Nifas; parçalanmış organlar halinde de olsa çocuk doğurmanın ardından, kadının rahminden gelen kan veya organları belli olduktan sonra düşük de olsa, çocuğun yarıdan çoğunun çıkması, ya da doğurduğu çocuğun ardından gelen kan sebebiyle kadında oluşan bir şer`î engel hali demektir.
Lohusalık haline islâm Fıkhında "nifas" denmesinin sebebi; onunla bir "nefs"in, yani bir canlının dünyaya gelmesi, veya canlıyı ayakta tutan esas unsurlardan biri olmasından dolayı "nefs" tâbir edilen kanın, doğumla beraber akması, ya da rahmin açılıp yarılmasından dolayı "rahim teneffüs etti" denmesi yani, "nifas"ın "teneffüs" kelimesinden türemiş olabilmesidir.
Lohusalığın Başlangıcı:
Tarifte de değindiğimiz gibi lohusalık, çocuğun yarıdan çoğunun çıkmasıyla başlar. Yarıyı belirlemek için çocuğun doğru gelmesinde göğsüne, ters gelmesinde ise göbeğine itibar edilir.
Hamile kadından, doğumdan hemen önce bile olsa, çocuk çıkmadan gelen kan hastalık kanıdır. Âdetin en az süresi kadar uzasa bile âdet ya da lohusalık kanı değildir.
Doğum yaptığı halde fercinden kan gelmeyen kadın da yıkanma konusunda, fetvâ verilen görüşe göre lohusadır. Yani yıkanması gerekir. Çünkü doğan çocukla beraber en azından kanın bir ıslaklığının bulunmadığı olmaz. Ya da çocuğun çıkması lohusalık için zaten başlı başına bir sebeptir. Ayrıca kan aramaya gerek yoktur.
Lohusalığın Ölçüsü:
Lohusalığın en azının bir ölçüsü yoktur. Doğum yaptıktan bir saat sonra kan kesilse yıkanır ve ibâdetlerini normal şekilde yapar. Çünkü kanın lohusalık kanı olduğuna doğumdan başka bir delil gerekmez. Halbuki âdet kanını tanımak ve hastalık kanından ayırmak için en az üç gün sürmesi gerekir. Lohusalığa en az süre, ancak ihtiyaç duyulduğu zaman belirlenir. Meselâ karısına: "Doğum yaptığında boşsun"` dese, bu kadının iddeti İmam Azam`a göre: Önce yirmibeş gün lohusalığı hesap edilmek, ardından onbeş gün temizlik, onun da ardından beşer günden üç âdet ve iki âdet arasında onbeşer günden iki temizlik olmak üzere en az seksen beş günde dolmuş olur ve kadın, bundan daha az zamanda iddetinin bittiğini söylese kabul edilmez.
Lohusalığın en çoğu ise kırk gündür. Dolayısıyla; iki âdet peşpeşe gelmeyeceği gibi, iki lohusalık ve bir lohusalık ve bir âdet de peşpeşe gelmeyeceğinden, kırk günü aşan kan lohusalık ya da âdet kanı değil, hastalık kanı olmuş olur.
İki lohusalık arasındaki temizliğin en az süresi altı aydır. Çünkü altı ay, gebeliğin en az süresidir. Buna göre eğer iki lohusalık arasındaki süre altı aydan daha az olursa bu iki doğum ikiz olarak kabul edilir.
Lohusalık Âdetinde Değişme (İntikat):
Kadının lohusalıktaki âdeti, önceki doğumunda kan gördüğü günler kadardır. Buna göre meselâ, önceki doğumunda yirmibeş gün kan görse bu, onun âdeti sayılacağından ikinci doğumunda kırk günü aşan bir sayıda, meselâ kırkbeş gün kan görse, yirmibeş günü geçen bu yirmi gününün lohusalık değil hastalık kanı olduğu anlaşılır. Ve bırakılan ibâdetler kaza edilir.
İkinci doğumda kan kırk günü aşmaz da, meselâ otuzdokuz ya da kırk gün devam ederse, bu defa lohusalıktaki âdeti otuz dokuz ya da kırk güne intikal etmiş sayılır ve kırk günü aşmadığı için bunların, hepsi lohusalık kanı olmuş olur.
Lohusalıkta âdetin değişmesine (intikaline) şu örnekleri de verebiliriz:
a) Lohusalık âdeti yirmi gün olan bir kadın, sonraki doğumunda on gün kan görse, yirmi gün temiz kalsa ve onbir gün daha kan görse toplamı kırkbir gün eder ki, bununla âdeti olan yirmi günü geçen kısmının hastalık kanı olduğu anlaşılır. Buna göre on günü temiz geçen ilk yirmi günü, yine âdeti olduğu üzere lohusalıktir. Geri kalan günleride temiz sayıldığı için ibâdetlerini kaza edecektir.
b) Aynı kadın yirmi gün kan gördüğü bu doğumundan sonraki doğumunda, bir gün kan görse, otuz gün temiz kalsa, tekrar bir gün kan görse, ondört gün temiz kalsa ve bir gün daha kan görse, lohusalık süresi âdeti olduğu üzere yine ilk yirmigündür. Çünkü ikinci kan ve ikinci temizlik eksik kan ve eksik temizliktir; âdet kanı ve âdet temizliği olamazlar. Eksik temizliklerde de kan devam etmiş sayılacağından ve kan gelen günlerin toplamı böylece kırk günü geçtiğinden kadın ilk âdetine döner ki, o da yirmi gündür.
c) Aynı kadın beş gün kan görse otuzdört gün temiz kalsa, tekrar bir gün daha kan görse toplamı kırk gün edeceğinden, yani kırk günü aşmamış olacağından bu kadının lohusalık âdeti yirmi günden kırk güne intikal etmiş ve kırk günün tamamı lohusalık olmuş otur.
d) Aynı kadın onsekizgün kan görse, yirmiiki gün temiz kalsa ve tekrar bir gün daha kan görse, bu defa lohusalık âdeti yirmi günden onsekizgüne intikal etmiş olur.Çünkü onsekizgün kan gördükten sonra geçirdiği temizlik onbeş günü aştığı için tam temizliktir ve son kan kırk günü aştığı için de iki lohusalık kanı arasında değildir.Böyle bir temizlikle lohusalığın sona erdiği anlaşılır.
Son gördüğü bir gün kan ise eksik kan olduğundan hastalık kanı olmuş olur. Bu kan bir gün değil de şayet üç gün olmuş olsaydı âdet kanı olmuş olacaktı ve son gördüğü bir gün kanı kırk günü aşmadan görmüş olsaydı, temiz geçirdiği günlerin sayısı onbeş günü geçmiş olsa da yine hepsi lohusalık olmuş olacaktı.
e) Yine bu kadın bir gün kan görse, otuzdört gün temiz kalsa, tekrar bir gün kan görse, onbeş gün temiz kalsa ve yine bir gün kan görse, bu kadının lohusalığı, önceki örneğin tersine; sonu kan olan otuzaltı gündür. Yani âdetine onaltı gün eklenmiş ve âdeti değişmiş (intikal etmiş)tir. Çünkü son kandan önceki temizlik tam ve sağlam temizliktir; dolayısı ile kan kırk günü geçmemiştir.
Bütün bu örnekleri İmam Ebû Hanife`nin şu görüşü özetler biçimdedir: Doğumdan sonra kan kırk günün içinde gelirse, araya giren temiz günler çok olsa da ayırıcı olamaz ve kan sürekli akmış sayılır. Hatta kadın doğumunda bir saat kadar kan görse, otuzdokuz gün temiz kaldıktan sonra kırkıncı günde de bir saat kadar kan görse bu kırk günün tamamında lohusa sayılır.
e) İkiz Doğumda Lohusalık:
Her iki doğum arasında süre altı aydan az olmak üzere kadının bir batından iki ya da daha fazla çocuk doğurması halinde lohusalık sadece birinciden olur, daha sonraki doğumlar için lohusalık yoktur. İsterse birinci ile üçüncü arasındaki süre altı ayı aşmış olsun.
Bu, İmam Ebû Hanife`nin (r.a.) ve İmam Ebû Yûsufun görüşüdür ve sağlam olan da budur. Imam Muhammed`e göre ise, lohusalık sonuncudan olur. Çünkü rahim ancak onunla boşalmıştır. İki doğum arasındaki kan ise hastalık kanıdır.
Ancak birden,çok doğumda iddet, ittifakla son çocuk ile tamamlanır. Çünkü iddet rahmin boşalması demektir, bu ise içindekilerin tamamen çıkması ile olur.
Sahih olan ikizliğin şartı, yüklülüğün yani, döllenmenin bir olmasıdır.
Erginlik lohusalık kanına bağlanamaz. Çünkü gebe kalmakla erginlik zaten gerçekleşmiş demektir.
https://sorularlaislamiyet.com/kaynak/lohusalik-nifas-0
5 Mart 2018 Pazartesi
3 Mart 2018 Cumartesi
ÂDET GÜNLERİNDE DEĞİŞME (INTİKAL)
Âdet günlerindeki değişme, yani "intikal", âdet meseleşinin en önemli noktasıni oluşturur. Dolayısı ile bu konuda özellikle kadınların çok dikkatli olması gerektir.
Bazı kadınların âdet günleri düzenlidir. Her ayın belli gününde başlar ve belli gün kadar sürer. Böyle olan kadınlar için âdet hesapları konusunda bir zorluk yoktur. Böyle bir kadına, âdeti belli, anlamında "mu`tâde" denir.
Ancak yaş ve sağlık durumundaki değişmeler, iklim şartları ve doğum gibi bazı olaylar yüzünden çoğu kadınların âdet günlerinde oynama, artma, ya da eksilme olabilir. Bu olaya "intikal" denir.
Düzenli âdeti olan, meselâ her ayın belli gününden başlamak üzere belli gün âdet gören bir kadın, arada bir her nasılsa, yine âdet gününden başlamak üzere on günü aşkınken görse, âdetine itibar eder, sadece on günü aşan günlerde değil, âdet günlerini aşanlarda da temiz sayılır. Kan geldiği için terkettiği ibâdetlerini kaza eder.
Düzenli âdetin değişmesi (intikal), âdet gördüğü gün sayısında olabileceği gibi, başlama zamanında da olabilir. Buna göre değişmede (intikalde) su ihtimaller söz konusu olur.
Âdetin zıddına gelen kan, on günü ya aşar veya aşmaz.
Aşması halinde kan gördüğü bu on günü aşkın günler içerisinde önceki düzenli âdetinin günlerine rastlayan en az bir âdet ölçüsü (nisab), yani üç gün bulunur ya da bulunmaz.
Bulunması halinde, bu bulunan günler âdet günlerine ya eşittir veya değildir.
Âdetin zıddına gelen bu kan on günü geçmemesi halinde de ya tam on gün olur ya da daha az olur.
Söz konusu kan on günü aşar ve içerisinde önceki düzenli âdetinin bulunması gereken günlerden en az bir âdet ölçüsü (nisab), yani üç tam gün kadarı bulunmazsa âdet, zaman olarak değişmiştir ancak sayı aynıdır.
Açıklaması: Adeti her (dinî) ayın ilk gününden başlamak üzere beş gün olan bir kadın, ayın âdet görmesi gereken bu ilk beş gününde, ya da baştan üçünde temiz kalsa, sonra onbir gün kan görse, bu durumda bu onbir günün içerisinde ilk ihtimale göre âdetinden hiç bulunmamış ikinci ihtimale göre de sadece iki gün bulunmuştur. Dolayısı ile bu kadının âdeti, kan gördüğü günden başlamak üzere beş gündür, çünkü kan on günü aşmıştır, bu yüzden sayı olarak âdetine döner. Yani âdeti sayı bakımından değil de, zaman bakımından değişmiş (intikal etmiş) olur. Çünkü önceki âdet günleri temiz geçmiş, hattâ öncelerinde de kan görülmemiştir. Dolayısı ile âdet kabul edilmesi mümkün değildir.
On günü aşan bu kan içerisinde, önceki âdet günlerinin en az bir âdet ölçüsü (nisabi), yani üç gün bulunursa, sadece bu üç gün âdettir, geri kalan hastalık kanıdır.
Önceki âdet günlerinin tamamı bu on günü aşan kan içerisinde bulunursa, bu durumda âdet; gün sayısı olarak da zaman olarak da değişmemiş, nerede ise ve ne kadarsa öyle kalmış ve o miktardan fazlası hastalık kanı olmuş demektir.
Açıklaması: Âdeti her (dinî) ayın ilk gününden başlamak üzere beş gün olan bir kadın, bir defasında henüz ayın biri olmadan beş gün kan görse, kan devam edip âdet günleri olan ayın ilk beş gününde de görüldükten sonra, fazladan da bir gün kan görse, toplam onbir gün eder. Esas âdet günleri de onların içerisindedir. Bu durumda önceki âdet günleri olan ayın ilk beş gününde gördüğü kan âdet kanı, önceden beş ve sonradan bir gün gördüğü kan ise hastalık kanıdır.
Yine bu on günü aşan kan içerisine önceki düzenli âdetinden bir âdetin en az ölçüsü rastlasa ve fakat bu rastlayan günler önceki âdet günlerine eşit olmasa, öncekinden az da olsa âdet bu ikinci sayıya geçmiş ve o, âdetin sayısı olmuştur:
Açıklaması: Âdet günleri ayın ilk beş günü olan bu kadın, ayın ilk iki gününde temiz kalsa, arkasından onbir gün kan görse, kan gördüğü günlerin ilk üçü, önceki âdetine rastladığı ve en az âdet ölçüsünü doldurduğu için âdeti sayılır. Bu durumda âdeti sayı olarak değişmiş zaman olarak değişmemiş ve beş günden üç güne intikal etmiş olur. Geri kalan sekiz gün ise hastalık kanıdır.
Kan gördüğü günlerin sayısı on günü geçmedikçe, düzenli âdeti kaç gün olursa olsun, hepsi âdettir.
Ancak bu kurala, arkasından tam bir temizlik süresi geçirirse, kaydını eklemek gerekir. Bir tam temizlik, yani onbeş gün geçmeden tekrar kan görürse yine âdetine döner fazlasını hastalık kanı sayar. Çünkü aralarında bir tam temizlik bulunmayan kan sürekli akmış sayılır.
Açıklaması: Âdet günleri ayın ilk beş günü olan örneğimizdeki kadın, ayın ilk günü kan görse, fakat kan beş gün değil, altı gün sürse altıncısıda âdet kanıdır. Aynı kadın ondört gün temiz kaldıktan sonra tekrar kan görse bu defa ilk âdetine döner ve o altıncı günü âdet değil, hastalık kanı sayar, ibâdetlerini kaza eder. Çünkü normal temizliğin en azı onbeş gündür.
Âdet bir seferle yerleşmiş ve sabitleşmiş olur.
Meselâ ilk defa âdet gören bir kız ilk âdetinde altı gün kan görse arkasından yirmidört gün temiz kalsa âdeti böylece yerleşmiş olur. Dolayısı ile sonraki aylar bir hastalık yüzünden kendisinden sürekli kan gelecek olsa âdetini ve temizlik günlerini önceden sabitleşen bu sayılara göre hesaplar.
Âdetin değişmesi, yani düzgün bir âdetin, sayıca ya da zamanca başka bir düzgün âdete dönüşmesi (intikal), peşpeşe iki âdetin aynı ölçüde ve önceki âdete zit olarak gelmesiyle olur.
Bu son iki maddeyi daha iyi anlayabilmek için şöylece örneklendirebiliriz:
Düzenli âdeti meselâ altı gün olan bir kadın, bir ay yedi gün âdet görse bu yedinci gün hayız olmuş olur, ancak bir sonraki ayda da yedi gün âdet görmedikçe düzenli âdeti yedi güne çıkmış olmaz. Bu sözü edilen yedinci gün hayız olmuş olduktan sonra düzenli olup olmaması ne değiştirir? gibi bir soru akla gelebilir. Bunların farkı su örnekle anlaşılabilir: Düzenli âdeti meselâ altı gün olan bir kadın bir ay yedi gün, onun arkasındaki ay ise onbir gün âdet görse, iki ay peşpeşe aynı sayıda âdet görmediği için düzenli âdeti yine altıdır ve ikinci ayda on günü aşacak gekilde kan gördüğüne göre, yedi günden fazlası değil altı günden fazlası, yani beş günü hastalık kanıdır: Fakat iki ay peşpeşe yedi gün sürmesi, düzgün âdetin yedi güne intikal ettiğini gösterir. Ondan sonraki ay, kanın onbir gün gelmesi halinde, beş değil de sadece dört günün âdet olmadığı anlaşılır. Ama sabit ve düzgün bir âdeti olmayan kadından gelen kan, önceki âdeti kaç gün olursa olsun, on günü geçmedikçe âdet sayılır. Meselâ bir ay altı, bir ay yedi, bir ay sekiz, bir ay dokuz, bir ay on gün âdet görse bunların hepsi âdettir: Ertesi ay onbir gün kan görse, on günü âdet bir günü hastalık kanı olmuş olur.
