7 Kasım 2019 Perşembe

KAYIP BULMAK İÇİN OKUNACAK DUA


Hz. Ömer (ra)'in oğlu Abdullah şöyle buyurmuştur:

Bir eşyasını kaybeden veya çaldıran kişi, iki rekât namaz kıldıktan sonra şöyle dua eder:

"Allâhümme rabbe'd-dâlleti ve hâdiye'd-dâlleti, rudde aleyye dâlletî bi kudretike ve sultânike. Fe in-nehâ min fadlike ve atâike."

ANLAMI:

"Ey kaybolanların Rabbi ve kaybolanları ve yolunu kaybedenleri doğru yola kılavuzlayan Allah'ım! Kudretin ve saltanatın hakkı için kaybettiğim şeyi bana iade eyle. Çünkü bu senin fazl ve keremindendir." (Bostanu'l-Arifin; Bilal Eren, Açıklamalı Dua Hazinesi, s. 304)

6 Kasım 2019 Çarşamba

Lut Kavmi'nin başına gelenleri kısaca anlatır mısınız? Kavimleri helak eden günahların daha dehşetlileri bugün görülmesine rağmen Allahın bunların cezalarını tehir etmesinin hikmeti nedir?


Bu kavimlerin hikâyesini tek tek burada anlatamayız. Bu iş çok uzun sürer. Bunların kısa hayat hikâyelerini Kur’an’ın mealinden, sözgelimi, Şuara suresinde bulabilirsiniz.

Lut kavmi, özellikle lutîlikle, erkek erkeğe tatmin yolunu seçmekle meşhur olmuştur. Hz. Lut’un bütün ikazlarına rağmen bu işten vazgeçmemişlerdir. Konunun özetini Kur’an’dan takip edelim:

“Elçilerimiz, yakışıklı birer delikanlı suretinde Lut’un yanına gelince, onların melek olduğunu henüz bilmeyen Lut, kadınları bırakıp erkeklere yönelen sapık hemşerilerinin bu gençleri taciz edeceğinden korkarak, onlardan dolayı üzüntü ve endişeye kapıldı. Misafirlerini koruyacak gücü olmadığını görerek onlar yüzünden içi daraldı ve kendi kendine, “Bugün çok çetin bir gün olacak!” dedi.

Bu arada, şehre gelen yabancıların Lut’un evinde misafir olduğunu haber alan kavmi, sapık arzularının kamçılamasıyla, âdeta kudurmuş bir hâlde koşarak Lut’un kapısına dayandılar. Zaten öteden beri böyle çirkinlikler yapmayı âdet hâline getirmişlerdi.

Lut, “Ey kavmim!” dedi, “İşte kızlarım; onlarla evlenip meşru ve doğal yollarla arzularınızı tatmin etmeniz, sizin için erkeklere yönelmekten çok daha temizdir. Öyleyse, Allah’tan korkun da misafirlerime tacizde bulunarak beni rezil etmeyin! İçinizde aklı başında bir adam yok mu sizin?”

Buna karşılık onlar, “Sen de gayet iyi bilirsin ki, bizim senin kızlarında gözümüz yok. Çünkü kadınlarla ilgilenmiyoruz biz. Sen aslında bizim ne istediğimizi pekâlâ bilirsin!” dediler.

Bu azgın topluluk karşısında tamamen çaresiz kalan Lut, “Ah, keşke size karşı koyabilecek gücüm olsaydı yahut şerrinizden korunabileceğim sağlam bir kaleye sığınabilseydim!” dedi. Şehre sonradan yerleşen bir yabancı olduğu için, kendisini savunacak kabile desteğinden yoksundu. İşte, Lut Peygamber’in üzüntüsü doruk noktasına ulaşmıştı ki:

Sonunda melekler gerçek kimliklerini ortaya koyarak, “Ey Lut!” dediler, “Bizler Rabb’inin elçileriyiz. Artık korkmana, üzülmene gerek yok! Çünkü onlar senin kılına bile dokunamazlar! Zaten kısa bir zaman sonra hepsi helâk edilecektir! Bunun için, gecenin bir vaktinde ailenle birlikte şehri terk etmek üzere yola çık. İçinizden hiç kimse kâfirlerle birlikte olma özlemiyle geriye dönüp bakmasın! Ancak karın hariç; çünkü o, zalimlerin yanında kalmayı tercih edecek. Bu yüzden de, onların başına gelecek olan azap, onun da başına gelecek. Onların helâk edilme zamanı sabah vaktidir; sabah vakti de yakındır, değil mi?”

Ve nihayet Sodom şehri için helâk emrimiz gelince, Lut’u ve ailesini oradan çıkardık, sonra korkunç bir sarsıntıyla oranın altını üstüne getirdik ve üzerlerine, ateşte pişip sertleşmiş kızgın taşları sağanak sağanak yağdırdık.

O taşlar, öyle tesadüfen yağmadı onların başına. Aksine her bir taş, Rabb’inin katında işaretlenmiş ve zalimleri cezalandırmak için özellikle gönderilmişti. Ve siz ey insanlar! Kendinizi benzer bir felâketten uzak sanmayın! Zira bu tür cezalar, zalimlerden hiç de uzak değildir. Allah zaman zaman belâ ve musibetler göndererek insanları uyaracaktır. (Hud, 11/77-83; Kısa tefsirli Kur’an meali).

Bu ümmetin kavimlerinin bütün bütün helak olmaması, Hz. Muhammed (a.s.m)’in yaptığı ve kabul olmuş duasının bir sonucudur. Bununla beraber, âhir zamandaki artan kötülüğe paralel olarak Allah’ın gazabını gösteren felaketler de çok artmıştır. Bugün, depremler, seller, tufanlar, tusunamiler, hortumlar, kasırgaların helak ettiği insan sayısı, eski kavimlerin kat kat üstündedir. Fakat, eski kavimlerde olduğu gibi, bugün de bu musibetleri tesadüflere vererek, normal birer doğa olayı diyerek işin içinden çıktığını zannedenler var. “Deprem Allah’ın bir uyarısıdır” diyenler ceza görmüşse, bunun altında yatan sebep, olan felaketi, suç-ceza ilişkisinden uzaklaştırıp tesadüflere havale etme gayretlerinin varlığıdır.

İlave bilgi için tıklayınız:

Eski ümmetlerin başlarına gelen belalar neden şimdi olmuyor?

Sorularla İslamiyet

5 Kasım 2019 Salı

Sabah namazının ve ikindi namazının vakti ne zamana kadar sürer, tam olarak bir sonraki vakit namazın hemen öncesine kadar kılabilir miyiz?


Sabah namazının vakti imsak ile girer, güneşin doğması ile biter. Yani namazınızı takviminizde "imsak" yazan süreden itibaren "güneş" yazan süreye kadar kılabilirsiniz. Sabah namazının vakti bu iki süre arasıdır. Ancak Hanefilere göre güneşin doğmasına yakın, Şafilere göre ise imsaktan biraz sonra kılmak faziletlidir.

Tam namaz kılarken ve namaz bitmeden güneş doğarsa Hanifilere göre namaz bozulur; kerahet vakti çıktıktan sonra yeniden kılmak gerekir.

Zamanında sabah namazını kılamayan bir kişi, güneş doğduktan ve kerahet vakti çıktıktan sonra, öğlen namazı girmeden kılarsa, hem sünnetini hemde farzını beraber kaza eder.

Sabah namazı kazaya kalmışsa ve o gün öğleye kadar kılındığı zaman hem sünnet hem de farzın kazası kılınır. Daha sonra kılındığı zaman sadece farzının kazası kılınır.

İkindi namazının vakti, akşam namazının vaktinin girmesine kadar devam eder. Ancak akşam namazından önceki 45 dakikalık vakit "kerahet vakti" olduğu için, bu zamandan önce kılınmasına dikkat etmek gerekir. Eğer kerahet vaktine kadar kılınmamışsa, kerahet vaktinde ikindinin sünneti terk edilerek sadece farzı kılınır.

Sorularla İslamiyet

4 Kasım 2019 Pazartesi

Fezâil konusunda rivâyet edilen zayıf hadisler konusunda tavrımız nasıl olmalıdır?


İslâm âlimlerinin, senedi zayıf, fakat metni fazîletli bir amele veya bir duâya teşvik eden hadis konusundaki tavrı nasıldır?


Cevap

Hamd, yalnızca Allah'adır.

İslâm âlimleri, fezâil babından sayılan amellerde zayıf hadisle amel edilip-edilmemesi konusunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Bazı âlimler, zayıf hadisle amel etmenin, birtakım şartlara bağlı olarak câiz olduğu görüşüne varmışlardır. Başka âlimler ise, zayıf hadisle amel etmenin câiz olmadığı görüşüne varmışlardır.

Hâfız İbn-i Hacer -Allah ona rahmet etsin- zayıf hadisle amel etmenin şartlarını şu şekilde özetlemiştir:

1. Hadisin çok zayıf olmaması gerekir. Bu sebeple yalancıların veya yalancı olmakla itham edilen kimselerin veyahut da yanlış ve hatası açık olan kimselerden birisinin tek başına rivâyet ettiği hadisle amel edilemez.

2. Zayıf hadisin, amel edilen hadisin aslında bulunmalıdır.

3. Zayıf hadisle amel eden kimsenin, hadisin sâbit olduğuna inanmaması, aksine bu konuda ihtiyatlı olması gerekir.

Zayıf hadisle amel etmenin anlamı; bir ibâdet konusunda gelen zayıf hadis ile amel etmeyi müstehap görüyoruz anlamında değildir. Zirâ İslâm âlimlerinden hiçbirisi bunu söylememiştir. (Nitekim Şeyhul-İslâm İbn-i Teymiyye'nin -Allah ona rahmet etsin- sözünde bu konu ileride zikredilecektir.)

Aksine bunun anlamı; belirli bir ibâdet, müstehap olduğu sahih şer'î bir delille sâbit olur, -örneğin geceyi kıyamla/ibâdetle geçirmek gibi-,daha sonra geceyi kıyamla/ibâdetle geçirmenin fazîleti konusunda zayıf bir hadis gelirse/rivâyet edilirse, bu takdirde bu hadis zayıf ile amel etmekte bir beis yoktur, demektir. Zayıf hadisle amel etmekten kasıt ise; o ameli işleyen kimsenin zayıf hadiste geçen sevaba ulaşmayı ümit etmekle birlikte insanları bu ibâdete teşvik etmek için o hadisi rivâyet etmesidir. Çünkü bu durumda zayıf hadis ile amel etmekle dînen herhangi bir sakıncalı durum sözkonusu olmaz.

Örneğin dînde herhangi bir delille sâbit olmayan bir ibâdetin müstehap olduğunu söylemek, dînen sakıncalı bir durumdur. Zayıf hadis ile amel eden kimse, eğer sevap kazanmışsa, bu kendisi içindir, yok kazanmamışsa kendisine hiçbir zararı olmaz.

Şeyhul-İslâm İbn-i Teymiyye -Allah ona rahmet etsin- şöyle demiştir:

"Şeriatta, sahih ve hasen olmayan zayıf hadislere itimat edilmesi/dayanılması (delil gösterilmesi) câiz değildir. Fakat Ahmed b. Hanbel ve başka âlimler, yalan olduğu bilinmedikçe ve sâbit olmadıkça fezâil babından sayılan amellerde zayıf hadisin rivâyet edilmesini câiz görmüşlerdir.

Bunun sebebi ise şudur: Bir amel, şer'î bir delille meşrû olduğu bilinirse ve bu konu hakkında yalan olduğu bilinmeyen bir hadis rivâyet edilmişse, sevâbın hak olması câizdir. İmamlardan hiçbirisi; "zayıf hadis ile bir şey vâcip veya müstehap olur", diye bir şey söylememişlerdir. Böyle diyen kimse, mutlaka icmâ'ya aykırı hareket etmiştir...

Yalan olduğu bilinmedikçe terhîb ve terğîb (teşvik edici ve korkutucu) konularda zayıf hadisi rivâyet etmek câizdir.Fakat bu zayıf hadisin, Allah Teâlâ'nın teşvik ettiği veya korkuttuğu bir konuda bilinen delilden başka bir delil olması gerekir." (Mecmû'u Fetâvâ İbn-i Teymiyye; c: 1, s: 250).

Ebu Bekr İbn-i'l-Arabî, ister fezâil, isterse diğer konularda olsun, zayıf hadis ile amel etmenin kesinlikle câiz olmadığını söylemiştir. (Bu konuda Suyûtî'nin; "Tedrîbu'r-Râvî; c: 1, s: 252 adlı kitabına bakınız.

Büyük hadis âlimi Elbânî de -Allah ona rahmet etsin- bu görüşü tercih etmiştir. (Sahîhu't-Terğîb ve't-Terhîb Mukaddimesi; c: 1, s: 47-67).

Fezâil babından sayılan ameller konusunda Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-'den sahih olarak gelen ve sâbit olan hadisler, zayıf hadise ihtiyaç duyulmayacak kadar pek çoktur.

Bu sebeple müslümanın, sahih hadisi, zayıf hadisten ayırt edecek bilgiyi elde etmeye çalışması ve sadece sahih hadis ile yetinmesi gerekir.

Allah Teâlâ en iyi bilendir.

3 Kasım 2019 Pazar

Gömlek, Uzun Don, Kısa Don Ve Kaftan İle Namaz Kılmak

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.


"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
8. BÖLÜM NAMAZ

9. Gömlek, Uzun Don, Kısa Don Ve Kaftan İle Namaz Kılmak
365- Ebu Hureyre'den şöyle nakledilmiştir: "Adamın biri Hz. Peygamber'e 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem gelip bir tek elbise ile namaz kılmanın hükmünü sordu. Allah Resulü Sallallahü Aleyhi ve Sellem  'Hanginiz iki elbise bulabiliyorsunuz' buyurdu. Sonra adam, Hz. Ömer'e aynı soruyu sordu. O da şöyle cevap verdi: Allah'ın size verdiği imkanlara göre hareket edin: Elbiselerinizi üzerinize alın. İzan ve ridası olan, bunlarla; izan ve gömleği olan bunlarla, izan ve kaftanı olan, bunlarla, uzun paçalı donu (sirval) ve ridası olan bunlarla, uzun paçalı donu ve gömleği olan bunlarla; uzun paçalı donu ve kaftanı olan bunlarla, paçasız donu ve uzun gömleği olan bunlarla na­maz kılsın. Ebu Hureyre demiştir ki: Zannımca Hz. Ömer, 'paçasız donu ve ridası olan bunlarla namaz kılsın' da dedi."

366- İbn Ömer'den şöyle nakledilmiştir: "Biri Hz. Peygamber'e 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem  ihramlı birinin ne giyeceğini sordu. Allah Resulü Sallallahü Aleyhi ve Sellem  de Şöyle cevap verdi: Gömlek, iç çamaşırı, bornus [97] zaferan veya yemen zaferanı bulaş­mış elbiseleri giyemez. Terlik bulamayan kimse, mestini giysin ve topuklarının alt kısmına denk gelen yerden kessin.

"Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

2 Kasım 2019 Cumartesi

Namaza devam etmek ve bırakmamak için ne yapmalıyız?


Soru Detayı

Neden insan namaza yeni başladıktan sonra bırakmak istiyor ve bunu engellemek için ne yapabilir? Namaza neden uzaklık oluyor?

İnsana dünyadaki imtihanı için takılmış olan nefsi, ilahi emirler ile terbiye edilmez ve insanın aklı da vahiy yerine nefsin emrine girerse, beş kuruşluk hazır lezzeti, gelecekte verilecek beş milyon liralık lezzete tercih edebilir.

