İnsan, Rabbimizin en güzel fıtratta yarattığı, akıl, idrak ve irade bahşettiği mükerrem varlıktır. Yaratan, hem bedenini hem de çevresini sayısız nimetlerle donattığı bu varlığı hayatın içine başıboş bırakmamıştır. Ona, dönüşün kendisine olduğunu hatırlatmış ve ondan huzuruna alnı ak çıkacak şekilde bir hayat sürmesini, ömür sermayesini hesabını verecek şekilde harcamasını istemiştir:
“Yeryüzünü size boyun eğdiren, onu sizin emrinize âmâde kılan O’dur. Dağlarında, ovalarında, vadilerinde, sırtlarında gezin, dolaşın. Allah’ın bahşeylediği rızıklardan yiyin ve bilin ki dönüş O’nadır.” (Mülk 67/ 15)
Ayet-i kerîme hayatın bir özeti gibidir. Bu öz ifadeleri biraz açarsak dile getirilen şudur: Yeryüzü, bütün nimetleriyle sizler için yaratılmış, hizmetinize, istifadenize sunulmuştur. Dağlarında, ovalarında, bağlarında, bahçelerinde, çarşılarında, pazarlarında, köyünde, kentinde gezin, dolaşın. Ekin, biçin, alın, satın, çalışın, gayret edin, kazanın, yiyin, yedirin, rızıklarından istifade edin... Ancak bütün bunları yaparken, dönüşün Allah’a ait olduğunu sakın unutmayın! Dünya hayatında bütün yapılanların muhasebeden geçeceğini aklınızdan çıkarmayın. Dünya hayatını, hesabını verecek, Allah’ın huzuruna çıkacak şekilde yaşayın. Buna göre kazanın, buna göre harcayın, hayatınızın bütününe buna göre yön verin. Kendinize buna göre bir yaşayış çerçevesi çizin. Dünyadaki yaşayışınızın ahiretinizi şekillendireceğini aklınızdan çıkarmayın.
İnsanoğluna hem dünya hem ahiret saadetini elde edecek hayat nizamı kurmasını emreden Hâkim-i Mutlak, onu bu yönde yol göstericisiz, nizamsız ve öndersiz bırakmamıştır. Bunun için rasuller göndermiş, bunun için hükümler koymuş, bunun için hayatın her dilimini kuşatan nizam indirmiştir. İşlenecek hatalara, meydana gelecek sapmalara karşı da müeyyideler koymuş ve insanları uyarmıştır:
“Sonra seni hayat nizamı olarak bir şeriat üzerine kıldık, sen ona tabi ol. Bilmeyenlerin arzu, hevâ ve heveslerine uyma.” (Câsiye Sûresi 45 / 18).
Bu ayet-i kerîme, hakka giden yolun, takip edilecek hattın Rabbimizin hükümlerle çerçevelediği yol olduğunu son derece açık, kesin ve öz olarak vurgulayan ayetlerdendir. Emri kesin olduğu gibi, nehyi de iki noktada oldukça dikkat çekicidir:
Bunlardan birincisi; ayette “arzu ve hevâlarına uyma” vurgusunun yapılmasıdır. Bu vurgu, çıkarılan ve uygulanan birçok kanun ve kararların içinde nefis arzularının, yanılgıların, aldanışların, hevânın tesirinin var oluşu sebebiyledir. Asırlar boyu da böyle var olmuştur.
Dünya değişmiş, imkânlar çoğalmış ve genişlemiş, ilim ve teknik ilerlemiş, hukuk alanında ciltler dolusu kitaplar yazılmış, yorumlar yapılmış ancak hevâ ve hevesin kanunlara tesiri ortadan kalkmamış, kaldırılamamıştır. Zaten insanları ilahî kanunlar dışına nefis arzuları ve hırslar çıkartmıştır.
Dünyanın birçok ülkesinde zinanın suç sayılamayışının, namus ve iffet anlayışının ciddi şekilde mana kaybına uğramasının başka bir izahı var mıdır? İçki neden 18 yaşından küçüklere yasaktır da 18 yaşından büyüklere serbesttir? Bar ve pavyonlar, içkili balolar neden çağdaşlığın alametlerinden sayılır oldu da insanın Rabbine secde edişi, emr-i ilâhîye uyarak başını örtüşü yadırganır hale geldi? Hatta işten, okuldan atılmaya, hak kayıplarına sebep sayıldı?.. Neden dünyada faizsiz bir iktisadî nizam düşünülemez hale geldi? Faizi tefeciler yapınca çirkindir de, bankalar ve devlet yapınca güzel midir? Bu anlayış nereden ve nasıl çıktı?
Daha umumî bir ifadeyle, günümüzde kitaplar dolduran beşerî kanunların gerçek ölçüsü, bütünüyle adalet, hakkaniyet, dürüstlük ve her hak sahibine hakkının ulaşması mıdır?..
Bu soruların elbette sayfalarca uzaması mümkündür. Üzerinde düşünmeye vesile olur duygusuyla bu kadarla iktifa ediyoruz.
İkincisi ise; ayette çok şey bildiklerini zanneden bu insanların bilgisizliklerine vurgu yapılışıdır. İlahî nizamı bilmeyen insan, durumu, rütbesi ve unvanı ne olursa olsun cahildir. Rabbini bilmeyen, üzerindeki nimetin kadrini idrak etmeyen, kendi akıl ve zekâ hudutlarını tayin edemeyen, her bilenin üzerinde bir başka bilenin bulunduğu şuurunda olmayan, Yaradan’ın bilgisi ve kudreti karşısında yaratılanın bilgi derecesini ve aczini takdir edemeyen insan, bilgisizdir. Üstelik bilmediğini bilmeyen cüretkârdır, çok defa hevâ ve heveslerinin kuludur; şahsî menfaatlerine teslimkârdır.
Bir ilim ve irfan büyüğünün babası vefat etmiştir. İlim ehlinin bağlıları ve hürmetkâr talebeleri onu memnun etme arzusu ile sormuşlardır: “Babanızın kabri üzerine güzel bir kubbe yapalım mı?” cevap şöyle gelmiştir: “Gök kubbeden daha büyük ve güzel olacaksa evet. Olmayacaksa bırakın gök kubbenin altında yatsın.”
Rabbimizin kanunları gök kubbe ise beşer kanunları beşer eliyle yapılan çatılar kadar bile değildir. Bu hakikat unutulmamalıdır.
Helal ve haramların, emir ve yasakların, özetle bütün hükmün asıl kaynağı, sonsuz kudret sahibi ve yarattığı kulun duygularını, düşüncelerini, nefsî arzularını, iç dünyasını, dış dünyasını, bugününü, yarını bilen Allah’a aittir. O, alîmdir, habîrdir, hakîmdir…
“Yaratan hiç bilmez mi? O, en ince işleri bilen, her şeyden her yönüyle haberdar olandır.” (Mülk Sûresi 67/ 14)
“Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını, verdiği vesveseleri biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf Sûresi / 16)
Çok defa kendi arzu, heves ve hırslarının yönlendirmesi ile hareket eden, çevre tesirlerinden kendisini kurtaramayan, emellerine ulaşmak için bahaneler arayan, her birinin beyninde ve gönlünde farklı fırtınaların estiği insanoğlunun kendi düşünce, arzu, istek ve kararlarını, kendisini var eden ve ona sayısız nimetler bahşeden Mevlâ’nın hükümlerinin önüne geçirmesi yaratıcısına isyandan başka bir şey değildir. Üstelik o hükümleri incelemeden, temel esaslarına inmeden, insan hayatına tesirini ölçmeden, kendisine bırakılan alanı tespit etmeden, korunması gereken ana unsurları kavramadan…
“Yoksa onlar cahiliye hükümlerini mi arzu edip istiyorlar? Hakikaten anlayan, hakka ve hakikate teslim olan bir millet için Allah’ın hükümlerinden daha iyi, daha güzel kimin hükmü olabilir?” (Mâide 5/ 50)
“Arzu, hevâ ve hırs” kelimelerinden uzaklaşarak hukuk sistemini tarafsız bir tavırla tahlil etmek gerekirse dile getirilmesi gerekenleri şöyle özetleyebiliriz: İnsan fıtratına en uygun, insanın haklarını, şahsiyet ve onurunu en iyi koruyan, hakkaniyet tayininde ve cezalandırmada en adil ve en caydırıcı, insanların meyillerini bilerek önceden tedbir alan, fertlere ve cemiyete güven duygusu ve huzur veren, o huzuru koruyan, doğruya doğru, yanlışa yanlış diyen hukuk sistemi, arzu edilen hukuk sistemi olmalıdır. Şahıstan şahsa değişmemeli, çabucak yıpranıp pörsümemeli, sündürülerek sağa sola çekiştirmeye, asıl mecrasından çıkarılmaya uygun olmamalı, hükmeden hâkime de, hükmedilen mahkûma da, şahid olana da ön yargılardan uzak olarak düşündüğünde gönül huzuru vermelidir. Her fert, daha muhakeme edilmeden âdil bir hükümle karşılaşacağına güvenmelidir. Cemiyet bunun huzurunu duyarak hayatına devam etmeli, adımlarını bu nizama uyarak atarken huzur duymalıdır.
Bunlar modern hukukta da kabul edilen gerçeklerdir. Ancak şahid olunan hadiseler ve uygulamalar hiç de yukarıda dile getirilenlerle uyumlu değildir.
Nice garipliği iç içe yaşıyoruz. Evet, dünya ve dünyalık, cezbedici; dünyalık elde etme hırsı, ölçüleri gevşetici, arzuları kamçılayıcıdır. Araya giren uzun zaman dilimleri, tazelenmeyen, temizlenip asıl berraklığına kavuşturulmayan duyguları paslandırıcı, tozlandırıcı, çürütücüdür. Bu, iman ehli için de geçerlidir.
Allah Rasûlü (sas) şu buyruğuyla daha çok iman ehlini uyarıyor:
“Gün gelecek insanlar öyle bir zaman dilimine ulaşacaklar ki, kişi elde ettiği malın haramdan mı, helalden mi olduğuna aldırış etmeyecek.”[1]
Hassasiyetler kalplerden kaybolmaya başlayınca manevî düşüş de başlamış demektir. Ne yazık ki bu nevi düşüşler, giderek hız kazanan düşüşlerdir. Sonu da maddî uçurumlardan daha tehlikeli bir uçurumdur.
İman ehli olmayanı, din gününe inanmayanı, muhasebeyi düşünerek hayatına nizam ve intizam vermeyeni, dolayısıyla helal ve haramı hiç tanımayanı, diğer insanları hak yolda kardeş bilmeyeni, insanı insan yapan gerçek değerleri tanımayanı, arzu, menfaat, hırs ve emellerinin esiri olanları, nefsinin peşine düşüp esen nefis rüzgârları ile savrulanları ve verecekleri kararları siz değerlendiriniz. Allah sevgisi ve korkusu taşımayan insanın, insaf ve adalet duygusu nereye kadar olur, iyi hesap ediniz…
Zinanın, içkinin suç sayılmayışı hatta çağdaşlığın gereği kabul edilişi, iffet kavramının defterlerden silinişi, telaffuz bile etmek istemediğimiz nice sapıklığın hoş karşılanır hale gelmesi, daha ötesi çıkarılan kanunlarla teşvik görmesi, ilâhî emirlerin yasaklanması, yasakların serbest bırakılması bu nevi karar ve kanunların örneklerinden değil midir?
Kumardan gelen paraların, nice iş yerinin çökmesine, nice hanelerin yıkılmasına sebep olduğu bilindiği halde onu yiyebilen ve ailesine yedirebilen insanlar, nasıl bir anlayışın bağımlısı olan insanlardır?!
İçki ve kumarı meşrulaştıran, kumarhaneler kurulmasını teşvik eden nice devlet vardır. Devlet eliyle millîleştirilen nice kumar çeşidi, üretilen nice içki de… Kazançlarını çirkin temeller üzerine oturtanların, binlerce insanı günaha sürükleyerek bundan kazanç temin edenlerin itibar gördüğü gariplikleri yaşamıyor muyuz?.. Bu sorulara binlercesini ekleyebileceğimiz bilinen bir gerçek…
Zikr-i Hakîm, Kur’an’da Şeytan’ın nice çirkin ameli süsleyerek, işleyenlere güzel ve mantıklı gösterişine vurgu yapılıyor.[2] Çirkin amelini savunan nice insan, nice millet ve devlet var… Dahası, dünyada hayırlı yâd bırakmak, ahirete hayır ve hasenat ile göçüp gitmek varken lânete ve bedduaya, son durak olarak da cehenneme talip ne kadar çok insan var.
Şimdi bir başka ilâhî hükme kulak veriyoruz:
“Ey İnsanlar! Allah’ın vaadi haktır, mutlaka gerçekleşecektir. Dünya hayatı sizleri aldatmasın. Görevi aldatmak olan Şeytan da Allah yolunda sizleri kandırmasın.
O, sizin düşmanınızdır. Siz de onu düşman olarak bilin ve öyle tanıyın. O, kendi peşine düşen, onun safında yer alanları sonuçta cehennem ehlinden olmaya çağırır.
İnkâr eden, küfür bataklığını tercih edenler için şüphesiz şiddetli bir azab; iman edip, salih ameller işleyenler için de Allah’ın mağfireti ve büyük bir mükâfat vardır. (Fâtır 35/5-7)
Allah yolunu iki cihan saadetine yol bilenler, Rasûlü’nü rehber edinenler, ahirete ve muhasebeye gönülden inananlar el ele vermesini bilmeli ve hakka doğru adım atmanın azminde ve şuurunda olmalı, bilmediğini bilmeyen câhillerin cehalet akıntısına kendisini kaptırmamalıdır.
Son söz yine Zikr-i Hakîm’den:
“Rabbinin Kitabı’ndan sana vahyedileni oku! O’nun kelimelerini, buyruklarını hiç kimse hiçbir şekilde değiştiremez. Ondan başka bir sığınak; gerçekten seni koruyacak, ebedî huzur ve emniyet duyacağın bir yer bulamazsın.
Sabah-akşam onun rızasını arzulayarak Rablerine dua eden, O’nu zikreden, O’nun rızasına ermek için çırpınan insanlarla birlikte ol, onlarla kaynaş, onlarla olmaya sabret!
Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan ayırma, başkalarına çevirme!
Kalbini Bizi anmaktan gafil kıldığımız, arzularının peşine düşmüş, arzu ve hırslarını kendine rehber edinmiş, işi-gücü aşırılık olan, zevk ü sefanın peşine düşen, gösterişin çılgınlığını yaşayanlara kapılma, onlara uyanlardan olma!” (Kehf 18/ 27-28)
Bu ikaz ve irşad unutulmamalıdır…
Dr. M. Şerafettin KALAY
[1] Sahih-i Buhârî, Büyû’ 9/ 283; Sünen-i Nesâî, Büyû’ 7/243, H. No: 4454. Hadisin râvîsi Ebu Hureyre’dir (ra).
[2] Bak: Enfâl 8/48, En’âm 6/43, Ra’d 13/33, Nahl 16/63, Neml 27/24, Ankebut 29/38.
5 Aralık 2017 Salı
4 Aralık 2017 Pazartesi
Ailenizi ve Çevrenizi Sadık ve Salih İnsanlarla Donatınız-Dr. M. Şerafettin KALAY
Allah Rasûlü'nün (s.a.s) vurguladığı şu inceliğe dikkat ediniz:
“Sizin en hayırlılarınız, görüldüğü zaman Allah’ın hatırlandığı kimselerdir.”
Bu hadis-i şerifi, Esmâ bint Yezid (r.a) “Rasûlullah'tan duydum ki,” diyerek rivayet eder ve öncesinde Allah Rasûlü'nün, sahabilerin dikkatlerini çekmek için onlara:“Size en hayırlılarınızı haber vereyim mi?” sorusunu yönelttiğini nakleder.[1]
Evet, hakiki dost, onu görünce sizde hayırlı duyguların uyandığı, Allah'ın hatırlandığı, akla güzel şeylerin geldiği, gönüllerde güzel şeyler yapma azminin canlandığı dosttur. Yanında huzur bulduğunuz; sizi hayra, doğruya çağırdığına, sizin ve aileniz için hayır düşündüğüne inandığınız dosttur.
Bir geminin fırtınalı havalarda emniyet ve huzur duyacağı limanlara ihtiyacı olduğu gibi hepimizin hayırlı dostlara, sadık insanlara, yuvamızın hayrını isteyen kardeşlere ihtiyaç vardır. Onların bize dost olduğu kadar biz de onlara; onların bizim hayrımızı, güzel günlerimizi istediği kadar biz de onların hayrını, güzel günlerini istemeliyiz. Bu kenetleniş, bize güç kazandıracak; ailemizin çevresinde dolaşan zararlılara karşı direncini artıracaktır.
Sâlih ve sadık dostlarla beraber olmak aynı zamanda bir emr-i ilâhîdir. O:
“Ey Îman edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla birlikte olun.”(Tevbe 9/ 119)buyurur. Bu emir açık ve net bir emirdir.
Dostlar bir araya gelince güven hissetmeli, hayırlı yolda birbiriyle yardımlaşmalı, şerden uzak durmak ve korunmak için el ele vermelidir.
