19 Ağustos 2017 Cumartesi

İLMİHAL: MELEKLERE İMAN -9-


50- Melekler ruh gibi lâtif ve nuranî varlıklar olup asıl vasıfları Allah tarafından bilinen ve büyük sahib olan Allah'ın kullarıdır. Meleklerin bir kısmı daima ibadet ve zikirle uğraşır. Bir kısmı da yer ve göklerde pek çok görevlerle meşgul olurlar.
Melekler yemekten, içmekten, evlenmekten, doğup doğurmaktan beridirler. Değişik şekillere girmeye kaabiliyetleri vardır. Yüce Allah'ın emirlerine asla isyan etmezler. Görevlerini emredildikleri şekilde aynen yaparlar. Kıyamete kadar kudsiyet içinde yaşayıp manevi bir zevk ile vakit geçirirler.

51- Müminler meleklerin varlığına iman etmekle yükümlüdürler. Onların varlığı aslında mümkün olan şeydir. Gerçekte varlıkları ise, bütün Peygamberler ve onlara verilen Kitablar tarafından bildirilmiştir. Artık melekleri inkar, bütün peygamberleri ve kitabları inkat etmek sayılacağından onları inkar asla caiz olmaz. Bundan dolayıdır ki, öteden beri meleklerin varlığına bütün milletler iman edegelmiştir. Onun için meleklere iman etmek, bizim dinimizde de şarttır.

52- Meleklerin varlığını bütün peygamberler ve bütün semavî kitablar haber vermişlerdir. Bu alemde bizim bildiğimiz ve nice bilmediğimiz gizli-aşikar yaratıklar vardır. Bugün varlıkları keşfedilmiş veya henüz keşfedilmemiş nice kuvvetler mevcuttur. Hatta akıl ve şuura sahip olup gözle görülmeyen "Cin" adlı yaratıklar vardır. Onların varlığını peygamberler ve kitablar bildirmiştir. Onların da insanlar gibi bir kısmı mü'min, bir kısmı kafirdir.

Akla ve şuura, kuvvet ve kudrete sahib varlıkların yalnız insanlardan olduğunu söylemek, koca kainatın yaratıcısı olan Yüce Allah'ın kudret ve büyüklüğünü düşünmemekten ileri gelir. Bir şey gözle görülmediğinden ve duygularımızla anlaşılmadığından dolayı o inkar edilemez. Nitekim kendi ruhumuzu ve vicdanımızı görmediğimiz halde bunları inkar edemiyoruz.

Bu kainatın büyüklüğü karşısında küçük bir parça yerinde sayılan yeryüzünde cins ve şekilleri anlatılamayacak kadar canlı varlıklar yaşamakta iken, başka bildiğimiz ve bilmediğimiz alemlerde bizim yaratılışımıza aykırı biçimde akıllı ve şuurlu yaratıkların bulunmadığı nasıl söylenebilir?

Meleklerin Varlığındaki Hikmet

53- Meleklerin yaratılışındaki hikmeti tamamıyla ancak Yüce Allah bilir. Biz şunu söyleyebiliriz: Yüce Allah, kudret ve hikmetine son olmayan bir yaratıcıdır. Nice sayısız alemler yaratmıştır. Yüce Allah kendi varlığını bilsinler ve kendine ibadet etsinler diye, insanları ve cinleri yarattığı gibi, melekleri de yaratmıştır. Bunları da alemde birtakım görevlerle görevlendirmiştir. Böylece kainatın düzenini sağlamıştır. Bu sayede Yüce Allah'ın her varlık üzerinde büyük kudreti görülüyor, her şey O'nun varlığına şahid bulunuyor, insan kendi varlığının daima üstün ve gizli kuvvetler tarafından göz altında bulunduğunu düşünerek uyanık bir halde yaşıyor.

54- Cebrail, Mikâil, Azrail ve İsrafil adında dört melek vardır. Bunlar meleklerin en büyükleridir. Bunların yanında birçok melekler daha bulunur. Cebrail (Cibril) aleyhisselam, Yüce Allah'ın kitablarını peygamberlere getirip tebliğ etmekle görevlidir. Mikâil aleyhisselam, yeryüzündeki rüzgar, yağmur, ekin ve benzeri olayların meydana gelmesi için görevlendirilmiştir. Azrail aleyhisselam, insanların ölme (ecel) vakitleri gelince ruhlarını almak için görevlidir. İsrafil aleyhisselam da, kıyamet gününün kopmasına ve öldükten sonra bütün insanların tekrar dirilmesine memur edilmiştir. Kimbilir bunların daha nice görevleri vardır!...

Ayrıca Hafeze ve Kiramen Katibin denilen melekler vardır. Bunlardan her insanın yanında iki melek bulunur. Biri insanın güzel işlerini, diğeri de yaptığı kötü işleri yazar. Bu şekilde insanın amel defterini meydana getirirler.
İşte her şeyi muhakkak bir hikmete bağlı olarak yaratmış olan Yüce Allah, melekleri de, bu gibi görevleri yapmak ve kendi adaletini tanıtmak, kudret ve hakimiyetini göstermek için hikmeti gereği yaratmıştır.

"Senin Rabbin her şeyi bilen yaratıcıdır." (Hicr: 86)


Ö.NASUHİ BİLMEN


http://www.tahavi.com/ilmihal/itikat.html

18 Ağustos 2017 Cuma

İLMİHAL: SEMAVİ KİTAPLARA İMAN-8-


40- Yüce Allah, insanlara yine insanlardan Peygamberler göndermiştir. Bu peygamberlerden bir kısmına da kendi emirlerini ve yasaklarını, kendisine ibadet şekillerini öğreten kitaplar indirmiştir.

Bu kitaplardan bir kısmına "Suhuf" denir. Bunlar birkaç sayfalık kitablardır. Kitablardan dördü de büyük kitaplardır. İnişleri şöyledir:

On sahife Hazret-i Âdem'e, elli sahife Hazret-i Şit'e, otuz sahife Hazret-i İdris'e, on sahife Hazret-i İbrahim'e verilmiştir diye rivayet edilir.

Büyük kitaplara gelince: Tarih sırasına göre bunlardan birincisi Hazret-i Mûsa'ya verilen Tevrat'tır. İkincisi Hazret-i Davud'a verilen Zebûr'dur. Üçüncüsü Hazret-i İsa'ya verilen İncil'dir. Dördüncüsü de, bizim Peygamberimize (sav.) verilen Kur'an'dır.

Yüce Allah bu kitabları vahy yolu ile göndermiştir. Ya Cibril-i Emin adındaki bir melek aracılığı ile bildirmiş yahut başka bir şekille ilham etmiştir. Bu kitablara "İlahi Kitablar" denildiği gibi, taşıdıkları yüksek vasıftan dolayı "Semavi Kitaplar" ve Cibril-i Emin aracılığı ile indirilmiş olduklarından da "Münzel Kitaplar" denir.

41- Yüce Allah'ın bütün kitablarına iman etmek her mü'min için farzdır. Biz bugün diğer milletlerin ellerinde bulunup da semavi oldukları söylenen kitablara değil de, Allah'ın aslen Peygamberlerine göndermiş olduğu kitabların tümüne iman ederiz. Çünkü Kur'an'dan başka olan kitablar değişikliğe uğramışlardır. Kur'an-ı Kerim'in hiç bir sözü zamanımıza kadar değişmediği gibi, kıyamete kadar da değişmeyecektir; çünkü Allah onu değişiklikten koruyacağını yine Kur'an'da bildirmiştir.

Bütün semavi kitaplar insanlar için birer rahmet olmuşlar ve hak yolu göstermişlerdir. Onun için hepsine iman etmek zorundayız. Bu kitablardan herhangi birini inkar etmek hepsini inkar demektir. Gerçek mü'min o kimsedir ki, Yüce Allah'ın bütün kitablarına inanır. Yüce Allah'ın en son kitabı olan Kur'an-ı Kerim'e sarılır ve onun hükümlerini gözetmeye çalışır.

42- Bugün Kur'an-ı Kerim'den başka diğer Semavi kitaplar tüm olarak yeryüzünde mevcut değildir. Aradan asırlar geçmiş ve birçok milletler tarihe karışmış olduğundan kitabların bir çoğu tamamen kaybolmuş, bir kısmı da büyük değişikliklere uğrayarak İlahî vasıflarını kaybetmişlerdir.

Bugün elde bulunan Tevrat, Zebûr ve İncil nüshalarından hiç biri, Yüce Allah'ın Mûsa'ya, Davut'a ve İsa'ya indirmiş olduğu kitabların aynı değildir. Ancak Kur'an-ı Kerim asliyyetini olduğu gibi korumaktadır, bir kelimesi bile değişikliğe uğramamıştır.

43- Kur'an-ı Kerim'in bütün ayetleri, daha başlangıcında bizzat Hazret-i Peygamber Efendimiz (sav) tarafından ezberlenmiş olduğu gibi, ashabın birçokları tarafından da ezberlenmiş ve yazılmıştı. Hazret-i Peygamberin (sav) ahirete göçmesinden sonra Hazret-i Ebu Bekir, bütün ashab-ı kiram huzurunda Kur'an'ın birer nüshasını yazdırarak onu değişiklikten korumuştu. Hazret-i Osman'ın halifeliği zamanında da bu asıl kitabdan yeterince yazdırılarak büyük İslâm merkezlerine birer nüsha gönderilmişti. Bunların her birine "Mushaf-ı Şerif" adı verilmiştir. Daha sonra bütün Mushaflar bu asıllara göre aynen yazılagelmiştir.

Her asırda yüzbinlerce Mushaf-ı Şerif yazılmış. Ayrıca Kur'an-ı Kerim'i baştan sona ezberleyen binlerce hafız yetişmiştir. Bu özellik diğer semavi kitablar arasında yalnız Kur'an-ı Kerim'e nasip olmuştur. Bu da bir hikmet gereğidir. Çünkü diğer Semavi Kitablar belli bir kavme ve belirli bir zamana ait olarak Peygamberlere indirilmişlerdi. Kur'an-ı Kerim ise, bütün insanlık alemine ve bütün asırlara mahsus olarak Peygamberimize indirilmiştir. Onun için bu kitabın Allah tarafından korunması bir hikmet gereği olmuştur.

44- Kur'an-ı Kerim'in bir ayeti bile değişikliğe uğramayarak aslı üzere kalması, öyle bir gerçektir ki, bunu bir kısım müsteşrikler (şarkiyat ilimleri ile uğraşanlar) bile insaf göstererek doğrulamaktadır. Bunun aksini iddia edenler, müslümanlık aleyhine propaganda yapan siyasi maksadlı ve körü körüne batıla saplanmış kimselerdir. Bugün Kur'an-ı Kerim her yabancı dile tercüme edilmiş durumdadır. Bu diller arasında Türkçe, Farsça, Hindçe, Almanca, Fransızca, İngilizce, Rusça, Felemenkçe ve Çince'ye tercüme edildiği gibi, Cava, Bengal ve Malaya dillerinde de tercümeleri vardır.

Sonuç olarak, bugün Kur'an-ı Kerim'in İlahi ifadeleri bütün beşeriyetin kulaklarına çarpıp durmaktadır. İnsanlığı bir kardeşlik, bir selamet ve mutluluk üzere toplanmaya çağırmaktadır.

"Kur'an bütün alemler için bir uyarıcı, bir zikirdir." (Kalem: 52)

Semavi Kitaplara Olan İhtiyaç

45- Varlıkları ile insanlık alemine şeref vermiş olan Peygamberler, çok önemli olan elçilik ve peygamberlik görevini yerine getirebilmek için, kendilerine Yüce Allah tarafından talimat verilmiş olması gerekir. İşte bu talimat, Peygamberlere Semavi kitaplarla verilmiştir.

Semavi kitaplar, Yüce Allah'ın insanlar üzerinde uygulanacak birer kutsal kanunudur. Allah, insanlara haklarını ve görevlerini bu kanunlar yolu ile bildirmiştir. Peygamberlerin dünyadaki hayatları geçicidir. Peygamberlerin ümmetlerine bildirdikleri İlahi hükümlerin devamı, ancak bu kitablar sayesinde mümkün olmuştur. Eğer bu kitablar olmasaydı, insanlar yaratılışlarındaki hikmetten, üzerlerine düşen görevlerden, kavuşacakları ahiret nimetlerinden ve felaketlerinden habersiz kalırlardı. Yaşayışlarını düzene sokacak İlahi prensiplerden mahrum kalırlardı. Özellikle kutsal ayetleri okumak, onlara ibadet etmek, onlardan öğüt almak ve onlarla gerçeği anlayıp tehlikeli görüşlerden kurtulmak şerefinden ve mutluluğundan uzak kalmış olurlardı.

İşte Semavi kitaplara, taşıdıkları bu yüksek gaye ve hikmetlerden dolayı insanlık aleminin pek ziyade ihtiyacı olmuştur. Bu ihtiyacı karşılamak için de, bu kutsal kitablar insanlara ihsan buyurulmuştur.

Kur'ân'ın Nasıl Bir İlâhi Kitap Olduğu

46- Kur'an-ı Kerîm, yukarda da söylediğimiz gibi, Yüce Allah'ın yeryüzüne şeref veren en kutsal kitabıdır. Bu öyle bir kitabdır ki, insanlar ancak onun gösterdiği yolda yürüdükleri takdirde mutluluğa kavuşurlar ve Allah'ın rızasına ererler. İnsanlar arasında her türlü iyi duygular ilerleyip yükselmeye başlar, kardeşlik ve beraberlik meydana gelir.

Kur'an-ı Kerîm'in hem manası ve hem de lafızları Allah'dandır. Yüce Allah'ın vahyi iledir. Vahy Cibril-i Emin aracılığı ile peygamberimize olmuştur. Onun için Yüce Kur'an'ın manası ile amel edilir. Kur'an müslümanların değişmez kanunudur. Lafızları da bir ibadet olmak üzere okunur, onunla sevab kazanılır. Bu lafızlar sayesinde Kur'an'ın manası anlaşılır, ruhlara tesir eder ve onunla Allah'ın rızası kazanılır.

47- Kur'an-ı Kerîm hiç bir kitaba benzemez. Onun manasını hiç kimse değiştiremez, lafzının yerine başka bir söz konamaz ve hiç bir tercüme de Kur'an hükmünü alamaz.

Kur'an-ı Kerîm ebedî kalacak bir mucizedir. Bunun edebî inceliklerine, güzel ifadesine ve taşıdığı manalara bir nihayet yoktur. Bütün insanlar ve cinler bir araya toplansa, en kısa bir sûresinin bile benzerini yapamazlar. Bu bakımdan da Kur'an-ı Kerîm asırlardan beri bütün aleme meydan okumaktadır. Edebî sanat ve kabiliyetlerine güvenen nice kimseler, onun kısa bir sûresinin benzerini yapmaktan aciz kalmışlardır. Buna güçleri yetmediğini de kabullenmişlerdir. Bu durum da Kur'an'ın Allah'ın bir mucizesi olduğuna en sağlam ve değişmez bir delildir.

48- Kur'an-ı Kerîm'in ruhlar üzerindeki tesirine gelince, buna da bir nihayet yoktur. Kur'an-ı Kerîm'in ayetlerini güzelce anlayarak okuyan ve dinleyen temiz kalbli insan, kendinden geçer. dimağında pek çok yüksek duygular uyanır ve ruhu maneviyat alemine yükselir. O manevî duygunun tesirinden de gözlerinden yaş dökülmeye başlar.

Bir bahar mevsiminde yağan yağmurların ve parlayan güneş ışınlarının kurumuş olan bitkileri canlandırması gibi, Kur'an-ı Kerîm'in ifadeleri de anlayışlı kalbler üzerinde çok daha büyük tesirler yapar. Gönüllere yeni bir hayat ve ferahlık verir. Böylece insanı hem dünyasından, hem de ahiretinden haberdar eder, sonsuz bir varlığa ve mutluluğa kavuşturur.

"Biz Kur'an'dan mü'minlere şifa ve rahmet indiriyoruz." (İsra: 82)

Kur'an-ı Kerimin Taşıdığı Gerçekler

49- Kur'an'ın insanlara bildirdiği emirler ve yasaklar, açıkladığı hikmet ve gerçekler pek çoktur. Bunlar temel olarak inançlara, ibadetlere, muamelata, ahlaka, Allah'ın Yüce kudretini gösteren üstün san'at eserlerine, ibret alınacak olaylara ve diğer şeylere aittir. Bunları şu şekilde özetleyebiliriz:

1) Kur'an-ı Kerim, insanlara Yüce Allah'ın varlığını, birliğini, büyüklüğünü, hikmetlerini ve kudsiyetini bildirir. Öyle ki, felsefi görüşlere sahib olanların parlak sözleri onun yanında pek sönük kalır.

2) Kur'an-ı Kerim, insanları ilim ve irfana, ibretle bakıp düşünmeye çağırır. Gaflet içinde yaşamaktan insanları engeller. İnsanlara, Yüce Allah'ın hikmet ve kudretini gösteren büyük eserlerine bakmalarını öğütler.

3) Kur'an-ı Kerim, önceki devirlerde insanlara gönderilmiş olan peygamberlerin bir kısmı ile ilgili bilgi verir. Yüksek görevlerini nasıl başardıkları ve bu görevler uğrunda ne kadar zorluklara katlandıklarını bildirir. Bütün insanların son Peygambere uymalarını emreder.

4) Kur'an-ı Kerim, geçmiş ümmetlere ait ders alınacak en büyük ibret sahnelerini ve tarihi olayları bildirir. İnsanları bunlardan ibret almaya çağırır. Peygamberlere karşı çıkıp isyan eden günahkar kavimlerin çok korkunç akıbetlerini haber verir.

5) Kur'an-ı Kerim, insanlara daima uyanık bir ruha sahib olmalarını ve Hak'dan gafil bulunmamalarını emreder. Nefislerin arzularına uyarak din ve faziletten yoksun kalmamalarını öğütler. Dünyanın maddi yarar ve zevklerine dalıp da, manevi hazlardan ve ahiret nimetlerinden mahrum kalmanın büyük bir felaket olacağını bildirir.

6) Kur'an-ı Kerim, müslümanlara, dinlerine sımsıkı sarılmalarını ve daima hakkı savunmalarını öğütler. Düşmanlarına karşı da, daima kuvvetli bulunmalarını, her türlü korunma vasıtalarını hazırlamak için çalışmalarını hatırlatır. Gerektiği zaman savaş meydanlarına atılmalarını, din ve namuslarını, yurdlarını, maddi ve manevi varlıklarını hem canları hem de malları ile korumalarını emreder.

7) Kur'an-ı Kerim, medeni ve sosyal hayatın bir düzen ve huzur içinde yürümesi için gereken esasları ve kuralları bildirir. İnsanların birtakım hak ve görevleri korumalarını ve gözetmelerini ister.

8) Kur'an-ı Kerim, hem şahıslara, hem de cemiyetlere, selamet içinde kalmaları için adaleti, doğruluğu, alçak gönüllü olmayı, sevgiyi, merhameti, iyilik etmeyi, bağışlamayı, edeb gözetmeyi, eşitliği ve bu gibi yüksek huyları tavsiye eder. İnsanları zulümden, hainlik etmekten, büyüklenmekten, cimrilikten, intikam duygularından, katı yürekli olmaktan, çirkin söz ve işlerden, zararlı olan içki ve yiyeceklerden alıkor. Yapılması, yenip içilmesi helal veya haram olan şeyleri bildirir.

9) Kur'an-ı Kerim, Yüce Allah'ın bu alem için koymuş olduğu tabiî kanunları hiç kimsenin değişteremeyeceğini anlatır. Herkesin bu kanunlara göre davranışlarını ayarlamaları gereğine işaret eder. İnsanlara, çalışmalarının meyvesinden başka birşey elde edemeyeceklerini hatırlatır. İnsanları çalışıp çabalamaya teşvik eder.

10) Kur'an-ı Kerim, Yüce Allah'ın: "Yapınız - Yapmayınız" diye emirlerini ve yasaklarını benimseyip gereğince hareket eden mü'minler için verilecek dünya ve ahiret nimetlerini ve elde edecekleri başarıları müjdeler. İman etmeyenlere de hazırlanmış bulunan kötü akıbetleri, Cehennemin azab şekillerini hatırlatır. Kur'an-ı Kerim, bütün bu açıklamaları ile insanları, yaratılışlarındaki yüksek gayeden haberdar ederek ona iletmek ister.

Sonuç: Kur'an'ın ifadesi bir mucizedir. Bu gibi daha nice hikmet ve gerçekleri içinde toplamıştır. İnsanlık alemi ne kadar yükselirse yükselsin, hiç bir zaman Kur'an'ın yüksek talimatı dışında kalamaz. Kur'an'ın talimatına (gösterdiği prensiplere) aykırı davranışlar ise, aslında yükselme değil, bir alçalmadır.


Ö.NASUHİ BİLMEN


http://www.tahavi.com/ilmihal/itikat.html

17 Ağustos 2017 Perşembe

İLMİHAL: PEYGAMBERLERE İMAN -7-


30- Bütün Peygamberlere iman etmek müslümanlıkta esastır. Lügat manası bakımından peygamber, haber veren kimse demektir. Dini teriminde ise, Allah Tealâ'nın kullarına dinlerini bildirmek için görevlendirdiği seçkin insanların her birine "Peygamber" denir. Bu zatlar Yüce Allah'ın birer elçisi demektir. Bunların Allah'ın Peygamberleri oldukları, kişiliklerindeki yüksek vasıflardan ve Allah tarafından kendilerine verilen mucizelerden sabit olmuştur.

31- Mucize; Başkalarının meydana getiremeyeceği olağanüstü şeylerdir. Bir peygamberin gerçek peygamber olduğunu doğrulamak için Yüce Allah o işi Peygamberinin eliyle ortaya çıkarır.

32- Keramet; Bir kısım olağanüstü işlerdir. Yüce Allah'ın kudretiyle veli kulları tarafından meydana getirilir. Bu kerametler de, o velinin bağlı bulunduğu Peygamber için bir mucize sayılır. Çünkü o Peygamber gerçek Peygamber olmasaydı, kendisine bağlı olanlardan böyle kerametler ortaya çıkamazdı.

33- Meunet-İstidraç; Peygamberlik davasına kalkışmayan ve Peygamberin sünneti üzere yürümeyen bazı bayağı kimselerden meydana çıkan ve olağanüstü bir halde görülen birtakım olaylardır ki, o şahsın büyüklüğünü göstermez ve hiç bir zaman keramet ve mucize derecesine varamaz.

Fakat yalan yere peygamberlik davasına kalkışan kimselerin elinden ne mucize, ne keramet ve ne de başka olağanüstü işler çıkar. Böyle yalancı kimselerin mucize veya harika diye meydana koyacakları şeyler, bir gözbağcılıktır veya bazi ilmî kurallara dayanan bir san'at eseridir. Bunların asıl maksadları hemen meydana çıkar. Onların yaptıklarından daha güzelini başkaları da yapabilir.

Yalan yere peygamberlik davasında bulunanların nasıl bir sonuçla karşılaştıkları, yalanlarının nasıl meydana çıktığı tarihlerde bellidir.

34- Peygamberlere Nebî de denir, Resûl de denir. Bununla beraber yeni bir kitab ve şeriatla bir ümmete gönderilmiş olan zata Resûl, başka bir Peygamberin şeriatına bağlı olarak gelen Peygambere de Nebî denmiştir. Buna Resûl veya Mürsel denmez. Nebî isminin çoğulu Enbiya'dır. Resûl'ün çoğulu Rusül'dür. Mürsel'in çoğulu da Mürselîn'dir.

35- Yüce Allah'ın ilk Peygamberi Hazret-i Âdem aleyhisselâm'dır. Son ve en büyük Peygamberi de, bizim sevgili Peygamberimiz Hazret-i Muhammed aleyhisselâm'dır. Son Peygamber olduğu için Peygamber Efendimize Hatemu'l-Enbiya (Peygamberlerin sonuncusu) denmiştir. Bu iki Peygamber arasında, sayılarını ancak Allah'ın bildiği çok Peygamber bulunmuştur. Kur'an'da bu Peygamberlerden sadece şu yirmi beş Peygamberin adı geçer:

Âdem , İdris, Nuh, Hud, Salih, İbrahim, Lût, İsmail, İshak, Yakub, Yusuf, Eyyüb, Şuayb, Musa, Harun, Davud, Süleyman, İlyas, Elyase, Zülkifl, Yunus, Zekerriya, Yahya, İsa, Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem). Bunlardan başka Kur'an-ı Kerimde adları geçen Üzeyr, Lokman ve Zülkarneynisimli üç zat daha vardır ki, bunların Peygamber veya velî oldukları ihtilaflıdır. Bunların da pek büyük kimseler olduğuna şüphe yoktur. Bu saygıdeğer peygamberlere ait bilgi, kitabımızın onuncu bölümünde verilecektir.

36- Peygamberler her türlü güzel sıfatlara sahibdirler. Onlardan her birinin varlığı bir olgunluk ve üstünlük örneğidir. Özellikle onlarda doğruluk, emanet, seziş ve anlayış, günahlardan korunmuş olma ve şeriatı tebliğ etme vasıfları vardır. Şöyle ki:

1- Peygamberler sadıktırlar; her hususta doğru sözlüdürler. Kendilerinden asla yalan çıkmaz.
2- Peygamberler emindirler. Gerek peygamberlik konusunda, gerek diğer konularda her türlü güvene sahibdirler. Kendilerinde asla hainlik bulunmaz.
3- Peygamberler son derece yüksek bir anlayışa, tam akla ve kuvvetli bir görüşe, üstün bir zekaya sahib bulunmuşlardır. Onlarda gaflet, yüksek duygu ve kavramlardan yoksunluk düşünülemez.
4- Peygamberler masumdurlar. Onlar gizli ve aşikâr her türlü günahlardan, küçük düşürücü bayağı işlerden tamamen beridirler, iffet ve ismet sahibidirler.
5- Peygamberler tebliğ sıfatına sahibdirler. Emrolundukları şeriat hükümlerini, olduğu gibi ümmetlerine bildirirler. Şeriat hükümlerinden herhangi birini saklamış veya unutmuş olmaları asla düşünülemez. Böyle bir şey peygamberlik şanına yakışmaz. Böyle bir tutum, peygamber olarak gönderildikleri hikmete ve Allah'ın iradesine uygun düşmez.

Sonuç: Bütün peygamberler şu yazdığımız beş sıfatı tamamen kendilerinde bulundurmuşlardır. Çünkü bu büyük huylara sahib olmayan kimseler, insanları aydınlatıp onlara öncü olamazlar. İşte bütün peygamberlerin böyle tanıyıp doğrulamak imanımızın sıhhatı için şarttır.

37- Peygamberlerin insanları yola getirmek ve onların kötü hallerini düzeltmek için Yüce Allah tarafından görevlendirilmiş oldukları güzelce düşünülünce, onlara iman etmenin gereği ve önemi kendiliğinden anlaşılmış olur.

Gerçek şu ki, peygamberlere iman etmek, onların yüksek huy ve vasıflarını bilip doğrulamak, onlara son derece saygılı olmak bizim için kesin bir görevdir.

Peygambelere iman etmeyen bir kimse, Yüce Allah'a iman etmemiş sayılır. Çünkü Yüce Allah'a, O'nun razı olacağı bir şekilde iman etmenin yolunu insanlara bildiren ancak peygamberlerdir. Kendi değersiz akıllarını öncü edinmek isteyenler, gerçeğe ve Allah'ın rızasına ulaşamazlar, sapıklık içinde kalırlar. Yüce Allah'ın, peygamberlere iman edilmesi yolundaki emirlerine de aykırı hareket etmiş olurlar. Bu bakımdan hidayetten yoksun kalırlar. Öyle ki, peygamberlerden yalnız birine iman etmemek, tümünü inkar etmek gibidir. Böyle bir inanç, insanı imansız yapar. Hele Allah Tealâ'nın en büyük peygamberi ve peygamberlerin sonuncusu olan Hazreti Muhammed'in (sallallahu aleyhi ve sellem) yaşadığı tarih gün gibi meydandadır, insanlar alemi tarafından bilinmektedir. Artık bugün hiç bir millet, din konusundaki bilgisizliğinden ötürü özürlü sayılamaz. Bugün her millete düşen en önemli görev, bu büyük Peygamberin dinini kabul etmektir. Onun gösterdiği doğru yola koyulmak ve kurtuluşa ermektir. Bu görev tam manası ile yerine getirilirse, insanlık alemi o zaman dünya felaketlerinden ve ahiret azabından kurtulur. Gerçek medeniyete ve ahiretin sonu olmayan mutluluğuna ermiş olur.

Peygamberlere Olan İhtiyaç

38- Bilindiği gibi, Yüce Allah, kendisinin kutsal varlığını ve birliğini bilmeleri, kendisine ibadet ve itaatta bulunmaları için insanları yaratmıştır. İnsanları diğer birçok yaratıklar arasında akıl ve düşünce ile seçkin kılmıştır. Onun için bir insan aklını güzel kullandığı takdirde, kendisini yaratıp da ona düşünüp anlama gücünü veren bir yaratıcının varlığını sezer. Kendisinin ve çevresindeki varlıkların öyle rasgele kendiliklerinden var olmadıklarını anlar. Böylece kendisinde İlahî bir düşünce doğar ve büyük bir kudret sahibi yaratıcının var olduğu inancına ulaşır.

Fakat o Yüce yaratıcıyı hiç kimse şanına uygun bir şekilde bilemez. O'nun peygamberine uymayan kimse, Allah'ın razı olmadığı ibadetlerin hangileri olduğunu kestiremez, yaratılış hikmetinin ne olduğunu anlayamaz, insanlar arasındaki ilişki ve karşılıklı hakların nelerden ibaret bulunduğunu ve görevlerin ne olduğunu gereği üzere belirleyemez. Nihayet yaratılış gayesinin dışında yürür de bundan haberi olmaz. Cehalet içinde bulunduğunun farkına varamaz. Böylece ebedî mutluluktan yoksun kaldığını anlayamaz.

Peygamberlerin varlığından haberi bulunmayan veya peygamberlerin yoluna inanmayıp gerçekleri bozarak değiştiren nice milletler sapıtmışlar, insanlığa yakışmayan hallere düşmüşlerdir. Aralarında her türlü vahşet hareketleri türemiş, insanlara, ağaçlara ve taşlara tapınıp durmuşlardır.

İşte insanları bu gibi çirkin hallerden kurtarmak, onlara din ile dünya görevlerini öğretmek ve böylece hem dünya, hem de ahiret mutluluğuna ermelerini sağlamak için Allah'ın elçileri olan peygamberlere ihtiyaç vardır.

Onun için Yüce Allah kendi ihsan ve ikramı ile insanlara peygamberler göndermiştir. Böylece insanlara karşı "İlahî hüccet" tamam olmuştur. Artık hiç kimse, "Ben görevimi bilmiyordum; onun için sana ibadet edemedim." diye özür beyan edemeyecektir. Çünkü Yüce Allah insanlara görev bildiren peygamberleri göndermiştir. Bunlar Allah'ın hüccet ve delilleridir.

39- Daha önce söylediğimiz gibi, peygamberlerin en büyüğü ve sonuncusu, bizim peygamberimiz Hazret-i Muhammed'dir (sallallahu aleyhi ve sellem). Hazret-i Muhammed, yeryüzündeki bütün milletlere gönderilmiş bir peygamberdir. Peygamberliği kıyamete kadar devam edecektir; en son peygamberdir. Onun yaymış olduğu din, bütün insanlara aittir. Onun getirdiği İslam dini, bütün insanlığın dinidir, yaratılış gayesine en uygun olan bir dindir. Her zaman için ihtiyaçlara cevab verecek olan hikmet dolu ebedî bir dindir. O mübarek peygamberin getirdiği kitab (Kur'an) tümü ile hiç bir değişikliğe uğramaksızın kıyamete kadar Allah tarafından korunmuş olacaktır.

Sonuç: Beşeriyet öteden beri peygamberlere muhtaç bulunmuştur. Peygamberlere uymaksızın hak yolu bulacağını ve Hakka ereceğini savunan bir gafile soralım: Eğer peygamberlerin varlığından habersiz bir bölgede yetişmiş bulunsaydı, kendisinde Allah'ın varlığı ve O'na karşı görevleriyle ilgili fikirler gerçek şekli ile bulunabilecek miydi? Din ve dünya işlerine ait görevleri belirleyebilecek miydi? Kendi vicdanında yüksek duygulara karşı bir çekicilik bulabilecek miydi?

Zavallı İnsan! Kendi ruhunda sönük bir şekilde parıldamaya başlayan bazı yüksek fikirlerin kendisine nereden geldiğini hiç düşünmemektedir. En kolay işlerde ve tenlerde bile bir hocaya, ustaya ve yol göstericiye insan muhtaç olur da, en önemli olan din konusunda gerçekleri öğrenmek için bir öğreticiye, bir yol göstericiye nasıl muhtaç olmaz? Doğrusu, sağduyulu hiç bir düşünür, peygamberlere olan ihtiyacı inkar edemez.

"Hiç bir ümmet yoktur ki, onlar içinden bir uyarıcı (peygamber) gelip geçmiş olmasın."
(Fatır: 24)

16 Ağustos 2017 Çarşamba

İLMİHAL:YÜCE ALLAH'A VE O'NUN SIFATLARINA İMAN-6-


12- Yukarıda yazılı olduğu üzere imanın temelini teşkil eden altı şart vardır. Bunlardan birincisi Yüce Allah'a iman etmektir. Şöyle ki: "Allah Tealâ (Yüce Allah) diye ismini andığımız şanı büyük olan Yaratıcı vardır. Eşi ve benzeri olmayan o varlık bütün kemal sıfatları ile vasıflanmıştır. Bütün noksanlıklardan beri (münezzeh) dir. Bütün âlemleri yoktan var eden O'dur. O'nun kudret ve büyüklüğüne denk hiçbir şey yoktur. Bizleri ve bizim gördüklerimizle görmediğimiz sayısız âlemleri yaratan, yetiştirip besleyen ancak O'dur.

Yüce Allah'ın "Rahman, Rahim, Halık, Rezzak, Hakîm, Rabb, Mübdî, Azîz, Gaffar, Tevvab, Hak" gibi daha birçok mübarek isimleri ve büyük sıfatları vardır. Özellikle Vücud (Varlık) sıfatı vardır. 


Bundan başka mübarek sıfatları iki kısma ayrılır. 

Bir kısmı Selbi Sıfatlar'dır ki, Kıdem, Beka, Havadise Muhalefet(hiç bir yaratığa benzer olmamak), Kıyam Bizatihi(varlığı kendiliğinden oluş), Vahdaniyet (ortağı olmamak) sıfatlarından ibaret olmak üzere beştir.

Diğer kısmı da Sübut Sıfatları dır ki, bunlar Hayat, İlim, İrade, Kudret, Semi, Basar, Kelâm, Tekvîn sıfatları olmak üzere sekizdir. Bu sıfatların hepsine birden "Kemal Sıfatları" denir.

İşte biz, böyle kemal sıfatları ile vasıflı bulunan şanı yüce bir Allah'a ve O'nun bu büyük sıfatlarına iman ederiz. Bu büyük sıfatlarla ilgili biraz bilgi vereceğiz.

13- Vücud: Allah Tealâ'nın varlığı demektir. Allah Teala'nın varlığı hakdır ve en büyük varlık O'na mahsustur. O'nun varlığı, yarattığı şeyler bakımından yaratıkların hepsinden daha açık ve zahirdir. Çünkü Yüce Allah olmasaydı, hiç bir şey olmazdı. Gerek bizim varlığımız ve gerekse herhangi bir şeyin varlığı Yüce Allah'ın varlığına birer şahiddir.

Biliyoruz ki, bu alemde hiçbir şey kendiliğinden var olacak bir durumda değildir. Bunlardan hiç biri ne kendi kendine var olabilir, ne de kendi kendine yok olabilir. Başka bir deyişle, hiç bir şey kendi kendine yokluktan varlığa gelemez. Varlıkdan da yokluğa gidemez. Hiçbir yaratık da ne bir zerreyi var edebilir, ne de onu yok edebilir. İçinde yaşadığımız bu dünya ile beraber sonsuz alemler meydana gelmiş, birbiri ardınca vücuda gelip devam etmektedir. Nice şeyler de varken yok olmuştur.

İşte bütün bunları yokluktan var eden ve sonra yok eden, kuvvet ve hikmet sahibi Yüce bir yaratıcının varlığından asla şübhe edilemez.

14- Yüce Allah'ın varlığını isbat için Kelam (Akaid) ilminde felsefe kitablarında pek çok delil yazılıdır. Bunlardan bir kısmını "Muvazzah İlm-i Kelam Dersleri" adındaki eserimizde açıklamış bulunuyoruz. Şimdi burada:

"Şüphe yok ki, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün değişmesinde akıl sahibleri için (Allah'ın varlığını, kudret ve azametini gösteren) büyük işaretler vardır."
(Ali İmran: 190) ayetini okuyup yüksek anlamını düşünmek yeterlidir.

Bu ayet-i kerîme güzelce düşünülürse, Yüce Allah'ın varlığına, kuvvet ve kudretinin büyüklüğüne dair sayısız deliller önümüze çıkar. Bizim bu eserimiz onları açıklamaya yeterli değildir. Ancak astronomi, kozmoğrafya, biyoloji, kimya, ruhiyat (psikoloji) ve anatomi gibi ilimlerin verdiği bilgileri göz önüne getirenler, bu ayet-i kerîmenin işaret ettiği delillere pek güzel akıl erdirebilirler. Her sağduyu sahibi insan düşündükçe, Yüce Allah'ın varlığını kabule mecbur olur.

İşte yukarda Türkçe anlamını verdiğimiz ayet-i kerîme, bu gerçekleri haber veriyor ve bizi uyarıyor. Bundan sonra gelen:

"Akıl ve anlayış sahibleri o kimselerdir ki, ayakta iken, otururken, yanları üzere yatarken (her hallerinde) Allah'ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler (ve derler): Ey Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. (Boşuna bir şey yaratmaktan) sen münezzehsin. Bizi ateş azabından koru."
anlamındaki ayet-i kerime, gerçek anlayış ve akıl sahibi kimler olduğunu bize bildiriyor.


Bütün bu ayetler, İslam dininde aklın ve düşüncenin ne kadar büyük önem taşıdığını da bize göstermiş oluyor. Bir hadisi şerifde de:
"Düşünce gibi bir ibadet yoktur."
buyurulmuştur.

Gerçekten İslam dininde aklın ve düşüncenin büyük yeri vardır. İslam dini tamamen akla ve hikmete uygundur. Muhakeme ve eleştirme, onun hak ölçülerini değiştiremez. İslamiyet düşünen insanların dinidir.

İşte akıllı insanlar o kimselerdir ki, gökleri, arzı, gece ve gündüzleri, göklerde parıldayan ve her biri güneşten binlerce defa daha büyük yıldızların ihtişamını düşünürler, yeryüzündeki sayısız canlı ve cansız yaratıkları göz önüne alırlar. Hoş gündüzlerin, sakin gecelerin ne kadar sağlam bir düzen ve ölçü içinde yaratılış kanununa uyarak birbirini kovalayıp durduklarını düşünürler. İbret bakışları ile yapılan böyle düşünceler sonunda, bu aleme bu düzen ve ölçüyü vermiş olan Yüce Allah'ın kudret ve azametini insanlar isteyerek ve teslimiyetle kabule mecbur olurlar.

Hatta böyle büyük varlıkları değil, bir zerreden küçük olduğu halde büyük bir duygu ile hayat ve görevini sürdürmeye çalışan bir mikrobu, yine bir zerreden küçük olduğu halde başlıbaşına bir kuvvet hazinesi olan bir atomcuğu düşünmek bile, gerçek akıl sahibi bir insan için Allah'ın yüce kudret ve hikmetini tasdik etmeye yeterlidir.

Büyük bir nizam ve intizam içinde yaratılan bütün bu güzel ve acaib varlıklar rasgele mi olmuştur? Bunlar bilgi ve hikmetten yoksun olan yahut hayal edilen bir tabiatın eseri midir? Asla böyle yanlış bir hükme hiçbir akıl sahibi varamaz.

15- Yine tekrar ederek diyoruz ki, Yüce Allah'ın varlığını ve büyüklüğünü anlamak ve kabul etmek için, bundan önceki maddede anlamını yazdığımız ayet-i kerîmeyi güzelce düşünmek yeterlidir. Bunun içindir ki, Peygamber efendimiz (s.a.v.) buyurmuştur:
"Yazıklar olsun o kimseye ki, bu ayeti okumuş da üzerinde düşünmemiştir."

16- Kadim: Ezeliyyet, evveli olmamaktır. Evveli olmayana Kadim denir. Sonradan meydana gelene de Hâdis denir. Allahü Teala Kıdem sıfatı ile vasıflanmıştır. Çünkü Allah ezelîdir, kadîmdir, varlığının başlangıcı yoktur. O'ndan önce yokluk geçmemiştir. O'nun varlığı yanında milyonlarca seneler bir saniye bile sayılmaz. Yine gördüğümüz alemler, milyarlarca seneden beri mevcut bulunsa, yine Yüce Allah'ın ezeliliği yanında bir saniyelik bir hayata sahib sayılmaz.

Allah Kadîmdir, sonradan var olan şey Allah olamaz. Yüce Allah'dan başka ne varsa bunların hepsi hâdistir (sonradan olmuşlardır.) Bunlar Allah'ın kudreti ile yaratılmışlardır. Artık şüphe yoktur ki, yaratılanlar yaratana mahsus Kadîm sıfatını taşıyamazlar. Onun ezelî varlığı ile beraber hiçbir şey yoktur, alemler sonradan yaratılmıştır.

17- Beka: Ebediyet, sonu bulunmamak sıfatıdır. Sonu olana "Fânî", sonu olmayana da "Bâki" denir.

Yüce Allah Beka sıfatı ile vasıflanmıştır; çünkü ebedidir, bakîdir, varlığının sonu yoktur. O'nun yok olacağı bir zaman düşünülemez. Sonradan meydana gelen bütün varlıklar, Allah'ın kudreti ile meydana gelmişlerdir. Yine Allah'ın kudreti ile yok olurlar, yine var olurlar ve binlerce değişikliklere uğrayabilirler. Fakat Yüce Allah Bakî'dir, değişiklikten ve yok olmaktan beridir. Çünkü O, başkasının kudret eseri değildir ki, onun kudreti ile yokluğa gitsin veya değişikliğe uğrasın. Aksine bütün varlıklar O'nun kudretinin birer eseridir. Onun için Yüce Allah'ın şanında yokluk ve değişiklik nasıl düşünülebilir. Her şey yok olmaya mahkumdur; ancak azamet ve ikram sahibi Allah'ın varlığı kalıcı ve süreklidir.

18- Havadise Muhalefet: Sonradan var olmuş şeylerden ayrı olmak sıfatıdır. Yüce Allah havadise (sonradan var olan şeylere) aykırı ve muhalif bulunmak sıfatı ile vasıflanmıştır. Çünkü Allahü Teala yaratılmış şeylerden hiçbirine hiçbir yönden benzemez, hepsine muhaliftir. Hatırlara gelen her şeyden Allahü Teala mutlak surette başkadır.

Mükevvenat ve mümkünat (yaratılan ve yaratılabilen) dediğimiz şeyler değişirler, başkalaşırlar, birbirine benzeyebilirler ve sonunda yok olurlar. Bütün bu ölümlü varlıklar, her hal ve şekilleri ile asla Allah'a benzemezler. Hiç birinde İlah ve Mabud olma sıfatlarından en küçük biri bile bulunmaz. Hiç yaratılan, yokluğa mahkum olan aciz şeyler, yok olmaktan beri bulunan yaratıcı Yüce Allah'a benzeyebilir mi? Hiç sonradan meydana gelmiş bir nesne Kadîm olan hikmet sahibi Allah'a ortak olabilir mi? Böyle sapık bir düşünceye kapılanlar, kendi ölümlü varlıklarını İlah olmaya yükselterek Allah'ın yüce varlığını da, kendi değersiz varlıkları derecesine düşürmeye varacak kadar küstahlıkta bulunuyorlar.

İnsanların ve diğer yaratıkların birçok ihtiyaçları vardır. Bunlar mekana, zamana, yeyip içmeye, gezip dolaşmaya, doğmaya, doğurmaya ve benzeri hallere muhtaçtırlar. Allah ise, bütün bunlardan beridir. O'nun Arş ve Kürsî'si, yedi kat sema denilen daha nice alemleri vardır. Fakat o, bunlardan hiç birine muhtaç değildir. Bunlar yok iken O, yine vardı.

Başkasına muhtaç olan ve yaratıkların ölümlü vasıfları ile vasıflanan bir insan İlah olamaz. Yüce dinimiz bu gibi yanlış düşüncelerden ve inançlardan kesin surette bizleri yasaklamıştır. (Allah'ın benzeri hiç bir şey yoktur; O, her söyleneni işitendir, her yapılanı görendir.)

19- Kıyam Bizatihi: Varlığı ve durması kendi zatıyla olmak manasında bir sıfattır. Bu sıfat da Yüce Allah'a mahsustur. Öyle ki, Hak Teala'nın ezelî ve ebedî olan varlığı kendi zatıyla kaimdir. Kendi varlığı mukaddes zatının gereğidir, asla başkasından değildir. Bunun için Allahü Teala'ya Vacibü'l-Vücud (varlığı kendinden dolayı gerekli) denilir. O'nun varlığı, başka bir var edene muhtaç olmaktan beridir. Allah'ı var eden bir varlık olsaydı, o zaman var eden o varlık Allah olurdu. Onun için "Allah'ı kim yarattı?" diye sorulmaz; çünkü O, kendiliğinden vardır, kadîmdir. Başkasının var etmesine muhtaç değildir. Eğer böyle olmasaydı, ne kainat bulunurdu, ne de başka bir şey... Bu gerçek kabul edilmeyince, içinde yaşadığımız alemin varlığını izah etmeye imkan kalmaz. Allah'dan başka var olan (mümkünat dediğimiz) şeyler ise, hem var olmaya, hem de yok olmaya bağlı oldukları için, bir var ediciye muhtaçtırlar.

Sonuç olarak denilir ki, Yüce Allah'ı var eden bir varlık düşünülemez ve O'ndan başka bir yaratıcı varlık da olamaz. "Allah'dan başka bir yaratıcı olur mu?"

20- Vahdaniyet: Birlik, yalnız başına olmak, benzeri olmamak; çoğalmaktan, parçalara ayrılmaktan ve eksilmekten beri bulunmak gibi manaları ifade eden bir sıfattır. Bu sıfatları taşıyana "Vahid" denir ki, gerçekte var olan, parçalara bölünmekten ve cüzlerin bir araya gelerek toplanmasından beri bulunan zat demektir. Bu sıfat da Yüce Allah'a mahsustur. Onun için denir ki, Yüce Allah zatında, ulûhiyetinde, mabudiyetinde ve diğer bütün sıfatlarında birdir. Ortaktan, eşi ve benzeri bulunmaktan beridir. Kendisinde artmak, eksilmek, cüzlere ayrılmak, başka şeylerle birleşmek gibi haller asla bulunmaz.

Allahü Teala her yönü ile birdir. Nasıl düşünülürse düşünülsün, sağduyulu bir insan, anlayış ve hikmet sahibi bir kimse Allah'tan başka bir İlah bulunduğuna inanamaz. Başkasının İlah ve Mabud olma imkanına yer veremez. İki ve daha çok ilahın bulunamayacağı kesin delillerle sabit bulunmaktadır. Şu gördüğümüz kainatın varlığı, onun devamı ve intizamı hep Allahü Teala'nın birliğine şahiddir.

Yüce Allah ulûhiyetinde, zatında ve mabudiyyetinde bir olduğu gibi, yaratıcı olmasında da birdir. Yaratılmaya ve yok edilmeye mahkum olan ve böylece mümkün adını alan her şeyi yaratan ve yok eden ancak Allah'dır. O'ndan başka yaratıcı yoktur. İşte mümkünatı yaratıp yaşatmaya ve yok etmeye gücü yetmeyen bir zat ise Allah olamaz. Bunun için ikinci bir İlah'ın varlığına asla imkan yoktur. Çünkü iki İlah düşünüldüğü takdirde, bunlardan biri kendi başına mümkünatı yaratmaya kadir ise, diğeri fazladan olmuş olmaz mı? Fazladan olan yahut aciz bulunan bir zat ise nasıl Allah olabilir? Bu bakımdan akıl sahibi hiç kimse, Allahü Teala'nın zat ve sıfatlarında eşit ve benzeri bulunmadığından, bir olduğundan şüphe etmez. Birden çok yaratıcıların ve mabudların varlığına inanan milletler ise, akla ve hikmete aykırı bir inancın esiri olmuştur. Böylece gerçeği anlama bakımından büyük bir cehalet içinde kalmışlardır.

21- Hayat: Dirilik demektir. Allah kendi şanına mahsus bir hayat sıfatı ile vasıflanmıştır. Allah'ın ilim, irade ve kudret sıfatları ile vasıflanmasının bir gereği olarak hayat sıfatı da vardır. Hayatı olmayan bir şey, bilmekten, dilemekten ve yapabilmek gücünden yoksun olur. Bu ise, yaratıcı için büyük bir noksandır.
Bu sıfatlardan mahrum olan bir varlık, kendi kendine hiç bir şey yaratamaz. Hele bilgi, düşünce, dileme ve güç sahibi olan varlıkları yaratmaya asla kabiliyetli bulunamaz. Çünkü hiçbir eser, yaratıcısında bulunmayan bu gibi vasıfları taşıyamaz. Onun için doğa adı verilip gerçekte ilim, irade ve kudretle nitelenmeyen ve varlığı nesnelere bağlı olarak düşünülüp, onun dışında varlığı bulunmayan şuursuz bir varlık asla bir yaratıcı sıfatını taşıyamaz. Özellikle böyle bir varlık, akıl, irade ve kudret sahibi milyarlarca yaratığın mucidi hiçbir şekilde olamaz.

Sonuç şudur ki, kainatın yaratıcısı olan Allah, Hayat sıfatı ile vasıflanmıştır. Hayyü'l-Kayyûm'dur. (Hem kendisi diri hem de her şeyi dirilten ve ayakta tutandır.)

22- İlim: Bilmek, idrak etmek sıfatıdır. Allahü Teala ilim sıfatı ile vasıflanmıştır. O'nun ilmi, yaratıkların ilmi gibi basit ve sınırlı değildir, bütün kainatı çevreler. Allah her şeyi bilir. Onun bilgisinden hiçbir zerre hariçte kalmaz. Hiçbir varlık da düşünce ve hareketini Yüce Allah'dan saklayamaz. Zira her şeyi bilmeyen, her hareket ve düşünceden haberi olmayan bir varlık Allah olamaz, bu kadar güzel ve acaib nesneleri meydana getiremez, bu kadar yaratığı idare edemez.

Allah'ın böyle her şeyi bildiğini güzelce düşünüp doğrulayan bir insan, elbette daima uyanık bulunur, her söz ve hareketini bir edeb üzere düzenler. Fena sözler söylemez, fena işler düşünmez, başkasına sarkıntılık etmez, hiç bir kimsenin görüp bilmeyeceği bir yerde bile Allah'ın buyruklarına aykırı bir iş yapmaz. Çünkü her yaptığını bilen Yüce Allah'ın varlığına imanı vardır.

23- İrade: Dileyebilmek, ihtiyar edebilmek sıfatıdır. Yüce Allah irade sıfatı ile vasıflanmıştır. O'nun iradesi ezelîdir. Allah yaratacağı şeyleri bu irade sıfatı ile hikmetine göre meydana getirmeyi diler ve dilediği şey mutlaka olur. O dilemedikçe hiç bir şey vücuda gelmez. Hiç bir şey kendiliğinden var olmaz ve kendiliğinden yok olmaz. Ancak Allah'ın dilemesiyle var olur ve yine O'nun dilemesiyle yok olur.

Allah bütün bu kainatı ezelî olan iradesi üzere yaratmıştır. Yaratılmış şeylerin milyonlarca cins ve nevilere, ayrı ayrı vasıflara sahib olması, çeşitli özellikleri taşımış olması, hele bir topraktan, bir sudan, bir havadan yararlanan sayısız ağaçların, ekinlerin, meyvelerin çiçeklerin ve canlıların başka başka renklerde ve tadlarda meydana gelmesi ezelî bir iradenin neticesinden başka değildir.

İşte bütün bunlar, Allah'ın irade sıfatı ile vasıflı bulunduğuna birer şahiddir. Yüce Allah hakkında mecburiyet düşünülemez; O, her şeyi kendi dilemesiyle yaratır. Hiç bir şeyi yaratmaya veya yok etmeye mecbur değildir. Mecburiyet bir acizlik halidir ki, Allah'ın şanına uygun olmaz.

"Allah dilediğini hemen yapar." (Hûd: 107)

24- Kudret: Güç ve kuvvet manasında bir sıfattır. Ezelî ve ebedî kemal üzere bir kudret Allahü Teala'ya mahsustur. Allahü Teala her mümkün varlık üzerinde dilediğini yapmaya kadirdir. Onları yaratmaya ve yok etmeye güçlüdür. O'nun kudretine nihayet yoktur. Bu büyük kainat, O'nun kudretine çok açık ve kuvvetli bir şahiddir.

Yüce Allah dilerse bir anda binlerce alemi yoktan var eder ve dilerse onları bir anda yok eder. Çünkü dilediğini bir anda yerine getiremeyen, istediğini yapamayan bir varlık kainatın İlah'ı olamaz.

Yüce Allah'ın bu büyük kudretini iyi düşünen bir mü'min, O'nun büyüklüğü önünde eğilir, O'nun kudretinden titrer, O'nun kutsal emirlerini yerine getirir ve yasaklarından sakınır.
"Allah her şeye kadirdir."

25- Semi': İşitme kuvvetidir. Allah, Semi' (işitme) sıfatı ile vasıflanmıştır. O'nun işitmesi, yaratıkların işitmesi gibi noksan ve hudutlu değildir. Yüce Allah her şeyi vasıtasız olarak işitir, ancak vasıtalardan ve vasıtalar vasıtasiyle işiten de O'ndan başkası değildir. O, gizli ve aşikar söylenenlerin hepsini işitir, hiçbir şey O'nun işitme sıfatının dışında kalamaz. Kullarının dualarını ve zikirlerini, gizli-aşikar dilek ve yalvarışlarını işitip kabul eder ve onları mükafatlandırır. Yüce Allah'ın böyle her şeyi işittiğine iman eden uyanık bir insan, daima güzel konuşur, her zaman Allah'ı anar, O'nu yüceltir. Her sözünü ve işini Allah'ın rızasına uygun yapar.

26- Basar: Görme kuvveti demektir. Yüce Allah kendi şanına uygun bir halde Basar (görme) sıfatı ile vasıflanmıştır. Allah alet ve vasıta olmaksızın her şeyi görür. Fakat alet ve vasıta ile görenlerin gördüklerini de görür. Her gözden gören O'dur. Bazı şeyleri görmesi, diğer şeyleri görmesine engel olmaz ve O'nun görmesinden hiç bir şey gizli kalmaz. En karanlık gecelerde, karıncaların ve daha küçük yaratıkların kımıldamalarını, hareketlerini görür ve bilir. Şüphe yok ki, görememek ve bilememek büyük bir noksanlıktır. Böyle noksanlıklara sahib olan kör kuvvetler, İlah ve yaratıcı olamazlar. Yüce Allah ise böyle bütün noksanlıklardan beridir ve bütün kemal sıfatları ile vasıflanmıştır.

Kalbi iman dolu bir insan, Yüce Allah'ın kendisini görüp gözetmekte olduğunu bilir ve üzerinde düşünür. Böylece durumunu düzeltir, edebe aykırı hiçbir harekette bulunmaz, melekler gibi temiz bir hayat içinde yaşamaya çalışır durur.
"Biliniz ki, Allah bütün yaptıklarınızı görür." (Bakara: 233)

27- Kelam: Bir manayı belirten, bir maksadı anlatan söz demektir. Yüce Allah Kelam sıfatı ile de vasıflanmıştır. O'nun kelamı (sözü) harf ve sesden beri ve kadîmdir (başlangıcı yoktur.)

Yüce Allah, kendi kadîm kelamını, dilediği zaman şanına uygun bir şekilde meleklerine işittirir, bildirir ve anlatır.

Allahü Teala'nın peygamberlerine dilediği şeyleri vahy ve ilham etmiş olması da bu kelam sıfatının bir tecellisidir. Semavî kitablar hep bu Kelam sıfatı ile meydana gelmiştir. "Kelâm-ı Kadîm" dediğimiz Kur'an-ı Kerîm de bu sıfatlarla Peygamberimize inmiş ve asırlardan beri hidayet rehberliği yapmıştır.

28- Tekvîn: Var etmek, yaratmak manasınadır. Bu da Allah'ın bir sıfatıdır. Yüce Allah bu tekvin sıfatı ile dilediği herhangi bir şeyi yoktan var eder veya var iken yok eder.

Yüce Allah'ın bu alemleri yaratıp yok etmesi, kullarını yaratıp yaşatması, onları beslemesi sonra da öldürüp başka bir aleme onları götürmesi, hep bu tekvîn sıfatının tecellisi ile olur.

"Allah bir şeyin olmasını dilediği zaman, ona "ol" der, o da oluverir." (Yasin: 82)

29- Yüce Allah'ımızın kutsal sıfatlarına ait verdiğimiz bilgiye bir özet yaparak deriz ki:


 Yüce Allah'ın varlığı ve birliği büyüklüğü ve kudreti, ezelî ve ebedî oluşu ve diğer yüce sıfatları apaçıktır. Bunları inkar etmeye, düşünüp de doğrulamamaya imkan yoktur.

Bir düşünelim: Bu kainatta hiç bir şeyin kendiliğinden var ve yok olamayacağını kendiliğinden kımıldanamayacağını ilim ve fen haber vermiyor mu? Biz ise, milyonlarca alemin, milyonlarca parlak yıldızların varlığını, bunların hareket ve sükun hallerini görüp biliyoruz. Artık bunları var eden ezelî ve ebedî eşsiz bir Allah'ın varlığından nasıl şüphe edilebilir?

Yine biliyoruz ki, bilgisi olmayan, kudret ve iradesi bulunmayan bir şeyin, bir gaye ve hikmete yönelik birtakım güzel ve üstün eserleri var etmesi mümkün değildir. Oysa ki biz bu alemde her neye bakacak olsak, onun bir gayeye, bir hikmet ve düzene bağlı bulunduğunu görürüz. En büyük varlıktan en küçük varlığa varıncaya kadar bakılırsa, bunların öyle gelişi güzel bir raslantı eseri olmadığı görülüyor, bunların boşuna yaratılmadığı anlaşılıyor. Bu varlıkların her birinde üstün bir sanat ve letafet eseri, bir irade ve ihtiyar alameti görülmüş oluyor.

Artık bu kadar yararlı olan bu güzel eserlerin, ilim, kudret ve hikmet sahibi olan ezelî bir yaratıcıya muhtaç olmadığını kim söyleyebilir?

Şimdi biz, bütün bu dış alemdeki varlıklardan bakışlarımızı çevirip kendi nefsimize ve duygularımıza bakalım. Vücudumuzun her parçası ve hücresi, vicdanlarımızın bütün duygu ve kavramları, şanı çok yüce olan büyük bir Allah'ın, yaşatıp rızık veren bir yaratıcının varlığına daima şahidlik edip durmuyor mu?..

O halde şübhe yok ki, kendi varlığını ve sorumluluğunu yitirmedikçe, hiç kimse, Allah'a iman inancından, bir yaratıcının var olduğu düşüncesinden asla yoksun olamaz.

"Gökten ve yerden size rızık veren Allah'dan başka bir yaratıcı var mı?"


Ö.NASUHİ BİLMEN



15 Ağustos 2017 Salı

İLMİHAL:İMAN İLE İSLAM'IN ŞARTLARI-5-


10- İslâm dininde Yüce Allah'a, meleklere, Allah'ın kitablarına, peygamberlere, ahiret gününe, kaza ve kadere iman etmek esastır. Bunları bilip kabullenmek imanın temel şartıdır. Onun için imanın şartları altıdır, denilir. Bu şartlar müslümanlıkta kesinlikle mevcut esaslardır. Bunlara, inanılması zorunlu din ilkeleri denir. Bunlara inanmak mecburiyeti vardır. Bunları doğrulamadıkça iman gerçekleşemez. Bunlardan herhangi birini inkar etmek -Allah korusun- insanı hemen dinden çıkarır.

Biz bu imanımızı; "Amentü billahi..." sözlerini okumakla daima açıklıyor ve isbat ediyoruz. Bu sözleri okuyan şöyle demiş oluyor:

"Ben Yüce Allah'a, O'nun meleklerine, O'nun kitablarına, O'nun peygamberlerine, ahiret gününe, kaderin (iyi ve kötü her şeyin yaratılışı) Allah'dan olduğuna inandım. Öldükten sonra dirilip mahşerde (hesab yerinde) toplanmak hakdır ve gerçektir. Şahidlik ederim ki, Allah'dan başka ilah yoktur ve yine şahidlik ederim ki, Hazreti Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) O'nun kulu ve peygamberidir."

11- İslâmın şartları ise, beştir. Peygamber Efendimiz'in bir hadislerinin manası şudur: "İslâm dini beş şey üzerine kurulmuştur: Şahadet sözünü getirmek (Eşhedü en lâ İlahe İllallah ve Eşhedü enne Muhammeden Resûlüllah, demek), namaz kılmak, zekat vermek, ramazan ayı oruç tutmak ve hac etmek."

İşte bu beş şey İslâm'ın şartıdır. Bu şartları gözetip onları yerine getiren insan, İslâm şerefine ermiş, Müslüman rütbesini kazanmış olur.

"Eşhedü en lâ İlâhe İllallah ve Eşhedü enne Muhammeden Abdühu ve Resûlühu" = Allah'dan başka ilah olmadığına şahidlik ederim. Yine Muhammed'in (a.s.) Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna şahidlik ederim." sözlerine "Kelime-i Şehadet" denir. 


"La İlâhe İllallah, Muhammed'ün Resûlüllah"sözüne de "Kelime-i Tevhid" denir.

 Biz bu mübarek kelimeleri daima okuruz.

Ö.NASUHİ BİLMEN


14 Ağustos 2017 Pazartesi

İLMİHAL:İMAN VE İSLAMIN NİTELİĞİ-4-

7- İman, lügat manası bakımından, bir şeye inanmak ve bir şeyi doğrulamak demektir. "Bu iş böyledir, şöyledir" diye hüküm vermektir.

Din teriminde ise, Yüce Allah'ın dinini kalb ile kabul edip Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem'in bildirdiği şeyleri kesin olarak kalb ile doğrulamaktır.

İmanın aslı bu olmakla beraber bir engel hal bulunmadığı takdirde kalb ile kabul edilip inanılan bu hükümleri dil ile söylemek ve şahadette bulunmak lazımdır. Çünkü inanılması gereken şeyleri kalb ile benimseyip kabul eden kimse, bunları dili ile söylemezse, onun iman durumu insanlar tarafından bilinmez, onun müslüman olduğuna hükmedilmez.

Kalb ile doğrulamak, dil ile söyleyip ikrar etmekle meydana gelen imanla beraber namaz kılmak ve oruç tutmak gibi ameller de gereklidir. Çünkü biz, bu görevleri yapmakla sorumluyuz. Bu görevleri yapmak imana kuvvet verir, imanın kalbdeki nurunu çoğaltır. İnsanı azabdan kurtarır. Yüce Allah'ın ihsan ve ikramlarına kavuşturur.

8- "İslâm" sözüne gelince; Lügat manası bakımından İslâm, teslim olmak, boyun eğmek ve itaat etmektir. Din teriminde ise, Yüce Allah'a ve O'nun peygamberine itaat etmek, Peygamber Efendimiz'in din adına bildirmiş olduğu şeyleri kalb ile kabul edip dil ile söylemek ve onları güzel görmektir. İslâm aynı zamanda din manasına gelir.

9- Gerçek din ile İslâm arasında esasta bir fark yoktur. Her gerçek din İslâmdır. Her İslâm da gerçek bir dindir; Buna müslümanlık da denir.

Allah Teala'nın dinine sadece "din" denildiği gibi, millet şeriat, İslâm ve İslâm dini de denir. Bununla beraber "İslâm" sözü, bazen güzel ameller manasında, bazen da İman manasında kullanılır. Şeriat sözü de, ibadetler ve insanlar arasındaki ilişkilerle ilgili olan hükümlerin tümünde kullanılır.


Ö.NASUHİ BİLMEN


13 Ağustos 2017 Pazar

İLMİHAL:İSLAM DİNİNİN GENELLİĞİ VE MUTLU SONUÇLARI-3-


5- İslâm dini, hak dinlerin en sonu ve en olgunudur. Bu kutsal din, yalnız bir millete ve bir zamana özgü değildir. Bütün insanlara kıyamete kadar gerekli olan Allah'ın tabii dinidir. İnsanların yaratılışlarına ve yaşayışlarına tamamiyle uygundur. Bu yüce din, bir kurtuluş ve selamete eriş yoludur, bu mutluluk kaynağıdır. Allahû Teala'nın razı olduğu dindir. Cenab-ı Hak buyurmuştur:
"Allah katında din İslâm'dır."
(Al-i İmran: 19)

6- İslâmiyetin ortaya çıkışından önce, bütün yeryüzü din bakımından cehalet karanlığı içinde kalmıştır. Hak dinler, sönmüş, İlahî ilim ve irfan güneşi batmış, ufukları karanlıklar kaplamıştı. İnsanlar yalnız kendi hırsları uğrunda çalışıyor, çırpınıyor ve çarpışıyordu. Birbirlerini esir ediyorlardı. Arab yarımadasının halkı ise, büsbütün cehalet içinde kalmıştı. İnsanlar kendi elleriyle yaptıkları putlara tapıyorlardı. Bu davranışları onları utandırmıyordu. Kız çocuklarını canlı olarak toprağa gömüyorlardı. Bundan da hiç bir üzüntü duymuyorlardı. Bayağılık içinde başka milletlerin hakimiyeti altında yaşıyorlardı ve bundan da bir tasaları yoktu. Netice olarak güzel inançtan, iyi ahlakdan, yararlı işlerden ve yüce duygulardan hiçbir eser kalmamıştı.

Fakat İslâm güneşi doğmaya başlayınca, yeryüzünün birçok yerleri hemen aydınlanmaya başladı. İnsanlık alemi hakdan, adaletten, eşitlikten ve kardeşlikten haberdar oldu. Putlara tapan, insanların ayaklarına kapanan başlar, yalnız noksanlıklardan beri olan bir Allah'a secde etmeye başladı. Ruhlar yükseldi, diller Yüce Allah'ı anmakla bezendi. Gözler, büyük yaratıcımızın güzel eserlerini seyretmekten meydana gelen uyanıklık nurları içinde kaldı.

Sonuç olarak;
İslâm dini sayesinde gerçek bir medeniyet, sağduyulu insaniyet, yararlı bir ilerleme ve çok mutlu bir devrim oldu. İnsanlık alemi bu mukaddes dine sarıldıkça şüphesiz daima yükselecektir.


Ö.NASUHİ BİLMEN



12 Ağustos 2017 Cumartesi

İLMİHAL:GERÇEK BİR DİNİN VASIFLARI VE YARARLARI-2-


3- Gerçek bir dinin belirgin vasıfları, kendini diğer dinlerden seçkin kılan özel nitelikleri pek çoktur. Özetle diyebiliriz ki, gerçek din insanlara yalnız bir Allah'ın varlığını bildirir, yalnız bir Allah'a ibadet edilmesini emreder, bütün kainatın Allah'dan başka yaratıcısı bulunmadığını haber verir. Bütün peygamberlere ve bütün semavî kitaplara ayırım yapmaksızın inanılmasını ister. Sonsuz olan bir ahiret hayatının varlığını anlatır. İnsanları bir düzen içinde birleştirir ve aralarında bir kardeşlik meydana getirir. İnsanların yaratılışında eşitlik bulunduğunu gösterir. Allah katında üstünlüğün takva ve güzel ahlakla olduğunu öğütler. Her yönü ile akla ve hikmete uygun bulunur, insanların kurtuluşuna ve mutluluğuna vesile olur.
İşte bütün bu niteliklere sahip olan din, bugün yeryüzünde var olan ve kıyamete kadar devam edecek olan yalnız İslam dinidir.

4- Hak dinin yararlarına gelince:Bu yararlar çoktur ve pek önemlidir. Böyle bir din sayesinde insanların kazanacakları yararları ve mutlu halleri anlatmaya hiç bir kalem yeterli değildir. Şu kadarını bildirelim ki, insan hak bir din sayesinde ne için yaratıldığını öğrenir, kendisini yaratıp büyüten, sayısız nimetlere eriştiren mukaddes kutsal mabudunu tanır. Allah'ın seçkin kulları olan Peygamberlerin varlığına inanır ve onların güzel huyları ile hayatını aydınlatmaya çalışır. Böylece insanlığa yaraşır bir yaşayışla yaşar ve ölünce de sonsuz bir mutluluğa kavuşur.

Şunu da arz edelim ki, gerçek bir din, insana güç verir, onu hayata hazırlar, onu en düşünceli ve en üzüntülü günlerinde teselli eder. Böylece insanın gelecekteki hayatını korumuş olur.

Düşününce şu gerçeği anlarız: İnsan bu dünya hayatında yaratıklardan bir yaratıktır. İnsan bu alemdeki yaratıkların yanında bir zerre mikdarıdır. Birçok ihtiyaçlar içinde çırpınmaktadır. Mevcut alemin bir takım kuvvetleri karşısında pek aciz bir durumdadır. Sonra da, daha açılmadan solan çiçekler gibi bütün varlığını kaybederek ölüp gitmektedir. O halde insanlık bu ölümlü hayattan ibaret olsa, insanlar kadar durumlarına acınacak bir yaratık olamazdı.

O halde bu maddî ve ölümlü hayat bakımından insanın yaşantısı tam bir huzur ve bahtiyarlık içinde olamaz. Fakat diğer bir yönden insan çok bahtiyar ve pek mutludur. Çünkü gerçek dine sarıldıkça, insan kalben huzur içinde olur. Sonsuz bir mutluluğa erişme hazırlığındadır. Bu geçici hayatın sona ermesi, kendisini hiç bir tasaya düşürmez. Böyle bir insan, ebedî bir varlığın kendisini rahmeti ile koruyacağından emindir. Hiç bir zaman kaybolmayacak olan bir hayata kavuşmakla mutlu olacağına inanmıştır.

İşte bütün bunlar, gerçek bir dinin insanlık alemine kazandıracağı yararların bir kısmıdır.

İnsan, ancak böyle bir din sayesinde hayatını kanaat üzere düzenler, büyük yaratıcısına seve seve ibadette bulunur, hakları gözetir, ebedî olan cennet mükafatına kavuşma isteği ile dindaşlarına ve bütün insanların hidayete ermelerine hizmet etmek ister. Böylece cemiyetin çok kıymetli bir organı olur.

Sonuç:
İnsanlığa bu yüksek ruhu veren, bu güzel yaşayış şeklini öğreten, gerçek dinden başkası olamaz.

11 Ağustos 2017 Cuma

İLMİHAL:GERÇEK DİNİN ESASLARI VE BAŞLICA DİNLER-1-

1- Gerçek din, Yüce Allah'ın bir kanunudur ve birtakım sağlam hükümlerin kutsal bir mecmuasıdır. Allah bunu, peygamberleri aracılığı ile insanlara ikram ve ihsan, buyurmuştur. Bu kanun, insanları hayırlı olan şeye götürür. İnsanlar, bu Allah kanununun buyruklarına kendi güzel irade ve arzuları ile uydukça, doğru yol üzerinde bulunur ve hidayete ermiş olurlar. Hem dünyada, hem de ahirette mutluluğa ve selamete kavuşurlar.

2- Dinler başlıca üç kısma ayrılır.

Birincisi: Hak dinlerdir. Bunlar yukardaki tarife uygun olanlardır. Yüce Allah tarafından konulup peygamberler aracılığı ile insanlara bildirilen dinlerdir. Bunlara "İlahî ve Semavî" dinler de denir.

Semavî dinlerin hepsi esas bakımından birdirler. Yalnız bazı ibadetler ve hukuk kuralları bakımından aralarında ayrılık olmuştur.


Hazret-i Adem'den Hazret-i İsa'ya kadar gelen bütün mübarek peygamberlerin insanlara bildirmiş oldukları dinler, iman esaslarında bir olup yalnız bir Allah'a iman etmeye dayalı iken, bunlar sonradan bozulmuş ve asılları kaybolmuştur. Yüce Allah en son ve en büyük Peygamberi olan Hazret-i Muhammed'i Sallallahu aleyhi ve Sellem'i bütün insanlara Peygamber olarak göndermiştir. Onun aracılığı ile de hak dinlerin en sonu ve en mükemmeli, olan İslam dinini kullarına Allahü Teala ihsan etmiştir. İşte bugün yeryüzünde hak din olarak kıyamete kadar yaşayacak olan yalnız bu İslam dinidir.

İkincisi:
Asılları değişmiş ve bozulmuş olan dinlerdir. Bunlar, yukarıda söylendiği gibi asılları bakımından birer gerçek din iken sonradan bozulmuş, İlahî niteliklerini kaybetmiş olan dinlerdir.

Üçüncüsü:
Batıl dinlerdir. Bunlar asılları bakımından da gerçek din ile ilgisi bulunmayan dinlerdir. Bunlar birtakım milletler tarafından ortaya konmuş olan uydurma inançlardır. Bunlarda akla ve mantığa uygun olan bazı hükümler bulunsa bile konuluşları itibariyle İlahî olmak şerefinden yoksun olup hiç bir bakımdan din kutsallığını taşımazlar. Ateşe, yıldızlara ve putlara tapan milletlerin dini bu türdendir.