İşte Allah’ı bilen, tanıyan, kabullenen insanlar bu gafletten dolayı namaz kılması gerektiğini bilmesine rağmen, kılmakta üşengeçlik ve ihmalkarlık gösterebiliyor.

Oysa biraz tefekkür etse anlayacak ki namaz ve hatta Allah’ın bütün emirlerinin ve yasaklarının ahirete bakan yüzleri olduğu gibi, dünyaya bakan yüzleri de vardır, sayısız dünyevi faydaları vardır.

Bazı ibadetlerin dünyevi faydalara örnekler;

Zekât; Sosyal adalet ve gelir dağılımı eşitliği için olmazsa olmazdır.

Oruç; 11 ay son sürat çalışan bedenimiz ve midemizin dinlenmesi ve fazla ve sağlıksız kilolarımızdan kurtulmak için birebirdir.

Ana babaya hürmet, komşuyla iyi geçinme, öfkesine yenilmeme, yalan söylememe, içki içmeme, kumar oynamama, hırsızlık yapmama, adam öldürmeme gibi hepsi birer farz olan Allah’ın emirlerinin ahirete bakan muazzam faydalarının yanında dünyaya bakan çok büyük faydaları da olduğu aşikardır.

Hakkıyla ve huşu içinde kılınan bir namaz ise bizim için olmazsa olmazdır:
- Cennet’in anahtarı hükmünde olması,
- Allah ile direk bağlantımızı sağlaması,
- Onu bize her namaz vakti hatırlatması,
gibi ahirete bakan daha sayısız faydalarının yanında;
- boş dünyevi kavgaları unutturması,
- öfkemizi dizginlemesi,
- günahlardan uzaklaştırması,
- ilahi yardıma mazhar kılması,
- hakka yönelmemizi sağlaması,
- bedenimizi hareket ettirmesi,
- günde en az 5 defa temizlenmeye vesile olması,
- cemaat olarak sosyalleşmemize vesile olması
gibi gene sayısız dünyevi faydaları vardır.

İşte şeytanın vazifesi, Kuran’ın ifadesiyle “zalim ve cahil” olan insanı, nefsini de kullanarak bunlardan olabildiğince gafil bırakmaktır.

Bizim vazifemiz de şeytanın varlığından bir an dahi gaflet etmeyerek, Allah’ın emirlerini Onun rızası için yerine getirmek, getirirken de bu emirlerin bildiğimiz ve bilmediğimiz birçok muaccel, karşılığını hemen gördüğümüz ve müeccel, karşılığını daha sonra göreceğimiz faydalarının olduğunu bilmemizdir.

İşte bu şuurda olur, etrafımıza da bu şekilde telkin edebilirsek, belki namazı ihmal eden kişilerin önündeki gaflet perdelerini yırtmış olabiliriz inşallah.

İlave bilgi için tıklayınız:

Namaz kılmayı terk ettim; tekrar nasıl başlayabilirim? Namazlarımı ...

Namaz kılmak istiyorum, ancak tam olarak kılamıyorum. Nedendir ...

Namazın zamanımız açısından önemi nedir? Namazın mana ve ...


1 Kasım 2019 Cuma

Sünnet yerine kaza namazı kılınabilir mi? Bir namaz için hem kazaya hem nafileye niyet edilir mi? Kaza namazı aynı zamanda nafile yerine geçer mi?


Soru DetayıBenim kaza borçlarım var, bazı kimseler mesela öğle namazı sünnetiyle birlikte kazaya kalmış namazın kazası da kılınabilir, yani niyet ederken hem sünnete hemde kazaya niyet edilebilir deniliyor doğru mu? Kaza namazı borcu olanın kılacağı sünnetler geçersiz midir?

Bazı kimselerden şu fetvayı sürekli duymaktayız. Şöyle ki:

"Kaza namazları olan kişiler, nafile namaz kılamazlar. Hâtta nafile namaz kılmaları haramdır. Bu durumda olan bir kişi meselâ öğle namazının ilk dört rekât sünnetini kılacağı zaman, üzerinde kazaya kalmış öğle namazına niyet ederse, bu namazla kaza namazını kılmış olduğu gibi, öğle namazının sünnetini de yerine getirmiş olur; yani bu namaz o sünnetin yerini de tutar."

deniliyor. Namaz borçları olan bizler, hem kaza namazlarımızı hem de farz namazların evvelinde ve sonrasında olan sünnet namazları ve diğer bazı nafile namazları kılıyorduk. Bu fetvayı duyduktan sonra tereddütte kaldık. Ne yapmalıyız? Kaza namazlarımız bitene kadar sadece kaza namazlarımızı mı kılalım? Yoksa daha önceden yaptığımız gibi sünnet ve nafile namazlarla beraber kaza namazlarımıza da devam mı edelim? Bu konuda bizi bilgilendirirseniz memnun oluruz.

Sorunuzu üç ana başlıkta cevaplayalım:

1. Eda, iade ve kaza namazı ne demektir? Kaza namazı olan kişi ne yapmalıdır?

2. Kaza namazı olan kişi farz namazların evvelinde ve sonrasında olan sünnet namazları ve başka nafile namazlar kılabilir mi?

3. Nafile namaz, farz namaz yerine veya farz namaz kişinin üzerindeki farz sorumluluğu düşürdüğü gibi, nafile namaz yerine geçer mi?

Şimdi bu ana başlıkları tek tek inceleyip sorunuzun cevabını zikredelim:

1. Eda: Bir vacibi (yapılması zorunlu olan; namaz, oruç gibi şer'i bir vazifeyi) vaktinde yerine getirmektir. Şüphe yok ki, her Müslümanın vazifesi ibadetlerini vaktinde en güzel şekilde yerine getirmektir. Vaktinden sonraya asla bırakmamaktır.

İade: Bir vacibin mislini, fesadı gerektirmeyen bir engelden dolayı vaktinde veya vaktinden sonra yerine getirmektir. Mesela; öğle namazını vaktinde kılan bir kimseye namazın vaciblerinden bir vacibi terketmesi veya tahrimen mekruh olan bir fiilde bulunmasıyla, bu namazı öğle namazı vakti içerisinde iade etmesinin vacip, vakit çıktıktan sonra iade etmesinin mendup olması.

İbni Humam; "Namazın iade edilmesi durumunda namaz sorumluluğu birincisiyle düşer. İkincisi birincisindeki fesadı gerektirmeyen noksanlığı telafi eder. Zira farz tekrarlanmaz." demiştir. (İbni Abidin, Reddü'l Muhtar Ale'd Dürri'l Muhtar, 2/64)

Kaza: Zamanında yerine getirilmeyen (namaz, oruç gibi) bir vacibi vaktinden sonra yerine getirmektir.

Üzerinde kaza namazı olan kişilerin bu namazların kazalarını acele olarak yapmaları vaciptir. Çoluk çocuğun ihtiyaçlarını karşılamak gibi özürler sebebiyle kaza namazlarının tehir edilmesi caizdir. Yani; çoluk çocuğun nafakasını temin ettikten sonra kalan vakitleri kaza namazlarını kılmaya ayırmalı ve bu sorumluluktan bir an önce kurtulmalıdır. Hiçbir özür olmadan namazı kazaya bırakmak büyük günahtır. Kişi namazı kılmamakla onu terketmiş olur. Kaza etmesiyle terketmenin günahını kaldırır. Sonraya bırakmanın günahı kalkmaz. O, ancak tövbe etmekle kalkar. (İbn Abidin, a.y.)

2. Üzerinde kaza namazları olan kişilerin namazların evvelinde ve sonrasında olan sünnet namazları ve başka nafile namazları kılmasının caiz olup olmaması meselesine gelince; Öncelikle bu konu hakkında Hanefilerin muteber eserlerindeki görüşleri nakledelim.

a) Üzerinde kaza namazları olan kişilerin nafile namazları kılması meselesine gelince; Müzmerat kitabında şöyle denilmiştir:

"Kaza namazlarıyla meşgûl olmak, nafile namazlarla meşgûl olmaktan daha önemlidir. Ancak; farz namazların öncesi ve sonrasındaki sünnetler, kuşluk namazı, tesbih namazı ve haklarında haberler gelen "tahiyyetü'lmescid" (mescidi selâmlama) namazı, ikindi namazından önceki dört rekât namaz, akşam namazının farzı ve sünnetinden sonra ikişer ikişer kılınan altı rekât 'evvabin' namazı gibi namazlar bu hükmün dışındadır." (Reddü'l Muhtar, II/74)

Yani bu namazlar kaza namazlarım var, onları kılıyorum diyerekten terkedilmezler.

b) Üzerinde kaza namazları olan kişilerin kaza namazlarıyla meşgûl olmaları, nafile namazlarla meşgûl olmalarından daha önemlidir. Ancak bilinen sünnetler (yani müekked sünnetler), kuşluk namazı, tesbih namazı ve hakkında haberler gelen namazlar bu hükmün dışındadır.

Bu namazlar nafile namaz niyetiyle kılınır. (Yani bu namazlar kılınırken kaza namazlarına değil, bunlara niyet edilir) Bunların dışında kılacağı namazlarda kaza namazlarına niyet edilir.

Muzmerat kitabında Zahiriryye ve Fetave'l-Hucce kitaplarından naklen böyle zikredilmiştir. (Tahtavi, Haşiye ala Merakı'l Felah Şerh'i Nuru'l İzah, s.364)

c) Hucce kitabında şöyle söylendi: Üzerinde kaza namazı olan kişilerin vaktinde kılmadıkları namazların kazalarıyla meşgûl olmaları, nafile namazlarla meşgûl olmalarından daha önemlidir. Ancak bilinen sünnetler, (yani namazların öncesi ve sonrasındaki sünnetler) kuşluk namazı, tesbih namazı ve haberlerde rivayet edilen namazlar bu hükmün dışındadır. Bu namazlar nafile niyetiyle kılınır. Bunların dışındakiler kaza niyetiyle kılınır. Yani bu namazların dışında bir namaz kılacak olursa, ona kaza namazı olarak niyet eder. (Fetavai Hindiyye, II/135

Görüldüğü gibi Hanefi mezhebinin muteber fıkıh kitapları kaza namazları olan kişilerin sünnet namazları, hâtta hakkında haberler gelen diğer nafile namazları kılabileceklerini açıkça, hiçbir tereddüte mahâl bırakmadan, anlaşılır bir lisanla beyan etmişlerdir.

3. İkinci bölümde beyan ettiğimiz gibi üzerinde kaza namazları olan kişiler, beyan edilen nafile namazları kılabilirler. Bu belli. Ancak burada uygulanan başka bir şey daha var. Şöyle ki; Kılınan nafile namazlara, nafile namaz diye niyet edilir. Bunların dışında kılacağı namazlara ise kaza namazı diye niyet eder.

Bu da bize şu neticeyi verir:

Kaza namazı borcu olanlar nafile namazlara, nafile namaz diye niyet eder ve bu namazlar farz olan kaza namazlarının yerine geçmezler. Farz olan kaza namazlarına ise, kaza namazı diye niyet edilir. Bunlarda nafile namaz yerine geçmez. Çünkü farz olan kaza namazları kılınırken, kaza namazı diye niyet edilip, hem kaza namazı hem de nafile namazı yerini tutsaydı, nafile namazlara nafile namaz diye niyet edilmemesi gerekirdi. Bilâkis "kazaya kalan farz namaz" diye niyet edilmesi gerekirdi.

Yaptığımız bütün nakiller, nafile namazlara nafile diye niyet edileceğini açıkça beyan etmiştir.

Meşrû bir mazeretin dışında namazı kazâya bırakan kimse, bir hatâ işlemiş ve günaha girmiş olur. Bu itibarla kazâya kalan namazın, en kısa zamanda kılınması gerekir. Çünkü beş vakit namazın edâsı farz olduğu gibi, kazası da farzdır. Kazâya kalan namazın kılınmasıyla sadece borç ödenmiş olur. Günahın affedilmesi için de ayrıca tövbe istiğfar etmek lâzımdır.

Namaz borcundan bir an evvel kurtulmak için, hakkında Peygamberimiz (asv)'in hadisi bulunmayan nâfile namazların yerine kaza kılmak daha isabetli olur. Ancak, Hanefî mezhebine göre, hakkında hadis bulunan nafile namazların yerine kaza kılmak uygun değildir. Bu hususta Hanefî fıkıh kitaplarında şu hüküm yer alır:

“Kazaya kalmış namazları kılmak, nafile namaz kılmaktan çok daha ehemmiyetli ve çok daha uygundur. Fakat beş vakit namazın sünnetleri, kuşluk, tesbih, tahiyyetü’l-mescid ve evvabin namazı bundan müstesnadır. Yani bu sünnet ve nafileler, kaza namazları için terk edilmezler."(Mevlânâ eş-Şeyh Nızâm. el-Fetâvâl-Hindiyye, 1/125; İbni Âbidin. 1493; el-Mezahibü’l-Erbaa, 1:492; Halebî-i Sağîr, s.349).

Her şeyden evvel, namazlardan önce ve sonra kılınan sünnetler bir yerde farz namazların tamamlayıcısı hükmündedir ve Peygamberimizin (a.s.m.) şefaatine vesiledir. Bunun için, namazını kazaya bırakan kimse bir yandan namazlarını kaza etmekle borçtan kurtulurken, diğer taraftan da sünnetleri kılarak Peygamberimiz (asv)'e olan bağlılığını göstermiş olur.

Mesele Hanefî mezhebine göre böyle iken, diğer üç mezhebe göre, kaza namazı olan bir kimsenin nafile namazları ile meşgul olması, sünnet kılması caiz değil, haramdır.

Mâlikî mezhebine göre, üzerinde kaza namazı bulunan bir kimsein nafile namazı kılması haramdır. Ancak beş vakit namazların sünnetleri ile tahiyyetü’l-mescidin kılınabileceğine dair ruhsat vardır. Bunların dışında meselâ, teravih namazı ile meşgul olunduğu takdirde sevap alınsa da, kaza namazı geriye bırakıldığı için günah işlenmiş olur.

Şâfiî mezhebine göre de, üzerinde kaza namazı borcu olan bir insanın, bu namazları kılıp borcundan kurtuluncaya kadar gerek beş vakit namazların sünnetlerini, gerekse diğer nafileleri kılması mekruhtur. Çünkü bir an önce kazaların kılınıp bitirilmesi gerekir.

Hanbelî mezhebine göre ise, üzerinde kaza namazı olan bir kimsenin nafile ile meşgul olması haramdır. Ancak vitir ile beş vakit namazın sünnetlerini kılması caizdir. Fakat, kazaları çoksa bunları da kılmayarak kaza namazlarıyla meşgul olması daha iyidir. Yalnız sabah namazının sünneti bundan hariçtir, onu kılmak gerekir.(el-Mezahibü’l-Erbaa, I/492)

Netice olarak; kaza namazları fazla olan Hanefîlerin, sünetleri terk ederek kaza namazı kılmalarında bir mes’uliyet olduğu söylenemez. Gerek vakit namazlarının, gerekse diğer nafilelerin yerine kaza namazının kılınmasının uygun veya evlâ olmaması demek, “Sünnet yerine kaza kılmak caiz değildir.” mânâsına gelmez.