Kısaca âdet bir defa ile sabit ve yerleşmiş, iki defa ile değişmiş yani intikal etmiş olur.
https://sorularlaislamiyet.com/kaynak/adet-gorme-hayiz
2 Mart 2018 Cuma
28 Şubat 2018 Çarşamba
İSLAM HALİFELERİNİN LİSTESİ
1 Dört Halife veya Hulefa-i Raşidin Dönemi
2 Emeviler Dönemi
3 Abbasiler Dönemi
4 Memluk Himayesi Dönemi
5 Osmanlı Dönemi
5.1 Son Halife
5.2 Halifeliğin kaldırılması Dört Halife veya Hulefa-i Raşidin Dönemi
Hz.Muhammed'(S.A.V)in vefatından hemen sonra seçimle göreve gelmiş Dört Halifedir:
Ebu Bekir(R.A)Ömer bin Hattab(R.A)Osman bin Affan(R.A)Ali bin Ebu Talib(R.A)
Emeviler Dönemi
Emeviler dönemindeki halifelerdir:
I. Muaviye 661 - 680
I. Yezid 680 - 683
II. Muaviye 683 - 684
I. Mervan 684 - 685
Abdülmelik 685 - 705
I. Velid 705 - 715
Süleyman bin Abdülmelik 715 - 717
Ömer bin Abdülaziz 717 - 720
II. Yezid 720 - 724
Hişam bin Abdülmelik 724 - 743
II. Velid 743 - 744
III. Yezid 744
İbrahim bin Velid 744
II. Mervan 744 - 750
Abbasiler Dönemi
Abbasiler dönemindeki halifelerdir:
Seffah (Abbasi) (Ebu'l Abbas) 750 - 754
Mansur (Abbasi) 754 - 775
Mehdi (Abbasi) 775 - 785
Hadi (Abbasi) 785 - 786
Harun Reşid 786 - 809
Emin (Abbasi) 809 - 813
Memun (Abbasi) 813 - 833
Mutasım (Abbasi) 833 - 842
Vasık (Abbasi) 842 - 847
Mütevekkil (Abbasi) 847 - 861
Muntasır (Abbasi) 861 - 862
Müstain (Abbasi) 862 - 866
Mutez (Abbasi) 866 - 869
Muhtedi (Abbasi) 869 - 870
Mutemid (Abbasi) 870 - 892
Mutezid (Abbasi) 892 - 902
Muktefi (Abbasi) 902 - 908
Muktedir (Abbasi) 908 - 932
Kahir (Abbasi) 932 - 934
Razi (Abbasi) 934 - 940
Müttaki (Abbasi) 940 - 944
Müstekfi (Abbasi) 944 - 946
Muti (Abbasi) 946 - 974
Ettai (Abbasi) 974 - 991
Kadir (Abbasi) 991 - 1031
Kaim (Abbasi) 1031 - 1075
Muktedi (Abbasi) 1075 - 1094
Mustazhir (Abbasi) 1094 - 1118
Mustarşid (Abbasi) 1118 - 1135
Raşid (Abbasi) 1135 - 1136
Muktefi (Abbasi) 1136 - 1160
Müstencid (Abbasi) 1160 - 1170
Müstezi (Abbasi) 1170 - 1180
Naşir (Abbasi) 1180 - 1225
Zahir (Abbasi) 1225 - 1226
Mustansır (Abbasi) 1226 - 1242
Mustasım (Abbasi) 1242 - 1258
Memluk Himayesi Dönemi
Abbasi Hanedanının Mısır'daki Memlük Sultanlığı himayesi altında olduğu dönemdeki halifeleridir:
Mustansır (Abbasi) 1259 - 1261
I. Hakim 1262 - 1302
I. Müstekfi 1302 - 1340
I. Vasık 1340 - 1341
II. Hakim 1341 - 1352
I. Mütadid 1352 - 1362
I. Mütevekkil 1362 - 1383
II. Vasık 1383 - 1386
Mutasım (Abbasi) 1386 - 1389
I. Mütevekkil (ikinci sefer) 1389 - 1406
Mustain (Abbasi) 1406 - 1414
II. Mutadid 1414 - 1441
II. Müstekfi 1441 - 1451
Kaim (Abbasi) 1451 - 1455
Mustancit (Abbasi) 1455 - 1479
II. Mütevekkil 1479 - 1497
Mustamsık (Abbasi) 1497 - 1508
III. Mütevekkil 1508 - 1517
Osmanlı Dönemi Osmanlı Devleti'nin Ridaniye Muharebesini kazanarak Memlük Sultanlığı'na son vermelerinden sonra Halife ünvanını üstlenen padişahlardır:
Yavuz Sultan Selim 1517 - 1520
Kanuni Sultan Süleyman 1520 - 1566
II. Selim 1566 - 1574
III. Murat 1574 - 1595
III. Mehmet 1595 - 1603
I. Ahmet 1603 - 1617
I. Mustafa 1617 - 1618
II. Osman 1618 - 1622
I. Mustafa (ikinci sefer) 1622 - 1623
IV. Murat 1623 - 1640
I. İbrahim 1640 - 1648
IV. Mehmed 1648 - 1687
II. Süleyman 1687 - 1691
II. Ahmet 1691 - 1695
II. Mustafa 1695 - 1703
III. Ahmet 1703 - 1730
I. Mahmut 1730 - 1754
III. Osman 1754 - 1757
III. Mustafa 1757 - 1774
I. Abdülhamid 1774 - 1789
III. Selim 1789 - 1807
IV. Mustafa 1807 - 1808
II. Mahmut 1808 - 1839
Abdülmecit 1839 - 1861
Abdülaziz 1861 - 1876
V. Murat 1876
II. Abdülhamit 1876 - 1909
V. Mehmet 1909 - 1918
VI. Mehmet 1918 - 1922
Son Halife Padişah olmadığı halde Halife olarak kabul edilmiş bir Osmanlı Hanedanı üyesidir:
II. Abdülmecit 1922 - 1924
Halifeliğin kaldırılması 3 Mart 1924
Türkiye Cumhuriyeti
27 Şubat 2018 Salı
Allah'ın nuru tabirini kullanmak doğru mu?
Soru:
Namazlarda tesbihlerde "nuru cemali" ifadesi kullanılıyor, bazı şiir veya eserlerde "nurundan peygamberi yarattı", "Zatının nurundan peygambere can vermiş" vb. ifadeler geçiyor. Bu ifadeler doğru mu, değilse Allah Teâla'yı nasıl tenzih edeceğiz, bu gibi ifadeleri kullananların itikadi durumu nedir ?
Cevap:
Dini metinlerde, dualarda, zikirlerde... Allah'ın (zatının, sıfatlarının, cemalinin...) nurundan söz edilir. Âlemlere rahmet Peygamberimizin de (s.a.) ruhunun ilk yaratılan varlık olduğu ve Onun ruhunun, Allah'ın zatının nurundan yaratıldığı da yine bazı metinlerde ve özellikle tasavvuf kitaplarında geçer.
Nasıl anlaşılacağı, nasıl yorumlanacağı konusu bir yana Kur'an'da Allah Teala hem nurundan, hem kendisinin nur olduğundan, hem de ruhundan söz ediyor. Allah'ın nuru "Allah'ın dini, İslam" manasında kullanılıyor (Tevbe: 9/32; Saff:61/8), Buhari'de geçen bir hadiste de Allah'ı görmekten bahsedilirken "O nurdur, onu nasıl görebilirim" deniyor (Nur, ışık, aydınlık görülmez, o başka şeylerin görülmesini sağlar).
Allah'ın, göklerin ve yerin (buna bütün varlıkların manası da verilebilir) nuru olduğunu ifade eden âyetin meali şöyledir: "Allah göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun misali içinde kandil bulunan bir kandilliktir. Kandil bir cam içindedir, cam inciyi andıran bir yıldızdır, (bu kandil) doğuya da batıya da ait olmayan, yağı neredeyse ateş dokunmasa bile ışık veren mübarek bir zeytin ağacından yakılır. Nur üstüne nur. Allah nuruna dilediğini kavuşturur. Allah insanlar için misaller veriyor, Allah her şeyi hakkıyla bilmektedir." (Nur: 24/35).
Allah'ın nuru olunca, hatta Allah bir mânada nur olunca O'nun cemalinin, zatının, sıfatlarının, isimlerinin de nuru olması tabîîdir, mantıklıdır.
Allah Teâlâ insanı nasıl ve neden yarattığını açıkladığı âyetlerden birinde şöyle buyuruyor: "Sonra onu tamamlayıp şekillendirmiş, ona kendi ruhundan üflemiştir..."(Secde: 33/9).
Şu halde Allah nurdur, O'nun ruhu ve nuru vardır, ama şüphe yok ki, Allah'ın nuru bizim bildiğimiz ışık, Allah'ın ruhu da bizim için yarattığı ruh değildir; biz Allah'ın zatının, sıfatlarının ve isimlerinin hakikatlerini bilemeyiz, bu konulardaki bilgimiz O'nun açıkladıkları ile sınırlıdır.
Yaratılmışların övünç kaynağı Yüce Peygamberimizin (s.a.) ruhunun ne zaman ve neden yaratıldığı konusunda Kur'an'da bir açıklama yoktur.
Hadis kitaplarında en önce neyin ve neden yaratıldığını açıklayan bazı rivayetler vardır. Aclûnî'nin Keşfü'l-hafâ isimli, dilden dile dolaşan hadislerin incelenmesi ile ilgili kitabında, "Allah'ın ilk olarak Peygamberimizin ruhunu, kendi nurundan yarattığı ve başka şeyleri de bu nurdan var ettiği" konusu uzunca bir rivayette anlatılmıştır. Önce yaratılanın Arş, Kalem... olduğunu ifade eden hadislerle bu hadis çeliştiği için de "kendi nev'i içinde ilk yaratılan...", "Hz. Peygamberin nurundan sonra ve ondan ilk yaratılan..." şeklinde uzlaştırıcı açıklamalar/yorumlar yapılmıştır (I, 262).
Bu rivayetlere göre ilk yaratılan şeyin böyle (hadislerde geçtiği gibi) olduğuna inanmak caizdir, bu hadisler mütevatir (kesin bilgi veren kaynak) olmadığı için böyle inanmamak, bu konuyu bilgi dışında bırakmak da mümkün ve caizdir. Allah'ın nurundan, ruhundan bahsetmek, O'nu tenzih etmeye (O'na yakışmayan nitelikleri ondan uzak tutmaya) aykırı değildir; yeter ki, bu ruhun, bu nurun Allah'a mahsus olduğu, nasıllık ve niceliği konusunda bir bilgimizin bulunmadığı inancı ve şuuru eksik olmasın!
http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00003.htm
Namazlarda tesbihlerde "nuru cemali" ifadesi kullanılıyor, bazı şiir veya eserlerde "nurundan peygamberi yarattı", "Zatının nurundan peygambere can vermiş" vb. ifadeler geçiyor. Bu ifadeler doğru mu, değilse Allah Teâla'yı nasıl tenzih edeceğiz, bu gibi ifadeleri kullananların itikadi durumu nedir ?
Cevap:
Dini metinlerde, dualarda, zikirlerde... Allah'ın (zatının, sıfatlarının, cemalinin...) nurundan söz edilir. Âlemlere rahmet Peygamberimizin de (s.a.) ruhunun ilk yaratılan varlık olduğu ve Onun ruhunun, Allah'ın zatının nurundan yaratıldığı da yine bazı metinlerde ve özellikle tasavvuf kitaplarında geçer.
Nasıl anlaşılacağı, nasıl yorumlanacağı konusu bir yana Kur'an'da Allah Teala hem nurundan, hem kendisinin nur olduğundan, hem de ruhundan söz ediyor. Allah'ın nuru "Allah'ın dini, İslam" manasında kullanılıyor (Tevbe: 9/32; Saff:61/8), Buhari'de geçen bir hadiste de Allah'ı görmekten bahsedilirken "O nurdur, onu nasıl görebilirim" deniyor (Nur, ışık, aydınlık görülmez, o başka şeylerin görülmesini sağlar).
Allah'ın, göklerin ve yerin (buna bütün varlıkların manası da verilebilir) nuru olduğunu ifade eden âyetin meali şöyledir: "Allah göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun misali içinde kandil bulunan bir kandilliktir. Kandil bir cam içindedir, cam inciyi andıran bir yıldızdır, (bu kandil) doğuya da batıya da ait olmayan, yağı neredeyse ateş dokunmasa bile ışık veren mübarek bir zeytin ağacından yakılır. Nur üstüne nur. Allah nuruna dilediğini kavuşturur. Allah insanlar için misaller veriyor, Allah her şeyi hakkıyla bilmektedir." (Nur: 24/35).
Allah'ın nuru olunca, hatta Allah bir mânada nur olunca O'nun cemalinin, zatının, sıfatlarının, isimlerinin de nuru olması tabîîdir, mantıklıdır.
Allah Teâlâ insanı nasıl ve neden yarattığını açıkladığı âyetlerden birinde şöyle buyuruyor: "Sonra onu tamamlayıp şekillendirmiş, ona kendi ruhundan üflemiştir..."(Secde: 33/9).
Şu halde Allah nurdur, O'nun ruhu ve nuru vardır, ama şüphe yok ki, Allah'ın nuru bizim bildiğimiz ışık, Allah'ın ruhu da bizim için yarattığı ruh değildir; biz Allah'ın zatının, sıfatlarının ve isimlerinin hakikatlerini bilemeyiz, bu konulardaki bilgimiz O'nun açıkladıkları ile sınırlıdır.
Yaratılmışların övünç kaynağı Yüce Peygamberimizin (s.a.) ruhunun ne zaman ve neden yaratıldığı konusunda Kur'an'da bir açıklama yoktur.
Hadis kitaplarında en önce neyin ve neden yaratıldığını açıklayan bazı rivayetler vardır. Aclûnî'nin Keşfü'l-hafâ isimli, dilden dile dolaşan hadislerin incelenmesi ile ilgili kitabında, "Allah'ın ilk olarak Peygamberimizin ruhunu, kendi nurundan yarattığı ve başka şeyleri de bu nurdan var ettiği" konusu uzunca bir rivayette anlatılmıştır. Önce yaratılanın Arş, Kalem... olduğunu ifade eden hadislerle bu hadis çeliştiği için de "kendi nev'i içinde ilk yaratılan...", "Hz. Peygamberin nurundan sonra ve ondan ilk yaratılan..." şeklinde uzlaştırıcı açıklamalar/yorumlar yapılmıştır (I, 262).
Bu rivayetlere göre ilk yaratılan şeyin böyle (hadislerde geçtiği gibi) olduğuna inanmak caizdir, bu hadisler mütevatir (kesin bilgi veren kaynak) olmadığı için böyle inanmamak, bu konuyu bilgi dışında bırakmak da mümkün ve caizdir. Allah'ın nurundan, ruhundan bahsetmek, O'nu tenzih etmeye (O'na yakışmayan nitelikleri ondan uzak tutmaya) aykırı değildir; yeter ki, bu ruhun, bu nurun Allah'a mahsus olduğu, nasıllık ve niceliği konusunda bir bilgimizin bulunmadığı inancı ve şuuru eksik olmasın!
http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00003.htm
25 Şubat 2018 Pazar
Temizlik / Kadınlara Mahsus Haller-Hanefi İlmihali - HAYIZ- NİFAS- İSTİHÂZA
Hayız, nifas, istihâza denilen üç çeşit hal vardır ki, bunlar kadınlara mahsus olup erkeklerde olmaz. Kadınların temizliğe bağlı bir takım ibadetleri yapabilmeleri ve karı-koca ilişkilerinde harama düşmemeleri için kendileriyle ilgili İslâm’ın bu özel hükümlerini öğrenmeleri gerekir. Bu duruma göre, belli yaştaki bir kadının cinsel organından üç türlü kan gelebilir:
A) Hayız kanı: Sağlıklı kadından belli yaşlar arasında gelir.
B) Özür kanı: Kadının cinsel organından değil de çatlak bir damardan gelip, cinsel organ yolu ile akan kokusuz bir kandır.
C) Lohusalık kanı: Doğumdan sonra belirli bir süre gelen kandır. Aşağıda bu üç hali açıklayacağız.
A) Aybaşı Hâli: Kadınların aybaşı hallerine çok dikkat etmeleri gerekir. Çünkü temizliği gerektiren bazı ibadetlerin geçerli olması, boşanmada iddet ve nafaka gibi konuların tespiti bu bilgilere dayanır.
Kadın âdet görmeye yaklaşık 9 yaşlarında başlar ve 55 yaşına kadar devam eder. Bu yaşların dışında cinsel organdan gelecek kan “özür kanı” sayılır. Âdet gören kadın artık ergin kabul edilerek, namaz, oruç, hac gibi bütün şer’î emir ve yasaklara muhatap olur. Erkek çocuğun ihtilâm olması da aynı sonuçları doğurur. Âdet veya ihtilâm gecikirse, İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre 15 yaşın bitmesiyle her iki cins erginlik çağına girmiş sayılır.
Âdet görmenin üst sınırı için açık bir âyet veya hadis bulunmadığından İslâm fakihleri tecrübeye dayanarak değişik yaşlar belirlemişlerdir. Ebû Hanife’ye göre elli beş yaş olan bu sınır, Mâlikîlere göre yetmiş, Hanbelîlere göre ise elli yaştır. Şâfiîler ise aybaşı halinin ömür boyu devam edebileceğini, ancak çoğunlukla bunun altmış iki yaşında sona erdiğini belirtmekle yetinmişlerdir. Bununla birlikte Hanefîlere göre, nâdir de olsa elli beş yaşından sonra gelen kan, koyu kırmızı veya siyah renkte ise âdet kanıdır.
Aybaşı haliyle ilgili çeşitli nass’lar vardır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “ (Resûlüm!) Sana, bir de kadınların âdet hali hakkında sorarlar. De ki: “O bir rahatsızlıktır. Bu yüzden aybaşı halinde kadınlardan uzak durun. Temizleninceye kadar onlara (cinsel ilişki için) yaklaşmayın. Temizlendikleri zaman Allah’ın size emrettiği yerden onlara varın (birleşin). Şüphesiz Allah, çokça tevbe edenleri de sever, çok temizlenenleri de sever.” (Bakara-2/ 222)
‘(Bir veya iki kez) boşanmış kadınlar, kendi kendilerine üç aybaşı (veya üç temizlik) hali bekler (evlenemez)ler. Eğer Allah’a ve âhiret gününe inanıyorlarsa, rahimlerinde Allah’ın (önceki evlilikten bir çocuk) yarattığını gizlemeleri onlara helal olmaz. Bu (üç aylık) müddet içinde kocaları gerçekten barışmak isterlerse onları geri almaya öncelikle kendileri hak sahibidirler. Erkeklerin, kadınlar üzerinde ma’rûf (meşru olan) hakları olduğu gibi, kadınların da onlar üzerinde (bazı hakları) vardır. Yalnız erkeklerinki onlara göre (aile reisliği ve görevleri bakımından hukûken) bir derece fazladır. Allah mutlak galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.’ (Bakara-2/228)
‘Âdet görmekten ümidini kesen (yaşlı) kadınlarınızın iddet (bekleme süre)lerinde eğer şüphe ederseniz, (bilin ki) onların da iddeti üç aydır. Henüz âdet görmeyenler de öyledir. Hamilelerin de iddet müddetleri (doğurup) yüklerini bırakmalarına kadardır. Kim Allah’ın emirlerini yerine getirirse, (Allah) ona işinde bir kolaylık verir.’(Talak-65/4)
Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur: “Bu hayız, Allah’ın, Âdem (as)’in kızlarına yazdığı bir şeydir” Âdet gören kadından tamamen uzak mı kalınacağını soranlara Rasûlullah (sas) şöyle cevap vermiştir: “Cinsî münasebet dışındaki şeyler, normal zamanlardaki gibi yapılabilir.”
Âdetli kadının, temiz olmayan sadece adet kanıdır. Onun tükürüğü ve teri pis değildir. Pişirdiği yenir. Yemek, ya da su artığı temizdir.
Hanefî ve Hanbelîlere göre gebe kadın âdet görmez. Mâlikîler ve son dönemdeki fetvasına göre İmam Şâfiî ise gebe kadının da bazan âdet görebileceğini söylemişlerdir.
*En uzun ve en kısa âdet süresi:
A) Hayız kanı: Sağlıklı kadından belli yaşlar arasında gelir.