Ö.NASUHİ BİLMEN


10 Ağustos 2017 Perşembe

DOĞRU SÖZLÜLÜK-(Sıdk)- Riyâzü's Sâlihîn-İmam Nevevi- 2-


56.Ebû Muhammed Hasan İbni Ali İbni Ebû Tâlib radıyallahu anhümâ şöyle dedi:

 Ben Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den:

 “Şüpheliyi bırak, şüphe vermeyene bak. Zira gönül, (sözde ve işde) doğrudan huzur, yalandan kuşku duyar” buyurduğunu belledim. Tirmizî, Kıyâmet 60 

Hasan İbni Ali İbni Ebû Tâlib 

Resûl-i Ekrem Efendimiz’in sevgili torunu Hz. Hasan, hicretin üçüncü yılı ramazanında doğdu. Kendisine Hasan ismini ve Ebû Muhammed künyesini Hz. Peygamber verdi. Efendimiz’in yakın alâkası, şefkati ve terbiyesi altında büyüdü. Râşid halifelerin beşincisidir. Halifelik hakkından Muâviye lehine vazgeçmek suretiyle müslümanlar arasındaki birliği temin etmeye çalıştı. Cömert ve hakîm bir zattı.

 Hz. Peygamber’den 13 hadîs rivayet etti. Rivayetleri Sünen’lerde yer aldı. 

50 (670) yılında vefat eden Hz. Hasan’ın kabri Bakî’dedir. 

Allah ondan razı olsun. 

Açıklamalar 
Ahmed İbni Hanbel’in Müsned’inde yer alan rivayete göre Hz. Hasan’a, “Hatırında Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den ezberlediğin neler var?” diye sormuşlar. O verdiği cevapta bu hadîs-i şerîfi de zikretmiştir.

 594 numarada tekrarlanacak olan hadis, genel bir kural olarak “şüphe veren şeyi şüphe vermeyenle değiştirmeyi” öğütlemektedir. Şüphe veren ile vermeyeni tayin işinde ölçü, müslümanın gönlüdür. Çünkü kalp, doğrudan tatmin, yalandan tedirgin olur. 

Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den zayıf bir sened ile rivayet edilen bir başka hadiste: 

- Bir şeyin bana şüphe verip vermediğini nasıl anlayabilirim? diyen kişiye Hz. Peygamber şu tavsiyede bulunmuştur: 

- “Elini kalbinin üzerine koy. Çünkü kalp haramdan irkilir ve çırpınır, helalden de sükûn ve huzur bulur” (Heysemî, Mecme’u’z-zevâid, X, 294). 

Eli kalp üzerine koyup kalp atışlarını dinlemek, günümüzdeki “yalan makinası” uygulamasını andıran psikolojik bir yöntemdir. 

Diğer taraftan, iman kesinlik (yakîn) ister. İmandan kaynaklanan söz ve davranışların da doğru ve kesin olması gerekir. Kuşkulu ve tereddütlü işler yapmak, bir başka hadiste belirtildiği üzere (bk. 589. hadis), yasak bölge yakınında gezinmektir. Her an harama düşme tehlikesi ile başbaşa olmak demektir.. Oysa “Korkulu rüya görmektense uyanık durmak yeğdir.” Şüpheli şeyleri terketmek, bir çok sıkıntıdan peşinen kurtulmak demektir. 

Helâl ve haram şuuru, şüphelilere karşı gösterilecek dikkatli tavırlarla canlı tutulabilir. Özellikle haram sınırlarının hızla yok edildiği günümüzde bu konu daha bir nezâket ve ehemmiyet kazanmıştır. Şüphelileri terketmek, müslümanı günah işlemiş olma ihtimalinin kahredici endişesinden kurtaracaktır. 

Hadisten Öğrendiklerimiz 
1. Şüphelilerden uzak durup helâl olanlara yönelmek gerekir. Harama düşmekten korunmak böylece sağlanmış olur.

2. İnsan “içine sinmeyen” veya “ içinin ısınmadığı” konulardan uzak kalmalıdır. Gönül yatkınlığı herkes için özel ölçüdür. “Müftiler fetvâ verse de sen gönlüne bak!” (Ahmed İbni Hanbel, Müsned IV, 194) hadîs-i şerîfi daima ölçü alınmalıdır. 

3. Allah saygısı ile dolu olan müslümanlar, büyük günahlara düşme endişesi ile küçük günahlardan uzak dururlar.

9 Ağustos 2017 Çarşamba

DOĞRU SÖZLÜLÜK-(Sıdk)-Riyâzü's Sâlihîn-İmam Nevevi- 1-


“Ey inananlar! Allah’a karşı saygılı olun ve özü-sözü doğru olanlarla beraber bulunun.” Tevbe sûresi (9), 119 

Âyet-i kerîme, Tebük Savaşı’na katılmayan fakat sonra tövbeleri kabul buyurulan üç sahâbî ile ilgili âyetlerden hemen sonra gelmektedir. Müslümanları, imanlarında, verdikleri sözlerinde ve dinlerinde, gerek niyet, gerek söz, gerekse davranış bakımından dürüst kimselerle birlikte olmaya çağırmaktadır. 

Sıdk, sözde ve özde doğruluk demektir. “Sâdıklar” bu âyette, - önü sonu dikkate alınınca- öncelikle “Hz. Peygamber ve ashâbı” anlamına gelmektedir. Muhammed aleyhisselâm ve ashâbının yolunu izlemeye gayret eden has müslümanlarla beraber olmak, kulun Allah saygısını arttıracak ve dolayısıyla ona dünya-âhiret mutluluğunu kazandıracaktır.

 “Doğrularla beraber olmak”, netice itibâriyle “doğruya destek vermek” demektir.

2. "Doğru sözlü, doğru özlü erkek ve kadınlara Allah, bağışlanma ve büyük ecir hazırlamıştır.” Ahzâb sûresi (33), 35 

Âyet, özünde, sözünde ve işinde doğru olmanın iki önemli neticesini açıklamaktadır: Geçmişteki hataların bağışlanması (mağfiret) .. Gelecekte büyük ecir (mükâfat)... Bu, geçmişi ve geleceğiyle en büyük güvenceye sahip olmak demektir.

 3. “Allah’a karşı dürüst ve samimi davransalardı, elbette kendileri için çok daha iyi olurdu.” Muhammed sûresi (47), 21 

Hicretten sonra Medine’de müslümanlar güçlenmeye başlayınca içlerinden bir kısmı, “düşmanla harbetmeye izin verilse, bu konuda bir âyet gelse” diye temennide bulunmuşlardı. Savaşa izin verilince “kalplerinde hastalık bulunan” münâfıklar böyle bir durumu kendileri istememişler gibi baygın baygın bakakalmışlardı. Halbuki onlara düşen itaat etmekten ibâret idi. Çünkü bunu kendileri istemişlerdi. Durum kesinleştikten sonra Allah’a karşı dürüst ve samimi davranmak, herkesten önce kendileri için hayırlı ve iyi olacaktı. Dürüstlük özellikle önceden temenni edilen şeylerin bedeline katlanmakla isbat edilebilir. Faydasını da ancak bu bedeli ödemeye hazır olanlar görür. Müslümana özünde, sözünde ve işinde dürüst olmak yaraşır. 

Hadisler

55. Abdullah İbni Mes’ud radıyallahu anh’den rivâyet edildiğine göre Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: 

“Şüphesiz ki sözde ve işde doğruluk hayra ve üstün iyiliğe yöneltir. İyilik de cennete iletir. Kişi doğru söyleye söyleye Allah katında sıddîk (doğrucu) diye kaydedilir. Yalancılık, yoldan çıkmaya (fücûr) sürükler. Fücûr da cehenneme götürür. Kişi yalancılığı meslek edinince Allah katında çok yalancı (kezzâb) diye yazılır.” Buhâri, Edeb 69; Müslim, Birr 103-105. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 80; Tirmizi, Birr 46; İbni Mâce, Mukaddime 7; Duâ 5 

Açıklamalar 
1545 numarada tekrar karşılaşacağımız hadîs-i şerîfte dört önemli tâbir, iki grup halinde birbirlerinin zıddı olarak zikredilmektedir. Sıdk-Kizb, birr-fücûr. Ayrıca bunlara bağlı olarak da sıddîk ile kezzâb aynı şekilde birbirinin karşıtı iki nitelik ve sonuç olarak yer almaktadır. 

Sıdk, sözünde ve işinde dürüst olmaktır. 

Kizb ise, bunun tam aksi davranmaktır. 

Birr, bütün hayr ve iyilikleri ihtivâ eder.

Fücûr ise, kötülüğe meyl ve muhabbet etmek, yoldan çıkmak demek olup her çeşit şer ve fesâdı ifade eder.

 Sıddîk, doğruculuğu; kezzâb yalancılığı âdet edinmiş kişi demektir. Her iki kelime de mübâlağa ifâde etmektedir. 

Dürüstlük, üstün iyilik demek olan birr’e; birr ise, cennet’e uzanan bir çizgidir. Sözünde ve işinde doğru olmaya gayret edenler, Nisâ sûresi’nin 69. âyetinde belirtildiği üzere, peygamberlikten sonraki en yüksek mertebeye (sıddîkıyet) ereceklerdir. Doğruluğu âdet edinmenin yolunu yüce Allah Tevbe sûresi’nin 119. âyetinde, “Ey iman edenler! Allah’a karşı saygılı bulunun ve sâdıklarla beraber olun” fermânıyla göstermektedir. 

Yalan ve yalancılık her türlü kötülüğün başı olan fücûra sebep olacaktır. Fücûr ise cehenneme götürür. Yalancılığı âdet edinenler Allah katında kezzâb diye tescil edilecektir. Bu önemli bir tesbit ve büyük bir uyarıdır. Bu demektir ki, sahteciliğin İslâm’da yeri yoktur. 

Hadisin Müslim’deki rivayetlerinde doğruluğu düstur edinenlerin sıddîk, yalancılığı meslek edinenlerin ise kezzâb diye yazıldığı kaydedilmektedir. Bu kayıt, hadisteki teşvik ve tehdidin, bilerek ve isteyerek doğrunun veya yalanın peşine düşenlere yönelik olduğunu göstermektedir. O halde daima doğruyu aramak, doğru söylemek gerekmekte, yalana ve yalancılığa asla müsâmaha göstermemek lâzım gelmektedir. Zira alışkanlıklar, bilinçsiz hoşgörüler sonucu oluşurlar. 

Hadisten Öğrendiklerimiz 

1. Her hayrın sebebi olan doğruluk teşvik edilmekte, her kötülüğün sebebi olan yalandan uzak kalınması istenmektedir. 

2. Mükâfat ve cezâ, kulun yaptığı iyi ve kötü amellere göre söz konusu olur. 

3. Doğrularla beraber olmak insanda “takvâ” duygusunu geliştirir.