Ancak bununla beraber kaza namazları fazla olmayan kimseler ise, her farzdan sonra bir vakit kazâ namazı kılmayı alışkanlık haline getirirlerse güzel bir âdeti devam ettirmiş olurlar. Ayrıca Cenab-ı Hakk'ın mahşer günü eksik gelen farz namazları sünnetlerle tamamlayacağı hususunda rivayetler bulunduğunu da hatırdan çıkarmamak gerekir.

- Kaza namazları nasıl kılınr?

Farz bir namazı vaktinde kılmaya eda, vakti geçtikten sonra kılmaya kaza, bozulan bir namazı tekrar kılmaya da iade denir.

Bir namaz ya bile bile kasden kılınmayıp kazaya bırakılır veya bir özürden dolayı kazaya kalır. Bir vakit namazı kasdî olarak kılmayıp kazaya bırakmak büyük bir günahtır. Böyle bir hareketten uzak durmalıdır. Bu çeşit bir hatanın işlenmesi durumunda bir an önce kaza edilmeli, borçtan kurtulmalıdır. Çünkü ölümün ne zaman gelip çatacağı belli olmaz. Ölüm gelip de hazırlıksız yakalarsa âhirete borçlu olarak gidilmiş olur.

Bu şekilde kılınmayan bir namaz her ne kadar kaza edilmekle borçtan kurtulunmuş olunsa da, işlenen günah için ayrıca tövbe istiğfar edip, Allah'tan af dikmek lâzımdır. Bunun için hem kaza, hem de tövbe edilmelidir.

Unutmak, uyku veya meşru bir mazeretten dolayı vaktinde kılınamayan namazlar da hatırlandığı veya meşru özür geçtikten sonra fazla vakit geçirmeden kaza edilmelidir.

Bazı özürler vardır ki, bu hallerde kılınmayan namazlar daha sonra kaza edilmezler. Kadınların âdet ve lohusalık hali, beş vakit devam eden sara veya cinnet hali bu çeşit özürlerdendir. Zaten âdet gören ve lohusa olan kadının namaz kılması caiz olmayıp haramdır.

Vakti içinde kılınmayan beş vakit namazın kazası farz, vitir namazının kazası vacip, sünnetin kazası da sünnettir. Kazası farz olan sünnet yalnız sabah namazının sünnetidir. Günün sabah namazı kazaya kalmış ise öğleye kadar kılınınca farzıyla birlikte sünneti de kaza edilir. Öğleden sonraya kalınca sünnet kılınmaz, sadece farz kaza edilir.

Zamanında kılınamayan bazı vakit sünnetleri de daha sonra kılınarak kaza edilir. Meselâ, cemaate yetişmek için öğle namazının ilk sünneti kılınamadığı takdirde, farzı kılıp iki rekât sünnetten sonra ayrıca kılınır. Cuma namazının ilk sünneti hutbeden önce kılınamadığı zaman, yine Cumanın iki rekât farzından sonra kaza edilerek kılınır, îki rekât kılınarak yarıda bırakılan öğlenin ve cumanın ilk sünnetleri aynen bu şekilde dört rekât olarak kaza edilir. Bu sünnetlerin dışındaki diğer vakit namazlarının sünnetleri kılınmadıkları zamanlar kaza edilmezler. Meselâ ikindi ve yatsı namazının sünnetleri farzdan önce kılınmadıkları zaman daha sonra kılınmazlar.

Kaza namazları, ne şekilde kazaya kalmış ise aynı şekilde kılınacaktır. Sabah iki, öğle dört, ikindi dört, akşam üç, yatsı dört ve vitir üç rekat olarak kaza edilir.

Her namaz için belirli bir zaman veya mekân tayin edilmez. Yani ikindi namazının kazası ikindi vaktinde kılınır diye bir sınır yoktur; istediğiniz zamanda kılınabilir. Fakat kerahet dediğimiz zamanlarda kılınmamasına dikkat edilir. Bu vakitler de güneş doğduktan kırk beş dk sonraya, Güneş batmadan kırk beş dk. önceye kadar ve Güneş tam tepede olduğu zaman (öğleye otuz dk. kala) namaz kılınması hoş görülmemiştir. Bunların dışındaki bütün zamanlarda kaza namazı kılnabilir.

Vaktinde kılamayıp kazaya kalan namazları altı vakti bulan veya daha çok olan bir kimse kaza namazları arasında bir sıra gözetmediği gibi, kaza namazları ile vakit namazları arasında da bir sıra takibi yapmaz. Namaz kılmanın mekruh olduğu üç kerahet vaktinin dışında istediği ve müsait olduğu her zaman kılabilir. Çünkü kaza namazları için belli bir vakit yoktur. Meselâ, vaktinde kılınamamış olan bir ikindi namazı yatsıdan sonra, bir yatsı namazı da öğleden sonra kılınabilir.

Kaza namazlarını kılarken vakti belirlemeye gerek yoktur. Bu çok zor olacağından kolay olanı yapmak daha uygundur.

Bir kaza namazı şöyle niyet edilerek kılınır:

Meselâ: "Vaktine yetişip de kılamadığım ilk öğle namazını" yahut "son öğle namazım Allah rızası için kılmaya niyet ettim." Böylece kazaya kalmış olan namazlar, ya ilk kazaya kalmış olanından başlanmış olur veya en son kazaya kalmış olanından başlanmış olur ki, her iki halde de belli bir düzene göre geçmiş namazlar kılınarak azalmış olur.

Daha kolay olması bakımından "Üzerimde olan bir öğle veya ikindi namazını kaza ediyorum" şeklinde niyet etmek de yeterlidir.

Bir vaktin namazı kaza edileceği zaman önce bir ezan okunur, sonra ikamet getirilerek kılınır. Birden fazla kaza namazı kılınacağı zaman da hepsi için bir ezan kâfi gelirken, her farz namazı için ayrı ayrı ikamet getirmek sünnettir.

Kazaya kalmış olan namazların kaç vakit olduğunu kesin olarak bilemeyen kimse, galip tahminine göre hareket eder. Sayı bakımından tam bir tahmin yapamıyorsa, üzerinde kaza namazı kalmadığı kanaatine varıncaya kadar kılar.

Aynı namazları kazaya kalmış olanlar, bu namazı cemaatle kılabilirler. Fakat farklı farklı namazları kılmaya kalkanlar tek bir cemaat olamazlar; ayrı ayrı kılmaları gerekir.

Kaza namazlarını, mümkünse evde kılmayı tercih etmelidir. Şayet bu namazlar mazeretsiz olarak kazaya bırakılmışsa bir günah sayılacağından bunu teşhir etmek uygun olmaz.

31 Ekim 2019 Perşembe

Sabah namazının vakti ne zaman başlar ne zaman sona erer; ezan neden imsaktan bir saat sonra okunuyor?


Sabah namazının vakti imsak ile girer, güneşin doğması ile biter. Ancak Hanefilere göre hafif ışıyıncaya kadar bırakmak, Şafiilere göre ise erken, karanlık iken kılmak faziletlidir.



Hanefi mezhebinde sabah namazının geç kılınması daha faziletli olduğu için, imsaktan hemen sonra kılınmamaktadır.

Ayrıca ezan imsak vaktinde değil de namaza başlanacağı vakit ezan okunur ki, insanlar namazın kılındığı vakti bilip cemaate gelsinler diye namazdan önce okunmaktadır.

İmsak girer girmez de namaz kılınabilir; ezanı beklemek şart değildir.

Tam namaz kılarken ve namaz bitmeden güneş doğarsa, Hanefilere göre namaz bozulur. Bu namazı kerahet vakti çıktıktan sonra yeniden kılmak gerekir.

Zamanında sabah namazını kılamayan bir Müslüman, güneş doğduktan ve kerahet vakti çıktıktan sonra öğlen namazı girmeden (kerahet vaktinden önce) kılarsa, hem sünnetini hem de farzını beraber kaza eder.

Namazları bilerek kazaya bırakmak büyük günahtır... Bu durmda hem tövbe etmek hem de ilk fırsatta kaza etmek gerekir.

30 Ekim 2019 Çarşamba

Kur'an'da Yüce Allah'ın yemin ettiği şeyler üzerine yemin edilebilir mi?


Allah’ın yeminleri eşyayı büyük görmesinden kaynaklanmıyor, onların kudretinin harika birer sanatı olduğunu dikkatlere sunmak içindir. Ayrıca, Kur’an’daki ilahî yeminler, gafil olanların akıllarını, basiret gözlerini o sanatlara çevirmeye ve onları gaflet uykusundan uyandırmaya yönelik olarak kullanılan birer tokmaktır.

Halbuki insanın yeminleri, yemin edilenin kutsallığı ve büyüklüğünün önünde eğilmenin ve bir el-pençe duruşun ifadesidir. Bu sebeple, Kur’an ve Sünnette yer alan Allah’ın isim ve sıfatları dışındaki şeylere yemin edilmez. Nitekim hadis-i şerifte Peygamberimiz (a.s.m) “Kim yemin etmek isterse Allah ile yemin etsin veya sussun, diye buyurmuştur.”(Buharî, Eyman, 40; Müslim, Eyman, 1/h. No: 4)

- Bununla beraber, Kur’an’da Allah’ın yemine konu ettiği şeylerle yemin etmenin caiz olup olmadığı konusunda alimler arasında görüş ayrılığı vardır.

İmam Nevevî bu konuda şunları söylemektedir: “Bu (yukarıdaki) hadisten, Allah’ın isim ve sıfatlarından başka şeylerle yemin etmenin yasaklandığı anlaşılmaktadır. Ancak, bizim arkadaşlarımız (çağdaşı olan Şafii alimleri) bunun haram değil, mekruh olduğu görüşündedir.”(Nevevî, ilgili hadisin şerhi).

İbn Hacer’in bildirdiğine göre, Malikî, Hanbelî ve Şafii mezheplerinin üçünde de farklı iki görüş bulunduğu, bunlardan bir görüşe göre, Allah’tan başka bir şeyle yemin etmenin haram, diğer görüşe göre ise, tenzihen mekruh olduğu yönündedir.(bk. İlgili hadisin şerhi).

Hanefi Mezhebinde de böyle bir yemin geçersiz ve mekruhtur.

Özetle, gök, yer, ay, güneş, yıldız gibi varlıklar üzerine yapılan yeminler yemin sayılmadığı gibi, bunlar üzerine yemin etmek de mekruhtur. (bk. Bedayi, Fethu'l-Kadir, Muğni'l-Muhtaç, Mühezzeb, Yemin konusu)

İlave bilgi için tıklayınız:

YEMİN.

Allah u Teala Kur'an-ı Kerim'de neden yıldızlarla yemin etmektedir?

29 Ekim 2019 Salı

İnanmayanlara Allah'ın varlığını nasıl anlatabiliriz?


(Yazar Dr. Furkan Aydıner’ in ateist bazı gruplara Allah’ı anlatırken tutmuş olduğu görüşme notlarını içeren kitabından özetlenmiştir.)

Farklı dinlere mensup insanların kafalarındaki yanlış “Tanrı” inancı ile Kur’an’ ın tarif ettiği “Allah” arasındaki farklar ve İslama göre Yaratıcı’ nın özellikleri nelerdir?”

Kur’an bu soruya çok kısa, ancak derin manası olan bir sure (İhlas Suresi) ile cevap verir. Bu sureyle, Allah, insanlar arasındaki çok yaygın bir yanlışı düzeltmeyi murat ettiği gibi, Müslümanları da Hıristiyanların düştüğü hataya düşmekten muhafaza ediyor. İhlas suresinde Allah, yukarıdaki sorumuza, mealen, şöyle cevap verir:

“De ki, Allah birdir. O Samed’dir. Doğurmamıştır ve doğurulmamıştır. O’nun hiçbir dengi yoktur.”(İhlas Suresi, 112/1-4)

Birinci ayet, Allah’ın bir olduğunu ve birden fazla olmadığını söyleyerek her türlü şirki reddediyor. İkinci ayet, O’nun hiçbir şeye muhtaç olmadığını, ancak her şeyin, her an, O’na muhtaç olduğunu ifade ediyor. Üçüncü ayet, teslis inancının yanlış olduğunu, doğan ve doğuran bir şeyin ilah olamayacağını belirtiyor.(1) Dördüncü ayet, O’nun yaratıcı olarak, bütün yaratıklardan farklı olduğunu ifade ederek O’nu herhangi bir şeye benzetmenin doğru olmadığını söylüyor.

Kur’an, her an yaratma halinde olan ve Kayyum isminin tecellisiyle kâinatı an be an varlık aleminde tutup devam ettiren aktif bir yaratıcıdan bahsediyor. Kainatı saat gibi kurup kendi haline bıraktığını iddia eden deistlere cevap verircesine Kur’an şöyle diyor:

“Göklerde ve yerde bulunan herkes, O’ndan ister. O ise, her an yaratma halindedir.” (Rahman Suresi, 55/29)

Ayet, ilginç bir şekilde, bütün mahlûkatın her an Allah’tan ihtiyaçlarının giderilmesini talep ettiğini ve Allah’ın da bu isteğe cevap verdiğini söylüyor. Ayeti sondan başa okuduğumuzda ise, sürekli yaratma olmasaydı, varlıkların dua etmesinin bir anlamı kalmazdı manası çıkıyor. Yaratılan kainatın her an Kayyum ismiyle varlık aleminde tutulduğunu şu ayetler haber veriyor:

“Allah, kendisinden başka ilâh olmayan daima diri ve yarattıklarını koruyup idare edendir.” (Bakara Suresi, 2/255 ve Âli İmran Suresi, 3/2).
“Allah kainat’ı neden yarattı?”, “Varlığını bize bildiren deliller nelerdir?

Bir Hadis-i Kudsi’de Allah şöyle buyuruyor:

“Ben gizli bir hazineydim. Bilinmek, tanınmak istedim; bundan dolayı da beni tanımaları, gizli güzellik ve mükemmelliğimi bilmeleri için varlıkları yarattım.”(2)

Bu ifadeye göre, Rabbimiz kendini bize bildirmek ve tanıttırmak için bizi ve içinde bulunduğumuz kâinatı yaratmış. O halde, sonsuz kudret sahibi olan Rabbimiz her türlü yolla kendini bize tanıttırarak yaratılış gayesini yerine getirmiş olmalı.

Beni üç hafta öncesinde hiç biriniz tanımıyordunuz. Şimdi kısmen tanıyorsunuz. Sizinle yüz yüze görüşüp sözlerimle kendimi anlatmak yerine, başka iki yolla da kendimi tanıtabilirdim. Birincisi, size bir elçi vasıtasıyla, bir mektup göndererek kendimden bahsedebilirdim. İkincisi, hiç kimsenin taklit edemeyeceği eserlerimi size göstererek kendimi tanıtabilirdim. Sizler de eserlerime bakarak ne tür maharetlere sahip biri olduğumu öğrenebilirdiniz. Teşbihte hata olmaz, aynen bu misaldeki gibi, Rabbimiz de, hem peygamberler vasıtasıyla göndermiş olduğu mesajlarla (ilahi kitaplarla) hem de kâinatta her an cereyan eden sonsuz icraatlarıyla (kâinat kitabıyla) kendini bize tanıtıyor. Hz. Muhammed’in (a.s.m.) şahsında tüm insanlığa gönderilen ilk emrin “oku” olması da bu sırdandır.

Aklı başında bir insan, ilahi kelam olan “Kur’an-ı Kerim’i” ve kâinat kitabı olan “Kitab-ı Kebir’i” okuyarak Rabbini tanıyabilir. Bu anlamda, Hz. Muhammed (a.s.m.), Rabbimizi bize bildiren iki kitaptaki ayetleri ders veren bir öğretmen ve bir rehberdir.
Kâinatta gördüklerimiz, doğal yasalara göre işleyen doğal kuvvetlerin etkileşimiyle oluşan nesnelerdir. Kâinatta her şeyin Allah’ın eseri olduğunu nereden biliyoruz?