B) Özür kanı: Kadının cinsel organından değil de çatlak bir damardan gelip, cinsel organ yolu ile akan kokusuz bir kandır.
C) Lohusalık kanı: Doğumdan sonra belirli bir süre gelen kandır. Aşağıda bu üç hali açıklayacağız.
A) Aybaşı Hâli: Kadınların aybaşı hallerine çok dikkat etmeleri gerekir. Çünkü temizliği gerektiren bazı ibadetlerin geçerli olması, boşanmada iddet ve nafaka gibi konuların tespiti bu bilgilere dayanır.
Aybaşı Hâli Nasıl Belli Olur?
Hayız akıntısı kırmızı, siyah, sarı, bulanık yeşil ve kiremit renklerinde olabilir. Pamukta bu renklerden biri görülse, muayyen hâlin başlamış olduğuna hükmedilir. Muayyen hâl kesildiğinde ise, gelen akıntı beyaz renktedir ve rahimin tabiî akıntısıdır.
Rahimden gelen akıntının ay hâli sayılabilmesi için kadının hâmile olmaması da şarttır. Hâmilelik süresi içinde gelen kan, muayyen halden sayılmaz.
Hayız akıntısı kırmızı, siyah, sarı, bulanık yeşil ve kiremit renklerinde olabilir. Pamukta bu renklerden biri görülse, muayyen hâlin başlamış olduğuna hükmedilir. Muayyen hâl kesildiğinde ise, gelen akıntı beyaz renktedir ve rahimin tabiî akıntısıdır.
Rahimden gelen akıntının ay hâli sayılabilmesi için kadının hâmile olmaması da şarttır. Hâmilelik süresi içinde gelen kan, muayyen halden sayılmaz.
Kadın âdet görmeye yaklaşık 9 yaşlarında başlar ve 55 yaşına kadar devam eder. Bu yaşların dışında cinsel organdan gelecek kan “özür kanı” sayılır. Âdet gören kadın artık ergin kabul edilerek, namaz, oruç, hac gibi bütün şer’î emir ve yasaklara muhatap olur. Erkek çocuğun ihtilâm olması da aynı sonuçları doğurur. Âdet veya ihtilâm gecikirse, İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre 15 yaşın bitmesiyle her iki cins erginlik çağına girmiş sayılır.
Âdet görmenin üst sınırı için açık bir âyet veya hadis bulunmadığından İslâm fakihleri tecrübeye dayanarak değişik yaşlar belirlemişlerdir. Ebû Hanife’ye göre elli beş yaş olan bu sınır, Mâlikîlere göre yetmiş, Hanbelîlere göre ise elli yaştır. Şâfiîler ise aybaşı halinin ömür boyu devam edebileceğini, ancak çoğunlukla bunun altmış iki yaşında sona erdiğini belirtmekle yetinmişlerdir. Bununla birlikte Hanefîlere göre, nâdir de olsa elli beş yaşından sonra gelen kan, koyu kırmızı veya siyah renkte ise âdet kanıdır.
Aybaşı haliyle ilgili çeşitli nass’lar vardır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “ (Resûlüm!) Sana, bir de kadınların âdet hali hakkında sorarlar. De ki: “O bir rahatsızlıktır. Bu yüzden aybaşı halinde kadınlardan uzak durun. Temizleninceye kadar onlara (cinsel ilişki için) yaklaşmayın. Temizlendikleri zaman Allah’ın size emrettiği yerden onlara varın (birleşin). Şüphesiz Allah, çokça tevbe edenleri de sever, çok temizlenenleri de sever.” (Bakara-2/ 222)
‘(Bir veya iki kez) boşanmış kadınlar, kendi kendilerine üç aybaşı (veya üç temizlik) hali bekler (evlenemez)ler. Eğer Allah’a ve âhiret gününe inanıyorlarsa, rahimlerinde Allah’ın (önceki evlilikten bir çocuk) yarattığını gizlemeleri onlara helal olmaz. Bu (üç aylık) müddet içinde kocaları gerçekten barışmak isterlerse onları geri almaya öncelikle kendileri hak sahibidirler. Erkeklerin, kadınlar üzerinde ma’rûf (meşru olan) hakları olduğu gibi, kadınların da onlar üzerinde (bazı hakları) vardır. Yalnız erkeklerinki onlara göre (aile reisliği ve görevleri bakımından hukûken) bir derece fazladır. Allah mutlak galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.’ (Bakara-2/228)
‘Âdet görmekten ümidini kesen (yaşlı) kadınlarınızın iddet (bekleme süre)lerinde eğer şüphe ederseniz, (bilin ki) onların da iddeti üç aydır. Henüz âdet görmeyenler de öyledir. Hamilelerin de iddet müddetleri (doğurup) yüklerini bırakmalarına kadardır. Kim Allah’ın emirlerini yerine getirirse, (Allah) ona işinde bir kolaylık verir.’(Talak-65/4)
Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur: “Bu hayız, Allah’ın, Âdem (as)’in kızlarına yazdığı bir şeydir” Âdet gören kadından tamamen uzak mı kalınacağını soranlara Rasûlullah (sas) şöyle cevap vermiştir: “Cinsî münasebet dışındaki şeyler, normal zamanlardaki gibi yapılabilir.”
Âdetli kadının, temiz olmayan sadece adet kanıdır. Onun tükürüğü ve teri pis değildir. Pişirdiği yenir. Yemek, ya da su artığı temizdir.
Hanefî ve Hanbelîlere göre gebe kadın âdet görmez. Mâlikîler ve son dönemdeki fetvasına göre İmam Şâfiî ise gebe kadının da bazan âdet görebileceğini söylemişlerdir.
*En uzun ve en kısa âdet süresi:
Hanefîlere göre, hayız en az 3 gün, en çok da 10 gün sürer. 3 günden (72 saat) az görülen akıntı ile, 10 günden (240 saat) fazla gelen akıntı muayyen halden sayılmaz. Bir hastalıktan geldiği kabûl edilir. Bu kanamalar özür kabul edilir.
Düzenli âdet görmekte olan bir kadından, hastalık sebebiyle sürekli olarak kan gelmeye başlasa, düzenli âdet süresine karşılık olan günlerde hayızlı, bunun dışında temiz sayılır. Yine her ay on gün hayız; yirmi gün veya altı aydan daha az bir süre temizlik hali düzenli olan bir kadından daha sonra sürekli olarak kan gelecek olsa, her ayın ilk on günü hayız, diğer yirmi günü veya altı aydan az olan süre de temizlik sayılır. Ancak temizlik süresi altı ayı aşarsa, altı aydan bir saat eksik kabul edilir. Çünkü altı ay, gebelik süresinin alt sınırıdır.
Bir hastalık veya dikkatsizlik sonucu, âdet günlerini unutmuş olan bir kadına “mütehayyire” denir. Böyle bir kadında kan kesilmeksizin devam ederse, hayzı konusunda galip zannıyla amel eder. Galip zan da yoksa ihtiyata uyar. Meselâ; hayız süresinin beş gün olduğuna kanaat getirirse buna uyar. İhtiyat uygulanırsa; boşanma iddeti konusunda âdeti on gün, temizlik süresi de altı aydan bir saat eksik olmak üzere takdir edilir. Başka bir görüşe göre ise, temizlik süresi iki ay olarak kabul edilir.
B – Lohusalık (Nifas):
Nifas, doğumun arkasından gelen kan demektir. Doğum sırasında çocuk ile birlikte veya doğumdan önce gelen kan, bozuk bir kan veya özür (istihâza) kanıdır. Kadın gebelik süresince ve doğum gerçekleşinceye kadar abdest alır ve namazını kılar. Rahatsızlığı sebebiyle abdest alamazsa teyemmüm eder ve namazını ima ile kılar, namazı vaktinden sonraya bırakmaz.
Lohusalığın en kısa süresi için bir sınır yoktur. Bir gün bile olabilir. Çünkü bunu belirleyen bir âyet veya hadis yoktur. Bu durumda, onun fiilen var olduğu süreye bakılır. Hanefîlerle Hanbelîlere göre, lohusalığın en uzun süresi kırk gündür. Bundan sonra görülecek kan özür kanıdır. Şâfiî ve Mâlikîlere göre ise azamî lohusalık süresi altmış gündür. Ancak bu süre uygulamada genellikle kırk gün olarak gerçekleşir.
Kadın doğum yapmakla birlikte kan görmeyebilir. Rivayete göre, Rasûlullah devrinde bir kadın doğum yapmış ve lohusalık kanı görmemiş, bu yüzden de kendisine “zâtu’l-cüfûf” adı verilmiştir.
El, ayak gibi uzuvları belirmiş olan bir çocuğun düşmesiyle nifas hali meydana gelir ve genellikle on-onbeş gün kadar devam eder. Fakat henüz uzuvları belirmemiş bir düşüğe nifas hükümleri uygulanmaz. Bunun düşmesiyle görülen kan üç gün sürer. Daha önce de en az on beş gün temizlik hali devam etmiş bulunursa bu, bir hayız kanı olmuş bulunur. Böyle değilse, özür kanı sayılır.
Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre, çocuk doğuran kadından hiç kan gelmese lohusa sayılmaz. Bu yüzden de gusül gerekmediği gibi, oruçlu ise orucu da bozulmaz. Yalnız abdest alması yeterlidir. Ebû Hanîfe’ye göre, ihtiyat olarak gusül yapar.
Lohusalık süresi içinde kanın kesilmesi fasıla meydana getirmez. Başta ve sonda kanın bulunması peşpeşe akan kan gibi kabul edilir. Kanın kesilme süresinin on beş günden daha az veya daha çok olması arasında fark yoktur.
Şâfiî ve Mâlikîlere göre ise, aradaki temizlik süresi on beş günü geçerse, “temizlik”, bundan sonrası “hayız” sayılır. Temizlik hâli yarım aydan az devam ederse, hepsi lohusalık sayılır.
İkiz doğumlarda lohusalık süresi, ilk çocuğun doğumu ile başlar. Şâfiîlere göre ise, bu süre ikinci çocuğun doğumu ile başlar. Birinci çocuğun doğmasından sonra gelen kan ise, eğer âdet zamanına rastlanmış ise hayız kanı, aksi halde özür kanı sayılır.
* Hayız ve Lohusalığın Hükümleri:
1) Hayız ve lohusalık kanları kesildikten sonra gusletmek gerekir.
2) Kadın aybaşı olmakla erginlik çağına gelmiş olur ve şer’î yükümlülüklere muhatap olur.
3) Boşanan kadının üç hayız süresi iddet beklemesi kadının hamile olmadığını ortaya koyar. Çünkü iddetin asıl sebebi rahmin temizliğinin bilinmesidir.
*Aybaşı veya lohusalık sebebiyle haram olan şeyler:
1) Namaz kılmak: Âdetli veya lohusa kadının namaz kılması caiz değildir. Hz. Peygamber, Fatıma binti Ebi Hubeyş’e; “Hayız gördüğün zaman namazı bırak ve hayz halin sona erince, kanı temizleyerek guslet ve namaz kıl.” diye buyurmuştur.
Âdetli kadın kılamadığı namazları kaza etmez, yalnız tutamadığı oruçları, Ramazan ayı dışında kaza eder.
2) Oruç tutmak: Âdet gören veya lohusa olan kadın oruç tutmaz. Ancak oruç borcu onların üzerinden düşmez. Bu yüzden de kaza gerekir.
3) Tavâf: Hz. Peygamber, hac sırasında âdet gören Âişe (r. anhâ)’ye şöyle buyurmuştur: “Hayız gördüğün zaman, temizleninceye kadar Beytullah’ı tavaf dışında hacıların yaptığı diğer hac ibadetlerini yap.”
4) Kur’an-ı Kerim okumak: Mushafa el sürmek ve onu taşımak. “Şüphesiz o, korunmuş bir kitapta (yazılı) olan pek şerefli/değerli Kur’an’dır ki O’na temiz olanlardan başkası dokunamaz.” (Vâkı’a-56/77-78-79)
Bir kılıf içindeki Kur’an’a el sürmek ve taşımak hayızlı ve cünüp için mümkün ve caizdir. Yine ilimle uğraşan kimse, tefsir, hadis ve fıkıh kitaplarını zaruret yüzünden elbisesinin yeniyle veya eliyle tutabilir. Kur’an yapraklarını abdestli çevirmek müstehaptır. Yine bu yaprakları okumak için bir kalemle çevirmek de caizdir. Mâlikîlerin sağlam görüşüne göre, aybaşı veya lohusanın ezberden Kur’an-ı Kerim okumasında bir sakınca yoktur. Hanefîlere göre ise, bu durumda ezbere ancak dua ayetleri dua niyetiyle okunabilir.
5) Mescide girmek, orada eğleşmek veya itikâfa çekilmek
6) Cinsel temasta bulunmak veya göbekle diz kapağı arasından yararlanmak (istimta’): Bu yasağın delili âyet ve hadistir. Âyette şöyle buyurulur: “Hayız halinde iken kadınlardan uzaklaşın ve temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın.” Uzaklaşmaktan maksat, onlarla cinsel teması bırakmaktır. Yine hayızlı eşiyle ne derece ilgilenebileceğini soran bir sahabiye Allah’ın elçisi şöyle cevap vermiştir: “Senin için göbekten üst taraf serbesttir.”
Hanbelîlere göre, göbekle diz kapağı arası, cinsel temas dışındaki istimta için caizdir.
Hanefî, Şâfiî ve Mâlikîlere göre, hayızlı veya lohusa eşiyle cinsel temasta bulunan erkeğe bir keffâret gerekmez. Haram işlediği için tevbe ve istiğfar etmesi gereklidir.
7) Boşama: Hayız görmekte olan kadını boşamak caiz değildir. Ancak buna rağmen boşama geçerlidir ve bid’î talak adını alır. Âyette: . Ey Peygamber! (Son çare olarak) kadınları boşayacağınız vakit, iddetleri içinde (âdet halinden temizlendikten sonra ve kendilerine yaklaşmadan) boşayın ve iddeti sayın (üç defa âdet görme veya temizlenmelerine kadar bekleyin.) Rabbiniz Allah’a saygılı olup emrine uygun hareket edin. (Bu bekleme müddeti içinde, kadınlar evlenemezler. Siz de) evlerinden onları hemen çıkarmayın, kendileri de çıkmasınlar. Ancak apaçık bir hayâsızlık (zina) ya da aşırı edepsizlik yapmaları hariçtir. Bunlar Allah’ın sınırlarıdır. Kim de Allah’ın sınırlarını (çiğneyip) aşarsa, hakikaten kendine yazık etmiş olur. Nereden bileceksin! Bakarsın ki Allah, bu (bir veya iki defa boşama)dan sonra (bekleme müddetleri bitmeden aranızda) yeni bir iş (bir sevgi) meydana getirir (tekrar anlaşıp birleşme hâsıl olur).(Talak-65/1) buyurulur. Yani içinde, iddet meşrû olan bir sürede boşayın demektir. Çünkü ay halinin geri kalan kısmı iddetten sayılamaz.
C – Özür Kanı (İstihâza):
Rahmin iç taraflarında bulunan bir damardan hastalık veya bozukluk sebebiyle aybaşı veya lohusalık süresi dışındaki zamanlarda kanın akmasına “istihâza” denir. Bir kadından üç günden az, on günden fazla gelen bir kan, lohusadan kırk günün üstünde gelen kan, Hanefî ve Hanbelîlere göre gebe olan kadından gelen kan hep istihâza (özür) kanıdır.
İstihaza kanı, dinmeyen burun kanaması veya yaradan akan kan gibidir. Bununla yalnız abdest bozulur. Devam ederse sahibi “özürlü” sayılır. Bu yüzden kendisi hakkında özürlülere ait hükümler uygulanır. Yani aybaşı veya lohusalık sebebiyle yasaklanan oruç ve namaz gibi ibadetlere, tavafa, Kur’an okumaya, mushafa el sürmeye, mescide girmeye, itikâfa ve cinsî münasebette bulunmaya engel teşkil etmez. Bunlarda bir kerahat de bulunmaz. Çünkü İslâm dini özürlülere bu kolaylıkları göstermiştir.
Hanefî, Şâfiî ve Hanbelîlere göre, hayız veya lohusalık süresi dışında özür kanı gören kadının, kanı temizleyip, pamuk vb. şeyler koyarak akmaması için gerekli tedbirleri aldıktan sonra, her namaz için abdest alması gerekir. Hz. Peygamber (sas), aşırı kan geldiği için şikâyette bulunan Hamne (r. anhâ)’ye şöyle demiştir: “Fercine pamuk koyup bağlamanı tavsiye ederim. Çünkü bu kanı keser.” Yine özür kanı gören bir kadın için Allah’ın elçisi şöyle buyurmuştur: “Âdet günlerinde namazı terk eder, sonra gusleder, arkasından her bir namaz için abdest alır, namazını kılar, orucunu tutar”
Çünkü kadının bu temizliği özür ve zaruret hali temizliğidir.
Özür kanı, bazen dokuz yaşından küçük olan kız çocukları ile âdetten kesilme çağına gelmiş olan yaşlı hanımlarda da görülebilir. Meselâ; yetmiş yaşına girmiş bir kadından, daha sonra gelecek kan, özür kanıdır. Başka bir görüşe göre ise böyle bir kadın daha önceki âdeti üzere gelen kan görürse, aybaşı hali geri dönmüş olur. Fakat az yaşlık görmesi hayız sayılmaz.
* Özür kanı gören kadının âdet süresinin hesaplanması:
1) Büluğ çağına ilk giren kız, hayızla birlikte özür kanı da görmeye devam ederse, her ayın on günü “hayız”, yirmi günü “temizlik” kabul edilir. Bu durumdaki kadının lohusalığı da kırk gündür.
2) Düzenli âdet görmekte olan bir kadın, özür kanı görürse, âdet süresinden fazla olarak devam eden kan, özür kanı sayılır.
3) Âdet süresini unutmuş olan (muhayyire veya mütehayyire) kadın, özür kanı görürse, ihtiyatlı olanı alır ve onunla amel eder.
Beyhan Büşra ÖZKUL
Kaynaklar:
Feyzül Furkan Kur’an-ı Kerim Meali
Doç. Dr. Hamdi DÖNDÜREN/İslam İlmihali/Erkam Yayınevi
En kısa ve en uzun süre arasında görülecek kanlar ise “hayız kanı” sayılır. Şâfiî ve Hanbelîlere göre, en kısa süre bir gün, bir gece; en uzun süre altı veya yedi gündür. Mâlikîler, en az süre için bir sınır belirlemezlerken, en uzun süreyi yeni âdet görmeye başlamış bir kadın için on beş gün olmak üzere takdir ederler.
Ortası beş gün, en uzun süresi ise on gün on gecedir. On günü geçen kanamalar özür kabul edilir. En kısa ve en uzun süre arasında görülecek kanlar ise “hayız kanı” sayılır.