Rabbimizin:
“Birr (güzel hasletler ve hayırlı işlerde) ve takvâda yardımlaşınız, birbirinize destek ve yol gösterici olunuz, omuz omuza veriniz, hayra vesile olunuz. Kötülüklerde, günah yollarında ve düşmanlıkta yardımlaşmayın, birbirinize destek olmayın. “(Mâide, 5/ 2) buyruğunu unutmayınız.
Bazen farklı bakış ve değerlendirmelere ihtiyaç vardır. Bizim kalbimize doğup da söyleyemediklerimizi, dostlarımız, arkadaşlarımız daha iyi ifade edebilir, daha tarafsız, daha saf duygularla dile getirebilirler. Bazen istişarelerine, bazen hakemliklerine, bazen vekilliklerine ihtiyaç duyarız. Onlar da bize… Bazen onların sadece yanımızda olduklarını görmek bile bize huzur verir.
İyi bir dost dünya mallarıyla kıyaslanamayacak kadar kıymetlidir. İyi dost bulmanın en iyi yolu da iyi bir dost olmaktan geçer. Bu gerçek unutulmamalıdır…
“Sizin en hayırlılarınız, görüldüğü zaman Allah’ın hatırlandığı kimselerdir.”
Bu hadis-i şerifi, Esmâ bint Yezid (r.a) “Rasûlullah'tan duydum ki,” diyerek rivayet eder ve öncesinde Allah Rasûlü'nün, sahabilerin dikkatlerini çekmek için onlara:“Size en hayırlılarınızı haber vereyim mi?” sorusunu yönelttiğini nakleder.[1]
Evet, hakiki dost, onu görünce sizde hayırlı duyguların uyandığı, Allah'ın hatırlandığı, akla güzel şeylerin geldiği, gönüllerde güzel şeyler yapma azminin canlandığı dosttur. Yanında huzur bulduğunuz; sizi hayra, doğruya çağırdığına, sizin ve aileniz için hayır düşündüğüne inandığınız dosttur.
Bir geminin fırtınalı havalarda emniyet ve huzur duyacağı limanlara ihtiyacı olduğu gibi hepimizin hayırlı dostlara, sadık insanlara, yuvamızın hayrını isteyen kardeşlere ihtiyaç vardır. Onların bize dost olduğu kadar biz de onlara; onların bizim hayrımızı, güzel günlerimizi istediği kadar biz de onların hayrını, güzel günlerini istemeliyiz. Bu kenetleniş, bize güç kazandıracak; ailemizin çevresinde dolaşan zararlılara karşı direncini artıracaktır.
Sâlih ve sadık dostlarla beraber olmak aynı zamanda bir emr-i ilâhîdir. O:
“Ey Îman edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla birlikte olun.”(Tevbe 9/ 119)buyurur. Bu emir açık ve net bir emirdir.
Dostlar bir araya gelince güven hissetmeli, hayırlı yolda birbiriyle yardımlaşmalı, şerden uzak durmak ve korunmak için el ele vermelidir.
Rabbimizin:
“Birr (güzel hasletler ve hayırlı işlerde) ve takvâda yardımlaşınız, birbirinize destek ve yol gösterici olunuz, omuz omuza veriniz, hayra vesile olunuz. Kötülüklerde, günah yollarında ve düşmanlıkta yardımlaşmayın, birbirinize destek olmayın. “(Mâide, 5/ 2) buyruğunu unutmayınız.
Bazen farklı bakış ve değerlendirmelere ihtiyaç vardır. Bizim kalbimize doğup da söyleyemediklerimizi, dostlarımız, arkadaşlarımız daha iyi ifade edebilir, daha tarafsız, daha saf duygularla dile getirebilirler. Bazen istişarelerine, bazen hakemliklerine, bazen vekilliklerine ihtiyaç duyarız. Onlar da bize… Bazen onların sadece yanımızda olduklarını görmek bile bize huzur verir.
İyi bir dost dünya mallarıyla kıyaslanamayacak kadar kıymetlidir. İyi dost bulmanın en iyi yolu da iyi bir dost olmaktan geçer. Bu gerçek unutulmamalıdır…
Dr. M. Şerafettin KALAY
[1] Sünen-i İbni Mâce, Zühd (2/ 1379). Zevâid'de isnadının "hasen" olduğu zikredilir.
[1] Sünen-i İbni Mâce, Zühd (2/ 1379). Zevâid'de isnadının "hasen" olduğu zikredilir.
3 Aralık 2017 Pazar
Yavrunuzun Dünyaya Gelişine Sevininiz-Dr. M. Şerafettin KALAY
Allah Rasûlü (s.a.s) mü’minlere yaptığı bir tavsiyede şöyle buyurur:
“Sevgi dolu olan ve doğurgan kadınlarla evleniniz. Ben diğer ümmetlere sizin çokluğunuzla övüneceğim.”[1]
***
O (s.a.s); yuvaların kurulmasını, kurulan yuvaların sevgiyle, şefkatle, çocuk cıvıltıları ile dolmasını istiyor. İman nûru ile aydınlanan yuvalardan filizlenen yeni nesillerin yetişmelerini ve İslâm şuuruyla yoğrulmalarını, mü’min gönüllerle ümmet bütünlüğü içinde birbirlerine perçinlenmelerini, kenetlenmelerini ve her geçen gün çoğalmalarını arzu ediyor.
Enes (ra) anlatıyor: Allah Rasûlü (s.a.s) düğünden dönen kadınları ve çocukları görmüştü. Bu manzarayı Rabbinin bahşettiği bir nimet bilerek ayağa kalktı, sevincini ve sevgisini: “Siz, insanların gönlüme en hoş gelenisiniz.” buyurarak dile getirdi.[2] Bu Ensar'a ve Ensar'ın filizlenip çoğalmasına duyulan sevgi ve sevincin bir ifadesiydi.
Yıllar yılı çekilen çilelerden, İslam nûrunu gönüllere yerleştirmek için sürdürülen gayretlerden, onu söndürmeye çalışan zalimlere karşı verilen mücadelelerden sonra tabiî bir hayat akışına geçiliyor, kadınlar ve çocuklar yeni kurulan bir yuvanın sevincini üzerlerinde taşıyarak bir düğünden dönüyorlardı. Bunlar, kendi öz yurtlarından dışarı atılan, yakınları, akrabası tarafından dışlanan İslâm’ın ilk neferlerine kucak açan, onları kardeş bilerek bağırlarına basan Ensâr’ın kadınları ve çocuklarıydı. Bu görünüş, yeni bir baharın müjdecisiydi… Onların sergilediği bu canlı tablo ve gelecek günlere müjdeler taşıyan görünüşleri Allah Rasûlü'nü sevindirmiş ve Kâinâtın Efendisi duygularını bu şekilde kelimelere dökmüştü…
***
Çocuklar yuvaların meyveleridir. Dünyaya ağlayarak gelseler bile, onların ağlayışları çevrelerinde sevinç dalgalarına vesile olur, gönüllere ümit güneşleri doğar…
Onlar yepyeni bir başlayış, yeni bir umuttur. Dünyaya gözlerini yeni açan bir çocuk, köhnemiş yer yer küf tutmuş dünyaya tazeliğin, yeniliğin bir müjdesidir…
Zikr-i Hakîm’de:“Mal, mülk ve çocuklar dünya hayatının gönle hoş gelen zînetidir, süsüdür.” (Kehf 18/ 46) buyrularak işaret edildiği gibi…
Âyet-i kerîmenin devamı, ebedî kalıcı olan amellerin Allah katında daha hayırlı, daha ümit verici olduğunu vurgular. Bu çerçevede düşünüldüğünde bizlere bahşedilen servet ve çocuklar, dünya hayatıyla birlikte fânîliğin dehlizlerinde kaybolup gitmekten kurtarır, hayırlı ameller işlemek için sermaye ve imkân haline getirilirse bu elbette ki daha hayırlıdır. O zaman insan hayat sonrasına uzanmayı başarmış, gelip geçici olmaktan kurtulmuş, gök kubbe altında adının hayırla yâd edilişine yol bulmuş olur. Bunun güzelliği tartışılamaz…
Dolayısıyla çocuklar, bir insanın amel defterinin ölümden sonra da hayırlı ameller için açık kalma ümididir…
***
Yuvalar, içinde İslâm sıcaklığının, îman aydınlığının hissedileceği; aynı duygu ve şuurla dolu çocuklarla içlerinin şenleneceği arzu ve ümidiyle kurulmalıdır. Dünya devam ettikçe devam edecek sağlam bir zincirin en sağlam halkalarından birisi olma azmini taşımalıdır.
Elbette ki sıhhî sebeplerle çocuğu olmayan kardeşlerimiz de aramızda olacaktır. Veya ortada sıhhî sebep olmasa da çocuk sahibi olamamış, hatta arzu ettiği halde yuva kuramamış insanlar da bulunacaktır. Bu durum onların hatası manasına gelmeyeceği gibi, daha fazla ecir elde edebilecek imkânlar, fırsatlar bulamayacakları manasına da gelmez.
Belki bu insanlar salah, takvâ ve hizmetleriyle çok daha büyük hayırlara vesile olabilirler ve çok daha fazla ecir elde edebilirler. Nitekim nice hayırlara, güzelliklere vesile olanları da görüyoruz.
İbrahîm ve Zekeriyyâ aleyhisselâm'ın uzun yıllar çocuklarının olmadığı unutulmamalıdır. Daha nice hayırlı insanın, ilim-irfan ehlinin de çocuğunun olmadığı da bir hayat gerçeğidir.
Ancak ümmetin devamı, çokluğu, sağlam temellere oturuşu, geleceğe daha umutlu bakışı, âile sıcaklığında yetişen, maddî gıdalardan çok manevî gıdalarla gelişen çocuklar iledir… Bu gerçek de asla unutulmamalıdır.
Bugün maddî gıdaların ve imkânların çoğaldığı, mânevî duyguların ve güzel hasletlerin azaldığı da gözden ırak tutulmamalıdır…
Hz. Meryem'deki gönül safiyetini, onun Allah'a teslimiyetini, kendisi için hazırlanan odasında, mihrabında iken Rabbi tarafından rızıklandırılışını görünce yüz yaşına yaklaşan Zekeriyyâ aleyhisselâm'ın kalbinin de böyle bir çocuk sahibi olmanın arzusuyla doluşunu düşününüz. Sonra:
“Rabbim! Bana hayırlı, güzelliklerle dolu nesil lütfeyle! Şüphesiz sen duaları işiten ve kabul edensin!” (Âl-i İmrân 3/ 38) duâsını, sonra da gönül dünyasında nasıl bir duygu melteminin estiğini, dönüp dolaştığını...
Bir ümmet olarak bizim hayır ve güzelliklerle dolu bir nesle, böyle bir neslin yetişmesi için yükselen şuurla birbirine kenetlenen gayretli insanlara ihtiyacımız var…
Rabbimiz Zikr-i Hakîm'de;
“Allah size kendi cinsinizden eşler verdi ve eşlerinizden de sizlere çocuklar ve torunlar yarattı; sizi güzel ve temiz nimetlerle rızıklandırdı.” (Nahl, 16/ 72) buyurur.
Hayatın devamı eşler, çocuklar ve onları takip ederek halkaya eklenen torunlar iledir. Akıp giden bir hayatın içinde insan neslinin, yani çocuklarının ve torunlarının bulunması ve asırlar sonrasından torunlarının onu yâd etmesi güzel bir duygudur. Bu yâd ediş, sadece adını veya var oluşunu, unvanını, huylarını, şeklini yâd edişten öte hayırlı bir yâd ediş olursa elbette daha güzeldir. Hele de yâd ediş hayırlı torunlar tarafından olursa, bu hayırlı torunlar onun amel defterini güzel ameller için açık tutarlarsa, şüphesiz bu çok daha güzeldir.
Elbette ki gelecek günlerin neler getireceğini bilemeyiz. Ancak niyetlerimizi, emel ve ümitlerimizi güzelleştirmemiz, bunun için gayret etmemiz, gayretlerimizi dualarımızla bütünleştirmemiz bizim elimizdedir.
***
Günümüzde önceki yıllara göre çocuk sayısının, dolayısıyla yaşlılara göre genç neslin giderek azaldığı bir gerçektir. Bu durum, henüz tam olarak tesirini diyarımızda göstermese de imrendiğimiz, aralarına katılmak için akla hayale gelmedik tavırlar sergilediğimiz batı dünyasında kendisini açık ve net olarak gösterir hale gelmiştir. Birçok ülkede nüfus giderek azalmış ve yaşlanmıştır. Bu azalma ve yaşlanma devam etmekte, ailelere çocuk için yapılan çağrılar ve teşvik tedbirleri de çok defa faydasız kalmaktadır. Yine birçok ülke dışarıdan göç alarak bu açığı örtmenin telaşına girmiştir. Gayretlerini göç yoluyla ülkelerine gelecek olanların kültürlü ve seviyeli insanlar olması yönünde yoğunlaştırmaya başlamışlardır.
Nüfus azalması, dolayısıyla da yaşlanmasının birinci derecede sebebi, insanların şahsî zevk ve arzularını, kendi menfaatlerini düşünür, kendisinden başkasına aldırmaz hale gelişidir, getirilişidir. Bu anlayış sebebiyle kalplerde manevî boşluğun giderek büyümesi, aile yapısının çatırdayışı, evliliklerin sadece zevk ve menfaat anlaşmalarına dönüşmesidir.
Çocuk ilgi ister; zevkinin esiri olanlar için bağlayıcıdır; farklı şehirlerde, ülkelerde, otellerde, plajlarda gezip tozmalarına, barlarda, pavyonlarda sabaha kadar tepinmelerine engeldir. Gecesini gündüzünü birbirine karıştırır. Çalışıp para kazanmalarına sonra onu deliler gibi harcamalarına ayak bağı olur... Bunun için hamilelik arzu edilmez, bunun için çocuk istenmez…
Biz hedefi, gayesi, emeli, umudu, bugünü, yarını olan insanlarız. Çocuklarımızla sevinmeli, onların lütfu İlâhî olduğunu unutmamalı, onları yetiştirmek için gayretlerimize dualarımızı da eklemeliyiz. Sevinçlerimizi de belli etmeli ve paylaşmalıyız.
Âişe(ra) Vâlidemiz anlatıyor: Yeni doğan çocuklar Rasûlullah’a (s.a.s) getirilir, o da çocuklara mübarek olması için dua eder, tahnikte bulunurdu.”[3]
Tahnîk: Kuru hurmanın ağızda iyice yumuşatılarak çocuğun ağzına verilmesi, damağına sürülmesidir. Böylece çocuk yumuşatılmış hurmayı hisseder, fıtrî duyguyla onu emerek tadını alır, midesine giden ilk gıda da bu olur.[4]
Efendimizin bunu hicretin ilk çocuğu olan Abdullah İbn Zübeyr'e (ra) ve Ebû Talha ile Ümmü Süleym'in oğlu Abdullah'a da yaptığı tatlı hatıralarla anlatılır.[5]
***
Dünyaya yeni gelen çocuklar için Allah Rasûlü'nün kurban kestiği ve tavsiye ettiği hadis kaynaklarında yer alır. Bu kurbanın “akîka” olarak isimlendirilişi de…
Semüra İbn Cündüb'ün (ra) rivâyet ettiği bir hadiste şöyle buyrulur:
“Her çocuk akîkası karşılığı rehindir. Yedinci gün, onun için kurban kesilir, başı tıraş edilir ve ismi verilir.”[6]
***
Abdullah İbn Abbas’ın(ra) rivayet ettiği bir hadiste ise Allah Rasûlü’nün (s.a.s) bizzat bu kurbanı kestiği yer alır. O: “Rasûlullah (s.a.s) Hasan ve Hüseyin için akîka olarak birer koç kurban etmiştir,” der.[7]
Malikî, Şafiî ve Hanbelî Mezheblerine ve daha birçok ilim ehline göre bu kurban müekked sünnettir.[8]
Hanefî Mezhebine göre ise önceden var olan bu kurban, kurban bayramlarında varlık sebebiyle kesilen kurbanın vâcip kılınışıyla kaldırılmıştır.[9]
Ancak kaldırılmış bile olsa sevinç ve şükür ifadesi olarak kesilmesinde, onunla yemek hazırlanıp sevinci paylaşmak için dostların bir araya getirilmesinde herhangi bir sakınca yoktur. Nitekim Hanefî âlimlerinden İmam Tahâvî’ye göre akîka kurbanı kesmek müstehabtır. Bir başka ifadeyle, güzeldir, imkânı olup kesen insan bundan ecir kazanır.
Sevinçler paylaşılınca daha güzeldir. Çocukların, yıllar sonra büyüklerinden kendi doğumuna duyulan sevinci ifade eden akîka ile ilgili hatıraları dinlemesi de güzeldir…
***
Çocukların dünyaya gelişine sevincinizi dile getiriniz ve çocuğu olan dostlarınızı tebrik ediniz, onlar için dua ediniz.
Dr. M. Şerafettin KALAY
[1]Sünen-i Ebî Davûd, Nikâh (2/ 542), Sünen-i Nesâî, Nikah (7/ 65-66).
[2]Sahihi-i Buhârî, Nikâh (16/ 359).
[3]Sahîh-i Buhârî, Edeb (18/ 140), Sahîh-i Müslim, Tahâret ( 1/ 237), Âdâb (3/ 1691).
[4]Lisânü’l-Arab, İbn Manzur (10/ 416), Câmiu’l-Usûl, İbn Esîr (1/ 366).
[5]Bak: Peygamber Dostları ÖRNEK NESİL (s. 155-156), Sahîh-i Buhârî, Fedâil, (14/ 37-38), Akîka, (17/ 198), Sahîh-i Müslim, Âdâb ( 3/ 1689, 1690-1691. Hadis No: 2144, 2146), Fedâilü's - Sahâbe (4/ 1915, 1599), El-İstîâb (2/ 301-302), El-İsâbe (2/ 309).
[6]Sünen-i Ebu Davûd, Edâhî (3/ 259-260), Sünen-i Tirmizî, Edâhî (4/ 101), Sünen-i Nesâî, Akîka (7/ 166), Sünen-i İbn Mâce, Zebâih (2/ 1056-1057). Tirmizî; “Bu hadis hasen sahihtir,” der. Nesâî’nin naklettiği hadisin isnâdı da sahihtir.
[7]Sünen-i Ebu Davûd, Edâhî (3/ 261-262), Bu hadis Sünen-i Nesâî’de “ikişer koç” şeklindedir. (Bak: Sünen-i Nesâî, Akîka 7/ 166).
[8]Müntekâ, el-Bâcî (3/ 102-103), Mühezzeb, (1/ 248), Keşşafü’l-Kına‘ (3/ 24).
[9]Bedâyiu’s-Sanâyi‘ (5/ 127), Nasbu’r-Râye (4/ 206-208), İ‘lâü’s-Sünen (17/ 101-113). http://www.siyerinebi.com/tr/dr-m-serafettin-kalay/yavrunuzun-dunyaya-gelisine-sevininiz
“Sevgi dolu olan ve doğurgan kadınlarla evleniniz. Ben diğer ümmetlere sizin çokluğunuzla övüneceğim.”[1]
***
O (s.a.s); yuvaların kurulmasını, kurulan yuvaların sevgiyle, şefkatle, çocuk cıvıltıları ile dolmasını istiyor. İman nûru ile aydınlanan yuvalardan filizlenen yeni nesillerin yetişmelerini ve İslâm şuuruyla yoğrulmalarını, mü’min gönüllerle ümmet bütünlüğü içinde birbirlerine perçinlenmelerini, kenetlenmelerini ve her geçen gün çoğalmalarını arzu ediyor.
Enes (ra) anlatıyor: Allah Rasûlü (s.a.s) düğünden dönen kadınları ve çocukları görmüştü. Bu manzarayı Rabbinin bahşettiği bir nimet bilerek ayağa kalktı, sevincini ve sevgisini: “Siz, insanların gönlüme en hoş gelenisiniz.” buyurarak dile getirdi.[2] Bu Ensar'a ve Ensar'ın filizlenip çoğalmasına duyulan sevgi ve sevincin bir ifadesiydi.
Yıllar yılı çekilen çilelerden, İslam nûrunu gönüllere yerleştirmek için sürdürülen gayretlerden, onu söndürmeye çalışan zalimlere karşı verilen mücadelelerden sonra tabiî bir hayat akışına geçiliyor, kadınlar ve çocuklar yeni kurulan bir yuvanın sevincini üzerlerinde taşıyarak bir düğünden dönüyorlardı. Bunlar, kendi öz yurtlarından dışarı atılan, yakınları, akrabası tarafından dışlanan İslâm’ın ilk neferlerine kucak açan, onları kardeş bilerek bağırlarına basan Ensâr’ın kadınları ve çocuklarıydı. Bu görünüş, yeni bir baharın müjdecisiydi… Onların sergilediği bu canlı tablo ve gelecek günlere müjdeler taşıyan görünüşleri Allah Rasûlü'nü sevindirmiş ve Kâinâtın Efendisi duygularını bu şekilde kelimelere dökmüştü…
***
Çocuklar yuvaların meyveleridir. Dünyaya ağlayarak gelseler bile, onların ağlayışları çevrelerinde sevinç dalgalarına vesile olur, gönüllere ümit güneşleri doğar…
Onlar yepyeni bir başlayış, yeni bir umuttur. Dünyaya gözlerini yeni açan bir çocuk, köhnemiş yer yer küf tutmuş dünyaya tazeliğin, yeniliğin bir müjdesidir…
Zikr-i Hakîm’de:“Mal, mülk ve çocuklar dünya hayatının gönle hoş gelen zînetidir, süsüdür.” (Kehf 18/ 46) buyrularak işaret edildiği gibi…
Âyet-i kerîmenin devamı, ebedî kalıcı olan amellerin Allah katında daha hayırlı, daha ümit verici olduğunu vurgular. Bu çerçevede düşünüldüğünde bizlere bahşedilen servet ve çocuklar, dünya hayatıyla birlikte fânîliğin dehlizlerinde kaybolup gitmekten kurtarır, hayırlı ameller işlemek için sermaye ve imkân haline getirilirse bu elbette ki daha hayırlıdır. O zaman insan hayat sonrasına uzanmayı başarmış, gelip geçici olmaktan kurtulmuş, gök kubbe altında adının hayırla yâd edilişine yol bulmuş olur. Bunun güzelliği tartışılamaz…
Dolayısıyla çocuklar, bir insanın amel defterinin ölümden sonra da hayırlı ameller için açık kalma ümididir…
***
Yuvalar, içinde İslâm sıcaklığının, îman aydınlığının hissedileceği; aynı duygu ve şuurla dolu çocuklarla içlerinin şenleneceği arzu ve ümidiyle kurulmalıdır. Dünya devam ettikçe devam edecek sağlam bir zincirin en sağlam halkalarından birisi olma azmini taşımalıdır.
Elbette ki sıhhî sebeplerle çocuğu olmayan kardeşlerimiz de aramızda olacaktır. Veya ortada sıhhî sebep olmasa da çocuk sahibi olamamış, hatta arzu ettiği halde yuva kuramamış insanlar da bulunacaktır. Bu durum onların hatası manasına gelmeyeceği gibi, daha fazla ecir elde edebilecek imkânlar, fırsatlar bulamayacakları manasına da gelmez.
Belki bu insanlar salah, takvâ ve hizmetleriyle çok daha büyük hayırlara vesile olabilirler ve çok daha fazla ecir elde edebilirler. Nitekim nice hayırlara, güzelliklere vesile olanları da görüyoruz.
İbrahîm ve Zekeriyyâ aleyhisselâm'ın uzun yıllar çocuklarının olmadığı unutulmamalıdır. Daha nice hayırlı insanın, ilim-irfan ehlinin de çocuğunun olmadığı da bir hayat gerçeğidir.
Ancak ümmetin devamı, çokluğu, sağlam temellere oturuşu, geleceğe daha umutlu bakışı, âile sıcaklığında yetişen, maddî gıdalardan çok manevî gıdalarla gelişen çocuklar iledir… Bu gerçek de asla unutulmamalıdır.
Bugün maddî gıdaların ve imkânların çoğaldığı, mânevî duyguların ve güzel hasletlerin azaldığı da gözden ırak tutulmamalıdır…
Hz. Meryem'deki gönül safiyetini, onun Allah'a teslimiyetini, kendisi için hazırlanan odasında, mihrabında iken Rabbi tarafından rızıklandırılışını görünce yüz yaşına yaklaşan Zekeriyyâ aleyhisselâm'ın kalbinin de böyle bir çocuk sahibi olmanın arzusuyla doluşunu düşününüz. Sonra:
“Rabbim! Bana hayırlı, güzelliklerle dolu nesil lütfeyle! Şüphesiz sen duaları işiten ve kabul edensin!” (Âl-i İmrân 3/ 38) duâsını, sonra da gönül dünyasında nasıl bir duygu melteminin estiğini, dönüp dolaştığını...
Bir ümmet olarak bizim hayır ve güzelliklerle dolu bir nesle, böyle bir neslin yetişmesi için yükselen şuurla birbirine kenetlenen gayretli insanlara ihtiyacımız var…
Rabbimiz Zikr-i Hakîm'de;
“Allah size kendi cinsinizden eşler verdi ve eşlerinizden de sizlere çocuklar ve torunlar yarattı; sizi güzel ve temiz nimetlerle rızıklandırdı.” (Nahl, 16/ 72) buyurur.
Hayatın devamı eşler, çocuklar ve onları takip ederek halkaya eklenen torunlar iledir. Akıp giden bir hayatın içinde insan neslinin, yani çocuklarının ve torunlarının bulunması ve asırlar sonrasından torunlarının onu yâd etmesi güzel bir duygudur. Bu yâd ediş, sadece adını veya var oluşunu, unvanını, huylarını, şeklini yâd edişten öte hayırlı bir yâd ediş olursa elbette daha güzeldir. Hele de yâd ediş hayırlı torunlar tarafından olursa, bu hayırlı torunlar onun amel defterini güzel ameller için açık tutarlarsa, şüphesiz bu çok daha güzeldir.
Elbette ki gelecek günlerin neler getireceğini bilemeyiz. Ancak niyetlerimizi, emel ve ümitlerimizi güzelleştirmemiz, bunun için gayret etmemiz, gayretlerimizi dualarımızla bütünleştirmemiz bizim elimizdedir.
***
Günümüzde önceki yıllara göre çocuk sayısının, dolayısıyla yaşlılara göre genç neslin giderek azaldığı bir gerçektir. Bu durum, henüz tam olarak tesirini diyarımızda göstermese de imrendiğimiz, aralarına katılmak için akla hayale gelmedik tavırlar sergilediğimiz batı dünyasında kendisini açık ve net olarak gösterir hale gelmiştir. Birçok ülkede nüfus giderek azalmış ve yaşlanmıştır. Bu azalma ve yaşlanma devam etmekte, ailelere çocuk için yapılan çağrılar ve teşvik tedbirleri de çok defa faydasız kalmaktadır. Yine birçok ülke dışarıdan göç alarak bu açığı örtmenin telaşına girmiştir. Gayretlerini göç yoluyla ülkelerine gelecek olanların kültürlü ve seviyeli insanlar olması yönünde yoğunlaştırmaya başlamışlardır.
Nüfus azalması, dolayısıyla da yaşlanmasının birinci derecede sebebi, insanların şahsî zevk ve arzularını, kendi menfaatlerini düşünür, kendisinden başkasına aldırmaz hale gelişidir, getirilişidir. Bu anlayış sebebiyle kalplerde manevî boşluğun giderek büyümesi, aile yapısının çatırdayışı, evliliklerin sadece zevk ve menfaat anlaşmalarına dönüşmesidir.
Çocuk ilgi ister; zevkinin esiri olanlar için bağlayıcıdır; farklı şehirlerde, ülkelerde, otellerde, plajlarda gezip tozmalarına, barlarda, pavyonlarda sabaha kadar tepinmelerine engeldir. Gecesini gündüzünü birbirine karıştırır. Çalışıp para kazanmalarına sonra onu deliler gibi harcamalarına ayak bağı olur... Bunun için hamilelik arzu edilmez, bunun için çocuk istenmez…
Biz hedefi, gayesi, emeli, umudu, bugünü, yarını olan insanlarız. Çocuklarımızla sevinmeli, onların lütfu İlâhî olduğunu unutmamalı, onları yetiştirmek için gayretlerimize dualarımızı da eklemeliyiz. Sevinçlerimizi de belli etmeli ve paylaşmalıyız.
Âişe(ra) Vâlidemiz anlatıyor: Yeni doğan çocuklar Rasûlullah’a (s.a.s) getirilir, o da çocuklara mübarek olması için dua eder, tahnikte bulunurdu.”[3]
Tahnîk: Kuru hurmanın ağızda iyice yumuşatılarak çocuğun ağzına verilmesi, damağına sürülmesidir. Böylece çocuk yumuşatılmış hurmayı hisseder, fıtrî duyguyla onu emerek tadını alır, midesine giden ilk gıda da bu olur.[4]
Efendimizin bunu hicretin ilk çocuğu olan Abdullah İbn Zübeyr'e (ra) ve Ebû Talha ile Ümmü Süleym'in oğlu Abdullah'a da yaptığı tatlı hatıralarla anlatılır.[5]
***
Dünyaya yeni gelen çocuklar için Allah Rasûlü'nün kurban kestiği ve tavsiye ettiği hadis kaynaklarında yer alır. Bu kurbanın “akîka” olarak isimlendirilişi de…
Semüra İbn Cündüb'ün (ra) rivâyet ettiği bir hadiste şöyle buyrulur:
“Her çocuk akîkası karşılığı rehindir. Yedinci gün, onun için kurban kesilir, başı tıraş edilir ve ismi verilir.”[6]
***
Abdullah İbn Abbas’ın(ra) rivayet ettiği bir hadiste ise Allah Rasûlü’nün (s.a.s) bizzat bu kurbanı kestiği yer alır. O: “Rasûlullah (s.a.s) Hasan ve Hüseyin için akîka olarak birer koç kurban etmiştir,” der.[7]
Malikî, Şafiî ve Hanbelî Mezheblerine ve daha birçok ilim ehline göre bu kurban müekked sünnettir.[8]
Hanefî Mezhebine göre ise önceden var olan bu kurban, kurban bayramlarında varlık sebebiyle kesilen kurbanın vâcip kılınışıyla kaldırılmıştır.[9]
Ancak kaldırılmış bile olsa sevinç ve şükür ifadesi olarak kesilmesinde, onunla yemek hazırlanıp sevinci paylaşmak için dostların bir araya getirilmesinde herhangi bir sakınca yoktur. Nitekim Hanefî âlimlerinden İmam Tahâvî’ye göre akîka kurbanı kesmek müstehabtır. Bir başka ifadeyle, güzeldir, imkânı olup kesen insan bundan ecir kazanır.
Sevinçler paylaşılınca daha güzeldir. Çocukların, yıllar sonra büyüklerinden kendi doğumuna duyulan sevinci ifade eden akîka ile ilgili hatıraları dinlemesi de güzeldir…
***
Çocukların dünyaya gelişine sevincinizi dile getiriniz ve çocuğu olan dostlarınızı tebrik ediniz, onlar için dua ediniz.
Dr. M. Şerafettin KALAY
[1]Sünen-i Ebî Davûd, Nikâh (2/ 542), Sünen-i Nesâî, Nikah (7/ 65-66).
[2]Sahihi-i Buhârî, Nikâh (16/ 359).
[3]Sahîh-i Buhârî, Edeb (18/ 140), Sahîh-i Müslim, Tahâret ( 1/ 237), Âdâb (3/ 1691).
[4]Lisânü’l-Arab, İbn Manzur (10/ 416), Câmiu’l-Usûl, İbn Esîr (1/ 366).
[5]Bak: Peygamber Dostları ÖRNEK NESİL (s. 155-156), Sahîh-i Buhârî, Fedâil, (14/ 37-38), Akîka, (17/ 198), Sahîh-i Müslim, Âdâb ( 3/ 1689, 1690-1691. Hadis No: 2144, 2146), Fedâilü's - Sahâbe (4/ 1915, 1599), El-İstîâb (2/ 301-302), El-İsâbe (2/ 309).
[6]Sünen-i Ebu Davûd, Edâhî (3/ 259-260), Sünen-i Tirmizî, Edâhî (4/ 101), Sünen-i Nesâî, Akîka (7/ 166), Sünen-i İbn Mâce, Zebâih (2/ 1056-1057). Tirmizî; “Bu hadis hasen sahihtir,” der. Nesâî’nin naklettiği hadisin isnâdı da sahihtir.
[7]Sünen-i Ebu Davûd, Edâhî (3/ 261-262), Bu hadis Sünen-i Nesâî’de “ikişer koç” şeklindedir. (Bak: Sünen-i Nesâî, Akîka 7/ 166).
[8]Müntekâ, el-Bâcî (3/ 102-103), Mühezzeb, (1/ 248), Keşşafü’l-Kına‘ (3/ 24).
[9]Bedâyiu’s-Sanâyi‘ (5/ 127), Nasbu’r-Râye (4/ 206-208), İ‘lâü’s-Sünen (17/ 101-113). http://www.siyerinebi.com/tr/dr-m-serafettin-kalay/yavrunuzun-dunyaya-gelisine-sevininiz
2 Aralık 2017 Cumartesi
Çocuklarınızı Seviniz ve Onlara Sevginizi Belli Ediniz-Dr. M. Şerafettin KALAY
Abdullah ibn Ömer (r.a) Rasûlullah’ın (s.a.s) Hasan ve Hüseyin için;
“Bunlar benim dünya reyhanlarım!” dediğini nakleder.[1]
Bu onlara duyulan sevginin dışa akseden ifadesidir.
Allah Rasûlü’nün fiiliyle de bütünleşen başka bir hatırasını paylaşıyoruz:
Ya’lâ ibn Mürra (r.a) Allah Rasûlü (s.a.s) ile birlikte bir yemek davetine katılmak için yola çıktıklarını anlatıyor ve şöyle devam ediyor:
“Sokakta oynayan Hüseyin ile karşılaştık. Allah Rasûlü (s.a.s) çevresinde yer alan sahâbilerin arasından öne çıktı. İki kolunu yana açmıştı. Çocuk oradan oraya kaçmaya başladı. Allah Rasûlü (s.a.s) onu yakalayıncaya kadar kovalayıp güldürdü. Sonunda yakaladı. Kolunun birini çenesinin altından geçirerek, diğerini ensesine attırarak kendini kucaklattırdı, öptü ve:
“Hüseyin bendendir, ben de Hüseyin’den. Hüseyin’i seveni Allah da sevsin. Hüseyin, torunlardan güzel bir torundur.”[2] buyurdu.
*
Efendimizin çocuklara duyduğu sevgi ve bu sevgiyi gayet tabiî bir şekilde davranışlarına dökmesi ve bunu ifade etmesi birçok kaynakta farklı hatıralarda yer alır. Çocukların da ona olan düşkünlüğü ve sevgisi ayrıca incelenmeye ve üzerinde durulmaya değerdir. Onun yanında yetişen Zeyd ibn Harise (r.a) onu bırakıp yıllarca hasretini çeken anne ve babasının yanına bile gitmemiştir. Enes (r.a) ondan gördüğü muameleyi ve yakınlığı her fırsatta dile getirmiş ve sonraki nesillere anlatmıştır.
*
Çocuklar yaratılıştan sevimlidir, sevgi ve şefkat çekicidir. Masum ve içten bakışları, gülen gözleri, yüzlerindeki safiyet, sevgi ve ilgiye ihtiyaçları olduğunu sergileyen davranışları, gülücükler yağdırıp kaçışları, gelip kendisini kucağınıza atışları ve daha niceleri bu sevimliliğin birer parçasıdır.
Çocuğun sevgiye ihtiyacı olduğu gibi büyüklerin de sevgi ve şefkat duygularını canlı tutmaya ihtiyaçları vardır. Sevgi damarlarının giderek kurumaması, duyguların paslanmaması, kalplerin katılaşmaması son derece lüzumludur.
Yanlış âdetler, doğru değerlerin yerini almamalıdır. Allah Rasûlü (s.a.s) büyüklerimize hürmet, küçüklerimize rahmet ve şefkat göstermemizi emrediyor ve böyle yapmanın İslâm’ın bir şiârı olduğunu vurguluyor. Büyüklere hürmet, küçüklere şefkat duymayanın bizden olmadığını haber veriyor. Onun bu ifade şekli, bizlere bu konuda ne kadar titiz olduğunu, ümmetinden nasıl bir şuur arzu ettiğini gösteriyor.
Şefkat, sevgi ile merhamet duygularının yoğrulmuş şeklidir.
Bazı bölgelerimizde oldukça yaygın olan bir âdet vardır. Çocuğun dedesinin bulunduğu mecliste anne ve babaların, çocuklarını sevmelerinin, hatta kucaklamalarının ayıp ve kusur sayılışı. Bunun birçok kişi tarafından da tasdik görüşü, edep ve terbiye inceliği olarak dile getirilişi, meziyet olarak söylenişi de bu anlayışa güç kazandırmaktadır.
Evet, bir insanın çocuğunu kendi babasının yanında aşırı tavırlarla sevişi bir dikkatsizliktir. Hatta başkalarının yanında haddi aşan bir üslupla sevişi de böyledir. Ancak bir anne ve babanın çocuğundan uzak duruşu, kucağına sığınmak isteyen bir çocuğu itişi de, kollarını açıp onlara koşan çocuğunu hayal kırıklığına uğratışı da kabalıktır, dikkatsizliktir, katı kalpliliktir, kuruluktur.
Her şeyde bir denge vardır. Duygular ve duyguların ifadesinde de denge olmalıdır.
Babaların, çocuklarının ve gelinlerinin sevgi ve şefkate muhtaç yavrulara kuru ve soğuk davranışlarda bulunmalarına, kendilerine saygı bahanesiyle onları itişlerine, kucak açmayışlarına, onları kucaklarına oturtmayışlarına sessiz kalmaları da duygusuzluktur. Bundan hoşlanmaları, “Benim yanımda hiçbir çocuğunu kucaklamamış, sevmemiş, öpmemiştir.” diyerek bu anlayışı ve davranışı övgü vesilesi etmeleri de şuursuzluktur.
Çocuklar sevgiye muhtaçtır, bu unutulmamalıdır. Büyükler de sevgiye muhtaçtır. Hatta onlar, küçüklerin sevgisine de muhtaçtırlar. Her canlı sevgiye muhtaçtır. Dolayısıyla Allah’ın kalbimize yerleştirdiği sevgi, şefkat ve merhameti ona muhtaç olandan esirgemek bir meziyet değildir.
Çocukların sevgi ve ilgiye olan ihtiyaçları, büyüklerden şüphesiz daha fazladır. Sevgi onların şahsiyetlerine, düşünüş şekillerine, zekâlarının ve güven duygularının gelişmesine, bedenî ve ruhî sağlıklarına tesir eder.
Dikkat edilirse görülecektir ki, insanı en güzel fıtrat üzerine yaratan Rabbimiz, çocuğu da sevgiye, şefkate, yakınlık gösterilmeye, dikkatleri üzerine çekmeye uygun yaratmıştır.
Esasen her canlı yavrusu, kendi çerçevesinde sevimlidir. Safiyane, enerji dolu, sevimli hareketleri ve davranış şekilleriyle hemen göze ve gönle hitap ederler. Bir kuzunun, bir tayın, bir kedi yavrusunun koşup oynayışlarını göz önüne getiriniz. Onların davranışları, büyüklerinin davranışlarından ne kadar farklıdır ve ne kadar dikkat çekicidir. İçten gelen bir ses sanki size “yakala ve sev” der. Fıtratta var olan saf duyguların değerini biliniz. Onları iradeli ve yerli yerinde kullanınız. Kirletmeyiniz, yaralamayınız, yanlış âdetlere boğdurtmayınız, yok etmeyiniz…
Sevginizi esirgemeyiniz, kendinize de, çocuklarınıza da zulmetmeyiniz, aile yuvanızı kasvetli bir dünya haline getirmeyiniz. Sevgiyle saadetinize saadet katınız…
[1] Sahih-i Buharî, Fedâil(13/ 318), Edeb (18/ 135).
[2] Sünen-i İbn Mâce, Mukaddime (1/ 51). Zevâid’de: “İsnadı hasen, râvîleri güvenilir râvîlerdir.” denilir.
http://www.siyerinebi.com/tr/dr-m-serafettin-kalay/cocuklarinizi-seviniz-ve-onlara-sevginizi-belli-ediniz
“Bunlar benim dünya reyhanlarım!” dediğini nakleder.[1]
Bu onlara duyulan sevginin dışa akseden ifadesidir.
Allah Rasûlü’nün fiiliyle de bütünleşen başka bir hatırasını paylaşıyoruz:
Ya’lâ ibn Mürra (r.a) Allah Rasûlü (s.a.s) ile birlikte bir yemek davetine katılmak için yola çıktıklarını anlatıyor ve şöyle devam ediyor:
“Sokakta oynayan Hüseyin ile karşılaştık. Allah Rasûlü (s.a.s) çevresinde yer alan sahâbilerin arasından öne çıktı. İki kolunu yana açmıştı. Çocuk oradan oraya kaçmaya başladı. Allah Rasûlü (s.a.s) onu yakalayıncaya kadar kovalayıp güldürdü. Sonunda yakaladı. Kolunun birini çenesinin altından geçirerek, diğerini ensesine attırarak kendini kucaklattırdı, öptü ve:
“Hüseyin bendendir, ben de Hüseyin’den. Hüseyin’i seveni Allah da sevsin. Hüseyin, torunlardan güzel bir torundur.”[2] buyurdu.
*
Efendimizin çocuklara duyduğu sevgi ve bu sevgiyi gayet tabiî bir şekilde davranışlarına dökmesi ve bunu ifade etmesi birçok kaynakta farklı hatıralarda yer alır. Çocukların da ona olan düşkünlüğü ve sevgisi ayrıca incelenmeye ve üzerinde durulmaya değerdir. Onun yanında yetişen Zeyd ibn Harise (r.a) onu bırakıp yıllarca hasretini çeken anne ve babasının yanına bile gitmemiştir. Enes (r.a) ondan gördüğü muameleyi ve yakınlığı her fırsatta dile getirmiş ve sonraki nesillere anlatmıştır.
*
Çocuklar yaratılıştan sevimlidir, sevgi ve şefkat çekicidir. Masum ve içten bakışları, gülen gözleri, yüzlerindeki safiyet, sevgi ve ilgiye ihtiyaçları olduğunu sergileyen davranışları, gülücükler yağdırıp kaçışları, gelip kendisini kucağınıza atışları ve daha niceleri bu sevimliliğin birer parçasıdır.
Çocuğun sevgiye ihtiyacı olduğu gibi büyüklerin de sevgi ve şefkat duygularını canlı tutmaya ihtiyaçları vardır. Sevgi damarlarının giderek kurumaması, duyguların paslanmaması, kalplerin katılaşmaması son derece lüzumludur.
Yanlış âdetler, doğru değerlerin yerini almamalıdır. Allah Rasûlü (s.a.s) büyüklerimize hürmet, küçüklerimize rahmet ve şefkat göstermemizi emrediyor ve böyle yapmanın İslâm’ın bir şiârı olduğunu vurguluyor. Büyüklere hürmet, küçüklere şefkat duymayanın bizden olmadığını haber veriyor. Onun bu ifade şekli, bizlere bu konuda ne kadar titiz olduğunu, ümmetinden nasıl bir şuur arzu ettiğini gösteriyor.
Şefkat, sevgi ile merhamet duygularının yoğrulmuş şeklidir.
Bazı bölgelerimizde oldukça yaygın olan bir âdet vardır. Çocuğun dedesinin bulunduğu mecliste anne ve babaların, çocuklarını sevmelerinin, hatta kucaklamalarının ayıp ve kusur sayılışı. Bunun birçok kişi tarafından da tasdik görüşü, edep ve terbiye inceliği olarak dile getirilişi, meziyet olarak söylenişi de bu anlayışa güç kazandırmaktadır.
Evet, bir insanın çocuğunu kendi babasının yanında aşırı tavırlarla sevişi bir dikkatsizliktir. Hatta başkalarının yanında haddi aşan bir üslupla sevişi de böyledir. Ancak bir anne ve babanın çocuğundan uzak duruşu, kucağına sığınmak isteyen bir çocuğu itişi de, kollarını açıp onlara koşan çocuğunu hayal kırıklığına uğratışı da kabalıktır, dikkatsizliktir, katı kalpliliktir, kuruluktur.
Her şeyde bir denge vardır. Duygular ve duyguların ifadesinde de denge olmalıdır.
Babaların, çocuklarının ve gelinlerinin sevgi ve şefkate muhtaç yavrulara kuru ve soğuk davranışlarda bulunmalarına, kendilerine saygı bahanesiyle onları itişlerine, kucak açmayışlarına, onları kucaklarına oturtmayışlarına sessiz kalmaları da duygusuzluktur. Bundan hoşlanmaları, “Benim yanımda hiçbir çocuğunu kucaklamamış, sevmemiş, öpmemiştir.” diyerek bu anlayışı ve davranışı övgü vesilesi etmeleri de şuursuzluktur.
Çocuklar sevgiye muhtaçtır, bu unutulmamalıdır. Büyükler de sevgiye muhtaçtır. Hatta onlar, küçüklerin sevgisine de muhtaçtırlar. Her canlı sevgiye muhtaçtır. Dolayısıyla Allah’ın kalbimize yerleştirdiği sevgi, şefkat ve merhameti ona muhtaç olandan esirgemek bir meziyet değildir.
Çocukların sevgi ve ilgiye olan ihtiyaçları, büyüklerden şüphesiz daha fazladır. Sevgi onların şahsiyetlerine, düşünüş şekillerine, zekâlarının ve güven duygularının gelişmesine, bedenî ve ruhî sağlıklarına tesir eder.
Dikkat edilirse görülecektir ki, insanı en güzel fıtrat üzerine yaratan Rabbimiz, çocuğu da sevgiye, şefkate, yakınlık gösterilmeye, dikkatleri üzerine çekmeye uygun yaratmıştır.
Esasen her canlı yavrusu, kendi çerçevesinde sevimlidir. Safiyane, enerji dolu, sevimli hareketleri ve davranış şekilleriyle hemen göze ve gönle hitap ederler. Bir kuzunun, bir tayın, bir kedi yavrusunun koşup oynayışlarını göz önüne getiriniz. Onların davranışları, büyüklerinin davranışlarından ne kadar farklıdır ve ne kadar dikkat çekicidir. İçten gelen bir ses sanki size “yakala ve sev” der. Fıtratta var olan saf duyguların değerini biliniz. Onları iradeli ve yerli yerinde kullanınız. Kirletmeyiniz, yaralamayınız, yanlış âdetlere boğdurtmayınız, yok etmeyiniz…
Sevginizi esirgemeyiniz, kendinize de, çocuklarınıza da zulmetmeyiniz, aile yuvanızı kasvetli bir dünya haline getirmeyiniz. Sevgiyle saadetinize saadet katınız…
[1] Sahih-i Buharî, Fedâil(13/ 318), Edeb (18/ 135).
[2] Sünen-i İbn Mâce, Mukaddime (1/ 51). Zevâid’de: “İsnadı hasen, râvîleri güvenilir râvîlerdir.” denilir.
http://www.siyerinebi.com/tr/dr-m-serafettin-kalay/cocuklarinizi-seviniz-ve-onlara-sevginizi-belli-ediniz
1 Aralık 2017 Cuma
Yuvalarınıza Girerken Selâm Veriniz ve Çocuklarınızı da Selâm Vermeye Alıştırınız
Enes (r.a) rivayet ediyor: “Rasûlullah (s.a.s) Efendimiz bana şöyle buyurdular:
“Yavrum! Ailenin yanına girdiğin zaman onlara selâm ver. Bu sana ve ailene bereket getirir.” 1
Selâm, İslâm’ın şiârıdır, nişanesidir. Müslümanların güzel duygularını özetleyen en güzel kelimelerden biridir.
Bir yere girerken selâm verilir, bir yerden çıkarken selâm verilir, bir kişiyle, bir toplulukla karşılaşınca selâm verilir… O, sevginin ve kaynaşmanın artmasına vesiledir. Allah Rasûlü (s.a.s);
“Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki, iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe gerçek manada iman etmiş olmazsınız. Yaptığınızda aranızdaki sevgiyi artıracak bir şeyi size işaret edeyim mi? Selâmı aranızda yayın.”2 buyuruyor.
Mü’minlerin selâmlaşması, âyetle de sâbit bir emr-i ilâhîdir. Zikr-i Hakîm'de şöyle buyurur:
“Size selâm verildiğinde, selâma size verilenden daha güzel bir şekilde mukabele edin veya aynı şekilde karşılık verin. Allah, her şeyi bütün incelikleri ile hesap edendir.” (Nisâ Sûresi 4/86)
Emr-i İlâhî’de birinci derecede istenen, şüphesiz selâma daha iyi bir şekilde karşılık verilmesidir. En azından aynı derecede güzellikle selâm verilmelidir. Melekler de Âdem’in selâmına “rahmet” ekleyerek karşılık vermişlerdir. Onların mukabelesi selâmı güzel almanın bir örneğidir.
Müttefekun aleyh olan bir hadiste Allah Rasûlü (s.a.s) Âdem (a.s) ve meleklerin selamlaşması ile ilgili olarak şöyle buyurur:
Allah, Âdem’i yarattığında ona; oturmakta olan bir grup meleğin yanına varmasını ve onlara selâm vermesini emretti. “Onların seni nasıl selâmladıklarını iyi dinle; bu senin ve zürriyetinin selâmıdır.” buyurdu. Âdem meleklere: “Es-selâmü Aleyküm!” diyerek selâm verdi. Melekler; “Es-selâmü Aleyke ve Rahmetullah!” diyerek ve onun selâmına “Rahmetullah”ı ekleyerek karşılık verdiler.3
O, hem Âdem’in, hem de zürriyetinin selâmıdır. Selâm, Âdem'den günümüze kadar vardır.
Ancak daha iyi bir karşılık olarak istenen, sadece kelime fazlalığıyla daha güzel cevap verme olmasa gerektir. Çünkü bazen selâm veren insan size ekleyecek kelime bırakmadan söyleneceklerin hepsini sıralayabilir. Siz de en azından onun söyledikleriyle onun selâmını alır, aynı dua ve niyazlarla karşılık vermiş olursunuz. Yine de bilinmelidir ki, selâma daima fazlasıyla karşılık verme imkânı vardır. Bu nasıl olur, diye sorulursa cevap açıktır. Daha içten, daha gönülden selâm alış ile. İçtenliğin, samimiyetin dile, ses tonuna aksedişiyle… Güler yüzle… Böyle yaparsanız selâmlaşmanın en büyük hedeflerinden biri olan sevgi artışına, kaynaşmaya vesile olursunuz. Bu gerçeği unutmayınız.
Bir dostunuzun evine vardığınızda veya herhangi bir eve girmek istediğinizde, ev halkına gelişinizi belli etmek, kendinizi tanıtmak, giriş için izin istemek ve görünce onlara selâm vermek de bir emr-i ilâhîdir:
“Ey iman edenler! Kendi evlerinizden başka evlere, orada oturanlara geldiğinizi ve kim olduğunuzu belli etmeden, ev halkına selâm vermeden girmeyin. Bu sizin için daha hayırlıdır; herhalde bunu düşünür, değerlendirir ve anlarsınız.” (Nûr Sûresi, 24/ 27)
Selâm hem dost kapısını, hem de gönül kapısını açan bir anahtardır.