Her şeyin Allah’ı gösterdiğini görmek için seküler bilimin bize taktığı “tabiat ve tesadüf gözlüğünü” çıkarmamız gerekir. Onun yerine, her şeyin hakikatini gösteren “iman gözlüğünü” takmamız lazım. Determinist bilim, her şeyi, sebep-sonuç ilişkisi içinde açıklayarak sıradanlaştırıyor. Kur’an ise, görünürdeki sebepler perdesini aralayarak her şeyin harikulade olduğunu gösteriyor. Einstein’ın ifade ettiği gibi, “Hayatınızı yalnızca iki şekilde yaşayabilirsiniz; birincisi, her şeyin sıradan olduğunu düşünerek; ikincisi, her şeyin olağanüstü veya mucize olduğunu görerek.” Kur’an, bize ikinci yolu gösteriyor. İçinde yaşadığımız alemde “her şey”in harikulade ve mucize olduğunu söylüyor. Bu sırdandır ki, Kur’an, ısrarla, “Düşünmez misiniz!”, “Akletmez misiniz!”, “Akıl sahipleri için şüphesiz bunda ibretler vardır!” manasındaki ayetlerle(3) insanı kâinattaki mucizeleri görmeye teşvik eder.
Neden her insan Allah’ı gösteren ayetleri kolaylıkla göremiyor?

Kanaatimce, Allah’ı bildiren ayetleri görmemize en büyük engel seküler bilimin sebep-sonuç ilişkisine dayalı determinist yaklaşımıdır. Örneğin, bir elma, Allah’ı bize bildiren mucizevî bir meyve iken, seküler bilim, elmanın elma ağacından, ağacın çekirdekten ve çekirdeğin DNA’daki programdan, DNA’nın moleküllerin farklı dizilişinden ve moleküllerin de atomlardan oluştuğunu açıklayarak sıradanlaştırır. Bir insan, sebepler perdesini kaldırıp bir elmanın sonsuz kudret sahibi Allah’ın ilim, kudret, hikmet ve rahmetinden geldiğini anlayabilir. Seküler bilim, her şeyin sebebini araştırarak gizemini çözdüğünü düşünüyor. Yani, gördüğünüz nimetlerin arkasında bir Mün’im (nimet verici) aramayın, onlar şu sebepler zincirinin sonuçlarıdır, diyor. Oysa elmayı elma ağacından bilmek, elma suyunu içinde bulunduran “akıllı makinelerin” (vending machine) elma suyunu yaptıklarını söylemek gibidir. Akıllı makinelere parayı koyup elma suyu kodunu girdiğinizde, makine bize elma suyu veriyor. Para yerine, elma ağacına su ve gübre verdiğimizde, ağaç bize elma veriyor. Akıllı makineler, elma suyunu yapacak ilme ve kudrete sahip olmadığı gibi, elma ağacı da, bütün bilim adamlarının bile yapmaktan aciz kaldığı elmayı yapamaz. Akıllı makinelere meyve sularını yerleştiren ilim ve kudret sahibi biri olduğu gibi, Allah’ın akıllı makineleri olan meyve ağaçlarına da meyveleri takan sonsuz ilim ve kudret sahibi biri vardır.(4) Seküler bilim, meyveyi ağaca vermekle ahmakça bir hüküm vermiş oluyor.

Seküler bilimin bu yaklaşımında çok büyük bir yanılgı vardır. Bir örnekle ne demek istediğimi açıklayayım: Hayalen Afrika’nın en ücra bir köyüne yolculuk yapalım. Hayatında televizyon görmemiş bu insanlara, uzaktan kumandalı bir televizyonu hediye olarak beraberimizde götürelim. Bir haftalığına köydeki zeki insanları toplayıp seküler bilimin determinist yaklaşımını anlatalım. Daha sonra da televizyonun bilimsel olarak nasıl çalıştığına ilişkin bir teori geliştirmelerini isteyelim. İçlerinden zeki olanı şöyle bir bilimsel teoriyle gelsin: “Televizyon dediğiniz ekran kutusunda gördüğümüz görüntünün nedeni uzaktan kumandadır. İnanmıyorsanız, tezimizi test ediniz. Her seferinde kumandaya bastığınızda ekranda bir görüntü çıkıyor ve tekrar basınca görüntü kayboluyor. O halde, görüntünün sebebi kumandadır.” Muhtemelen, birçok insan bu teoriyi kabul etmek zorunda kalacaktır. Ancak televizyondaki programların çok yüksek ilim ve hikmet içerdiğini görenler böyle bir teoriyi kabul etmekte zorluk çekecekler. Onlar, kumandanın bu denli yüksek ilim ve hikmet sahibi olduğunu makul görmediklerinden bu teoriye şiddetle karşı çıkacaklar.

İşte bu misalde olduğu gibi, bizler de akıl sahipleri olarak düşündüğümüzde göreceğiz ki, ağaçlara veya hayvanlara takılan neticeler onlardan değildir. En yüksek ilme sahip bilim adamlarının yapamadığını inekler veya sinekler elbette yapamazlar. O halde, televizyondaki görüntü bir stüdyodan geldiği gibi, kâinat televizyonunda bize görünen her şey başka bir alemden geliyor. Televizyon programları hayat, ilim, akıl sahibi insanların eseri olduğu gibi, kâinattaki hakiki görüntüler de sonsuz ilim, kudret ve hikmet sahibi Bir’inin eserleridir.

Rabbimiz kâinatı, her an değişen filmlerin oynadığı, dinamik ve canlı bir sinema salonu şeklinde yaratmıştır. Gösterdiği bütün filmlerle kendini bize tanıtmak istiyor. Televizyon ve kumandayı yapan, kasıtla ve hikmetle ikisi arasında bir ilişki kurduğu gibi, kâinatın sahibi de hem sebebi hem de sonucu beraber yaratarak aralarına, hikmeti gereği bir ilişki koymuştur.(5) Aklı başında olan insan, televizyondaki görüntüyü kumandaya mal etmediği gibi, kâinattaki görüntüleri ve nimetleri de sebeplere havale edemez.
Bize Allah’ı bildiren deliller nelerdir?

İlginçtir, Allah, hem Kur’an’daki cümlelerini hem de kâinat kitabındaki eserlerini “ayet” diye nitelendiriyor. Kur’an’da en sıklıkla söz edilen kâinat ayetlerinin başında gökyüzü gelir. Allah, herkesin her zaman gördüğü ve çoğunlukla hayran kaldığı gökyüzüne sıklıkla dikkatimizi çeker:

“Üstlerindeki göğe bakmazlar mı, onu nasıl bina edip süsledik...” (Kaf Suresi, 50/6)

Bir başka ayette ise şöyle buyurur:

“Göklerin ve yerin yaratılışı ile dillerinizin ve renklerinizin farklılığı da yine O’nun ayetlerindendir. İlim sahipleri için elbette bunda deliller vardır.” (Rum Suresi, 30/22).

İlk ayet, gökyüzüne bakmamızı ve onun nasıl yaratıldığını düşünmemizi emrediyor. İkinci ayet ise, göklerin ve yerin yaratılışı konusunda ilim elde eden ve bu ilmini kullanarak tefekkür eden insanların Allah’ın varlığına ilişkin deliller göreceğini söylüyor. Bu ayetler nazil olalı on dört asırdan fazla süre geçti. O günden bu yana, insanoğlunun uzay hakkındaki bilgisinde çok büyük ilerleme oldu. Astronomi diye ayrı bir bilim alanı gelişti. Bu bilgilerin hepsini burada anlatma imkânımız yok. Bir misalle, uzay hakkında edindiğimiz yeni bilgileri kullanıp, Allah’ın ayetlerini nasıl okuyacağımızı anlamaya çalışalım.
Gökyüzü ve Uzaydan Allah’ın Varlığına Deliller

Gökyüzüne baktığımızda bir açıdan muhteşem bir kubbe gibi görünüyor; bu dünya sarayının, yıldızlarla yaldızlanmış bir kubbesi hükmünde. Bir başka açıdan, milyonlarca uzay gemisinin içinde büyük bir hızla seyahat ettiği bir “uzay denizi” gibi görünüyor. Bir başka açıdan bakılırsa, insan yapımı uçaklardan milyarlarca defa büyük ve çok daha hızlı uçakların bulunduğu muhteşem bir “uçak filosu” gibi görünüyor.

Hiç düşündünüz mü gökyüzünde kaç yıldız olduğunu? Şimdiye kadar bu soruya cevap vermek için çok teşebbüs olmasına rağmen, hiç kimse kesin bir cevap verememiştir. 2003 yılında, Avustralya Ulusal Üniversitesi’ndeki bir grup araştırmacı, en son teknolojik aletleri kullanarak bir tahmin yapmışlar. Buldukları rakam şöyle: 70.000.000.000.000.000.000.000 (yetmiş seksilyon).(6)

Aynı bilim adamlarına göre, gökyüzündeki yıldızların sayısı yeryüzündeki kum tanelerinin on katından daha fazla. Uzay ölçeğinde düşününce, bizim yeryüzündeki hâkimiyet kavgamız, çocukların bir kum tanesini paylaşamama kavgasına benziyor. Sonuçta, bütün dünyanın hakimi dahi olsak, elde edeceğimiz, uzay ölçeğinde, bir kumun onda biri kadar bile değildir.

Peki, bu kadar yıldız ve sayısını bilemediğimiz kadar gezegen bize neyi ifade ediyor? Allah, bizim dikkatimizi onlara çevirerek, onların nasıl var olduğunu ve böyle muntazam bir sistem dahilinde nasıl hareket ettiğini düşünmemizi istiyor. Biz, sahip olduğumuz kabiliyetler, edindiğimiz bilgi ve tecrübeler ışığında, sayısız denecek kadar çok olan bu yıldızları bir perspektife koyabiliriz. İnsan yapımı olan bir şeyle bu gök cisimlerini mukayese ederek nasıl var olduklarını anlayabiliriz.

İnsan, henüz bir yıldız yapamadı; ancak bütün ülkeler güçlerini birleştirerek Uluslararası Uzay İstasyonu adını verdikleri bir “minyatür gezegen” yapmaya çalışıyor. O halde, yıldızların ve gezegenlerin nasıl var olduklarını, insan yapımı minyatür gezegene bakarak bir derece anlayabiliriz. Minyatür demekle, insanoğlunun en muhteşem eserlerinden birini küçümsediğimi sanmayın. Doğrusu, bir ömür harcasam dahi nasıl yaptıklarını anlamaktan mahrum kalacağım bu şaheserden dolayı, insanlık adına onur duyuyorum. Dünya ve diğer gezegenlerle kıyaslandığında “minyatür” olduğunu söylemek istiyorum. Buradaki insanlar ikinci bir uzay istasyonu yapmaya kalkışsa, hiç kuşkusuz muvaffak olamayacaklar; çünkü bunun için gerekli olan yüzlerce, binlerce bilim adamı ve mühendisimiz yok. Gerekli aletleri üretecek fabrikalarımız yok. Demek ki, minyatür gezegeni yapmak için fizik, mühendislik, biyoloji, matematik gibi birçok bilim alanında ileri derecede bilgi sahibi olmak gerekir. Aynı zamanda, bu bilgiyi uygulamak için kas ve makine gücüne ihtiyaç var. Kısacası, minyatür gezegenimiz yüksek bir ilim ve büyük bir gücün eseridir. O halde, Uluslararası Uzay İstasyonu’ndan çok daha büyük ve çok daha muhteşem olan trilyonlarca yıldız ve gezegen, sonsuz ilim ve sonsuz kudret sahibinin eseridir.(7)

Gökyüzüne dikkatle bakan biri, Arapça “Lailaheillallah” yazısından daha parlak birşekilde Allah’ı bildirdiğini görür. Çünkü, eğer dünya bir saraya benzetilirse, ay bizim gece lambamız; güneş, sobamız ve çok parlak elektrik lambamız; diğer yıldızlar ise gök kubbemizi süsleyen yaldızlı, süslü lambacıklarımız. O halde, bu yıldızları, güneşi, ayı ve dünyayı kim yapmıştır? Kur’an bu soruya şöyle cevap verir:


“(Allah) gökleri ve yeri hak ile yarattı. O, koştukları ortaklardan münezzehtir.” (Nahl Suresi, 16/3).

“O, geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize verdi. Yıldızlar da Allah’ın emriyle hareket ederler. Şüphesiz bunlarda aklını kullananlar için pek çok deliller vardır.” (Nahl Suresi, 16/12).

“Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzerler.” (Yasin Suresi, 36/40).

“Güneş, kendisi için belirlenen yerde akar (döner). İşte bu, aziz ve alim olan Allah’ın takdiridir.” (Yasin Suresi, 36/38).

Son iki ayet, güneşin dönüşüne işaret eder. Astronomi bilimi güneşin döndüğünü XX. yüzyılda keşfetmesine rağmen, okuma yazması olmayan Hz. Muhammed’in (a.s.m.) bunu on dört asır öncesinden haber vermesi, peygamberliğinin bir delilidir.

Modern astronomiye göre, güneş saniyede 225 km, dakikada 13.500 km ve saatte 810.000 km hızla hareket ediyor. En hızlı yolcu uçaklarının saatte kaç km hız yaptığını düşünürsek, güneşin en hızlı uçaktan yüzlerce kat daha hızlı gittiğini anlayacağız.

2005 yılında bir Yunan yolcu uçağı seyahat halindeyken, soğuk hava tertibatı bozulduğu için iki pilotu da donarak ölmüş ve uçak birkaç dakika içinde dağa çakılmıştı. O halde, bizim uçaklarımızdan milyarlarca kat daha büyük ve binlerce defa daha hızlı trilyonlarca gök uçakları, pilotsuz oldukları halde, nasıl çarpışmadan ve düşmeden hareket edebiliyorlar? İnsan yapımı uçaklar veya uzay gemileriyle, yıldızları ve gezegenleri kıyasladığımızda anlayacağız ki, ancak sonsuz ilim, sonsuz kudret ve sonsuz hikmet sahibi Bir’i gökyüzündeki yıldızları halk etmiştir ve her an kontrolünde tutup tedbir ve idaresini görmektedir. Bu sırdandır ki, Kur’an:

“Şüphesiz Allah gökleri ve yeri, nizamları bozulmasın diye tutuyor. And olsun ki onların nizamı eğer bir bozulursa kendisinden başka hiç kimse onları tutamaz.” (Fatır Suresi, 35/41).

Beşer eseri olan füzelere karşı savunma sistemi geliştirmemize rağmen gökyüzünden üzerimize yağacak “semavi füzeleri” seyretmekten öte bir şey yapamıyoruz.

Bitkiler Aleminden Allah’ın Varlığına Deliller

Sadece yıldızlar değil, etrafımızda gördüğümüz her şey, farklı dillerle, bize Rabbimizi anlatıyor. İçinde yaşadığımız mavi gezegende Allah’ı bize bildiren en muhteşem ayetler bitkiler, hayvanlar ve insanlardır. Hepsindeki ortak ilahi mühür olan “hayat”, her şeyiyle bize Allah’ı gösteriyor. Hayatı veren ve devam ettiren, Hayy ve Kayyum olan Allah’tır. Kur’an bu hakikati şöyle ifade eder:

“(Allah) su sayesinde sizin için ekinler, zeytinler, hurmalar, üzümler ve diğer meyvelerin hepsinden bitirir. İşte bunlarda, düşünen bir toplum için büyük bir ibret vardır.” (Nahl Suresi, 16/11).