Kanın hayız süresince aralıksız olarak gelmesi şart değildir, ara sıra kesilebilir. Meselâ; bir kadın dört gün kan görse de sonra iki gün kan kesilip, bundan sonra iki gün daha devam etse, bu sekiz günün tamamı âdet gününü teşkil etmiş olur.
İki âdet arasındaki temizlik hâline “tuhr” denir. Bunun süresi on beş günden az olamaz. Fakat bundan fazla olabilir. Aylarca, yıllarca da devam edebilir. Bu şekilde temizlik hali uzayıp giden kadına “mümteddüttuhr” denilir.
Mâlikî ve Hanbelîlere göre, bir hayız arasında kanın kesildiği günlere “temizlik günleri (yevmünneka)” denir ki, âdet gören, kadın bu günlerde temiz sayılır ve diğer temiz kadınların yapacaklarını yapar.
Bazı kadınların âdet günleri düzenlidir. Meselâ; her ay beş veya altı yahut dokuz gün âdet görürler. Bir âdet hali, bir defa ile belirli hale gelebilir. Meselâ; henüz adet görmeye başlayan bir kız, ilk defa olarak sekiz gün kan, bundan sonra yirmi iki gün temizlik görse, bu şekilde âdeti belirli hale gelmiş olur. Böyle bir kadın, rahatsızlığı sebebiyle ayrıca özür kanı görmeye başlasa, âdeti ve temizlik günleri her ay bu şekilde hesap edilir.
Bazı kadınlarda da hayız günleri düzensiz olabilir. Bunlar, meselâ; bir ay, beş; diğer ay da altı gün âdet görebilirler. Bu durumda, ihtiyatlı olanla amel etmek gerekir. Meselâ; böyle bir kadın, altıncı gün olunca yıkanır, namazlarını kılar ve Ramazan-ı şerife rastlamışsa orucunu tutar. Çünkü bu altıncı gündeki kanın özür kanı olması akla gelir. Fakat bu altıncı gün çıkmadıkça cinsel ilişkide bulunmaz. Boşanmışsa iddeti bitmiş sayılmaz. Çünkü bu altıncı gündeki kanın hayız kanı olması da muhtemeldir.
Bir aybaşı süresinin değişmiş sayılması için, en az iki defa başka bir sürede cereyan etmesi yeterlidir. Meselâ; bir kadın düzenli olarak her ay beş gün süreyle aybaşı hali görürken, bu süre daha sonra altı güne çıksa, artık bu yeni süreye tabi olur.
Düzenli süreyi aşan, fakat on günü geçmeyen kanlar aybaşı kanı sayılır. Bu durumda düzenli süre on güne dönüşmüş olur. Meselâ; her ay yedi gün kan gören kadın, daha sonra on gün kan görse, toplam on gün hayız hali sayılır. Bu takdirde âdeti yedi günden on güne çıkmış bulunur. Ancak, düzenli olarak görülen kandan sonra, on günden fazla süreyle kan görülmeye başlansa, düzenli süreye itibar edilir, fazlası özür kanı sayılır. Meselâ; daha önce ayhali düzenli olarak yedi gün süren bir kadın, daha sonra her ay on bir veya on iki gün kan görmeye başlasa, bunun düzenli olan yedi günü hayız, geri kalan, dört veya beş günü ise özür kanı kabul edilir.
Düzenli süreden önce görülmeye başlayan ve toplam on günü aşmayan kan da hayız kanı sayılır. On günü aşarsa düzenli süre kısmı hayız, önceki fazlalık özür kanıdır. Meselâ; her aybaşından itibaren beş gün âdet gören kadın, daha sonra düzenli süreden önce iki veya üç gün daha kan görmeye başlasa, bunların toplamı olan yedi veya sekiz gün hayız sayılır. Eğer toplam on günü aşarsa, düzenli süre olan yedi gün hayız, fazlalık günler ise özür kanı kabul edilir.
*Aybaşı günleri içinde kanın kesilmesi:
Hayız hâli devam ederken kimi zaman kan kesilir, sonra yine görülmeye başlayabilir. Kanın kesildiği süre içinde kadın temiz mi, yoksa hayızlı mı sayılacaktır?
Hanefî ve Şâfiîlere göre, hayız süresi içinde kanın görülmediği sürelerde de kadın, hayızlı kabul edilir. Meselâ; bir kadın 3 gün kan görse(3 günden az olursa hayız sayılmaz), 4. günde bir pamuk koyduğu halde kirlenmeyecek şekilde kan kesilmiş olsa ve 7. veya 8. gün yeniden kan görse, kadın bütün bu süre içinde hayızlı sayılır. Bu duruma göre, iki kan arası görülen temizlik, ay-başını bölen bir süre kabul edilmemiştir. Aksine, başında ve sonunda kanın görülmesi şartıyla, on günü aşmayan bu süre içinde kadın hayızlı sayılır.
* Sürekli olarak özür kanı gören kadının hayız süresi:
İlk defa hayız görmeye başlayan bir kızın âdeti sabit olmaksızın kanı kesilmeyip devam edecek olursa, her aydan on günü “hayız”, yirmi günü de “temizlik” günleri sayılır.
Ortası beş gün, en uzun süresi ise on gün on gecedir. On günü geçen kanamalar özür kabul edilir. En kısa ve en uzun süre arasında görülecek kanlar ise “hayız kanı” sayılır.
Kanın hayız süresince aralıksız olarak gelmesi şart değildir, ara sıra kesilebilir. Meselâ; bir kadın dört gün kan görse de sonra iki gün kan kesilip, bundan sonra iki gün daha devam etse, bu sekiz günün tamamı âdet gününü teşkil etmiş olur.
İki âdet arasındaki temizlik hâline “tuhr” denir. Bunun süresi on beş günden az olamaz. Fakat bundan fazla olabilir. Aylarca, yıllarca da devam edebilir. Bu şekilde temizlik hali uzayıp giden kadına “mümteddüttuhr” denilir.
Mâlikî ve Hanbelîlere göre, bir hayız arasında kanın kesildiği günlere “temizlik günleri (yevmünneka)” denir ki, âdet gören, kadın bu günlerde temiz sayılır ve diğer temiz kadınların yapacaklarını yapar.
Bazı kadınların âdet günleri düzenlidir. Meselâ; her ay beş veya altı yahut dokuz gün âdet görürler. Bir âdet hali, bir defa ile belirli hale gelebilir. Meselâ; henüz adet görmeye başlayan bir kız, ilk defa olarak sekiz gün kan, bundan sonra yirmi iki gün temizlik görse, bu şekilde âdeti belirli hale gelmiş olur. Böyle bir kadın, rahatsızlığı sebebiyle ayrıca özür kanı görmeye başlasa, âdeti ve temizlik günleri her ay bu şekilde hesap edilir.
Bazı kadınlarda da hayız günleri düzensiz olabilir. Bunlar, meselâ; bir ay, beş; diğer ay da altı gün âdet görebilirler. Bu durumda, ihtiyatlı olanla amel etmek gerekir. Meselâ; böyle bir kadın, altıncı gün olunca yıkanır, namazlarını kılar ve Ramazan-ı şerife rastlamışsa orucunu tutar. Çünkü bu altıncı gündeki kanın özür kanı olması akla gelir. Fakat bu altıncı gün çıkmadıkça cinsel ilişkide bulunmaz. Boşanmışsa iddeti bitmiş sayılmaz. Çünkü bu altıncı gündeki kanın hayız kanı olması da muhtemeldir.
Bir aybaşı süresinin değişmiş sayılması için, en az iki defa başka bir sürede cereyan etmesi yeterlidir. Meselâ; bir kadın düzenli olarak her ay beş gün süreyle aybaşı hali görürken, bu süre daha sonra altı güne çıksa, artık bu yeni süreye tabi olur.
Düzenli süreyi aşan, fakat on günü geçmeyen kanlar aybaşı kanı sayılır. Bu durumda düzenli süre on güne dönüşmüş olur. Meselâ; her ay yedi gün kan gören kadın, daha sonra on gün kan görse, toplam on gün hayız hali sayılır. Bu takdirde âdeti yedi günden on güne çıkmış bulunur. Ancak, düzenli olarak görülen kandan sonra, on günden fazla süreyle kan görülmeye başlansa, düzenli süreye itibar edilir, fazlası özür kanı sayılır. Meselâ; daha önce ayhali düzenli olarak yedi gün süren bir kadın, daha sonra her ay on bir veya on iki gün kan görmeye başlasa, bunun düzenli olan yedi günü hayız, geri kalan, dört veya beş günü ise özür kanı kabul edilir.
Düzenli süreden önce görülmeye başlayan ve toplam on günü aşmayan kan da hayız kanı sayılır. On günü aşarsa düzenli süre kısmı hayız, önceki fazlalık özür kanıdır. Meselâ; her aybaşından itibaren beş gün âdet gören kadın, daha sonra düzenli süreden önce iki veya üç gün daha kan görmeye başlasa, bunların toplamı olan yedi veya sekiz gün hayız sayılır. Eğer toplam on günü aşarsa, düzenli süre olan yedi gün hayız, fazlalık günler ise özür kanı kabul edilir.
*Aybaşı günleri içinde kanın kesilmesi:
Hayız hâli devam ederken kimi zaman kan kesilir, sonra yine görülmeye başlayabilir. Kanın kesildiği süre içinde kadın temiz mi, yoksa hayızlı mı sayılacaktır?
Hanefî ve Şâfiîlere göre, hayız süresi içinde kanın görülmediği sürelerde de kadın, hayızlı kabul edilir. Meselâ; bir kadın 3 gün kan görse(3 günden az olursa hayız sayılmaz), 4. günde bir pamuk koyduğu halde kirlenmeyecek şekilde kan kesilmiş olsa ve 7. veya 8. gün yeniden kan görse, kadın bütün bu süre içinde hayızlı sayılır. Bu duruma göre, iki kan arası görülen temizlik, ay-başını bölen bir süre kabul edilmemiştir. Aksine, başında ve sonunda kanın görülmesi şartıyla, on günü aşmayan bu süre içinde kadın hayızlı sayılır.
* Sürekli olarak özür kanı gören kadının hayız süresi:
İlk defa hayız görmeye başlayan bir kızın âdeti sabit olmaksızın kanı kesilmeyip devam edecek olursa, her aydan on günü “hayız”, yirmi günü de “temizlik” günleri sayılır.
Not:İmam-ı A'zam'a göre, âdet tam üç gün devam edip hayız hâli olduğu kesinleşmeden namazı ve orucu terketmek câiz olmaz.
Düzenli âdet görmekte olan bir kadından, hastalık sebebiyle sürekli olarak kan gelmeye başlasa, düzenli âdet süresine karşılık olan günlerde hayızlı, bunun dışında temiz sayılır. Yine her ay on gün hayız; yirmi gün veya altı aydan daha az bir süre temizlik hali düzenli olan bir kadından daha sonra sürekli olarak kan gelecek olsa, her ayın ilk on günü hayız, diğer yirmi günü veya altı aydan az olan süre de temizlik sayılır. Ancak temizlik süresi altı ayı aşarsa, altı aydan bir saat eksik kabul edilir. Çünkü altı ay, gebelik süresinin alt sınırıdır.
Bir hastalık veya dikkatsizlik sonucu, âdet günlerini unutmuş olan bir kadına “mütehayyire” denir. Böyle bir kadında kan kesilmeksizin devam ederse, hayzı konusunda galip zannıyla amel eder. Galip zan da yoksa ihtiyata uyar. Meselâ; hayız süresinin beş gün olduğuna kanaat getirirse buna uyar. İhtiyat uygulanırsa; boşanma iddeti konusunda âdeti on gün, temizlik süresi de altı aydan bir saat eksik olmak üzere takdir edilir. Başka bir görüşe göre ise, temizlik süresi iki ay olarak kabul edilir.
B – Lohusalık (Nifas):
Nifas, doğumun arkasından gelen kan demektir. Doğum sırasında çocuk ile birlikte veya doğumdan önce gelen kan, bozuk bir kan veya özür (istihâza) kanıdır. Kadın gebelik süresince ve doğum gerçekleşinceye kadar abdest alır ve namazını kılar. Rahatsızlığı sebebiyle abdest alamazsa teyemmüm eder ve namazını ima ile kılar, namazı vaktinden sonraya bırakmaz.
Lohusalığın en kısa süresi için bir sınır yoktur. Bir gün bile olabilir. Çünkü bunu belirleyen bir âyet veya hadis yoktur. Bu durumda, onun fiilen var olduğu süreye bakılır. Hanefîlerle Hanbelîlere göre, lohusalığın en uzun süresi kırk gündür. Bundan sonra görülecek kan özür kanıdır. Şâfiî ve Mâlikîlere göre ise azamî lohusalık süresi altmış gündür. Ancak bu süre uygulamada genellikle kırk gün olarak gerçekleşir.
Kadın doğum yapmakla birlikte kan görmeyebilir. Rivayete göre, Rasûlullah devrinde bir kadın doğum yapmış ve lohusalık kanı görmemiş, bu yüzden de kendisine “zâtu’l-cüfûf” adı verilmiştir.
El, ayak gibi uzuvları belirmiş olan bir çocuğun düşmesiyle nifas hali meydana gelir ve genellikle on-onbeş gün kadar devam eder. Fakat henüz uzuvları belirmemiş bir düşüğe nifas hükümleri uygulanmaz. Bunun düşmesiyle görülen kan üç gün sürer. Daha önce de en az on beş gün temizlik hali devam etmiş bulunursa bu, bir hayız kanı olmuş bulunur. Böyle değilse, özür kanı sayılır.
Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre, çocuk doğuran kadından hiç kan gelmese lohusa sayılmaz. Bu yüzden de gusül gerekmediği gibi, oruçlu ise orucu da bozulmaz. Yalnız abdest alması yeterlidir. Ebû Hanîfe’ye göre, ihtiyat olarak gusül yapar.
Lohusalık süresi içinde kanın kesilmesi fasıla meydana getirmez. Başta ve sonda kanın bulunması peşpeşe akan kan gibi kabul edilir. Kanın kesilme süresinin on beş günden daha az veya daha çok olması arasında fark yoktur.
Şâfiî ve Mâlikîlere göre ise, aradaki temizlik süresi on beş günü geçerse, “temizlik”, bundan sonrası “hayız” sayılır. Temizlik hâli yarım aydan az devam ederse, hepsi lohusalık sayılır.
İkiz doğumlarda lohusalık süresi, ilk çocuğun doğumu ile başlar. Şâfiîlere göre ise, bu süre ikinci çocuğun doğumu ile başlar. Birinci çocuğun doğmasından sonra gelen kan ise, eğer âdet zamanına rastlanmış ise hayız kanı, aksi halde özür kanı sayılır.
* Hayız ve Lohusalığın Hükümleri:
1) Hayız ve lohusalık kanları kesildikten sonra gusletmek gerekir.
2) Kadın aybaşı olmakla erginlik çağına gelmiş olur ve şer’î yükümlülüklere muhatap olur.
3) Boşanan kadının üç hayız süresi iddet beklemesi kadının hamile olmadığını ortaya koyar. Çünkü iddetin asıl sebebi rahmin temizliğinin bilinmesidir.
*Aybaşı veya lohusalık sebebiyle haram olan şeyler:
1) Namaz kılmak: Âdetli veya lohusa kadının namaz kılması caiz değildir. Hz. Peygamber, Fatıma binti Ebi Hubeyş’e; “Hayız gördüğün zaman namazı bırak ve hayz halin sona erince, kanı temizleyerek guslet ve namaz kıl.” diye buyurmuştur.
Âdetli kadın kılamadığı namazları kaza etmez, yalnız tutamadığı oruçları, Ramazan ayı dışında kaza eder.
2) Oruç tutmak: Âdet gören veya lohusa olan kadın oruç tutmaz. Ancak oruç borcu onların üzerinden düşmez. Bu yüzden de kaza gerekir.
3) Tavâf: Hz. Peygamber, hac sırasında âdet gören Âişe (r. anhâ)’ye şöyle buyurmuştur: “Hayız gördüğün zaman, temizleninceye kadar Beytullah’ı tavaf dışında hacıların yaptığı diğer hac ibadetlerini yap.”
4) Kur’an-ı Kerim okumak: Mushafa el sürmek ve onu taşımak. “Şüphesiz o, korunmuş bir kitapta (yazılı) olan pek şerefli/değerli Kur’an’dır ki O’na temiz olanlardan başkası dokunamaz.” (Vâkı’a-56/77-78-79)
Bir kılıf içindeki Kur’an’a el sürmek ve taşımak hayızlı ve cünüp için mümkün ve caizdir. Yine ilimle uğraşan kimse, tefsir, hadis ve fıkıh kitaplarını zaruret yüzünden elbisesinin yeniyle veya eliyle tutabilir. Kur’an yapraklarını abdestli çevirmek müstehaptır. Yine bu yaprakları okumak için bir kalemle çevirmek de caizdir. Mâlikîlerin sağlam görüşüne göre, aybaşı veya lohusanın ezberden Kur’an-ı Kerim okumasında bir sakınca yoktur. Hanefîlere göre ise, bu durumda ezbere ancak dua ayetleri dua niyetiyle okunabilir.
5) Mescide girmek, orada eğleşmek veya itikâfa çekilmek
6) Cinsel temasta bulunmak veya göbekle diz kapağı arasından yararlanmak (istimta’): Bu yasağın delili âyet ve hadistir. Âyette şöyle buyurulur: “Hayız halinde iken kadınlardan uzaklaşın ve temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın.” Uzaklaşmaktan maksat, onlarla cinsel teması bırakmaktır. Yine hayızlı eşiyle ne derece ilgilenebileceğini soran bir sahabiye Allah’ın elçisi şöyle cevap vermiştir: “Senin için göbekten üst taraf serbesttir.”
Hanbelîlere göre, göbekle diz kapağı arası, cinsel temas dışındaki istimta için caizdir.
Hanefî, Şâfiî ve Mâlikîlere göre, hayızlı veya lohusa eşiyle cinsel temasta bulunan erkeğe bir keffâret gerekmez. Haram işlediği için tevbe ve istiğfar etmesi gereklidir.
