-has, nasih-mensûh ve mübhemâtü’l Kur’an-ı Kerîm’i ilgilendiren hususlardır. Fıkıh usulü ulemâsı da müteşâbihâtı iki kısma ayırmışlardır. Birincisi muhkemle mukayese edildiğinde manası bilinebilen, ikincisi ise hakikatini bilmeye imkân olmayan ayetlerdir. Mesala kıyametin ne zaman kopacağı ve bazı surelerin başlarındaki el-Hurûf-ul Mukattaa gibi.

Geniş anlamıyla müteşâbihlerin kapsamına yukarıda anlattığımız hususların hepsi girmesine rağmen, özel ve yaygın anlamıyla müteşâbih, Allah Teâlâ’nın sıfatlarını konu alan ayetlerdir.

Kur’an-ı Kerim Allah hakkında istiva, vech (yüz), yed (el), ayn (göz) gibi sıfatlardan bahsetmektedir. Allah hakkında kullanılan bu sıfatlar zahirleri üzere mi kabul edilecekler; yoksa te’vîl mi edilecekler? Âlimler arasında bu hususlar tartışma konusu olduğundan, müteşâbih derken ilk akla gelen hususlar bunlar olmaktadır.

Selef âlimleri bu sıfatları zahirleri üzere kabul eder, te’vil etmezlerdi. Onlara göre bu sıfatları te’vil etmek, mesela “istiva”ya istila demek, veçhe Allah Teâlâ’nın zatı; yede Allah Teâlâ’nın kudreti gibi anlamlar vermek, bu sıfatları ta’til (işlevsiz kılma) ve onları yok saymaktır.

Selef âlimleri bunu söylerken, Allah Teâlâ’nın elinin bizim elimize benzediğini ya da Allah Teâlâ’nın cisim olduğunu kastetmezler. Nasıl Allah Teâlâ’nın zat ve sıfatlarını bilmiyorsak, sıfatlarının da keyfiyetini bilemeyiz, derler. İmam Malik’in, istivanın ne olduğunu soran birine; “istivanın keyfiyeti akıl ile bilinmez. İstiva’nın dildeki anlamı ise meçhul değildir. Ayrıca buna iman etmek vacip, hakkında soru sormak ise bid’attir” şeklindeki cevabı ise meşhurdur.
(
 Beyhekî, Kitabü’l-Esma ve’s-sıfat, sh: 408)

Bu sıfatları ilk te’vil eden fırka Mutezile olmuştur. Daha sonra Müteahhirün diye bilinen Ehl-i sünnet kelâmcıları, Mutezile’ye uyarak bu sıfatları te’vil etmiş ve “onları zahirleri üzere kabul edersek bu, bizi teşbih ve tecsime götürür” demişlerdir.

Müteşâbihin hükmü; o lafızların hak olduğuna inanıp gerçek manasını bilme iddiasından kaçınmaktır.

Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) zamanında, müteşâbih ayetler olduğu gibi kabul edilir, bunlar üzerinde durulmazdı. Bunları kurcalayanların kalplerinin hasta olduğunu Kur’an-ı Kerim beyan etmektedir.
(
Al-i İmran suresi: 7)

Bu işi Hazret-i Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’den sonra gelen halifeler de sıkı tutmuşlardır. Hakikatte ilk devirde bunlarla meşgul olanlar, müslümanları şüpheye düşürmeye çalışıyorlardı. İlk devirde müteşâbih ayetlerin ihtiva ettikleri lafızların lugavî manaları malûm ise de, o manaların Allah Teâlâ’ya isnadı muhal olduğundan, bunların medlullerini tayinini selef ulemâsı Allah Teâlâ’ya tefviz ve havale etmişlerdir. Fakat hapsedilemeyecek fıtratta yaratılan insan zekâsı, müteşâbihât üzerinde de işlemeye başlamıştır. Hele hele İslâmiyetin aslını bozmak isteyenlerin bu ayetlere gelişigüzel mana verişlerini frenlemek ve aynı zamanda kötü neticelerinden müslümanları korumak için, müteşâbih ayetleri İslâm’ın ruhuna uygun bir şekilde te’vil etmek mecburiyeti ortaya çıkmıştır.

Şurası bir gerçektir ki: Sayıları yetmiş ikiyi bulan sapık fırkalar Kuran’ı tamamen reddetmemiş ancak bu anlatılan metodu kullanmışlardır. Böylece ayetler hakkında sapık yorumlar yapılmış ve bu yorumlarda sadece kendi zevklerini esas almışlardır. Bunlardan bazıları da bu konuda izledikleri tutumları ile tamamen İslâm’ın dışına çıkmışlar, bazıları da tamamen küfre düşmese de sapıtmışlardır.

Ayrıca: Kitabın te’viline uğraşmak ve onu tahrif etmek, gerçeğe uymayan sapık bir yorum yapmaktır. Bu tür yorum yapanlar ayette asıl kastedilen anlamın kendilerinin çıkardıkları anlam olduğunu ileri sürerler. Her çağda ortaya çıkan bidatçilerin, kafalarına göre yorumlar yapmaya kalkışanların ve dinden dönmelerin izlediği yol budur. Çağımızda da kendilerini müjdeleyiciler olarak adlandıranlar onların yollarını izlemektedir.