Bu ayet açıkça, bitkilerin Allah tarafından sudan yaratıldığını ve düşünenler için bunda büyük bir ibret olduğunu söylüyor. Bilim, günümüzde hayatın kaynağının su olduğunu kabul etmesine rağmen, hayatın ne olduğunu tam olarak anlamış değildir. Oysa gezegenimizin her karışını sıksanız hayat sahibi bitki veya hayvanlar çıkar.

2004 yılı itibariyle bitkibilimciler yaklaşık 350.000 ayrı bitki türünün varlığını tespit etmiş bulunuyorlar. Bütün bu bitkiler, hem birbirinin aynısı hem de birbirinin gayrisidir. Hepsinin benzer atom, element, molekül ve hücrelerden yapılması aynı olduklarını gösterirken, hepsinin farklı bir şekli ve nispeten farklı bir DNA kodunun olması da ayrı olduklarını gösteriyor.

Bitki deyip geçmemeli. Bir bitkinin yaptığını hiçbir insan yapamaz. Yaptığı işe göre isimlendirme yapmak gerekirse, her bir yeşil yaprağa “oksijen ve yemek fabrikası” demek daha uygun düşer. Her yeşil yaprağın milyonlarca yıldır yaptığını, insanoğlu ancak geçen asrın ortalarında bir nebze öğrenebilmiştir. Dr. Calvin, bir yaprağın birçok marifetinden birini açıkladığı için Nobel ödülü almıştır.(8) Başka bir deyişle, asırlarca devam eden gayretler sonucunda, ancak en zeki insanlar bir nebze yeşil otların ne yaptığını anlamışlar. Buna rağmen hiçbir bilim adamı bir otun yaptığını yapamaz. O halde, aptal ve tembel insanlara “ot gibisin” demekle aslında onlara iltifat, ota hakaret etmiş oluruz. Belki de, Nobel ödülü alacak kadar zeki ve çalışkan olanlara “ot gibisin” demek daha makul olur!

Hem ot deyip aşağıladığımız bitkiler bizim için kendilerini feda eden hizmetkârlardır. Sürekli çalışıp zaruri ihtiyacımız olan oksijeni ürettikleri gibi, vücudumuz için gerekli vitamin ve proteinleri üretip yiyecek olarak kendi hayatlarını bizim hayatımızın devamı için feda ediyorlar. İnsanoğlu, kırk binin üzerinde bitki ve hayvanı besin olarak kullanıyor. Ağaçlar, muhteşem fabrikalar gibi çalışıp bize rızık yetiştiriyor. Üzerinde düşünmediğimiz için, bitkilerin bize yaptıkları hizmeti tam takdir edemiyoruz. Sebepler perdesiyle, meyveyi ağaçtan ve sebzeyi bostandan bildiğimiz için, onların hakiki kıymetini bilemiyoruz. Oysa eğer bir meyveyi fabrikada yapmaya kalkışsak tanesini milyon dolara alamazdık! Rızkın bol olması, kıymetsizliğini değil, rahmetin çokluğunu gösterir. Nitekim bizim için en kıymetli gıda olan oksijen, bedavadır; ancak kıymetsiz değildir.(9)

Her bir bitki, her bir meyve ve her bir sebze harikulade bir ihsan-ı ilahidir, muhteşem bir hediye-i rahmanidir. Örneğin bir firma “çekirdekli bisküvi” imal etse, siz de bisküvinin çekirdeğini toprağa ektiğinizde “bisküvi ağacı” çıksa hayret edersiniz. Eminim bütün gazetelerde manşet olur ve bütün televizyonlar böyle bir ağaçtan bahseder! Doğrusu, çekirdekli bisküviye hayret edip binlerce çekirdekli meyve ve sebzeyi sıradan görene hayret etmek lazım!

Seküler bilim ve dinsiz felsefe, her açıdan mucize olan İlahi eserleri, tabiat ve sebepler perdesi arkasına saklayıp sıradanlaştırıyor. İnsanın, mevcut olanı farklı şekle sokarak yaptığı eserlerini de olağanüstü gösteriyor. Allah, gönderdiği en son kitabında otuz bir defa tekrarla bize soruyor:

“Rabbinizin hangi bir nimetini inkâr edersiniz?” (Rahman Suresi, 55/12,..).

Eğer, aklımızı başımıza alıp her bir nimetin kıymetini idrak etsek hiçbirini inkâr edemeyiz. Oysa bu nimetleri tabiat ve tesadüfe havale edince hepsini inkâr ederiz. Hayvan ve insanların muhtaç olduğu vitamin ve proteinleri içeren, onların damak tadına, ağzına, dişine, midesine münasip yüz binlerce bitki türü, Allah’ın rahmetinin en aleni burhanlarıdır. Aklı başında bir insan, bir tek elmayla bile, Rabbini bulabilir. Nanoteknoloji(10) ile inşa edilen elmanın atom, molekül ve hücre boyutundaki harikulade yapısı, sahibinin sınırsız ilmini, kudretini ve hikmetini gösterdiği gibi, insanın gözü, dişi, damağı ve midesiyle olan irtibatı ve ittifakı, O’nun sonsuz rahmeti, şefkati ve inayetini gösteriyor.

Aklını yerinde kullanan bir insan bir tek elmadan hareketle bile Rabbini bulabilir. Evet, sadece bir elmayı dahi tam olarak idrak edebilen, Rabbinin varlığını idrak edebilir. Yine, bir elma deyip geçmeyin. Bir elmayı yapmak için dünya büyüklüğünde bir fabrika kurup içerisine canlı hücrelerden oluşan bir ağaç dikmeniz gerekir. Bir hücreyi bile yapamayan, elbette milyarlarca hücreden dokunan bir ağacı yapamaz. Faraza bunu yapsa bile, güneşe hükmü geçip onu hassas bir ölçüyle dünya mutfağına fırın yapamayan elbette elma meyvesini pişiremez. Bir elmayı yapmak için daha bunun gibi binlerce koşul sıralayabiliriz.

Kur’an, sadece mideyi doldurmak için yemek yerine, yediklerimizin nasıl oluştuklarını düşünerek yememizi istiyor:

“İnsan yediklerine bir baksın. Biz suyu bol bol indirdik. Toprağı yardıkça yardık. Ondan daneler, üzümler ve sebzeler, zeytinlikler ve hurmalıklar, bol ağaçlı bahçeler, çeşit çeşit meyveler ve otlar bitirdik; size ve hayvanlarınıza rızık olsun diye.” (Abese Suresi, 80/24-32).

Hayvanlar Aleminden Allah’ın Varlığına Deliller

Aklımızı ve ilmimizi kullanarak hayvanlara baktığımızda her birinin muhteşem “makineler” veya “yürüyen fabrikalar” olduğunu söyleyebiliriz. Sanayi devriminden bugüne insanoğlu teknolojik aletler üretmekte müthiş mesafe aldı. Bir asır önce hayal bile edemediğimiz televizyon, cep telefonu, bilgisayar gibi aletler, günümüzde hayatımızın bir parçası haline geldiler. Her gün yenisine şahit olduğumuz “teknoloji harikaları” çağında yaşıyoruz. Seküler bilim bile, insanın ihtiyaç ve arzularını gidermek için karmaşık aletler yapma kabiliyetini, onu hayvandan ayıran temel unsur olarak kabul ediyor. Uçaklar, arabalar, hızlı trenler, gökdelenler, bilgisayarlar bu kabiliyetin meyveleridir. Herkes kendi tecrübesinden bilir ki, insan yapımı en basit alet bile ilim ve gücün eseridir. Aletler karmaşık hale geldikçe, daha çok ilim ve kuvvet gerektirir. Örneğin, tahtadan oyuncak bir arabayı, çok az bir ilim ve kuvvet sahibi bir çocuk yapabilir. Ancak binlerce çocuk bir araya gelse bile en basit motorlu bir arabayı yapamaz. O halde kendi eserimiz olan “teknoloji harikalarıyla” hayvanları kıyaslayalım.

Hayatımızın her karesinde görebildiğimiz, hayvanat bahçelerinde televizyon belgesellerinden sürekli teşhir halinde bulunan hayvanların yaratılışını ve marifetlerini düşünerek Rabbini bulmak bizler için daha kolay olabilir. Kur’an-ı Kerim hayvanlarda ibret verici işaretler olduğunu bize şu ayetiyle bildiriyor:

“Şüphesiz göklerde ve yerde inananlar için birçok ayetler vardır. Sizin yaratılışınızda ve (Allah’ın) yeryüzünde yaydığı canlılarda, kesin olarak inanan bir toplum için ibret verici işaretler vardır.” (Casiye Suresi, 45/3-4).

Doğrusu, hayvanlara dikkatle bakıp aklını kullananlar için, Allah’ı bize anlatan ibretli işaretleri görmek hiç de zor değildir. Kur’an, inanmayanları, kör olarak tabir ederek onların, iman yoluyla gözleri hakikate açılmadığı sürece, bu ayetleri ve işaretleri göremeyeceklerini ifade ediyor. Aklımızı kullanarak, bir iki misal ile hayvanlardaki ibretli ayetleri okumaya çalışalım.

Hayvanları araştıran bilim adamları bugüne kadar yaklaşık 2 milyon ayrı hayvan türünü tespit edip isimlendirmişlerdir. Tahminlere göre, bu rakam mevcut hayvanların ancak yüzde 20’sine denk geliyor. Yaklaşık 10 milyon ayrı hayvan türü olduğu tahmin ediliyor.(12)

Hayvanları inceleyen bilim adamlarının bizlere anlattığına göre, en küçük bir hayvan dahi, işleyişi itibariyle, bizim en büyük teknoloji ürünümüzden binlerce derece daha harikadır. Başka bir deyişle, “beşeri teknolojik aletler” ile “ilahi teknolojik aletler” diyebileceğimiz hayvanları kıyasladığımızda aralarında çok büyük farklar görürüz. Yaptığı “yüksek teknolojilerle” gururlanan insanoğluna Allah göndermiş olduğu kitabında meydan okuyor:

“Ey insanlar! (Size) bir misal verildi; şimdi onu dinleyin: Allah’ı bırakıp da yalvardıklarınız (taptıklarınız) bir araya gelseler bile bir sineği dahi yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapsa, bunu ondan geri de alamazlar. İsteyen de aciz, kendinden istenen de!” (Hac Suresi, 22/73).

Bir sinek yapmak şöyle dursun, o sineğin en küçük bir hücresini yapmak bile mümkün olmamıştır bugüne kadar. O halde Kur’an’ın ayetiyle soralım:

“Yoksa onlar bir yaratıcı olmaksızın mı yaratıldılar? Veya kendi kendilerini mi yaratıyorlar?” (Tur Suresi, 52/35).

Hayvanların harika vücut sistemleri Allah’ın varlığına, milyonlarca türleri sayısınca, belki tüm hayvanlar sayısınca işaret ettiği gibi, hayvanlardaki faydalar ve neticeler de Allah’ın hikmet ve rahmetine şahitlik yapar. Kur’an bu hakikati şöyle ifade eder:

“Ehli hayvanlarda da sizin için birer ibret vardır. Onların karınlarında, kan ile fışkı arasından çıkan ve içenlerin boğazından kolayca geçen halis bir sütle sizi besleriz.” (Nahl Suresi, 16/66).

Demek ki, öyle hayvan deyip geçmemeliyiz! Kızdığımız insanlara da “hayvan!” deyip hayvanları aşağılık mahlûk gibi görmemeliyiz! Hayvanları yaptıkları işlere göre isimlendirirsek inek, koyun ve keçiye “süt ve et fabrikası”, tavuğa “yumurta ve et fabrikası”, ipek böceğine “ipek fabrikası”, arıya da “bal fabrikası” dememiz daha münasip olur! Doğrusu, bu hayvanların diğer faydalarını düşündüğümüzde, bu tarzda bir isimlendirme bile noksan kalır.

Yukarıdaki ayette Allah, inek de dahil olmak üzere, evcil hayvanlarda ibretler olduğunu söylüyor. Doğrusu bu hikmetleri anlamak için veterinerlik diye ayrı bir bilim dalı gelişmiş. Binlerce bilim adamı şimdiye kadar bu hikmeti anlamaya çalışmalarına rağmen henüz bitirmiş değiller.

Örneğin, ineğin nasıl süt yaptığını anlamaya çalışan Dr. Virtanen, süt yapamadı, ancak inekten nasıl daha çok süt alacağımızı keşfetti. Bundan dolayı kendisine Nobel ödülü verdik.(13) Şimdi size soruyorum, ineğin yaptığını bir derece anlayan, ancak yapamayan birine Nobel ödülü verilirse, her bir ineğe acaba nasıl bir ödül vermek lazım?

Kanaatimce, ineklerin yaptığını bir derece de olsa anlayan her insan, onlara büyük saygı duymak zorundadır. Doğrusunu isterseniz, ineğe tapan Hinduların (her ne kadar yaptıkları küfür de olsa) neden taptıklarını az-çok anlayabiliyorum. Bence, ineği sıradan bir varlık olarak görmek, ineğe tapmak kadar şaşılacak bir şeydir.

“İnsan”ın Allah’ın Varlığına Delilleri

Allah’ı bildiren bir başka delil, belki de en önemlisi, bizim iç dünyamızda gerçekleşiyor. Her insan kendi yaratılışını ve kendisine her gün verilen nimetleri düşünerek Rabbini bulabilir. İnsanın kâinat içinde her bir şeyde gördüğü delillere “afakî”, yani “dışsal” deliller; kendi şahsında gördüğü ve hissettiği delillere ise, “enfüsi”, yani “içsel” deliller denir. İçsel deliller, anlaşılması daha kolaydır, çünkü şahsi tecrübeye dayanır. Maalesef, birçok insan, kendi varlığı üzerinde düşünmediğinden bu delilleri görmekte zorluk çeker. Oysa Kur’an, birçok ayette insanın yaratılışındaki ibrete dikkatimizi çekiyor:

“Sizin yaratılışınızda ve (Allah’ın) yeryüzünde yaydığı canlılarda, kesin olarak inanan bir toplum için ibret verici işaretler vardır.” (Casiye Suresi, 45/4).

Modern teknolojinin esamesinin olmadığı bir dönemde, insanın yaratılışı “ilahi ültrasonla” gözlemlenmiş gibi Kur’an’da tarif ediliyor:

“Sonra nutfeyi alaka (aşılanmış yumurta) yaptık. Peşinden, alakayı bir parçacık et haline soktuk; bu bir parçacık eti kemiklere (iskelete) çevirdik; bu kemikleri etle kapladık. Sonra onu başka bir yaratışla insan haline getirdik. Yapıp yaratanların en güzeli olan Allah pek yücedir.” (Müminun Suresi, 23/14).

İnsanın ana rahmindeki bir damla sudan insan haline getirilişini ilk defa müşahede eden bilim adamı gördüklerini “mucize” olarak tabir etmiş. İlginçtir, bu konuda seküler anlayışla hazırlanan belgeseller bile, “hayat mucizesi” demek zorunda kalmışlar.(15)

İnsanların büyük bir çoğunluğu, kendi hayat yolculuğunda yaşadığı bu mucizeyi unutarak, sanki gökten zembille inmiş gibi, gafil ve nankör bir şekilde yaşıyor. Kur’an’daki şu ayet aklı başındaki insanları bu gafletten uyandırıp kendi yaratılış mucizesini görmeye teşvik ediyor:

“Görmedi mi o insan; biz onu bir damla sudan yarattık da sonra o, bize apaçık bir düşman kesiliverdi?” (Yasin Suresi, 36/77).