7) Boşama: Hayız görmekte olan kadını boşamak caiz değildir. Ancak buna rağmen boşama geçerlidir ve bid’î talak adını alır. Âyette: . Ey Peygamber! (Son çare olarak) kadınları boşayacağınız vakit, iddetleri içinde (âdet halinden temizlendikten sonra ve kendilerine yaklaşmadan) boşayın ve iddeti sayın (üç defa âdet görme veya temizlenmelerine kadar bekleyin.) Rabbiniz Allah’a saygılı olup emrine uygun hareket edin. (Bu bekleme müddeti içinde, kadınlar evlenemezler. Siz de) evlerinden onları hemen çıkarmayın, kendileri de çıkmasınlar. Ancak apaçık bir hayâsızlık (zina) ya da aşırı edepsizlik yapmaları hariçtir. Bunlar Allah’ın sınırlarıdır. Kim de Allah’ın sınırlarını (çiğneyip) aşarsa, hakikaten kendine yazık etmiş olur. Nereden bileceksin! Bakarsın ki Allah, bu (bir veya iki defa boşama)dan sonra (bekleme müddetleri bitmeden aranızda) yeni bir iş (bir sevgi) meydana getirir (tekrar anlaşıp birleşme hâsıl olur).(Talak-65/1) buyurulur. Yani içinde, iddet meşrû olan bir sürede boşayın demektir. Çünkü ay halinin geri kalan kısmı iddetten sayılamaz.
C – Özür Kanı (İstihâza):
Rahmin iç taraflarında bulunan bir damardan hastalık veya bozukluk sebebiyle aybaşı veya lohusalık süresi dışındaki zamanlarda kanın akmasına “istihâza” denir. Bir kadından üç günden az, on günden fazla gelen bir kan, lohusadan kırk günün üstünde gelen kan, Hanefî ve Hanbelîlere göre gebe olan kadından gelen kan hep istihâza (özür) kanıdır.
İstihaza kanı, dinmeyen burun kanaması veya yaradan akan kan gibidir. Bununla yalnız abdest bozulur. Devam ederse sahibi “özürlü” sayılır. Bu yüzden kendisi hakkında özürlülere ait hükümler uygulanır. Yani aybaşı veya lohusalık sebebiyle yasaklanan oruç ve namaz gibi ibadetlere, tavafa, Kur’an okumaya, mushafa el sürmeye, mescide girmeye, itikâfa ve cinsî münasebette bulunmaya engel teşkil etmez. Bunlarda bir kerahat de bulunmaz. Çünkü İslâm dini özürlülere bu kolaylıkları göstermiştir.
Hanefî, Şâfiî ve Hanbelîlere göre, hayız veya lohusalık süresi dışında özür kanı gören kadının, kanı temizleyip, pamuk vb. şeyler koyarak akmaması için gerekli tedbirleri aldıktan sonra, her namaz için abdest alması gerekir. Hz. Peygamber (sas), aşırı kan geldiği için şikâyette bulunan Hamne (r. anhâ)’ye şöyle demiştir: “Fercine pamuk koyup bağlamanı tavsiye ederim. Çünkü bu kanı keser.” Yine özür kanı gören bir kadın için Allah’ın elçisi şöyle buyurmuştur: “Âdet günlerinde namazı terk eder, sonra gusleder, arkasından her bir namaz için abdest alır, namazını kılar, orucunu tutar”
Çünkü kadının bu temizliği özür ve zaruret hali temizliğidir.
Özür kanı, bazen dokuz yaşından küçük olan kız çocukları ile âdetten kesilme çağına gelmiş olan yaşlı hanımlarda da görülebilir. Meselâ; yetmiş yaşına girmiş bir kadından, daha sonra gelecek kan, özür kanıdır. Başka bir görüşe göre ise böyle bir kadın daha önceki âdeti üzere gelen kan görürse, aybaşı hali geri dönmüş olur. Fakat az yaşlık görmesi hayız sayılmaz.
* Özür kanı gören kadının âdet süresinin hesaplanması:
1) Büluğ çağına ilk giren kız, hayızla birlikte özür kanı da görmeye devam ederse, her ayın on günü “hayız”, yirmi günü “temizlik” kabul edilir. Bu durumdaki kadının lohusalığı da kırk gündür.
2) Düzenli âdet görmekte olan bir kadın, özür kanı görürse, âdet süresinden fazla olarak devam eden kan, özür kanı sayılır.
3) Âdet süresini unutmuş olan (muhayyire veya mütehayyire) kadın, özür kanı görürse, ihtiyatlı olanı alır ve onunla amel eder.
Beyhan Büşra ÖZKUL
Kaynaklar:
Feyzül Furkan Kur’an-ı Kerim Meali
Doç. Dr. Hamdi DÖNDÜREN/İslam İlmihali/Erkam Yayınevi
VE:
Yüce yaratıcı Allah insanları neden yaratmıştır?
Allah Teâlâ'nın yüce ve kâmil sıfatları vardır, bunlardan biri de yaratma sıfatıdır. Bu sıfatın âtıl olması, hiç olmaması gibidir, faal olması ise devamlı yaratmanın bulunmasını gerektirir. Allah yaratandır, en güzel yapandır, mutlak iyilik, güzellik ve kemaldir. İşte bu sıfatların eseri, tecellîsi (ilgili olduğu yerlerde eserlerinin görülmesi) diğer varlıklar arasında insanın da yaratılması sonucunu doğurmuştur. İnsan Allah'ın, birden fazla sıfatının tecelli ettiği, eserinin görüldüğü bir varlıktır, yaratılmışların -bu bakımdan- en kâmilidir. Yaratılış amacına uygun olarak varoluşunu gerçekleştirdiği takdirde (yani Allah'ı bilme, O'na inanma ve O'nun rızasına uygun bir hayat geçirme amacını gerçekleştirmesi durumunda) insan, dünya ve ahirette mutlu olacak, Allah Teâlâ'nın nice sıfatlarının eseri onda tecellî edecek, ilâhî güzelliklerin -deyim yerinde ise- kopyası, yansıması onda gerçekleşecek, ölümden ve kıyametten sonra gelecek/yaşanacak olan ebedî ahiret hayatında ise yine Yüce Mevlâ'nın ebedîlik sıfatının insancası yaşanacaktır.
24 Şubat 2018 Cumartesi
Giyinmiş, çıplak kadınlar hadisi
Soru:"Ateş ehlinden iki sınıf vardır, henüz onları görmedim: Yanlarında sığır kuyruğu gibi birşeyler taşıyıp onu insanlara vuran insanlar; giyinmiş, çıplak kadınlar... Başları deve hörgücü gibidir..." Bu hadisi açıklar mısınız?
Cevap
Değerli kardeşimiz,
(5969)- Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Ömrün biraz uzarsa, ellerinde sığır kuyruğu gibi bir şeyler taşıyan birtakım insanları çok geçmeden göreceksin. Onlar Allah'ın gadabına uğrayarak sabaha ererler, Allah'ın nefretine uğrayarak akşama ererler."
Resulullah bir başka rivayette de:
"Ateş ehlinden iki sınıf vardır, henüz onları görmedim: Yanlarında sığır kuyruğu gibi birşeyler taşıyıp onu insanlara vuran insanlar; giyinmiş, çıplak kadınlar ki bunlar Allah'a taatten dışarı çıkmışlardır. Bunlar, başkalarını da baştan çıkarırlar. Başları deve hörgücü gibidir. Bu kadınlar cennete girmek şöyle dursun, kokusunu dahi almazlar. Halbuki onun kokusu şu şu kadar uzak mesafeden duyulur." buyurdular." [Müslim, Cennet 53, (2857), 52, (2128).]
Hadisin Açıklaması:
1. Teysir iki ayrı rivayeti birleştirerek tek bir rivayet gibi sunmuştur. Biz iki paragraf şeklinde ayırdık. Her iki hadisi de Ebu Hureyre rivayet etmiş olmakla birlikte Müslim, bunları kitabına ayrı ayrı almıştır. Hatta, ikinci paragrafta yer alan rivayet Kitabu'l-Cennet'te daha önce yani 52 numarada kaydediliyor, birinci paragraftaki hadis ise daha sonra yani 53 numarada kaydediliyor. Dahası, bu hadis, Müslim'in az sayıdaki mükerrerlerinden biridir, daha önce Kitabu'l-Libas'ta 2128 müteselsil numara ile 125. hadis olarak kaydedilmiştir.
2. Alimlerimiz bu hadisleri, Resulullah (asv)'ın gaybtan haber verme nevine giren mucizelerinden olarak değerlendirmişlerdir. Çünkü hadislerde zikri geçen ihbarlar az bir zaman sonra vukua gelmeye başlamıştır.
Sığır kuyruğuna benzeyen şey, zabıta memurlarının kamçıları ile yorumlanmıştır. Resulullah (asv)'dan bir müddet sonra, bilhassa Emeviler devrinde halka zulmeden idareciler eksik olmamıştır. Mesele çoğu durumda "kamçılama seviyesi"nde kalmayıp idama kadar ulaşmıştır. İmam Malik, Ahmed İbnu Hanbel, İmam Âzam gibi nice büyükler bile bu zulümlerden nasiplerini almışlardır. Resulullah (asv) halka zulmeden insanların akşam ve sabah Allah'ın hışım, gadab ve nefretlerine maruz kaldıklarını belirterek onların davranışlarını tel'in ediyor.
3. Kâsiyat "giyinmiş kadınlar" demektir, âriyat da "çıplak kadınlar" demektir. Kadın, hadiste iki zıt vasıfla tavsif edilmektedir: "Giyinmiş fakat çıplak kadın."Alimler, bunu farklı yorumlara tabi tutarlar:
* Bazıları kâsiyatı Allah'ın nimetine bürünmüş fakat şükür yönüyle çıplak yani nimetlerin şükrünü eda etmeyen kadınlar diye yorumlamıştır.
* Bir kısmı: Kadın kadınlık yönünü ortaya koymak, dikkatleri çekmek için, vücudunun bir kısmını örttüğü halde, diğer bir kısmını açar diye yorumlamıştır.
* Bir kısmı da bedenini gösteren şeffaf elbiseler giyenler kastedilmiş demiştir.
Bu açıklamaların hepsi doğrudur. İslamî tesettüre aykırı olan bütün giyimler bu hadiste ifade edilmiş durumdadır. İslamî tesettür sadece "giyinmek" aramaz, giyinmenin tarzını da ister.
* Belirlenen hududu örtecek büyüklükte olmalıdır; el, ayak ve yüz hariç bütün beden örtülmelidir.
* Vücud hatlarını gösterecek darlıkta olmamalıdır. Çok dar giyinen "giyinmiş çıplak" hükmündedir. Batı menşeli modaları takip edenler bu hallere düşmektedirler.
* Elbise bedeni göstermemelidir. Çok ince naylon ve şeffaf elbise giyenler de giyinmiş çıplak durumundadır.
* Hadislerde yasaklanan bir başka kıyafet şöhret elbisesidir. Yani dikkatleri üzerine çekmek gayesini güden kıyafetler. İslam elbiseyi örtünmek için emrettiği halde günümüzde birçok çevreler elbiseyi örtünmeden çok dikkatleri üzerine çekme vasıtası olarak kullanıyorlar. Şu halde bu nev'e giren giyimler de giyinmiş çıplak manasına dahildir.
4. Mâilat: Lügat olarak eğilen, meyleden kadın demektir. Alimler umumiyetle Allah'ın gösterdiği istikametten ayrılan, yanlış istikametlere meyleden diye anlamışlardır. Bazı alimler de bu tabirle sağını solunu oynatarak, kırıtarak yürüyenlerin kastedildiğini söylemiştir. Mümilat da başkasını baştan çıkaran, başkasına salınarak yürümeyi öğreten kadın manasına gelir.
5. Başlarını deve hörgücü gibi yapacak kadınlar tabiri bilhassa günümüzün kadınlarını tasvir ediyor gibidir. Kadınlar, değişik saç modaları uygulayarak saçlarını muhtelif şekillerde bağlayarak tepelerinde hotos denen çıkıntılar teşkil etmektedirler. Mü'min kadınlar, gerek giyecekte ve gerekse baş tuvaletinde bu hadislerin tehdidini dikkatle gözönüne alıp cennetin kokusundan bile mahrum kalmaktan korkmalıdırlar.
(bk. İbrahim Canan, Kütüb-ü Sitte Tercüme ve Şerhi)
İlave bilgi için tıklayınız:
- Baş örtüsünün kullanımı nasıl olmalıdır ve saçı topuz yapma konusunda bilgi verir misiniz?
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
https://sorularlaislamiyet.com/ates-ehlinden-iki-sinif-vardir-henuz-onlari-gormedim-yanlarinda-sigir-kuyrugu-gibi-birseyler-tasiy-0
Cevap
Değerli kardeşimiz,
(5969)- Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Ömrün biraz uzarsa, ellerinde sığır kuyruğu gibi bir şeyler taşıyan birtakım insanları çok geçmeden göreceksin. Onlar Allah'ın gadabına uğrayarak sabaha ererler, Allah'ın nefretine uğrayarak akşama ererler."
Resulullah bir başka rivayette de:
"Ateş ehlinden iki sınıf vardır, henüz onları görmedim: Yanlarında sığır kuyruğu gibi birşeyler taşıyıp onu insanlara vuran insanlar; giyinmiş, çıplak kadınlar ki bunlar Allah'a taatten dışarı çıkmışlardır. Bunlar, başkalarını da baştan çıkarırlar. Başları deve hörgücü gibidir. Bu kadınlar cennete girmek şöyle dursun, kokusunu dahi almazlar. Halbuki onun kokusu şu şu kadar uzak mesafeden duyulur." buyurdular." [Müslim, Cennet 53, (2857), 52, (2128).]
Hadisin Açıklaması:
1. Teysir iki ayrı rivayeti birleştirerek tek bir rivayet gibi sunmuştur. Biz iki paragraf şeklinde ayırdık. Her iki hadisi de Ebu Hureyre rivayet etmiş olmakla birlikte Müslim, bunları kitabına ayrı ayrı almıştır. Hatta, ikinci paragrafta yer alan rivayet Kitabu'l-Cennet'te daha önce yani 52 numarada kaydediliyor, birinci paragraftaki hadis ise daha sonra yani 53 numarada kaydediliyor. Dahası, bu hadis, Müslim'in az sayıdaki mükerrerlerinden biridir, daha önce Kitabu'l-Libas'ta 2128 müteselsil numara ile 125. hadis olarak kaydedilmiştir.
2. Alimlerimiz bu hadisleri, Resulullah (asv)'ın gaybtan haber verme nevine giren mucizelerinden olarak değerlendirmişlerdir. Çünkü hadislerde zikri geçen ihbarlar az bir zaman sonra vukua gelmeye başlamıştır.
Sığır kuyruğuna benzeyen şey, zabıta memurlarının kamçıları ile yorumlanmıştır. Resulullah (asv)'dan bir müddet sonra, bilhassa Emeviler devrinde halka zulmeden idareciler eksik olmamıştır. Mesele çoğu durumda "kamçılama seviyesi"nde kalmayıp idama kadar ulaşmıştır. İmam Malik, Ahmed İbnu Hanbel, İmam Âzam gibi nice büyükler bile bu zulümlerden nasiplerini almışlardır. Resulullah (asv) halka zulmeden insanların akşam ve sabah Allah'ın hışım, gadab ve nefretlerine maruz kaldıklarını belirterek onların davranışlarını tel'in ediyor.
3. Kâsiyat "giyinmiş kadınlar" demektir, âriyat da "çıplak kadınlar" demektir. Kadın, hadiste iki zıt vasıfla tavsif edilmektedir: "Giyinmiş fakat çıplak kadın."Alimler, bunu farklı yorumlara tabi tutarlar:
* Bazıları kâsiyatı Allah'ın nimetine bürünmüş fakat şükür yönüyle çıplak yani nimetlerin şükrünü eda etmeyen kadınlar diye yorumlamıştır.
* Bir kısmı: Kadın kadınlık yönünü ortaya koymak, dikkatleri çekmek için, vücudunun bir kısmını örttüğü halde, diğer bir kısmını açar diye yorumlamıştır.
* Bir kısmı da bedenini gösteren şeffaf elbiseler giyenler kastedilmiş demiştir.
Bu açıklamaların hepsi doğrudur. İslamî tesettüre aykırı olan bütün giyimler bu hadiste ifade edilmiş durumdadır. İslamî tesettür sadece "giyinmek" aramaz, giyinmenin tarzını da ister.
* Belirlenen hududu örtecek büyüklükte olmalıdır; el, ayak ve yüz hariç bütün beden örtülmelidir.
* Vücud hatlarını gösterecek darlıkta olmamalıdır. Çok dar giyinen "giyinmiş çıplak" hükmündedir. Batı menşeli modaları takip edenler bu hallere düşmektedirler.
* Elbise bedeni göstermemelidir. Çok ince naylon ve şeffaf elbise giyenler de giyinmiş çıplak durumundadır.
* Hadislerde yasaklanan bir başka kıyafet şöhret elbisesidir. Yani dikkatleri üzerine çekmek gayesini güden kıyafetler. İslam elbiseyi örtünmek için emrettiği halde günümüzde birçok çevreler elbiseyi örtünmeden çok dikkatleri üzerine çekme vasıtası olarak kullanıyorlar. Şu halde bu nev'e giren giyimler de giyinmiş çıplak manasına dahildir.
4. Mâilat: Lügat olarak eğilen, meyleden kadın demektir. Alimler umumiyetle Allah'ın gösterdiği istikametten ayrılan, yanlış istikametlere meyleden diye anlamışlardır. Bazı alimler de bu tabirle sağını solunu oynatarak, kırıtarak yürüyenlerin kastedildiğini söylemiştir. Mümilat da başkasını baştan çıkaran, başkasına salınarak yürümeyi öğreten kadın manasına gelir.
5. Başlarını deve hörgücü gibi yapacak kadınlar tabiri bilhassa günümüzün kadınlarını tasvir ediyor gibidir. Kadınlar, değişik saç modaları uygulayarak saçlarını muhtelif şekillerde bağlayarak tepelerinde hotos denen çıkıntılar teşkil etmektedirler. Mü'min kadınlar, gerek giyecekte ve gerekse baş tuvaletinde bu hadislerin tehdidini dikkatle gözönüne alıp cennetin kokusundan bile mahrum kalmaktan korkmalıdırlar.
(bk. İbrahim Canan, Kütüb-ü Sitte Tercüme ve Şerhi)
İlave bilgi için tıklayınız:
- Baş örtüsünün kullanımı nasıl olmalıdır ve saçı topuz yapma konusunda bilgi verir misiniz?
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
https://sorularlaislamiyet.com/ates-ehlinden-iki-sinif-vardir-henuz-onlari-gormedim-yanlarinda-sigir-kuyrugu-gibi-birseyler-tasiy-0
23 Şubat 2018 Cuma
Abdest aldıktan sonra makyaj yapıp namaz kılmanın sakıncası var mı?
Abdest aldıktan sonra makyaj yapıp namaz kılıyorum, bir sakıncası var mıdır? Parfüm kullandıktan sonra namaz kılınır mı?
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Abdestten sonra yüze krem sürmek veya makyaj yapmak abdesti bozmaz. Bu bakımdan abdest aldıktan sonra yapılan makyajla namaz kılınabilir.
Makyaj yapıldıktan sonra makyajdaki maddeler suyu geçirmeyecek maddelerden yapılmışsa, abdeste mani teşkil edeceğinden, bu maddeler giderildikten sonra abdest alınmalıdır.
Makyaj sürüldükten sonra namaz kılınıp kılınmayacağı hususunda iki noktaya dikkat etmek gerekiyor:
Birisi, makyajda kullanılan malzemede ve kozmetikte pis ve zararlı bir madde bulunmamalı, abdest alırken suyu altına geçirmelidir. Şayet içinde pis madde var ve altına suyu geçirmiyorsa, bu halde iken namaz kılınmaz, bir an önce giderilmelidir.
İkinci nokta ise, kadın makyaj yapıyorsa, bunu kocasından ve emin olduğu mahremlerinden (oğlu, babası ve kardeşi gibi) başkasına göstermemelidir. Yabancı erkeklere o şekilde görünmesi ve dışarı çıkması insanı günaha iter.
Oje ise, namazdan önce abdestle alakalıdır. Bilindiği üzere, abdestin sahih olabilmesi için suyun abdest azalarının dış kısmına temas etmesi gerekir. Eğer abdest azalarına sürülen madde suyun temasına engel oluyorsa abdest sahih olmaz. Oje tırnağa bütünüyle sürüldüğünden suyun alta geçmesine engel olmaktadır. Meselâ mumun abdeste engel olduğu fıkıh kitaplarımızda açıkça belirtilmektedir. Mumu gidermeden nasıl abdest olmazsa, ojeyi gidermeden de abdest olmuyor.
Parfüm hususuna gelince; öncelikle bir hususa işaret etmekte fayda vardır: Bir kere alkollerin hepsi sarhoş edici değildir. Yani Kur'ân'da "hamr" olarak geçen ve "sarhoş edici" özelliği bulunan alkol türleri necistir ve haramdır. Bunun dışında, meselâ, etil alkol cinsinin sarhoş edici bir yapısı olmadığından haram sınıfına girmemekte ve necis sayılmamaktadır.
Bakara Sûresinin "hamr" ile ilgili âyetlerinin tefsirinde Elmalılı Hamdi Yazır bu konuda şu hususlara temas etmekte ve şöyle demektedir:
"Üzüm şarabından yapılmayan ispirto, bira vesaire müskirat içilemezse de elbiseye veya bedene sürülmesi de namaza mâni olur diye iddia edilemez."
Bu nakilden de anlaşılacağı gibi, deodorant, parfümleri ve kolonyadaki alkol Hanefi mezhebinin bazı imamlarına göre necis kabul edilen alkol cinsine girmediğinden, elbiseye veya bedene sürülmesiyle namaza mâni olmaz. Şâfii ve Hanbeli gibi diğer mezheplere göre pis sayıldığı için, sürülen yeri yıkadıktan sonra namaza durmak gerekir.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
Yazar:
Mehmet Paksu
https://sorularlaislamiyet.com/abdest-aldiktan-sonra-makyaj-yapip-namaz-kiliyorum-bir-sakincasi-var-midir-parfum-kullandiktan-sonra
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Abdestten sonra yüze krem sürmek veya makyaj yapmak abdesti bozmaz. Bu bakımdan abdest aldıktan sonra yapılan makyajla namaz kılınabilir.
Makyaj yapıldıktan sonra makyajdaki maddeler suyu geçirmeyecek maddelerden yapılmışsa, abdeste mani teşkil edeceğinden, bu maddeler giderildikten sonra abdest alınmalıdır.
Makyaj sürüldükten sonra namaz kılınıp kılınmayacağı hususunda iki noktaya dikkat etmek gerekiyor:
Birisi, makyajda kullanılan malzemede ve kozmetikte pis ve zararlı bir madde bulunmamalı, abdest alırken suyu altına geçirmelidir. Şayet içinde pis madde var ve altına suyu geçirmiyorsa, bu halde iken namaz kılınmaz, bir an önce giderilmelidir.
İkinci nokta ise, kadın makyaj yapıyorsa, bunu kocasından ve emin olduğu mahremlerinden (oğlu, babası ve kardeşi gibi) başkasına göstermemelidir. Yabancı erkeklere o şekilde görünmesi ve dışarı çıkması insanı günaha iter.
Oje ise, namazdan önce abdestle alakalıdır. Bilindiği üzere, abdestin sahih olabilmesi için suyun abdest azalarının dış kısmına temas etmesi gerekir. Eğer abdest azalarına sürülen madde suyun temasına engel oluyorsa abdest sahih olmaz. Oje tırnağa bütünüyle sürüldüğünden suyun alta geçmesine engel olmaktadır. Meselâ mumun abdeste engel olduğu fıkıh kitaplarımızda açıkça belirtilmektedir. Mumu gidermeden nasıl abdest olmazsa, ojeyi gidermeden de abdest olmuyor.
Parfüm hususuna gelince; öncelikle bir hususa işaret etmekte fayda vardır: Bir kere alkollerin hepsi sarhoş edici değildir. Yani Kur'ân'da "hamr" olarak geçen ve "sarhoş edici" özelliği bulunan alkol türleri necistir ve haramdır. Bunun dışında, meselâ, etil alkol cinsinin sarhoş edici bir yapısı olmadığından haram sınıfına girmemekte ve necis sayılmamaktadır.
Bakara Sûresinin "hamr" ile ilgili âyetlerinin tefsirinde Elmalılı Hamdi Yazır bu konuda şu hususlara temas etmekte ve şöyle demektedir:
"Üzüm şarabından yapılmayan ispirto, bira vesaire müskirat içilemezse de elbiseye veya bedene sürülmesi de namaza mâni olur diye iddia edilemez."
Bu nakilden de anlaşılacağı gibi, deodorant, parfümleri ve kolonyadaki alkol Hanefi mezhebinin bazı imamlarına göre necis kabul edilen alkol cinsine girmediğinden, elbiseye veya bedene sürülmesiyle namaza mâni olmaz. Şâfii ve Hanbeli gibi diğer mezheplere göre pis sayıldığı için, sürülen yeri yıkadıktan sonra namaza durmak gerekir.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
Yazar:
Mehmet Paksu
https://sorularlaislamiyet.com/abdest-aldiktan-sonra-makyaj-yapip-namaz-kiliyorum-bir-sakincasi-var-midir-parfum-kullandiktan-sonra
22 Şubat 2018 Perşembe
Nazardan korunmak için ne yapabilirim?
S:İnsanda nazar olduğu nasıl anlaşılır? Eğer insanın üzerinde gerçekten bir nazar varsa bundan kurtulmak için ne yapmak gerekir?
C:Nazar değmesi haktır. Ancak nazarı kesin olarak şundan şu şekilde diye tespit etmek zordur. Akılla yorumlanamayan, bir sebebe dayandırılamayan sıkıntıları nazara bağlamak âdet olmuştur. Her hâlde bilinebilecek olanı da bu kadardır. Sürekli Felak-Nas surelerini okuyarak korunmaya çalışılmalıdır.
Nureddin Yıldız
C:Nazar değmesi haktır. Ancak nazarı kesin olarak şundan şu şekilde diye tespit etmek zordur. Akılla yorumlanamayan, bir sebebe dayandırılamayan sıkıntıları nazara bağlamak âdet olmuştur. Her hâlde bilinebilecek olanı da bu kadardır. Sürekli Felak-Nas surelerini okuyarak korunmaya çalışılmalıdır.
Nureddin Yıldız
21 Şubat 2018 Çarşamba
Aynanın Karşısında Namaz Kılmak Caiz Midir?
Selamünaleyküm hocam. Bid’atler hakkında birkaç sorum olacaktı.
1) Parmaklar yerine tespih için tespih kullanmak bid’at diye duydum, doğru mu?
2) Namazdan hemen sonra, yani selam verildikten sonra, elleri yüze sürmek bid’at mi?
3) Aşure bid’at dediniz. O zaman biz aşureyi o gün pişiremeyiz mi? Başka bir gün olursa olur mu?
4) Bu soru bid’atle ilgili değil ama aynanın önünde namaz kılmak doğru değil diye duydum. Böyle bir şey var mı?
Allah razı olsun hocam. Allah’a emanet olun.
Selamünaleyküm.
1- Tespih bir alet olarak kullanıldığı için ibadetin kendisi ile alakalı değildir, kullanılabilir.
2- Duadan sonra ellerin yüze sürülmesi hususunda zayıf da olsa hadisler vardır. Dolayısıyla bu şeklide amel edilmesi bid’at değildir.
3- Normal durumlarda aşure yenmesinin hiçbir sakıncası yoktur. Bir ibadet muamelesi görmesi bid’attir. Allah rızası için aşure dağitilması, sevap için aşure yenmesi çirkindir.
4- İnsanı namaz esnasında meşgul eden her şey mekruhtur. Ayna da meşgul edici olduğu için mekruh olur.
Nureddin Yıldız
1) Parmaklar yerine tespih için tespih kullanmak bid’at diye duydum, doğru mu?
2) Namazdan hemen sonra, yani selam verildikten sonra, elleri yüze sürmek bid’at mi?
3) Aşure bid’at dediniz. O zaman biz aşureyi o gün pişiremeyiz mi? Başka bir gün olursa olur mu?
4) Bu soru bid’atle ilgili değil ama aynanın önünde namaz kılmak doğru değil diye duydum. Böyle bir şey var mı?
Allah razı olsun hocam. Allah’a emanet olun.
Selamünaleyküm.
1- Tespih bir alet olarak kullanıldığı için ibadetin kendisi ile alakalı değildir, kullanılabilir.
2- Duadan sonra ellerin yüze sürülmesi hususunda zayıf da olsa hadisler vardır. Dolayısıyla bu şeklide amel edilmesi bid’at değildir.
3- Normal durumlarda aşure yenmesinin hiçbir sakıncası yoktur. Bir ibadet muamelesi görmesi bid’attir. Allah rızası için aşure dağitilması, sevap için aşure yenmesi çirkindir.
4- İnsanı namaz esnasında meşgul eden her şey mekruhtur. Ayna da meşgul edici olduğu için mekruh olur.
Nureddin Yıldız
20 Şubat 2018 Salı
Hayatın Nabzını Tutmak
Dersten Notlar
Bedende bir arıza olduğu zaman, doktorların yaptıkları ilk işlerden biri nabzı ölçmektir. Çünkü bedenin merkezi kalptir; kalbin atışlarında eğer bir problem varsa, bütün bedene etki edeceği için, önce nabız ölçülür, bir anormal durum varsa ona göre adımlar atılır.
Malumunuz, nabız bedende bir çok yerden ölçülür, ama genelde bilekten ve gırtlaktan ölçülür. Normal bir insanın dakikada 60 ile 80 arası nabzı atmalıdır. 60’dan aşağısı tehlike olduğu gibi, 90’dan yada 100’da fazlası da tehlikedir. Düşük nabız veya yüksek nabız ortaya çıktığında, tedbir alınmalı, bunun neden kaynaklandığı tespit edilmeli, ona göre tedavi edilmelidir.
Meselenin, tıbbı yanı böyledir. Birde “nabzını tutmak” diye bizde bir deyim vardır. Bir işin nabzını tutmak, o işin sağlıklı yürümesi için öncelikle o işin iyice öğrenilmesi, yapılmasını amaç ve gayesinin ortaya konması, usul ve kaidelerinin belirlenmesi ve ona gerekli adımların atılmasıdır.
Her Suffa Muallimi, bu manada beş şeyin iyice nabzını tutmalıdır. Nedir bu beş şey?
Muallim Olarak Kendinin
Talebe Olarak Meclis Arkadaşlarının
İçinde Bulunduğu Mevsim Olarak Zamanın
Derslerini Yaptığı Zemin Olarak Mekânın
Tüm Bunların Etkisiyle Şekillenecek Olan Hayatın
Muallim Olarak Kendinin Nabzını Tutarken şunlara dikkat etmeli:
Sağlam bir niyet muhasebesi
Selim bir merhamet ufku
Sabit bir dava aşkı
Sahih bir menhec/usul zemini
Sarsılmaz bir sabır azığı
Ebû Musa el-Eş’ârî naklediyor, diyor ki: “Biz Resulullah (sas) ile beraber oturuyorken Medine dışından bir adam yani bir bedevi geldi ve şöyle bir soru sordu: ‘Ya Resûlullah! Bir adam, bir savaşa ganimet elde etmek için çıksa, bir diğeri başkaları tarafından övülmek, anılmak, taltif görmek için çıksa, bir başkası mevki, makam, şan için yani kendi konumunu yüceltmek için çıksa ve bunlar için cihad etse, bunların hangisi Allah yolundadır?” Allah Resulü (sas) buyurdular ki: “Hiçbiri… Her kim sadece ve sadece Allah’ın kelimesi en yüce olsun diye savaşırsa, onunkisi Allah yolundadır.” (Buharî, Kitâbü’l-Cihâd, 16; Müslim, Kitâbü’l-İmâret, 42)
Abdullah b. Abbas (ra) naklediyor, diyor ki: “Bir adam geldi ve Resûlullah’a (sas) şöyle dedi: “Ya Resûlullah! Ben öyle bir yerde duruyorum ki hem Allah’ın rızasını çok ama çok istiyorum, hem de yaptığım hizmetlerin başkaları tarafından görülüp takdir edilmesini istiyorum.” Hz. Peygamber (sas) cevap olarak şu ayeti okudu: “Artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, salih ameller işlesin ve Rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın.” (Kehf, 110)
Talebe Olarak Meclis Arkadaşlarının Nabzını Tutarken şunlara dikkat edilmeli:
Tesis edilmesi gereken Haşyet
Artması gereken Heyecan
Kuşanılması gereken Hamiyet
Oluşması gereken Hassasiyet
Temsil edilmesi gereken Heybet
İçinde Bulunduğu Mevsim Olarak Zamanın Nabzını Tutarken şunlara dikkat edilmeli:
Mevsimi iyice anlayacak bir Marifet ufku
Doğru işi doğru zamanda yapacak bir Mükellefiyet ızdırabı
Muhatapların gönüllerine tesir edecek bir Muhabbet meltemi
Düşmanın oyunlarını bozacak bir Medine Stratejisi
Gündelik rüzgârlara kapılmayacak bir Medeniyet Şuuru
Derslerini Yaptığı Zemin Olarak Mekânın Nabzını Tutarken şunlara dikkat edilmeli:
Mekânları imkânlara dönüştürme adımları atılmalı!
Helal bir zeminin olmasına dikkat edilmeli!
Meşru vasıtalar kullanılmalı!
Şahitlik özelliği hiçbir zaman unutulmamalı!
Vefa görmek için vefalı davranılmalı!
Tüm Bunların Etkisiyle Şekillenecek Olan Hayatın Nabzını Tutarken şunlara dikkat edilmeli:
Ne kadar zor olursa olsun Müslümanca yaşama gayreti
Uydum kalabalığa demeyip, kitleleri şuurlandırma azmi
Güzellikleri kitaplarda bırakmayıp, hayata taşıyacak temsiliyet misali
Hikmetli bir usul ve üslup ile hakikatleri her zeminde tebliğ etme arzusu
Neticelere takılmadan, başarı hesaplarına odaklanmadan büyük hayallerle yürüme sevdası
“Abdullah b. Mes’ûd’un (ra) rivayetine göre de Hz. Peygamber (sas) bir gün: “İsrail oğullarının ilk eksikliği şöyle olmuştu: Onlardan birileri münker işleyen birini ilk gördüğünde ona bunu yapmasının helal olmadığını söylerdi. Ertesi gün o kimseyi aynı halde görmesine rağmen oturur, onunla yer, içerdi. Bunun üzerine Allah kalplerini birbirine çarptı.”
Daha sonra Hz. Peygamber Maide 78. ayetin başından 81.ayetin sonuna kadar okudu ve şöyle buyurdu: “Allah’a yemin ederim, ya iyiliği emreder kötülükten alıkoyar, kötülük işleyenin Hakkın dışına çıkmasına fırsat vermezsiniz. Yada Allah sizin de kalplerinizi birbirine çarpar. Onları lanetlediği gibi sizi de lanetler.” (Ebû Davud, Melahim,17; Tirmizî, Tefsir,5,6)
Videoyu izlemenizi tavsiye ederim:
http://www.siyervakfi.org/hayatin-nabzini-tutmak/
Bedende bir arıza olduğu zaman, doktorların yaptıkları ilk işlerden biri nabzı ölçmektir. Çünkü bedenin merkezi kalptir; kalbin atışlarında eğer bir problem varsa, bütün bedene etki edeceği için, önce nabız ölçülür, bir anormal durum varsa ona göre adımlar atılır.
Malumunuz, nabız bedende bir çok yerden ölçülür, ama genelde bilekten ve gırtlaktan ölçülür. Normal bir insanın dakikada 60 ile 80 arası nabzı atmalıdır. 60’dan aşağısı tehlike olduğu gibi, 90’dan yada 100’da fazlası da tehlikedir. Düşük nabız veya yüksek nabız ortaya çıktığında, tedbir alınmalı, bunun neden kaynaklandığı tespit edilmeli, ona göre tedavi edilmelidir.
Meselenin, tıbbı yanı böyledir. Birde “nabzını tutmak” diye bizde bir deyim vardır. Bir işin nabzını tutmak, o işin sağlıklı yürümesi için öncelikle o işin iyice öğrenilmesi, yapılmasını amaç ve gayesinin ortaya konması, usul ve kaidelerinin belirlenmesi ve ona gerekli adımların atılmasıdır.
Her Suffa Muallimi, bu manada beş şeyin iyice nabzını tutmalıdır. Nedir bu beş şey?