Meseleyi özetlersek; müteşâbih ayetler hususunda iki görüş vardır:

1- Selef âlimlerinin görüşü: Bunlar müteşâbihleri te’vil etmek istemezler, “Onların mahiyetini Allah bilir” derler.

2- Müteahhir ulemâ ise bu ayetleri te’vil ederler, ayette kastedilen işarî manayı ararlar. Bunlar müteşâbihleri akla ve şeriatın zahirine uygun şekilde te’vil etmenin cevazına hatta gereğine hükmederler. Buna göre “istiva”dan maksat, hükümranlık, hâkimiyettir. Rahman’ın arşı istivası, Cenab-ı Hakk’ın ilim ve kudretiyle kâinatı kuşatan Arş-ı Azam’a hükmetmesi, tasarrufu altına alması demektir. Yine “Allah Teâlâ’nın eli”nden maksat da Allah Teâlâ’nın kudretidir.

Peki o zaman; Kur’an-ı Kerîm-i Azimüşşan dini açıklamak ve kulları irşad etmek için indirildiği halde, içinde müteşâbihlerin bulunmasının ne faydası vardır, hepsi muhkem olmalı değil midir? gibi bir soru sorulacak olursa ulemâ buna bir kaç şekilde cevap vermiştir:

1- Kur’an-ı Kerîm-ı Azimüşşan Arap lügati üzerine indirilmiştir ki, Arap lügati iki kısım üzeredir. Birincisi: İcaz (kısa konuşmak)dır ki, bu, dinleyenin açıkça anlayacağı kısa ve net ifadelerdir. İkincisi: Itale’dir ki, bu da maksadı daha iyi anlatmak ve kuvvetlendirmek için uzun konuşmaktan ibarettir. Bu ikinci kısım; mecaz, kinaye, ta’riz ve işaret gibi bazı manaları gizli kapalı olarak açıklamaktadır ki Araplar katında çok güzel kabul edilen bir üslûptur.

İşte Allah Teâlâ hazretleri müşriklerin, Kur’an-ı Kerîm’in mislini yapmaktan aciz olduklarını ortaya çıkarmak için, Kur’an-ı Kerîm-ı Azimüşşanı bu iki kısım üzere indirmiştir. Sanki onlara bu iki kısmın hangisiyle isterseniz mukabele edin, karşılık verin buyurmak istemiştir.

Kur’an-ı Kerim’in hepsi muhkem ve açık olarak indirilmiş olsaydı, elbette onlar: “bu kitap bizce kabul edilen, beğenilen üslûp üzere niçin indirilmedi?”derlerdi.

2. Allah Teâlâ Hazretleri müteşâbih ayetleri çok büyük bir fayda için indirmiştir ki o da ilim ve nazar (düşünce) ehlinin, müteşâbih ayetleri anlamak için muhkem ayetlere müracaat etmekle uğraşıp, uzun uzun düşünerek, diğer ibadetlerden sevap aldıkları gibi, bu uğraşmaktaki zahmetlerinden de sevap almalarıdır.

Kur’an-ı Kerim’in tamamı muhkem olarak indirilecek olsaydı, elbette âlim ve cahil olan herkes onu bilmekte eşit olup, âlimin cahile karşı üstünlüğü kalmayacak, ayrıca inceleme gücü ölecek ve düşünce sönecekti.

Zira manalar kapalı olduğu zaman onları anlamak için çare aramaya ve ince düşünceye ihtiyaç olur. Gerçekten bu müteşâbih ayetler sayesinde İslâmiyet’te insan fikri dondurulmamış ve geniş bir fikir hürriyetine müsaade edilmiş oluyor ve bunlar dinin temellerini kuvvetlendirmekte esaslı rol oynuyordu. Çünkü bu ayetler bir kaç manaya tahammül edebiliyordu. Başlangıçta zihinleri tamamen boş olan ve muhtelif fikirlerle karışmamış olan cahilî Araplara o anda akıllarının alamayacağı bir şey söylemek, onları elbette tereddüte düşürebilirdi. Onlara güneş yer etrafında dolaşmıyor, yer güneşin etrafında dolaşıyor denmiş olsaydı, çoklarının zihinlerinin kabul edemeyeceği bir söz söylenmiş olacağından yeni dine inanmada tereddüt gösterebilirlerdi. İşte bu ayetler sayesinde bu durum ortadan kalkmış, müslümanları daha çok öğrenmeye ve başka bilgilere de sahip olmaya sevk etmiştir. Yine bu ayetler sayesinde dinin tesisine ve tebliğine mani olmak için girişilen teşebbüslere susturucu cevaplar verilmiş ve ilk günlerde meydana gelebilecek ifsad hareketlerinin önüne sed çekilmiş oluyordu. Müteşâbih ayetlerin te’vil edilmesi caiz görülmezse de, Kur’an-ı Kerim’de işaret buyrulduğu şekilde, caiz görülmeyen te’vil, gönülleri sapkın, niyetleri kötü olanların fitne ve fesat çıkarmak maksadıyla yapmak istedikleri tevillerdir. Yoksa iyi niyetle akla, muhakemeye ve dinin esaslarına uygun olarak yapılan te’viller makbul ve lazımdır. Çünkü ilk devirdeki sağlam iman sarsılmış, meydana gelen tereddütleri makul bir şekilde ortadan kaldırmak gerekmiştir.