İnsanın bir damla sudan yaratılışı ancak sonsuz ilim, kudret ve hikmet sahibi Bir’inin eseri olabilir. Aksini iddia eden varsa bir damla sudan bir insan yaparak veya insanın tek bir hücresini yaparak iddiasını ispat edebilir. Kur’an, on dört asırdır inanmayanlara bu konuda meydan okuyor.(16) Şimdiye değin, bu meydan okuyuşa bir cevap verilemediği gibi, çok ileri teknolojiye rağmen, buna cevap verilebileceğini söyleyen de yok. Bu, hem Kur’an’ın ilahi kitap olduğunu hem de Allah’ın bütün canlıların Yaratıcısı olduğunu ispat ediyor.

İnsanın yaratılışı mucize olduğu gibi, doğduktan hemen sonra, ona validesinin memelerinden “anne sütünün” ikramı da ayrı bir “rahmet mucizesi”dir. Birçoğumuz bunu sıradan görüyoruz. Şöyle bir düşünün, annelerin memelerinden süt değil de “portakal suyu” gelseydi ne yapardık! Herhalde, hayret eder ve herkesle paylaşırdık. Eminim, televizyon kanallarında birinci haber haline gelirdi! Oysa annelerin memelerinden “portakal suyu” yerine “süt” gelmesi, binlerce kat daha harika ve hayret edilmesi gereken bir şeydir. Bilim adamları henüz “anne sütünün” yerini tam olarak tutacak hiçbir şey bulamadıkları için annelere çocuklarını emzirmelerini tavsiye ediyorlar. Anne sütü örneğinde olduğu gibi, birçok şey, belki de her şey, aslında harikulade ve mucize olmasına rağmen sürekli gördüğümüz için onları sıradan bir şey gibi algılıyoruz. “Akıl gözünü” dikkatle açanlar, “sıradanlık perdesini” aralayarak her şeyin arkasındaki mucize fiilleri ve onların Faili’ni görebilir.

İçsel delillere bir örnek daha vermek istiyorum. Her insan kendi bedeni üzerinde düşündüğünde Rabbini bildiren ayetleri görebilir. Vücudumuzun her azası, muhteşem yapısı ve işleyişi, düzeni ve sayısız hikmetleri ve faydalarıyla bize sonsuz ilim, hikmet, rahmet ve kudret sahibi Bir’inden haber veriyor. Sizinle yakın zamanda yaşadığım bir hadiseyi paylaşarak ne demek istediğimi açıklayayım. Benim ağzımda “insan yapımı” dişler ve “diğer dişler” var. İnsan yapımı dişlerimi, sokakta karşılaştığım bir insana yaptırmadım. Diş hekimliği fakültesinden mezun olup kendi alanında yıllarca tecrübe edinen bir “diş hekimine” yaptırdım. Niye sıradan bir insana gitmedim de bir diş hekimine gittim? Cevabı gayet basit: Çünkü diş için en uygun malzemeyi bularak onu diğer dişlerimle uyumlu bir kalıba sokup sonra da damağıma yerleştirmek, öyle basit bir iş değil. Herkesin elinden gelmez. Diş konusunda derin bilgisi ve diş yapıp yerleştirecek aletleri olmayan biri bu işi yapamaz.

Şimdi “insan yapımı” dişler ile “diğer” dişleri kıyaslayalım. Hangisi daha iyi? Hangisi daha sağlam? Hangisi daha mükemmel? Elbette “diğer” dişler. Bunun en bariz örneği, eğer sağlam dişleriniz varsa, hiçbir dişçi, gelin bu dişleri çıkaralım, ağzınıza teknoloji harikası dişler yerleştirelim demez.

Şimdi, aklımızı başımıza alıp düşünelim: “İnsan yapımı” dişler yüksek bir ilim ve kudretle oluyorsa, onlardan her açıdan daha mükemmel olan “diğer” dişler kendi kendine veya tesadüfen olabilir mi? İlim ve şuurdan mahrum, cahil ve aptal doğal kuvvetlerin eseri olabilir mi? O halde, insan yapımı olmayan her bir dişimiz bize Allah’ı bildiriyor. İnsan vücudunun en basit parçalarından biri olan dişler bu şekilde bize Rabbimizi bildiriyorsa, göz, burun, beyin gibi yüzlerce organımızın Allah’ı nasıl bildirdiklerini de sizin zekâvetinize havale ediyorum.

Yazımızın başından buraya kadar anlattıklarımızı özetleyecek olursak:

Rabbimiz kainatı muhteşem bir kitap haline getirip, ondan yazdığı sayısız cansız ve canlı varlıkların kelimeleriyle (ayetleriyle) kendini bize tanıtıyor. Bu kitab-ı kebir-i kainatın manalarını Kur’an-ı Kerim'le tercüme etmiş ve Hz. Muhammed (asm) gibi bir muallim-i ekberle bu kitabı nasıl okuyacağımızı ders vermiştir. Bizler, tesadüf ve tabiatın kapkara gözlüğünü çıkarıp, Kur’anın sunduğu şeffaf gözlükle kainat kitabını okuduğumuzda her bir şeyde Rabbimizi görebilir, icraatlerini müşahede edebilir, hikmetlerini tefekkür edebiliriz. O’nu hem hadsiz mükemmel eserleriyle tanıyabilir ve hem de sonsuz nimetleriyle sevebiliriz.

(Bu yazı, Nesil Yayınları' arasında çıkan, "11 Eylül’e Rağmen Amerika’da Yükselen İslam" isimli kitaptan alınmıştır.)

Dipnotlar:

(1) Allah’ı beşerileştirmek birçok dinin yaptığı temel bir hatadır. Hıristiyanlık ve Yahudilik, Allah’a evlat isnat ederken, çok tanrılı dinlerde ise tanrının doğduğuna inanılır. Eylül ayının ikinci haftasında, Unity Kilisesi’nin düzenlediği Dünya Dua Günü programına katılırken, Hindu konuşmacının şu sözleri beni hayli şaşırtmıştı: “Bugün bizim için çok önemli bir gün. Çünkü Hinduların iman ettiği en büyük tanrının doğum günüdür.”
(2) Keşfu’l-Hafa, 132. hadis.
(3) Yamina Mermer, 1995 yılındaki Bediüzzaman Sempozyumu’nda sunduğu, “Risale-i Nur’da Sebep-Sonuç İlişkileri” isimli tebliğinde şöyle demektedir: “Kur’ân-ı Kerim, meselâ 310 defa “semâvat”tan, 45l defa “arz”dan, 262 defa “yaratma”dan, çok azı Kur’ân ayeti anlamına gelmek üzere 382 defa “âyet”ten bahsederek bunların Allah’ı tanıtan âyetler, şahitler olduğuna dikkati çeker. “Bak,” “Bakmazlar mı?”, “Düşünmezler mi?” gibi birçok teklifiyle de kâinata ve yaratmaya bakıp düşünmemizi emreder.”
(4) Üniversitede okuduğum yıllarda diş hekimi dostum İdris Çamlıbel’den duyduğum bir hadiseyi hiç unutamıyorum. Bir hafta sonu, İdris Bey, 5 yaşlarındaki kızıyla birlikte pikniğe gider. Kızı o güne kadar hiç kiraz ağacı görmemiş. Piknikte gördüğü ilk kiraz ağacı onu çok heyecanlandırır, babasına koşarak gider ve şöyle der: “Baba, baba! Gördün mü! Gördün mü! Şuradaki ağaca kiraz asmışlar.” Babası, kızının söylediğine önce güler; ancak manasını düşününce, çocukça bakışın daha doğru olduğunu anlar.
(5) Bediüzzaman, sebep-sonuç halkasıyla her şeyin yaratılmasının hikmetini şöyle açıklıyor: “Ey esbabperest (sebeplere tapan) ve tabiata tapan biçare adam! Madem her şeyin tabiatı (varlık özü), her şey gibi mahlûktur (yaratılmıştır); çünkü sanatlıdır ve yeni oluyor. Hem her müsebbeb (sonuç) gibi, zahirî (görünen) sebebi dahi masnu’dur (sanatlıdır). Ve madem her şeyin vücudu, pek çok cihazat (cihazlara) ve âletlere muhtaçtır. O halde, o tabiatı icat eden ve o sebebi halk eden bir Kadir-i Mutlak (Sonsuz Kudret Sahibi) var. Ve o Kadir-i Mutlak’ın ne ihtiyacı var ki aciz vesaiti(vasıtaları), Rubûbiyetine ve icadına teşrik (ortak) etsin. Hâşâ! Belki doğrudan doğruya müsebbebi (sonucu), sebep ile beraber halk ederek, cilve-i Esmasını (İsimlerinin yansımasını) ve hikmetini göstermek için, bir tertip ve tanzim (düzen) ile zahirî (görünürde) bir sebebiyet, bir mukarenet (ilişki) vermekle, eşyadaki zahirî kusurlara, merhametsizliklere ve noksaniyetlere merci’ (dayanak) olmak için, esbap ve tabiatı dest-i kudretine (kudret eline) perde etmiş; izzetini o suretle muhafaza etmiş.” (Lem’alar, 23. Lem’a, Tabiat Risalesi.)
(6) Söz konusu araştırmayla ilgili makaleye şu adresten ulaşabilirsiniz: http://www.cnn.com/2003/TECH/space/07/22/stars.survey/
(7) Kur’an’ın bir ayetinde şöyle deniliyor: “And olsun ki, onlara “gökleri ve yeri yaratan kimdir?” diye sorsan, elbette Allah diyecekler” (Lokman Suresi, 25). Bu ayette “onlar” zamiriyle inanmayanlar kastediliyor. Bu ayet iki önemli noktayı dikkatimize sunuyor: Birincisi, inanmayanlara Allah’ı anlatırken en büyük ve bariz ayetler olan göklerin ve yerin yaratılışından başlamamız daha uygundur. İkincisi, inanmayanlar bile muhteşem ve muazzam göklerin ve yerin yaratılışını başka türlü izah edemezler; iyice düşündüklerinde çaresiz kalıp “Allah” diyeceklerdir.
(8) http://nobelprize.org/nobel_prizes/chemistry/laureates/1961/calvin-bio.html
(9) Piyasa sisteminde fiyatlar, mal ve hizmetin değerine göre değil, arz ve talebe göre belirleniyor. İnsan için zaruri olan oksijenin bedava olması, kıymetsizliğini değil, bol olduğu için kimsenin parayla talep etmediğini gösterir. Kapitalist sistemde insanların mal ve hizmete piyasa fiyatına göre kıymet vermesi bir yanılgıdır. Piyasada alınıp satılmayan birçok şey, gerçekte paha biçilmez kıymete sahiptir.
(10) Maddenin atomik veya moleküler boyutta incelenerek yepyeni özelliklerinin açığa çıkarılması.
(12) Toplam hayvan türünün 100 milyon olduğunu tahmin eden bilim adamları da var: http://news.bbc.co.uk/2/hi/science/nature/4013719.stm
(13) Dr. Virtanen, ineklerin süt verimini artırmakla ilgili çalışmasından dolayı 1945 yılında Nobel Kimya Ödülü aldı.
(15) En saygın belgesel yapımcılarından NOVA’nın çıkardığı “the Miracle of Life” (Hayat Mucizesi) ismindeki belgesel, bunun bariz bir örneğidir.
(16) Yazarın Nesil Yayınlarından çıkan, "Rabbini Arayan Thomas" isimli kitabının sekizinci bölümünde, Kur’an’ın bu meydan okuyuşu karşısında ateist Thomas’ın nasıl ilzam olduğunu okuyabilirsiniz.

28 Ekim 2019 Pazartesi

Diğer ilahi kitapların tahriften korunmamasının sebebi nedir?


1. İnsanoğlunun yaratılması, Allah’a kulluk etmeleri içindir. Bu kulluğun nasıl yapılacağını göstermek için de birer rehber olarak elçiler ve kitaplar gönderilmiştir.

Kitapların, peygamberlerin gönderilmesi, insanların âdil bir imtihan geçirmelerinin olmazsa olmaz şartıdır.

Gerçeği anlamak için insanlara akıl, şuur verildiği gibi, imtihanın âdil ve eşit şartlarda geçmesi için de onların her birisine özgür irade verilmiştir. Özgür iradesini kullanamayan, aklı olmayan çocuk, deli ve icbar altında olanlar bu imtihandan muaftır.

Bu tablo karşısında yer alan insanlar, bu gelen peygamberlere ve kitaplara iman edenler ve etmeyenler olarak iki gruba ayrılır.

“Dinde zorlama yoktur...”(Bakara, 2/256)

mealindeki ayetten iki şey anlıyoruz: Birincisi; dine girmelerini sağlama adına, insanlara hiçbir surette baskı yapılamaz. İkincisi; dine girmemelerini engelleme adına hiçbir surette baskı yapılamaz. Bu prensibi bize öğreten Allah, kendisi de aynı prensibe uygun hareket ediyor.

Buna göre Allah, peygamberlere iman edenleri engellemediği gibi, iman etmeyenleri, hatta onları öldürenleri de engellemiyor. Kitaplara iman edip sahip çıkanları engellemediği gibi, onları tahrif edenleri de engellemiyor.

Eğer Allah, bütün katillerin, canilerin, hırsızların, dinsizlerin, tahrifçilerin ellerinden tutup onları yaptıklarından alıkoysa, bu takdirde dünyada kötülük namına bir şey kalmaz ve tabii ki, bu durumda imtihandan da söz edilemez.

2. Daha önceki peygamberler, belli kavimlere ve belli bir süre için gönderilmişlerdir. Onların kitapları da sadece o kavimler ve belli bir süre için geçerlidir. Onun için Allah onları koruma altına almamıştır. Çünkü o peygamberin gönderildiği süre dolunca veya kitabı tahrife maruz kalınca Allah peşinden başka bir peygamber ve başka bir kitap göndermiştir. Ama bizim Peygamberimiz (asm), bütün zamanlar ve mekanlar için gönderilmiş son peygamberdir. Ondan sonra peygamber gelmeyeceğine göre, eğer Allah O’na (asm) verdiği Kur’an’ı korumasaydı, daha sonraki asırlarda gelen/gelecek insanların doğru yolu bulmaları mümkün olmazdı.

3. Allah’ın yeryüzünde yarattığı şeylerin hepsi bir değildir. Kimini sebeplere bağlar, kimini sebepsiz vasıtasız yaratır. Mesela insanların hepsi anne ve babadan gelirken Hz. Ademi (as) hem anne hem babasız, Hz. İsa (as)'ı babasız, Hz. Hava'yı da annesiz yaratmıştır. Demek ki umumi kanunların dışında bazen hususi olarak muamele etmektedir.

Ayrıca ateş yakar, ay ikiye yarılmaz, ağaç yürümez, asa yılan olamaz. Sebepler açısından böyledir. Ancak, Hz. İbrahim (as) yanmamış, Ay ikiye ayrılmış, ağaç Peygamberimizin (asm) emriyle yürümüş, Hz. Musa (as)'ın asası da yılan olmuştur. Allah’ın izniyle ve muradıyla bunlarda değişiklik olmuştur.