Muallim Olarak Kendinin
Talebe Olarak Meclis Arkadaşlarının
İçinde Bulunduğu Mevsim Olarak Zamanın
Derslerini Yaptığı Zemin Olarak Mekânın
Tüm Bunların Etkisiyle Şekillenecek Olan Hayatın
Muallim Olarak Kendinin Nabzını Tutarken şunlara dikkat etmeli:
Sağlam bir niyet muhasebesi
Selim bir merhamet ufku
Sabit bir dava aşkı
Sahih bir menhec/usul zemini
Sarsılmaz bir sabır azığı
Ebû Musa el-Eş’ârî naklediyor, diyor ki: “Biz Resulullah (sas) ile beraber oturuyorken Medine dışından bir adam yani bir bedevi geldi ve şöyle bir soru sordu: ‘Ya Resûlullah! Bir adam, bir savaşa ganimet elde etmek için çıksa, bir diğeri başkaları tarafından övülmek, anılmak, taltif görmek için çıksa, bir başkası mevki, makam, şan için yani kendi konumunu yüceltmek için çıksa ve bunlar için cihad etse, bunların hangisi Allah yolundadır?” Allah Resulü (sas) buyurdular ki: “Hiçbiri… Her kim sadece ve sadece Allah’ın kelimesi en yüce olsun diye savaşırsa, onunkisi Allah yolundadır.” (Buharî, Kitâbü’l-Cihâd, 16; Müslim, Kitâbü’l-İmâret, 42)
Abdullah b. Abbas (ra) naklediyor, diyor ki: “Bir adam geldi ve Resûlullah’a (sas) şöyle dedi: “Ya Resûlullah! Ben öyle bir yerde duruyorum ki hem Allah’ın rızasını çok ama çok istiyorum, hem de yaptığım hizmetlerin başkaları tarafından görülüp takdir edilmesini istiyorum.” Hz. Peygamber (sas) cevap olarak şu ayeti okudu: “Artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, salih ameller işlesin ve Rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın.” (Kehf, 110)
Talebe Olarak Meclis Arkadaşlarının Nabzını Tutarken şunlara dikkat edilmeli:
Tesis edilmesi gereken Haşyet
Artması gereken Heyecan
Kuşanılması gereken Hamiyet
Oluşması gereken Hassasiyet
Temsil edilmesi gereken Heybet
İçinde Bulunduğu Mevsim Olarak Zamanın Nabzını Tutarken şunlara dikkat edilmeli:
Mevsimi iyice anlayacak bir Marifet ufku
Doğru işi doğru zamanda yapacak bir Mükellefiyet ızdırabı
Muhatapların gönüllerine tesir edecek bir Muhabbet meltemi
Düşmanın oyunlarını bozacak bir Medine Stratejisi
Gündelik rüzgârlara kapılmayacak bir Medeniyet Şuuru
Derslerini Yaptığı Zemin Olarak Mekânın Nabzını Tutarken şunlara dikkat edilmeli:
Mekânları imkânlara dönüştürme adımları atılmalı!
Helal bir zeminin olmasına dikkat edilmeli!
Meşru vasıtalar kullanılmalı!
Şahitlik özelliği hiçbir zaman unutulmamalı!
Vefa görmek için vefalı davranılmalı!
Tüm Bunların Etkisiyle Şekillenecek Olan Hayatın Nabzını Tutarken şunlara dikkat edilmeli:
Ne kadar zor olursa olsun Müslümanca yaşama gayreti
Uydum kalabalığa demeyip, kitleleri şuurlandırma azmi
Güzellikleri kitaplarda bırakmayıp, hayata taşıyacak temsiliyet misali
Hikmetli bir usul ve üslup ile hakikatleri her zeminde tebliğ etme arzusu
Neticelere takılmadan, başarı hesaplarına odaklanmadan büyük hayallerle yürüme sevdası
“Abdullah b. Mes’ûd’un (ra) rivayetine göre de Hz. Peygamber (sas) bir gün: “İsrail oğullarının ilk eksikliği şöyle olmuştu: Onlardan birileri münker işleyen birini ilk gördüğünde ona bunu yapmasının helal olmadığını söylerdi. Ertesi gün o kimseyi aynı halde görmesine rağmen oturur, onunla yer, içerdi. Bunun üzerine Allah kalplerini birbirine çarptı.”
Daha sonra Hz. Peygamber Maide 78. ayetin başından 81.ayetin sonuna kadar okudu ve şöyle buyurdu: “Allah’a yemin ederim, ya iyiliği emreder kötülükten alıkoyar, kötülük işleyenin Hakkın dışına çıkmasına fırsat vermezsiniz. Yada Allah sizin de kalplerinizi birbirine çarpar. Onları lanetlediği gibi sizi de lanetler.” (Ebû Davud, Melahim,17; Tirmizî, Tefsir,5,6)
Videoyu izlemenizi tavsiye ederim:
http://www.siyervakfi.org/hayatin-nabzini-tutmak/
19 Şubat 2018 Pazartesi
Allah’ın (cc) Kelimesi Yücelsin Diye!
Bu derste Muhammed Emin Yıldırım hocamız, ‘İ’lâ-yi Kelimetullah’ ifadesinin üzerinde ciddi bir şekilde durarak, bizlere çok önemli mesajlar verdi.
Dersten Cümleler
“Eğer siz ona (Resûlullah’a) yardım etmezseniz (bu önemli değil); ona Allah yardım etmiştir: Hani, kâfirler onu, iki kişiden biri olarak (Ebu Bekir ile birlikte Mekke’den) çıkarmışlardı; hani onlar mağaradaydı; o, arkadaşına: ‘Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir!’ diyordu. Bunun üzerine Allah ona (sükûnet sağlayan) emniyetini indirdi, onu sizin görmediğiniz bir ordu ile destekledi. Ve kâfir olanların kelimesini/sözünü alçalttı, alçak kıldı. Allah’ın kelimesi/sözü ise zaten yücedir. Çünkü Allah üstündür, hikmet sahibidir.” (Tevbe Süresi, 40)
Bir davanın sahibi Allah (cc) ise kim o davayı durdurabilir ki?
Küfrün kelimeleri bütün dünyayı kaplasa bile alçaktır, değersizdir.
Küfrü alçaltan Allah (cc) olduğu için onu yüceltecek hiçbir güç yoktur.
Allah’ın (cc) kelimesi zaten yücedir, hiçbir beşer ona yücelik adına bir şey kazandıramaz.
Allah’ın (cc) kelimesi zaten yüce olduğu için, o kelimeye az yada çok hizmet eden yücelir.
Eninde, sonunda yükselecek olan kelime/dava, sadece ve sadece Allah’ın (cc) kelimesidir/davasıdır.
Cenneti yüreğinde taşımaya başlarsan, dünya cehennem olsa ne yazar!
Ebû Musa el-Eş’ârî naklediyor, diyor ki: “Biz Resulullah (sas) ile beraber oturuyorken Medine dışından bir adam yani bir bedevi geldi ve şöyle bir soru sordu: ‘Ya Resûlullah! Bir adam, bir savaşa ganimet elde etmek için çıksa, bir diğeri başkaları tarafından övülmek, anılmak, taltif görmek için çıksa, bir başkası mevki, makam, şan için yani kendi konumunu yüceltmek için çıksa ve bunlar için cihad etse, bunların hangisi Allah yolundadır?”
“Her kim sadece ve sadece Allah’ın kelimesi en yüce olsun diye savaşırsa, onunkisi Allah yolundadır.” (Buharî, Kitâbü’l-Cihâd, 16; Müslim, Kitâbü’l-İmâret, 42)
Abdullah b. Abbas (ra) naklediyor, diyor ki: “Bir adam geldi ve Resûlullah’a (sas) şöyle dedi: “Ya Resûlullah! Ben öyle bir yerde duruyorum ki hem Allah’ın rızasını çok ama çok istiyorum, hem de yaptığım hizmetlerin başkaları tarafından görülüp takdir edilmesini istiyorum.”
Hz. Peygamber (sas) cevap olarak şu ayeti okudu:
“Artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, salih ameller işlesin ve Rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın.” (Kehf, 110)
Şirkü’l-Asğar/Küçük Şirk yada Şirkü’l-Hafî/Gizli Şirk…
‘Ey Cübeyr! Bugün biz Allah’a kul olmayı terk eden bir topluluğun nasıl zelil bir duruma düştüğünü gördük. Korkarım ki yarın kulluğu gerçek manada yerine getiremeyelim de onların durumuna düşen biz olalım.”
Abdullah b. Abbas, ‘İ’lâ-yi Kelimetullah’ın La ilaha illallah Kelime-i Tayyibesi’ olduğunu söyler.
İ’lâ-yi Kelimetullah bir Müslüman için ne ifade eder?
1. İ’lâ-yi Kelimetullah, davaların en mukaddesidir.
2. İ’lâ-yi Kelimetullah, sevdaların en yücesidir.
3. İ’lâ-yi Kelimetullah, hedeflerin en yükseğidir.
4. İ’lâ-yi Kelimetullah, amellerin en bereketlisidir.
5. İ’lâ-yi Kelimetullah, hayallerin en güzelidir.
İ’lâ-yi Kelimetullah’ı bizler nasıl yüceltebiliriz?
1. Selim bir niyet, derin bir safvet ve engin bir sükûnetle
2. Büyük bir şefkat, eşsiz bir merhamet ve fevkalade bir fedakârlıkla
3. Doğru bir usul, düzgün bir üslup ve kuşatıcı bir lisanla
4. Güçlü bir iştiyak, sağlam bir hamiyet ve yakışır bir heybetle
5. Sarsılmaz bir istikamet, devamlı bir istikrar ve daimi bir istiğnayla
Üç sahabî efendimiz üzerinden örneklendirme:
Ukbe b. Âmir
Ukbe b. Nâfi
Abdullah b. Huzafe
Ukbe b. Âmir, Resulullah’ın (sas) mübarek lisanından bizlere 55 tane hadis rivayet etmiştir.
“Kim güzelce abdest alırsa, günahından temizlenerek annesinden yeni doğmuş gibi olur.” (Müslim, Tahâret, 33;Nesâî, Tahâret, 84)
“Kim Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmadan ölürse, Allah ona cennet kapılarını açar. O da istediği kapıdan cennete girer. Cennetin sekiz kapısı vardır.”
“Ey Allah’ın Resûlü! Anam babam size feda olsun! Niçin benden yüzünüzü çeviriyorsunuz?”dedim. Resûl-i Ekrem Efendimiz: “Sence bir kişinin istifadesi mi daha kıymetli, yoksa 12 kişinin mi?” buyurdu. Hatamı anladım, hemen kalkıp; develerin başına doğru koştum.” (Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, 9/307)
“Allah’ım! Eğer karşıma şu uçsuz bucaksız denizi çıkarmasaydın, senin yüce olan adını, gidebileceğim en son noktaya kadar götürecektim!”
Ukbe b. Nâfi, uzun bir ömrü olduğu için, Hicri 62’de vefat emiştir; birçok sefere ve cihada katılmıştır.
“Ey Allah’ın yarattığı hayvanlar! Bizler Resulullah’ın ashabıyız. Allah’ın yüce olan kelimesini gidebileceğimiz en son noktaya kadar götürmekle mükellefiz. Çekilin önümüzden, bize engel olmayın ki vazifemizi yerine getirelim.”
Abdullah b. Huzafe: “Değil bütün Bizans topraklarını, Arap ve Acem topraklarını da versen, bir an olsun dinimden dönmem!” Kral: “Öyleyse öldürüleceksiniz!” dedi. Hz. Abdullah ise: “Buna gücünüz yetebilir. Ama imanımı kalbimden çıkarıp atamazsınız!” diye cevap verdi.
“Ben korkumdan ağlamış değilim. Biz Müslümanlar, Allah yolunda ölümden korkmayız. Benim ağlamamın sebebi şudur ki, şimdi şehit olup gideceğim. Keşke beni bir tane değil, bin tane canım olsaydı ve her gün birini Allah yoluna kurban verseydim.”
Hz. Abdullah, başından geçenleri gözyaşları içerisinde Halife Hz. Ömer’e anlattı. Hz. Ömer, Abdullah’ı tebrik etti ve orada bulunan Müslümanlara hitaben: “Abdullah, kralın başından öperek 80 Müslüman kardeşimizin kurtuluşuna vesile olmuştur. Onun için, Abdullah’ın başından öpmek, her Müslüman’a bir vazifedir. İşte ilk önce ben öpüyorum!” dedi ve başından öptü. (İbn Esir, Üsdü’l-Ğabe, 3/142; İbn Hacer, el-İsâbe, 2/297)
Ebû Said el-Hudri (radiyallahu anh) anlatıyor: “Bir gün Resûlullah aleyhissalatu vesselam bize ikindi namazı kıldırdı. Sonra bir hutbede bulundu. Bu hutbede, Kıyamet vaktine kadar olacak birçok şeyi bize haber verdi. Bunu belleyen belledi, unutan unuttu. Söyledikleri arasında şunlarda vardı:“Dünya caziptir, tatlıdır. Allah sizi buraya halife olarak göndermiştir, nasıl amel edeceğinize bakmaktadır. Aman uyanık olun, dünyadan kaçının, kadından kaçının. Aman uyanık olun! İnsanlardan korkarak hakikati gizlemeyin; korkarak hakikatin üstünü örtmeyin.”
Tam burada rivayeti aktaran ravi diyor ki: Ebû Said el-Hudri ağladı ve sonra sözlerine devam etti: “Vallahi öyle şeyler gördük ki, korktuk. Resûlullah’ın söyledikleri arasında şu da vardı: “Haberiniz olsun! Kıyamet günü, her bir vefasız için vefasızlığı nispetinde bir bayrak dikilecektir. Devlet reisinin/Müslümanların başındaki idarecinin vefasızlığından daha büyük bir vefasızlık olmayacaktır. Onun bayrağı hemen yanı başına dikilecektir.”
Ebû Said el-Hudri devam ediyor, diyor ki: “O günkü işittiklerimizin arasında şunlarda vardı: “Resûlullah (sas) dedi ki: “Haberiniz olsun! İnsanoğlu çok çeşitli tabakalar halinde, farklı farklı yaratılmıştır: Onlardan kimi vardır; Mü’min olarak doğar, Mü’min olarak yaşar, ama kâfir olarak olur. Kimisi vardır, kâfir olarak doğar, kâfir olarak yaşar, ama mü’min olarak ölür. Kimisi de vardır ki, kâfir olarak doğar, kâfir olarak yaşar ve yine kâfir olarak ölür.” (Tirmizi, Fiten, 26)
Videoyu izlemenizi tavsiye ederim:
http://www.siyervakfi.org/allahin-cc-kelimesi-yucelsin-diye-cihad-ahlaki/
Dersten Cümleler
“Eğer siz ona (Resûlullah’a) yardım etmezseniz (bu önemli değil); ona Allah yardım etmiştir: Hani, kâfirler onu, iki kişiden biri olarak (Ebu Bekir ile birlikte Mekke’den) çıkarmışlardı; hani onlar mağaradaydı; o, arkadaşına: ‘Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir!’ diyordu. Bunun üzerine Allah ona (sükûnet sağlayan) emniyetini indirdi, onu sizin görmediğiniz bir ordu ile destekledi. Ve kâfir olanların kelimesini/sözünü alçalttı, alçak kıldı. Allah’ın kelimesi/sözü ise zaten yücedir. Çünkü Allah üstündür, hikmet sahibidir.” (Tevbe Süresi, 40)
Bir davanın sahibi Allah (cc) ise kim o davayı durdurabilir ki?
Küfrün kelimeleri bütün dünyayı kaplasa bile alçaktır, değersizdir.
Küfrü alçaltan Allah (cc) olduğu için onu yüceltecek hiçbir güç yoktur.
Allah’ın (cc) kelimesi zaten yücedir, hiçbir beşer ona yücelik adına bir şey kazandıramaz.
Allah’ın (cc) kelimesi zaten yüce olduğu için, o kelimeye az yada çok hizmet eden yücelir.
Eninde, sonunda yükselecek olan kelime/dava, sadece ve sadece Allah’ın (cc) kelimesidir/davasıdır.
Cenneti yüreğinde taşımaya başlarsan, dünya cehennem olsa ne yazar!
Ebû Musa el-Eş’ârî naklediyor, diyor ki: “Biz Resulullah (sas) ile beraber oturuyorken Medine dışından bir adam yani bir bedevi geldi ve şöyle bir soru sordu: ‘Ya Resûlullah! Bir adam, bir savaşa ganimet elde etmek için çıksa, bir diğeri başkaları tarafından övülmek, anılmak, taltif görmek için çıksa, bir başkası mevki, makam, şan için yani kendi konumunu yüceltmek için çıksa ve bunlar için cihad etse, bunların hangisi Allah yolundadır?”
“Her kim sadece ve sadece Allah’ın kelimesi en yüce olsun diye savaşırsa, onunkisi Allah yolundadır.” (Buharî, Kitâbü’l-Cihâd, 16; Müslim, Kitâbü’l-İmâret, 42)
Abdullah b. Abbas (ra) naklediyor, diyor ki: “Bir adam geldi ve Resûlullah’a (sas) şöyle dedi: “Ya Resûlullah! Ben öyle bir yerde duruyorum ki hem Allah’ın rızasını çok ama çok istiyorum, hem de yaptığım hizmetlerin başkaları tarafından görülüp takdir edilmesini istiyorum.”
Hz. Peygamber (sas) cevap olarak şu ayeti okudu:
“Artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, salih ameller işlesin ve Rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın.” (Kehf, 110)
Şirkü’l-Asğar/Küçük Şirk yada Şirkü’l-Hafî/Gizli Şirk…
‘Ey Cübeyr! Bugün biz Allah’a kul olmayı terk eden bir topluluğun nasıl zelil bir duruma düştüğünü gördük. Korkarım ki yarın kulluğu gerçek manada yerine getiremeyelim de onların durumuna düşen biz olalım.”
Abdullah b. Abbas, ‘İ’lâ-yi Kelimetullah’ın La ilaha illallah Kelime-i Tayyibesi’ olduğunu söyler.
İ’lâ-yi Kelimetullah bir Müslüman için ne ifade eder?
1. İ’lâ-yi Kelimetullah, davaların en mukaddesidir.
2. İ’lâ-yi Kelimetullah, sevdaların en yücesidir.
3. İ’lâ-yi Kelimetullah, hedeflerin en yükseğidir.
4. İ’lâ-yi Kelimetullah, amellerin en bereketlisidir.
5. İ’lâ-yi Kelimetullah, hayallerin en güzelidir.
İ’lâ-yi Kelimetullah’ı bizler nasıl yüceltebiliriz?
1. Selim bir niyet, derin bir safvet ve engin bir sükûnetle
2. Büyük bir şefkat, eşsiz bir merhamet ve fevkalade bir fedakârlıkla
3. Doğru bir usul, düzgün bir üslup ve kuşatıcı bir lisanla
4. Güçlü bir iştiyak, sağlam bir hamiyet ve yakışır bir heybetle
5. Sarsılmaz bir istikamet, devamlı bir istikrar ve daimi bir istiğnayla
Üç sahabî efendimiz üzerinden örneklendirme:
Ukbe b. Âmir
Ukbe b. Nâfi
Abdullah b. Huzafe
Ukbe b. Âmir, Resulullah’ın (sas) mübarek lisanından bizlere 55 tane hadis rivayet etmiştir.
“Kim güzelce abdest alırsa, günahından temizlenerek annesinden yeni doğmuş gibi olur.” (Müslim, Tahâret, 33;Nesâî, Tahâret, 84)
“Kim Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmadan ölürse, Allah ona cennet kapılarını açar. O da istediği kapıdan cennete girer. Cennetin sekiz kapısı vardır.”