3- Her ilim ehli, talebelerinin zihinlerini denemek için, ilimleri arasına kapalı manalar ve ince meseleler koyarlar. Böylece o gizli manaları anlamakla daha güçlü oldukları meydana çıkar. İşte Allahü Teâlâ’nın müteşâbih ayetleri indirmesi ulemâ indinde güzel kabul edilen bu usul üzeredir.

4- Beni İsrail, ırmakla imtihan edildiği gibi, bu ümmet de müteşâbih ayetlerle imtihan edilmektedir. Şöyle ki: Mümin o ayetleri duyduğunda duraklayıp manasını bilenlere havale edecek, böylece büyük sevaplar elde edecek. Münafık ise şüphe edecek, dolayısıyla kalbine eğrilik girerek, cezaya çarptırılacaktır.


M.Talu

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

7 Ocak 2014 Salı

241.KABE'YE ALLAH'IN EVİ DENMESİNİN SEBEBİ

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Kabe'ye Allah'ın evi denmesinin nedenini hiç düşündünüz mü? Bir arkadaşım bunu bana soruncaya kadar bunu hiç düşünmediğimi farkettim. Küçük bir araştırma yaptım işte o bilgiler:

Kur'an-ı Kerim'de Bakara Suresi 125. ayette, Allahu Teala Kabe için
"beytim", yani evim tabirini kullanmaktadır. Buradan da Kabe'ye "beytullah" denilebileceği anlaşılmaktadır. Camilere de Allah'ın evi demekte bir sakınca yoktur."Hani, biz Kâbe’yi insanlara toplantı ve güven yeri kılmıştık. Siz de Makam-ı İbrahim’den kendinize bir namaz yeri edinin. İbrahim ve İsmail’e şöyle emretmiştik: 'Tavaf edenler, kendini ibadete verenler, rukû ve secde edenler için evimi (Kâbe’yi) tertemiz tutun.' ” (Bakara, 2/125)

Allah'ın evi, Kâbe. Beyt, Arapça'da ev demektir. Tertip olarak Beytullah, Allah'ın evi demek olup Kâbe hakkında kullanılan bir tabirdir. Kur'an-ı Kerîm'de daha çok belirti harfiyle "el-beyt" şeklinde kullanılır ve bununla Beytullah, Kâbe kasdedilir. Ayrıca iki ayette el-Beytü'l-Haram yani mukaddes ev (Mâide 5/2, 97), iki ayette de eski ev anlamında el-Beytü'l-Atîk, (Hac, 22/29, 33) şeklinde kullanılır. Kâbe ismi ise Kur'an-ı Kerîm'de sadece iki yerde (Mâide, 5/95, 97) zikredilir.

Aslında yer ve gök ile bunların arasında bulunan her şeyin, kısaca kâinatın gerçek sahibi Allah'tır. Bunlar içerisinde 
Kâbe'ye Beytullah (Allah'ın evi) denilmesi, onun sırf Allah'a ibadet için yapılmasından, orada sadece Allah'a ibadet edilmesinden dolayıdır. Böylece Allah onu kendine nisbet etmek suretiyle şerefini yüceltmiştir.

Kur'an-ı Kerîm'den öğrendiğimize göre, yer yüzünde ilk yapılan mabed Beytullah'tır:
"İnsanlar için yeryüzüne ilk konulan ibadet evi Mekke'de olan Kâbe'dir." (Âli İmrân, 3/96).

Beytullah'ı Hz. İbrahim (a.s.) ile oğlu İsmail (a.s.) inşa edip, o esnada Allah'a şöyle dua etmişlerdir:
"Ey Rabbimiz, bunu bizden kabul buyur. Şüphesiz ki daima işiten, hakkıyle bilen ancak sensin. Ey Rabbimiz! İkimizi Müslüman olarak sana boyun eğmekte sabit kıl, soyumuzdan da yalnız sana boyun eğen bir ümmet meydana getir. Bize hac ibadetimizi göster, tövbelerimizi de kabul buyur. Şüphesiz ki tövbeyi en çok kabul eden, en çok merhametli olan sensin sen." (Bakara, 2/127-129).

Allah, Beytullah'ı yüce gayelerin gerçekleştirilmesi için toplantı ve güven yeri kılmıştır:
"Biz Beytullah'ı insanlara toplantı ve güven yeri yaptık."(Bakara, 2/125).


D.Pusmaz

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR