“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim
Allah (c.c) için yapılan her hareket, tavır ve sözün karşılıksız kalması mümkün değildir. Allah için bulunduğu yeri, zorluk altında terk eden ve bununla İslâm'ı daha iyi yaşamayı, Allah'a daha mükemmel bir şekilde kullukta bulunmayı amaçlayan bir kimsenin eli boş döndürülmesi düşünülemez. Allah (c.c) Kur'ân-ı Kerîm'de, hicret edenlere müjdeler vermektedir:
"Muhakkak iman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler, işte onlar, Allah'ın rahmetini umabilirler" (el-Bakara, 2/ 219; et-Tevbe, 9/2I).
"Muhacir ve ensardan daha önce iman etmiş olanlarla (sonradan) onlara ihsan ile uyanlardan Allah razı olmuştur. Ve onlar da Allah (ın kendilerine verdiği nimet ve sevap)dan razı olmuşlardır. Onlar o cennetlerde ebedî kalıcıdırlar" (et-Tevbe, 9/1II).
"(Kendilerine) Zulmettikten sonra Allah yolunda hicret edenleri dünyada iyi bir şekilde yerleştireceğiz elbette, ahiretteki ecir (leri) ise daha büyüktür. Keşke ölmüş olsalardı" (en-Nahl, 16/41).
Amr b. el-Âs (r.a), Rasûlullah'a kendisinin günahlarının affedilmesi şartıyla bey'at edeceğini söyleyince, Rasûlullah'tan şu cevabı aldığını anlatmıştı: "Sen İslâm'ın kendisinden (yani kişi müslüman olmadan) önce işlemiş günahları yok ettiğini bilmiyor muydun? Hicretin ve haccın da aynı şekilde (bunlar yapılmadan önce) işlenmiş günahları silip süpürdüğünü bilmiyor muydun?"
Allah, bütün yeryüzünün ve tüm kâinatın biricik ve mutlak sahibidir. Bütün varlık âlemini insan için yaratan ve onları insanın emrine veren Allah'tır. İnsan ise; kendisine kulluk etmek, İslâm düzenini gerekleriyle birlikte, noksansız olarak yaşamak için yaratılmıştır. Bundan yüz çevirenleri cezalandıracak, sudan bahanelerle ibadetten geri kalanların mazeretlerini kabul etmeyecektir. Ve bu mazeretler onları kendi nefislerine zulüm etmiş olmaktan" kurtaramayacaktır. Bu konuda Allahu Teâlâ kullarına şöyle seslenmektedir:
"Ey inanmış olan kullarım, muhakkak, benim mülküm olan yeryüzü (çok) geniştir. O halde (şuna buna değil de) yalnız bana ibadet edin (el-Ankebût; 29/56).
Bu ayetin, İslâm'ı açıkça yaşayamayan Mekkeli, güçsüz bir kısım müslüman hakkında nazil olduğu bildirilmektedir.
Bu ayet, Allah'ın inanan kullarına, dinlerini açığa vurup yaşayamadıkları bir yerden, onu kolayca yaşayabilecekleri başka bir yere hicret etmeleri için bir emirdir. Rasûlullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Memleketler, Allah'ın memleketleridir. Kullar da Allah'ın kullarıdır. Nerede hayır bulursan orada yerleş" ( Ibn Kesîr, Tefsirü'l-Kur'âni'l Azim, II,14). Bütün insanlar Allah'ın kuludur ve yeryüzü de Allah'ındır, bütün genişliğiyle yalnız O'nundur. Arz bütün insanları içine alacak kadar geniştir. O halde insan bulunduğu yerde dininî, bütünüyle Allah'ın emirlerini yaşayamıyor, bu konuda zorluklarla karşı karşıya bırakılıyor, Allah'tan başka her şeye ve herkese kul olması için zorlanıyor ve bu telkin yapılıyorsa orası müslümanın yaşayabileceği yer değildir. Yaşayabileceği yeri aramalı ve bulmalıdır. "Bütün yeryüzü Allah'ın olduktan sonra, onun Allah indinde en çok sevileni kullarının yalnız kendisine ibadet ettikleri yerdir."
İslâm'da hiç bir şey putlaştırılamaz, isterse, bu içinde doğup büyüdüğümüz, yakınlarımızın malımızın, ticaretimizin, acı tatlı her türlü hatıralarımızın ve daha nice güzel şeylerimizin bulunduğu yer olsun. Müslüman nerede inancını yaşayabiliyorsa, vatanı orasıdır. "Kişinin bulunduğu memlekette yalnız Allah'a ibadet etmek kolay olmaz; dinini açığa vurmakta zorluklarla karşılaşır, daralırsa, orada bağlanıp kalmamalı, ibadetlerini serbest yapabileceği yere gitmelidir. Hicret edip o darlıktan genişliğe çıkmak için ne gerekiyorsa yapmak ve Allah'a kulluk etmek mü'minin prensibi olmalıdır" (Elmalı.H. Y. Hak Dinî Kur'ân Dili, V, 3790).
İslam Tarihi
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR
28 Eylül 2017 Perşembe
27 Eylül 2017 Çarşamba
***HİCRETİN HÜKMÜ
“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim
Kur'ân'ın bir çok âyeti hicretten, hicretin gereğinden, hicret edenlerden ve etmeyenlerden söz eder.
Hicretin ne denli önemli olduğuna şu âyetler gayet açık bir şekilde işaret etmektedir:
"Öz nefislerinin zâlimleri olarak canlarını alacağı kimselere melekler derler ki: "Ne işte idiniz?" Onlar: "Biz yeryüzünde dinin emirlerini uygulamaktan aciz kimseler idik" derler. Melekler de: "Allah'ın arzı geniş değil miydi? Siz de oradan hicret etseydiniz ya" derler. Onların barınakları Cehennemdir. O ne kötü bir yerdir. Erkeklerden, kadınlardan, çocuklardan zayıf ve acz içinde bırakılıp da hiçbir çareye gücü yetmeyen ve (hicret) için bir yol bulamayanlar müstesna" (en-Nisâ, 4/97, 98).
Bu âyetlerin iniş sebebi hakkında Ibn Abbas (r.a) şunu nakletmektedir:
"Peygamber (s.a.s) zamanında bazı müslümanlar müşriklerle birlikte durup onların sayılarının artmalarına neden oluyorlardı. (savaş sırasında) ok, onlardan bazılarına isabet edebiliyor veya boynu vurulup öldürülebiliyordu. Bunun üzerine bu ayetler nazil oldu. Yine Ibn Abbas (r.a.)'ın rivayet ettiğine göre; bir kısım Mekkeliler İslâm'a girmiş, fakat müslümanlıklarını açığa vurmamışlardı. Bedir savaşı gününde müşrikler onları da beraberlerinde savaşa götürdüler ve bazıları bu savaşta öldü. Müslümanlar bunun üzerine: "Bizim arkadaslarımız müslüman idiler, savaşa zorla sokuldular" deyip, onlara Allah'tan magfiret dilediler. Bunun üzerine bu âyetler nazil oldu" (Ibn Kesîr, Tefsiru'l-Kur'âni'l-Azim, I, 542).
Demek ki mü'minler, bu gibi durumlarda "biz İslâm'ı ayakta tutamayacak kadar zayıf kimseler idik" demekle kendilerini kurtaramayacaklardır. Çünkü bunlar İslâm'ı tamamıyle yaşayabilmek için herhangi bir teşebbüste bulunmamışlar ve böylece "kendilerine zulm etmişlerdir" fakat, gerçekten hicret edemeyecek durumda bulunan zayıf kimseler bundan müstesnadır.
Bu âyetler, müşrikler arasında bulunup da dinini ayakta tutamayan herkesi kapsamaktadır. Hicret edebilecek durumda olup da hicret etmeyenlerin, kendi nefislerine zulmetmiş oldukları ve bu ayetin hükmüne göre, haram işledikleri icmâ ile kabul edilmiştir (Ibn Kesîr Tefsîr, I, 542). Bu hüküm kıyamete kadar bakîdir ve genel bir hükümdür. Herhangi bir durum onu, dinini yaşayabileceği, inancının gereklerini yerine getirebileceği Darü'l-Islam'a hicret etmekten alıkoymaz.
Hanbelî hukukçulara göre bir kimsenin, Darü'l- Harp'te dinini açığa vurup yaşayabiliyor bile olsa, müslümanların sayısını çoğaltmak ve cihada katılabilmek için Dârü'l-Islâm'a hicret etmesi sünnet olur. Hanefi mezhebinde ise küfür diyarından İslâm diyarına hicret etmek vaciptir. Şâfiîlerden el-Mâverdî'ye göre de, müslüman herhangi bir küfür beldesinde dinini açığa vurabiliyorsa, orası onunla Daru'l-Islâm olmuş olur. Orada durmak, hicret etmekten daha iyidir. Çünkü böylelikle kendisinden başkalarının da İslâm'a girmeleri umulabilir. Ancak el-Mâverdî'nin bu görüşüyle, konu ile ilgili olarak Darü'l-Harp'ta kalmayı haram kılan ayet ve hadisler arasındaki aykırılık açıktır. Hicret hükmü, Darü'l-Harp'te müslüman olup oradan uzaklaşabilecek güçte olan herkes için geçerlidir (es-Sevkânî, Neylü'l-Evtâr, VIII, 28, 29). Darü'l-Harp'ten hicret etmenin, herhangi bir ma'siyetin işlenmesi veya herhangi bir emrin yerine getirilmemesi veya İslâm devlet başkanının istemesiyle vacip olacağı konusunda icmâ' vardır. (es-Sevkânî, a.g.e., VIII, 29).
Kişi "ben hicret edeceğim ama, gideceğim yer tanımadığım, yabancısı olduğum bir yerdir. Acaba orada geçimimi sağlayabilecek miyim? Sonra ne zaman geleceği bilinmeyen ölüm, beni yolda yakalarsa hicret etmiş sayılabilir miyim..." gibi bir takım düşünceleri içinden geçirebilir. Ancak bunlar yersiz düşüncelerdir. Çünkü: "Kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde gidecek, barınacak bir çok yerler bulur, genişlik de bulur. Kim evinden Allah ve Rasûlüne muhâcir olarak çıkıp da sonra yolda ölürse, onun mükâfatı Allah'a aittir (en-Nisâ, 4/1II). Bu bakımdan ne rızık endişesi ne de "yolda ölüm" düşüncesiyle farz olan hicretten geri kalamaz.
Yeryüzü iman-küfür mücadelesinin alanıdır. Bu mücadelede kimi zaman iman bazan da küfür egemen olmuştur. Mü'minler İslâmî kimliklerini yitirdikleri, imanî zaaflara düştükleri, İslâmi ilimlerin yeterince tahsil edilmediği ve cehaletin yaygınlaştığı dönemlerde küfür İslâm'a gâlib gelecektir. İslâmî ilimlerin çok iyi bilindiği, İslâm'ın yaşandığı, imanın kalb atışlarında bile hissedildiği dönemlerde ise kuşkusuz İslâm egemen olacaktır.
İslâm'ın ve küfrün egemenliği ya da şeytana zaman zaman fırsat verilmesi insanın ve yeryüzünün kanunu hükmündedir. Dolayısıyla mü'minler İslâm'ın egemen olmadığı toplumlarda yaşama durumunda kalabilirler. Bundan dolayı hicret zaman zaman gündeme gelebilir. Hicret dönemi asla kapanmaz, Mekke'nin de fethinden sonra hicret gündeme getirilemez; hicret tarihin belirli bir dönemine ait bir olay değildir. Hicret süreklilik arzeder ve kıyamete kadar kaimdir.
Mekke'nin fethedildigi gün Abdurrahman b. Safvan (r.a) babasını getirerek, Rasûlullah'a babasının da hicret sevabından payını almasını istediğini bildirdi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz sas: "Artık hicret yoktur" diye cevap verir. Rasûlullah'ı bu konuda yumuşatmak amacıyla, amcası Hz. Abbâs'ın yanına gider ve bu konuda kendisine yardımcı olmasını ister. Hz. Abbâs .(r.a), Peygamber (s.a.s)'e "Allah aşkına kabul et" derse de, Hz. Rasûlullah şu cevabı verir: " Amcamın yeminini yerine getiririm, ama hicret yoktur" Hadîsin râvilerinden olan Yezid b. Ziyâd: "Halkı İslâm'ın egemenliği altına girmiş bulunan bir yerden hicret edilemez, demek istiyor" diye hadisi açıklamıştır. (Ibn Mace Keffâret).
Burada görüldügü gibi Mekke'den hicret etmek artık söz konusu değildir. Çünkü, hicretten maksat gerçekleşmiş bulunuyor. Artık Mekke'nin kendisi fethedilmek suretiyle Darü'l-İslâm olmuş ve İslâm'ın bütünüyle hayata yansıyacağı bir yer haline gelmiştir. Allah'tan başka hiçbir varlığın hâkimiyetinden söz edilemeyecektir.
Diğer bir kısım hadislerde ise, hicretin sürekliliğinden söz edilmektedir:
"Kâfirlerle savaşıldıkça hicretin sonu gelmeyecektir (es-Sevkânî a.g.e., VIII, 27). "Hicretten sonra hicret olacaktır. Yeryüzünün en hayırlıları, Hz. İbrahim'in as hicretini kendisine örnek alanlardır" (Ebû Davûd, Cihad).
Bu hadislerden anlaşıldığına göre, İslâm hâkim olduğu bir yerden hicret etmenin farz veya vâcib olması söz konusu degildir. Ancak Darü'l-Harb'den Darü'l-Islâm'a hicret etmemin vucûbu kıyamete kadardır. Ebubekr Ibnü'l-Arabî: "Hicret, Peygamber (s.a.s) zamanında farz idi. Kendi dini veya nefsi için korkusu olan herkese farz olarak devam etmektedir. Kesilen hicret Mekke'nin fethinden sonra, Mekke'den Medine'ye olan hicrettir" (es-Sevkânî a.g.e., VIII, 29) der.
Hicretin hayata yansımasında genel etkenlerden biri de İslâm devlet başkanıdır. Halife, mü'minlerin bir yerden bir yere hicret etmelerini isteyebilir. Mü'minler de buna uymak zorundadırlar. Zira müslümanlar Halifenin İslâm'a muhalif olmayan bütün emirlerine uymak zorundadırlar. Hilafet, İslâm'ın bütün hükümlerinin direkt ya da dolaylı olarak bağlantılı olduğu bir müessesedir.
Peygamber Efendimiz sas, bazen büyük kalabalıkları bile hicret edip etmemekle serbest bırakmıştır. Gönderdiği askerî müfreze (seriyye) kumandanlarına verdiği tâlimât arasında şunları da görmekteyiz: ".. Onları İslâm'a davet et. Kabul ederlerse, sen de bunu kabul et ve onlarla savaşma. Sonra bulundukları yerden muhâcirlerin yurduna hicret etmelerini iste. Bunu yaptıklarında da muhacirlerin leh ve aleyhlerinde olanın, kendilerinin de leh ve aleyhlerine olacağını bildir. Eğer hicret etmeyecek olurlarsa, durumlarının bedevî müslümanların aynısı olacağını onlara bildir. Onlara mü'minlere uygulanan Allah'ın hükümleri uygulanacak, ancak müslümanlarla birlikte cihada katılmadıkça fey' ve ganimetten pay alamayacaklardır" (Ibn Kesîr, Tefsîr, III, 329).
Hicretin devlet politikasında önemli bir yeri olmalıdır. İslâm Devleti, durumuna göre hicretle ilgili bir takım düzenlemelere girişmek zorundadır.
Bu gibi istisnâî durumların maksat ve nedenleri araştırıldığında bazı zümrelerin bundan istisna edilmesi de tamamen toplumun iyilik ve hayrıyla yakından ilgilidir. Mesela: Müzeyne, Medine'nin 35 km. uzağındaydı ve yüzlerce savasçıya sahipti. Bunların bulundukları topraklarda bırakılması, İslâm Devlet topraklarını genişletme maksadını taşıyordu. Bunların İslâm ülkesine hicret etmeleri birçok iktisâdî zorlukların doğmasına neden olacak ve terkedilmiş verimli topraklar ve sular, yabancıları ve belki de İslâm düsmanları tarafından işgal edilecekti (Muhammed Hamidullah, Islam Peygamberi, II, 277, 278). Bu bakımdan Peygamber Efendimiz sas İslâm devleti sınırlarının genişlemesi ve müslümanların savaş gücünün artırılması noktasından hareket etmiş ve duruma göre hicret üzerinde durmuştur. Hicretin diğer bir amacı da; İslâm devletinin gücünü arttırmaktır.
İslam Tarihi
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.
Bismillahirrahmanirrahim
Kur'ân'ın bir çok âyeti hicretten, hicretin gereğinden, hicret edenlerden ve etmeyenlerden söz eder.
Hicretin ne denli önemli olduğuna şu âyetler gayet açık bir şekilde işaret etmektedir:
"Öz nefislerinin zâlimleri olarak canlarını alacağı kimselere melekler derler ki: "Ne işte idiniz?" Onlar: "Biz yeryüzünde dinin emirlerini uygulamaktan aciz kimseler idik" derler. Melekler de: "Allah'ın arzı geniş değil miydi? Siz de oradan hicret etseydiniz ya" derler. Onların barınakları Cehennemdir. O ne kötü bir yerdir. Erkeklerden, kadınlardan, çocuklardan zayıf ve acz içinde bırakılıp da hiçbir çareye gücü yetmeyen ve (hicret) için bir yol bulamayanlar müstesna" (en-Nisâ, 4/97, 98).
Bu âyetlerin iniş sebebi hakkında Ibn Abbas (r.a) şunu nakletmektedir:
"Peygamber (s.a.s) zamanında bazı müslümanlar müşriklerle birlikte durup onların sayılarının artmalarına neden oluyorlardı. (savaş sırasında) ok, onlardan bazılarına isabet edebiliyor veya boynu vurulup öldürülebiliyordu. Bunun üzerine bu ayetler nazil oldu. Yine Ibn Abbas (r.a.)'ın rivayet ettiğine göre; bir kısım Mekkeliler İslâm'a girmiş, fakat müslümanlıklarını açığa vurmamışlardı. Bedir savaşı gününde müşrikler onları da beraberlerinde savaşa götürdüler ve bazıları bu savaşta öldü. Müslümanlar bunun üzerine: "Bizim arkadaslarımız müslüman idiler, savaşa zorla sokuldular" deyip, onlara Allah'tan magfiret dilediler. Bunun üzerine bu âyetler nazil oldu" (Ibn Kesîr, Tefsiru'l-Kur'âni'l-Azim, I, 542).
Demek ki mü'minler, bu gibi durumlarda "biz İslâm'ı ayakta tutamayacak kadar zayıf kimseler idik" demekle kendilerini kurtaramayacaklardır. Çünkü bunlar İslâm'ı tamamıyle yaşayabilmek için herhangi bir teşebbüste bulunmamışlar ve böylece "kendilerine zulm etmişlerdir" fakat, gerçekten hicret edemeyecek durumda bulunan zayıf kimseler bundan müstesnadır.
Bu âyetler, müşrikler arasında bulunup da dinini ayakta tutamayan herkesi kapsamaktadır. Hicret edebilecek durumda olup da hicret etmeyenlerin, kendi nefislerine zulmetmiş oldukları ve bu ayetin hükmüne göre, haram işledikleri icmâ ile kabul edilmiştir (Ibn Kesîr Tefsîr, I, 542). Bu hüküm kıyamete kadar bakîdir ve genel bir hükümdür. Herhangi bir durum onu, dinini yaşayabileceği, inancının gereklerini yerine getirebileceği Darü'l-Islam'a hicret etmekten alıkoymaz.
Hanbelî hukukçulara göre bir kimsenin, Darü'l- Harp'te dinini açığa vurup yaşayabiliyor bile olsa, müslümanların sayısını çoğaltmak ve cihada katılabilmek için Dârü'l-Islâm'a hicret etmesi sünnet olur. Hanefi mezhebinde ise küfür diyarından İslâm diyarına hicret etmek vaciptir. Şâfiîlerden el-Mâverdî'ye göre de, müslüman herhangi bir küfür beldesinde dinini açığa vurabiliyorsa, orası onunla Daru'l-Islâm olmuş olur. Orada durmak, hicret etmekten daha iyidir. Çünkü böylelikle kendisinden başkalarının da İslâm'a girmeleri umulabilir. Ancak el-Mâverdî'nin bu görüşüyle, konu ile ilgili olarak Darü'l-Harp'ta kalmayı haram kılan ayet ve hadisler arasındaki aykırılık açıktır. Hicret hükmü, Darü'l-Harp'te müslüman olup oradan uzaklaşabilecek güçte olan herkes için geçerlidir (es-Sevkânî, Neylü'l-Evtâr, VIII, 28, 29). Darü'l-Harp'ten hicret etmenin, herhangi bir ma'siyetin işlenmesi veya herhangi bir emrin yerine getirilmemesi veya İslâm devlet başkanının istemesiyle vacip olacağı konusunda icmâ' vardır. (es-Sevkânî, a.g.e., VIII, 29).
Kişi "ben hicret edeceğim ama, gideceğim yer tanımadığım, yabancısı olduğum bir yerdir. Acaba orada geçimimi sağlayabilecek miyim? Sonra ne zaman geleceği bilinmeyen ölüm, beni yolda yakalarsa hicret etmiş sayılabilir miyim..." gibi bir takım düşünceleri içinden geçirebilir. Ancak bunlar yersiz düşüncelerdir. Çünkü: "Kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde gidecek, barınacak bir çok yerler bulur, genişlik de bulur. Kim evinden Allah ve Rasûlüne muhâcir olarak çıkıp da sonra yolda ölürse, onun mükâfatı Allah'a aittir (en-Nisâ, 4/1II). Bu bakımdan ne rızık endişesi ne de "yolda ölüm" düşüncesiyle farz olan hicretten geri kalamaz.
Yeryüzü iman-küfür mücadelesinin alanıdır. Bu mücadelede kimi zaman iman bazan da küfür egemen olmuştur. Mü'minler İslâmî kimliklerini yitirdikleri, imanî zaaflara düştükleri, İslâmi ilimlerin yeterince tahsil edilmediği ve cehaletin yaygınlaştığı dönemlerde küfür İslâm'a gâlib gelecektir. İslâmî ilimlerin çok iyi bilindiği, İslâm'ın yaşandığı, imanın kalb atışlarında bile hissedildiği dönemlerde ise kuşkusuz İslâm egemen olacaktır.
İslâm'ın ve küfrün egemenliği ya da şeytana zaman zaman fırsat verilmesi insanın ve yeryüzünün kanunu hükmündedir. Dolayısıyla mü'minler İslâm'ın egemen olmadığı toplumlarda yaşama durumunda kalabilirler. Bundan dolayı hicret zaman zaman gündeme gelebilir. Hicret dönemi asla kapanmaz, Mekke'nin de fethinden sonra hicret gündeme getirilemez; hicret tarihin belirli bir dönemine ait bir olay değildir. Hicret süreklilik arzeder ve kıyamete kadar kaimdir.
Mekke'nin fethedildigi gün Abdurrahman b. Safvan (r.a) babasını getirerek, Rasûlullah'a babasının da hicret sevabından payını almasını istediğini bildirdi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz sas: "Artık hicret yoktur" diye cevap verir. Rasûlullah'ı bu konuda yumuşatmak amacıyla, amcası Hz. Abbâs'ın yanına gider ve bu konuda kendisine yardımcı olmasını ister. Hz. Abbâs .(r.a), Peygamber (s.a.s)'e "Allah aşkına kabul et" derse de, Hz. Rasûlullah şu cevabı verir: " Amcamın yeminini yerine getiririm, ama hicret yoktur" Hadîsin râvilerinden olan Yezid b. Ziyâd: "Halkı İslâm'ın egemenliği altına girmiş bulunan bir yerden hicret edilemez, demek istiyor" diye hadisi açıklamıştır. (Ibn Mace Keffâret).
Burada görüldügü gibi Mekke'den hicret etmek artık söz konusu değildir. Çünkü, hicretten maksat gerçekleşmiş bulunuyor. Artık Mekke'nin kendisi fethedilmek suretiyle Darü'l-İslâm olmuş ve İslâm'ın bütünüyle hayata yansıyacağı bir yer haline gelmiştir. Allah'tan başka hiçbir varlığın hâkimiyetinden söz edilemeyecektir.
Diğer bir kısım hadislerde ise, hicretin sürekliliğinden söz edilmektedir:
"Kâfirlerle savaşıldıkça hicretin sonu gelmeyecektir (es-Sevkânî a.g.e., VIII, 27). "Hicretten sonra hicret olacaktır. Yeryüzünün en hayırlıları, Hz. İbrahim'in as hicretini kendisine örnek alanlardır" (Ebû Davûd, Cihad).
Bu hadislerden anlaşıldığına göre, İslâm hâkim olduğu bir yerden hicret etmenin farz veya vâcib olması söz konusu degildir. Ancak Darü'l-Harb'den Darü'l-Islâm'a hicret etmemin vucûbu kıyamete kadardır. Ebubekr Ibnü'l-Arabî: "Hicret, Peygamber (s.a.s) zamanında farz idi. Kendi dini veya nefsi için korkusu olan herkese farz olarak devam etmektedir. Kesilen hicret Mekke'nin fethinden sonra, Mekke'den Medine'ye olan hicrettir" (es-Sevkânî a.g.e., VIII, 29) der.
Hicretin hayata yansımasında genel etkenlerden biri de İslâm devlet başkanıdır. Halife, mü'minlerin bir yerden bir yere hicret etmelerini isteyebilir. Mü'minler de buna uymak zorundadırlar. Zira müslümanlar Halifenin İslâm'a muhalif olmayan bütün emirlerine uymak zorundadırlar. Hilafet, İslâm'ın bütün hükümlerinin direkt ya da dolaylı olarak bağlantılı olduğu bir müessesedir.
Peygamber Efendimiz sas, bazen büyük kalabalıkları bile hicret edip etmemekle serbest bırakmıştır. Gönderdiği askerî müfreze (seriyye) kumandanlarına verdiği tâlimât arasında şunları da görmekteyiz: ".. Onları İslâm'a davet et. Kabul ederlerse, sen de bunu kabul et ve onlarla savaşma. Sonra bulundukları yerden muhâcirlerin yurduna hicret etmelerini iste. Bunu yaptıklarında da muhacirlerin leh ve aleyhlerinde olanın, kendilerinin de leh ve aleyhlerine olacağını bildir. Eğer hicret etmeyecek olurlarsa, durumlarının bedevî müslümanların aynısı olacağını onlara bildir. Onlara mü'minlere uygulanan Allah'ın hükümleri uygulanacak, ancak müslümanlarla birlikte cihada katılmadıkça fey' ve ganimetten pay alamayacaklardır" (Ibn Kesîr, Tefsîr, III, 329).
Hicretin devlet politikasında önemli bir yeri olmalıdır. İslâm Devleti, durumuna göre hicretle ilgili bir takım düzenlemelere girişmek zorundadır.
Bu gibi istisnâî durumların maksat ve nedenleri araştırıldığında bazı zümrelerin bundan istisna edilmesi de tamamen toplumun iyilik ve hayrıyla yakından ilgilidir. Mesela: Müzeyne, Medine'nin 35 km. uzağındaydı ve yüzlerce savasçıya sahipti. Bunların bulundukları topraklarda bırakılması, İslâm Devlet topraklarını genişletme maksadını taşıyordu. Bunların İslâm ülkesine hicret etmeleri birçok iktisâdî zorlukların doğmasına neden olacak ve terkedilmiş verimli topraklar ve sular, yabancıları ve belki de İslâm düsmanları tarafından işgal edilecekti (Muhammed Hamidullah, Islam Peygamberi, II, 277, 278). Bu bakımdan Peygamber Efendimiz sas İslâm devleti sınırlarının genişlemesi ve müslümanların savaş gücünün artırılması noktasından hareket etmiş ve duruma göre hicret üzerinde durmuştur. Hicretin diğer bir amacı da; İslâm devletinin gücünü arttırmaktır.
İslam Tarihi
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR
26 Eylül 2017 Salı
***TARİHTE HİCRET
“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim
HZ. İBRAHİM (A.S)'İN HİCRETİ:
Hz. İbrahim as, kendi kavmine Allah'ın dinini anlatmada hiç bir engel tanımamış, Nemrut'un zorbalığına boyun eğmemiş, bir çok işkencelere maruz kalmasına rağmen yolundan dönmemiştir. Fakat O'nun bütün gayretleri bir netice doğurmamış ve toplumunu küfür bataklığından çekip alamamıştır. Artık netice belli olmuştur; kavmi kendi doğrultusunda gitmektedir. Hz. İbrahim as de tevhid üzere yoluna devam etmektedir.
Hz. İbrahim as kavminin iman etmesine imkân ve ihtimal kalmadığını anlayınca, sapıklık ve küfür diyarından uzak kalmak amacıyla, her şeyiyle yalnız Allah'a kulluk edebilmek için hicret etmiştir. (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, II, 1437).
Hz. Peygamber (s.a.s) de şöyle buyurmuştur: "Her kim diniyle bir yerden bir yere hicret ederse, gittiği yer bir karış yer de olsa Cennet'te İbrahim as ve Muhammed (s.a.s) onun arkadaşı olur."
ASHAB-I KEHF'IN HICRETİ:
Batıl düzenler, gerçekten Hakk'a inananlara hayat hakkı tanımak istemezler. Onlar gerektiğinde bütün zulüm mekanizmalarını inananların aleyhine çalıştırmaktan geri durmazlar. Çünkü, yarasanın ışıktan ürktüğü gibi, onlar da inananların gerçekleri ve mutlak doğruları gözleri önüne sermeleri böylece kendi menfaatlerinin ortadan kalkmasından, ilahlık davalarının sahteliğinin ortaya çıkmasından, sömürü çarklarının durmasından endişelenirler, korkarlar. Tarih boyunca inananlara zâlim düzenler eliyle yapılan zulüm, baskı ve şiddetin asıl nedeni budur. Bugün yeryüzünün her bölgesinde müslümanlar üzerindeki baskı ve terör bundan kaynaklanmaktadır.
Kur'ân-ı Kerîm Ashab-ı Kehf'ten: "Rablerine inanan gençler" (el-Kehf, 18/13) olarak söz etmektedir. Bunun üzerine; "Allah da onların hidayetlerini artırmıştı". Ashab-ı Kehf'in, kavimleri Allah'tan başka tanrılara taptıkları için onlardan uzaklaşmalarını Kur'ân övgüyle anlatmaktadır. Onlar bu davranışlarıyla doğru yolu bulmayı ve Allah'ın rahmetine kavuşmayı gaye edinmişlerdi.
"... Şunlar, şu bizim kavmimiz, Ondan (Allah'dan) başka tanrılar edindiler. Bunların üzerine bari açık bir delil getirseydiler ya? Artık yalan yere Allah 'a karşı iftira edenlerden daha zâlim kimdir?" dediklerinde, onların kalplerini (sabır ve sebat ile hakka) bağlamıştık."
(Birbirlerine şöyle demişlerdi):
"Madem ki siz onlardan ve Allah'tan başka tapmış olduklarından ayrıldınız, o halde mağaraya (çekilip) sığının ki; Rabbiniz size rahmetinden genişlik versin, işinizden de size fayda hazırlasın " (el Kehf,18/ 14,16) Böylece onlar, zâlim bir toplum içinde yaşayıp, dinlerini açığa vuramamaktansa mağaraya çekilip orada inançlarını yaşamayı tercih etmişler ve son derece az oldukları için, mevcut düzene karşı duramayacaklarını anlamış bulunuyorlardı.
HABEŞİSTAN'A HİCRET:
Islâm'ın ilk yıllarında, sahabîlerin önemli bir kısmına ve özellikle zayıf ve kimsesizlere, "Rabbiniz Allah'tır" demeleri nedeniyle sayısız zulümler uygulanıyor, dinlerinden vazgeçirmeleri için onlara büyük baskılar yapılıyordu. Peygamber Efendimiz sas, sayıları yüzü bulan sahabiye Habeşistan'a hicret etmelerini tavsiye etti. Orada kendilerini himaye edecek iyi niyetli bir hükümdarın varlığından söz etti. Bunun üzerine Habeşistan'a iki defa hicret edildi.
Mekke o sıralarda gerçekten İslâm gibi eşsiz, tevhide dayalı yüce bir inanç ve hayat düzenini kabul edenler için ağır şartları bulunan bir ortamdı. Habeşistan'da da İslâmî bir düzenin varlığından söz edilemezdi ama en azından orada dini hürriyet vardı ve zulüm yoktu. Diğer taraftan İslâm ülkesi diyebileceğimiz bir yerin de varlığı söz konusu değildi. Henüz böyle bir teşebbüse girebilmek için gerekli şart ve imkanlardan da müslümanlar tamamıyla mahrum bulunuyorlardı. Bu nedenle Dârü'l- Küfr olan Mekke'yi bırakıp Darü'l-Emin (güven ülkesi)'e göç için bir izin verilmiş oluyordu...
İslam Tarihi
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR
Bismillahirrahmanirrahim
HZ. İBRAHİM (A.S)'İN HİCRETİ:
Hz. İbrahim as, kendi kavmine Allah'ın dinini anlatmada hiç bir engel tanımamış, Nemrut'un zorbalığına boyun eğmemiş, bir çok işkencelere maruz kalmasına rağmen yolundan dönmemiştir. Fakat O'nun bütün gayretleri bir netice doğurmamış ve toplumunu küfür bataklığından çekip alamamıştır. Artık netice belli olmuştur; kavmi kendi doğrultusunda gitmektedir. Hz. İbrahim as de tevhid üzere yoluna devam etmektedir.
Hz. İbrahim as kavminin iman etmesine imkân ve ihtimal kalmadığını anlayınca, sapıklık ve küfür diyarından uzak kalmak amacıyla, her şeyiyle yalnız Allah'a kulluk edebilmek için hicret etmiştir. (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, II, 1437).
Hz. Peygamber (s.a.s) de şöyle buyurmuştur: "Her kim diniyle bir yerden bir yere hicret ederse, gittiği yer bir karış yer de olsa Cennet'te İbrahim as ve Muhammed (s.a.s) onun arkadaşı olur."
ASHAB-I KEHF'IN HICRETİ:
Batıl düzenler, gerçekten Hakk'a inananlara hayat hakkı tanımak istemezler. Onlar gerektiğinde bütün zulüm mekanizmalarını inananların aleyhine çalıştırmaktan geri durmazlar. Çünkü, yarasanın ışıktan ürktüğü gibi, onlar da inananların gerçekleri ve mutlak doğruları gözleri önüne sermeleri böylece kendi menfaatlerinin ortadan kalkmasından, ilahlık davalarının sahteliğinin ortaya çıkmasından, sömürü çarklarının durmasından endişelenirler, korkarlar. Tarih boyunca inananlara zâlim düzenler eliyle yapılan zulüm, baskı ve şiddetin asıl nedeni budur. Bugün yeryüzünün her bölgesinde müslümanlar üzerindeki baskı ve terör bundan kaynaklanmaktadır.
Kur'ân-ı Kerîm Ashab-ı Kehf'ten: "Rablerine inanan gençler" (el-Kehf, 18/13) olarak söz etmektedir. Bunun üzerine; "Allah da onların hidayetlerini artırmıştı". Ashab-ı Kehf'in, kavimleri Allah'tan başka tanrılara taptıkları için onlardan uzaklaşmalarını Kur'ân övgüyle anlatmaktadır. Onlar bu davranışlarıyla doğru yolu bulmayı ve Allah'ın rahmetine kavuşmayı gaye edinmişlerdi.
"... Şunlar, şu bizim kavmimiz, Ondan (Allah'dan) başka tanrılar edindiler. Bunların üzerine bari açık bir delil getirseydiler ya? Artık yalan yere Allah 'a karşı iftira edenlerden daha zâlim kimdir?" dediklerinde, onların kalplerini (sabır ve sebat ile hakka) bağlamıştık."
(Birbirlerine şöyle demişlerdi):
"Madem ki siz onlardan ve Allah'tan başka tapmış olduklarından ayrıldınız, o halde mağaraya (çekilip) sığının ki; Rabbiniz size rahmetinden genişlik versin, işinizden de size fayda hazırlasın " (el Kehf,18/ 14,16) Böylece onlar, zâlim bir toplum içinde yaşayıp, dinlerini açığa vuramamaktansa mağaraya çekilip orada inançlarını yaşamayı tercih etmişler ve son derece az oldukları için, mevcut düzene karşı duramayacaklarını anlamış bulunuyorlardı.
HABEŞİSTAN'A HİCRET:
Islâm'ın ilk yıllarında, sahabîlerin önemli bir kısmına ve özellikle zayıf ve kimsesizlere, "Rabbiniz Allah'tır" demeleri nedeniyle sayısız zulümler uygulanıyor, dinlerinden vazgeçirmeleri için onlara büyük baskılar yapılıyordu. Peygamber Efendimiz sas, sayıları yüzü bulan sahabiye Habeşistan'a hicret etmelerini tavsiye etti. Orada kendilerini himaye edecek iyi niyetli bir hükümdarın varlığından söz etti. Bunun üzerine Habeşistan'a iki defa hicret edildi.
Mekke o sıralarda gerçekten İslâm gibi eşsiz, tevhide dayalı yüce bir inanç ve hayat düzenini kabul edenler için ağır şartları bulunan bir ortamdı. Habeşistan'da da İslâmî bir düzenin varlığından söz edilemezdi ama en azından orada dini hürriyet vardı ve zulüm yoktu. Diğer taraftan İslâm ülkesi diyebileceğimiz bir yerin de varlığı söz konusu değildi. Henüz böyle bir teşebbüse girebilmek için gerekli şart ve imkanlardan da müslümanlar tamamıyla mahrum bulunuyorlardı. Bu nedenle Dârü'l- Küfr olan Mekke'yi bırakıp Darü'l-Emin (güven ülkesi)'e göç için bir izin verilmiş oluyordu...
İslam Tarihi
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR
25 Eylül 2017 Pazartesi
***"ACELE ETME,BELKİ ALLAH cc SANA BİR ARKADAŞ BULUR"
“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim
Rasûlullah sas Mekke'de tebliğ görevini sürdürürken Kureyşliler de inkârlarında diretiyorlardı. Peygamberimiz sas tebliğ görevini Mekke'nin dışına taşırmak istiyordu. Bu nedenle Taif'e gitti. Tâifliler de Kureyşliler gibi inkârcılıkta direnmişler ve Peygamberimizi sas taşa tutmuşlardı. Peygamberimiz sas onların bu cahilce hareketleri karşısında yılmamıştır. Özellikle hac mevsiminde Mekke dışından gelen insanlarla görüşüyor onlara İslâm'ı anlatıyordu. Peygamberimiz sas bir gün Akâbe mevkiinde Medineli altı kişi ile karşılaştı. Onlara Kur'ân okudu ve İslâm'a davet etti. Medineliler Peygamberimizle konuştuktan sonra durumu kendi aralarında değerlendirdiler.
"Yahûdilerin geleceğini bildikleri ve kendisiyle bizi korkuttukları peygamber bu olmasın" dediler. Yahûdilerden önce müslüman olmanın gereğine inanıp müslüman oldular.
Medine'de bulunan Yahudiler bir Peygamberin geleceğini biliyorlardı. Medinelilerle araları açılan Yahudiler onlara "Bir Peygamber gönderilmek üzeredir. O Peygamber gelince biz ona tabi olacağız, İrem ve Âd kavimleri gibi sizin kökünüzü kazıyacağız" diyorlardı.
Akabe'de Müslüman olan Medineliler memleketlerine gittiklerinde bu durumu yakınlarına aktardıktan bir yıl sonra, daha önceki Müslümanlarla birlikte on iki kişilik bir topluluk Hac için Mekke'ye geldi. Bunlar Peygamberimizle sas görüştü ve "hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocukları öldürmemek, iftira etmemek, Allah ve Rasûlüne muhalefette bulunmamak hususunda" peygamberimize sas söz verip bey'at ettiler.
Peygamberliğin onüçüncü yılında Medineli müslümanlardan yetmiş iki kişilik bir grup hac için Mekke'ye geldiler. Peygamberimizle Akabe mevkiinde görüşmek üzere toplandılar.
Hz. Peygamber (s.a.s), amcası Abbas'la birlikte Akabe'ye geldi. Abbas henüz müslüman olmamıştı. Ebu Talib'in vefatından sonra peygamberimizle daha çok ilgilenmeye başlamıştı. Bu ilgi kabile bağından ileriye gitmiyordu. Toplantıda ilk konuşmayı Abbâs yaptı; "Ey Hazrec topluluğu, bu benim kardeşimin oğludur. Benim yanımda insanların en sevgilisidir. Siz onu tasdik ediyor onun getirdiklerine inanıyor ve kendisini alıp götürmek istiyorsanız, sizden bu hususta beni tatmin edici bir söz almak isterim. Siz ona vereceginiz sözü yerine getirebilecek ve kendisini muhaliflerinden koruyabilecek misiniz? Bunu gereği gibi yaparsanız ne iyi; yok eğer Mekke'den çıktıktan sonra kendisini yardımsız bırakacak rüsvay edecekseniz şimdiden bu işten vazgeçiniz, onu bırakınız. Yine kavmi arasında ve yurdunda izzet ve şerefiyle korunmuş olarak yaşasın."
Hz. Abbas'tan sonra Hz. Peygamber (s.a.s) konuştu. Bundan sonra Medineli müslümanlar düşüncelerini şöylece açıkladılar: "Allah'tan getirdiklerine bilerek ve inanarak sana bey'at ediyoruz. Biz, Rabbimize bey'at ediyoruz Allah'ın kudret eli ellerimizin üzerindedir. Kendimizi, oğullarımızı, kadınlarımızı esirgeyip koruduğumuz şeylerden seni de, esirgeyip koruyacagız. Eğer bu ahdimizi bozarsak, Allah'ın ahdini bozan, yaramaz, bedbaht insanlar olalım. Ya Rasûlallah! Biz ahdimizde sadıkız".
Peygamberimiz iki şart ileri sürdü, "Rabbim için şartım: O'na hiç bir şeyi ortak koşmamanız yalnız O'na ibadet etmeniz, kendinizi, çocuklarınızı, kadınlarınızı esirgeyip koruduğunuz şeylerden, beni de esirgeyip korumanızdır" buyurdu. Medineliler: "Böyle yaptığımız zaman bizim için ne var" dediler. Allah Rasûlü de: "Cennet var" buyurdular. Medineliler "bu kârlı alışveriştir" deyip Allah Rasûlüne sas bey'at ettiler.
Mekke müşrikleri Akabe bey'atlarıyla ilgili haberi alınca Allah Rasûlünü Mekke dışına çıkarmamak için önlemler almaya başladılar. Bir müddet sonra peygamberimiz sas müslümanların Medine'ye hicret etmelerine izin verdi. İlk olarak Cahşoğulları hicret ettiler. Bunlardan sonra Hz. Ömer hicret için önce silahını kuşandı, Kâbe'yi tavaf etti. Çevrede bulunan müşriklere de hicret etmekte olduğunu bildirdi. "Anasını ağlatmak karısını dul bırakmak isteyen varsa beni izlesin" diyerek büyük bir grup sahabe ile birlikte hicret etti."
Hz. Ömer'den ra sonra Hz. Hamza ra ve diğer müslümanlar hicret ettiler.
Hz. Ebûbekir de ra hicret etmek istiyordu ancak, Peygamberimiz sas ona "acele etme, belki Allah cc sana bir arkadaş bulur." diyerek beklemesini söyledi. Bunun üzerine Hz. Ebubekir iki deve satın alıp, hicret edeceği günü beklemeye başladı.
Kureyşliler müslümanların Medine'de tutunduklarını görünce telaşa düştüler. Peygamberimizin sas hicretine engel olabilmek için Darü'n-Nedve adı verilen meclis binasında toplandılar. Çesitli fikirler ve düşünceler ileri sürerek sonuçta Ebû Cehil'in düşüncesinde karar kıldılar.
Ebu Cehil, her kabileden bir delikanlının seçilmesini, bunların hep birlikte Peygamberimizi sas öldürmelerini teklif etti. Böylece Abdi Menâçoğullarının bütün kabilelerle çarpışamayacağını, kan davasından vazgeçeceklerini bildirdi.
Onlar bu tip hileler düşünürlerken Peygamberimiz sas Hz. Ebûbekir'in ra evine vardı. Allah'ın cc kendilerine hicret iznini verdiğini bildirerek yol hazırlıklarına başlanıldı. Mekkelilere ait bazı emanetlerin sahiplerine teslim edilmesi ve müşrikleri yanıltmak amacıyla Hz. Ali'ye ra Peygamberimizin sas evinde kalması emredildi.
Gecenin geç vaktinde müşrikler Peygamberimizin sas evini kuşattılar. Allah Rasûlü sas Kur'ân okuyarak Allah'a sığınmış böylece müşriklerin arasından görünmeden geçmistir. Bir müddet sonra müşrikler Peygamberimizin sas yatağında yatanın Hz. Ali ra olduğunu görünce hayrete düşmüş ve tuzaklarının boşa gittiğini anlamışlardır.
Rasûlullah (s.a.s) Hz. Ebubekir'le birlikte Sevr Dağı'na doğru yol alıp Hira mağarasına gizlendiler. Bu dağ Medine tarafında değil, Cidde tarafında Mekke'nin kuzey batısında yer alıyordu. Müşrikleri saşırtmak için de böyle bir yola başvurulmuştu.
Müşrikler hz. Ali'yi ra ve Hz. Ebûbekir'in ra kızı Esma'yı sıkıştırmış fakat bir şey öğrenememişlerdir. İz sürenleri yanlarına aldılar; dağ, tepe demeden her tarafı aradılar. Bir ara mağaranın ağzına kadar geldiler, mağaranın önüne bir güvercinin hemen Rasûlullah'ın sas oraya girmesinden sonra yuva yaptığını, örümceğin ağ örttüğünü görünce Allah Rasülünün ra mağarada gizlenmesinin mümkün olabileceğini düşünemediler. Elleri boş olarak geri döndüler.
Hz. Peygamber (s.a.s) ile Hz. Ebubekir ra bu mağarada üç gün kaldılar. Hz. Ebubekir'in ra oğlu Abdullah ve kızı Esma onlara yemek taşıdılar. Hz. Ebubekir'in ra çobanı da koyunlarını Abdullah'ın geçtiği yerlere sürerek izlerini silmeye çalıştı. Yol Kılavuzu Uraykit Peygamberimiz sas ve Hz. Ebubekir'in ra bineceği develeri getirdi. Peygamberimiz sas devenin ücretini Ebubekir'e ra ödeyerek yola koyuldular. Yolculukta geceleri yol alıyor, gündüzleri gizleniyorlardı.
Kureyşliler, Peygamberimizi sas bütün uğraşlarına rağmen bulamayınca saşkına döndüler. Onu bulana yüz deve vereceklerini vadettiler. Bu ödül herkesi heyecanlandırdı. Yüz deveye sahip olabilme ümidiyle her tarafı aramaya basladılar. Her yöne haberciler gönderildi. Bu habercilerden birisi de Süraka'nın yurduna gelmişti. Onlar da Allah Rasûlünü sas bulabilmek ve yüz deveye sahip olabilmek için fırsat kolluyorlardı. Bir gün adamın birisi üç kişilik bir yolcu kabilesinin gitmekte olduğunu gördü. Bunu bir toplulukta anlattı. Süraka uyanık bir kimse idi. Adamı yanıltmak ve sözü kesmek için onlar falancalardır dedi. Adam da kesin bir şey bilmediğinden susmak zorunda kaldı. Bunun üzerine Süraka evine geldi. Atını ve oklarını hazırladı. Belirtilen yöne doğru hızla yol almaya başladı. Süraka kısa bir müddet sonra Peygamberimiz sas ve Hz. Ebûbekir'e ra yetişti. Onlara "bugün seni benden kim kurtarabilir" diye bağırdı. Peygamberimizin sas duasıyla Süraka'nın atının ön ayakları kuma gömüldü. Böylece Allah cc bu kutsî Medine yolculuğunda Rasûlünü sas yalnız bırakmamış ve onu tehlikelere karşı bir kez daha korumuştu.
Atının kuma gömülmesi sonucunda gerçeği anlayan Süraka affını rica etti. Peygamberimiz sas de ona dua ederek affetti. Süraka minnet altında kalmak istemiyordu. Peygamberimize sas ikramda bulunmak istiyordu. Peygamberimiz sas de onun hiç bir ikramını kabul etmek istemedi. İkramının kabul edilebilmesi için müslüman olmasının gerektiğini öğrendi ve müslüman oldu.
Kureyş'in vadettiği yüz deveye sahip olmak isteyenlerden birisi de Büreyd idi. O da kendi kabilesinden yetmiş atlı ile yola çıkmış, Peygamberimize sas yetişmişti. Ancak bütün gayretlerine rağmen muvaffak olamamış sonuçta Büreyd'e İslâm tebliğ edildi. Büreyd ve yanındakiler müslüman oldular. Büreyd, peygamberimizin sas Medine'ye bayraksız girmesinin uygun olmayacağını düşünerek, başından sarığını çıkardı, mızrağının ucuna bağladı, böylece Medine'ye kadar Peygamberimizin sas bayraktarlığını yapmış oldu.
Peygamberimizin sas Mekke'den çıktığını duyan Medine'deki müslümanlar yolları gözlüyorlardı. Her gün güneşin doğumundan önce Harra mevkiine çıkıyorlar, sıcak bastırıncaya kadar bekliyorlardı. Bir gün Yahudi'nin birisi bir işiyle ilgili olarak yüksek bir kuleye çıkıp etrafı gözetlemeye baslamıştı. Peygamberimizin sas ve arkadaslarının gelmekte olduğunu gördü. Kendisini tutamayarak heyecanla " ey Arap topluluğu! İste nasibiniz, devletliniz, beklediğiniz ulu kişiniz geliyor" diyerek Rasûlullah'ın sas geldiğini onlara haber verdi.
Medineliler yollara dökülüp Peygamberimizi sas karşıladılar. Peygamberimiz sas burada bir müddet kaldı ve Kuba Mescidi'ni inşa ettirdi. Hz. Ali ra de Kuba'da Rasûlulah'a sas yetişti.
Süheyb b. Sinan da hicret etmek için yola çıkmıştı. Kureyşliler onun yolunu çevirdiler, göndermek istemediler. Süheyb, biriktirdiği bütün serveti Kureyşlilere bırakmak şartıyla yoluna devam etti.
Peygamberimiz sas bir kaç gün sonra Medine'ye hareket etti. Hareketinden önce Neccâroğullarına kendisini Medine'ye götürmeleri için haber gönderdiği de rivayet edilmektedir. Abdulmuttalib'in annesi Neccaroğullarının kızıydı. Dolayısıyla Neccarogulları Abdulmuttalib'in dayıları oluyordu.
Neccaroğullari Peygamberimizi sas Medine'ye götürdüler. Halk Peygamberimizi ağırlamak için can atıyordu. Allah Rasûlü sas hiç kimseyi kırmak istemiyordu. " Devenin yolunu açınız. Nereye çökeceği ona buyrulmuştur" diyordu. Deve boş bir araziye çöktü. Peygamberimiz sas bu araziye akrabalarından kimin evinin yakın olduğunu sordu. Böylece Neccaroğularından Ebu Eyyûb El-Ensâri'nin evine misafir oldu.
Hz. Peygamber (s.a.s)'in Medine'ye gelişi Medineli mü'minleri büyük bir sevince boğdu.
Bütün mü'minler, evlerinin damına çıkmış; gençler ve hizmetçiler yollara dökülmüşler "Yâ Rasûlallah! Yâ Muhammed! Yâ Rasûlallah!" diyerek bağırıyorlardı. (Müslim, Sahih, VIII, 237). Çocuklar ve hizmetçiler, yollarda ve damlarda "Rasûlullah geldi! Allahû ekber! Muhammed geldi! Allahû ekber! Muhammed geldi! Allahu ekber, Muhammed geldi! diyorlar, Habeşliler de, sevinçlerinden kılıç kalkan oynuyorlardı (Ebû Davud Sünen, II, 579)
Kadınlar ve çocuklar, hep bir ağızdan: "Vedâ tepelerinden dolunay doğdu bize! Allah'a yalvaran oldukça, şükür etmek gerekir halimize, Ey bize gönderilen Peygamber! Sen boyun eğmemiz gereken bir emir ile geldin bize" diye şiirler okuyorlardı (Semhudî, Vefaü'l-Vefa, I,187, Halebi insanü'l-Uyun, II, 58).
Berâ' b. Âzib: "Peygamber (s.a.s) Medine'ye gelince, Medinelilerin Rasûlullah'a sas sevindikleri kadar hiç bir şeye sevindiklerini görmedim" demiştir.
Enes b. Mâlik de: "Ben, Rasûlullah'ın sas Medine'ye girdiği günden daha güzel, daha parlak bir gün görmedim" der (Ibn Sâ'd, Tabakat, I, 233, 234).
bilgiyelpazesi.com
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR
Bismillahirrahmanirrahim
Rasûlullah sas Mekke'de tebliğ görevini sürdürürken Kureyşliler de inkârlarında diretiyorlardı. Peygamberimiz sas tebliğ görevini Mekke'nin dışına taşırmak istiyordu. Bu nedenle Taif'e gitti. Tâifliler de Kureyşliler gibi inkârcılıkta direnmişler ve Peygamberimizi sas taşa tutmuşlardı. Peygamberimiz sas onların bu cahilce hareketleri karşısında yılmamıştır. Özellikle hac mevsiminde Mekke dışından gelen insanlarla görüşüyor onlara İslâm'ı anlatıyordu. Peygamberimiz sas bir gün Akâbe mevkiinde Medineli altı kişi ile karşılaştı. Onlara Kur'ân okudu ve İslâm'a davet etti. Medineliler Peygamberimizle konuştuktan sonra durumu kendi aralarında değerlendirdiler.
"Yahûdilerin geleceğini bildikleri ve kendisiyle bizi korkuttukları peygamber bu olmasın" dediler. Yahûdilerden önce müslüman olmanın gereğine inanıp müslüman oldular.
Medine'de bulunan Yahudiler bir Peygamberin geleceğini biliyorlardı. Medinelilerle araları açılan Yahudiler onlara "Bir Peygamber gönderilmek üzeredir. O Peygamber gelince biz ona tabi olacağız, İrem ve Âd kavimleri gibi sizin kökünüzü kazıyacağız" diyorlardı.
Akabe'de Müslüman olan Medineliler memleketlerine gittiklerinde bu durumu yakınlarına aktardıktan bir yıl sonra, daha önceki Müslümanlarla birlikte on iki kişilik bir topluluk Hac için Mekke'ye geldi. Bunlar Peygamberimizle sas görüştü ve "hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocukları öldürmemek, iftira etmemek, Allah ve Rasûlüne muhalefette bulunmamak hususunda" peygamberimize sas söz verip bey'at ettiler.
Peygamberliğin onüçüncü yılında Medineli müslümanlardan yetmiş iki kişilik bir grup hac için Mekke'ye geldiler. Peygamberimizle Akabe mevkiinde görüşmek üzere toplandılar.
Hz. Peygamber (s.a.s), amcası Abbas'la birlikte Akabe'ye geldi. Abbas henüz müslüman olmamıştı. Ebu Talib'in vefatından sonra peygamberimizle daha çok ilgilenmeye başlamıştı. Bu ilgi kabile bağından ileriye gitmiyordu. Toplantıda ilk konuşmayı Abbâs yaptı; "Ey Hazrec topluluğu, bu benim kardeşimin oğludur. Benim yanımda insanların en sevgilisidir. Siz onu tasdik ediyor onun getirdiklerine inanıyor ve kendisini alıp götürmek istiyorsanız, sizden bu hususta beni tatmin edici bir söz almak isterim. Siz ona vereceginiz sözü yerine getirebilecek ve kendisini muhaliflerinden koruyabilecek misiniz? Bunu gereği gibi yaparsanız ne iyi; yok eğer Mekke'den çıktıktan sonra kendisini yardımsız bırakacak rüsvay edecekseniz şimdiden bu işten vazgeçiniz, onu bırakınız. Yine kavmi arasında ve yurdunda izzet ve şerefiyle korunmuş olarak yaşasın."
Hz. Abbas'tan sonra Hz. Peygamber (s.a.s) konuştu. Bundan sonra Medineli müslümanlar düşüncelerini şöylece açıkladılar: "Allah'tan getirdiklerine bilerek ve inanarak sana bey'at ediyoruz. Biz, Rabbimize bey'at ediyoruz Allah'ın kudret eli ellerimizin üzerindedir. Kendimizi, oğullarımızı, kadınlarımızı esirgeyip koruduğumuz şeylerden seni de, esirgeyip koruyacagız. Eğer bu ahdimizi bozarsak, Allah'ın ahdini bozan, yaramaz, bedbaht insanlar olalım. Ya Rasûlallah! Biz ahdimizde sadıkız".
Peygamberimiz iki şart ileri sürdü, "Rabbim için şartım: O'na hiç bir şeyi ortak koşmamanız yalnız O'na ibadet etmeniz, kendinizi, çocuklarınızı, kadınlarınızı esirgeyip koruduğunuz şeylerden, beni de esirgeyip korumanızdır" buyurdu. Medineliler: "Böyle yaptığımız zaman bizim için ne var" dediler. Allah Rasûlü de: "Cennet var" buyurdular. Medineliler "bu kârlı alışveriştir" deyip Allah Rasûlüne sas bey'at ettiler.
Mekke müşrikleri Akabe bey'atlarıyla ilgili haberi alınca Allah Rasûlünü Mekke dışına çıkarmamak için önlemler almaya başladılar. Bir müddet sonra peygamberimiz sas müslümanların Medine'ye hicret etmelerine izin verdi. İlk olarak Cahşoğulları hicret ettiler. Bunlardan sonra Hz. Ömer hicret için önce silahını kuşandı, Kâbe'yi tavaf etti. Çevrede bulunan müşriklere de hicret etmekte olduğunu bildirdi. "Anasını ağlatmak karısını dul bırakmak isteyen varsa beni izlesin" diyerek büyük bir grup sahabe ile birlikte hicret etti."
Hz. Ömer'den ra sonra Hz. Hamza ra ve diğer müslümanlar hicret ettiler.
Hz. Ebûbekir de ra hicret etmek istiyordu ancak, Peygamberimiz sas ona "acele etme, belki Allah cc sana bir arkadaş bulur." diyerek beklemesini söyledi. Bunun üzerine Hz. Ebubekir iki deve satın alıp, hicret edeceği günü beklemeye başladı.
Kureyşliler müslümanların Medine'de tutunduklarını görünce telaşa düştüler. Peygamberimizin sas hicretine engel olabilmek için Darü'n-Nedve adı verilen meclis binasında toplandılar. Çesitli fikirler ve düşünceler ileri sürerek sonuçta Ebû Cehil'in düşüncesinde karar kıldılar.
Ebu Cehil, her kabileden bir delikanlının seçilmesini, bunların hep birlikte Peygamberimizi sas öldürmelerini teklif etti. Böylece Abdi Menâçoğullarının bütün kabilelerle çarpışamayacağını, kan davasından vazgeçeceklerini bildirdi.
Onlar bu tip hileler düşünürlerken Peygamberimiz sas Hz. Ebûbekir'in ra evine vardı. Allah'ın cc kendilerine hicret iznini verdiğini bildirerek yol hazırlıklarına başlanıldı. Mekkelilere ait bazı emanetlerin sahiplerine teslim edilmesi ve müşrikleri yanıltmak amacıyla Hz. Ali'ye ra Peygamberimizin sas evinde kalması emredildi.
Gecenin geç vaktinde müşrikler Peygamberimizin sas evini kuşattılar. Allah Rasûlü sas Kur'ân okuyarak Allah'a sığınmış böylece müşriklerin arasından görünmeden geçmistir. Bir müddet sonra müşrikler Peygamberimizin sas yatağında yatanın Hz. Ali ra olduğunu görünce hayrete düşmüş ve tuzaklarının boşa gittiğini anlamışlardır.
Rasûlullah (s.a.s) Hz. Ebubekir'le birlikte Sevr Dağı'na doğru yol alıp Hira mağarasına gizlendiler. Bu dağ Medine tarafında değil, Cidde tarafında Mekke'nin kuzey batısında yer alıyordu. Müşrikleri saşırtmak için de böyle bir yola başvurulmuştu.
Müşrikler hz. Ali'yi ra ve Hz. Ebûbekir'in ra kızı Esma'yı sıkıştırmış fakat bir şey öğrenememişlerdir. İz sürenleri yanlarına aldılar; dağ, tepe demeden her tarafı aradılar. Bir ara mağaranın ağzına kadar geldiler, mağaranın önüne bir güvercinin hemen Rasûlullah'ın sas oraya girmesinden sonra yuva yaptığını, örümceğin ağ örttüğünü görünce Allah Rasülünün ra mağarada gizlenmesinin mümkün olabileceğini düşünemediler. Elleri boş olarak geri döndüler.
Hz. Peygamber (s.a.s) ile Hz. Ebubekir ra bu mağarada üç gün kaldılar. Hz. Ebubekir'in ra oğlu Abdullah ve kızı Esma onlara yemek taşıdılar. Hz. Ebubekir'in ra çobanı da koyunlarını Abdullah'ın geçtiği yerlere sürerek izlerini silmeye çalıştı. Yol Kılavuzu Uraykit Peygamberimiz sas ve Hz. Ebubekir'in ra bineceği develeri getirdi. Peygamberimiz sas devenin ücretini Ebubekir'e ra ödeyerek yola koyuldular. Yolculukta geceleri yol alıyor, gündüzleri gizleniyorlardı.
Kureyşliler, Peygamberimizi sas bütün uğraşlarına rağmen bulamayınca saşkına döndüler. Onu bulana yüz deve vereceklerini vadettiler. Bu ödül herkesi heyecanlandırdı. Yüz deveye sahip olabilme ümidiyle her tarafı aramaya basladılar. Her yöne haberciler gönderildi. Bu habercilerden birisi de Süraka'nın yurduna gelmişti. Onlar da Allah Rasûlünü sas bulabilmek ve yüz deveye sahip olabilmek için fırsat kolluyorlardı. Bir gün adamın birisi üç kişilik bir yolcu kabilesinin gitmekte olduğunu gördü. Bunu bir toplulukta anlattı. Süraka uyanık bir kimse idi. Adamı yanıltmak ve sözü kesmek için onlar falancalardır dedi. Adam da kesin bir şey bilmediğinden susmak zorunda kaldı. Bunun üzerine Süraka evine geldi. Atını ve oklarını hazırladı. Belirtilen yöne doğru hızla yol almaya başladı. Süraka kısa bir müddet sonra Peygamberimiz sas ve Hz. Ebûbekir'e ra yetişti. Onlara "bugün seni benden kim kurtarabilir" diye bağırdı. Peygamberimizin sas duasıyla Süraka'nın atının ön ayakları kuma gömüldü. Böylece Allah cc bu kutsî Medine yolculuğunda Rasûlünü sas yalnız bırakmamış ve onu tehlikelere karşı bir kez daha korumuştu.
Atının kuma gömülmesi sonucunda gerçeği anlayan Süraka affını rica etti. Peygamberimiz sas de ona dua ederek affetti. Süraka minnet altında kalmak istemiyordu. Peygamberimize sas ikramda bulunmak istiyordu. Peygamberimiz sas de onun hiç bir ikramını kabul etmek istemedi. İkramının kabul edilebilmesi için müslüman olmasının gerektiğini öğrendi ve müslüman oldu.
Kureyş'in vadettiği yüz deveye sahip olmak isteyenlerden birisi de Büreyd idi. O da kendi kabilesinden yetmiş atlı ile yola çıkmış, Peygamberimize sas yetişmişti. Ancak bütün gayretlerine rağmen muvaffak olamamış sonuçta Büreyd'e İslâm tebliğ edildi. Büreyd ve yanındakiler müslüman oldular. Büreyd, peygamberimizin sas Medine'ye bayraksız girmesinin uygun olmayacağını düşünerek, başından sarığını çıkardı, mızrağının ucuna bağladı, böylece Medine'ye kadar Peygamberimizin sas bayraktarlığını yapmış oldu.
Peygamberimizin sas Mekke'den çıktığını duyan Medine'deki müslümanlar yolları gözlüyorlardı. Her gün güneşin doğumundan önce Harra mevkiine çıkıyorlar, sıcak bastırıncaya kadar bekliyorlardı. Bir gün Yahudi'nin birisi bir işiyle ilgili olarak yüksek bir kuleye çıkıp etrafı gözetlemeye baslamıştı. Peygamberimizin sas ve arkadaslarının gelmekte olduğunu gördü. Kendisini tutamayarak heyecanla " ey Arap topluluğu! İste nasibiniz, devletliniz, beklediğiniz ulu kişiniz geliyor" diyerek Rasûlullah'ın sas geldiğini onlara haber verdi.
Medineliler yollara dökülüp Peygamberimizi sas karşıladılar. Peygamberimiz sas burada bir müddet kaldı ve Kuba Mescidi'ni inşa ettirdi. Hz. Ali ra de Kuba'da Rasûlulah'a sas yetişti.
Süheyb b. Sinan da hicret etmek için yola çıkmıştı. Kureyşliler onun yolunu çevirdiler, göndermek istemediler. Süheyb, biriktirdiği bütün serveti Kureyşlilere bırakmak şartıyla yoluna devam etti.
Peygamberimiz sas bir kaç gün sonra Medine'ye hareket etti. Hareketinden önce Neccâroğullarına kendisini Medine'ye götürmeleri için haber gönderdiği de rivayet edilmektedir. Abdulmuttalib'in annesi Neccaroğullarının kızıydı. Dolayısıyla Neccarogulları Abdulmuttalib'in dayıları oluyordu.
Neccaroğullari Peygamberimizi sas Medine'ye götürdüler. Halk Peygamberimizi ağırlamak için can atıyordu. Allah Rasûlü sas hiç kimseyi kırmak istemiyordu. " Devenin yolunu açınız. Nereye çökeceği ona buyrulmuştur" diyordu. Deve boş bir araziye çöktü. Peygamberimiz sas bu araziye akrabalarından kimin evinin yakın olduğunu sordu. Böylece Neccaroğularından Ebu Eyyûb El-Ensâri'nin evine misafir oldu.
Hz. Peygamber (s.a.s)'in Medine'ye gelişi Medineli mü'minleri büyük bir sevince boğdu.
Bütün mü'minler, evlerinin damına çıkmış; gençler ve hizmetçiler yollara dökülmüşler "Yâ Rasûlallah! Yâ Muhammed! Yâ Rasûlallah!" diyerek bağırıyorlardı. (Müslim, Sahih, VIII, 237). Çocuklar ve hizmetçiler, yollarda ve damlarda "Rasûlullah geldi! Allahû ekber! Muhammed geldi! Allahû ekber! Muhammed geldi! Allahu ekber, Muhammed geldi! diyorlar, Habeşliler de, sevinçlerinden kılıç kalkan oynuyorlardı (Ebû Davud Sünen, II, 579)
Kadınlar ve çocuklar, hep bir ağızdan: "Vedâ tepelerinden dolunay doğdu bize! Allah'a yalvaran oldukça, şükür etmek gerekir halimize, Ey bize gönderilen Peygamber! Sen boyun eğmemiz gereken bir emir ile geldin bize" diye şiirler okuyorlardı (Semhudî, Vefaü'l-Vefa, I,187, Halebi insanü'l-Uyun, II, 58).
Berâ' b. Âzib: "Peygamber (s.a.s) Medine'ye gelince, Medinelilerin Rasûlullah'a sas sevindikleri kadar hiç bir şeye sevindiklerini görmedim" demiştir.
Enes b. Mâlik de: "Ben, Rasûlullah'ın sas Medine'ye girdiği günden daha güzel, daha parlak bir gün görmedim" der (Ibn Sâ'd, Tabakat, I, 233, 234).
bilgiyelpazesi.com
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR
23 Eylül 2017 Cumartesi
***HİCRET ÇEŞİTLERİ ve EN FAZİLETLİ HİCRET
“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim
Ruhlar âleminden hareket eden insanoğlu anne karnına, anne karnından çocukluğa, çocukluktan delikanlılık ve olgunluğa, derken yaşlılık ve ölüme, ölümden sonra da berzah, haşir, mîzân ve sırâta uğrayarak upuzun bir sefere çıkmıştır. İnsanoğlunun dünya hayatında yaptığı yolculukların (hicretlerin, göçlerin) çeşitlerini ve bunlar içinde en faziletlisini açıklamaya gayret edelim.
HİCRET ÇEŞİTLERİ
Âlimlerimiz, yeryüzünde yapılan yolculukları iki gruba ayırmışlardır. Birisi, bir şeyden kaçmak, diğeri ise bir şey taleb etmek niyetiyle yapılan yolculuklar (hicret).
Birinci kısım altı şekilde ele alınabilir:
1. Hicret: Dâru'l-harp'ten dâru'l-İslâm'a gitme. Hz. Peygamber (sav), Mekke'den Medine'ye hicret ettikten sonra, Mekke'deki müslümanların da Medine'ye hicret etmeleri farzdı.
2. Bid'at işlenen yerlerden yapılan hicret. İmâm-ı Mâlik'e göre; selefe söğülen yerde bir mü'minin oturması helâl değildir. İbn Arabî bu görüşün sahih olduğunu söyledikten sonra şöyle der; eğer gördüğün münkeri değiştiremiyorsan oradan ayrıl. Çünkü Allah Teâlâ: "Ayetlerimiz hakkında (münâsebetsizliğe) dalanları gördüğün zaman, onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan yüz çevir; eğer şeytan sana (bunu) unutturursa hatırladıktan sonra (hemen kalk), o zâlimler topluluğuyla beraber oturma!" (En'âm, 6/68) buyuruyor.
3. Haramların hâkim olduğu yerlerden hicret. Çünkü helâli aramak her müslümanın üzerine farzdır.
4. Bedene yapılan eziyetten kurtulmak için yapılan hicret. Müslümanın bedenine yapılan eziyetten dolayı hicret etmesine izin vermesi, Allah'ın lütuflarından birisidir. Bu hususta ilk hicret eden kişi Hz. İbrahim (as)'dir. Kavminden çok çekince: "Ben Rabbim(in emrettiği yer)'e hicret edeceğim" (Ankebût, 29/26), "Ben Rabbime gideceğim. O beni doğru yola iletecek" (Sâffât, 37/99) demiştir.
5. Hastalık korkusuyla, sağlığa zararlı pis yerlerden temiz yerlere hicret.
6. Mala verilecek zarar korkusuyla hicret. Müslümanın kanının hürmeti nasılsa malının hürmeti de öyledir.
7. Bir şey talebiyle yapılan hicretler. Bu da kendi arasında ikiye ayrılır. Din ve dünya talebi.
Dînî taleble yapılan hicretler sekiz kısımda ele alınabilir.
1. İbret için yapılan hicretler. Allah Teâlâ: "Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki kendilerinden öncekilerin sonunun nasıl olduğunu görsünler?" (Mü'min, 40/82) âyeti ve benzeri âyetlerde bunun için gezmeye teşvik etmektedir. Bazılarına göre Zülkarneyn'in yeryüzünü gezmesinin sebebi, Allah'ın acâib sanatlarını görmek içindi.
2. Hac için yapılan hicretler. Birinci maddedeki hicret her ne kadar mendûp olsa da, hac için yapılan hicret farz olan hicrettir.
3. Sırf cihâd için yapılan hicret.
4. Maîşet için yapılan hicret. Aile reisi olan kişinin, ailesini geçindirmesi farz olduğundan, maişetini kazanmak için gerektiğinde hicret etmesi de farzdır.
5. Ticâret ve daha çok kazanç için yapılan hicret. Ticâret Allah'ın lütfu olarak caizdir. Hac'ta bile ticâret yapmak câiz olduğuna göre, diğer zamanlarda evlâ tarikiyle câizdir. "Rabbinizin lütuf ve keremini aramanızda sizin için bir günâh yoktur." (Bakara, 2/ 198).
6. İlim talebiyle hicret.
7. Mübârek yerlere yapılan hicret. Peygamberimiz (sav) sadece üç mescide; Mescid-i Harâm, Mescid-i Nebevî ve Mescid-i Aksâ'ya yolculuk yapılabileceğini bildirmişlerdir (2).
8.Müslüman kardeşini ziyaret için hicret. Peygamber Efendimiz (sav) bir hadîslerinde bu konuda şöyle buyururlar:
"Birisi, başka bir köyde bulunan bir din kardeşini ziyâret etmek için giderken Allah Teâlâ da bu adamın yolunu gözetlemek için bir meleği me'mûr etmişti. O zât meleğin yanına gelince melek, nereye gittiğini sorar:
-Şu köyde bir kardeşim var, ona gidiyorum, cevabını alır.
-O adamın sana geçmiş bir iyiliği var da onu devam ettirmek için mi gidiyorsun? dedi. O da:
-Hayır, ben o zâtı sırf Allah için severim, dedi. Bunun üzerine melek:
-Ben Allah Teâlâ'nın sana yolladığı elçisiyim. Sen o adamı nasıl seviyorsan, Allah da seni öylece seviyor," (3) dedi (4)
EN FAZİLETLİ HİCRET
Yukarıda saydığımız hicret çeşitlerinden başka bir hicret daha vardır ki, Peygamber Efendimiz (sav) onun hicretlerin en faziletlisi olduğunu söylemektedir. İbn Ömer'in rivâyet ettiği bir hadiste: "Birisi Hz. Peygamber (sav)'e Yâ Resûlallah! En fazîletli hicret hangisidir? dedi. O da: Rabbinin kerih gördüğü şeyleri terk etmendir diye cevap verdiler" (5). Suyûtî bu hadisin şerhinde şöyle demektedir: "Allah'ın yasakladığı şeyleri terk etmek vatanı terk etmekten daha hayırlıdır. Çünkü vatanı terk ederek yapılan hicretin asıl gayesi, Allah'ın yasakladığı şeylerden uzaklaşmaktır" (6).
Başka bir hadîs-i şerifte ise: "'Muhâcir, Allah'ın yasakladığı şeyleri terkeden kimsedir" (7), diğer bir rivâyette de: "Muhâcir hata ve günahları terkeden kimsedir" (8) buyurmuşlardır.
Bir müslümanın Allah rızası için kendi öz vatanını terketmesi zor olmasına rağmen, mükâfâtı da o kadar çoktur. Bir hakikatin değişik rükûn ve yönlerinden ibâret olan; îman, hicret ve cihad üçlüsünün, Kur'ân-ı Kerîm'de ekseriya arka arkaya zikredilmesi, meselenin ne denli önemli olduğunun en büyük delilidir. Peygamber Efendimiz (sav) de bir çok hadis-i şeriflerinde bunu beyân etmişlerdir. Fakat bir kimse, vatanını terketmek sûretiyle yapılan bu hicreti, ömründe bir veya sadece birkaç defa yapabilir. Ama bizim hergün sayısız kere yapabileceğimiz bir hicret çeşidi vardır. Hem de Hz. Peygamber (sav) tarafından en fazîletli hicret diye adlandırılan bir hicret Allah'ın yasakladığı şeyleri terketme... günahlardan uzak kalma.. işleyebilecekken, hiç mani yokken bile, küçük bir isyan da olsa terketme.. haramlardan helâllere hicret.. isyandan itaata hicret.. mekruhlardan sakınıp, bid'atlardan uzak kalarak nafileleri yapma ve sünnetleri yaşamaya hicret.
Ayrıca; insanın, içinde bulunduğu durumdan olması gerekli olan duruma; hareketsizlikten ve dağınıklıktan hareket ve sisteme; donmuşluk ve bozulmuşluktan kendini yenilemeye; binbir günahın boğucu atmosferinden ruh ve kalbin hayat derecesine yükselme gibi.. hususların hemen hepsinde bir hicret manası vardır ve bu manalarda o, hep hicret edip durmaktadır. Kanaatimizce, vatanını terkederek yapacağı hicretin, fonksiyonunu tam edâ edebilmesi de, birinci merhaledeki hicretlerin yapılıp yaşanmasına bağlıdır. Nefsinden kalbine, cisminden ruhuna, dış şatafatlardan vicdanındaki ihtişâma, özünden özüne hicrette başarılı olanlar, öbür hicret ve ötesinde de başarılı olurlar. Bunu tam temsil edemeyenler, çok defa diğer hicret ve ona bağlı olanları da kusursuz temsil edemezler (9).
D.Aydüz
DİPNOTLAR
2. Sahih-i Buhârî, Fadlü's-salâti fî mescid-i Mekke ve'l-Medine 1; Sünen-i Ebî Dâvud Menâsik 94.
3. Sahîh-i Müslim, Birr 38.
4. Ebû Bekr Muhammed b, Abdillah (İbn. Arabî), Ahkâmu'l-Kur'ân, I, 484-486.
5. Sünen-i Nesâi, Bey'at 12; Ahmed b. Hanbel Müsned IV, 114.
6. Sünen-i Nesâi, Bey'at 12.
7. Sahîh-i Buhârî, İmân, 4; Sünen-i Ebu Dâvûd, Cihâd 3.
8. Sünen-i İbn Mâce Fiten 2.
9. Yitirilmiş Cennete Doğru, s. 8.
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.
Bismillahirrahmanirrahim
Ruhlar âleminden hareket eden insanoğlu anne karnına, anne karnından çocukluğa, çocukluktan delikanlılık ve olgunluğa, derken yaşlılık ve ölüme, ölümden sonra da berzah, haşir, mîzân ve sırâta uğrayarak upuzun bir sefere çıkmıştır. İnsanoğlunun dünya hayatında yaptığı yolculukların (hicretlerin, göçlerin) çeşitlerini ve bunlar içinde en faziletlisini açıklamaya gayret edelim.
HİCRET ÇEŞİTLERİ
Âlimlerimiz, yeryüzünde yapılan yolculukları iki gruba ayırmışlardır. Birisi, bir şeyden kaçmak, diğeri ise bir şey taleb etmek niyetiyle yapılan yolculuklar (hicret).
Birinci kısım altı şekilde ele alınabilir:
1. Hicret: Dâru'l-harp'ten dâru'l-İslâm'a gitme. Hz. Peygamber (sav), Mekke'den Medine'ye hicret ettikten sonra, Mekke'deki müslümanların da Medine'ye hicret etmeleri farzdı.
2. Bid'at işlenen yerlerden yapılan hicret. İmâm-ı Mâlik'e göre; selefe söğülen yerde bir mü'minin oturması helâl değildir. İbn Arabî bu görüşün sahih olduğunu söyledikten sonra şöyle der; eğer gördüğün münkeri değiştiremiyorsan oradan ayrıl. Çünkü Allah Teâlâ: "Ayetlerimiz hakkında (münâsebetsizliğe) dalanları gördüğün zaman, onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan yüz çevir; eğer şeytan sana (bunu) unutturursa hatırladıktan sonra (hemen kalk), o zâlimler topluluğuyla beraber oturma!" (En'âm, 6/68) buyuruyor.
3. Haramların hâkim olduğu yerlerden hicret. Çünkü helâli aramak her müslümanın üzerine farzdır.
4. Bedene yapılan eziyetten kurtulmak için yapılan hicret. Müslümanın bedenine yapılan eziyetten dolayı hicret etmesine izin vermesi, Allah'ın lütuflarından birisidir. Bu hususta ilk hicret eden kişi Hz. İbrahim (as)'dir. Kavminden çok çekince: "Ben Rabbim(in emrettiği yer)'e hicret edeceğim" (Ankebût, 29/26), "Ben Rabbime gideceğim. O beni doğru yola iletecek" (Sâffât, 37/99) demiştir.
5. Hastalık korkusuyla, sağlığa zararlı pis yerlerden temiz yerlere hicret.
6. Mala verilecek zarar korkusuyla hicret. Müslümanın kanının hürmeti nasılsa malının hürmeti de öyledir.
7. Bir şey talebiyle yapılan hicretler. Bu da kendi arasında ikiye ayrılır. Din ve dünya talebi.
Dînî taleble yapılan hicretler sekiz kısımda ele alınabilir.
1. İbret için yapılan hicretler. Allah Teâlâ: "Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki kendilerinden öncekilerin sonunun nasıl olduğunu görsünler?" (Mü'min, 40/82) âyeti ve benzeri âyetlerde bunun için gezmeye teşvik etmektedir. Bazılarına göre Zülkarneyn'in yeryüzünü gezmesinin sebebi, Allah'ın acâib sanatlarını görmek içindi.
2. Hac için yapılan hicretler. Birinci maddedeki hicret her ne kadar mendûp olsa da, hac için yapılan hicret farz olan hicrettir.
3. Sırf cihâd için yapılan hicret.
4. Maîşet için yapılan hicret. Aile reisi olan kişinin, ailesini geçindirmesi farz olduğundan, maişetini kazanmak için gerektiğinde hicret etmesi de farzdır.
5. Ticâret ve daha çok kazanç için yapılan hicret. Ticâret Allah'ın lütfu olarak caizdir. Hac'ta bile ticâret yapmak câiz olduğuna göre, diğer zamanlarda evlâ tarikiyle câizdir. "Rabbinizin lütuf ve keremini aramanızda sizin için bir günâh yoktur." (Bakara, 2/ 198).
6. İlim talebiyle hicret.
7. Mübârek yerlere yapılan hicret. Peygamberimiz (sav) sadece üç mescide; Mescid-i Harâm, Mescid-i Nebevî ve Mescid-i Aksâ'ya yolculuk yapılabileceğini bildirmişlerdir (2).
8.Müslüman kardeşini ziyaret için hicret. Peygamber Efendimiz (sav) bir hadîslerinde bu konuda şöyle buyururlar:
"Birisi, başka bir köyde bulunan bir din kardeşini ziyâret etmek için giderken Allah Teâlâ da bu adamın yolunu gözetlemek için bir meleği me'mûr etmişti. O zât meleğin yanına gelince melek, nereye gittiğini sorar:
-Şu köyde bir kardeşim var, ona gidiyorum, cevabını alır.
-O adamın sana geçmiş bir iyiliği var da onu devam ettirmek için mi gidiyorsun? dedi. O da:
-Hayır, ben o zâtı sırf Allah için severim, dedi. Bunun üzerine melek:
-Ben Allah Teâlâ'nın sana yolladığı elçisiyim. Sen o adamı nasıl seviyorsan, Allah da seni öylece seviyor," (3) dedi (4)
EN FAZİLETLİ HİCRET
Yukarıda saydığımız hicret çeşitlerinden başka bir hicret daha vardır ki, Peygamber Efendimiz (sav) onun hicretlerin en faziletlisi olduğunu söylemektedir. İbn Ömer'in rivâyet ettiği bir hadiste: "Birisi Hz. Peygamber (sav)'e Yâ Resûlallah! En fazîletli hicret hangisidir? dedi. O da: Rabbinin kerih gördüğü şeyleri terk etmendir diye cevap verdiler" (5). Suyûtî bu hadisin şerhinde şöyle demektedir: "Allah'ın yasakladığı şeyleri terk etmek vatanı terk etmekten daha hayırlıdır. Çünkü vatanı terk ederek yapılan hicretin asıl gayesi, Allah'ın yasakladığı şeylerden uzaklaşmaktır" (6).
Başka bir hadîs-i şerifte ise: "'Muhâcir, Allah'ın yasakladığı şeyleri terkeden kimsedir" (7), diğer bir rivâyette de: "Muhâcir hata ve günahları terkeden kimsedir" (8) buyurmuşlardır.
Bir müslümanın Allah rızası için kendi öz vatanını terketmesi zor olmasına rağmen, mükâfâtı da o kadar çoktur. Bir hakikatin değişik rükûn ve yönlerinden ibâret olan; îman, hicret ve cihad üçlüsünün, Kur'ân-ı Kerîm'de ekseriya arka arkaya zikredilmesi, meselenin ne denli önemli olduğunun en büyük delilidir. Peygamber Efendimiz (sav) de bir çok hadis-i şeriflerinde bunu beyân etmişlerdir. Fakat bir kimse, vatanını terketmek sûretiyle yapılan bu hicreti, ömründe bir veya sadece birkaç defa yapabilir. Ama bizim hergün sayısız kere yapabileceğimiz bir hicret çeşidi vardır. Hem de Hz. Peygamber (sav) tarafından en fazîletli hicret diye adlandırılan bir hicret Allah'ın yasakladığı şeyleri terketme... günahlardan uzak kalma.. işleyebilecekken, hiç mani yokken bile, küçük bir isyan da olsa terketme.. haramlardan helâllere hicret.. isyandan itaata hicret.. mekruhlardan sakınıp, bid'atlardan uzak kalarak nafileleri yapma ve sünnetleri yaşamaya hicret.
Ayrıca; insanın, içinde bulunduğu durumdan olması gerekli olan duruma; hareketsizlikten ve dağınıklıktan hareket ve sisteme; donmuşluk ve bozulmuşluktan kendini yenilemeye; binbir günahın boğucu atmosferinden ruh ve kalbin hayat derecesine yükselme gibi.. hususların hemen hepsinde bir hicret manası vardır ve bu manalarda o, hep hicret edip durmaktadır. Kanaatimizce, vatanını terkederek yapacağı hicretin, fonksiyonunu tam edâ edebilmesi de, birinci merhaledeki hicretlerin yapılıp yaşanmasına bağlıdır. Nefsinden kalbine, cisminden ruhuna, dış şatafatlardan vicdanındaki ihtişâma, özünden özüne hicrette başarılı olanlar, öbür hicret ve ötesinde de başarılı olurlar. Bunu tam temsil edemeyenler, çok defa diğer hicret ve ona bağlı olanları da kusursuz temsil edemezler (9).
D.Aydüz
DİPNOTLAR
2. Sahih-i Buhârî, Fadlü's-salâti fî mescid-i Mekke ve'l-Medine 1; Sünen-i Ebî Dâvud Menâsik 94.
3. Sahîh-i Müslim, Birr 38.
4. Ebû Bekr Muhammed b, Abdillah (İbn. Arabî), Ahkâmu'l-Kur'ân, I, 484-486.
5. Sünen-i Nesâi, Bey'at 12; Ahmed b. Hanbel Müsned IV, 114.
6. Sünen-i Nesâi, Bey'at 12.
7. Sahîh-i Buhârî, İmân, 4; Sünen-i Ebu Dâvûd, Cihâd 3.
8. Sünen-i İbn Mâce Fiten 2.
9. Yitirilmiş Cennete Doğru, s. 8.
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR
22 Eylül 2017 Cuma
21 Eylül 2017 Perşembe
Salavat Getirirken Ne Düşünmeliyim?
Sual: Selamün Aleyküm Hocam. Ben salâvat getirirken ne düşünmem lazım? Neyin açlığını veya neyi yaptığımı hissetmem gerekir? Dilimde salâvat varken aklımda neler olmalı? Saygılarımla.
Cevap: Aleyküm Selam ve Rahmetullah
Canım Kardeşim, salâvat konusunda size şunları söyleyebilirim:
“Allah ve melekleri Peygamber’e salât ederler. Ey iman edenler! Siz de salât edin ve tam bir teslimiyet ile O’nun getirdiklerine teslim olun.”
Ayette geçen salât kavramı ne yazık ki hep bir manaya indirgenmiş ve işin sadece kâl/söz boyutu ile gündemde tutulmuştur. Sanki bu ayette Rabbimizin bizden istediği, sadece ve sadece Efendimiz’in adı anıldığında, O’na yakışacak ihtiram cümlelerinin kullanılması olarak anlaşılmıştır. Bu doğru değildir; ayette beyan edilen salavât kavramı çok daha geniş bir anlam ihtiva etmektedir. Dolayısı ile bu ayette geçen mesaj, sadece kâl/söz ile sınırlandırılmamalı; dilin, aklın, kalbin, bedenin, ailenin, toplumun salavâtı olarak anlaşılmalıdır. Nasıl mı?
Dilin salavâtı: Efendimiz’in adı anıldığında her türlü ihtiram ve edeple anılması, O’nun şanına yakışacak ifadeler kullanılmasıdır ve bunun kesinlikle ihmal edilmemesidir. Bu konuda onlarca hadisin olduğu unutulmamalıdır.
Aklın salavâtı: Aklı O’nun hizmetine verip, sahabî hasbiliğinde bir zihin geliştirerek, şüphe ve tereddütlere kapıları kapatarak, mutlak bir teslimiyet gösterilmesidir.
Kalbin salavâtı: Yüreğe O’ndan başkasını konuk etmemek, gönül tahtında tartışılmaz sultan olarak O’nu bilmek, mirasına karşı yürekte en ufak bir tatminsizlik taşınmamasıdır.
Bedenin salavâtı: Hayatı O’nun gösterdiği gibi yaşamak, hayatın her alanında ve her anında O’nun rehberliğine müracaat ederek yürünmesidir.
Ailenin salavâtı: Evde O’nu hakem tayin etmek, aileyi O’nun cihana bıraktığı mesajlar çerçevesinde diri tutmaya çalışmaktır.
Toplumun salavâtı: Efendimiz’in mirasına sahip çıkmak, O’nun risalet davasına destek olmak, topluca O’nun emanetlerini miraslarını korumaya çalışmak ve gereklerini yerine getirmektir.
Selam ve dua ile…
Muhammed Emin YILDIRIM
Cevap: Aleyküm Selam ve Rahmetullah
Canım Kardeşim, salâvat konusunda size şunları söyleyebilirim:
“Allah ve melekleri Peygamber’e salât ederler. Ey iman edenler! Siz de salât edin ve tam bir teslimiyet ile O’nun getirdiklerine teslim olun.”
Ayette geçen salât kavramı ne yazık ki hep bir manaya indirgenmiş ve işin sadece kâl/söz boyutu ile gündemde tutulmuştur. Sanki bu ayette Rabbimizin bizden istediği, sadece ve sadece Efendimiz’in adı anıldığında, O’na yakışacak ihtiram cümlelerinin kullanılması olarak anlaşılmıştır. Bu doğru değildir; ayette beyan edilen salavât kavramı çok daha geniş bir anlam ihtiva etmektedir. Dolayısı ile bu ayette geçen mesaj, sadece kâl/söz ile sınırlandırılmamalı; dilin, aklın, kalbin, bedenin, ailenin, toplumun salavâtı olarak anlaşılmalıdır. Nasıl mı?
Dilin salavâtı: Efendimiz’in adı anıldığında her türlü ihtiram ve edeple anılması, O’nun şanına yakışacak ifadeler kullanılmasıdır ve bunun kesinlikle ihmal edilmemesidir. Bu konuda onlarca hadisin olduğu unutulmamalıdır.
Aklın salavâtı: Aklı O’nun hizmetine verip, sahabî hasbiliğinde bir zihin geliştirerek, şüphe ve tereddütlere kapıları kapatarak, mutlak bir teslimiyet gösterilmesidir.
Kalbin salavâtı: Yüreğe O’ndan başkasını konuk etmemek, gönül tahtında tartışılmaz sultan olarak O’nu bilmek, mirasına karşı yürekte en ufak bir tatminsizlik taşınmamasıdır.
Bedenin salavâtı: Hayatı O’nun gösterdiği gibi yaşamak, hayatın her alanında ve her anında O’nun rehberliğine müracaat ederek yürünmesidir.
Ailenin salavâtı: Evde O’nu hakem tayin etmek, aileyi O’nun cihana bıraktığı mesajlar çerçevesinde diri tutmaya çalışmaktır.
Toplumun salavâtı: Efendimiz’in mirasına sahip çıkmak, O’nun risalet davasına destek olmak, topluca O’nun emanetlerini miraslarını korumaya çalışmak ve gereklerini yerine getirmektir.
Selam ve dua ile…
Muhammed Emin YILDIRIM
20 Eylül 2017 Çarşamba
Hz. Peygamber’e (sas) ‘Efendimiz’ Demek Doğru Mudur?
Soru:
Muhterem Hocam, bir sohbet esnasında bir hocamız, Hz. Peygamber’den bir hadis okuyarak, kendisine “Efendi” denilmemesi gerektiğini söyledi. Gerçekten böyle bir hadis var mıdır? Varsa başta siz olmak üzere, neden birçok hocamız Hz. Peygamber’e (sas) “Efendimiz” diye hitap ediyor? Bu konuda bizi aydınlatırsanız, memnun oluruz. Rabbim çalışmalarınıza muvaffakiyetler versin.
Cevap:
Sevgili kardeşim, ayet ve hadisleri anlama konusunda sıklıkla düştüğümüz hatalardan biri, belkide en önemlisi, bir ayet veya hadis okuduğumuzda, Kur’an ve Sünnet bütünlüğü içerisinde anlamaya çalışacağımız yerde, bir tek ayet ve hadisten yola çıkarak hükümler beyan etmeye kalkışmaktır. Elbette böyle bir adım, çoğu kez yanlış anlamalara ve yanlış hükümler ortaya koymaya yol açacaktır. Sizin dile getirdiğiniz hadiste böyledir. Evet, Efendimiz (sas) biraz sonra size aktaracağım hadiste:“Efendi Allah’tır” buyurmuştur. Ama biz bu konuda söylenen diğer hadisleri dikkate almazsak, o hadisin nasıl bir ortamda ve kimlere söylendiğini görmezlikten gelirsek, hepsinden önemlisi Kur’an-ı Kerim’de bu konuyu izah edecek ayetlere müracaat etmezsek yanlış yapar, insanları da yanlışa sevk ederiz.
Efendi kelimesinin Arapça karşılığı, “Seyyid” ve “Rab” kelimeleridir. Bu iki kelimeninde Kur’an içerisinde birkaç yerde beşer için kullanıldığını görmekteyiz. Birer örnek vermek gerekirse şu iki ayeti verebiliriz:
“Evinde bulunduğu kadın, onun nefsinden murat almak istedi, kapıları iyice kapattı ve: ‘Haydi gel!’ dedi. O da: ‘(Hâşâ), Allah’a sığınırım! Zira kocanız benim Rabbimdir/ Efendimdir, bana güzel davranmıştır. Gerçek şu ki, zalimler iflah olmaz!’ dedi.” (Yusuf Sûresi, 12/23)
“Zekeriyya mâbedde durmuş ibadet ederken melekler ona şöyle nida ettiler: Allah sana, kendisi tarafından gelen bir Kelime’yi tasdik edici, Seyyid/Efendi, iffetli ve sâlihlerden bir peygamber olarak Yahya’yı müjdeler.” (Ali İmran Sûresi, 3/39)
Ayetlerde gördüğümüz gibi ‘Efendi’ anlamında, ‘Rab ve Seyyid’ kelimeleri beşer için kullanılmıştır. Hiçbir sözünde, sükutunda veya adımında Kur’an’a aykırı bir durum olmayan Efendimiz’de (sas) birçok hadisinde bu kelimeyi hem kendisi için hemde Sahabe’den bazıları için kullanmıştır. Buna dair de birkaç örnek vermek gerekirse, şunları verebiliriz:
“Ben kıyamet gününde insanların seyyidi/efendisiyim.” (Buhârî, Tefsîr, 6)
“Ben, Âdemoğlunun seyyidiyim/efendisiyim.” (İbn Mâce, Zikrü’ş-Şefaât, 5)
“Ebû Bekir bizim seyyidimizdir/efendimizdir; o seyyidimiz/efendimiz Bilâl’i âzâd etmiştir.” (Buhârî, Menâkıb Bilal b. Rebâh, 5)
Hz. Hasan’a için:
“Bu benim oğlumdur, seyyiddir/efendidir.” (Buhârî, Menâkıb Hasan ve Hüseyin, 5)
Ehli Beyt’in iki gonca gülü içinde:
“Hasan ve Hüseyin cennet ehlinin gençlerinin iki seyyididirler/efendisidirler.” (Tirmizî,Menâkıb Hasan ve Hüseyin, 5) buyurmuştur.
Bir keresinde vefatı ile arşı titreten Sahabî olan Sa’d b. Muâz, Efendimiz’in (sas) bulunduğu bir meclise dahil olmak için içeriye girince, Efendimiz (sas) şöyle buyurdu:
“Haydi seyyidiniz/efendiniz için ayağa kalkınız.” (Buhârî, İsti’zân, 8)
Bu rivayetlerde olduğu gibi daha onlarca rivayette Efendimiz’in (sas) Seyyid kelimesini hem kendisi için, hem başka Sahabîler için kullandığını görürüz.
Peki, sizin aktardığınız rivayet sahih midir? Evet, sahihtir. Önce rivayeti bir hatırlayalım:
Mutarrif İbn Abdillah, babasından naklediyor: “Benî Amir heyetiyle Resulullah’ın (sas) yanına gitmiştik. (Orada bazı konuşmaların ardından): “Sen bizim seyyidimizsin/ efendimizsin!” diye hitap ettik. Hz. Peygamber’de: "Seyyid/Efendi, Allah tebareke ve teâladır" buyurdular. Biz: “Fazilette en ileride olanımız, mertlikte en başta gelenimizsin!” dedik. O (sas) bize:“Söylediğinizin hepsi bu veya buna yakın bir söz olsun. Şeytan sizi (mübalağalı medihlerde) koşturmasın!”buyurdular.” (Ebu Davud, Edeb, 10)
Rivayettende açıkça anlaşıldığı gibi o mecliste bazı mübalağalı ifadeler kullanılmış, Efendimiz’de (sas) buna karşı o sözü söylemiştir.
Tüm bu açıklamalardan anlaşılacağı gibi, Hz. Peygamber (sas) gerek kendisi için gerek Sahabe için “Seyyid/Efendi” kelimelerinin kullanılmasına herhangi bir yasak getirmemiş, bilakis, kullanmış ve kullanılmasını tavsiye etmiştir.
Dolayısı ile bizler:
“(Ey müminler!) Peygamber’i, kendi aranızda birbirinizi çağırır gibi çağırmayın.” (Nur Sûresi, 24/63) ayetinin buyruğuna teslim olur, Efendimiz’i (sas) meşru ve sahih olan en güzel kelimelerle ve en ihtiramlı cümlelerle anarız.
Rabbim bizleri O’na (sas) layık olabilecek amellerin sahibi ve O’nun mesajlarını temsil edebilecek bir hayatın sahibi kılsın ve bizleri gerçek manada Efendimiz’i (sas) sevenlerden etsin. (amin)
Muhammed Emin Yıldırım
Cevap:
Sevgili kardeşim, ayet ve hadisleri anlama konusunda sıklıkla düştüğümüz hatalardan biri, belkide en önemlisi, bir ayet veya hadis okuduğumuzda, Kur’an ve Sünnet bütünlüğü içerisinde anlamaya çalışacağımız yerde, bir tek ayet ve hadisten yola çıkarak hükümler beyan etmeye kalkışmaktır. Elbette böyle bir adım, çoğu kez yanlış anlamalara ve yanlış hükümler ortaya koymaya yol açacaktır. Sizin dile getirdiğiniz hadiste böyledir. Evet, Efendimiz (sas) biraz sonra size aktaracağım hadiste:“Efendi Allah’tır” buyurmuştur. Ama biz bu konuda söylenen diğer hadisleri dikkate almazsak, o hadisin nasıl bir ortamda ve kimlere söylendiğini görmezlikten gelirsek, hepsinden önemlisi Kur’an-ı Kerim’de bu konuyu izah edecek ayetlere müracaat etmezsek yanlış yapar, insanları da yanlışa sevk ederiz.
Efendi kelimesinin Arapça karşılığı, “Seyyid” ve “Rab” kelimeleridir. Bu iki kelimeninde Kur’an içerisinde birkaç yerde beşer için kullanıldığını görmekteyiz. Birer örnek vermek gerekirse şu iki ayeti verebiliriz:
“Evinde bulunduğu kadın, onun nefsinden murat almak istedi, kapıları iyice kapattı ve: ‘Haydi gel!’ dedi. O da: ‘(Hâşâ), Allah’a sığınırım! Zira kocanız benim Rabbimdir/ Efendimdir, bana güzel davranmıştır. Gerçek şu ki, zalimler iflah olmaz!’ dedi.” (Yusuf Sûresi, 12/23)
“Zekeriyya mâbedde durmuş ibadet ederken melekler ona şöyle nida ettiler: Allah sana, kendisi tarafından gelen bir Kelime’yi tasdik edici, Seyyid/Efendi, iffetli ve sâlihlerden bir peygamber olarak Yahya’yı müjdeler.” (Ali İmran Sûresi, 3/39)
Ayetlerde gördüğümüz gibi ‘Efendi’ anlamında, ‘Rab ve Seyyid’ kelimeleri beşer için kullanılmıştır. Hiçbir sözünde, sükutunda veya adımında Kur’an’a aykırı bir durum olmayan Efendimiz’de (sas) birçok hadisinde bu kelimeyi hem kendisi için hemde Sahabe’den bazıları için kullanmıştır. Buna dair de birkaç örnek vermek gerekirse, şunları verebiliriz:
“Ben kıyamet gününde insanların seyyidi/efendisiyim.” (Buhârî, Tefsîr, 6)
“Ben, Âdemoğlunun seyyidiyim/efendisiyim.” (İbn Mâce, Zikrü’ş-Şefaât, 5)
“Ebû Bekir bizim seyyidimizdir/efendimizdir; o seyyidimiz/efendimiz Bilâl’i âzâd etmiştir.” (Buhârî, Menâkıb Bilal b. Rebâh, 5)
Hz. Hasan’a için:
“Bu benim oğlumdur, seyyiddir/efendidir.” (Buhârî, Menâkıb Hasan ve Hüseyin, 5)
Ehli Beyt’in iki gonca gülü içinde:
“Hasan ve Hüseyin cennet ehlinin gençlerinin iki seyyididirler/efendisidirler.” (Tirmizî,Menâkıb Hasan ve Hüseyin, 5) buyurmuştur.
Bir keresinde vefatı ile arşı titreten Sahabî olan Sa’d b. Muâz, Efendimiz’in (sas) bulunduğu bir meclise dahil olmak için içeriye girince, Efendimiz (sas) şöyle buyurdu:
“Haydi seyyidiniz/efendiniz için ayağa kalkınız.” (Buhârî, İsti’zân, 8)
Bu rivayetlerde olduğu gibi daha onlarca rivayette Efendimiz’in (sas) Seyyid kelimesini hem kendisi için, hem başka Sahabîler için kullandığını görürüz.
Peki, sizin aktardığınız rivayet sahih midir? Evet, sahihtir. Önce rivayeti bir hatırlayalım:
Mutarrif İbn Abdillah, babasından naklediyor: “Benî Amir heyetiyle Resulullah’ın (sas) yanına gitmiştik. (Orada bazı konuşmaların ardından): “Sen bizim seyyidimizsin/ efendimizsin!” diye hitap ettik. Hz. Peygamber’de: "Seyyid/Efendi, Allah tebareke ve teâladır" buyurdular. Biz: “Fazilette en ileride olanımız, mertlikte en başta gelenimizsin!” dedik. O (sas) bize:“Söylediğinizin hepsi bu veya buna yakın bir söz olsun. Şeytan sizi (mübalağalı medihlerde) koşturmasın!”buyurdular.” (Ebu Davud, Edeb, 10)
Rivayettende açıkça anlaşıldığı gibi o mecliste bazı mübalağalı ifadeler kullanılmış, Efendimiz’de (sas) buna karşı o sözü söylemiştir.
Tüm bu açıklamalardan anlaşılacağı gibi, Hz. Peygamber (sas) gerek kendisi için gerek Sahabe için “Seyyid/Efendi” kelimelerinin kullanılmasına herhangi bir yasak getirmemiş, bilakis, kullanmış ve kullanılmasını tavsiye etmiştir.
Dolayısı ile bizler:
“(Ey müminler!) Peygamber’i, kendi aranızda birbirinizi çağırır gibi çağırmayın.” (Nur Sûresi, 24/63) ayetinin buyruğuna teslim olur, Efendimiz’i (sas) meşru ve sahih olan en güzel kelimelerle ve en ihtiramlı cümlelerle anarız.
Rabbim bizleri O’na (sas) layık olabilecek amellerin sahibi ve O’nun mesajlarını temsil edebilecek bir hayatın sahibi kılsın ve bizleri gerçek manada Efendimiz’i (sas) sevenlerden etsin. (amin)
Muhammed Emin Yıldırım
19 Eylül 2017 Salı
Sakal-ı Şerif’e Karşı Hürmet
Sual: Selamun Aleyküm Hocam.Sakal-ı Şerif’e tavrımız ne olmalıdır ve bunda ölçü nedir?
Cevap: Aziz Kardeşim, soruna Bediüzzaman Hazretlerinin sözleri ile cevap vermiş olayım. Der ki Üstad Hazretleri: “Birden hatıra geldi ki, o saçların ziyareti vesiledir. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma karşı salâvat getirmeye sebep ve bir hürmet ve muhabbete medardır. Vesilelik ciheti o şeyin zâtına bakmaz, vesilelik cihetine bakar. Onun için, eğer bir saç hakikî olarak Lihye-i Saadetten olmazsa, madem zâhir hale göre öyle telâkki edilmiş ve o vesilelik vazifesini yapıyor ve hürmete ve teveccühe ve salâvata vesile oluyor; kat’î senetle o saçın zâtını teşhis ve tayin lâzım değildir. Yalnız, aksine kat’î delil olmasın, yeter. Çünkü telâkkiyât-ı âmme ve kabul-ü ümmet, bir nevi hüccet hükmüne geçer.” (Lem’alar, Onaltıncı Lem’a)
Dolayısı ile hatıralar, hatıranın sahibinden dolayı kıymetlidir ve her hatıra, sahibini insana hatırlattığı için önemlidir. Kaldı ki, Kur’an cemaati olan Sahabe nesli, Efendimiz’in (sas) sakal ve saçlarının tellerine karşı hürmet göstermiş, bizzat Efendimiz (sas) onlara bu iş için müsaade etmiştir. Kaynaklarımızda geçen onlarca rivayetten birkaçını burada anmak gerekirse, Hz. Enes’in şu sözleri ile başlayabiliriz. Der ki: “Hz. Peygamber’in (sas) saçlarını berberin kestiğini gördüm. Ashâb da etrafında dolaşıyor, bir telinin bile, yere değil, mutlaka içlerinden birinin eline düşmesini arzuluyorlardı.” (Müslim, Fezâil, 75)
Seyfullah lakabının sahibi olan Halid b. Velid ise şöyle der: “Hz. Peygamber (sas) umre yaptığı sırada başını tıraş etti. İnsanlar onun saçını almak için birbirine yarışmaya başladılar. Ben herkesten önce onun perçeminden kesilen saçı aldım ve şu sarığımın içine koydum. Bu sarık benimle olduğu her savaşta zafer bana nasip edildi/Allah bana zafer nasip etti.”(İbn Hacer,Fethu’l-Bârî, 7/101)
Yine kaynaklarımızda buna benzer rivayetleri Ebû Talha ve Süheyl b. Amr gibi Sahabe efendilerimizden okumaktayız. Sahabe neslinin bu hassasiyeti sonraki nesillere de sirayet etmiş, nesillerden nesillere o saç ve sakal telleri intikal ederek gelmiştir. O neslin rehberiyeti önümüzde duruyorken, Sakal-ı Şerif’i ziyaret etmeyi bidat hatta şirk saymak, edep sınırlarını ihlal edip, kıl, tüy deyip dalga geçmek; bir Müslümana asla yakışmayacak tavırlardır. Müminlerin gözyaşları içerisinde o Sakal-ı Şerif’i, Efendimiz’den bir parça olarak ziyaret etmeleri, öpmeleri ve gözlerine sürmeleri, O’na (sas) olan sevginin bir tezahürüdür. Aklı başında hiçbir mümin hatıralara tapmaz, o hatıraların sahibine karşı yüreğinde duyduğu sevgiyi, sınırlarını Kur’an’ın ve Sünnet’in belirlediği ölçüde yerine getirmeye çalışır.
Muhammed Emin YILDIRIM
Cevap: Aziz Kardeşim, soruna Bediüzzaman Hazretlerinin sözleri ile cevap vermiş olayım. Der ki Üstad Hazretleri: “Birden hatıra geldi ki, o saçların ziyareti vesiledir. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma karşı salâvat getirmeye sebep ve bir hürmet ve muhabbete medardır. Vesilelik ciheti o şeyin zâtına bakmaz, vesilelik cihetine bakar. Onun için, eğer bir saç hakikî olarak Lihye-i Saadetten olmazsa, madem zâhir hale göre öyle telâkki edilmiş ve o vesilelik vazifesini yapıyor ve hürmete ve teveccühe ve salâvata vesile oluyor; kat’î senetle o saçın zâtını teşhis ve tayin lâzım değildir. Yalnız, aksine kat’î delil olmasın, yeter. Çünkü telâkkiyât-ı âmme ve kabul-ü ümmet, bir nevi hüccet hükmüne geçer.” (Lem’alar, Onaltıncı Lem’a)
Dolayısı ile hatıralar, hatıranın sahibinden dolayı kıymetlidir ve her hatıra, sahibini insana hatırlattığı için önemlidir. Kaldı ki, Kur’an cemaati olan Sahabe nesli, Efendimiz’in (sas) sakal ve saçlarının tellerine karşı hürmet göstermiş, bizzat Efendimiz (sas) onlara bu iş için müsaade etmiştir. Kaynaklarımızda geçen onlarca rivayetten birkaçını burada anmak gerekirse, Hz. Enes’in şu sözleri ile başlayabiliriz. Der ki: “Hz. Peygamber’in (sas) saçlarını berberin kestiğini gördüm. Ashâb da etrafında dolaşıyor, bir telinin bile, yere değil, mutlaka içlerinden birinin eline düşmesini arzuluyorlardı.” (Müslim, Fezâil, 75)
Seyfullah lakabının sahibi olan Halid b. Velid ise şöyle der: “Hz. Peygamber (sas) umre yaptığı sırada başını tıraş etti. İnsanlar onun saçını almak için birbirine yarışmaya başladılar. Ben herkesten önce onun perçeminden kesilen saçı aldım ve şu sarığımın içine koydum. Bu sarık benimle olduğu her savaşta zafer bana nasip edildi/Allah bana zafer nasip etti.”(İbn Hacer,Fethu’l-Bârî, 7/101)
Yine kaynaklarımızda buna benzer rivayetleri Ebû Talha ve Süheyl b. Amr gibi Sahabe efendilerimizden okumaktayız. Sahabe neslinin bu hassasiyeti sonraki nesillere de sirayet etmiş, nesillerden nesillere o saç ve sakal telleri intikal ederek gelmiştir. O neslin rehberiyeti önümüzde duruyorken, Sakal-ı Şerif’i ziyaret etmeyi bidat hatta şirk saymak, edep sınırlarını ihlal edip, kıl, tüy deyip dalga geçmek; bir Müslümana asla yakışmayacak tavırlardır. Müminlerin gözyaşları içerisinde o Sakal-ı Şerif’i, Efendimiz’den bir parça olarak ziyaret etmeleri, öpmeleri ve gözlerine sürmeleri, O’na (sas) olan sevginin bir tezahürüdür. Aklı başında hiçbir mümin hatıralara tapmaz, o hatıraların sahibine karşı yüreğinde duyduğu sevgiyi, sınırlarını Kur’an’ın ve Sünnet’in belirlediği ölçüde yerine getirmeye çalışır.
Muhammed Emin YILDIRIM
18 Eylül 2017 Pazartesi
Çağın Ashab-ı Kehf’i Olmak
Muhammed Emin Yıldırım Hocanın, “Çağın Ashab-ı Kehf’i Olmak” başlıklı konferansından notlar:
“Kitabımız Kur’an-ı Kerim bir tarih kitabı değildir. Ders almamız için bize örnekler anlatır. Peygamberlerin mücadelelerini anlattığı gibi bahsettiği topluluklar da vardır. Ashab-ı Kehf gibi.”
Kitabımız Kur’an’da anlatılan Ashab-ı Kehf’in kıssasının bir avuç iman eden gencin, iman mücadelesi olduğunu belirten Muhammed Emin Yıldırım Hoca, “Arkalarına bakmadan yürüyen bir avuç müminin kehf’idir anlatılan, onların kehf’i (mağaraları) mektepleridir. Devrin zalimlerine karşı “la” diyerek karşı durmuş ve Allah’a İman etmişlerdir.” dedi.
Ashab-ı Kehf’in hayatından örnek alacağımız çok husus olduğunu dile getiren Muhammed Emin Yıldırım Hoca, Müslümanlarının Ashab-ı Kehf’in sayılarına, mağaranın yerine, kaç yıl uyuduklarına takıldığını ama Allah’ın muradının malumat değil marifet olduğunu, ancak marifete bakarsak imanımız artacağını vurguladı ve “Ey gençler! Bize takılmayın. Biz rahatı keyfe çevirdik. Siz Ashab-ı Kehf gibi önünüzde rehber olmasa bile yürüyün.” Dedi.
Çağın Ashab-ı Kehf’i olmak için marifete bakmamız lazım:
1- Ashab-ı Kehf asla “ashabı keyf” değildi.
Bir insan rahatını ve konforunu terk edemiyorsa, okudukları sadece Kur’an’da kalacak, hayatına bir şey taşıyamayacaktır. Onlar keyiflerini Ashab-ı Kehf olmak için terk etmişlerdir.
2- Ashab-ı Kehf asla “bahane ashabı” değildi.
Eğer bahanen varsa Allah seni o bahanelerine mecbur ve mahkûm bırakır. Ey genç Müslüman! Sen ashabı bahane değilsin. Sen bu çağın Ashab-ı Kehf’i olmalısın.
3- Ashab-ı Kehf asla korkak değildi. Onlar Tevhid akidesini öyle doğru anladılar ki, yalnız sana ibadet eder yalnız senden yardım dileriz, diyerek teslim oldular Allah’a.
4- Ashab-ı Kehf kesinlikle tembel değildi.
Tembellik yapan, sorumluluklarına vakit ayırmayan insan Ashab-ı Kehf olamaz. Bu çağın Ashab-ı Kehf’i olmak isteyen zahid olmalıdır. Bu çağın Ashab-ı Kehf’i mütevekkildir. Aksi halde davranan risalet davasına ihanet eder.
5- Ashab-ı Kehf kesinlikle gayesiz, hedefsiz değildi.
Bir avuç insan dahi olsan; imanı yaşamalı, insanlara taşımalısın. İmandan mahrum yüreklere imanı taşırsan çağın Ashab-ı Kehf’i olursun.
Muhammed Emin Yıldırım Hoca“Çağın Ashab-ı Kehfi” olmak için ihtiyaç duyulacak azıkları 5 maddede sıraladı.
Ne yaparsak bu çağın Ashab-ı Kehf’i oluruz?
1- Sahih bir iman: Hakiki imanı bilmeyen bir insan imanın gereğini yerine getiremez.
2- Selim bir kalp: Kalplerimiz hasta, takva ile ruh terbiyesi ile iradenin hakkını vermeliyiz.
3- Salih bir amel: Amellerimizi salih bir amel ile şekillenen ibadetler ile beslemeliyiz.
4- Sadık dost: Sadıklarla beraber olursanız sadık olursunuz. Sadık dost aramayın, sadık dost olun.
5- Sebatı kuşanan bir beden: Yol yürümek için sabrı ve sebatı kuşanmalıyız.
“Belki Kur’an bizden bahsetmeyecek ama önceden bahsettiği ashablarla birlikte hasredecek.” diyerek neden çağın Ashab-ı Kehf’i olmalıyız sorusuna cevap veren Muhammed Emin Yıldırım Hoca sözlerini şöyle tamamladı:
“Gelin biz bunları yapan olalım, iman davasını bu çağda temsil eden olalım.”
“Kitabımız Kur’an-ı Kerim bir tarih kitabı değildir. Ders almamız için bize örnekler anlatır. Peygamberlerin mücadelelerini anlattığı gibi bahsettiği topluluklar da vardır. Ashab-ı Kehf gibi.”
Kitabımız Kur’an’da anlatılan Ashab-ı Kehf’in kıssasının bir avuç iman eden gencin, iman mücadelesi olduğunu belirten Muhammed Emin Yıldırım Hoca, “Arkalarına bakmadan yürüyen bir avuç müminin kehf’idir anlatılan, onların kehf’i (mağaraları) mektepleridir. Devrin zalimlerine karşı “la” diyerek karşı durmuş ve Allah’a İman etmişlerdir.” dedi.
Ashab-ı Kehf’in hayatından örnek alacağımız çok husus olduğunu dile getiren Muhammed Emin Yıldırım Hoca, Müslümanlarının Ashab-ı Kehf’in sayılarına, mağaranın yerine, kaç yıl uyuduklarına takıldığını ama Allah’ın muradının malumat değil marifet olduğunu, ancak marifete bakarsak imanımız artacağını vurguladı ve “Ey gençler! Bize takılmayın. Biz rahatı keyfe çevirdik. Siz Ashab-ı Kehf gibi önünüzde rehber olmasa bile yürüyün.” Dedi.
Çağın Ashab-ı Kehf’i olmak için marifete bakmamız lazım:
1- Ashab-ı Kehf asla “ashabı keyf” değildi.
Bir insan rahatını ve konforunu terk edemiyorsa, okudukları sadece Kur’an’da kalacak, hayatına bir şey taşıyamayacaktır. Onlar keyiflerini Ashab-ı Kehf olmak için terk etmişlerdir.
2- Ashab-ı Kehf asla “bahane ashabı” değildi.
Eğer bahanen varsa Allah seni o bahanelerine mecbur ve mahkûm bırakır. Ey genç Müslüman! Sen ashabı bahane değilsin. Sen bu çağın Ashab-ı Kehf’i olmalısın.
3- Ashab-ı Kehf asla korkak değildi. Onlar Tevhid akidesini öyle doğru anladılar ki, yalnız sana ibadet eder yalnız senden yardım dileriz, diyerek teslim oldular Allah’a.
4- Ashab-ı Kehf kesinlikle tembel değildi.
Tembellik yapan, sorumluluklarına vakit ayırmayan insan Ashab-ı Kehf olamaz. Bu çağın Ashab-ı Kehf’i olmak isteyen zahid olmalıdır. Bu çağın Ashab-ı Kehf’i mütevekkildir. Aksi halde davranan risalet davasına ihanet eder.
5- Ashab-ı Kehf kesinlikle gayesiz, hedefsiz değildi.
Bir avuç insan dahi olsan; imanı yaşamalı, insanlara taşımalısın. İmandan mahrum yüreklere imanı taşırsan çağın Ashab-ı Kehf’i olursun.
Muhammed Emin Yıldırım Hoca“Çağın Ashab-ı Kehfi” olmak için ihtiyaç duyulacak azıkları 5 maddede sıraladı.
Ne yaparsak bu çağın Ashab-ı Kehf’i oluruz?
1- Sahih bir iman: Hakiki imanı bilmeyen bir insan imanın gereğini yerine getiremez.
2- Selim bir kalp: Kalplerimiz hasta, takva ile ruh terbiyesi ile iradenin hakkını vermeliyiz.
3- Salih bir amel: Amellerimizi salih bir amel ile şekillenen ibadetler ile beslemeliyiz.
4- Sadık dost: Sadıklarla beraber olursanız sadık olursunuz. Sadık dost aramayın, sadık dost olun.
5- Sebatı kuşanan bir beden: Yol yürümek için sabrı ve sebatı kuşanmalıyız.
“Belki Kur’an bizden bahsetmeyecek ama önceden bahsettiği ashablarla birlikte hasredecek.” diyerek neden çağın Ashab-ı Kehf’i olmalıyız sorusuna cevap veren Muhammed Emin Yıldırım Hoca sözlerini şöyle tamamladı:
“Gelin biz bunları yapan olalım, iman davasını bu çağda temsil eden olalım.”
17 Eylül 2017 Pazar
İman Meselesinde Sâhabe İle Aramızdaki Farklar
Muhammed Emin Yıldırım Hocanın, Akaid Medresesi’nde “İman Meselesinde Sahabe ile Aramızdaki Farklar” konusunu işledi.
Dersten Notlar
Sahabe’nin Sahabe’yi Anlatması
Âiz b. Amr, Resulullah’ın vefatından sonra Basra’ya yerleşmiş ve burada da hayatının sonuna kadar ikamet etmişti. Basra’nın zulmü ile meşhur valisi Ubeydullah b. Ziyad (ö.67/686) bir gün bu yüce sahabîyi yanına çağırmıştı. İbn Ziyad, huzuruna getirilen ve yaşça kendisinden çokça büyük olan bu yüce İslam şahsiyetine, çok ukala bir eda ile; “Ey Âiz! Söyle bakalım, Allah Resulü’nden ne işittin?” diye sormuştu.
İbn Ziyad’a dedi ki: “Ben Allah Resulü’nün (sas) şöyle dediğini işittim: “ Yöneticilerin en kötüsü, yönettiklerine karşı acımasız davranandır.”
Âiz ibn Amr diyordu ki: “Sahabîler içerisinde döküntü olanlar mı var? Asıl döküntüler onlardan sonrakilerin ve onların dışındakilerin içlerinde vardır.”
Tabiîn’in Sahabe’yi Anlatması
Abdurrahman b. Ebî Leyla
Hicri 17 veya 18’de Medine’de doğuyor, Hicri 80 veya 81’de bir sefer sırasında Fırat Nehri’nin kenarında atından düşerek vefat ediyor…
Etba-i Tabiin’in Sahabe’yi Anlatması
İmam Evzai, o nübüvvet iklimini çok iyi tanıyan birisi olarak şöyle bir tespitte bulunur:
“Resulullah’ın (sas) ashabının beş temel özelliği vardır. Bunlar:
Luzûmu’l-Cemâ’a/Vahiy öncelikli yaşamak
İttibâu’s-Sünne/Sünnete ittibâ
İmâretü’l-Mescid/Mescitleri imar
Tilâvetü’l-Kur’an/Kur’an tilâveti
Cihad fî Sebîlillah/Allah yolunda cihat
Kur’an-ı Kerim’de geçen kıssaların Sahabe’nin şahsiyetini ve dolayısı ile imanlarını nasıl inşa ettiğini ortaya koymuştuk. Demiştik ki:
1. Firavun’un sihirbazlarının iman kıssası / Pazarlıksız bir iman
2. Tâlût ve Câlût kıssası / İtaatkâr bir iman
3. Ashab-ı Kehf kıssası / Bahanesiz bir iman
4. Ashab-ı Uhdud kıssası / Beklentisiz bir iman
5. Ashab-ı Karye kıssası / İsâr ruhlu bir iman
Pazarlıksız iman, imanına vesile olan insana karşı vefalı olmak, imandan dolayı başına gelen imtihanlara karşı sabır etmek ve herhangi bir pazarlığa girişmemektir.
İtaatkâr iman, ümmetin saadet ve selameti için emir sahiplerine itaat etmek, acıtsa, zorlasa ve bedel ödetse bile bazı şeyleri sineye çekmek ve nefsi talepleri tamamen kontrol altına almaktır.
Bahanesiz iman, hayırlı işlere adım atmak için işe yokları değil, varları sayarak başlamak, gözünde olumsuzlukları büyültmemek ve mazeretler üretmeden taşın altına el koymaktır.
Beklentisiz iman, yaptığı ve yapacağı hiçbir işten dolayı dünyevi bir beklentiye girmemek, bütün ecrini ve mükâfatını âlemlerin Rabbi olan Allah’a havale ederek yürümektir.
İsâr ruhlu iman, yaşamak için yaşamak değil, yaşatmak için yaşamayı hayatın eksenine koymak, başkalarının iman selameti uğruna yapılabilecek en azami fedakârlığı ortaya koyarak kulluk yolunda mesafe kat etmektir.
Sahabe’yi öğrendikçe iki duygu bir anda yüreklerimizde belirir. Bu iki duygu nedir?
1. Ümitlerimiz yeşerir, hedefler büyür, gayret adına insanı harekete geçirir.
2. Moraller bozulur, ulaşılamayacak kametler olduğu itiraf edilir, onlar nerede biz nerede itirafına insanı vardırır.
Hadis Külliyatımızda “Ye’tî al’e’n-nasî zamanün/İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki!” diyerek başlayan birçok hadis vardır. Bu hadisler gelecekten haber vermek, haşa bir kehanet değil, o zamanı yaşayan müminlere karşı yapılmış uyarılar, ikazlar, yol göstermeler ve rehberlik etmeleridir.
1. “Siz öyle bir zamanda yaşıyorsunuz ki sizden biriniz emrolunduğu şeylerin onda birini terk etse helâk olur. Sonra öyle bir zaman gelecek ki sizden kim emrolunduğu şeyin onda birini yapsa kurtulur.” (Tirmizî, Fiten, 79/2267)
2. “Öyle bir zaman gelecek ki o zaman şu üç şeyden daha kıymetli birşey olmayacaktır: Helal para, can u gönülden arkadaşlık yapılacak bir kardeş ve kendisiyle amel edilecek bir sünnet.” (Heysemî, Mecmaü’z-Zevaid, I, 172)
“Öyle bir zaman gelecek ki, kişi helâlden mi haramdan mı kazandığına aldırmayacak!” (Buharî, Büyû; 7)
3. “Öyle bir zaman gelecek ki okuma meraklı kurrâ çoğalacak; fakîhler ise azalacak ve bu sûretle ilim çekilip alınacak. Daha sonra öyle bir zaman gelecek ki insanların okudukları boğazlarından aşağı geçmeyecek.” (Hâkim, el-Müstedrek, V, 504)
4. “Şiddetli bir şekilde yaklaşan fitne sebebiyle vay insanların hâline! İnsanlar mü’min olarak sabahlar da akşam kâfir oluverirler. İnsanlar dinlerini küçük dünya menfaati karşılığı değiştiriverirler. İşte öyle zamanda dinlerinde sâbit kalabilenler ellerinde kor ateşi tutanlar gibidirler.” (Müslim, İman,186; Tirmizi, Fiten, 30, (2196) Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned, II, 390)
Ebû Ümeyye eş-Şa’bani anlatıyor: “Ey Ebû Sa’lebe dedim, şu ayet hakkında ne dersin?”
“Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda oldukça, sapıtmış olanlar size zarar vermez.” (Maide, 105)
Bana şu cevabı verdi:
“Gerçekten bunu, iyi bilen birine sordun. Zira ben aynı şeyi Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-’a sormuştum. Demişti ki: “Ma’rufa sarılın, münkerden de kaçının! Ne zaman uyulan bir cimrilik, takip edilen bir hevâ, (dine, ahirete) tercih edilen dünyalık görür, rey sahiplerinin (selefi dinlemeden) kendi reylerini beğendiklerini müşahade edersen, o zaman kendine bak. İnsanlarla uğraşmayı bırak. Zira (bu safhaya gelince) arkanızda sabır günleri var demektir. O günler iman avuçta ateş tutmak gibi sıkıntılıdır. O günlerde, sizin kadar amel yapabilen bir kimseye elli kişinin ecri verilecektir.” (Ebû Davud, Melahim, 17/4341); Tirmizi, Tefsir, 5/3060); İbn Mace, Fiten, 21)
5. “Öyle bir zaman gelecek ki büyük bir kısma ribâ ilen (faiz ile) iş yapacak. Ondan sakınanlar dahi tozuna bulaşmak durumunda kalacaklar.” (Nesâî,Büyû 2; İbnu Mâce, Ticârât, 58; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, IV, 494; Beyhakî Sünen, IV, 275)
6. “Öyle bir zaman gelecek ki doğru söyleyenler yalanlanacak, yalancılar ise doğrulanacak. Güvenilir kimseler hain sayılacak, hâinlere güvenilecek. İnsanlardan şâhidlik etmeleri istenmediği halde şâhidlik edecekler, yemin etmeleri istenmediği halde yemin edecekler,” (Taberâni, el-Mü’cemü’l-Kebir, XXIII, 314)
“Öyle bir zaman gelecek ki insanlar iyiliği özendirmeyecek, kötülükten de sakındırmayacaklar.” (Heysemî, Mecmauz-Zevâid,VII, 280)
8. Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- buyurdular ki:
“-İnsanlar öyle günler görecek ki, katil niçin öldürdüğünü, maktul de niçin öldürüldüğünü bilemeyecek.”
“-Bu nasıl olur?” diye soruldu. Şu cevabı verdi:
“-Herçtir! Öldüren de ölen de ateştedir.” (Müslim, Fiten, 56)
9. Zübeyr İbnu Adiy rahimehullah anlatıyor: “Hz. Enes İbnu Mâlik radıyallahu anh’ın yanına girdik. Haccâc’ın bize yaptıklarını şikâyet ettik.
“-Sabredin, buyurdu. Zira öyle günlerle karşılaşacaksınız ki, her yeni gün, gidenden daha kötü olacak. Bu hal Rabbinize kavuşuncaya kadar devam edecek. Ben bunu, Rasûlunüz -sallallâhu aleyhi ve sellem-’den işittim.” (Buhari, Fiten, 6; Tirmizi, Fiten, 35/2206)
“Sizin üzerinize öyle bir zaman gelecek ki o vakit siz, iyilikleri emretmeyen ve kötülükleri yasaklamayan kimselerin en hayırlı kişiler olduğunu düşünürsünüz.” (Ali el-Müttaki, Kenzü’l-Ummal, III, 686/8462)
“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, insanların kalbleri dünya sevgisi ile dolacak, cihadı zarar olarak görecek ve zekât vermeyi altından kalkılması zor bir borç olarak ifade edecekler!” (Ali el-Müttaki, Kenzü’l-Ummal, III, 236/6322)
Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“- İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki o vakit müminin kalbi tuzun suda eridiği gibi eriyecek!” buyurdu.
“- Niçin eriyecek yâ Rasûlallah?” diye sorulduğunda:
“- Kötülükleri görüp de onları değiştirmeye güç yetiremediği için” buyurdu. (Ali el-Müttaki, Kenzü’l-Ummal, III, 686/8463)
Abdullah ibn-i Ömer -radıyallâhu anh- tarafından rivayet edilmiştir.
Rasûlullâh –sallâllâhu aleyhi ve sellem- bize yönelerek şöyle buyurdu:
“Ey Muhacirler cemâati!
Beş şey vardır ki, onlarla mübtelâ olacağınız zaman Ben sizlerin o şeylere erişmenizden Allâh’a sığınırım. Onlar şunlardır:
1- Bir milletin içinde zina, fuhuş ortaya çıkıp nihayet o millet bu suçu alenî olarak işlediğinde, mutlaka içlerinde taun hastalığı ve onlardan önce gelip-geçmiş milletlerde vuku bulmamış hastalıklar yayılır.
2- Ölçü ve tartıyı eksik yapan her millet mutlaka kıtlık, geçim sıkıntısı ve başlarındaki hükümdarların zulmü ile cezalandırılır.
3- Mallarının zekâtını vermekten kaçan her millet mutlaka yağmurdan menedilir (kuraklık cezası ile cezalandırılır) ve hayvanları olmasa (Allâh hayvanlara acımasa) onlara yağmur yağdırmaz.
4- Allâh’ın ahdini (emirlerini) ve Rasûlün sünnetini terk eden her milletin başına mutlaka Allâh kendilerinden olmayan düşmanı musallat eder ve düşman o milletin elindeki-avucundakilerin bir kısmını alır.
5- İmamları (yâni devlet adamları) Allâh’ın Kitabı ile amel etmeyip Allâh’ın indirdiği hükümlerden işlerine geleni seçtikçe Allâh onların hesabını kendi aralarında görür.” (İbn-i Mâce, Fiten, 22)
Dersten Notlar
Sahabe’nin Sahabe’yi Anlatması
Âiz b. Amr, Resulullah’ın vefatından sonra Basra’ya yerleşmiş ve burada da hayatının sonuna kadar ikamet etmişti. Basra’nın zulmü ile meşhur valisi Ubeydullah b. Ziyad (ö.67/686) bir gün bu yüce sahabîyi yanına çağırmıştı. İbn Ziyad, huzuruna getirilen ve yaşça kendisinden çokça büyük olan bu yüce İslam şahsiyetine, çok ukala bir eda ile; “Ey Âiz! Söyle bakalım, Allah Resulü’nden ne işittin?” diye sormuştu.
İbn Ziyad’a dedi ki: “Ben Allah Resulü’nün (sas) şöyle dediğini işittim: “ Yöneticilerin en kötüsü, yönettiklerine karşı acımasız davranandır.”
Âiz ibn Amr diyordu ki: “Sahabîler içerisinde döküntü olanlar mı var? Asıl döküntüler onlardan sonrakilerin ve onların dışındakilerin içlerinde vardır.”
Tabiîn’in Sahabe’yi Anlatması
Abdurrahman b. Ebî Leyla
Hicri 17 veya 18’de Medine’de doğuyor, Hicri 80 veya 81’de bir sefer sırasında Fırat Nehri’nin kenarında atından düşerek vefat ediyor…
Etba-i Tabiin’in Sahabe’yi Anlatması
İmam Evzai, o nübüvvet iklimini çok iyi tanıyan birisi olarak şöyle bir tespitte bulunur:
“Resulullah’ın (sas) ashabının beş temel özelliği vardır. Bunlar:
Luzûmu’l-Cemâ’a/Vahiy öncelikli yaşamak
İttibâu’s-Sünne/Sünnete ittibâ
İmâretü’l-Mescid/Mescitleri imar
Tilâvetü’l-Kur’an/Kur’an tilâveti
Cihad fî Sebîlillah/Allah yolunda cihat
Kur’an-ı Kerim’de geçen kıssaların Sahabe’nin şahsiyetini ve dolayısı ile imanlarını nasıl inşa ettiğini ortaya koymuştuk. Demiştik ki:
1. Firavun’un sihirbazlarının iman kıssası / Pazarlıksız bir iman
2. Tâlût ve Câlût kıssası / İtaatkâr bir iman
3. Ashab-ı Kehf kıssası / Bahanesiz bir iman
4. Ashab-ı Uhdud kıssası / Beklentisiz bir iman
5. Ashab-ı Karye kıssası / İsâr ruhlu bir iman
Pazarlıksız iman, imanına vesile olan insana karşı vefalı olmak, imandan dolayı başına gelen imtihanlara karşı sabır etmek ve herhangi bir pazarlığa girişmemektir.
İtaatkâr iman, ümmetin saadet ve selameti için emir sahiplerine itaat etmek, acıtsa, zorlasa ve bedel ödetse bile bazı şeyleri sineye çekmek ve nefsi talepleri tamamen kontrol altına almaktır.
Bahanesiz iman, hayırlı işlere adım atmak için işe yokları değil, varları sayarak başlamak, gözünde olumsuzlukları büyültmemek ve mazeretler üretmeden taşın altına el koymaktır.
Beklentisiz iman, yaptığı ve yapacağı hiçbir işten dolayı dünyevi bir beklentiye girmemek, bütün ecrini ve mükâfatını âlemlerin Rabbi olan Allah’a havale ederek yürümektir.
İsâr ruhlu iman, yaşamak için yaşamak değil, yaşatmak için yaşamayı hayatın eksenine koymak, başkalarının iman selameti uğruna yapılabilecek en azami fedakârlığı ortaya koyarak kulluk yolunda mesafe kat etmektir.
Sahabe’yi öğrendikçe iki duygu bir anda yüreklerimizde belirir. Bu iki duygu nedir?
1. Ümitlerimiz yeşerir, hedefler büyür, gayret adına insanı harekete geçirir.
2. Moraller bozulur, ulaşılamayacak kametler olduğu itiraf edilir, onlar nerede biz nerede itirafına insanı vardırır.
Hadis Külliyatımızda “Ye’tî al’e’n-nasî zamanün/İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki!” diyerek başlayan birçok hadis vardır. Bu hadisler gelecekten haber vermek, haşa bir kehanet değil, o zamanı yaşayan müminlere karşı yapılmış uyarılar, ikazlar, yol göstermeler ve rehberlik etmeleridir.
1. “Siz öyle bir zamanda yaşıyorsunuz ki sizden biriniz emrolunduğu şeylerin onda birini terk etse helâk olur. Sonra öyle bir zaman gelecek ki sizden kim emrolunduğu şeyin onda birini yapsa kurtulur.” (Tirmizî, Fiten, 79/2267)
2. “Öyle bir zaman gelecek ki o zaman şu üç şeyden daha kıymetli birşey olmayacaktır: Helal para, can u gönülden arkadaşlık yapılacak bir kardeş ve kendisiyle amel edilecek bir sünnet.” (Heysemî, Mecmaü’z-Zevaid, I, 172)
“Öyle bir zaman gelecek ki, kişi helâlden mi haramdan mı kazandığına aldırmayacak!” (Buharî, Büyû; 7)
3. “Öyle bir zaman gelecek ki okuma meraklı kurrâ çoğalacak; fakîhler ise azalacak ve bu sûretle ilim çekilip alınacak. Daha sonra öyle bir zaman gelecek ki insanların okudukları boğazlarından aşağı geçmeyecek.” (Hâkim, el-Müstedrek, V, 504)
4. “Şiddetli bir şekilde yaklaşan fitne sebebiyle vay insanların hâline! İnsanlar mü’min olarak sabahlar da akşam kâfir oluverirler. İnsanlar dinlerini küçük dünya menfaati karşılığı değiştiriverirler. İşte öyle zamanda dinlerinde sâbit kalabilenler ellerinde kor ateşi tutanlar gibidirler.” (Müslim, İman,186; Tirmizi, Fiten, 30, (2196) Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned, II, 390)
Ebû Ümeyye eş-Şa’bani anlatıyor: “Ey Ebû Sa’lebe dedim, şu ayet hakkında ne dersin?”
“Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda oldukça, sapıtmış olanlar size zarar vermez.” (Maide, 105)
Bana şu cevabı verdi:
“Gerçekten bunu, iyi bilen birine sordun. Zira ben aynı şeyi Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-’a sormuştum. Demişti ki: “Ma’rufa sarılın, münkerden de kaçının! Ne zaman uyulan bir cimrilik, takip edilen bir hevâ, (dine, ahirete) tercih edilen dünyalık görür, rey sahiplerinin (selefi dinlemeden) kendi reylerini beğendiklerini müşahade edersen, o zaman kendine bak. İnsanlarla uğraşmayı bırak. Zira (bu safhaya gelince) arkanızda sabır günleri var demektir. O günler iman avuçta ateş tutmak gibi sıkıntılıdır. O günlerde, sizin kadar amel yapabilen bir kimseye elli kişinin ecri verilecektir.” (Ebû Davud, Melahim, 17/4341); Tirmizi, Tefsir, 5/3060); İbn Mace, Fiten, 21)
5. “Öyle bir zaman gelecek ki büyük bir kısma ribâ ilen (faiz ile) iş yapacak. Ondan sakınanlar dahi tozuna bulaşmak durumunda kalacaklar.” (Nesâî,Büyû 2; İbnu Mâce, Ticârât, 58; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, IV, 494; Beyhakî Sünen, IV, 275)
6. “Öyle bir zaman gelecek ki doğru söyleyenler yalanlanacak, yalancılar ise doğrulanacak. Güvenilir kimseler hain sayılacak, hâinlere güvenilecek. İnsanlardan şâhidlik etmeleri istenmediği halde şâhidlik edecekler, yemin etmeleri istenmediği halde yemin edecekler,” (Taberâni, el-Mü’cemü’l-Kebir, XXIII, 314)
“Öyle bir zaman gelecek ki insanlar iyiliği özendirmeyecek, kötülükten de sakındırmayacaklar.” (Heysemî, Mecmauz-Zevâid,VII, 280)
8. Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- buyurdular ki:
“-İnsanlar öyle günler görecek ki, katil niçin öldürdüğünü, maktul de niçin öldürüldüğünü bilemeyecek.”
“-Bu nasıl olur?” diye soruldu. Şu cevabı verdi:
“-Herçtir! Öldüren de ölen de ateştedir.” (Müslim, Fiten, 56)
9. Zübeyr İbnu Adiy rahimehullah anlatıyor: “Hz. Enes İbnu Mâlik radıyallahu anh’ın yanına girdik. Haccâc’ın bize yaptıklarını şikâyet ettik.
“-Sabredin, buyurdu. Zira öyle günlerle karşılaşacaksınız ki, her yeni gün, gidenden daha kötü olacak. Bu hal Rabbinize kavuşuncaya kadar devam edecek. Ben bunu, Rasûlunüz -sallallâhu aleyhi ve sellem-’den işittim.” (Buhari, Fiten, 6; Tirmizi, Fiten, 35/2206)
“Sizin üzerinize öyle bir zaman gelecek ki o vakit siz, iyilikleri emretmeyen ve kötülükleri yasaklamayan kimselerin en hayırlı kişiler olduğunu düşünürsünüz.” (Ali el-Müttaki, Kenzü’l-Ummal, III, 686/8462)
“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, insanların kalbleri dünya sevgisi ile dolacak, cihadı zarar olarak görecek ve zekât vermeyi altından kalkılması zor bir borç olarak ifade edecekler!” (Ali el-Müttaki, Kenzü’l-Ummal, III, 236/6322)
Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“- İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki o vakit müminin kalbi tuzun suda eridiği gibi eriyecek!” buyurdu.
“- Niçin eriyecek yâ Rasûlallah?” diye sorulduğunda:
“- Kötülükleri görüp de onları değiştirmeye güç yetiremediği için” buyurdu. (Ali el-Müttaki, Kenzü’l-Ummal, III, 686/8463)
Abdullah ibn-i Ömer -radıyallâhu anh- tarafından rivayet edilmiştir.
Rasûlullâh –sallâllâhu aleyhi ve sellem- bize yönelerek şöyle buyurdu:
“Ey Muhacirler cemâati!
Beş şey vardır ki, onlarla mübtelâ olacağınız zaman Ben sizlerin o şeylere erişmenizden Allâh’a sığınırım. Onlar şunlardır:
1- Bir milletin içinde zina, fuhuş ortaya çıkıp nihayet o millet bu suçu alenî olarak işlediğinde, mutlaka içlerinde taun hastalığı ve onlardan önce gelip-geçmiş milletlerde vuku bulmamış hastalıklar yayılır.
2- Ölçü ve tartıyı eksik yapan her millet mutlaka kıtlık, geçim sıkıntısı ve başlarındaki hükümdarların zulmü ile cezalandırılır.
3- Mallarının zekâtını vermekten kaçan her millet mutlaka yağmurdan menedilir (kuraklık cezası ile cezalandırılır) ve hayvanları olmasa (Allâh hayvanlara acımasa) onlara yağmur yağdırmaz.
4- Allâh’ın ahdini (emirlerini) ve Rasûlün sünnetini terk eden her milletin başına mutlaka Allâh kendilerinden olmayan düşmanı musallat eder ve düşman o milletin elindeki-avucundakilerin bir kısmını alır.
5- İmamları (yâni devlet adamları) Allâh’ın Kitabı ile amel etmeyip Allâh’ın indirdiği hükümlerden işlerine geleni seçtikçe Allâh onların hesabını kendi aralarında görür.” (İbn-i Mâce, Fiten, 22)
16 Eylül 2017 Cumartesi
Ey İman Edenler! Gelin İman Edelim
Muhammed Emin Yıldırım Hocanın, Akaid Medresesi’nde “Ey İman Edenler! Gelin İman Edelim!” konusunu işledi.
Dersten Notlar
Ey İman Edenler! Gelin İman Edelim!
“Ben ilim şehriyim; Ali ise kapısıdır.” (el- Cami’us-Sağir 1/415, Sevaiku’l-Muhrika 73; Tehzibu’t-Tehzib 6/320; Müstedrek-i Hâkim 3/126)
“Ben hikmet eviyim. Ali de onun kapısıdır.” (Tirmizî)
Hz. Ali’nin üç önemli talebesi vardır, kendi Ehli Beyt’inin dışında…
Abdurrahman es-Sülemî – Kıraat Alanında
Ebû Esved ed-Düvelî– Sarf-Nahiv, Dil Alanında
Kumeyl b. Ziyad en-Nehâî – Diğer ilimlerde; Hadis-Tefsir ve diğer alanlarda…
Kümeyl b. Ziyâd en-Nehaî şöyle anlatıyor: “Ali b. Ebî Tâlib radıyallahu anh elimden tutup beni çöle doğru çıkardı. İyice ıssız bir yere gelince oturdu, sonra derinden nefes alıp vererek iç çekti ve şöyle dedi: “Ey Kümeyl! Kalpler birer kaptır ve onların en hayırlısı içerisindekini en iyi muhafaza edenidir. Şimdi sana söyleyeceklerimi iyi muhafaza et! İnsanlar üç çeşittir: Rabbani âlimler, kurtuluş yolunda olan ilim öğrenen kimseler ve düşük ahlaklı, sefih, herkesin peşinden giden, esen rüzgâra göre yön değiştiren, ilim nuruyla aydınlanmayıp sağlam bir yere sığınmamış olanlardır.
İlim maldan hayırlıdır. İlim seni korur, sen ise malı korursun. Mal harcamakla eksilir. Oysa ilim harcamakla çoğalır. Malın getirisi ve kazancı mal elden gidince gider. Âlimin sevgisi kendisine boyun eğilen bir dinin bizden istediğidir. O’na itaat Allah’ın bir emridir. Âlim öldükten sonra bile hayırla yâd edilip, unutulmayacak bir hayat sahibidir. İlim hâkimdir, mal ise hükme konu olandır.
Canlı oldukları halde mal biriktirenler ölüdürler. Âlimler ise zaman devam ettiği sürece yaşamaya devam ederler. Kendileri yok olsalar bile benzerleri kalplerde mevcut olmaya devam eder.
(Eliyle göğsüne işaret ederek) Keşke buradaki ilmi taşıyabilecek insanları bulabilseydim!” (İbnü’l-Cevzi Minhacü’l-Kasidîn)
“Ya Eyyühellezine amenü/Ey İman edenler” hitabı, Sahabe’yi dikkat kesen bir hitaptı. Bu hitap Kur’an içerisinde 88 yerde geçmektedir.
“Yüce Allah’ın ‘Ey iman edenler’ çağrısını duyduğun zaman kulaklarını aç ve can kulağıyla onu dinle. Çünkü bu çağrıdan sonra O, ya hayırlı bir işi sana emrediyordur, ya da seni kötü bir şeyden sakındırıyordur. ” (Suyutû, el-İtkân, c. 2, s. 43; İbn Kesîr, Tefsîr, c.1, s.148)
“Ey iman edenler! İman edin! Allah’a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği Kitab’a ve daha önce indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve kıyamet gününü inkâr ederse tam manasıyla sapıtmıştır.” (Nisa, 136)
“Ey İman Edenler! İman edin!” emrinin en temel mesajlarını şöyle anlayabiliriz:
1. İman ettiğiniz değerlere tam anlamı ile güvenin ve tüm şüpheleri izale edin.
2. İman hakikatlerini iyice öğrenin ve içselleştirin.
3. İmanlarınızı taklidi imandan, tahkiki imana yükseltin.
4. İmanlarınızı kemale erdirme yolunda gayret içerisinde olun.
5. İmanın size yüklediği sorumlulukları eksiksiz yerine getirmeye çalışın.
6. İmanınıza asla şirki bulaştırmayın ve her alanda tevhidi hâkim kılın.
7. İmanlarınıza pazarlık karıştırmayın, ecir ve mükâfatınızı sadece Allah’tan bekleyin.
8. İmanınızı hayatınızın tamamına yayın; Allah’a ait alanları parçalayıp, bölmeyin.
9. İmanlarınız üzerinde sebat edin ve her gün, her an yenilemeyi unutmayın.
10. İmanınızı kaybetme endişesini son nefesinize kadar diri tutun.
“Teâlâ nu’min saaten/Gel bir saat Rabbimize iman edelim.”
“Bedevîler «İnandık» dediler. De ki: Siz iman etmediniz, ama «Boyun eğdik» deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi. Eğer Allah’a ve elçisine itaat ederseniz, Allah işlerinizden hiçbir şeyi eksiltmez. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (Hucurat, 14)
“Müminler ancak Allah’a ve Resûlüne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerdir. İşte doğrular ancak onlardır.” (Hucurat, 15)
“Ey iman edenler, Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman (karşınızdakini) iyi anlayıp dinleyin. Size selam verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek “Sen mümin değilsin” demeyin. Allah katında çok ganimetler vardır. Önceden siz de böyle iken Allah size lutfetti, o halde iyi anlayıp dinleyin. Şüphesiz Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” (Nisa 94)
“Ey Resûl! Kalpleri inanmadığı halde ağızlarıyla “inandık” diyenler ile küfre koşanlar seni üzmesin. Onlar yalana kulak tutanlar, sana gelmeyen diğer topluluğa kulak verenlerdir…” (Maide, 41)
“Hem bilin ki, içinizde Allah’ın elçisi vardır. Şayet o, birçok işlerde size uysaydı, sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah size imanı sevdirmiş ve onu gönüllerinize sindirmiştir. Küfrü, fıskı ve isyanı da size çirkin göstermiştir. İşte doğru yolda olanlar bunlardır.” (Hucurat, 7)
“Allah’ım! Bizlere imanı sevdir ve onu kalplerimizin ziyneti kıl. Küfrü, fıskı/her türlü çirkinliği, taşkınlığı ve yine sana karşı isyanı ise bize kerih göster. Bizleri aklî olgunluğa ermiş olanlardan eyle.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/424)
Ne yaparsak imanın tadını elde edebiliriz.
1. Allah ve Resulü’nü her şeyden ama her şeyden daha fazla seversek
2. Kimi seversek sevelim, sevdiklerimizi sadece ve sadece Allah için seversek
3. İman ettikten sonra tekrar küfre dönmeyi, ateşe/cehenneme atılır gibi kerih görürsek
Bu üç tespitin dayanağı tek bir hadistir. Enes b. Malik’in rivayet ettiği bu hadiste, Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur: “Üç şey kimde bulunursa o, imanın tadını almış demektir: Allah ve Resulü’nü her şeyden ama her şeyden daha fazla sevmek; sevdiğini sadece ve sadece Allah için sevmek; iman ettikten sonra tekrar küfre dönmeyi, ateşe/cehenneme atılıyor gibi kerih görmek.” (Buhârî, Îmân 9, 14, İkrah 1, Edeb 42; Müslim, Îmân 67.Ayrıca bk. Tirmizî, Îmân 10)
4. Kadın olarak kocasının meşru olan taleplerini yerine getirme hususunda hassas olursak
Bu konuda uzunca bir hadis bize nakleden Muaz b. Cebel, rivayetin sonunda Efendimiz’in (sas) şöyle buyurduğunu söyler: “Bir kadın kocasının meşru isteklerini yerine getirmedikçe asla imanın tadına erişemez.” (Hâkim, el-Müstedrek, c. 4, s. 190)
5. Haklı olmamıza rağmen tartışmaları devam ettirmeyip bırakırsak
6. Şaka da olsa yalana kapı açmayıp, doğruluktan asla taviz vermezsek
7. Allah’tan gelen her bela ve musibete rıza gösterip sabır edersek
Bu üç tespitinde kaynağı yine tek bir hadistir. Abdullah b. Mes’ud rivayet ediyor, Efendimiz (sas) buyurmuşlardır ki: “Üç haslet vardır ki bunlar kimde bulunursa imanın tadını tatmış olur: Haklı olduğu halde tartışmayı bırakmak, şakada olsa yalan söylememek, başına gelen bir belanın illede daha önce yaptığı bir hata nedeni ile olmadığını veya yaptığı bir hatanın sebebiyle başına bir bela geleceği korkusuna kapılmamak!” (Taberani, Mu’cemü’l-Kebir, c. 9, s. 157)
8. Harama bakmayı terk eder, helal daire ile yetinirsek
Abdullah b. Mes’ûd rivayet ediyor, Rasulullah (sas) şöyle buyurmuştur: “Rabbim şöyle buyurdu: “Harama bakmak şeytanın oklarından zehirli bir oktur. Kim benim korkumdan dolayı harama bakmayı terk ederse, onun kalbine tadını çokça hissedeceği bir iman veririm.” (Taberani, Mu’cemü’l-Kebir, c. 10, s. 173)
9. Her ne durumda olursa olsun Allah’tan ve Resulü’nden razı olursak
Efendimiz’in (sas) amcası Abbas b. Abdülmuttalib rivayet ediyor, diyor ki: “Ben Resulullah’tan şunu işittim. O (sas) dedi ki: “Kim Rab olarak Allah’tan, din olarak İslam’dan, Resul olarak Muhammed’den razı olursa imanın tadına erer.” (Müslim, Kitabü’l-İman, 11)
10. Kadere iman konusunda selim bir çizgiyi tesis eder ve onu sonuna kadar korursak
“Bir adam kadere iman etmedikçe, ölüme ve öldükten sonra dirilmeye inanmadıkça asla imanından bir tat/lezzet alamaz.” (Taberani, Mu’cemü’l-Kebir, c. 9, s. 157)
http://www.siyertv.com/ey-iman-edenler-gelin-iman-edelim/
Dersten Notlar
Ey İman Edenler! Gelin İman Edelim!
“Ben ilim şehriyim; Ali ise kapısıdır.” (el- Cami’us-Sağir 1/415, Sevaiku’l-Muhrika 73; Tehzibu’t-Tehzib 6/320; Müstedrek-i Hâkim 3/126)
“Ben hikmet eviyim. Ali de onun kapısıdır.” (Tirmizî)
Hz. Ali’nin üç önemli talebesi vardır, kendi Ehli Beyt’inin dışında…
Abdurrahman es-Sülemî – Kıraat Alanında
Ebû Esved ed-Düvelî– Sarf-Nahiv, Dil Alanında
Kumeyl b. Ziyad en-Nehâî – Diğer ilimlerde; Hadis-Tefsir ve diğer alanlarda…
Kümeyl b. Ziyâd en-Nehaî şöyle anlatıyor: “Ali b. Ebî Tâlib radıyallahu anh elimden tutup beni çöle doğru çıkardı. İyice ıssız bir yere gelince oturdu, sonra derinden nefes alıp vererek iç çekti ve şöyle dedi: “Ey Kümeyl! Kalpler birer kaptır ve onların en hayırlısı içerisindekini en iyi muhafaza edenidir. Şimdi sana söyleyeceklerimi iyi muhafaza et! İnsanlar üç çeşittir: Rabbani âlimler, kurtuluş yolunda olan ilim öğrenen kimseler ve düşük ahlaklı, sefih, herkesin peşinden giden, esen rüzgâra göre yön değiştiren, ilim nuruyla aydınlanmayıp sağlam bir yere sığınmamış olanlardır.
İlim maldan hayırlıdır. İlim seni korur, sen ise malı korursun. Mal harcamakla eksilir. Oysa ilim harcamakla çoğalır. Malın getirisi ve kazancı mal elden gidince gider. Âlimin sevgisi kendisine boyun eğilen bir dinin bizden istediğidir. O’na itaat Allah’ın bir emridir. Âlim öldükten sonra bile hayırla yâd edilip, unutulmayacak bir hayat sahibidir. İlim hâkimdir, mal ise hükme konu olandır.
Canlı oldukları halde mal biriktirenler ölüdürler. Âlimler ise zaman devam ettiği sürece yaşamaya devam ederler. Kendileri yok olsalar bile benzerleri kalplerde mevcut olmaya devam eder.
(Eliyle göğsüne işaret ederek) Keşke buradaki ilmi taşıyabilecek insanları bulabilseydim!” (İbnü’l-Cevzi Minhacü’l-Kasidîn)
“Ya Eyyühellezine amenü/Ey İman edenler” hitabı, Sahabe’yi dikkat kesen bir hitaptı. Bu hitap Kur’an içerisinde 88 yerde geçmektedir.
“Yüce Allah’ın ‘Ey iman edenler’ çağrısını duyduğun zaman kulaklarını aç ve can kulağıyla onu dinle. Çünkü bu çağrıdan sonra O, ya hayırlı bir işi sana emrediyordur, ya da seni kötü bir şeyden sakındırıyordur. ” (Suyutû, el-İtkân, c. 2, s. 43; İbn Kesîr, Tefsîr, c.1, s.148)
“Ey iman edenler! İman edin! Allah’a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği Kitab’a ve daha önce indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve kıyamet gününü inkâr ederse tam manasıyla sapıtmıştır.” (Nisa, 136)
“Ey İman Edenler! İman edin!” emrinin en temel mesajlarını şöyle anlayabiliriz:
1. İman ettiğiniz değerlere tam anlamı ile güvenin ve tüm şüpheleri izale edin.
2. İman hakikatlerini iyice öğrenin ve içselleştirin.
3. İmanlarınızı taklidi imandan, tahkiki imana yükseltin.
4. İmanlarınızı kemale erdirme yolunda gayret içerisinde olun.
5. İmanın size yüklediği sorumlulukları eksiksiz yerine getirmeye çalışın.
6. İmanınıza asla şirki bulaştırmayın ve her alanda tevhidi hâkim kılın.
7. İmanlarınıza pazarlık karıştırmayın, ecir ve mükâfatınızı sadece Allah’tan bekleyin.
8. İmanınızı hayatınızın tamamına yayın; Allah’a ait alanları parçalayıp, bölmeyin.
9. İmanlarınız üzerinde sebat edin ve her gün, her an yenilemeyi unutmayın.
10. İmanınızı kaybetme endişesini son nefesinize kadar diri tutun.
“Teâlâ nu’min saaten/Gel bir saat Rabbimize iman edelim.”
“Bedevîler «İnandık» dediler. De ki: Siz iman etmediniz, ama «Boyun eğdik» deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi. Eğer Allah’a ve elçisine itaat ederseniz, Allah işlerinizden hiçbir şeyi eksiltmez. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (Hucurat, 14)
“Müminler ancak Allah’a ve Resûlüne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerdir. İşte doğrular ancak onlardır.” (Hucurat, 15)
“Ey iman edenler, Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman (karşınızdakini) iyi anlayıp dinleyin. Size selam verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek “Sen mümin değilsin” demeyin. Allah katında çok ganimetler vardır. Önceden siz de böyle iken Allah size lutfetti, o halde iyi anlayıp dinleyin. Şüphesiz Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” (Nisa 94)
“Ey Resûl! Kalpleri inanmadığı halde ağızlarıyla “inandık” diyenler ile küfre koşanlar seni üzmesin. Onlar yalana kulak tutanlar, sana gelmeyen diğer topluluğa kulak verenlerdir…” (Maide, 41)
“Hem bilin ki, içinizde Allah’ın elçisi vardır. Şayet o, birçok işlerde size uysaydı, sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah size imanı sevdirmiş ve onu gönüllerinize sindirmiştir. Küfrü, fıskı ve isyanı da size çirkin göstermiştir. İşte doğru yolda olanlar bunlardır.” (Hucurat, 7)
“Allah’ım! Bizlere imanı sevdir ve onu kalplerimizin ziyneti kıl. Küfrü, fıskı/her türlü çirkinliği, taşkınlığı ve yine sana karşı isyanı ise bize kerih göster. Bizleri aklî olgunluğa ermiş olanlardan eyle.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/424)
Ne yaparsak imanın tadını elde edebiliriz.
1. Allah ve Resulü’nü her şeyden ama her şeyden daha fazla seversek
2. Kimi seversek sevelim, sevdiklerimizi sadece ve sadece Allah için seversek
3. İman ettikten sonra tekrar küfre dönmeyi, ateşe/cehenneme atılır gibi kerih görürsek
Bu üç tespitin dayanağı tek bir hadistir. Enes b. Malik’in rivayet ettiği bu hadiste, Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur: “Üç şey kimde bulunursa o, imanın tadını almış demektir: Allah ve Resulü’nü her şeyden ama her şeyden daha fazla sevmek; sevdiğini sadece ve sadece Allah için sevmek; iman ettikten sonra tekrar küfre dönmeyi, ateşe/cehenneme atılıyor gibi kerih görmek.” (Buhârî, Îmân 9, 14, İkrah 1, Edeb 42; Müslim, Îmân 67.Ayrıca bk. Tirmizî, Îmân 10)
4. Kadın olarak kocasının meşru olan taleplerini yerine getirme hususunda hassas olursak
Bu konuda uzunca bir hadis bize nakleden Muaz b. Cebel, rivayetin sonunda Efendimiz’in (sas) şöyle buyurduğunu söyler: “Bir kadın kocasının meşru isteklerini yerine getirmedikçe asla imanın tadına erişemez.” (Hâkim, el-Müstedrek, c. 4, s. 190)
5. Haklı olmamıza rağmen tartışmaları devam ettirmeyip bırakırsak
6. Şaka da olsa yalana kapı açmayıp, doğruluktan asla taviz vermezsek
7. Allah’tan gelen her bela ve musibete rıza gösterip sabır edersek
Bu üç tespitinde kaynağı yine tek bir hadistir. Abdullah b. Mes’ud rivayet ediyor, Efendimiz (sas) buyurmuşlardır ki: “Üç haslet vardır ki bunlar kimde bulunursa imanın tadını tatmış olur: Haklı olduğu halde tartışmayı bırakmak, şakada olsa yalan söylememek, başına gelen bir belanın illede daha önce yaptığı bir hata nedeni ile olmadığını veya yaptığı bir hatanın sebebiyle başına bir bela geleceği korkusuna kapılmamak!” (Taberani, Mu’cemü’l-Kebir, c. 9, s. 157)
8. Harama bakmayı terk eder, helal daire ile yetinirsek
Abdullah b. Mes’ûd rivayet ediyor, Rasulullah (sas) şöyle buyurmuştur: “Rabbim şöyle buyurdu: “Harama bakmak şeytanın oklarından zehirli bir oktur. Kim benim korkumdan dolayı harama bakmayı terk ederse, onun kalbine tadını çokça hissedeceği bir iman veririm.” (Taberani, Mu’cemü’l-Kebir, c. 10, s. 173)
9. Her ne durumda olursa olsun Allah’tan ve Resulü’nden razı olursak
Efendimiz’in (sas) amcası Abbas b. Abdülmuttalib rivayet ediyor, diyor ki: “Ben Resulullah’tan şunu işittim. O (sas) dedi ki: “Kim Rab olarak Allah’tan, din olarak İslam’dan, Resul olarak Muhammed’den razı olursa imanın tadına erer.” (Müslim, Kitabü’l-İman, 11)
10. Kadere iman konusunda selim bir çizgiyi tesis eder ve onu sonuna kadar korursak
“Bir adam kadere iman etmedikçe, ölüme ve öldükten sonra dirilmeye inanmadıkça asla imanından bir tat/lezzet alamaz.” (Taberani, Mu’cemü’l-Kebir, c. 9, s. 157)
http://www.siyertv.com/ey-iman-edenler-gelin-iman-edelim/
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)