Yine bazı peygamberler gelmiş, gönderildiği ümmetleri tarafından öldürülmüştür. Ama Hz. Musa (as), Hz. İbrahim (as), Hz. Muhammed (asm) gibi bazı peygamberlerini de muhafaza ederek korumuştur.

İşte aynı durum kitaplar için de geçerli olabilir. Diğer kitapların değiştirilmesine müsaade eden Allah, hususi olarak lütfuyle Kur’an-ı Kerim’in değiştirilmesini engellemiştir. Bu sebepten dolayı Kur’an’ın özel koruması altında olduğunu belirtmiştir. Hz İbrahim (as)’i ateşten yakmayıp koruyan Allah, Kur’an-ı Kerimi de değişiklikten muhafaza etmiştir.

Şimdi nefis ve şeytanımız, neden diğer peygamberlerini öldürülmekten korumadı da Hz. İbrahim (as)’i korudu, diyemeyeceği gibi, bu konuda da fikir beyan edemeyecektir inşallah.

4. Kur'an'dan önce gelen ve bugün elde mevcut bulunan İlâhî Kitapların hiçbiri, Allah'ın peygamberlerine indirdiği semavî kitapların orijinali değildir. Bunların zamanla asıl nüshaları kaybolmuş, insanlar tarafından yeniden yazılmışlardır. Bu yüzden de içlerine hurafeler ve bâtıl inançlar karışmıştır.

Meselâ Tevrat'ın, Hz. Musa (as)'dan sonra uzun asırlar esir ve sürgün hayatı yaşayan, hattâ bir ara inançlarını bile kaybedip putperestliğe düşen Yahudiler tarafından muhafaza edilemediği; bugün elde olan nüshanın Hz. Musa (as)'dan çok sonra bâzı din adamları tarafından yazıldığı, fakat Tevrat'ın aslı imiş gibi yeniden din kitabı olarak kabul edildiği bilinen tarihî gerçeklerdendir. Böyle uzun ve karışık bir devreden sonra ortaya çıkarılan bir kitabın Hz. Musa (as)'a indirilen Tevrat'ın aynısı olamayacağı açıktır. Bu yüzdendir ki, içinde peygamberlere yakışmayacak isnad ve iftiralar yer almakta; tevhid dîninin ruhuna aykırı düşen hükümler bulunmaktadır.

Davud (as)'a gelen Zebur da Tevrat'ın mâruz kaldığı akıbetten kurtulamamıştır.

İncil'e gelince, Hz. İsa (as) kendisine gelen vahiyleri yazdırmamıştı. Çünkü otuz yaşında peygamber olmuş, otuz üç yaşında da peygamberlik vazifesi son bulmuştu. Üç sene gibi kısa bir süre içinde de köyden köye, şehirden şehire dolaşıp, halkı irşâd için uğraşmıştı. Son zamanlarında ise, zaten Yahudilerin kışkırtmasıyla Romalı idareciler tarafından sürekli takip altında idi. Bu durumda İncil'i yazdırmak için ne zaman, ne de imkân bulabilmişti. Nitekim bugün elde mevcut olan İnciller, müelliflerinin adıyla anılmakta ve içinde Hz. İsa (as)'ın havarilerine verdiği vaazlarını, ders ve irşadlarını ihtiva eden bir siyer kitabı görüntüsünü taşımaktadırlar. Üstelik de bunları yazanlar Hz. İsa (as)'ın havarileri olan ilk mü'minler değil, onları görüp Hz. İsa (as)'a gelen İlâhî sözleri onlardan dinleyenlerdir.

Eldeki mevcut İncillerde bir takım muhteva ve anlatış farkları görülmektedir. Aslında bu İnciller, M.S. 325 tarihinde İznik'te toplanan bin kişilik bir ruhanî konsülün kararı ile kabul edilmiştir. Bu hey'et, yüzlerce İncil'i incelemişler, 318 üyenin ittifakı ile aralarından Hz. İsa (as)'ın ulûhiyet tarafı olduğunu ileri süren bugünkü dört İncil'i kabul edip diğerlerini yakıp imha etmişlerdir.

Görüldüğü gibi, Hz. İsa (as)'ın -hâşâ- Allah'ın oğlu olduğu prensibi, Hz. İsa (as)'dan yıllar sonra bir meclis kararı ile kabul edilmiştir. Hattâ bu karara bâzı Hristiyan kiliseleri uymamışlardır. Bu bakımdan bugünkü dört İncil'in, Hz. İsa (as)'a indirilen İncil'in aslına uygun olduğunu söylemek mümkün değildir.

Kur'an'ın Dışındaki İlâhî Kitaplar Tahrif Edildiklerine Göre, Bunlara İman Nasıl Olur?

Biz Müslümanlar, Hz. Musa, Hz. Dâvud ve Hz. İsa Aleyhimüsselâm'a Tevrat, Zebur ve İncil adını taşıyan İlâhî kitaplar gönderildiğine ve bu kitapların hak ve tevhid dînine aykırı hiçbir hüküm taşımadığına inanırız. Fakat ne var ki, bu kitaplar sonradan muhafaza edilemeyerek asılları kaybolmuştur.

Bugün Yahudi ve Hristiyanların ellerinde bulunan kitapların içinde, peygamberlere indirilmiş olan vahiylerden hiçbir şey yoktur diyemeyiz. Fakat, içine hurafe ve bâtıl itikadların karıştığı da bir vakıadır. Bu sebeple, bu kitaplara karşı ihtiyatlı davranırız. İçinde bulunan Kur'an'a uygun hükümlerin, vahiy mahsulü olduğunu kabul ederiz. Kur'an'a zıd düşen hükümlerin ise, sonradan o kitaplara ilâve edildiğine ihtimal veririz. O kitapların Kur'an'a uygunluk veya zıd düşme durumu söz konusu olmayan haberlerinde ise, sükût ederiz. Ne kabul, ne de reddederiz. Çünkü onların vahiy eseri olma ihtimali olduğu kadar, olmama ihtimali de vardır.

Bu hususta Ebû Hüreyre (ra) şöyle demiştir:


«Ehl-i Kitab, Tevrat'ı İbranice (metni) ile okurlar, Arab diliyle de Müslümanlara tefsir ederlerdi. Bu hususta Resûlüllah (asm) ashabına şöyle buyurdu:

"Siz Ehl-i kitabın sözlerini ne tasdik, ne de tekzib ediniz. Ancak deyiniz ki: 'Biz Allah'a, bize indirilen Kur'an'a; İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yâkub ve torunlarına indirilenlere; Musa'ya ve İsa'ya verilenlere ve (bütün) peygamberlere Rabları katından gönderilen (kitap ve âyetler)'e îman ettik. Onlardan hiçbirini (kimine inanmak, kimini inkâr etmek suretiyle) diğerlerinden ayırt etmeyiz. Biz (Allah'a) teslim olmuş Müslümanlarız.' " (Bakara, 2/136)."

Kur'an Tahriften Nasıl Uzak Kalmıştır?

Allah'ın son mukaddes kitabı, bütün insanlığa İlâhi fermanı olan Kur'an, yirmi üç senede âyet âyet, sûre sûre nazil olmuştur. Peygamber Efendimiz (asm) kendisine nazil olan âyet ve sûreleri yanında bulunan sahabelerine okur, sahabeler de onu ezber ederler, bir kısmı da yazardı. Bundan ayrı olarak, Peygamber Efendimizin (asm) vahiy kâtipleri vardı. Bunlar nazil olan âyetleri ve sûreleri özel olarak yazmakla vazifeli idiler. Gelen âyet ve sûrenin nerede yer alacağı, Kur'an'ın neresine gireceği de bizzat Peygamberimize (asm) Cebrail (as) vasıtasıyla bildiriliyor, o da vahiy kâtiplerine tarif ederek, gerekeni yaptırıyordu. Böylece Hz. Peygamber (asm)'in sağlığında Kur'an'ın tamamı yazılmış, nereye neyin gireceği belli olmuştur. Aynca Cebrail (as) her Ramazanda gelir, o güne kadar nazil olmuş âyet ve sûreleri Peygamberimize (asm) yeni baştan okurdu. Efendimizin (asm) vefatından evvelki son Ramazanda Hz. Cibril (as) yine gelmiş, ancak bu sefer Kur'an'ı Peygamberimiz (asm) ile iki sefer okumuşlardı. Birinci sefer Hz. Cibril (as) okumuş, Peygamberimiz (asm) dinlemiş; ikinci seferde ise Peygamberimiz (asm) okumuş, Hz. Cibril (as) dinlemişti. Böylece Kur'an son şeklini almıştı.

Bununla beraber, Hz. Peygamber (asm)'in sağlığında Kur'an, henüz müstakil bir cilt hâlinde bir araya toplanmış da değildi. Sayfalar halinde sahabeler arasında dağınık olarak bulunuyor, hafızalarda ezberlenmiş halde duruyordu. Fakat neyin nereye gireceği gayet kesin ve net şekilde bilinmekteydi.

Nihayet Hz. Ebû Bekir (ra)'in hilâfeti zamanında görülen lüzum üzerine Zeyd bin Sâbit'in başkanlığında vahiy kâtiplerinden ve kuvvetli hafızlardan müteşekkil bir komisyon kuruldu. Kur'an'ın bir cilt hâlinde bir araya toplanma işi, bu komisyona havale edildi. Ashabdan herkes, elinde yazılı bulunan Kur'an sayfalarını getirip bu komisyona teslim ettiler. Hafızların ve vahiy kâtiplerinin elbirliği ile çalışmaları sonunda sayfalar, sûre ve âyetler Peygamberimizin (as) tarif ettiği şekilde yerli yerine kondu. Böylece Kur'an, Mushaf adıyla tek kitab hâline getirilmiş oldu.

Artık Kur'an için unutulma, kaybolma, tahrif ve tebdile uğrama diye bir şey söz konusu olamazdı. Zira aslı, Hz. Peygamber (asm)'e gelen şekliyle eksiksiz ve noksansız şekilde tesbit edilmişti.

Hz. Osman (ra) zamanında görülen lüzum üzerine, bu Mushaf'tan yeni nüshalar çoğaltılıp çeşitli memleketlere gönderildi.

Bugün elde mevcut olan Kur'anlar, işte bu Kur'an'dan çoğaltılmıştır.

Kur'an tesbit edilişindeki sağlamlık itibariyle, diğer ilâhi Kitaplardan farklı olarak, hiçbir tahrifat ve değişikliğe uğramadan vahiy mahsulü olan şekliyle tesbit edilip ortaya konmuş; 1400 senedir de muhafaza edilerek gelmiştir. Bunda, Kur'an'ın edebî icaz ve i'câzının, yani, ezberleme kolaylığının hiçbir insan sözüne benzememesinin ve söz olarak hiçbir taklidinin yapılamamasının, edebiyatve belagatına erişılememesinin ve zaptında a'zamî titizlik gösterilmesinin büyük rolü olduğu kesindir. Fakat asıl sebep, Kur'an'ı Cenâb-ı Hakk'ın hıfz ve himayesine alması, onu kıyamete kadar lâfızve mânâ bakımından bir mu'cize olarak devam ettirmeyi taahhüd etmesidir. Nitekim Kur'an'da şöyle buyurulur:

"Muhakkak ki bu Kur'an'ı biz indirdik ve onu koruyacak, muhafaza edecek, devam ettirecek de biziz..." (Hicr, 15/9).

Bugün yeryüzündeki bütün Kur' anlar aynıdır; hiçbir farklılık ve değişiklik yoktur. Ayrıca milyonlarca hafızın ezberinde bulunmakta, her an milyonlarca dil ile kırâet edilip okunmaktadır. Bu özellik, Kur'an'dan başka herhangi bir beşeri kitaba nasib olmadığı gibi, semavi kitablardan hiçbirine dahi nasib olmamıştır. Allah'ın son kelâmı, hükmü kıyamete kadar baki ezelî fermanı olan Kur'an'ın, böyle eşsiz bir makam ve ulvi bir şerefe nail olması da, elbette zaruri ve lüzumludur.

(bk. Mehmed Dikmen, İslam İlmihali, Cihan Yayınları, İstanbul, 1991, s. 94-97)

27 Ekim 2019 Pazar

Cennette eşlerin durumu nasıl olacak?


Cenneti dünya şartlarıyla düşünmemek gerekir. Cennette Allah herkesi memnun edecektir.

Öncelikle Cennetin özelliğini hiç unutmamak gerekir. Bu özellik unutulursa bir çok sorunun cevabı da verilemez. O özellik şudur:

Cennet eksiksiz mutlululuk yeridir. Cennete giren insan artık orada mutluluğunu gölgeleyecek en küçük şeyle karşılaşmayacaktır. Tam aksine, kendisini ne mutlu edecekse onların hepsine de orada hem de istediği şekilde kavuşacak, mahrumiyet asla söz konusu olmayacaktır.

"Allah Azze ve Celle sizden cennete dahil ettiği her mü’mine yetmiş iki hanım verir. Bunların ikisi hurilerden ve yetmişi cehennemlik olanların cennetlik hanımlarındandır.” (İbn-i Mace, Zühd 39)

Hadis âlimi Hişam bin Hâlid, bu hadisin izahında şöyle der:

"Bazı erkekler ebedî olarak cehenneme girerler. Cennet ehli olan erkekler cehenneme girenlerin hanımlarını alacaklardır. Meselâ, Firavun’un hanımı Hz. Âsiye gibi."

İbni Mace'de bu hadisle ilgili geçen bilgilerde cennette, mü'mine verilebilecek hizmetçi ve zevcelerle ilgili rakamın hasr, yani hususi olabileceği gibi, çokluktan kinaye olabileceği de belirtilmiştir.

Cennette eş sayısı her insanın derecesine göre verilecektir.

(Prof.Dr. İbrahim Canan, Kütüb-ü Sitte, XIV / 454)

İlave bilgi için tıklayınız:

Cennette evlilik hadisesi nasıl olacak? Yani herkes dünyadaki zevcesi ile mi evlenecek? Dünyada iki evlilik yapanların durumu nasıl olacak? Dünya yaşamında evlenmemiş kimse, ahirette de bekar mı kalacak?

Birden fazla evlilik yapan bir kadın cennette hangi eşi ile evli olacaktır?

Cennette aile olacak mı?

26 Ekim 2019 Cumartesi

Yaratılışımız bizim tercihimiz olmamasına rağmen imtihan olmamızın sebebi nedir?


Soru Detayı

- Çevremizde birçok hadise bizim irademiz dışında gerçekleşmesine rağmen ve bizim de bunlardan etkilendiğimiz halde neden sorumluyuz?

Cevap 1:

Allah Teâla günah işleme kabiliyeti olmayan meleklerle, hiç sorumlu olmayan hayvanları yaratmıştır. Bu iki varlıktan başka, hem melekleri geçecek kadar mükemmel, hem de aklı olmayan hayvanlardan daha aşağı olacak kadar kötü olma özelliğindeki insanı yaratmıştır.

Allah'ın hiçbir şeye muhtaç olmadığını, kainata ve içindeki faaliyetlere bakan bir insan görebilir. Biz bir düşünelim, dünyaya gelmeden önce kainatın neyi eksikti de biz geldikten sonra tamamladık. Veya ibadetimizle ne yapıyoruz ki Allah'ın herhangi bir ihtiyacı görülüyor.

Allah her şeyi kemaliyle bilendir. Ama bu bilmesi bizi yönlendirmesi anlamına gelmemektedir. Çünkü O'nun ilmi ezelidir. Yani geçmiş, gelecek ve şimdiki zamanı aynı anda müşahede eder. Ve herkes vicdanen bilir ki, istediğim şeyi yaparım, konuşurum istemediğim şeyi yapmam. Bu kaideye göre Allah bizim ne yaptığımızı bilir. Ama biz de yaptığımız şeyin irademizle olduğunu vicdanen ve aklen biliriz.

Allah bizi kendisini tanımak ve kendisine layık olacak şekilde ibadet etmek için yarattı. Bu vazifeyi yerine getirecek alet ve cihazları da yaratmıştır. Yani bizden istenen şeyler ile bunları karşılayacak sermaye muvazenelidir. Burada herhangi bir adaletsizlik olmadığını bütün insaf ve vicdan ehli bilir. Fakat Allah'ın bizi yaratırken bize sorup sormaması ise, tamamen Allah'ın iradesini kısıtlamak anlamına gelir.

Oysa alimlerimizin ittifakı ile "Allah - la yüsel"dir. Yani yaptığı işlerden sorguya çekilmez. Ama kainatta yaptığı ve yarattığı herhangi bir hadisenin hikmetsiz veya adaletsiz olduğuna dair hiç kimse ağzını açamamaktadır. Çünkü, kainatta hikmetsiz ve abes olabilecek bir durum yoktur. Bütün kainatı didik didik araştıran bilim adamları bu ilahi hikmet karşısında hayrete düşmektedir.

Allah'ın insanı yaratmasının çok hikmetlerinden birisi ibadettir. Çünkü:

1. Allah insanı imtihan için yarattı. Bu hikmet insanın yaratılmadan olamayacağı kesindir.

2. Allah kainatta tecelli ettiği cemal ve kemalini hem kendisi -kendine mahsus bir şekilde- görmek hem de başkalarının gözüyle görmek istiyor. Başkasının görmesi derken bunların başında insan gelmektedir. Bu hikmet de yine insanın yaratılmasını gerekli kılıyor.

3. İbadet için yarattı. Bu hikmetin yerine gelmesi için var olan birisi gerektir. Yaratılmadan ibadetin yerine gelmesi mümkün değildir. Burada yaptığımız ibadetin miktarına göre cennetteki yerimiz hazırlanıyor.

4. Allah'ın her şeyden daha büyük olduğunu ilan etmek ve Allah'ın emirlerini yaymak. Bu hikmetin yerine gelebilmesi için, hem tebliğ edenin hem de tebliğ edilenin yaratılması icap eder.

5. Bir çekirdeğin ağaç olması için toprağa girmesi gerektiği gibi, insanın da yetişip olgunlaşmsı ve terakkisi için dünya tarlasına gönderilmiştir.

6. Eğer başka alemde yaratılsaydık o zaman da neden bu alemde yaratıldık diye sormamız gerekecekti. İnsan için en mükemmel imtihan salonu bu olduğu için buraya gönderildik denilebilir.

İşte tüm kainatta rastlanılamayan hikmetsiz iş ve fiillere elbette şeriatta da rastlanmaz. Yani bizim taşıyamayacağımız işleri Allah bize yüklemez. Bütün hayvanlara, bitkilere ve cansızlara vazifeler yükleyen Allah, elbette bize de bazı vazifeler yükleyecektir. Yoksa tüm kainatta mevcut olan hikmet, insanlar yönünden abes olacaktı. Hiçbir işinde abesiyet ve çirkinlik olmayan ve bu gibi şeylerden münezzeh olan Allah, elbette insanlara da taşıyabilecekleri bir yükü yüklemesi gerekmektedir.

Kâinatın ömrü milyarlarca yıl ile ifade ediliyor; insanlık âleminin ömrü ise bin seneyle ifade ediliyor. Henüz insan nevi yaratılmadan, bu hadis-i kudsîde verilen haber, öncelikle melekler âlemine bakıyordu. Allah'ı bilen, eserlerini temaşa ve tefekkür eden, O'na isyandan uzak bu mübarek varlıklar, hadis-i kudsîde verilen haberi ibadetleriyle, tesbihleriyle, itaatleriyle, marifet ve muhabbetleriyle tahakkuk ettirmiş oluyorlardı. Hayvanlar âlemi de yaratılış gayelerine tam uygun bir hayat sürmekle, ruhları yönüyle, melekleri andırıyorlardı. Bitkiler âlemi ve cansız varlıklar da mükemmel bir itaat ile vazife görüyorlardı.


"Hiçbir şey yoktur ki Allah'ı tesbih ve O'na hamd etmesin..."(İsra, 17/44)

mealindeki âyet-i kerimede geçen "şey" tabiri, canlı-cansız her varlığı içine alır. Her şey O'nu tesbih eder ve O'na medih ve senada bulunur.

Cenab-ı Hak, bütün bu tespih ve ibadetlerin çok daha ileri derecesini icra etmeye kabiliyetli bir başka mahiyet daha yaratmayı irade buyurdu: İşte bu ulvi mahiyet, arzın halifesi olacak olan insandı. Cenab-ı Hak, topraktan bir insan yaratacağını meleklere haber verdiğinde, yukarıdakine benzer bir soru, meleklerden de gelmiş ve onlara cevaben, "Siz benim bildiklerimi bilemezsiniz,.." buyrulmuştu.

İmtihana tabi tutulan ve kazanmaları halinde melekleri geçecek olan bu yeni misafirler, âyet-i kerimede de haber verildiği gibi, ancak Allah'a ibadet için yaratılmışlardı.

"Ben, cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım." (Zariyat, 51/56)

Âyette geçen "ibadet" kelimesine bir çok tefsir âliminin "marifet" mânâsı verdiği dikkate alındığında, bu insanın, Allah'ı tanımak, varlığını, birliğini bilmek, sıfatlarının sonsuzluğuna inanmak, mahlûkat âlemini de hikmet ve ibret nazarıyla temaşa ve tefekkür etmekle vazifeli olduğu anlaşılıyordu.

Bu mümtaz mahlûk, sadece cemal tecellilerine muhatap olmayacak, Cenab-ı Hakk'ın hem cemal, hem de celal tecellileri ile ayrı ayrı imtihanlara tabi tutulacaktı.

Nitekim öyle oldu ve öylece devam ediyor. Nimetler, ihsanlar, ikramlar, güzellikler, sıhhat, afiyet, ferah, gibi haller hep cemal tecellileridir. Ve insanoğlu bunlara karşı şükredip etmeme şıklarından birini tercihle karşı karşıya. Maalesef, nefis ve şeytanın galebesiyle çoğu insan, cemal tecellileriyle sarhoş olup bu imtihanı kazanamıyorlar.

İmtihanın diğer yönü, hastalık, musibet, bela, afet, ölüm gibi celal tecellileri... Ve neticede sabır, tevekkül, teslim, rıza, imtihanına tabi tutulma. Akıl aksini düşünse de gerçek şu ki, bu imtihanı kazananlar, birincilere nispetle çok daha fazla.

Bundaki hikmet şu olsa gerek: Musibet ve hastalıklar, insana kul olduğunu, aciz bir varlık olduğunu çok iyi hatırlatıyor, ders veriyorlar. Konumuza ışık tutacak bir Nur cümlesi:

"Fâtır-ı Hakîm, insanın mahiyet-i maneviyesinde nihayetsiz azîm bir acz ve hadsiz cesîm bir fakr dercetmiştir. Tâ ki, kudreti nihayetsiz bir Kadîr-i Rahîm ve gınası nihayetsiz bir Ganiyy-i Kerim bir zâtın hadsiz tecelliyatına câmi' geniş bir âyine olsun." (Sözler, Yirmi Üçüncü Söz)

İbadet ve marifet için yaratılan insan, bu vadide mertebe kat edebilmek için aczini ve fakrını hissedecek, sürekli olarak Rabbine sığınacak ve Ondan medet dileyecektir. Duadan geri durmayacak, huzuru yakalamaya çalışacaktır. Bunlar ise başta nefis ve şeytan olmak üzere, dünya hayatında insanı, medet dilemeye ve sığınmaya götüren her türlü musibet, hastalık, çaresizlik ve sıkıntılarla mümkün.

Çaresizlik içinde kalıp Rabbine sığınan ruhlar, bu dünya imtihanını kazanma noktasında müsbet bir puan almış oluyorlar. Ama, refah, sıhhat ve saadet gibi tecellilerde insanoğlu, aczini anlamak yerine, bunlara meftun olup, kul olduğunu unutup, gaflete dalabiliyor.

Konunun çok önemli bir yanı da şu: Marifetullah, yani Allah'ı tanıma denilince, bütün isim ve sıfatları dikkate almak gerekiyor; sadece cemalî isimleri değil.

Allah, Rahman olduğu gibi Kahhar'dır da. İzzeti tattıran da Odur zilleti çektiren de. Bu dünyada sadece cemalî isimler tecelli etse ve insan sadece bunlara muhatap olsa idi marifeti noksan kalırdı. Bu imtihan meydanında, insanoğlu Allah'ı hem celal, hem de cemal sıfatlarıyla tanımak durumunda. Ahirette ise, yollar ayrılacak. İnsanların bir kısmı ibadet, ihlas, salih amel ve güzel ahlâklarına mükâfat olarak, cennete girecek ve lütuf, kerem, ihsan gibi nice cemal tecellilerine, azamî ölçüde ve ebediyen muhatap olacaklar. Küfür ve şirk yolunu tutarak dalalet ve sefahate düşenler ise celal, izzet ve kahır tecellileriyle karşılaşacaklar. Böylece, ahiret yurdunda, Allah'ın hem cemalî hem de celalî isimleri en ileri mânâda tecelli etmiş olacak.

Bu dünyadaki varlıklar, ahirete nispetle, gölge kadar zayıf bir tecelliye muhatap oluyorlar. Ve bu gölge hayatın gereğini yapan ve hakkını vermeye çalışan insanlar asıla kavuşuyorlar.

Şunu da unutmamak gerekiyor: Lütuf gibi kahrın da aslı ahirette.

Cevap 2:

Kaderi ikiye ayırabiliriz: Izdırari kader, ihtiyari kader.

"Izdırari kader"de bizim hiçbir tesirimiz yok. O, tamamen irademiz dışında yazılmış. Dünyaya geleceğimiz yer, annemiz, babamız, şeklimiz, kabiliyetlerimiz ızdırari kaderimizin konusu. Bunlara kendimiz karar veremeyiz. Bu nevi kaderimizden dolayı mesuliyetimiz de yok.

İkinci kısım kader ise, irademize bağlıdır. Biz neye karar vereceksek ve ne yapacaksak, Allah ezeli ilmiyle bilmiş, öyle takdir etmiştir. Sizin sorduğunuz soruda bu alanda müzakere edilmektedir. Yani siz bir aday tipi belirliyorsunuz ve arıyorsunuz. Allah da sizin istediğiniz vasıflara sahip birkaç kişiyi önünüze çıkarıyor. Sizde bunlardan birini iradenizle beğenip kabul ediyorsunuz. Allah'ın seçtiğiniz eşin kim olduğunu ezelde bilmesi kader, fakat sizin iradenizle seçmeniz cüz'i irade dediğimiz insanın mesuliyet sınırlarıdır.

Kalbimiz çarpıyor, kanımız temizleniyor, hücrelerimiz büyüyor, çoğalıyor, ölüyor. Vücudumuzda, bizim bilmediğimiz birçok işler yapılıyor. Bunların hiçbirini yapan biz değiliz. Uyuduğumuz zaman bile bu tür faaliyetler devam ediyor.

Ama şunu da çok iyi biliyoruz ki, kendi isteğimizle yaptığımız işler de var. Yemek, içmek, konuşmak, yürümek gibi fiillerde karar veren biziz. Zayıf da olsa bir irademiz, az da olsa bir ilmimiz, cılız da olsa bir gücümüz var.

Yol kavşağında hangi yoldan gideceğimize kendimiz karar veriyoruz. Hayat ise, yol kavşaklarıyla dolu.

Şu halde, bilerek tercih ettiğimiz, hiçbir zorlamaya maruz kalmaksızın karar verip işlediğimiz bir suçu, kendimizden başka kime yükleyebiliriz?

İnsanın cüz-i ihtiyari adı verilen iradesi, önemsiz gibi görülmekle beraber, kainatta geçerli olan kanunlardan istifade ederek büyük işlerin meydana gelmesine sebep olmaktadır.

Bir apartmanın üst katının lütuflarla, bodrum katının ise işkence aletleriyle dolu olduğunu ve bir şahsın bu apartmanın asansörü içerisinde bulunduğunu farz ediniz. Kendisine, apartmanın bu keyfiyeti daha önce anlatılmış bulunan bu zat, üst katın düğmesine bastığında lütfa mazhar olacak, alt katın düğmesine bastığında ise azaba duçar olacaktır.

Burada iradenin yaptığı tek şey, sadece hangi düğmeye basılacağına karar vermesi ve teşebbüse geçmesidir. Asansör ise, o zatın kudret ve iradesiyle değil, belirli fizik ve mekanik kanunlarla hareket etmektedir. Yani, insan üst kata kendi iktidarıyla çıkmadığı gibi, alt kata da kendi iktidarıyla inmemektedir. Bununla beraber asansörün nereye gideceğinin tayini, içindeki şahsın iradesine bırakılmıştır.

İnsanın kendi iradesiyle yaptığı bütün işler, bu ölçüyle değerlendirilebilir. Mesela; Cenab-ı Hak, meyhaneye gitmenin haram, camiye gitmenin ise faziletli olduğunu insanlara bildirmiş bulunmaktadır. İnsan bedeni ise kendi iradesiyle, misaldeki asansör gibi her iki yere de gitmeye müsait bir yapıdadır.

Kainattaki faaliyetlerde olduğu gibi, beden içindeki faaliyetlerde de insanın iradesi söz konusu olmamakta ve insan bedeni, kanun-u külli adı verilen ilahi kanunlarla hareket etmektedir. Fakat onun nereye gideceğinin tayini, insanın irade ve ihtiyarına bırakılmıştır. O hangi düğmeye basarsa, yani nereye gitmek isterse, beden oraya doğru hareket etmekte, dolayısıyla da gideceği yerin mükafatı veya cezası o insana ait olmaktadır.

Dikkat edilirse, kaderi bahane ederek, "benim ne suçum var" diyen kişinin, iradeyi yok saydığı görülür.

Eğer insan, "rüzgarın önünde sürüklenen bir yaprak" ise, seçme kabiliyeti yoksa, yaptığından mesul değilse, o zaman suçun ne manası kalır? Böyle diyen kişi, bir haksızlığa uğradığı zaman mahkemeye müracaat etmiyor mu?

Halbuki, anlayışına göre şöyle düşünmesi gerekirdi: "Bu adam benim evimi yaktı, namusuma dil uzattı, çocuğumu öldürdü, ama mazurdur. Kaderinde bu fiilleri işlemek varmış, ne yapsın, başka türlü davranmak elinden gelmezdi ki."

Hakkı çiğnenenler gerçekten böyle mi düşünüyorlar?

İnsan yaptığından sorumlu olmasaydı, "iyi" ve "kötü" kelimeleri manasız olurdu. Kahramanları takdire, hainleri aşağılamaya gerek kalmazdı. Çünkü, her ikisi de yaptığını isteyerek yapmamış olurlardı. Halbuki hiç kimse böyle iddialarda bulunmaz. Vicdanen her insan, yaptıklarından sorumlu olduğunu ve rüzgarın önünde bir yaprak gibi olmadığını kabul eder.

İlave bilgi için tıklayınız:

- İnsana, yaratılmayı ve imtihan olmayı isteyip istemediği sorulur mu?..