Kendi evinize girerken de selâm veriniz. Hatta içerde insan olmasa bile. Rabbimiz, Zikr-i Hakim’de şöyle buyurmaktadır:
“Evlere girdiğinizde, Allah katından mübarek ve güzel bir selâmlama ile birbirinize selâm verin.” (Nûr Sûresi, 24/ 61).
Âyet-i kerîmedeki ifade tam kelime karşılıkları ile meallendirilirse “birbirinize selâm verin” yerine “kendilerinize selâm verin” denmesi gerekir. Murat, “birbirinize selâm verin” olduğu için böyle meallendirme daha uygundur.
Ancak âyet-i kerîmenin “kendilerinize selâm verin” ifadesinde dikkat edilecek bir incelik vardır: Rabbimiz, sanki bu vurguyla selâm verdiğimiz yakınlarımızı, mü’min kardeşlerimizi kendimizden bir parça saymamızı ve onları bu şuurla selâmlamamızı emrediyor… Bu üzerinde düşünülmesi gereken bir inceliktir.
Ayrıca kardeşimize vereceğimiz selâmın daha güzel bir şekilde bize geri döneceği, böylece selâmlanmamıza vesile olacağı da göz ardı edilmemelidir.
Her güzel davranış, her hayır, onu işleyen sahibine bir şekilde geri döner. Kötülük de öyledir…
Siz kardeşleriniz için güzel şeyler düşününüz, güzel şeyler yapınız. Bunu kendiniz için de yapmış olacaksınız. Hep güzel şeyler düşünür, güzel şeyler yaparsanız, düşündükleriniz ve yaptıklarınız simanıza aksedecek, gönlünüzü ve ufkunuzu açacak, göz nurunuz olup yolunuzu aydınlatacak, ebedî dünyanızı güzelleştirecektir.
Dr. M. Şerafettin KALAY
1 Sünen-i Tirmizî, İsti’zan (5/ 59, Hadis No: 2698). 2 Sahih-i Müslim, İman (1/ 74), Sünen-i Ebu Davud, Edeb (5/ 378), Sünen-i Tirmizî, İsti'zân (5/ 52). 3 Sahih-i Buhârî, İsti'zân(18/ 283), Sahih-i Müslim, Cennet (4/ 2183-2184).
http://www.siyerinebi.com/tr/dr-m-serafettin-kalay/yuvalariniza-girerken-selam-veriniz-ve-cocuklarinizi-da-selam-vermeye
“Yavrum! Ailenin yanına girdiğin zaman onlara selâm ver. Bu sana ve ailene bereket getirir.” 1
Selâm, İslâm’ın şiârıdır, nişanesidir. Müslümanların güzel duygularını özetleyen en güzel kelimelerden biridir.
Bir yere girerken selâm verilir, bir yerden çıkarken selâm verilir, bir kişiyle, bir toplulukla karşılaşınca selâm verilir… O, sevginin ve kaynaşmanın artmasına vesiledir. Allah Rasûlü (s.a.s);
“Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki, iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe gerçek manada iman etmiş olmazsınız. Yaptığınızda aranızdaki sevgiyi artıracak bir şeyi size işaret edeyim mi? Selâmı aranızda yayın.”2 buyuruyor.
Mü’minlerin selâmlaşması, âyetle de sâbit bir emr-i ilâhîdir. Zikr-i Hakîm'de şöyle buyurur:
“Size selâm verildiğinde, selâma size verilenden daha güzel bir şekilde mukabele edin veya aynı şekilde karşılık verin. Allah, her şeyi bütün incelikleri ile hesap edendir.” (Nisâ Sûresi 4/86)
Emr-i İlâhî’de birinci derecede istenen, şüphesiz selâma daha iyi bir şekilde karşılık verilmesidir. En azından aynı derecede güzellikle selâm verilmelidir. Melekler de Âdem’in selâmına “rahmet” ekleyerek karşılık vermişlerdir. Onların mukabelesi selâmı güzel almanın bir örneğidir.
Müttefekun aleyh olan bir hadiste Allah Rasûlü (s.a.s) Âdem (a.s) ve meleklerin selamlaşması ile ilgili olarak şöyle buyurur:
Allah, Âdem’i yarattığında ona; oturmakta olan bir grup meleğin yanına varmasını ve onlara selâm vermesini emretti. “Onların seni nasıl selâmladıklarını iyi dinle; bu senin ve zürriyetinin selâmıdır.” buyurdu. Âdem meleklere: “Es-selâmü Aleyküm!” diyerek selâm verdi. Melekler; “Es-selâmü Aleyke ve Rahmetullah!” diyerek ve onun selâmına “Rahmetullah”ı ekleyerek karşılık verdiler.3
O, hem Âdem’in, hem de zürriyetinin selâmıdır. Selâm, Âdem'den günümüze kadar vardır.
Ancak daha iyi bir karşılık olarak istenen, sadece kelime fazlalığıyla daha güzel cevap verme olmasa gerektir. Çünkü bazen selâm veren insan size ekleyecek kelime bırakmadan söyleneceklerin hepsini sıralayabilir. Siz de en azından onun söyledikleriyle onun selâmını alır, aynı dua ve niyazlarla karşılık vermiş olursunuz. Yine de bilinmelidir ki, selâma daima fazlasıyla karşılık verme imkânı vardır. Bu nasıl olur, diye sorulursa cevap açıktır. Daha içten, daha gönülden selâm alış ile. İçtenliğin, samimiyetin dile, ses tonuna aksedişiyle… Güler yüzle… Böyle yaparsanız selâmlaşmanın en büyük hedeflerinden biri olan sevgi artışına, kaynaşmaya vesile olursunuz. Bu gerçeği unutmayınız.
Bir dostunuzun evine vardığınızda veya herhangi bir eve girmek istediğinizde, ev halkına gelişinizi belli etmek, kendinizi tanıtmak, giriş için izin istemek ve görünce onlara selâm vermek de bir emr-i ilâhîdir:
“Ey iman edenler! Kendi evlerinizden başka evlere, orada oturanlara geldiğinizi ve kim olduğunuzu belli etmeden, ev halkına selâm vermeden girmeyin. Bu sizin için daha hayırlıdır; herhalde bunu düşünür, değerlendirir ve anlarsınız.” (Nûr Sûresi, 24/ 27)
Selâm hem dost kapısını, hem de gönül kapısını açan bir anahtardır.
Kendi evinize girerken de selâm veriniz. Hatta içerde insan olmasa bile. Rabbimiz, Zikr-i Hakim’de şöyle buyurmaktadır:
“Evlere girdiğinizde, Allah katından mübarek ve güzel bir selâmlama ile birbirinize selâm verin.” (Nûr Sûresi, 24/ 61).
Âyet-i kerîmedeki ifade tam kelime karşılıkları ile meallendirilirse “birbirinize selâm verin” yerine “kendilerinize selâm verin” denmesi gerekir. Murat, “birbirinize selâm verin” olduğu için böyle meallendirme daha uygundur.
Ancak âyet-i kerîmenin “kendilerinize selâm verin” ifadesinde dikkat edilecek bir incelik vardır: Rabbimiz, sanki bu vurguyla selâm verdiğimiz yakınlarımızı, mü’min kardeşlerimizi kendimizden bir parça saymamızı ve onları bu şuurla selâmlamamızı emrediyor… Bu üzerinde düşünülmesi gereken bir inceliktir.
Ayrıca kardeşimize vereceğimiz selâmın daha güzel bir şekilde bize geri döneceği, böylece selâmlanmamıza vesile olacağı da göz ardı edilmemelidir.
Her güzel davranış, her hayır, onu işleyen sahibine bir şekilde geri döner. Kötülük de öyledir…
Siz kardeşleriniz için güzel şeyler düşününüz, güzel şeyler yapınız. Bunu kendiniz için de yapmış olacaksınız. Hep güzel şeyler düşünür, güzel şeyler yaparsanız, düşündükleriniz ve yaptıklarınız simanıza aksedecek, gönlünüzü ve ufkunuzu açacak, göz nurunuz olup yolunuzu aydınlatacak, ebedî dünyanızı güzelleştirecektir.
Dr. M. Şerafettin KALAY
1 Sünen-i Tirmizî, İsti’zan (5/ 59, Hadis No: 2698). 2 Sahih-i Müslim, İman (1/ 74), Sünen-i Ebu Davud, Edeb (5/ 378), Sünen-i Tirmizî, İsti'zân (5/ 52). 3 Sahih-i Buhârî, İsti'zân(18/ 283), Sahih-i Müslim, Cennet (4/ 2183-2184).
http://www.siyerinebi.com/tr/dr-m-serafettin-kalay/yuvalariniza-girerken-selam-veriniz-ve-cocuklarinizi-da-selam-vermeye
30 Kasım 2017 Perşembe
Çocuklarınıza Adaletli Davranınz-Dr. M. Şerafettin KALAY
Nu'mân İbn Beşîr'in(ra) anlattığı hatırayı dinliyoruz:
Babam bana malının bir kısmını bağışlamıştı. Annem Amrâ Bint Ravâha(ra); “-Rasûlullah(sav) buna şahidlik etmedikçe razı olmam,” dedi. Babam Allah Rasûlü'nün yanına geldi. Onun bana verilene şahidlik etmesini istiyordu.
Rasûlullah(sav) Efendimiz ona; “-Bunu bütün çocuklarına yaptın mı?” diye sordu, babam “-Hayır,” cevabını verdi.
Allah Rasûlü(sav); “Allah'tan korkun ve çocuklarınız arasında adaletli davranın!” buyurdu.Babam döndü ve verdiğini geri aldı.[1]
*
Hadisin bir başka rivayetinde Allah Rasûlü'nün(sav); “-O halde benden şahidlik yapmamı isteme! Ben haksızlığa şahidlik yapmam,” buyurduğu nakledilir[2].
Allah Rasûlü'nün bu kesin tavrı ve söylediği kelimeler asla akıldan çıkarılmamalıdır. Günümüzde yaşanan nice acı manzara, onun irşad ettiği yoldan ne kadar uzaktır.
*
Çocuklar arasında farklı davranış, onlardan birisini diğerlerine tercih veya içlerinden birini dışlamak sebebi ne olursa olsun son derece yanlıştır. Ne yazık ki sıkça yaşanan bir hastalık, bir irade zayıflığı, bir başka ifadeyle hissî davranıştır. Onlardan birinin anne, babaya yakın davranışı, yaşının küçüklülüğü, daha sıcak yapılı olması, daha zeki veya çalışkanlığı, erkek veya kız olması dikkatlerin o çocuğa yönelmesine, diğerlerinin ihmal edilişine sebep olduğunu görüyoruz.
Bazen de annesi veya babası farklı, yani üvey olan çocuk bu farklılıktan dolayı dışlanıyor.
Bu tür davranışlar, hele de içlerinden birine bir şey verilip diğerlerinin ihmal edilişi kardeşler arasına hased tohumlarının ekilmesine, bitmeyen kardeş kavgalarına, nefrete, ara soğukluklarına sebep olur. Anne ve babaya hürmet duygularını yaralar. Bıraktığı tesir acı ve uzun sürelidir. Belki de hiç kapanmayacak bir yaranın açılışına sebeptir.
Allah Rasûlü'nün; “-Bunu bütün çocuklarına yaptın mı?” sorusuna ve “Hayır” cevabını alınca tavrına dikkat ediniz. Ne kadar kesin ve nettir. Hatanın büyüklüğünü ne kadar vurgulayıcıdır.
Nu'man(ra) bu yıllarda çocuk denecek yaşlardadır. Sonraki yıllarda aile olarak nice güzellikler yaşamışlar ve inandıkları hak yol uğruna nice fedakârlıklar sergilemişlerdir. Eğer böyle bir hata işlenseydi âile bütünlüğü, kardeşlik bağları ne hale gelirdi?
Bu gün cemiyet içinde işlenen bu tür hataların sancılarını ne kadar çok görüyoruz. “O benim dediğimi yapıyor, diğerleri yapmıyor.” veya “O bizi herkese mahcup ediyor, sözümüze değer vermiyor.” “O bir önceki hanımın oğlu. Bu evde yeri yok. Artık bize yabancı. Zaten o babasının benimle evliliğini de istemedi. Huysuzluk etti. Şimdi hak istiyor, miras istiyor…” şeklinde nice cümleler, adaletsiz davranışlar için izahlar duyuyoruz. Söylenenler gerçek olsa bile büyükler adaletli davranmalıdır ki sonraki yıllara acılar ve nefret duyguları bırakmasınlar.
Bir çocuğun anne ve babasının arkasından acı sözler söyleyip hatalarına bunu sebep göstermesinden, “Onlar üzerine düşeni yaptı, fakat ben hata işledim. Onlar yine de beni ayırmadılar. Bana evlad muamelesi yaptılar.” demesi bin kat daha hayırlıdır.
Adilce davranış, hem elbise, eşya alımında, hem muâmelede, hem de yetişmesi için fırsatlar hazırlanılmasında gösterilmelidir.
Şüphesiz insanlar aynı anne ve babanın çocukları bile olsalar birbirinin aynı değillerdir. İçlerinde başarılı olanları olur, olmayanları olur veya başarı oranları ve alanları arasında farklar bulunur. Ancak bu farklar, anne ve babanın davranışlarından, hazırladığı imkânlardan kaynaklanmamalıdır.
Kendinizi çocuğunuzun yerine koyunuz. İtilen, dışlanan veya haksızlık yapılan siz olsaydınız neler düşünürdünüz? Zihninize güzel şeyler gelmiyorsa, bunu bir hata olarak görüyorsanız siz o hatayı yapmayınız. Böyle bir yolu çocuğunuzdan intikam alma vesilesi olarak seçmeyiniz.
Bazı durumlarda çocuklarınızdan birisiyle daha fazla ilgilenmek zorunda kalabilirsiniz. Hasta olabilir, yeni bir okula giriyor olabilir, belli bir sıkıntı yaşıyor olabilir… Gerçekten onun üzerine eğilip bu devreyi atlatmasına yardımcı olmanızın en doğru davranış olduğu anları yaşayabilirsiniz. Bu durumu çok defa diğer kardeşler anlayacaktır. Anlamıyorlarsa, uygun bir şekilde anlatmalısınız. Günün birinde aynı şeyler onun başından geçtiğinde onun yardımına da koşacağınızı hissettirmelisiniz. Sizi anlayacak, size yardım etmeye de çalışacaktır.
Yardım etmeleri mümkünse onları da yardıma çağırınız. Bu hem onları onurlandıracak, hem menfî duygularını silecek, hem de kardeşlik duygularının güçlenmesine vesile olacaktır.
Zaman zaman dikkat çekmek için huysuzluk ederek veya arzusu yerine gelmediğinde; “Siz kardeşim bir şey isteyince yapıyorsunuz.” veya “Onunla ilgileniyorsunuz.” şeklindeki itirazlarla karşılaşıyorsunuzdur. İçiniz gerçekten doğruyu yaptığına inanıyor, adaletli davrandığınızdan şüphe etmiyorsanız bu tür itirazlarla sarsılmayınız. Bunlar geçicidir. Bu itirazları yapanlar da duygular yatışınca haksız olanın kendileri olduğunu hissedeceklerdir. Çoğu zaten baştan bilmekte, sizi istediğine zorlamaya çalışmaktadır.
“Çocuklarınıza adaletli davranınız.” derken bunu; “Her dediklerini yapın.” mânâsına almayınız. Onların sizi yanlış yönlendirmelerine, duygularınızla oynamalarına, zayıf yanlarınızı keşfederek onlardan istifade etmeye çalışmalarına fırsat vermeyiniz.
Hem dirayetli olunuz, hem de adil davranınız. Adalet yuvaların da temelidir. Bunu unutmayınız. Allah Rasûlü'nün şu müjdesini de aklınızdan çıkarmayınız:
“Âdil insanlar Allah katında nurdan minberler üzerindedir…”
Hadisin devamında Allah Rasûlü(sav) bu müjdesine daha da açıklık getirir:
“Onlar verdikleri hükümde âdil olanlardır, âile ocaklarında âdil davrananlardır, idarî mesuliyetini üstlendikleri insanlara adaletle hükmedenlerdir.” [3]
“Şehirler gerçek manada surlarla, hendeklerle değil adaletle korunur.” hikmeti doğrudur. Yuvalar da adaletle korunur. Şu müjdeyi de unutmayınız:
“Şüphesiz Allah, adaletle davrananları sever.” (Mâide 5/ 42)[4]
Dr. M. Şerafettin KALAY
[1] Sahih-i Buhârî, Hibe (11/ 47), Sahih-i Müslim, Hibe (3/ 1242-1243).
[2] Bak: Sahih-i Buhârî, Şehâdât (11/ 122), Sahih-i Müslim, Hibe (3/ 1243).
[3] Sahih-i Müslim, İmâra ( 3/ 1458).
[4] Ayrıca bak: Hucurât Sûresi (49) Âyet: 9, Mümtehıne Sûresi (60) Âyet: 8. http://www.siyerinebi.com/tr/dr-m-serafettin-kalay/cocuklariniza-adaletli-davraninz
Babam bana malının bir kısmını bağışlamıştı. Annem Amrâ Bint Ravâha(ra); “-Rasûlullah(sav) buna şahidlik etmedikçe razı olmam,” dedi. Babam Allah Rasûlü'nün yanına geldi. Onun bana verilene şahidlik etmesini istiyordu.