“Ey Allah’ın Resûlü! Anam babam size feda olsun! Niçin benden yüzünüzü çeviriyorsunuz?”dedim. Resûl-i Ekrem Efendimiz: “Sence bir kişinin istifadesi mi daha kıymetli, yoksa 12 kişinin mi?” buyurdu. Hatamı anladım, hemen kalkıp; develerin başına doğru koştum.” (Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, 9/307)
“Allah’ım! Eğer karşıma şu uçsuz bucaksız denizi çıkarmasaydın, senin yüce olan adını, gidebileceğim en son noktaya kadar götürecektim!”
Ukbe b. Nâfi, uzun bir ömrü olduğu için, Hicri 62’de vefat emiştir; birçok sefere ve cihada katılmıştır.
“Ey Allah’ın yarattığı hayvanlar! Bizler Resulullah’ın ashabıyız. Allah’ın yüce olan kelimesini gidebileceğimiz en son noktaya kadar götürmekle mükellefiz. Çekilin önümüzden, bize engel olmayın ki vazifemizi yerine getirelim.”
Abdullah b. Huzafe: “Değil bütün Bizans topraklarını, Arap ve Acem topraklarını da versen, bir an olsun dinimden dönmem!” Kral: “Öyleyse öldürüleceksiniz!” dedi. Hz. Abdullah ise: “Buna gücünüz yetebilir. Ama imanımı kalbimden çıkarıp atamazsınız!” diye cevap verdi.
“Ben korkumdan ağlamış değilim. Biz Müslümanlar, Allah yolunda ölümden korkmayız. Benim ağlamamın sebebi şudur ki, şimdi şehit olup gideceğim. Keşke beni bir tane değil, bin tane canım olsaydı ve her gün birini Allah yoluna kurban verseydim.”
Hz. Abdullah, başından geçenleri gözyaşları içerisinde Halife Hz. Ömer’e anlattı. Hz. Ömer, Abdullah’ı tebrik etti ve orada bulunan Müslümanlara hitaben: “Abdullah, kralın başından öperek 80 Müslüman kardeşimizin kurtuluşuna vesile olmuştur. Onun için, Abdullah’ın başından öpmek, her Müslüman’a bir vazifedir. İşte ilk önce ben öpüyorum!” dedi ve başından öptü. (İbn Esir, Üsdü’l-Ğabe, 3/142; İbn Hacer, el-İsâbe, 2/297)
Ebû Said el-Hudri (radiyallahu anh) anlatıyor: “Bir gün Resûlullah aleyhissalatu vesselam bize ikindi namazı kıldırdı. Sonra bir hutbede bulundu. Bu hutbede, Kıyamet vaktine kadar olacak birçok şeyi bize haber verdi. Bunu belleyen belledi, unutan unuttu. Söyledikleri arasında şunlarda vardı:“Dünya caziptir, tatlıdır. Allah sizi buraya halife olarak göndermiştir, nasıl amel edeceğinize bakmaktadır. Aman uyanık olun, dünyadan kaçının, kadından kaçının. Aman uyanık olun! İnsanlardan korkarak hakikati gizlemeyin; korkarak hakikatin üstünü örtmeyin.”
Tam burada rivayeti aktaran ravi diyor ki: Ebû Said el-Hudri ağladı ve sonra sözlerine devam etti: “Vallahi öyle şeyler gördük ki, korktuk. Resûlullah’ın söyledikleri arasında şu da vardı: “Haberiniz olsun! Kıyamet günü, her bir vefasız için vefasızlığı nispetinde bir bayrak dikilecektir. Devlet reisinin/Müslümanların başındaki idarecinin vefasızlığından daha büyük bir vefasızlık olmayacaktır. Onun bayrağı hemen yanı başına dikilecektir.”
Ebû Said el-Hudri devam ediyor, diyor ki: “O günkü işittiklerimizin arasında şunlarda vardı: “Resûlullah (sas) dedi ki: “Haberiniz olsun! İnsanoğlu çok çeşitli tabakalar halinde, farklı farklı yaratılmıştır: Onlardan kimi vardır; Mü’min olarak doğar, Mü’min olarak yaşar, ama kâfir olarak olur. Kimisi vardır, kâfir olarak doğar, kâfir olarak yaşar, ama mü’min olarak ölür. Kimisi de vardır ki, kâfir olarak doğar, kâfir olarak yaşar ve yine kâfir olarak ölür.” (Tirmizi, Fiten, 26)
Videoyu izlemenizi tavsiye ederim:
http://www.siyervakfi.org/allahin-cc-kelimesi-yucelsin-diye-cihad-ahlaki/
18 Şubat 2018 Pazar
Vazifesi Sahabe Mesleği Olan Bir Alim
Dersten başlıca notlar:
“Salihlerin anıldığı meclise rahmet yağar.” (Müsned, Ahmed b. Hanbel)
Alimler peygamberlerin varisleridir. Biz hangi alimden bahsedersek bahsedelim bir verasetten bahsederiz. Cenab-ı Hak 14 asırlık zaman içerisinde çok alim nasip etti. Alimler bizim yolumuzu aydınlatan rehberlerdir.
Sahabeden çok alim vardır. Bunlar da kendilerinden sonra gelen Tabiin nesline sancağı devrettiler. Onların arkasından gelen Etbai Tabiin nesli de tabiin neslinden aldı ve bu sancak günümüze kadar geldi.
“Bir alimde olması gereken vasıflar” dediğimiz zaman 5 kavram çıkar karşımıza. Alim, sadece malumat sahibi kişi demek değildir.
1. Haşyet: Eğer haşyet olmazsa gerçek manada alimlikten bahsedilemez.
2. Celâdet: Alime celadet yakışır. Hakkı haykıracağı yerde hiç korkmadan haykıracaktır.
3. Salâbet: Rüzgâr ne kadar eserse essin sarsılmadan durabilendir. İstikamet çizgisini koruyabilmektir. Bu ancak salâbetle olur.
4. Verâset: Rasûlullah’tan (sav) aldığı dini, büyük bir sadakatle, en ufak taviz vermeden kendinden sonraki nesle aktarır.
5. Zürriyet: Zürriyet deyince günümüzde salt manada anlaşılan “nesil” manası aklınıza gelmesin. Onlarca evlenmemiş alim vardır. Biz onlarca evlenmemiş alim biliyoruz ki zürriyeti devam etmiş. Onlara hakikat adına bağlanmışsanız maneviyat adına onun evladı sayılırsınız.
Unutmayalım ki Kur’an-ı Kerim bize ilaçları verir, Hz. Peygamber (sas) hangi ilacın hangi hastalığa iyi geleceğini gösterir, Sahabe (ra) o ilaçlar kullanılarak nasıl iyileşeceğini öğretirler. Alimler de bunu öğrenip, kavrayıp bize aktarırlar.
Gelin bir zamana gidelim. Osmanlı son zamanları, İslam adına ümitlerin tükendiği bir zamandır. “Şu istikbal-i inkılabat içinde en gür seda İslam’ın sedası olacaktır” nidasını haykırabilmiştir. Sadece ümitler yeşersin diye değil ilerde gerçekleşecek bu hakikati aktararak mesleğini sahabe mesleği olduğunu haykırır.
Sahabeyi Üstad bize 3 kavramla anlatır. Bu üç kavram şunlardır.
İnsibağ: Boyalanmak. Allah Resulünün (sas) elinde olan vahiy fırçasıyla, Allah’ın boyasıyla boyalanmaktır.
İn’ikas: Yansıtmak. Peygamber, dünyasında neyi yaşamışsa bize yansıtırlar. O aynaya bakarsanız peygamberin yaşantısı görülür. İdeal kulluğu biz onlardan öğreniriz.
İnzicab: Coşmak. Kur’anla, vahiyle muhatap olduktan sonra coştuklarında, atlarına binerek “Davam! Davam!” diyerek kendilerini dahi unutarak koşmuşlardır.
Sahabe mesleği deyince ne anlıyoruz?
1. Sahabe mesleği davaların en büyüğü olarak kendine iman davasını seçen bir meslektir. Allah Resulünün (sas) davası, Risâlet davasıdır. İman hakikatlerinin muhataplara aktarılma davasıdır. Eğer bizim davamız bu değilse sahabeyle bizim bağlantımız kesilmiştir. Bütün mesele iman hakikatlerini duyurma meselesidir. Onun davası da risalelerdir. İman hakikatleri adına bilgileri ihtiva eder.
2. Sahabe mesleği, kurtulma derdi olduğu için kurtarma adına çırpınmayı kendine asli iş olarak belirleyen bir meslektir. Sahabeler bu dini aldıktan sonra birçoğu bir daha Medine yüzü görmediler. İlâ’yi Kelimetullah’ı yayma adına dağıldılar. Öylelerini okuyoruz ki küfür toprakları olan uç topraklarda vefat etmişlerdi. 124 bin sahabe içerisinde sadece 10 bininin Medine’de metfun olduğunu bilsek, bu meselenin ne kadar ehemmiyetli olduğunu görürüz. Şahıs bu davayı aldığı zaman önce kendini kurtarmak adına çalışır ve hemen arkasından başkalarını kurtarma adına çırpınmaya başlar. “Karşımda müthiş bir yangın var içinde evladım yanıyor.” Şu an yeryüzünde onlarca insan ölüyor. Biz, onlar iman hakikatleriyle buluşmadığı için sarsılmıyorsak bu işin anca dedikodusunu yapmış oluruz.
3. Sahabe mesleği; hiçbir olumsuzluğa takılmadan, bahanelere sarılmadan, çölde gül yetiştirme derdini kendine dert olarak edinen bir meslektir. Bahanelere sarılırsak Allah o bahanelere bizi mahkum eder. Eğer biz hedefimize kilitlenirsek Allah karşımızdaki dağları vadi yapacaktır.
4. Sahabe mesleği, her durumda müspet hareketi korumaya çalışan, şartlara göre değil usule göre hareket etmeyi kendine temel esas olarak kabul eden meslektir. Efendimiz (sas) bize doğru işi doğru zamanda yapmayı öğretir. Üstadın da hayatının gayesinde Medreset’üz-Zehra hayalini kuruyor çünkü o günün doğru işi buydu. Medreset’üz-Zehra’yı sadece binadan oluşan bir medrese olarak hayal etmeyin. Medreset’üz-Zehra hayali gerçekleşmiştir. Arapçayı vacip, Türkçeyi Lazım, Kürtçeyi caiz kabul eden bir eğitim modelini karşımıza çıkarıyordu. Düşünün bu proje bugün hayat bulsaydı terör belası karşımıza çıkar mıydı?
5. Sahabe mesleği, dünyevi hiçbir beklentiye girmeden hizmet burada, ücret orada ilkesini kendine en büyük ilke telkin eden bir meslektir. Sen Risâlet davası diyorsan gönülde iki sevda olmaz. Birileri “ne güzel koştu” desin diye, birileri “ne güzel konuşuyor” desin diye hareket edersen ücretini burada almış olursun. Bu riyadır ve Allah Resulü (sas) buna küçük şirk demiştir. Risalelerin sahibi de bu ufku yakalayarak “Ben beni beğenmiyorum, beni beğeneni de beğenmiyorum” diyor. Dünyaları değiştirmek isteyen adam olmak istiyorsan dünyadan hiçbir şey beklememen gerekiyor. Eğer böyle olursanız sahabilerle aynı mesleği paylaşmış olursunuz.
Üstadın 82 yıllık ömrünü şöyle özetleyebiliriz.
Mesleği; Sahabe mesleği
Hayali: Medresetü’z Zehra
Davası: İman hakikatleri
Derdi: Milletinin selameti
Dünyası: Sırtındaki bohçası
Menheci: Suffa mektebi
Ahlakı: Peygamber ahlakı
Akıbeti: Meçhul bir kabir
Terekesi: Milyonlara varan bir iman hizmetidir.
“Salihlerin anıldığı meclise rahmet yağar.” (Müsned, Ahmed b. Hanbel)
Alimler peygamberlerin varisleridir. Biz hangi alimden bahsedersek bahsedelim bir verasetten bahsederiz. Cenab-ı Hak 14 asırlık zaman içerisinde çok alim nasip etti. Alimler bizim yolumuzu aydınlatan rehberlerdir.
Sahabeden çok alim vardır. Bunlar da kendilerinden sonra gelen Tabiin nesline sancağı devrettiler. Onların arkasından gelen Etbai Tabiin nesli de tabiin neslinden aldı ve bu sancak günümüze kadar geldi.
“Bir alimde olması gereken vasıflar” dediğimiz zaman 5 kavram çıkar karşımıza. Alim, sadece malumat sahibi kişi demek değildir.
1. Haşyet: Eğer haşyet olmazsa gerçek manada alimlikten bahsedilemez.
2. Celâdet: Alime celadet yakışır. Hakkı haykıracağı yerde hiç korkmadan haykıracaktır.
3. Salâbet: Rüzgâr ne kadar eserse essin sarsılmadan durabilendir. İstikamet çizgisini koruyabilmektir. Bu ancak salâbetle olur.
4. Verâset: Rasûlullah’tan (sav) aldığı dini, büyük bir sadakatle, en ufak taviz vermeden kendinden sonraki nesle aktarır.
5. Zürriyet: Zürriyet deyince günümüzde salt manada anlaşılan “nesil” manası aklınıza gelmesin. Onlarca evlenmemiş alim vardır. Biz onlarca evlenmemiş alim biliyoruz ki zürriyeti devam etmiş. Onlara hakikat adına bağlanmışsanız maneviyat adına onun evladı sayılırsınız.
Unutmayalım ki Kur’an-ı Kerim bize ilaçları verir, Hz. Peygamber (sas) hangi ilacın hangi hastalığa iyi geleceğini gösterir, Sahabe (ra) o ilaçlar kullanılarak nasıl iyileşeceğini öğretirler. Alimler de bunu öğrenip, kavrayıp bize aktarırlar.
Gelin bir zamana gidelim. Osmanlı son zamanları, İslam adına ümitlerin tükendiği bir zamandır. “Şu istikbal-i inkılabat içinde en gür seda İslam’ın sedası olacaktır” nidasını haykırabilmiştir. Sadece ümitler yeşersin diye değil ilerde gerçekleşecek bu hakikati aktararak mesleğini sahabe mesleği olduğunu haykırır.
Sahabeyi Üstad bize 3 kavramla anlatır. Bu üç kavram şunlardır.
İnsibağ: Boyalanmak. Allah Resulünün (sas) elinde olan vahiy fırçasıyla, Allah’ın boyasıyla boyalanmaktır.
İn’ikas: Yansıtmak. Peygamber, dünyasında neyi yaşamışsa bize yansıtırlar. O aynaya bakarsanız peygamberin yaşantısı görülür. İdeal kulluğu biz onlardan öğreniriz.
İnzicab: Coşmak. Kur’anla, vahiyle muhatap olduktan sonra coştuklarında, atlarına binerek “Davam! Davam!” diyerek kendilerini dahi unutarak koşmuşlardır.
Sahabe mesleği deyince ne anlıyoruz?
1. Sahabe mesleği davaların en büyüğü olarak kendine iman davasını seçen bir meslektir. Allah Resulünün (sas) davası, Risâlet davasıdır. İman hakikatlerinin muhataplara aktarılma davasıdır. Eğer bizim davamız bu değilse sahabeyle bizim bağlantımız kesilmiştir. Bütün mesele iman hakikatlerini duyurma meselesidir. Onun davası da risalelerdir. İman hakikatleri adına bilgileri ihtiva eder.
2. Sahabe mesleği, kurtulma derdi olduğu için kurtarma adına çırpınmayı kendine asli iş olarak belirleyen bir meslektir. Sahabeler bu dini aldıktan sonra birçoğu bir daha Medine yüzü görmediler. İlâ’yi Kelimetullah’ı yayma adına dağıldılar. Öylelerini okuyoruz ki küfür toprakları olan uç topraklarda vefat etmişlerdi. 124 bin sahabe içerisinde sadece 10 bininin Medine’de metfun olduğunu bilsek, bu meselenin ne kadar ehemmiyetli olduğunu görürüz. Şahıs bu davayı aldığı zaman önce kendini kurtarmak adına çalışır ve hemen arkasından başkalarını kurtarma adına çırpınmaya başlar. “Karşımda müthiş bir yangın var içinde evladım yanıyor.” Şu an yeryüzünde onlarca insan ölüyor. Biz, onlar iman hakikatleriyle buluşmadığı için sarsılmıyorsak bu işin anca dedikodusunu yapmış oluruz.
3. Sahabe mesleği; hiçbir olumsuzluğa takılmadan, bahanelere sarılmadan, çölde gül yetiştirme derdini kendine dert olarak edinen bir meslektir. Bahanelere sarılırsak Allah o bahanelere bizi mahkum eder. Eğer biz hedefimize kilitlenirsek Allah karşımızdaki dağları vadi yapacaktır.
4. Sahabe mesleği, her durumda müspet hareketi korumaya çalışan, şartlara göre değil usule göre hareket etmeyi kendine temel esas olarak kabul eden meslektir. Efendimiz (sas) bize doğru işi doğru zamanda yapmayı öğretir. Üstadın da hayatının gayesinde Medreset’üz-Zehra hayalini kuruyor çünkü o günün doğru işi buydu. Medreset’üz-Zehra’yı sadece binadan oluşan bir medrese olarak hayal etmeyin. Medreset’üz-Zehra hayali gerçekleşmiştir. Arapçayı vacip, Türkçeyi Lazım, Kürtçeyi caiz kabul eden bir eğitim modelini karşımıza çıkarıyordu. Düşünün bu proje bugün hayat bulsaydı terör belası karşımıza çıkar mıydı?
5. Sahabe mesleği, dünyevi hiçbir beklentiye girmeden hizmet burada, ücret orada ilkesini kendine en büyük ilke telkin eden bir meslektir. Sen Risâlet davası diyorsan gönülde iki sevda olmaz. Birileri “ne güzel koştu” desin diye, birileri “ne güzel konuşuyor” desin diye hareket edersen ücretini burada almış olursun. Bu riyadır ve Allah Resulü (sas) buna küçük şirk demiştir. Risalelerin sahibi de bu ufku yakalayarak “Ben beni beğenmiyorum, beni beğeneni de beğenmiyorum” diyor. Dünyaları değiştirmek isteyen adam olmak istiyorsan dünyadan hiçbir şey beklememen gerekiyor. Eğer böyle olursanız sahabilerle aynı mesleği paylaşmış olursunuz.
Üstadın 82 yıllık ömrünü şöyle özetleyebiliriz.
Mesleği; Sahabe mesleği
Hayali: Medresetü’z Zehra
Davası: İman hakikatleri
Derdi: Milletinin selameti
Dünyası: Sırtındaki bohçası
Menheci: Suffa mektebi
Ahlakı: Peygamber ahlakı
Akıbeti: Meçhul bir kabir
Terekesi: Milyonlara varan bir iman hizmetidir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)