Rasûlullah(sav) Efendimiz ona; “-Bunu bütün çocuklarına yaptın mı?” diye sordu, babam “-Hayır,” cevabını verdi.
Allah Rasûlü(sav); “Allah'tan korkun ve çocuklarınız arasında adaletli davranın!” buyurdu.Babam döndü ve verdiğini geri aldı.[1]
*
Hadisin bir başka rivayetinde Allah Rasûlü'nün(sav); “-O halde benden şahidlik yapmamı isteme! Ben haksızlığa şahidlik yapmam,” buyurduğu nakledilir[2].
Allah Rasûlü'nün bu kesin tavrı ve söylediği kelimeler asla akıldan çıkarılmamalıdır. Günümüzde yaşanan nice acı manzara, onun irşad ettiği yoldan ne kadar uzaktır.
*
Çocuklar arasında farklı davranış, onlardan birisini diğerlerine tercih veya içlerinden birini dışlamak sebebi ne olursa olsun son derece yanlıştır. Ne yazık ki sıkça yaşanan bir hastalık, bir irade zayıflığı, bir başka ifadeyle hissî davranıştır. Onlardan birinin anne, babaya yakın davranışı, yaşının küçüklülüğü, daha sıcak yapılı olması, daha zeki veya çalışkanlığı, erkek veya kız olması dikkatlerin o çocuğa yönelmesine, diğerlerinin ihmal edilişine sebep olduğunu görüyoruz.
Bazen de annesi veya babası farklı, yani üvey olan çocuk bu farklılıktan dolayı dışlanıyor.
Bu tür davranışlar, hele de içlerinden birine bir şey verilip diğerlerinin ihmal edilişi kardeşler arasına hased tohumlarının ekilmesine, bitmeyen kardeş kavgalarına, nefrete, ara soğukluklarına sebep olur. Anne ve babaya hürmet duygularını yaralar. Bıraktığı tesir acı ve uzun sürelidir. Belki de hiç kapanmayacak bir yaranın açılışına sebeptir.
Allah Rasûlü'nün; “-Bunu bütün çocuklarına yaptın mı?” sorusuna ve “Hayır” cevabını alınca tavrına dikkat ediniz. Ne kadar kesin ve nettir. Hatanın büyüklüğünü ne kadar vurgulayıcıdır.
Nu'man(ra) bu yıllarda çocuk denecek yaşlardadır. Sonraki yıllarda aile olarak nice güzellikler yaşamışlar ve inandıkları hak yol uğruna nice fedakârlıklar sergilemişlerdir. Eğer böyle bir hata işlenseydi âile bütünlüğü, kardeşlik bağları ne hale gelirdi?
Bu gün cemiyet içinde işlenen bu tür hataların sancılarını ne kadar çok görüyoruz. “O benim dediğimi yapıyor, diğerleri yapmıyor.” veya “O bizi herkese mahcup ediyor, sözümüze değer vermiyor.” “O bir önceki hanımın oğlu. Bu evde yeri yok. Artık bize yabancı. Zaten o babasının benimle evliliğini de istemedi. Huysuzluk etti. Şimdi hak istiyor, miras istiyor…” şeklinde nice cümleler, adaletsiz davranışlar için izahlar duyuyoruz. Söylenenler gerçek olsa bile büyükler adaletli davranmalıdır ki sonraki yıllara acılar ve nefret duyguları bırakmasınlar.
Bir çocuğun anne ve babasının arkasından acı sözler söyleyip hatalarına bunu sebep göstermesinden, “Onlar üzerine düşeni yaptı, fakat ben hata işledim. Onlar yine de beni ayırmadılar. Bana evlad muamelesi yaptılar.” demesi bin kat daha hayırlıdır.
Adilce davranış, hem elbise, eşya alımında, hem muâmelede, hem de yetişmesi için fırsatlar hazırlanılmasında gösterilmelidir.
Şüphesiz insanlar aynı anne ve babanın çocukları bile olsalar birbirinin aynı değillerdir. İçlerinde başarılı olanları olur, olmayanları olur veya başarı oranları ve alanları arasında farklar bulunur. Ancak bu farklar, anne ve babanın davranışlarından, hazırladığı imkânlardan kaynaklanmamalıdır.
Kendinizi çocuğunuzun yerine koyunuz. İtilen, dışlanan veya haksızlık yapılan siz olsaydınız neler düşünürdünüz? Zihninize güzel şeyler gelmiyorsa, bunu bir hata olarak görüyorsanız siz o hatayı yapmayınız. Böyle bir yolu çocuğunuzdan intikam alma vesilesi olarak seçmeyiniz.
Bazı durumlarda çocuklarınızdan birisiyle daha fazla ilgilenmek zorunda kalabilirsiniz. Hasta olabilir, yeni bir okula giriyor olabilir, belli bir sıkıntı yaşıyor olabilir… Gerçekten onun üzerine eğilip bu devreyi atlatmasına yardımcı olmanızın en doğru davranış olduğu anları yaşayabilirsiniz. Bu durumu çok defa diğer kardeşler anlayacaktır. Anlamıyorlarsa, uygun bir şekilde anlatmalısınız. Günün birinde aynı şeyler onun başından geçtiğinde onun yardımına da koşacağınızı hissettirmelisiniz. Sizi anlayacak, size yardım etmeye de çalışacaktır.
Yardım etmeleri mümkünse onları da yardıma çağırınız. Bu hem onları onurlandıracak, hem menfî duygularını silecek, hem de kardeşlik duygularının güçlenmesine vesile olacaktır.
Zaman zaman dikkat çekmek için huysuzluk ederek veya arzusu yerine gelmediğinde; “Siz kardeşim bir şey isteyince yapıyorsunuz.” veya “Onunla ilgileniyorsunuz.” şeklindeki itirazlarla karşılaşıyorsunuzdur. İçiniz gerçekten doğruyu yaptığına inanıyor, adaletli davrandığınızdan şüphe etmiyorsanız bu tür itirazlarla sarsılmayınız. Bunlar geçicidir. Bu itirazları yapanlar da duygular yatışınca haksız olanın kendileri olduğunu hissedeceklerdir. Çoğu zaten baştan bilmekte, sizi istediğine zorlamaya çalışmaktadır.
“Çocuklarınıza adaletli davranınız.” derken bunu; “Her dediklerini yapın.” mânâsına almayınız. Onların sizi yanlış yönlendirmelerine, duygularınızla oynamalarına, zayıf yanlarınızı keşfederek onlardan istifade etmeye çalışmalarına fırsat vermeyiniz.
Hem dirayetli olunuz, hem de adil davranınız. Adalet yuvaların da temelidir. Bunu unutmayınız. Allah Rasûlü'nün şu müjdesini de aklınızdan çıkarmayınız:
“Âdil insanlar Allah katında nurdan minberler üzerindedir…”
Hadisin devamında Allah Rasûlü(sav) bu müjdesine daha da açıklık getirir:
“Onlar verdikleri hükümde âdil olanlardır, âile ocaklarında âdil davrananlardır, idarî mesuliyetini üstlendikleri insanlara adaletle hükmedenlerdir.” [3]
“Şehirler gerçek manada surlarla, hendeklerle değil adaletle korunur.” hikmeti doğrudur. Yuvalar da adaletle korunur. Şu müjdeyi de unutmayınız:
“Şüphesiz Allah, adaletle davrananları sever.” (Mâide 5/ 42)[4]
Dr. M. Şerafettin KALAY
[1] Sahih-i Buhârî, Hibe (11/ 47), Sahih-i Müslim, Hibe (3/ 1242-1243).
[2] Bak: Sahih-i Buhârî, Şehâdât (11/ 122), Sahih-i Müslim, Hibe (3/ 1243).
[3] Sahih-i Müslim, İmâra ( 3/ 1458).
[4] Ayrıca bak: Hucurât Sûresi (49) Âyet: 9, Mümtehıne Sûresi (60) Âyet: 8. http://www.siyerinebi.com/tr/dr-m-serafettin-kalay/cocuklariniza-adaletli-davraninz
29 Kasım 2017 Çarşamba
Dinin temeli sayılan dört hadisi şerif-Faruk Beşer
Hadis, söz demektir. Resulüllah'a ait olan sözlere 'şerefli söz' anlamında 'hadisi şerif' deriz ve bu niteleme ile onları sıradan sözlerden ayırırız. Sünnet ise tarz, uygulama biçimi, yöntem demektir. Terim olarak kullanıldığında Sünnet Resulüllah'a ait söz, fiil, onay ve halin hepsi birden kastedilir. Hadis de sünnetin bir parçasıdır. Sonradan her çeşidiyle sünnet yazıya geçince hepsine birden hadis denmeye başlandı.
... Kısaca sünnet, Resulüllah'ın Kur'an-ı Kerim'i, doğru olduğu Allah tarafından onaylanmış biçimde yanlışsız uygulamasıdır. Bu sebeple sünnet de dolaylı vahidir. Bir hadisin ya da sünnetin Resulüllah'a aidiyeti kesin olduktan sonra doğruluğu da kesindir. Doğru anlaşılması ise ayrı bir olaydır ve bazen zor olabilir ve uzun araştırmalara ihtiyaç duyurabilir. Bunu da ancak işin ehli olan âlemler yapar. Günümüzde sünneti hafife alanlar, hiç şüpheniz olmasın ki, ya bilmediklerini dahi bilmeyen cahillerdir, ya da kötü bir niyetleri vardır.
Hukuki hüküm ifade eden sünnet/hadisler genellikle tek başlarına bir norm oluşturmazlar, Kur'an-ı Kerim'deki ilgili ayetler ışığında ve kendi bağlamları bütünlüğüyle birlikte düşünülürler. Ahlakı ve akideyi ilgilendiren hadisler ise biraz daha geneldirler. Bu konular hadisle ya da sünnetle ilgili bilgisi takvim yaprağını açıp bir hadis okumaktan ibaret olan sıradan insanların anlayacağı şeyler değildir. İşin içine girenler hadis âlimlerinin ne muhteşem ilimler geliştirdiklerini ve ne akıl almaz çabalar harcadıklarını görürler.
... Resulüllah'tan bize gelen hadislerin sayısı, tekrarları atıldığında sadece on bin kadardır. Ama bir metnin her farklı bir ravi tarafından rivayet edilmesi onu farklı bir hadis yapar ve hadis de bu rivayet yollarına göre değerlendirilir.
İşte bu muhteşem âlim bunca hadisi eleyip otuz binini yazdıktan sonra diyor ki, aslında İslam'ın tamamını üç hadis üzerine oturtabilirsiniz. İshak bin Râhuye adlı hadisçi bunu kabul eder ama bunlara bir dördüncüsünü de ekler.
Birinci hadis şudur: Müslümanlar Mekke'den Medine'ye hicret ettiklerinde bir adam da sevdiği bir kadınla evlenebilmek için hicret etmişti. Bunun üzerine Resulüllah şöyle buyurdu: “Ameller niyetlere göre değer kazanır. Herkes neye niyet ederse onu bulur. Bir dünyalık elde etmek ya da bir kadınla evlenmek niyetiyle yola çıkan sadece o dünyalığa ya da o kadına ulaşır”. Bu hadisi şerif aynı zamanda ihlası da anlatır ve amellerimizi yaparken niyet olarak içimizden ne geçiyorsa, bize o ameli yaptıran dürtü ne ise bulacağımız da sadece odur. Allah için yapılmayan bir işte Allah'ın rızası ve mükâfatı da olmaz.
İkinci hadisi şerif: “Kim bizim bu işimizde sonradan bir şey ihdas ederse o reddolunur”. Resulüllah'ın 'bu işimiz' dediği şey dinin akılla kurulmayacak olan yönü, yani ibadetler ve akide tarafıdır. İşte bu alanda sonradan farklı bir uygulama ya da inanç ortaya konursa bu bidat olur, kabul edilmez. Bu sıralama aynı zamanda âlimlerin bidat konusunda nasıl dikkatli olduklarını da gösterir.
Üçüncü hadisi şerif: “Helal bellidir, haram da bellidir. İkisinin arasında şüpheli şeyler vardır ve insanların çoğu bunların hükmünü bilmez. İşte bu şüpheli şeylerden kaçınabilenler dinlerini de haysiyetlerini korumuş olurlar. Bu şüpheli alanda dolaşanlar ise harama düşebilirler. Tıpkı hayvanlarını bir koruluğun etrafında otlatan çobanın durumu gibi. Hayvanları her an o koruluğa girebilir. Dikkatli olun, her kralın bir özel koruma alanı olduğu gibi, Allah'ın da böyle bir koruluğu vardır. O'nun koruluğu haram kıldığı şeylerdir. Dikkat edin, vücutta bir et parçası vardır ki, o sağlam olursa bütün beden sağlam olur, o bozuk olursa bütün beden bozuk olur. İşte o kalptir”.
Dördüncü hadisi şerif: “Ey insanlar, Allah temizdir, ancak temiz olanı kabul eder. O peygamberlere neyi emretmişse müminlere da onu emretmiştir. Peygamber'e demiştir ki, temiz yiyin ve salih ameller yapın, ben sizin ne yaptığınızı iyi bilirim. Müminlere de demiştir ki, ey müminler, siz de verdiğim rızıkların temiz olanlarından yiyin”. Resulüllah sonra da şöyle bir misal verdi: “Bir adam düşünün, uzun bir yolculuğa çıkmış. Üstü başı toz toprak içinde. Elini semaya açıyor ve Rabbim, dualarımı kabul et diyor. Ama yediği haram, içtiği haram, giydiği haram. Hep haramla beslenmiş, duası nasıl kabul olsun!”.
... Kısaca sünnet, Resulüllah'ın Kur'an-ı Kerim'i, doğru olduğu Allah tarafından onaylanmış biçimde yanlışsız uygulamasıdır. Bu sebeple sünnet de dolaylı vahidir. Bir hadisin ya da sünnetin Resulüllah'a aidiyeti kesin olduktan sonra doğruluğu da kesindir. Doğru anlaşılması ise ayrı bir olaydır ve bazen zor olabilir ve uzun araştırmalara ihtiyaç duyurabilir. Bunu da ancak işin ehli olan âlemler yapar. Günümüzde sünneti hafife alanlar, hiç şüpheniz olmasın ki, ya bilmediklerini dahi bilmeyen cahillerdir, ya da kötü bir niyetleri vardır.
Hukuki hüküm ifade eden sünnet/hadisler genellikle tek başlarına bir norm oluşturmazlar, Kur'an-ı Kerim'deki ilgili ayetler ışığında ve kendi bağlamları bütünlüğüyle birlikte düşünülürler. Ahlakı ve akideyi ilgilendiren hadisler ise biraz daha geneldirler. Bu konular hadisle ya da sünnetle ilgili bilgisi takvim yaprağını açıp bir hadis okumaktan ibaret olan sıradan insanların anlayacağı şeyler değildir. İşin içine girenler hadis âlimlerinin ne muhteşem ilimler geliştirdiklerini ve ne akıl almaz çabalar harcadıklarını görürler.
... Resulüllah'tan bize gelen hadislerin sayısı, tekrarları atıldığında sadece on bin kadardır. Ama bir metnin her farklı bir ravi tarafından rivayet edilmesi onu farklı bir hadis yapar ve hadis de bu rivayet yollarına göre değerlendirilir.
İşte bu muhteşem âlim bunca hadisi eleyip otuz binini yazdıktan sonra diyor ki, aslında İslam'ın tamamını üç hadis üzerine oturtabilirsiniz. İshak bin Râhuye adlı hadisçi bunu kabul eder ama bunlara bir dördüncüsünü de ekler.
Birinci hadis şudur: Müslümanlar Mekke'den Medine'ye hicret ettiklerinde bir adam da sevdiği bir kadınla evlenebilmek için hicret etmişti. Bunun üzerine Resulüllah şöyle buyurdu: “Ameller niyetlere göre değer kazanır. Herkes neye niyet ederse onu bulur. Bir dünyalık elde etmek ya da bir kadınla evlenmek niyetiyle yola çıkan sadece o dünyalığa ya da o kadına ulaşır”. Bu hadisi şerif aynı zamanda ihlası da anlatır ve amellerimizi yaparken niyet olarak içimizden ne geçiyorsa, bize o ameli yaptıran dürtü ne ise bulacağımız da sadece odur. Allah için yapılmayan bir işte Allah'ın rızası ve mükâfatı da olmaz.
İkinci hadisi şerif: “Kim bizim bu işimizde sonradan bir şey ihdas ederse o reddolunur”. Resulüllah'ın 'bu işimiz' dediği şey dinin akılla kurulmayacak olan yönü, yani ibadetler ve akide tarafıdır. İşte bu alanda sonradan farklı bir uygulama ya da inanç ortaya konursa bu bidat olur, kabul edilmez. Bu sıralama aynı zamanda âlimlerin bidat konusunda nasıl dikkatli olduklarını da gösterir.
Üçüncü hadisi şerif: “Helal bellidir, haram da bellidir. İkisinin arasında şüpheli şeyler vardır ve insanların çoğu bunların hükmünü bilmez. İşte bu şüpheli şeylerden kaçınabilenler dinlerini de haysiyetlerini korumuş olurlar. Bu şüpheli alanda dolaşanlar ise harama düşebilirler. Tıpkı hayvanlarını bir koruluğun etrafında otlatan çobanın durumu gibi. Hayvanları her an o koruluğa girebilir. Dikkatli olun, her kralın bir özel koruma alanı olduğu gibi, Allah'ın da böyle bir koruluğu vardır. O'nun koruluğu haram kıldığı şeylerdir. Dikkat edin, vücutta bir et parçası vardır ki, o sağlam olursa bütün beden sağlam olur, o bozuk olursa bütün beden bozuk olur. İşte o kalptir”.
Dördüncü hadisi şerif: “Ey insanlar, Allah temizdir, ancak temiz olanı kabul eder. O peygamberlere neyi emretmişse müminlere da onu emretmiştir. Peygamber'e demiştir ki, temiz yiyin ve salih ameller yapın, ben sizin ne yaptığınızı iyi bilirim. Müminlere de demiştir ki, ey müminler, siz de verdiğim rızıkların temiz olanlarından yiyin”. Resulüllah sonra da şöyle bir misal verdi: “Bir adam düşünün, uzun bir yolculuğa çıkmış. Üstü başı toz toprak içinde. Elini semaya açıyor ve Rabbim, dualarımı kabul et diyor. Ama yediği haram, içtiği haram, giydiği haram. Hep haramla beslenmiş, duası nasıl kabul olsun!”.
28 Kasım 2017 Salı
Türkçe İbadet
Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.
DİN İŞLERİ YÜKSEK KURULU KARARI
(Türkçe İbadet)
KARAR TARİHİ : 04.12.1997
Son günlerde Türkçe ibadet ve özellikle Kur’an-ı Kerim’in namazda Türkçe tercemesinin okunmasına dair tartışmaların yoğunluk kazanması üzerine konu Kurulumuzda görüşüldü. Yapılan inceleme ve müzakere sonunda:
Bütün ilahi kitaplar, onları insanlığa tebliğ ile görevlendirilen Peygamberlerin konuştukları dille indirilmişlerdir.
Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.) Arabistan’da Araplar arasında yetiştiği ve Arapça konuştuğu için, O’nun tebliğ ettiği Kur’an-ı Kerim de Arapça olarak indirilmiştir.
Ancak Yüce Rabbımızın bütün insanlığa son kitabı ve ebedi hitabı olan Kur’an-ı Kerim, sadece Araplar ve Arapça’yı bilenler için değil, bütün insanları sapıklıklardan korumak, onlara Hakkı ve hakikati öğretmek, hidayet ve gerçek saadet yolunu göstermek için indirilmiştir. Bunun gerçekleşebilmesi için de, Kur’an-ı Kerim’in bildirdiği ilahi gerçek ve öğütlerin herkese, bütün insanlığa tebliğ edilmesi, herkes tarafından öğrenilmesi, anlaşılması, üzerinde düşünülmesi, kavranması ve kalplere yerleşmesi gerekir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de:
“Bu Kur’an, bütün insanlara bir açıklama, sakınanlara yol gösterme ve bir öğüttür.” (Al-i İmran, 3/138)
“Ey Peygamber, Rabbından sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yapmamış olursun...” (Maide 5/67)
“Kendilerine, indirileni insanlara açıklayasın diye sana Kur’an’ı indirdik.” (Nahl, 16/44)
“Bu Kur’an, ayetlerini iyiden iyiye düşünsünler, tam akıl sahipleri ibret alsınlar diye sana indirdiğimiz feyz kaynağı bir kitaptır.” (Sad, 38/29)buyurulmuştur.
İfade edildiği üzere Kur’an-ı Kerim Arapçadır. Cenab-ı Hakk’ın yüce kelamı kutsal kitabımızın dilinin her müslüman tarafından bilinmesi ve anlaşılması, arzu edilen bir durum ise de, âdeten mümkün değildir. O halde Kur’an-ı Kerim’in Arapça bilmeyenlere tebliğ edilebilmesi ve onların da bu Yüce Kitapta bildirilen ilahî gerçek ve öğütleri anlayıp üzerinde düşünebilmeleri ve O’nun hidayetinden yararlanabilmeleri için, başka dillere tercüme edilmesine, kısa ve uzun açıklamalarının yapılmasına kesin ihtiyaç hatta zaruret vardır. Nitekim, İslamın ilk dönemlerinden itibaren buna ihtiyaç duyulmuştur. Ashabın ileri gelenlerinden Selman-ı Farisî’nin İranlı hemşehrilerinin isteği üzerine Fatiha Sûresini Farsçaya çevirip onlara gönderdiği bazı kaynaklarda (bk. Serahsi, el-Mebsut, I, 37, Beyrut, 1398/1978) yer almıştır. Günümüzde Kur’an-ı Kerim, dünyadaki belli başlı hemen bütün dillere çevrilmiş durumdadır. Dilimizde de yüzün üzerinde meal, terceme ve tefsiri bulunmaktadır.
Kur’an-ı Kerim’in namazda Türkçe tercemesinin okunmasına gelince:
Kur’an-ı Kerim’de “Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun” (Müzzemmil, 73/20) buyrulduğu gibi, Hz. Peygamber (s.a) de bütün namazlarda Kur’an-ı Kerim okumuş ve namaz kılmayı iyi bilmeyen bir sahabiye namaz kılmayı tarif ederken “... sonra Kur’an’dan hafızanda bulunanlardan kolayına geleni oku.” (Müslim, Salat, 45) buyurmuştur. Bu itibarla namazda kıraat yani Kur’an okumak, Kitap, Sünnet ve İcma ile sabit bir farzdır.
Bilindiği üzere Kur’an, Cenab-ı Hakk’ın Hz.Muhammed (s.a,)’e Cebrail aracılığı ile indirdiği manaya delalet eden elfazın (nazm-ı münzel’in) ismidir. Sadece mana olarak değil, Resülüllah (s.a.)’in kalbine elfazı ile indirilmiştir. Bu itibarla bu elfazdan anlaşılan ve başka lafızlarla (sözlerle) ifade edilen mana Kur’an değildir. Çünkü indirildiği elfazın dışında, hatta Arapça bile olsa, başka sözlerle ifade edilen mana Cenab-ı Hakk’ın kelamı değil, mütercimin ondan anladığı yorumdur. Oysa Kur’an kavramının içeriğinde, sadece mana değil, bir rüknü olarak onun elfazı da vardır.
DİN İŞLERİ YÜKSEK KURULU KARARI
(Türkçe İbadet)
KARAR TARİHİ : 04.12.1997
Son günlerde Türkçe ibadet ve özellikle Kur’an-ı Kerim’in namazda Türkçe tercemesinin okunmasına dair tartışmaların yoğunluk kazanması üzerine konu Kurulumuzda görüşüldü. Yapılan inceleme ve müzakere sonunda:
Bütün ilahi kitaplar, onları insanlığa tebliğ ile görevlendirilen Peygamberlerin konuştukları dille indirilmişlerdir.
Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.) Arabistan’da Araplar arasında yetiştiği ve Arapça konuştuğu için, O’nun tebliğ ettiği Kur’an-ı Kerim de Arapça olarak indirilmiştir.
Ancak Yüce Rabbımızın bütün insanlığa son kitabı ve ebedi hitabı olan Kur’an-ı Kerim, sadece Araplar ve Arapça’yı bilenler için değil, bütün insanları sapıklıklardan korumak, onlara Hakkı ve hakikati öğretmek, hidayet ve gerçek saadet yolunu göstermek için indirilmiştir. Bunun gerçekleşebilmesi için de, Kur’an-ı Kerim’in bildirdiği ilahi gerçek ve öğütlerin herkese, bütün insanlığa tebliğ edilmesi, herkes tarafından öğrenilmesi, anlaşılması, üzerinde düşünülmesi, kavranması ve kalplere yerleşmesi gerekir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de:
“Bu Kur’an, bütün insanlara bir açıklama, sakınanlara yol gösterme ve bir öğüttür.” (Al-i İmran, 3/138)
“Ey Peygamber, Rabbından sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yapmamış olursun...” (Maide 5/67)
“Kendilerine, indirileni insanlara açıklayasın diye sana Kur’an’ı indirdik.” (Nahl, 16/44)
“Bu Kur’an, ayetlerini iyiden iyiye düşünsünler, tam akıl sahipleri ibret alsınlar diye sana indirdiğimiz feyz kaynağı bir kitaptır.” (Sad, 38/29)buyurulmuştur.
İfade edildiği üzere Kur’an-ı Kerim Arapçadır. Cenab-ı Hakk’ın yüce kelamı kutsal kitabımızın dilinin her müslüman tarafından bilinmesi ve anlaşılması, arzu edilen bir durum ise de, âdeten mümkün değildir. O halde Kur’an-ı Kerim’in Arapça bilmeyenlere tebliğ edilebilmesi ve onların da bu Yüce Kitapta bildirilen ilahî gerçek ve öğütleri anlayıp üzerinde düşünebilmeleri ve O’nun hidayetinden yararlanabilmeleri için, başka dillere tercüme edilmesine, kısa ve uzun açıklamalarının yapılmasına kesin ihtiyaç hatta zaruret vardır. Nitekim, İslamın ilk dönemlerinden itibaren buna ihtiyaç duyulmuştur. Ashabın ileri gelenlerinden Selman-ı Farisî’nin İranlı hemşehrilerinin isteği üzerine Fatiha Sûresini Farsçaya çevirip onlara gönderdiği bazı kaynaklarda (bk. Serahsi, el-Mebsut, I, 37, Beyrut, 1398/1978) yer almıştır. Günümüzde Kur’an-ı Kerim, dünyadaki belli başlı hemen bütün dillere çevrilmiş durumdadır. Dilimizde de yüzün üzerinde meal, terceme ve tefsiri bulunmaktadır.
Kur’an-ı Kerim’in namazda Türkçe tercemesinin okunmasına gelince:
Kur’an-ı Kerim’de “Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun” (Müzzemmil, 73/20) buyrulduğu gibi, Hz. Peygamber (s.a) de bütün namazlarda Kur’an-ı Kerim okumuş ve namaz kılmayı iyi bilmeyen bir sahabiye namaz kılmayı tarif ederken “... sonra Kur’an’dan hafızanda bulunanlardan kolayına geleni oku.” (Müslim, Salat, 45) buyurmuştur. Bu itibarla namazda kıraat yani Kur’an okumak, Kitap, Sünnet ve İcma ile sabit bir farzdır.
Bilindiği üzere Kur’an, Cenab-ı Hakk’ın Hz.Muhammed (s.a,)’e Cebrail aracılığı ile indirdiği manaya delalet eden elfazın (nazm-ı münzel’in) ismidir. Sadece mana olarak değil, Resülüllah (s.a.)’in kalbine elfazı ile indirilmiştir. Bu itibarla bu elfazdan anlaşılan ve başka lafızlarla (sözlerle) ifade edilen mana Kur’an değildir. Çünkü indirildiği elfazın dışında, hatta Arapça bile olsa, başka sözlerle ifade edilen mana Cenab-ı Hakk’ın kelamı değil, mütercimin ondan anladığı yorumdur. Oysa Kur’an kavramının içeriğinde, sadece mana değil, bir rüknü olarak onun elfazı da vardır.
Nitekim:
“Şüphesiz O, alemlerin Rabbı tarafından indirilmiştir. Onu Ruhu’l-emin (Cebrail), uyarıcılardan olasın diye, senin kalbine apaçık Arap diliyle indirdi.” (Şuara 26/192-195)
“Böylece biz onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik.” (Ta-Ha 20/113)
“Korunsunlar diye dosdoğru Arapça bir Kur’an indirdik.” (Zümer, 39/28)
“Bu bilen bir toplum için, ayetleri Arapça bir Kur’an olmak üzere ayrıntılı olarak açıklanmış bir kitaptır.” (Fussilet, 41/3)
gibi tam on ayrı yerde (Yusuf, 12/2; Ra’d, 13/37; Nahl, 16/103; Şura, 42/7; Zuhruf, 43/3; Ahkaf, 46/12) nazm-ı münzel’in Arapça olduğunu ifade eden ayetlerden, sadece mananın değil, elfazının da Kur’an kavramının içeriğine dahil olduğu açık ve kesin bir şekilde anlaşılmaktadır.
“Şüphesiz O, alemlerin Rabbı tarafından indirilmiştir. Onu Ruhu’l-emin (Cebrail), uyarıcılardan olasın diye, senin kalbine apaçık Arap diliyle indirdi.” (Şuara 26/192-195)
“Böylece biz onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik.” (Ta-Ha 20/113)
“Korunsunlar diye dosdoğru Arapça bir Kur’an indirdik.” (Zümer, 39/28)
“Bu bilen bir toplum için, ayetleri Arapça bir Kur’an olmak üzere ayrıntılı olarak açıklanmış bir kitaptır.” (Fussilet, 41/3)
gibi tam on ayrı yerde (Yusuf, 12/2; Ra’d, 13/37; Nahl, 16/103; Şura, 42/7; Zuhruf, 43/3; Ahkaf, 46/12) nazm-ı münzel’in Arapça olduğunu ifade eden ayetlerden, sadece mananın değil, elfazının da Kur’an kavramının içeriğine dahil olduğu açık ve kesin bir şekilde anlaşılmaktadır.
Bu sebepledir ki, tercemesine Kur’an denilemeyeceği ve tercemesinin Kur’an hükmünde olmadığı konusunda İslam bilginleri görüş birliği içindedir.
Bilindiği üzere terceme, bir sözün anlamını başka bir dilde dengi bir sözle aynen ifade etmek demektir. Oysa her dilin, başka dillerde bulunmayan (kendine ait) ifade, üslup ve anlatım özellikleri vardır. Bu yüzden, edebî ve hissî yönü bulunmayan bazı kuru ifadeler dışında, hiçbir terceme aslının yerini tutamaz ve hiçbir terceme de her bakımdan aslına tam bir uygunluk sağlanamaz. O halde, Kur’an-ı Kerim gibi, ilahî belağat ve i’cazı haiz bir kitabın aslı ile tercemesi arasındaki fark, yaratan ile yaratılan arasındaki fark kadar büyüktür. Çünkü biri Yaratan Yüce Allah’ın kelamı; diğeri ise yaratılan kulun aciz beyanı. Hiç böylesi bir tercemenin, Allah kelamının yerine konulması ve aynı hükümde tutulması mümkün olur mu?
Kaldı ki, İslam dini evrensel bir dindir. Değişik dilleri konuşan bütün müslümanların ibadette ortak bir dili kullanmaları onun evrensel oluşunun bir gereğidir.
Herkesin konuştuğu dil ile ibadet yapmaya kalkışması, Peygamberimizin öğrettiği ve bugüne kadar uygulana gelen şekle ters düşeceği gibi içinden çıkılmaz bir takım tartışmalara da yol açacağı muhakkaktır. Konuya ülkemiz açısından baktığımızda ise böyle bir uygulamanın dışarıda Türkiye aleyhinde, içerde ise Devlet aleyhinde bir malzeme olarak kullanılacağı, vatandaşların birlik ve beraberliğini zedeleyeceği, sonuç olarak bir takım huzursuzluklara sebebiyet vereceği dikkatten uzak tutulmamalıdır.
Diğer taraftan, yüzleri aşan terceme ve meal arasından din ve vicdan hürriyetini zedelemeden, üzerinde birlik sağlanacak birisinin namazda okunmak üzere seçilmesi ve buna herkesin benimsemesi mümkün görülmemektedir.
Türkçe namaz ile Türkçe dua birbirine karıştırılmamalıdır. Çünkü dua kulun Allah’tan istekte bulunmasıdır. Bunun ise herkesin konuştuğu dil ile yapılmasından daha tabii bir şey olamaz ve zaten genelde de ülkemizde Türkçe dua yapılmaktadır.
Diğer taraftan, Kur’an-ı Kerim’in en önemli özelliklerinden biri de i’cazdır. Bir benzerinin ortaya konulması konusunda, Kur’an bütün insanlığa meydan okumuştur. Bu i’cazın sadece anlamda olduğu söylenemez. Aksine, “onun Allah katından indirildiğinde şüpheniz varsa, haydi bir benzerini ortaya koyun” anlamındaki tehaddi (meydan okuma) ayetlerinden (Bakara 2/23-24; Yunus, 10/37-38; Hud, 11/13; İsra, 17/88; Tur, 52/33-34) bu özelliğin daha çok lafızla ilgili olduğu anlaşılmaktadır.
Ayrıca bir benzerini ortaya koymak için, insanlar ve cinler bir araya toplanıp birbirlerine destek olsalar bile bunu başaramayacaklarını ifade eden ayet-i kerime (İsra, 17/88) den de, Kur’an’ın bir benzerinin yapılamayacağı ve bu itibarla tercemesinin Kelamullah sayılamayacağı, o hükümde tutulamayacağı ve dolayısıyle namazda tercemesinin okunamayacağı açıkça anlaşılmaktadır.
Bilindiği üzere terceme, bir sözün anlamını başka bir dilde dengi bir sözle aynen ifade etmek demektir. Oysa her dilin, başka dillerde bulunmayan (kendine ait) ifade, üslup ve anlatım özellikleri vardır. Bu yüzden, edebî ve hissî yönü bulunmayan bazı kuru ifadeler dışında, hiçbir terceme aslının yerini tutamaz ve hiçbir terceme de her bakımdan aslına tam bir uygunluk sağlanamaz. O halde, Kur’an-ı Kerim gibi, ilahî belağat ve i’cazı haiz bir kitabın aslı ile tercemesi arasındaki fark, yaratan ile yaratılan arasındaki fark kadar büyüktür. Çünkü biri Yaratan Yüce Allah’ın kelamı; diğeri ise yaratılan kulun aciz beyanı. Hiç böylesi bir tercemenin, Allah kelamının yerine konulması ve aynı hükümde tutulması mümkün olur mu?
Kaldı ki, İslam dini evrensel bir dindir. Değişik dilleri konuşan bütün müslümanların ibadette ortak bir dili kullanmaları onun evrensel oluşunun bir gereğidir.
Herkesin konuştuğu dil ile ibadet yapmaya kalkışması, Peygamberimizin öğrettiği ve bugüne kadar uygulana gelen şekle ters düşeceği gibi içinden çıkılmaz bir takım tartışmalara da yol açacağı muhakkaktır. Konuya ülkemiz açısından baktığımızda ise böyle bir uygulamanın dışarıda Türkiye aleyhinde, içerde ise Devlet aleyhinde bir malzeme olarak kullanılacağı, vatandaşların birlik ve beraberliğini zedeleyeceği, sonuç olarak bir takım huzursuzluklara sebebiyet vereceği dikkatten uzak tutulmamalıdır.
Diğer taraftan, yüzleri aşan terceme ve meal arasından din ve vicdan hürriyetini zedelemeden, üzerinde birlik sağlanacak birisinin namazda okunmak üzere seçilmesi ve buna herkesin benimsemesi mümkün görülmemektedir.
Türkçe namaz ile Türkçe dua birbirine karıştırılmamalıdır. Çünkü dua kulun Allah’tan istekte bulunmasıdır. Bunun ise herkesin konuştuğu dil ile yapılmasından daha tabii bir şey olamaz ve zaten genelde de ülkemizde Türkçe dua yapılmaktadır.
Diğer taraftan, Kur’an-ı Kerim’in en önemli özelliklerinden biri de i’cazdır. Bir benzerinin ortaya konulması konusunda, Kur’an bütün insanlığa meydan okumuştur. Bu i’cazın sadece anlamda olduğu söylenemez. Aksine, “onun Allah katından indirildiğinde şüpheniz varsa, haydi bir benzerini ortaya koyun” anlamındaki tehaddi (meydan okuma) ayetlerinden (Bakara 2/23-24; Yunus, 10/37-38; Hud, 11/13; İsra, 17/88; Tur, 52/33-34) bu özelliğin daha çok lafızla ilgili olduğu anlaşılmaktadır.
Ayrıca bir benzerini ortaya koymak için, insanlar ve cinler bir araya toplanıp birbirlerine destek olsalar bile bunu başaramayacaklarını ifade eden ayet-i kerime (İsra, 17/88) den de, Kur’an’ın bir benzerinin yapılamayacağı ve bu itibarla tercemesinin Kelamullah sayılamayacağı, o hükümde tutulamayacağı ve dolayısıyle namazda tercemesinin okunamayacağı açıkça anlaşılmaktadır.
https://www.islam-tr.net/konu/turkce-namaz-kilinir-mi.25086/
Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR
Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR
27 Kasım 2017 Pazartesi
Ashâbın Dilinden Peygamberimiz-10-
91. Enes İbni Malik radıyallahu anhdan rivayet edildiğine göre bir kimse Peygamber Efendimizden binek devesi istedi, oda latifede bulunarak “Seni dişi devenin yavrusuna bindireceğim ”buyurdu. Deve isteyen sahabi:
“Ya Rasulullah! Ben , deve yavrusunu ne yapayım? “ deyince de ;
“ Canım , her deveyi de bir dişi deve doğurmaz mı?” buyurdu.
(Ebu Davud , Edeb 84,Tirmizi ,Birr 57.)
92. Enes ibni Malik radıyallahu anh şöyle dedi:
Çölde yaşayan Zahir ibni Haram adında biri vardı. Medine’ye geldikçe Rasulu Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemi ziyaret eder ve ona çölde yetişen şeylerden hediye getirdi.Köyüne döneceği zaman da Peygamber Efendimiz onun çölde bulunmayan bazı ihtiyaçlarını temin eder ve ona:
“Zahir bizim köylümüz , bizde onun şehirlisiyiz” diye iltifat ederdi. Yüzü çirkince olmasına rağmen Zahir ‘i çok severdi.
Zahir bir gün çölden getirdiği mallarını satarken Fahr-i Alem Efendimiz arkasından yaklaşıp onu kucakladı ve elleriyle gözlerini kapattı. Zahir, kendisini kimin kucakladığını görmediği için:
“Kim o yahu? Bırak beni!” diye çırpınmaya başladı Göz ucuyla bakıp da Peygamber Efendimizi fark edince ,sırtını onun göğsüne iyice yapıştırdı. Allah’ın sevgili elçisi şakasına devam ederek:
“Bu köleyi kim satın almak ister?” diye oradakilere sordu. Zahir de “Ya Rasulullah! Kimse bana para vermez; bu satıştan sen zararlı çıkarsın !” dedi. Peygamber Efendimiz ona:
“Zahir! İnsanlar senin kıymetini bilseler bile , sen Allah katında asla değersiz değilsin.” Diye buyurdu.
Diğer bir rivayete göre : “ Sen Allah katında kıymetlisin.” diye buyurdu.
(Ahmet İbn-i Hanbel, Müsned ,3,161;Ebu Ya’la el- Mevsili, Müsned 4,173-174.)
Hadisin Açıklaması
Hadisimizde kendisinden söz edilen Zahir İbni haram , Bedir Gazvesine katılmış , Bey’atü’r-rıdvan da bulunmuş bir sahabe idi. Çölde yaşardı.
Kısa boylu , çirkin görünüşü yüzünden insanların çok ilgi göstermediği Zahir’i , Peygamber Efendimiz temiz kalbi sebebiyle pek sever , ona iltifat ederdi.
Zahir Medine’ ye gelirken , köyünde geliştirdiği mahsulden Rasul-i Ekreme meyve, yağ,ve bal gibi hediyeler getirirdi.
94. Yeni Müslüman olduğu için namazda konuşulmaması gerektiğini bilmeyen Muâviye b. Hakem, bir gün cemaatle namaz kılındığı sırada aksıran birine, “Yerhamükallah” (Allah sana rahmet etsin) deyiverdi. Bu yersiz konuşmasından ötürü herkes ona sert sert bakar. Muaviye, “Eyvah, mahvoldum! Ne bakıyorsunuz yahu, ben ne yaptım?” deyince bu defa namaz kılanlar, onu susturmak için elleriyle uyluklarına vurmaya başlarlar. Muâviye, oradakilerin kendisini susturmak istediklerini anlayınca susar ve bu işin sonunu beklemeye başlar. Muâviye hadisenin devamını şöyle anlatır:
“Anam, babam Rasûlullah’a feda olsun! Ne ondan önce ne de sonra Peygamber (s.a.s) kadar güzel öğreten bir öğretmen gördüm. Vallahi beni ne azarladı ne dövdü ne de sövdü. Namaz bitince sadece şunları söyledi: “Bu namazda insan kelamı konuşulmaz. Namaz ancak tesbih, tekbir ve Kur’ân okumaktır.”
(Müslim, Mesâcid, 33; Ebû Dâvûd, Salât, 166-167.)
95. Cabir b. Abdullah (r.a)'ın rivayetine göre, Hendek Savaşı sırasında oldukça şiddetli sıkıntı çekmişlerdi. Öyle ki, üç gün boyunca hiçbir yiyecek bulamadan kaldılar. Bu nedenle Efendimiz ve ashâbı karınlarına taş bağladılar.
(Buhârî, vıı, 395; Ahmed b. Hanbel, III, 301.)
96. Ümmü Seleme radıyallahu anha şöyle demiştir:
"Rasûlullah'ın sevdiği en güzel amel, az da olsa devamlı olarak yapılanı idi."
97. İftar Vakitlerini Değerlendirmeyi Tavsiye Ederdi
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, akşam namazını kılmadan önce vakit gelir gelmez, taze hurma, yoksa kuru hurma, o da yoksa bir-iki yudum su ile hemen orucunu açardı, geciktirmezdi. Geciktirilmemesini de tavsiye ederdi. O sallallahu aleyhi ve sellem, Sehl b. Sa'd r.anh'ın naklettiğine göre ;
"Ümmetim, oruç açmakta acele ettikleri sürece hayr üzere devam edecektir" buyurur, sonra da "Çünkü Yahudi ve Hıristiyanlar iftarı geciktirirler" diye gerekçeyi duyururdu.
(Ebû Dâvûd, Savm, 20.)
98. Fetih Suresi
Abdullah b. Muğaffel (ra), Mekke'nin fethedildiği yıl Peygamberimizi (sas) devesinin üzerinde sesini yükselterek ve dalgalandırarak Fetih sûresi okurken gördüğünü söyler.
(Müslim, Müsafirin 237.)
99. Abdullah Bana Kur'ân Oku
Peygamber şehri Medine'nin huzur dolu günlerinden birisiydi. Varlığıyla şehri bereketlendiren Allah'ın Elçisi (sas), yakın dostlarından Abdullah b. Mes'ûd'a seslendi: "Abdullah! Bana Kur'ân oku." Bir an için şaşırdı, ilminin derinliğiyle tanınan değerli sahâbî, "Yâ Rasûlallah, Kur'ân size indirilmişken, ben mi size okuyayım?" diyebildi sadece. Allah Rasûlü, "Evet, evet, ben Kur'ân' ı başkasından dinlemeyi çok seviyorum" buyurdu.
İbn Mes'ûd okumaya başladı. Nisâ sûresinin yaratılışı hatırlatan, yetime saygıyı tavsiye eden, miras paylaşımını konu alan âyetlerini okudu. Nihayet, "Her ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve seni de onların üzerine bir şahit yaptığımız zaman, bakalım onların hali nice olacak!"' ( Nisa 4/41) âyetine geldiğinde Peygamber'in (sas) gözlerinden yaşlar süzüldüğûnü fark etti. Daha fazla dayanamadı Rahmet Elçisi ve "(Bu kadar) yeter" buyurdu.
(Buhârî, Fedâilu’l-Kur’ân 33.)
http://www.siyerinebi.com/tr/ashabin-dilinden-peygamberimiz
“Ya Rasulullah! Ben , deve yavrusunu ne yapayım? “ deyince de ;
“ Canım , her deveyi de bir dişi deve doğurmaz mı?” buyurdu.
(Ebu Davud , Edeb 84,Tirmizi ,Birr 57.)
92. Enes ibni Malik radıyallahu anh şöyle dedi:
Çölde yaşayan Zahir ibni Haram adında biri vardı. Medine’ye geldikçe Rasulu Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemi ziyaret eder ve ona çölde yetişen şeylerden hediye getirdi.Köyüne döneceği zaman da Peygamber Efendimiz onun çölde bulunmayan bazı ihtiyaçlarını temin eder ve ona:
“Zahir bizim köylümüz , bizde onun şehirlisiyiz” diye iltifat ederdi. Yüzü çirkince olmasına rağmen Zahir ‘i çok severdi.
Zahir bir gün çölden getirdiği mallarını satarken Fahr-i Alem Efendimiz arkasından yaklaşıp onu kucakladı ve elleriyle gözlerini kapattı. Zahir, kendisini kimin kucakladığını görmediği için:
“Kim o yahu? Bırak beni!” diye çırpınmaya başladı Göz ucuyla bakıp da Peygamber Efendimizi fark edince ,sırtını onun göğsüne iyice yapıştırdı. Allah’ın sevgili elçisi şakasına devam ederek:
“Bu köleyi kim satın almak ister?” diye oradakilere sordu. Zahir de “Ya Rasulullah! Kimse bana para vermez; bu satıştan sen zararlı çıkarsın !” dedi. Peygamber Efendimiz ona:
“Zahir! İnsanlar senin kıymetini bilseler bile , sen Allah katında asla değersiz değilsin.” Diye buyurdu.
Diğer bir rivayete göre : “ Sen Allah katında kıymetlisin.” diye buyurdu.
(Ahmet İbn-i Hanbel, Müsned ,3,161;Ebu Ya’la el- Mevsili, Müsned 4,173-174.)
Hadisin Açıklaması
Hadisimizde kendisinden söz edilen Zahir İbni haram , Bedir Gazvesine katılmış , Bey’atü’r-rıdvan da bulunmuş bir sahabe idi. Çölde yaşardı.
Kısa boylu , çirkin görünüşü yüzünden insanların çok ilgi göstermediği Zahir’i , Peygamber Efendimiz temiz kalbi sebebiyle pek sever , ona iltifat ederdi.
Zahir Medine’ ye gelirken , köyünde geliştirdiği mahsulden Rasul-i Ekreme meyve, yağ,ve bal gibi hediyeler getirirdi.
94. Yeni Müslüman olduğu için namazda konuşulmaması gerektiğini bilmeyen Muâviye b. Hakem, bir gün cemaatle namaz kılındığı sırada aksıran birine, “Yerhamükallah” (Allah sana rahmet etsin) deyiverdi. Bu yersiz konuşmasından ötürü herkes ona sert sert bakar. Muaviye, “Eyvah, mahvoldum! Ne bakıyorsunuz yahu, ben ne yaptım?” deyince bu defa namaz kılanlar, onu susturmak için elleriyle uyluklarına vurmaya başlarlar. Muâviye, oradakilerin kendisini susturmak istediklerini anlayınca susar ve bu işin sonunu beklemeye başlar. Muâviye hadisenin devamını şöyle anlatır:
“Anam, babam Rasûlullah’a feda olsun! Ne ondan önce ne de sonra Peygamber (s.a.s) kadar güzel öğreten bir öğretmen gördüm. Vallahi beni ne azarladı ne dövdü ne de sövdü. Namaz bitince sadece şunları söyledi: “Bu namazda insan kelamı konuşulmaz. Namaz ancak tesbih, tekbir ve Kur’ân okumaktır.”
(Müslim, Mesâcid, 33; Ebû Dâvûd, Salât, 166-167.)
95. Cabir b. Abdullah (r.a)'ın rivayetine göre, Hendek Savaşı sırasında oldukça şiddetli sıkıntı çekmişlerdi. Öyle ki, üç gün boyunca hiçbir yiyecek bulamadan kaldılar. Bu nedenle Efendimiz ve ashâbı karınlarına taş bağladılar.
(Buhârî, vıı, 395; Ahmed b. Hanbel, III, 301.)
96. Ümmü Seleme radıyallahu anha şöyle demiştir:
"Rasûlullah'ın sevdiği en güzel amel, az da olsa devamlı olarak yapılanı idi."
97. İftar Vakitlerini Değerlendirmeyi Tavsiye Ederdi
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, akşam namazını kılmadan önce vakit gelir gelmez, taze hurma, yoksa kuru hurma, o da yoksa bir-iki yudum su ile hemen orucunu açardı, geciktirmezdi. Geciktirilmemesini de tavsiye ederdi. O sallallahu aleyhi ve sellem, Sehl b. Sa'd r.anh'ın naklettiğine göre ;
"Ümmetim, oruç açmakta acele ettikleri sürece hayr üzere devam edecektir" buyurur, sonra da "Çünkü Yahudi ve Hıristiyanlar iftarı geciktirirler" diye gerekçeyi duyururdu.
(Ebû Dâvûd, Savm, 20.)
98. Fetih Suresi
Abdullah b. Muğaffel (ra), Mekke'nin fethedildiği yıl Peygamberimizi (sas) devesinin üzerinde sesini yükselterek ve dalgalandırarak Fetih sûresi okurken gördüğünü söyler.
(Müslim, Müsafirin 237.)
99. Abdullah Bana Kur'ân Oku
Peygamber şehri Medine'nin huzur dolu günlerinden birisiydi. Varlığıyla şehri bereketlendiren Allah'ın Elçisi (sas), yakın dostlarından Abdullah b. Mes'ûd'a seslendi: "Abdullah! Bana Kur'ân oku." Bir an için şaşırdı, ilminin derinliğiyle tanınan değerli sahâbî, "Yâ Rasûlallah, Kur'ân size indirilmişken, ben mi size okuyayım?" diyebildi sadece. Allah Rasûlü, "Evet, evet, ben Kur'ân' ı başkasından dinlemeyi çok seviyorum" buyurdu.
İbn Mes'ûd okumaya başladı. Nisâ sûresinin yaratılışı hatırlatan, yetime saygıyı tavsiye eden, miras paylaşımını konu alan âyetlerini okudu. Nihayet, "Her ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve seni de onların üzerine bir şahit yaptığımız zaman, bakalım onların hali nice olacak!"' ( Nisa 4/41) âyetine geldiğinde Peygamber'in (sas) gözlerinden yaşlar süzüldüğûnü fark etti. Daha fazla dayanamadı Rahmet Elçisi ve "(Bu kadar) yeter" buyurdu.
(Buhârî, Fedâilu’l-Kur’ân 33.)
http://www.siyerinebi.com/tr/ashabin-dilinden-peygamberimiz
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)